Sosyalist Dayanışma Dergisi Nisan 2011 5. Sayı

Page 1

Zenginlerin Partisi Akp’nin Oyununu Bozacağız! “Ya Adalet Ya Kıyamet!” Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

YIL: 1 SAYI 5 NİSAN 2011

İktidar ve Kürt Sorunu “Temiz Eller”den Cehennem Silahına…

Ekmek, Onur, Özgürlük İçin

İSYANA! 1 MAYIS’A!

Ortadoğu Kıyameti ve Dünya Güçler Dengesi Libya Farkı Tarihimizde 1 Mayıslar! Devlete 1 Milyon Memur Alınabilir! Metal’de Grev Rüzgârı İstanbul Kongreleri Işığında Kesk’te Ne Görünüyor? Batis ve Bamis “Emeğin Hakları İçin Seferberlik” Başlattı Ygs Bataklığının Gülü Dershaneler Dünya Gözüyle Sosyalizme Dokunmak Dünya Kadın Konferansı Hayal Kırıklığı Yarattı Nükleere Hayır, İyi Yaşamaya Evet


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

İsyanımızı alanlara Taşıyalım!

Kızıldere Şehitleri ve Mehmet Latifeci Ölümsüzdür!

Ezilenlerin isyan günü 1 Mayıs’ın yaklaştığı, nabzımızın daha hızlı atmaya başladığı şu günlerde hem dünyada hem ülkede yaşananlar kapımızdaki büyük bir altüst oluşun işaretleri gibi. Bir süredir rutin süreçlerin damgasını vurduğu egemenler-ezilenler dengesi, 2008 krizinin taşları yerinden oynatması sonrasında yeni bir noktaya taşınıyor.

Mehmet LATİFECİ

Mahir ÇAYAN

"... Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret Unutulsun bu alışılmış duyarlık O kadar sade, o kadar kalabalık ki Unutulmaya değer onların insan gövdeleri Ve unutulmalı mutlaka Dolsunlar diye yüreklere Dolsunlar damarlara. Ölü mü denir Ölü mü denir şimdi onlara." Edip Cansever

Emperyalizmin kanlı yüzü Libya semalarında göründüğünden bu yana AKP’nin ve kendini Ortadoğu’nun yeni Eyyubi’si gibi lanse etme telaşındaki Erdoğan’ın işbirlikçi yüzünü bir kez daha ortaya çıkardı. Ezilen Arap halklarının büyük kalkışmasını, kendi emperyalist projelerinin ve petrol açgözlülüklerinin manivelası haline getirmeye çalışanların hevesleri kursaklarında kalacak. Erdoğan’ın ise Ortadoğu halklarına hıyanetini Hz. Ali türbesi ziyareti ile örtbas edebilmesi çok zor. Libya halkıyla dayanışma eylemlerine bu süreçte aktif katılım göstereceğiz. Referandumda ortalığa dökülen “12 Eylül hesaplaşması ve ileri demokrasi’’ vaatlerinden ortaya çıka çıka basılamadan yakılan kitap ucubesi çıkabildi. AKP’nin ileri demokrasisinin niteliği ile ilgili bundan daha açıklayıcı bir örnek yaratılamazdı herhalde. En son Kanun Hükmünde Kararname garabeti ile de özellikle güvencesizleştirme dalgasına yeni katkılar sunulacak gibi görünüyor. KESK’in öncelikle ele alması gereken bir gündem daha. Birleşik- Metal üyelerinin yıllar sonra çıkmakta oldukları grev, 1 Mayıs öncesi süreçte sınıf içerisindeki kıpırdanmanın önemli bir dışavurumu. Grevin adı bile kimi patronlara şimdiden geri adımlar attırmaya başladı. Bizler de tüm gücümüzle grevci işçilerle dayanışma içerisinde olacağız.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 5 Nisan 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Estet Matbaacılık Adres: Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı- İST Tel: 0212 565 17 74

2

Malum önümüz 1 Mayıs. Kürt halkının sivil itaatsizlik eylemlerinin ülkeye taşıdığı isyan rüzgârını 1 Mayıs’a taşımak hepimizin görevi olmalı. 2010 1 Mayıs’ına AKP’nin el koyma girişimi TEKEL işçilerinin kararlılığıyla püskürtmüştü. 2011’de böylesi girişimlerin önünü en baştan alacak güç birliklerini geliştirmek önemli bir diğer görev olarak önümüzde duruyor. Havalarla birlikte ısınan siyasi gündemin ana başlıklarına dair değerlendirmelerimizi paylaştığımız bir sayı hazırladık sizlere. 1 Mayıs’ta görüşmek üzere.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

Zenginlerin Partisi AKP’nin Oyununu Bozacağız!

“YA ADALET YA KIYAMET!”

E

konomik krizle epeyce hırpalanan dünya kapitalizmi, “gıda krizi” ve “ekolojik kriz”in de sürece eklemlenmesi sonucu açığa çıkan “birleşik kriz”le karşı karşıya. Yerküre, büyük gerilimler biriktiren toplumsal fay hatlarının hareketlenmesiyle olağanüstü sarsıntılar geçiriyor. Küresel aktörlerin halklar yokmuşçasına sahneye koydukları strateji oyunları bozuluyor; ezilenler, “tarihin sonu”nun sonunu ilan ediyor. Ve isyanlarla telaşa kapılan emperyalistler, en “uygar” ölüm makinalarını Libya üzerinden yine Ortadoğu’nun üzerine sürüyor. Halk isyanları duraklasa da, yenilse de, saldırılar, “tarihte yeni bir sayfanın açılmakta olduğu” gerçeğini tersyüz edemeyecektir. Türkiye bu tablonun dışında değil. Süründürülmüş, üzeri örtülmüş, yatıştırılmış bir yığın tarihsel gerilim, Cumhuriyeti yeniden yapılanmaya zorluyor. “Yeni Anayasa” tartışmaları da -her ne kadar AKP tarafından süründürülen konulardan biri olsa daböylesi bir derinlik taşıyor.

engeller kaldırılacaktı. AKP’nin 8 yıllık iktidar döneminde onca parlatılan “özgürlükler” konusunda oyalamaların dışında bir şey yaşanmadı. Gerekçe, “statükocuların, darbecilerin, Ergenekoncuların engellemeleri” oldu. Ekonomik alandaki değişim ise büyük bir hızla gerçekleşti. “Özgürlükçülük ve demokrasicilik oyunu” kameralar önünde sergilenirken, ekonomik düzenlemeler tam bir el çabukluğuyla ve çoğu zaman kapalı kapılar ardında el altından yürütüldü. 8 yılın sonunda zenginle yoksul arasındaki uçurum büyüdü, gerilim daha da arttı. Çalışma hayatında işsizlik tehdidi, güvencesizlik derinleşti, iş cinayetleri rutin hale geldi. Yaşamın her alanı piyasanın insafına terk edildi. Tekçi anlayış hükmünü konuşturmaya devam etti. Kürtlerin tüm talepleri yine bildik inkârcı dille karşılık buldu. Alevilerin, zorunlu din dersiyle, cem evleriyle, Diyanet’le ilgili talepleri görmezden gelindi. Kadın cinayetleri yüzde 1400 arttı.

AKP’li 8 Yılda Nereden Nereye?

Seçime Doğru Taktik Manevralar

CHP dışında “statükoyu savunan” partilerin tamamı barajın altında kalırken, “değişim” parolasıyla 2002 seçiminde oyların yüzde 34’ünü alarak iktidar olan AKP, aynı argümanlarla yola devam etmek istiyor. Değişim söyleminin siyasi ve ekonomik boyutu vardı. Siyasi alanda, “tek tip”çi anlayışın cenderesinde sıkışan halklara seslenildi; darbe mağdurlarına, Kürtlere, türbana, Alevilere “özgürlük” vaat edildi. Özgürlüklerin yolunu açmak için yolu tıkayan statükocu anlayışla hesaplaşılacaktı. Ekonomik alandaysa, finans kapitalin gereksinimleri doğrultusunda neoliberalizme uygun iktisadi dönüşüm süreci ivmelendirilecek, sermayenin önündeki tüm

AKP, Şubat ayından itibaren, elini en fazla güçlendirdiğini düşündüğü “darbecilerle hesaplaşma” gündemini üst sıralara taşıyacak taktik planın adımlarını atmaya başladı. Balyoz Davası kapsamında, aralarında eski 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan’ın da bulunduğu 163 kişi tutuklandı. Bu gelişmeyi, Ergenekon’un basın ayağı olduğu iddiasıyla Oda TV baskını ve gazetecilerin tutuklanması izledi. Öcalan’ın “Mart’a kadar somut adım atılmazsa aradan çekilirim” açıklamasının ardından Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği hamle, “PKK’nin gazeteci Mehmet Metiner’e suikast girişimi” iddiasıyla karşılık buldu. Kemal Burkay ve Şiwan Perver’le

hükümetin flört görüntülerini, yine “PKK’nin Kürt sanatçıya tehdidi” haberi izledi. AKP, son olarak şapkasından “İbrahim Tatlıses suikastında PKK bağlantısı” tavşanını çıkarttı. AKP’nin toplum mühendisleri tarafından yaratılmak istenen tablo gayet açık: Halkların önüne iki seçenek konuluyor. “Bir yanda, demokrasinin, huzurun, istikrarın, büyümenin bayraktarı AKP. Diğer yanda, demokratik gelişmelerin, ekonomik büyümenin, iyiye gidişin karşısında, darbecileriyle, PKK’siyle iç içe geçmiş, huzuru bozacak, ülkeyi kaosa sürükleyecek karanlık güçler.” Bu büyük oyun, muazzam medya gücüyle sahneleniyor. AKP’nin demokrasi kalpazanlığını, Erdoğan’ın Cumartesi Anneleri’yle Dolmabahçe’deki ofisinde yaptığı hiçbir sonuç vermeyen görüşmenin görüntüleri tamamlıyor. Bu gelişmelerin paralelinde, AKP hegemonyasını güçlendirecek önemli adımlar atıldı. Yüksek Yargı ayağındaki yasal düzenleme meclisten jet hızıyla geçti ve aynı süratle Gül tarafından onaylandı. HSYK’nın ardı ardına gelen yeni hâkim, savcı atamalarıyla, bütün olarak yargı alanında AKP ağırlığı arttırıldı. Diğer önemli bir adım da istihbarat alanından geldi. Erdoğan’ın talimatıyla, “Bayrak Garnizonu” olarak bilinen Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı’nın MİT’e devriyle ilgili çalışma başlatıldı. “Bayrak Harekâtı” kod isimli 80 darbesinin iletişim üssü olarak kullanılmasıyla kamuoyunun ilk kez adını duyduğu Bayrak Garnizonu, sahip olduğu ileri teknolojiyle izleme ve dinleme konusunda Türkiye’de ilk sırada yer alıyor. Düzenleme sonuçlanırsa, istihbarat alanındaki bu büyük teknik olanak, MİT üzerinden hükümetin kontrolüne geçmiş olacak. Bütün bunlar yaşanırken

Salih İNCESOY

AKP’nin toplum mühendisleri tarafından yaratılmak istenen tablo gayet açık: Halkların önüne iki seçenek konuluyor. “Bir yanda, demokrasinin, huzurun, istikrarın, büyümenin bayraktarı AKP. Diğer yanda, demokratik gelişmelerin, ekonomik büyümenin, iyiye gidişin karşısında, darbecileriyle, PKK’siyle iç içe geçmiş, huzuru bozacak, ülkeyi kaosa sürükleyecek karanlık güçler.” Bu büyük oyun, muazzam medya gücüyle sahneleniyor. 3


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

AKP marifetiyle, işkenceci polis şefi Hanefi Avcı Devrimci Karargâh’la, sosyalist gazeteci Ahmet Şık Ergenekon’la, magazin mafyası elemanları PKK’yle ilişkilendirilmiştir. AKP’nin bu “akıllara zarar yaratıcılığı” karşısında Osman Baydemir’in kameralar karşısında sarf ettiği sözler zaman zaman dilimizin ucuna gelmektedir. Seçime doğru yol aldıkça, AKP’nin şapkasından ortalığı toz duman edecek daha iri tavşanların çıkması beklenmelidir.

4

Ortadoğu’da yükselen isyan dalgasının etkileri, iç politikaya da hızla yansımasını buldu. AKP, Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” ve “düzen kurucu bölgesel güç” stratejisinin iflasına rağmen, iç politikadaki zeminini koruyacak bir söylemi gündeme taşıdı. “Model ülke,” “ilham kaynağı ülke” tartışmaları bir anda ortalığı kapladı; “AKP demokrasisi,” bu vesileyle de bir kez daha parlatıldı. Türkiye’nin “eksenler arasında gezintisine” son verecek müdahalelere başlayan ABD ve AB’ye karşı, AKP’nin yalancı pehlivanlıkları allanıp pullanıp halka yansıtıldı. Son olarak, “NATO’nun Libya’da ne işi var” çıkışını yapan Erdoğan, BM Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya müdahale kararının hemen sonrasında “NATO’ya şartlı evet”e hızla çark etti. Hükümetin “bir adım ileri, iki adım geri” tavrını, AKP medyası bile gizleyemedi. Ortadoğu’da yaşanan süreçlerde, “düzen kurucu”luk, “model”lik heveslerinden, “esamesi okunmayan Türkiye” noktasına gelindi. Libya tezkeresi meclisin onayından geçti ve model ülke Türkiye, tıpış tıpış emperyalist ablukadaki görev yerini aldı. İzmir, hava harekâtının komuta merkezi olarak belirlendi.

Gazetecilerin Tutuklanması AKP’nin Taktik Hatası mı, Ustalığı mı?

Değil darbeci olmak, eşitlikten, özgürlükten yana saf tutmuş gazeteciler de Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklandı. Bardağı taşırdığı düşünülen bu tutuklamalar karşısında toplumun bir kesiminin tepkisi yükseldi. Karşıt seslerle birlikte hararetlenen tartışmayla Ergenekon konusu hızla gündemin en ön sırasına tırmandı. Türkiye, Ergenekon’la yatar, Ergenekon’la kalkar hale getirildi. AKP, tartışmaları hararetlendirmek için bardağı bilinçli olarak taşırmıştır. Operasyona tepkiler, zaten AKP karşıtı olan kesimden yükselmiştir. AKP bu durumu kayıp olarak görmediği gibi, her protesto girişimini Ergenekon tehdidinin kanıtı olarak halka yansıtmakta, silahı geri teptirmektedir. Önemli bir çoğunluk, büyük bir güce ulaşan AKP medyasının yansıttıkları üzerinden meseleyi yorumlamaktadır. Son gelişmeler karşısında onca tepkiye karşın çoğunluğun algısı AKP’nin istediği yöndedir: “Ülkede darbe ve kaos tehdidi vardır ve AKP bu tehdide karşı demokrasiyi, istikrarı ve huzuru savunmaktadır…” AKP, bu operasyon taşıyla epeyce kuş vurmayı becermektedir. AKP’ye ve sisteme muhalif kesimler, kontrol altında alınmaktadır. Çatlak ses çıkaran unsurlar tasfiye edilerek AKP hegemonyası giderek güçlendirilmektedir. “Darbe tehdidine karşı AKP demokrasisi” algısı sürekli canlı tutulmaktadır. Hesaplaşmalar, AKP’nin istediği zemine çekilmekte, zihinler bulandırılarak AKP’nin çözmediği, çözecek de siyasi karakteri olmadığı “esas hesaplaşmalar”ın üzeri büyük bir sis perdesiyle örtülmektedir. Bu yönüyle operasyonlar, “Ergenekon marka at gözlüğü” işlevi görmektedir. İklim Bayraktar olayıyla havada uçuşan komplo iddiaları, kafaları büsbütün çorbaya çevirmiştir. AKP marifetiyle, işkenceci polis şefi Hanefi Avcı Devrimci Karargâh’la, sosyalist gazeteci Ahmet Şık Ergenekon’la, magazin mafyası elemanları PKK’yle ilişkilendirilmiştir. AKP’nin bu “akıllara zarar yaratıcılığı” karşısında Osman Baydemir’in kameralar karşısında sarf ettiği sözler zaman

zaman dilimizin ucuna gelmektedir. Seçime doğru yol aldıkça, AKP’nin şapkasından ortalığı toz duman edecek daha iri tavşanların çıkması beklenmelidir.

Oyunu Bozacak Esas Hesaplaşma Alanları

AKP’nin taktik manevraları Kürt illerinde dikiş tutmuyor. Kürtler, “Ergenekon dalgası”yla değil, kendi yarattığı dalgayı büyütmekle meşgul. “Demokratik Özerklik” süreciyle birlikte Kürt halkı kendi çözümünü fiilen inşa ediyor. Öcalan’ın Mart ayını işaret eden açıklamasının ardından, KCK, 13 Ağustos’tan beri süren eylemsizlik sürecine 28 Şubat’ta

son vererek yeni bir taktik hamle başlattı. 6,5 aylık eylemsizlik sürecinde gerçekleşen operasyonlarda 35 HPG’li yaşamını yitirirken, 2031 Kürt siyasetçi gözaltına alındı, 510’u tutuklandı. Eylemsizlik sürecine hükümetin yanıtı buyken, yavuz hırsız misali Erdoğan BDP’ye, “siz 12 Haziran’da oy toplayacaksınız diye gençlerin ölmesi, öldürülmesi insanlık mıdır?” diye seslenebiliyor. Son olarak Abdullah Öcalan’ın “Newroz’a kadar gözleyeceğiz, hükümetin tavrına bakacağız” sözlerine yine bildik yanıt geldi; 12 Mart’ta Newroz kutlamalarının başlamasıyla birlikte Şırnak ve Bingöl’de gerçekleşen operasyonlarda 7 HPG’li ve 1 PKK’li yaşamını yitirdi. Kürt sorunu konusunda çoktandır söylenecek bütün sözler tükenmiş ve oyalamaların sonuna gelinmiştir. Askeri operasyonların hız kazanmasının yanı sıra, tasfiye mantığının bir devamı olarak Kürt


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

halkı nezdinde beş kuruşluk itibarı kalmamış siyasilerin, sanatçıların PKK’ye alternatif olarak sahneye sürülmesi, Hizbullah’ın yeniden parlatılması, çaresizliktir, tükenmişliktir. AKP ve devlet, Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaktan daha ne kadar kaçarsa kaçsın, iradesini kıramadığı Kürt Özgürlük Hareketi başarılı taktik hamleleriyle hükümeti ve devleti bu en önemli hesaplaşma zeminine çekmektedir. BDP ve DTK, Newroz’la birlikte ilan ettiği “sivil itaatsizlik” çizgisiyle, tüm halk gücünü “fiili çözüm” için seferberlik haline sokmuştur. Bir diğer esas hesaplaşma alanı da Anayasa değişikliği konusudur. “Tek tip”çi Cumhuriyet her yanından zorlanmakta, “eşitlikçi, özgürlükçü bir Anayasa” gereksinimi ertelenemez bir noktaya gelmektedir. Süreci süründüren AKP, Anayasa değişikliği adına halkların özlemlerini istismar ederek kendi hegemonyasını güçlendirmekten öteye adım atmamaktadır. Bu zeminde de bir hesaplaşma kaçınılmazdır. Zengin yoksul gerilimi, AKP’nin üzerini örtmeyi, yatıştırmayı başardığı hesaplaşma alanıdır. AKP, Türkiye kapitalizmini bu hesaplaşma alanında uzak tutmadaki başarılı performansıyla finans kapitalin desteğini sürekli arkasına almaktadır. AKP’yi bu hesaplaşma

zeminine çekecek ve bu hesaplaşmayı yoksulların ana gündemi haline getirecek bir öncü iradenin ve taktik hattın büyütülmesi gerekmektedir. Zenginle yoksul arasındaki adaletsizliğin korkunç boyutlara ulaştığı, “Türkiye’nin dolar milyarderleri” listesine yeni zenginlerin eklendiği ve sınıf çe-

lişkisinin bu denli keskinleştiği bir ülkede, “işçilerin, işsizlerin, yoksulların, yok sayılanların isyanını büyütme” görevi önümüzde durmaktadır. Ekonomi, yaratılan onca iyimser havaya karşın tehlike çanlarını çalmaya başlamıştır. Sıcak paraya dayalı büyüme sınıra yaklaşmaktadır. Ayrıca petrol ülkelerindeki isyanlar da enerji bağımlısı Türkiye’yi zorlayacaktır. Bu gelişmeler, sınıf çelişkisini daha da büyütecek niteliktedir. Adaletin olmadığı yerde, kıyamet de kaçınılmazdır. AKP’nin özgürlükçü söylemi, halkların sesinin duyulduğu yerde yerini faşist bir dile bırakmakta, oyun bozulmaktadır. Kürt halkı sesini yükselterek demokrasi kalpazanlarının oyununu bozmuştur. Hakları için direnen işçiler, sokağa çıkan öğrenciler, AKP demokrasisinin copuyla, gazıyla karşılanmıştır. Demokrasisiyle “model ülke” Türkiye, Kıbrıs halkının sesini duyduğu yerde en statükocu, en militarist ve en faşist kimliğe sıkıca sarılmıştır. Oyunu bozacak ve AKP’nin halk düşmanı kimliğini deşifre edecek formül “sokak”tır, “isyan”dır. Kardeş Kürt halkı, milyonlarla karşıladığı 2011 Newrozu’nda kendi çözümünü yaratma kararlılığını tüm gücü ve coşkusuyla ortaya koymuştur. Şimdi sıra, işçilerin,

yoksulların sözünü söyleyeceği, zulme ve sömürüye isyanını haykıracağı 1 Mayıs’a gelmiştir. 1 Mayıs, halkın isyanını büyütecek güçlerin irade beyanıdır. Yoksulların sesi SODAP, 1 Mayıs’ta varoşların umudunu, coşkusunu, öfkesini tüm gücüyle alanlara taşıyacaktır.

Kürt Sorununda Çözümsüzlüğe Karşı Sivil İtaatsizlik BDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak ile Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk, 23 Mart günü düzenledikleri basın toplantısında “Kürt sorunun çözümü için sivil itaatsizlik eylemleri başlatacaklarını” duyurdu. Açıklamada ilk eylemin 24 Mart saat 12.00’da Diyarbakır’da Konuk Evi önünde yapılacağı belirtildi. “Anadilde eğitim”, “Siyasi tutukluların serbest bırakılması”, “Siyasi ve askeri operasyonlara son verilmesi” ve “Yüzde 10 barajının kaldırılması” talepleriyle eylemleri yapacaklarını ifade eden Demirtaş, “Demokratik direniş hakkımızı kullanacağız. Sivil itaatsizlik eylemleri ile çatışmalara mahal vermeden alanlarda olacağız” dedi. Hükümetten somut bir cevap alana kadar halkla meydanlarda olacaklarını vurguladı. Bu açıklamanın ardından başlayan itaatsizlik eylemlerinde: Önce Diyarbakır’da “Demokratik Çözüm Çadırı” kuruldu. Yürüyüşler ve oturma eylemleri gerçekleştirildi. Daha sonra tüm Kürt illerine yaygınlaşan ve onbinlerle meydanları dolduran kitlesel eylemler başladı. Eylemler İstanbul ve Bursa gibi metropollere de yaygınlaştırıldı. Hemen her ilde polisin saldırısına maruz kalan Kürt halkının“sivil itaatsizlik” eylemleri çeşitli biçimler altında ve kararlılıkla sürdürülüyor.

5


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

İKTİDAR VE KÜRT SORUNU Yakup KADİR

Sözde “açılımı” başlatırken iktidarın sahip olduğu, söylemle oyalama ve umut verme, fakat esasta PKK’nin tasfiyesini gerçekleştirme mantığı tüm yönleriyle deşifre olmuştur.

Ortadoğu’daki gelişmeler ve en son Libya saldırısı gündemin ön sıralarına çıkınca Kürt sorunundaki gelişmeler arka plana itilmiş görünüyor. Fakat sorun yeni bir tıkanma noktasına girdiği için ister istemez gündemin ön sıralarına yeniden tırmanacaktır.

İktidarın seçimlere kadar Kürt sorunu konusundaki taktiği yeterince ortaya çıkmıştı. Seçim sonrası için umut yaratmak, ancak Kürt halkının ileri sürdüğü talepleri sürekli oyalamak! Son gelişmeler iktidarın bu taktikten de öteye gitmeye niyetli olduğunu gösteriyor. İbrahim Tatlıses olayına PKK’yi bulaştırmak ve Newroz sırasında yaşananları provokatif bir şekilde siyasete malzeme yapmak, iktidarın niyeti konusunda her türlü şüpheyi ortadan kaldırıyor. “Açılım” söylemiyle iddialı bir şekilde yola çıkan AKP, çok kısa sürede kendinden önceki iktidar partilerinden hiçbir farkı olmadığını kanıtladı. Şimdi tavrını, her fırsatta Kürt Özgürlük Hareketini karalama yönünde derinleştiriyor. Türkiye iç ve dış politikada birikmiş büyük sorunlarla seçime gidiyor. AKP yeni bir seçim zaferi umarak bütün bu sorunları Haziran sonrasına erteliyor. Tüm işaretlerin gösterdiği gibi, AKP seçimi kazansa bile seçim sonrası iktidar için tam bir mayınlı arazi

6

olacaktır. İktidar, şanslı günlerinin sonuna geliyor. “Konjonktür” hazretleri bölgede ve ülkede dönüyor. Ortadoğu’daki yangın Türkiye’yi kaçınılmaz bir şekilde etkileyecektir. Nasıl etkileyeceği-

ni bugünden bilemiyoruz. Ancak Davutoğlu dış politikası her gün yeni bir sorunla karşı karşıya geliyor. Gelişmeler Kürt Sorununu da kaçınılmaz bir şekilde etkileyecektir. Çünkü Kürt Sorunu aynı zamanda bir bölge sorunudur. Newroz dolayısıyla Duran Kalkan’ın yaptığı açıklama Kürt Özgürlük Hareketinin seçimler nedeniyle gösterdiği toleransın artık sona erdiğini gösteriyor: “Tutuklular bırakılmadığı, KCK operasyonu adı altındaki duruma son verilmediği gibi operasyonlar devam ettirildi. Bizim eylemsizlik için öngördüğümüz hiçbir şeye AKP olumlu cevap vermedi. Ne tutukluları bırakıp davayı durdurdu, ne hakikat ve araştırma komisyonunu oluşturdu, ne anayasa hazırlık çalışmasına girdi, ne İmralı’daki koşulları, Önderliğin sürece katılımını güçlendirdi, ne de yüzde on barajını düşürdü. Hiçbirisini yapmadı. Onun tersine baskılar sürdü, işkenceler sürdü. Tutuklamalar arttı. Kürtçe savunma yapmaya bile izin verilmedi.”

Sözde “açılımı” başlatırken iktidarın sahip olduğu, söylemle oyalama ve umut verme, fakat esasta PKK’nin tasfiyesini gerçekleştirme mantığı tüm yönleriyle deşifre olmuştur. Olaylar artık bu gerçekliğe göre gelişiyor. Kürt Hareketi bu nedenle önümüzdeki süreçte “sivil itaatsizliği” yükseltme tavrını benimsemiştir. Seçimlere kadarki süre belli ki gerilimi yüksek geçecektir. Kürt sorununda zorla tasfiye etmenin veya “açılım” gibi saçmalıklarla oyalamanın sonuna gelindi. Daha önceki süreçlerde böyle tıkanma noktalarından sonra savaş yükselmiştir. “Bölücülükle mücadele” çığlıkları yükselir, hatta kuzey Irak’a operasyon niyetleri açıklanır, ordu politikada belirleyici hale gelirdi. Böyle dönemlerin yeniden başlaması tümüyle olasılılık dışı olmasa da, eskinin bu anlamda tekrarı mümkün görünmüyor. Cumhuriyet artık Kürt Sorununda kendi tabularını yıkmakla karşı karşıyadır. Bu konuda seçimlere kadar akan süreç ve seçim sonuçları elbette bir öneme sahiptir. Seçim sonuçlarında özellikle AKP’nin oyalamaları için ödeyeceği siyasal bedel, aynı zamanda onun kadar önemli olan MHP’nin sürekli şovenizmi körükleyen tavrının bedeli önem kazanıyor. Bu noktalarda kırılmalar gerçekleşirse seçim sonrası süreçte Kürt Halkı ile Türk Halkının ittifak imkânları güçlenecektir. Bu gelişmeler, demokrasi mücadelesinin büyük ölçüde Kürt Halkının omuzlarında kalması biçiminde yaşanan kısır döngüyü kırabilir. Önümüzdeki politik süreçte her ne pahasına bu kısır döngü kırılmalıdır. Anayasa değişikliği sürecinin bir komediye dönmemesi için halkların ittifakının büyümesi temel siyasal görevdir. Kürt sorununda uzatmaların sonuna yaklaşılıyor.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

“TEMİZ ELLER”DEN CEHENNEM SİLAHINA… AKP,

Ergenekon davası ile hangi amaca ulaşmaya çalışıyor? Türkiye’de kontrgerilla ve derin devlet faaliyetlerinin aydınlığa kavuşturulması, darbelerle hesaplaşılması gibi iddialı hedeflerle kendini ortaya koyan, “Türkiye tarihinin en önemli davası” olarak lanse edilen, liberal kesimlerin AKP’ye dönük desteğinin en önemli gerekçesini oluşturan dava; en son dalgada Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gözaltına alınması sonrasında yepyeni tartışmalara ve değerlendirmelere yol açtı.

Ergenekon İle Tasfiye Edilen Neydi?

Ergenekon’un bir tasfiye davası olduğunu biliyoruz. Özellikle Irak savaşı sürecinde, tezkere krizi ile derinleşen ABD-Türkiye krizi devletin savunma reflekslerini tetiklemişti. Barzani yönetiminin ABD eliyle Türkiye karşısında aşırı güçlendirilmesi, Kerkük’ün Kürt bölgesine dâhil edilmesi ihtimalleri karşısında devlet de Avrasyacı seçenekleri daha belirgin bir biçimde gündemine almıştı. Devlet bürokrasisi içindeki AKP alerjisi ve Kürt düşmanlığı damarları ile de bütünleşen bu yaklaşım, toplumun milliyetçi bir kalkışma aracılığıyla önce AKP’den kurtarılması sonra da devletin farklı bir uluslar arası blok içinde konumlandırılması yönünde bir hedefe sahipti. Sokak linçleri, provokasyonlar, 301. Madde davaları, bombalar, başta Hrant’ınki olmak üzere çeşitli suikastlar bir toplumsal dalgalanma ve saflaşma yaratabilmek adına ardı ardına sahnelendi. Kürt-Türk çatışmasının tetiklenmesi de bu destabilizasyon projesinin bir parçası olarak, provaları alınan bir tezgâh şeklinde hedef tahtasına konmuştu.

Bu gayretlerin devlet içinden motive edilen çalışmalar olduğunun en önemli ispatı, Ergenekon’un birkaç dalgası sonrasında bir döneme damgasını vuran söz konusu provokasyonların bıçakla kesilmiş gibi sona ermesidir. ABD’nin Irak’ta batağa saplanması sonrasında süper güç olarak sınırlarını görmesi; bölgede Türkiye’yi tamamen kaybetmeyi göze alamaması ve ilişkinin yeniden sürdürülebilir bir seviyeye çekilmesi; Kürt yönetimi ile ilgili ABD tarafından Türkiye’ye kimi güvencelerin, hatta bölgeye askeri operasyon müsaadesi verilmesi sonrasında Avrasyacı projenin devlet içindeki destek güçleri zayıfladı.

da ise el 12 Eylül’le hesaplaşmaya kadar yükseltildi.

M. SİNAN

Bugün gelinen son aşamada ise böylesi bir noktadan çok uzakta olunduğu açıktır. Büyük “demokratikleşme” hamlesi gelinen son noktada, daha basılmamış bir kitabı imha etmeye çalışan bir polis devleti olarak somutlaşmış durumdadır. Belki de tüm bu sürecin başlamasını tetikleyen belgelerden biri olan darbe günlüklerini yayınlama cesaretini gösteren Ahmet Şık’ın, Hrant Dink cinayetinin aydınlaması için kitaplar yayımlayan Nedim Şener’in tutuklanmaları nasıl izah edilebilir?

27 Nisan muhtırası ve Cumhuriyet mitingleri ile de ciddi bir mesafe kat edilemeyince, o zamana kadar büyük oranda savunmada kalan AKP ile ordu içindeki NATO’cu güçler Erdoğan-Büyükanıt arasındaki meşhur Dolmabahçe buluşması sonrasında düğmeye basarak Avrasyacı seçeneğin kurucularını tasfiyeye giriştiler. Bu tercih Türkiye devletinin derin tarihiyle bir hesaplaşma olarak yansıtılmaya çalışıldı. Susurluk sürecinde yaratılmaya çalışılan “beyaz eller temizliği” atmosferi yeniden kurgulandı. Derin devlet tasfiye edilecek, hukuk devleti ayakları üzerine oturtulacaktı. Türkiye devletinin özellikle 1960’lar sonrasına damgasını vuran, Özel Harp Dairesi ile başlayıp JİTEM’e kadar uzanan karanlık tarihi ile hesaplaşılacaktı. Taraf gazetesinin yayına başlaması ile ortalığa saçılan belgeler, dava iddianameleri özellikle belli kesimler tarafından büyük bir demokratikleşme hamlesi olarak lanse edildi. Geçtiğimiz yaz sürecine damgasını vuran referandum tartışmaların-

AKP Eliyle Şekillenen “Yeni Türkiye”

AKP için bu davalar (susurluk, karargâh, KCK, balyoz) “Yeni Türkiye”yi şekillendirmenin en önemli aracı haline gelmiştir. AKP, 8 yıllık iktidarı sürecinde yarattığı toplumsal destekleri ile oldukça önemli bir sosyal taban yarattı. Oluşan yeni uluslar arası konjonktür Türkiye’yi Ortadoğu’ya doğru çekiyor, Türkiye yaşadığı tüm gerilimlere rağmen emperyalizm açısından bölgede önemli bir dayanak noktası. Irak operasyonu sonrasında bölgede her geçen gün daha fazla inisiyatif kaza-

Derin devlet bu süreçte aynı susurluk sürecinde olduğu gibi kendisine ayak bağı oluşturan bir önceki dönemin unsurlarından kurtulmakta, kendisini yeni dönemde finans kapital ve yeni iktidar bloklaşmasının politik perspektifi doğrultusunda yeniden yapılandırmaktadır. 7


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

nan İran’a karşı Sunni cephenin merkezi olarak konumlanan bir Türkiye söz konusudur. Bu rol de AKP’nin ülke içindeki zeminini güçlendirmektir. Bu tablo AKP’ye ülkedeki iktidar bloklaşmasını yeniden yapılandırmak için güçlü bir el sunuyor. KCK davası nasıl Kürt hareketini liberalleştirerek düzen içine çekmenin bir aracı olarak görülüyorsa, Karargâh davası solun sınırlarını çizerek yönlendirmek amacıyla işlevlendiriliyorsa, Ergenekon ve Balyoz davaları da bürokrasi ve devlet içinde AKP’nin tam hâkimiyetini kurmasının bir aracı olarak değerlendirilmektedir. Derin devlet bu süreçte aynı susurluk sürecinde olduğu gibi kendisine ayak bağı oluşturan bir önceki dönemin unsurlarından kurtulmakta, kendisini yeni dönemde finans kapital ve yeni iktidar bloklaşmasının politik perspektifi doğrultusunda yeniden yapılandırmaktadır. Daha önceki süreçte devre dışı bırakılan kimi unsurlar biriktirdikleri politik güçleri ile bu dönemde inisiyatif kazanmış görünmektedirler. Artık siyasi analizlerde kendisine net bir biçimde yer bulabilen Fettulahçı cemaatin dönemin aktif bir öznesi olduğu açıktır. Bu kesim bütün dini görünümüne rağmen aslında yeni yükselen Anadolu sermayesinin devlet içine sirayet etme mekanizması olarak okunmalıdır. Bu dönemde bunca yol alabilmesi, kendisini emperyalizm nezdinde kabul edilebilir bir İslami yorum olarak takdim etmesiyle mümkün olabilmiştir. Cemaat, kendince 11 Eylül sonrası oluşan atmosferi iyi değerlendirmiştir.

Biz Nasıl Yaklaşmalıyız?

Biz Ergenekon davasının ilk gününden bu yana, meselenin tasfiye yönünü öne çıkararak yaklaştık. Meseleye liberallerin yaptığı gibi safça bir “her şey iyiye gidiyor” bakışıyla yaklaşmadığımız gibi ulusalcı kesimlerin “devlet elden gidiyor, şeriat geliyor” telaşına da kapılmadık. Veli Küçüklerin, Kerinçsizlerin sokaklardan ellerini çekmelerine ağıt yakacak halimiz yoktu.

8

Geniş emekçi yığınlar ile Kürt halkının kuracağı bir 3. Cephe, meseleyi etkin bir şekilde ele almadıkça, derin devletin tam anlamıyla açığa çıkarılamayacağı, ancak başka bir eksende yeniden yapılanacağı en temel vurgu noktamızdı. Son 4 yılda Türkiye’de egemen siyaset içinde taşlar önemli ölçüde yerinden oynadı. 3. Cephe etkin bir güç haline gelemediği gibi AKP de, orduya ve bürokrasiye karşı elini önemli oranda güçlendirdi. 12 Haziran seçimleri AKP açısından hayati bir önem taşıyor çünkü yeni iktidar bloklaşması ile ortaya çıkan güç denklemine uygun bir anayasa hazırlanacak. AKP bu anayasayı salt kendi inisiyatifi ile hazırlayabileceği bir meclis aritmetiğinin peşinde. Bu aritmetik için en önemli dayanak noktası ise toplumun gelenekçi-muhafazakârsağ \ Batıcı-aydınlanmacı-sol ekseninde belirgin bir biçimde saflaşması. Bu kültürel dinamik, ekonomi dip yapmadığı sürece seçmenlerin kararlarında oldukça belirleyici oluyor. Bunun yanı sıra Ergenekon davası artık büyük bir susturma ve hegemonya aracı haline dönüşmüştür. Sosyalistlerin itibarsızlaştırılması ve seslerinin tümüyle duyulmaz hale getirilmesi, medya içindeki kimi çatlak seslerin derin devletin yeniden yapılanması meselesini kurcalamaktan men edilmesi zaten olağanüstü bir atalet içine itilmiş olan toplumu seçimlere kadar tam anlamıyla hipnotize etmeyi, muhalefeti felç etmeyi hedefleyen kampanyanın adımlarıdır. Bugün gelinen noktada emekçi zemini kaybetmeksizin yaşanan sürecin deşifre edilmesi noktasında sola daha büyük görevler düşmektedir. Yaşanan büyük kafa karışıklığına rağmen, ulusalcı zeminin tuzaklarına yakalanmadan AKP’ye ve yürütülen kapitalist dönüşüm projesine karşı sahici bir halk muhalefeti örebilmek, büyük oranda AKP’nin “temiz eller” inin nasıl bir cehennem silahının inşası haline dönüştüğünün anlatılabilmesi ile mümkün olabilir.

Yüzbinler 2011 Newrozu’nda Alanlara Sığmadı

“An Azadi! An Azadi!” “An Azadi! An Azadi!” şiarı ile 2011 Newrozu’nu karşılayan Kürt Halkı, özgürlük taleplerinin karşılanmasını beklemediklerini, adım adım ördüklerini tek ses tek yürek halinde haykırdı. 20 Mart Pazar günü İstanbul’da sabahın erken saatlerinden itibaren soğuk havaya rağmen yüz binlerce kişi Newroz kutlamasının yapılacağı Kazlıçeşme Meydanı’na akın etti. Geçtiğimiz yıllara oranla daha yoğun bir katılımın sağlandığı İstanbul Demokratik Kent Konseyi tarafından düzenlenen kutlamada, içerisinde SODAP, Partizan, ESP, DİP, EMEP ve Halkevleri’nin de bulunduğu çok sayıda kurum yerini aldı. “Herkese İş, Herkes Aş, Halklara Özgürlük” pankartıyla mitinge katılan SODAP, kitleselliği ve coşkusuyla dikkat çeken gruplar arasındaydı. Miting, BDP Eş Genel Başkanı Selahhatin Demirtaş’ın mitinge katılan kurum temsilcileriyle birlikte kitleyi selamlaması ve Newroz ateşinin yakılmasıyla birlikte başladı. Açılış konuşmasını yapan Tertip Komitesi Başkanı Dursun Yıldız, yüzbinlerce kişinin buraya, “demokratik Türkiye”, “demokratik özerk Kürdistan”, “demokratik özgür bir anayasa” ve “Öcalan’ın özgürlüğü” için irade beyanında bulunmaya geldiklerini vurguladı. Ardından Demokratik Kent Konseyi adına okunan metinde AKP’nin çözümsüzlüğü ve savaşı dayattığı vurgulanarak, ne yapılırsa yapılsın Öcalan’ın yol haritasının hayata geçirileceği, anadilde eğitim yapılacağı, iki dilli yaşam kurulacağı, demokratik özerkliğin inşa edileceği ifade edildi. İstanbul milletvekilleri Sebahat Tuncel ve Urus Uras’ın da birer konuşma yaptığı mitingde son ve en önemli konuşmayı BDP Eş Genel Başkanı Selahhatin Demirtaş yaptı. 2011 Newrozu’nun Kürt sorununun barış ve demokrasi içinde çözümünün başlangıcı olması gerektiğini ifade eden Demirtaş, “Ya hükümet, halkın bu sesine kulak verecek, ya da halk kendi özgürlük yürüyüşünü yapacak” sözleriyle hükümete seslendi. Selahhatin Demirtaş sözlerini sonlandırırken, “2011 yılı Türkiye’deki bütün halkların özgürleştiği yıl olsun” diyerek Newroz’a katılan kitleye, seslerini tüm ezilenlerin ve emekçilerin sesleriyle birleştirmek üzere 1 Mayıs’a katılma çağrısı yaptı. Miting, sanatçıların ezgileriyle devam etti.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

ORTADOĞU KIYAMETİ VE DÜNYA GÜÇLER DENGESİ

O

rtadoğu’daki yangın büyüyor. Libya’ya “koalisyon güçleri”nin saldırısı gelişmelere yeni bir nitelik kazandırdı. Tunus ve Mısır’daki isyanlar bir iç savaşa dönüşmeden, başlarda emperyalist batıyı korkutsa da, kontrol altına alınabildi. Elbette şimdilik! Libya’da olaylar iç savaşa doğru gelişince, Batı, insancıl maskelerinden birisini takarak, “katliamı” engellemek için askeri müdahale yolunu seçti. Elbette Batı açısından temel hareket noktasının insancıl nedenler olmadığı yeterince açıktır. Bahreyn’e Suudi Arabistan’ın askeri müdahalesi Batı tarafından görmezden gelindi. Yemen’deki gelişmeleri ise şimdilik seyretmekle yetiniyor. Libya’ya saldırı emperyalist güçler arasındaki güç ilişkilerini bir kez daha ve çok daha aydınlık biçimde gözler önüne serdi. Kendi ülkesindeki isyanı bastırmış bir Kaddafi’nin daha sonra denetlenemeyeceğini düşünen Batı hızla müdahale yolunu seçti. Aynı zamanda Kuzey Afrika’nın bu yaramaz çocuğu hem yeterince yıpranmış, hem de son yıllarda güç kaybetmişti. Avrupa’nın en önemli petrol tedarikçisi Libya, aynı zamanda başka önemli bir misyona sahipti. Batı ile yaptığı antlaşmalarla, Orta Afrika yoksullarının, zengin kuzeye göçünü tamponlayan üç ülkeden birisidir. Fas, Cezayir, Libya kuzeye göçü batı ile anlaşmalı olarak kontrol eder. Libya, hem önemli bir petrol ülkesi, hem de Afrika yoksullarının kitlesel göçünün önünde bir duvardır. Kontrol edilemeyen bir Libya’nın bölgede ne gibi gelişmelere yol açacağını öngörmek zor değildir. Gelişmeler, Sosyalist sistemin yıkılışıyla değişen dengelerde

Mehmet YILMAZER

ve dünyanın neoliberal yağması koşullarında, Ortadoğu’da yaklaşık yarım asırdır süren düzen ve dengelerin artık sonuna gelindiğini gösteriyor. Tıpkı çok sözü edilen, fakat bir türlü kurulamayan “yeni dünya düzeni” gibi, Ortadoğu’da da bu isyanlardan sonra neyin geleceğini henüz kimse bilmiyor. Ancak elimizde iki temel veri var: Dünya artık çok kutupludur ve neoliberalizm, kapitalizmi derin bir krize sürüklemiştir. Bu nedenle dünyanın herhangi köşesindeki bir sorunun “çözümü” çok daha karmaşık ve bilinmezliklerle yüklüdür. Hele bu bölge Ortadoğu olursa sorunlar yumağı çok daha büyür.

saplandı. Libya saldırısının aynı kaderi paylaşması büyük bir olasılık. Üstelik bu kez NATO’nun göreve çağırılmasında daha baştan büyük çelişkiler ortaya çıktı. NATO’nun son Lizbon toplantısında yeni strateji arayışlarının altında dünyanın büyük güçlerce nasıl yönetileceği sorunu yatıyordu. Konu henüz açık bir sonuca ulaşmadan zamana bırakıldı. Çok kutuplu dünya gerçekliği ile NATO’nun varlığı artık açık bir çelişki içindedir.

Kendi ülkesindeki isyanı bastırmış bir Kaddafi’nin daha sonra denetlenemeyeceğini düşünen Batı hızla müdahale yolunu seçti. Aynı zamanda Kuzey Afrika’nın bu yaramaz çocuğu hem yeterince yıpranmış, hem de son yıllarda güç kaybetmişti.

Libya'ya emperyalist müdahaleye karşı devrimcilerden protesto 26 Mart 2011, Taksim

Emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımında, Afganistan’ın işgalinden beri yeni bir davranış tarzı gelişmektedir. Dünyanın bir bölgesine müdahale gerektiğinde, önce bir “koalisyon” kuruluyor, ardından bu koalisyon yükü taşıyamaz hale gelince NATO göreve çağırılıyor. Fakat bu yeni saldırı sisteminin başarısı Afganistan ve Irak’ta yeterince sınandı. Emperyalizm bu ülkelerde batağa

9


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

Libya saldırısı sırasında bu gerçeklik bir kez daha gözler önüne sergilendi. Bu saldırıda Fransa büyük bir acele ile öncülüğü almaya çalıştı. Aslında bir ölçüde Amerika, fazlasıyla yıprandığı için, Fransa’nın bu gayretkeşliğine itiraz etmedi. Ancak hangi noktaya kadar? Fransa’nın bu acelesinin altında neler yatıyor? Afganistan ve Irak savaşlarında Amerika ve İngiltere başrol oyuncularıydı. Şimdi tablo değişiyor mu? Fransa, Amerika’nın Irak’ta batağa saplanmasından sonra öne çıkma çabaları içinde girdi. Bush döne-

Fransa’nın rol kapma çabası, esas olarak dünya güç dengelerinde ABD’nin mevzi kaybına karşılık ortaya çıkan bu boşlukta yeni küresel yer edinme iştahından kaynaklanmaktadır. Üstelik gelişmelerin bu aşamasında Rusya ve Çin seyirci konumundadır. Ancak bölgedeki gelişmeler özellikle Çin’in canını yakacak noktalara kadar gelişme eğilimi taşıyor. Afrika’da son dönemlerde en yoğun yatırım yapan ülke Çin’dir. Çin’in petrol temini ve taşıma yolları şu anda büyük bir risk altındadır. Bugün kapitalist sistem derin

yaşanan değişim dünya güç dengelerinde yeni bir tablo ortaya çıkartıyor. Bu değişime yakında Orta Afrika’nın da dâhil olması şaşırtıcı olmaz. Emperyalist merkezler bu değişimi denetimlerine almak için büyük bir yarışa girdiler. Ancak bu yarışın eski kalıplarda gelişmesi mutlak bir alın yazısı değildir. Çok kutuplu dünya ve kapitalizmin güç ve itibar yitirmesi gerçekliğinden olaylara bakıldığında, bu paylaşım ne eski klasik sömürgecilik günlerindeki veya ardından gelen yeni sömürgecilik dönemindeki sonuçları yaratmayacaktır. Henüz yönsüz, örgütsüz isyanlar yaşanıyor olsa da, dünyadaki havanın tümüyle değişmekte olduğunu dünya halkları görüyor ve hissediyor. Amerika’nın çeki düzen veremediği dünyaya Fransa mı şekil verecektir? Tam tersine paylaşım savaşlarının gerilimi yükselecek ve bu durum halkların henüz bulanık yönelişlerini ister istemez netleşmeye zorlayacaktır. Emperyalizm eski alışkanlıklarıyla davranıyor. Çelişkileri, çatışmaları kendi çıkarları yönünde sonuçlandırmaya çalışıyor. Zaten başka seçeneği de yok.

Dünya güçler dengesinin yeniden inşası bölgedeki isyanlarla tetiklendi. Ancak artık durum, Afgan savaşı veya Irak işgali günlerindeki gibi değildir. O dönemde bir baş aktör vardı. Bugün aktörlerin arasına Ortadoğu ve Afrika halkları da girmiştir. Onların henüz yönsüz ve başsız olması kimseyi yanıltmasın. 10

minin son yıllarında bir Fransız başkanından beklenmedik ölçüde “Amerikancı” bir tavır içine girdi. Yine ülkesinde neoliberalizmin tüm yollarını açtı. Bu gelişmeler yıllardır süren Fransız geleneksel davranışına oldukça tersti. ABD, güç ve zemin kaybederken Fransa mevzi kapma hevesine kapıldı. İkinci önemli neden, AB’nin durumudur. AB hem ekonomik krizi en derin yaşayan bölgedir, hem de Fransa AB içinde Almanya’nın ekonomik baskı ve rekabeti altındadır. Sadece “petrol savaşları” kavramı ile Fransa’nın durumunu açıklamak eksik olur. Libya’dan gelen petrole rağmen Fransa enerjisinin yüzde 80’e yakınını atom santrallerinden elde etmektedir.

bir fay hattıyla iki ana parçaya ayrılmıştır. Finans ve silah gücüyle eski egemen konumunu sürdürmeye çalışan ABD ve İngiltere; öte yandan dünyanın üretim atölyesi haline gelmiş olan Çin, bu fay hattının iki tarafını temsil ediyorlar. Bu büyük gerilim, bölgedeki yeniden paylaşım sürecine kaçınılmaz bir şekilde yansıyacaktır. Dünya güçler dengesinin yeniden inşası bölgedeki isyanlarla tetiklendi. Ancak artık durum, Afgan savaşı veya Irak işgali günlerindeki gibi değildir. O dönemde bir baş aktör vardı. Bugün aktörlerin arasına Ortadoğu ve Afrika halkları da girmiştir. Onların henüz yönsüz ve başsız olması kimseyi yanıltmasın. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da

Ancak dünya artık eski dünya değil! Kristof Kolomb’dan beri yaklaşık dört yüzyıl yağma ve klasik sömürgecilik dönemi yaşandı. Ardından yarım yüzyıl yeni sömürgecilik yılları geldi. Sosyalizmin yıkılışından sonra dünyaya “özgürlük ve refah” vaat edilmişti, oysa son yirmi yıldır neoliberalizmin yağması yaşanıyor. Tarih bu noktada tekerrür etmeyecektir. Evet, Ortadoğu’daki gelişmelerle son yirmi yıldır küreselleşme adı altında yürütülen dünyanın yeniden paylaşımı yeni bir ivme ve şiddet kazandı. Fakat bu filmin sonu öncekiler gibi bitmeyecektir. Küreselleşme ile cennet vaat edilmişti, fakat “şeytan cehennemin kapılarını” bir kez daha açtı. Bu ateşte belki halklar da yanacak, ancak aynı ateş büyüyerek “şeytanı” da yutacaktır.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

LİBYA FARKI

A

rap halkları Tunus’ta başlayan ve Mısır’da devam eden bir özgürlük ayaklanmasının içine girdiler. Ancak Libya’da yaşananlar bu iki ülkede yaşananlardan farklılıklar taşır. Kaddafi iktidarı Ben Ali ya da Mübarek diktatörlüklerinden farklıdır. Kaddafi onlar gibi Batı uşağı bir lider olmadı. Ülkesini Batı emperyalist ülke çıkarlarına satmamaya son yıllara kadar gayret gösterdi. Yeşil “devrimi” ile başta bir anti-emperyalist savaş vermiş, petrol ve doğal gaz kaynaklarını onların elinden uzak tutmaya çalışmıştır. Bu nedenle de başına gelmedik kalmamıştır. Kaç kez suikasttan kurtulmuştur. Ancak Berlin duvarının yıkılması, Doğu Avrupa renkli devrimleri ve dünya güçler dengesinin değişmesi sonrası bir burjuvalaşma, kapitalizmi ülkesinde geliştirme yoluna çıkıp Batı ile işbirliğine girdi. Bizim gibi 3. Dünya ülkeleri ile ilişkiler geliştirdi. ABD ve birçok Batı petrol tekeline ülkesinde petrol çıkartma yetkisi verdi. Bunu yaparken ülke çıkarlarını mümkün olduğu kadar korumaya çalıştı. Bu nedenle de yine Batı öfkesini üstüne çekmeyi sürdürdü. Yani Kaddafi Mısır, Tunus ve diğer gerici Arap petrol devletlerinden farklı olarak daha bağımsız bir çizgi tutturmaya uğraştı. Bugün Libya’nın Türkiye’nin kuzey Afrika’daki en büyük pazarı olması bir rastlantı değildir. Kaddafi’nin Batı’ya karşı daha tutarlı bir politik hat izlemesi sonucudur. Libya’da, Brezilya, Sudan, hele hele komşusu Nijerya gibi petrol zengini ülkelerde gördüğümüz türden yoksulluk içinde yüzen, gecekondularda yaşayan insanlarla karşılaşmıyoruz. Kaddafi halkını konut ve yer altı yer üstü yatırımları ile bedevi çadırlarından çıkartmaya uğraştı. Yani petrol zenginliklerini cebine indirmedi. Mübarek ya da Ben Ali gibi batı bankalarında milyarlık hesapları olduğunu basında okumuyoruz.

Batı Libya’ya saldırmak istediği için basında yalan yanlış yığınla haber duyuyoruz. Ama Pravda gazetesinde çıkan “Libya ve Yanlış Bilgilendirme” adlı yazıya göre, “BM örgütü tarafından önümüzdeki ay sonunda Kaddafiye mükemmel humaniter sicili, azınlıklara olan hoşgörüsü, dini hoşgörüsü ve polis gücüne verdirttiği humaniter eğitim nedeniyle nişan takılması düşünülüyordu.” (Libya and disinformation, Timothy Bancroft-Hinchey, Pravda, 23 Mart 2011, aktaran axisoflogic.com) Kaddafi bir diktatör olup ülkesinde demokrasiden söz edilemeyeceği doğru olabilir. Kapitalizmin yeni yeni gelişmeye başladığı bir ülkede burjuva demokratik bir düzenden çok, aşiretlerin hüküm sürdüğü başka bir siyasi düzen olması bekli de kaçınılmazdır. Aşiret geleneği eritilememiş, aşiret reisleri arasındaki çıkar sürtüşmeleri sanki bir burjuva parti çekişmeleri şeklinde süregitmiştir. Şimdi Batı emperyalist güçleri bu aşiretler arasındaki çıkar sürtüşmesini kendi çıkarlarına alet etmeye çalışıyor. Oysa Tunus ve özellikle Mısır’da burjuva ekonomik düzene bağlı olarak burjuva demokratik yapı daha gelişkindir. Öte yandan Suudi Arabistan emirliklerde ve Umman’da daha krallık ve monarşiler sürmektedir.

Bölgeden farkı Batı emperyalizmi Kaddafi’ye yalnız kendi ülkesinde yürüttüğü politika nedeniyle öfkelenmiyor aynı zamanda onun bölgedeki tutumuna da karşı duruyor. Kaddafi yalnız ülkesinin değil, tüm Afrika kıtası ve Arap dünyasının da Batı çıkarlarından uzak bir politika sergilemesi için çabalıyordu. Bu amaçla, Arap ve Afrika kıta birliğini kurmaya ve onları bağımsız bir duruşa çekmeye çalıştı. Afrika ülkelerinin eski sömürgecilerden istediği tazminatların baş savunucusu da Kad-

dafi olmuştur. Afrika gerici ülke liderlerini sürelki Batı karşıtı bir hatta çekmeye çalıştı. Arap ülke liderleri ile bu doğrultuda mücadele verdi. Gerici Arap liderler, Kaddafi’nin duruşundan sürekli rahatsız oldular. Her Batı yanlısı karar alırken Kaddafi’nin karşı duruşu ile dövüşmek zorunda kaldılar. Birleşmiş Milletlere Libya hava sahasının kapatılması önerisini Arap Birliği ülkelerinin vermesi bu duydukları rahatsızlığın en son kanıtıdır. Akıl hocaları Batı mıdır bilinmez ama önerinin gerici rejimlerin Kaddafi’nin Arap petrollerini ve haklarını savunmada gösterdiği anti-emperyalist tutuma karşı bir tepkisi olduğu kesindir. Kaddafi ayrıca Arap ve Afrikalı onurunu ve yaşam biçimini Batı karşısında kendince savunmaya çalıştı. İtalya ya da New York parklarında Bedevi çadırları kurması hep yadırgandı ve Kaddafi’nin deliliğine işaret olarak yorumlanmaya çalışıldı, ama o belki de yaralanmış Arap onuruna merhem sürmek istedi. Kaddafi Batı politikalarını desteklemediği gibi bölgenin İran, Suriye, Hamas, Hizbullah gibi rejimleriyle de pek uzlaşamadı. Kaddafi kendi görüşleri doğrultusunda Batı’nın emperyalist özlemlerine karşı biraz da yalnız başına ayakta durmaya çalıştı. Kendince bir hat tutturdu. Sık sık kendisine bir deli, çılgın gibi bakıldı. Elbette Kaddafi’nin duruşu Batı ülkelerini çok rahatsız ediyordu. Bu devrimler dalgasında biraz da tek tabanca olan Kaddafi’nin iktidardan gitmesi doğrultusunda hızlı bir ittifak kurup saldırmalarında anlaşılmayacak bir neden yoktur. Ama Kaddafi’ye saldırıyı Batı’nın demokrasi yanlılarını desteklemesi olarak görmek tamamen yanlıştır. Hele hele Batıya böyle bir paye vermek onun ikiyüzlü davranışını anlamamak olur.

Ayşe TANSEVER

Kaddafi muhaliflerini Mısır ve Tunus’takilerden ayıran bir fark vardır. Bingazi kentinde odaklanan muhalifler Batı ile işbirliği içindedirler. Silah ambargosu, hava sahasının kapatılması taleplerini baştan beri Batı’dan dilendiler. Batı’nın kendilerine silah vermesini istediler. Şimdi de bizzat Mısır askeri iktidarı ve arkasındaki ABD tarafından silahlandırılıyorlar.

11


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

Muhalefet Farkı

Batının Kaddafi muhalefetini desteklemesinin perde arkasında başka nedenler de vardır. Bu destek gerici ayaklanmaları yüreklendirmek amacını taşır. İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah gibi rejimlere muhalif olanlara da “arkanızdayız” “siz sokaklara dökülün” denmektedir.

12

Libya farklı bir ülkedir. Onun bu kendine özgü koşulları 17 Şubat’ta başlayan halk ayaklanmasında da kendini gösterir. Libya halk ayaklanması Tunus ve Mısır’da olduğu gibi halkların barışçıl bir şekilde günlerce sokaklara dökülmesi şeklinde gelişmedi. Kaddafi muhalifleri en başından silaha sarıldılar. Muhalifler çeşitli kentleri aldılar. Başkente kadar mevzi kazandılar. Kan akıtan ilk onlar oldu. Kaddafi’nin yenilmesine zaman biçtiler ve ancak ondan sonra Kaddafi güçleri saldırıya geçtiler ve kaybettikleri mevzileri geri almaya başladılar. Bu açıdan Libya muhalifleri Tunus ve Mısır’dan, hatta şimdi Yemen ve Bahreyn’dekilerden farklıdır. Ne Mısır’da ne de Tunus’ta iktidar muhaliflerinin belirgin bir siyasi görüşü yoktur. Kaddafi’ye muhalif olanlar da özünde aynı kategoridedirler. Ayaklanmacılar çeşitli renk yelpazesi içinde birbiri ile bir uyum, ittifak içinde de değildirler. Ortak hedefleri iktidardaki diktatörlerin gitmesidir. Başka bir ufuk taşımazlar. Şimdi Kaddafi’nin eski savunma bakanı yurt dışında muhalefetin liderliğine soyunmuş görünüyor. Kaddafi muhaliflerini Mısır ve Tunus’takilerden ayıran bir fark vardır. Bingazi kentinde odaklanan muhalifler Batı ile işbirliği içindedirler. Silah ambargosu, hava sahasının kapatılması taleplerini baştan beri Batı’dan dilendiler. Batı’nın kendilerine silah vermesini istediler. Şimdi de bizzat Mısır askeri iktidarı ve arkasındaki ABD tarafından silahlandırılıyorlar. Batı emperyalist güçleri her ne kadar saldırı sonrası Libya’yı işgal etmeyeceklerini söyleseler bile askeri danışman yollama ve askeri eğitim verme sözü veriyorlar. Sonuçta Kaddafi muhalefetinin başından beri Batı ile işbirliği içinde olması bile Kaddafi’nin Batı sömürgecilerinin işine gelmeyen politikalar yürüttüğüne kanıttır. Muhalefetteki güçler Batı ile işbirliği içinde ülke değerlerini olduğu kadar ülke dış politikasını da Batı rayına oturtmaya çalışan Batı işbirlikçileri olarak görülmelidir.

Ayaklanmaları Yaygınlaştırma Batının Kaddafi muhalefetini desteklemesinin perde arkasında başka nedenler de vardır. Bu destek gerici ayaklanmaları yüreklendirmek amacını taşır. İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah gibi rejimlere muhalif olanlara da “arkanızdayız” “siz sokaklara dökülün” denmektedir. Obama İran gençliğine dolaylı olarak ayaklan çağrısı yapan bir mesaj yolladı. Suriye’de halkı kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Hatta ülkenin güney doğusundaki bir kentteki ayaklanmayı tüm ülkeye yayarak Suriye iktidarı devrilmeye çalışılıyor. Gerici Abbas iktidarının Hamas ile masaya oturma niyeti, Libya bombardımanı ile birden buharlaşıp yok oldu. Batı’nın Libya saldırısı özünde Arap ayaklanmalarına gerici bir cephe açmaya hizmet etmeye yarayacaktır. Mısır, Tunus ve şimdi Yemen ve Bahreyn’de hatta Umman’da görülen ilerici özellikteki ayaklanmalar, gerici ayaklanmalar ya da Batı çıkarlarına hizmet eden ayaklanmalar haline gelecek ve Arap ilerici ayaklanmaları parçalanmış olacaktır. Arap halk ayaklanmaları bölünecektir.

Saldırı Arkasına Gizlenen Libya saldırısı çok amaçlıdır. Saldırı aynı zamanda Batının bazı pisliklerini, ikiyüzlülüğünü ve emperyalist emellerini örtmeye hizmet ediyor. Tüm basın ve dünyanın gözü Libya’da iken Yemen, Bahreyn ve Suudi Arabistan’da demokrasi yanlılarına acımasızca saldırılıyor. Yemen’de 23 yıldır iktidarda olan ABD uşağı Salih diktasına karşı demokrasi çığlığı atan insanlar öldürülüyor. Salih iktidarı onların üstüne ordusunu sürüyor. Batıdan ses çıkmıyor. ABD ise insansız füzeleri ile daha Cuma günü 50 demokrasi yanlısını öldürdü. Giderek şiddetlenen çatışmalar iktidarı ve orduyu böldü. Salih, hükümeti iktidardan aldı. Ordu halktan yana olduğunu açıkladı. Salih iktidarı aynı Mübarek gibi bu yılsonu gitme sözü verdi. Ama halklar bu oyalamaya karşı direniyorlar. ABD ve Batı utanmazca Libya’daki bombardı-

man gürültüsü ve görüntülerinin arkasında Salih diktatörlüğüne verdikleri desteği saklıyorlar. Oradaki gelişmeleri dünya halklarına yansıtmaktan korkuyorlar. Bahreyn’de de benzeri yaşanıyor. Ülke’de, ABD askeri deniz üssü var. Halkın ABD uşağı monarşiye karşı direnişi Suudi Arabistan ordularının bölgeye yollanması ile bastırıldı. ABD ve Batı çıkarı şimdilik korundu. Demokrasi yandaşları sindirilmeye çalışıldı. Ayrıca bu demokrasi çığlığı, “bu Şii muhalefet arkasında İran var” bahanesi ile utanmazca “karalanmaya” çalışılıyor. Sonuçta Libya’da demokrasi yandaşlarını savunmak bahanesi ile ilerici rejimlerin halkları ayaklanmaya yüreklendiriliyor, bölgedeki diğer ilerici demokratik ayaklanmalar ise boğulmaya çalışılıyor.

Sonuç Tunus’ta başlayan Arap demokrasi çığlığı bölgede yayılıyor ve tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika kıtasını sarma eğilimi gösteriyor. Batı Tunus ve Mısır’da desteklediği diktatörleri yitirdi ama şimdilik buradaki etkisini kaybetmiş değildir. İki ülkede de çıkarlarını henüz koruyor. Kaddafi devrilerek Libya’da da çıkarlar sağlamlaştırılmaya çalışılacaktır. Yemen ve Bahreyn demokrasi yanlılarından kendine yandaş bulamadığı için ise onları eziyor. Şimdilik buna gücü yetiyor. Bunu yaparken de Libya bombardımanının arkasına saklanıyor. Umman ve Suudi Arabistan’da yandaşları göstermelik bir takım reformlarla iktidarlarını sürdürüyorlar. Batı, Libya’da Kaddafi karşıtlarını destekleyerek Suriye ve İran’da rejim karşıtlarına cesaret veriyor. Arap dünyasında daha hiçbir şey durulmadı. Henüz işin başındayız. Şimdiye kadar pek bir şey kaybetmeyen Batı, Libya bombardımanı ile dengeyi daha fazla lehine değiştirmeyi ve çıkarlarını sağlama almayı amaçlıyor ama acaba bu tersine bir işlev görür mü? Kendisinin de bundan korktuğuna şüphe yoktur. NATO ittifakının ve Avrupa topluluğunun ortak karar alamaması bu korkunun bir dışa vurumu olarak değerlendirilmelidir.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

Devlete 1 Milyon Memur Alınabilir! Gerçekçi gelmeyebilir bu, zira en küçük talebimizde “bütçede para yok, bunu yaparsak ülke batar” diyenlerin öyle çok sesi çıkıyor ki, oturup derdimize yanmaktan başka çare yok sanıyoruz. Bu ümitsizliği kırmak, ardı ardına çıkan saldırı yasalarına güvencesizlik yasalarına karşı sadece savunmada kalmak, yasaları engellemeye çalışmak yerine bir yandan temel ve ülke çapındaki haklarımızı talep etmek, adaleti talep etmek anlamlı olabilir.

M. ÖZGÜR

B

en olmayabilirim, biz olmayabiliriz ama 1 milyonumuz kamuda işe alınmalı. Artık oyalanmaktan bıktık. İş aramaktan, bakan açıklaması takip etmekten, anamıza babamıza kardeşimize yük olmaktan bıktık. Mahcup olmaktan bıktık. İş istiyoruz, kamu çalışanı olmak istiyoruz. Öğretmen, hademe, temizlik görevlisi, ziraat mühendisi, inşaat mühendisi, gıda uzmanı, teknisyen, belediye çalışanı, işletmeci, büro çalışanı, sağlık uzmanı, bakım uzmanı, sosyal yardım uzmanı, psikolog, işçi, usta ve daha sayısız işe alınacak kadar çeşitli ve çoğuz. Hakkımızı istiyoruz. Milyonlarca bebekten milyonlarca çalışmaya hazır eğitimli genç işsiz yarattılar. Zenginlerden ve işadamlarından medet umuyorlar yıllardır. İşsizliği azaltmıyor bu danışıklı dövüş. Teşvikler, prim afları vergi indirimleri, kredi indirimleri veriyorlar zenginlere zaten parası olanlara, girişimci dediklerinize yani, istihdam yaratsınlar diye. Durum ortada. Onlar gittikçe daha azımızı daha ucuza daha hızlı çalıştırıyorlar. Soralım. Devlet niye personel almıyor? Niye yatırım yapmıyor? THY, Halkekmek, BOTAŞ, Havelsan, İgdaş, Aselsan, TOKİ ve daha sayısız belediye işletmesi kamu firması değil mi, Telekom, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi gibi sayısız işletme yıllarca devlete ait değil miydi? Demek ki olabiliyor, ulus-

lar arası ölçekte başarılı işletmeler yaratmak niye mümkün olmasın. Kamu iş yaratsın, iş istiyoruz, toplumun her çeşit işe ve üretime gereksinimi var biliyoruz. Bakan Şimşek “Biz özel istihdamı önemsiyoruz” diye yanıtlıyor, desenize siz özel kârları önemsiyorsunuz.

Kaynak Var

Patronları övmeyi, teşvik, indirim, kar alanı açmayı bırakın. İstihdamı arttıramıyorlar. “Bütçede para yok” oyunlarını bırakın, sermayeden vergi alın, örneğin 2004 yılında %33’ten %20’ye düşürdüğünüz kurumlar vergisini bir düşünün. İş istiyoruz, 3-5 tanemizi patron, diğer bir avucumuzu güvencesiz işçi yapmaya, kalanımızı da işsiz bırakmaya yarıyor politikalarınız. Sermaye’den servetten alabilirsiniz kaynağı, milyon dolarlar kazananlardan alabilirsiniz. Bakın TÜİK diyor ki en çok kazanan %10 en az kazanan %10’un 20 katı evet 20 katı gelir elde ediyormuş. Buna el atmadan “bütçede para yok” laflarınızı artık kabul etmiyoruz, sineye çekmiyoruz, hakaret kabul ediyoruz. Zenginlere ödediğiniz faizler yılda 80 milyar lira civarında, atamayı bekleyen öğretmenleri üzüyor, onları üzmüyorsunuz. Para yok diyorlar, diyecekler ki “bunları yaparsak sermayedarlar yatırım yapamaz, istihdam artmaz”. Bu kaynakları zaten istihdam için istiyoruz, üretmek için, yatırım için istiyoruz. Artık bu söylenenler bize yeterli gelmiyor. Biz iş sahibi olmayı başkalarının kârlarına kâr katacağı işletmeler açmasını bekleyerek, sonra da şansımız tutarsa oralar-

da çalışan yoksul olmayı umarak yaşamak şeklinde istemiyoruz. Bu çare değil. Sermaye gelirlerinden ve servetlerinden alınacak vergilerle, neredeyse bedavaya verilen Türk Telekom, Petrol Ofisi, TÜPRAŞ gibi işletmelerin geri alınması ile çok büyük kaynaklar ve kalıcı kaynaklar devlet eline geçebilir. Ben olmayabilirim, biz olmayabiliriz ama 1 milyon kardeşimiz, yani bizden 1 milyonumuz işe alınsın diyoruz. Daha iyi eğitim, daha iyi sağlık hizmeti, daha iyi belediye hizmeti, daha ucuz gıda, daha ucuz konut, daha iyi bakım, her çeşit daha ucuz ürün üretebiliriz, eğer hakkımız olan işlere kavuşursak. Bunu biliyoruz. Bir kısmımız ücretli, taşeron, sözleşmeli, 4-B’li, 4-C’li, burslu, stajyer, part-time, öğrenci-asistan diye zaten kamuya çalışıyoruz, bir kısmımız yıllardır, aynı mekanlarda benzer işler yapan arkadaşlarımızdan çok daha az kazanıyoruz. Bir kısmımız yıllardır işsiz. Ben olmayabilirim, biz olmayabiliriz ama 1 milyonumuza iş istiyoruz.

Ben olmayabilirim, biz olmayabiliriz ama 1 milyon kardeşimiz, yani bizden 1 milyonumuz işe alınsın diyoruz. Daha iyi eğitim, daha iyi sağlık hizmeti, daha iyi belediye hizmeti, daha ucuz gıda, daha ucuz konut, daha iyi bakım, her çeşit daha ucuz ürün üretebiliriz, eğer hakkımız olan işlere kavuşursak. Bunu biliyoruz.

13


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

Ü

lkemizde ilk kez 1909 yılında Üsküp ve Selanik’te kutlanan 1 Mayıs tarihini, sınıf mücadelesinin kalbi olan İstanbul’daki sürecinden izleyelim: İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlaması 1910’da yapıldı. 1. Paylaşım savaşı sonrası işgal yıllarında anti-emperyalist bir içerik kazandı. 1920 1 Mayısı’nda işgal idaresinin ve Osmanlı hükümetinin yoğun baskılarına karşın 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlandı. İşçiler Haliçten başlayarak Karaköy üzerinden Beyoğlu’na kadar bir yürüyüş yaptılar ve “Bağımsız Türkiye” yazılı bir pankart taşıdılar. 1923 yılının başında toplanan İzmir İktisat Kongresinde işçi grubunun önerisi ile 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kanunen kabulü ilkesi benimsendi, ama bu karar fiilen hayata geçirilmedi.

Cumhuriyet Sonrası

1924 1 Mayısı’nı “İşçi Bayramı” olarak kutlayan işçilerin bu eylemi engellenmek istendi. Sekiz saatlik işgünü için bildiri dağıtan birçok işçi tutuklandı. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu sonrasında kutlamalara izin verilmedi ve 1935 yılına kadar hemen her yıl ancak gizli kutlanabildi. 1 Mayıs’ın bundan sonraki tarihi “yasak”larla yazıldı. 1935 yılında “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ücretsiz tatil günü ilan edildi. 27 Mayıs 1960’dan sonra da, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt

14

Tarihimizde Kanunu’nun kabul tarihi olan 24 Temmuz, işçi sınıfına 1 Mayıs’ın yerine bayram olarak dayatıldı. 1975 yılında yarım asırlık bir aradan sonra ilk açık 1 Mayıs kutlaması bir salon toplantısıyla gerçekleştirildi.

Görkemli 1 Mayıslar

1976 yılında en kitlesel 1 Mayıs’lardan biri kutlandı. Bu miting DİSK’in öncülüğünde Taksim Meydanı’nda yapıldı. O gün Taksim Meydanı’nı 400 bin emekçi doldurdu. Bu durum egemenlerin paçasını tutuşturdu. 1 Mayıs 1977, o güne kadar yapılmış 1 Mayıs kutlamalarının en kitlesel, en görkemli olanıydı. Miting yürüyüşü 14.30’da başlayacaktı ama sabahın ilk saatlerinden itibaren yüzbinlerce işçi sokaklara çıkmış, görülmemiş bir kalabalık toplanmıştı. Beş yüz bin emekçinin Taksim alanına akması engellenememişti. İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, çocuklar... Taksim alanında, iğne atsan yere düşmeyecek bir katılım vardı. Dönemin DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonlarına doğru, çevredeki binalardan halkın üzerine ateş açıldı. Yaşanan paniğin ardından 37 kişi yaşamını yitirdi, 200’den fazla yaralı vardı. 500 kişi de gözaltına alındı. 1 Mayıs 1978, bir yıl önce yaşanan katliama meydan okuyor, yüz binler yine Taksim Alanı’nı dolduruyordu. Taksim Meydanı’nda “1 Mayıs 1977’nin Hesabını Soracağız” yazılı kocaman bir pankart asılıydı. 1979 yılında sıkıyönetimce 1 Mayıs yasaklandı. Taksim Meydanı panzerlerin işgali altındaydı, meydana çıkan yollar polis barikatlarıyla kapatılmıştı. Yasaklara rağmen İstanbul sokaklarında yüzbinlere ulaşan rakamlarla korsan 1 Mayıs kutlandı.

12 Eylül Yasakları

80 sonrası 12 Eylül darbesinin yasaklar zincirinde 1 Mayıs da yer alıyordu. 1981’de Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs’ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı. Böylece yeni bir yasaklı dönem başladı. Ama tüm yasaklara rağmen; kısa süreli iş bı-

rakmalar, bayramlaşmalar ve bildiri dağıtılması gibi etkinliklerle, bu günün belleklerden silinmesine izin verilmedi... 1989 1 Mayısı’nda İstiklal Caddesi üzerinde bir araya gelerek yürüyüşe geçen yaklaşık onbin kişilik gruba polis saldırdı. İlk saldırıyla dağılan kitle Tarlabaşı’nda toplanıp yeniden yürüyüşe geçti. Polisin kitleye ateş açması sonucu Dev-Sol militanı Mehmet Akif Dalcı şehit düştü, onlarca kişi yaralandı. Bine yakın kişi gözaltına alındı. 1 Mayıs ayrıca Kazlıçeşme, Güngören ve Merter gibi semtlerde de kutlanmış, hepsi saldırıya maruz kalmıştı. 1990: Yine Taksim’e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Polisin tüm önlemlerine rağmen devrimcilerin 1 Mayıs’ı kutlama kararlılığı Harbiye-Dolapdere civarında çatışmaya dönüştü. Polisin açtığı ateşle yaralanan İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren felç oldu. Yaralıların sayısı 40’ı geçiyordu, göz altıların sayısı 2 binden fazlaydı. 1991 yılında 1 Mayıs, korsan gösterilerle geçti. 1992 yılında İP’e Gaziosmanpaşa’da izin veren devlet, devrimci demokrat güçleri devre dışı bırakmak istiyordu. Bu oyunu boşa çıkarmak için devrimci güçler hem mitinge katılma hem de korsan gösteriler düzenleme kararı aldı. Devlet sonraki yıllarda çeşitli meydanlarda 1 Mayıs kutlamalarına izin vermek durumunda kaldı. 93-95 arası nispeten olaysız geçti.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

de 1 Mayıslar! ve devrimci kurumlarla birlikte Saraçhane Meydanı’nda 1 Mayıs gösterilerini organize etti. Türk-İş ise yine Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’ndaydı.2004 1 Mayısı’na damgasını vuran, kitleselliği, coşkusu ve düzeni zorlayan duruşuyla Şaraçhane mitingiydi. Nitekim bunun üzerine bir sonraki yıl yeniden Kadıköy 1 Mayıs kutlamalarına açıldı.

Taksim Yeniden Kazanıldı

1996: 1980 sonrasının en kitlesel mitingi gerçekleştirildi. Kadıköy’de yaklaşık 150 bin insan toplandı, ama yürüyüş kolu henüz Söğütlüçeşme’ye gelmişken üstünü aratmak istemeyen bir gruba polisin ateş açması sonucu 3 kişi yaşamını kaybetti. Sabahın ilk saatlerinde yaşanan bu durum mitingin gergin geçmesine yol açtı. Mitingin ardından polis, dağılmak üzere olan gruplara yeniden müdahale etti. Binaların üzerindeki özel kuvvet polisleri kitlenin üzerine ateş açtı. Panzerler kitlenin üzerine sürüldü. Kadıköy 2005 yılına kadar 1 Mayıs kutlamalarına yasaklı kaldı. 1997 ve 1998 1 Mayıs’ları Türk-İş, DİSK ve KESK tarafından Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda kutlandı. Alanları on binler doldurdu. Konfederasyonların düzenle uzlaşık bir kutlama yapma isteklerine karşı devrimci gruplar 1998 yılında alana girmeyip ayrı bir kürsü kurdular. Miting bitmeden polis kitleye saldırdı, yüzlerce yaralanma ve gözaltı yaşandı. 1999 1 Mayısı, DİSK ve KESK tarafından İstanbul’da Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yürüyüş ve gösteriyle kutlandı. Türk-İş ve Hak-İş ise 1 Mayıs’ı salonlarda kutladı. 2004 yılına kadar İstanbul’da 1 Mayıs gösterileri Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda gerçekleştirildi. 2004 1 Mayısı’nda kitleden izole edilmiş Abide-i Hürriyet meydanına itiraz yükselten DİSK Taksim’i işaret etti. Sonuçta KESK

1977 katliamının 30. Yılı olan 2007 1 Mayısı’nın hedefi Taksim’di. İstanbul’da fiili bir sıkıyönetim uygulanmasına rağmen Taksim’i kuşatan bütün sokaklarda yaşanan çatışmalar sonucu 2-3 bin kişilik bir kitle meydana ve İstiklal caddesine ulaştı. “İşte Taksim, işte 1 Mayıs” sloganlarıyla alanı dolduran işçiler ve devrimcilerin ortaya koyduğu irade ile Taksim’in kapısı aralanmıştı. 2008 Nisan’ında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edildi. Ama AKP hükümeti Taksim alanı için yine “yasak” dedi. Sendikalar ve devrimci demokrat güçler Taksim’e yürüme kararı aldı. Sabah 6.30 gibi ilk saldırı, geceyi DİSK binasında geçiren bin civarındaki işçi ve emekçiye yapıldı. Sonrasında Şişli’de, Osmanbey’de, Pangaltı’da, Nişantaşı’nda, Okmeydanı’nda, Dolapdere’de ve Kurtuluş’ta olaylar çıktı. DİSK ve KESK’in toplanma noktalarında yaptığı açıklamalarla sendikaların organizasyonu sonlandırıldı. Devrimciler ise tamamen abluka altına alınmış olan meydana daha küçük gruplar halinde çıkılabildi. 2009 Nisan’ında 1 Mayıs tekrar “resmi bayram” olarak kabul edildi. AKP hükümeti bu yıl, Taksim’i sendikalara temsili seviyede açmak, kitlesel bir kutlamaya izin vermeme kararındaydı. Sabah saatlerinde Hak-İş ve Türk-İş 200-300 kişilik gruplar halinde Taksim’e ziyaret düzenlemiş, KESK ve DİSK’in de en fazla 500-1000 kişilik bir kitleyle alana girişine izin verileceği belli olmuştu. Yürüyüş kolunun geçeceği caddede bütün sokaklar yine polis barikatıyla çevrili idi. Ancak egemenlerin planları tutmadı. Mecidiyeköy’den başlayıp ala-

na gelene kadar bütün sokaklarda süren kararlı çatışmalarla Taksim Meydanı’na 10 bin civarında insan “İşte Taksim, İşte 1Mayıs” sloganlarıyla girdi. Alanda yapılan kısa bir mitingin sonunda, kitle halaylar eşliğinde dağıldı. Taksim direne direne kazanılmıştı. 2010’da artık Taksim’i engelleme şansı olmadığını anlayan AKP hükümeti, bu kez işbirlikçi ve sarı sendikalar eliyle 1 Mayıs’ın içeriğini boşaltma hamlesi yaptı. Uzun yıllardır süren yasaklamanın ortadan kalkmasıyla 300 bin insanın akın ettiği 1 Mayıs düzeniçileştirilecek, işçi sınıfının mücadelesini her fırsatta satan Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu ve Hak-İş Başkanı Salim Uslu kürsüye egemen olacaktı. Ama bir kez daha “zor oyunu bozdu”. 2010’a damgasını vuran Tekel işçilerinin başını çektiği “Direnişçi İşçiler”, Kumlu konuşma yapmak için kürsüye çıkınca hızla kürsüye fırlayıp onu aşağı indirdiler. İşçilerin elinden zor kurtulan Kumlu apar topar kaçarken, Salim Uslu da tüm Hak-İş kitlesiyle

alandan buharlaşmıştı. Alan bir kez daha direnenlerindi. Emek cephesinin tarihsel kazanımlarının bir bir gasp edildiği, sermayenin ve onun hizmetkârı AKP’nin halklarımıza yönelik saldırılarının dizginlerinden boşandığı bir süreçte gittiğimiz 2011 1 Mayıs’ında görevimiz, tüm kitleselliğimizle 1 Mayıs alanını doldurarak kapitalizmin sömürüsüne karşı işçilerin, ezilenlerin “İSYAN”ını haykırmak; Taksim’i, 1 Mayıs Alanı’nı kazandığımız gibi “hayatı ve geleceği” de kazanacak ortak bir devrimci iradeye sahip olduğumuzu dosta düşmana göstermektir. Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği! Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!

15


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

Metal’de Grev Rüzgârı İrfan KAYGISIZ

Metal sözleşmeleri geleneksel olarak MESS’le Türk Metal işbirliği ile bitirilir ve Birleşik Metal İş de aynı sözleşmeyi imzalamaya zorlanırdı. Bu işleyiş 30 yıldır sürmektedir. MESS’le yandaş sendikası arasında kurulu bir düzen vardır; bugünkü grev, işte bu kurulu düzene başkaldırıdır.

G

rev, son on yılda yeterince etkili bir silah olarak kullanılamadı. Toplu sözleşmeler bir biçimde uzlaşma/anlaşma ile bağıtlandı; grevler sermayenin korkulu rüyası haline gelmedi. Son yaygın grev 2007 yılında kamu sektöründe, Telekom grevi olarak yaşandı. Özel sektörde ise etkili grevler hayata geçirilmedi. Kriz döneminin ağır saldırısı ise, çoklukla işgal ve diğer direniş biçimleri ile karşılanmaya çalışıldı. Şimdi metal sektöründe büyük bir grev rüzgârı esiyor. 22 Aralık’ta, Eskişehir’de, Doruk/ Süsler fabrikalarında 600 işçiyle başlayan, ardından İzmit’te Standart Depo işyeri ile devam eden metal işçilerinin grevi, sektörde dalga dalga yayılacak. Ağırlığı Marmara bölgesi olmak üzere, 21 işletmede (24 fabrika) 15 bine yakın işçi yurdun çeşitli bölgelerinde önümüzdeki günlerde grevde olacak. Yakın dönemde bu büyüklükte grev yaşanmadı. Tekel direnişi ile işçilerin ve genel olarak emekçilerin gündeminde yer edinen “örgütlenme, mücadele” gibi kavramlar şimdi yeniden hafızalarda yer edinecek. Yeni örgütlenmeler, direnişler için moral etki yaratacak.

Metal Sözleşmelerinin Geleneksel İşleyişi

Metal sözleşmeleri geleneksel olarak MESS’le Türk Metal işbirliği ile bitirilir ve Birleşik Metal İş de aynı sözleşmeyi imzalamaya zorlanırdı. Bu işleyiş 30 yıldır sürmektedir. MESS’le yandaş sendikası arasında kurulu bir düzen vardır; bugünkü grev, işte bu kurulu düzene başkaldırıdır. Metal grup sözleşmeleri ve şimdiki grevin önemi; sözleşme kapsamındaki işçinin çokluğu ve niteliği, MESS’in işveren örgütleri içindeki farklı durumu ve sektörün ekonomi içindeki büyüklüğünden kaynaklanıyor.

16

Metal işkolunda 1 milyonun üzerinde işçi çalışıyor; MESS ile sürdürülen toplu sözleşme görüşmeleri ise yaklaşık 90 bin işçiyi kapsıyor. Ancak, sözleşmeler metal işkolundaki sendikasız işçiler için de örnek teşkil ediyor ve bu nedenle çok daha fazla sayıda işçiyi ilgilendiriyor. Metaldeki sözleşme/grev başka sektörler için de emsal oluşturuyor. Örneğin, şu anda deri işkolunda sürmekte olan grup sözleşmelerinde de, işverenler MESS’le Türk Metal arasındaki sözleşmenin aynısının imzalanmasını istiyorlar. Dolayısıyla metal sözleşmesi de, grevi de tüm işçi sınıfı için önemli sonuç doğuruyor. Bu grev dalgası, yakında 250 bin işçi için başlayacak olan kamu sözleşmelerinin de kolay geçmemesi anlamını taşıyacak. Kamu sözleşmeleri de, halen deri iş kolunda süren grup sözleşmeleri de bu mücadeleden etkilenecek.

Sektörün Ekonomideki Yeri

Metal sektörü Türkiye ekonomisinin kalbi durumunda, İhracatın yüzde 47’sini metal sektörü oluşturuyor. İSO tarafından açıklanan 500 büyük sanayi kuruluşu içerisinde, en büyük 500 firmanın üçte biri, en büyük 50’şirketin yarısı ve en büyük ilk 10 şirketin de 7’si metal sektöründe faaliyet gösteriyor. Grev, her ne kadar yan sanayi ağırlıklı işyerlerinde sürmekte ise de, ana sanayideki şirketleri de etkileme potansiyeli taşıyor. Bu nedenle de sermaye örgütleri grevden korkuyor. Bu kaygılarını MESSte kendi aralarında yaptıkları toplantıda açıkça belirtiyor ve “greve dayanamayacaklarını” söylüyorlar. Metal grevi, aynı zamanda işçi sınıfının krizde kaybettikle-

rini geri alma mücadelesidir. Kriz döneminde metal sektöründe yaklaşık yüzde 20 istihdam kaybı yaşandı. Son dönemde istihdamda önemli bir artış olmamasına karşın, üretim ve verimlilikte çok ciddi artışlar yaşanıyor. Örneğin, otomotiv sanayinde 2010 yılında üretim ve satışta son 10 yılın rekoru kırılmış durumda. Sektördeki bu gelişmeler işçilerin daha fazla sömürülmesi, mutlak ve göreli artı değerin artması anlamına geliyor. Kriz sürecinde, çalışma ve yaşama koşulları alabildiğine ağırlaşan, ücretleri düşürülen, işten atılıp işsiz bırakılan işçiler, bu grevle birlikte kayıplarını telafi etmeye çalışıyorlar.

21 Yıl Sonra Başkaldırı

Metal sektöründe, sermaye ile işçi sınıfı arasında 21 yıl aradan sonra, şimdi yeniden açık bir çatışma yaşanmaya başlandı. Sektörde son grev 21 yıl önce gerçekleşmişti. Sektörün o dönemdeki üç sendikası Öz Çelik-İş, Otomotiv-İş ve Öz Demir-İş’in birlikte gerçekleştirdiği grevler 1991’de Körfez Krizi üzerine ertelenmişti. Metal işçileri şimdi yeniden ayağa kalkıyor. Metal işçilerinin grevinin önemi sadece sektöründen ya da ekonomideki yerinden kaynaklanmıyor. Sermaye cephesi, yakın dönemde artık bir anlamda gündemden çıkmış bir mücadele aracının yeniden ve etkili biçimde gündeme gelmesinden rahatsız. Özelikle özel sektörde yaygın olarak kullanılmayan grevin işçiler arasında yaygınlaşması korkusu var. Metal işçilerinin grevden başarıyla çıkmaları, grev silahının daha etkili ve yaygın biçimde kullanılmasının da önünü açacak. Tüm işçiler cesaret ve moral bulacaklar. Metal işçilerinin grevinin bir


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

başka önemi de, muhatap sermaye örgütünün niteliğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye Metal İşverenleri Sendikası’nın (MESS), sermaye örgütleri arasında özel bir yeri var. MESS, siyasal süreçlerde de rol alan önemli aktörlerden. İlk kurulan sermaye örgütü MESS’in yöneticileri bu ülkede cumhurbaşkanlığı bile yaptılar. MESS üyesi patronların sektör dışı yatırımları da var; ayrıca medyada da etkinler. Bu nedenle, MESS’in ezilmesi tarihsel olarak da önemlidir.

Şimdi Dayanışma Zamanı

Grev ve direnişlerde asıl olan işçilerin kendi iç örgütlülüklerinin düzeyi ve direnme kararlılığıdır. Ancak, bu kararlılığın sürmesinde işçi sınıfının dostlarının da oldukça önemli rolleri vardır. İşçilerin yalnız olmadıklarını görmeleri, seslerinin duyuluyor olması, kaçınılmaz biçimde onları olumlu etkiler; moral ve güç verir. Grevin işçiler için okul olması hali, kendiliğinden gerçekleşmez. İşçilerin bu dönemde yaşadığı çelişki ve çatışmaların bilince çıkarılmasında da, işçi sınıfı dostlarının özel yeri vardır. İşçiler gerçek dostlarını ve düşmanlarını mücadelenin sıcak anlarında görürler. 1 Mayıs ve yaklaşan seçimler grevleri daha önemli kılmaktadır. Bu gelişmeler, işçi sınıfı ve ezilenlerin politik özne olması, gündemi belirlemesi, politikleşmesinin artması anlamına da gelecektir. Direnen işçinin kazanacağını dosta da, düşmana da göstermek için… MESS’i ezmek, patronlara hayatı dar etmek için… Güvencesizliğe dur demek için… Yıllardır işçilerden çaldıklarını geri almak için… Tüm işçi sınıfına yeni bir moral ve güç vermek için… Şimdi, dayanışma kavramını ete kemiğe büründürme, gerçek anlamını verme zamanı. Metal işçilerinin kazanımı, tüm işçi sınıfının kazanımı olacaktır.

Sınıf Haini Türk Metal’e Rağmen Metal İşkolunda Grev Süreci 2010

-2012 metal işkolu grup toplu iş sözleşmeleri sürecine heyecanla girdik. Metal patronları krizde karlarını arttırırken, biz işçiler cehennem hayatına mahkûm edildik. TİS süreci metal işçileri için, yaşanılan hak gasplarına karşı önemli bir hesaplaşma olacaktı. Ve yaratacağımız direniş mevzileri, diğer işkollarındaki sınıf kardeşlerimize de güç ve moral verecekti. Bu bilinçle yola çıktık, çalışmalarımıza başladık. Çalışmalarımızda iki büyük engelle karşılaştık: “MESS ve Türk Metal…” MESS için söylenecek pek bir şey yok; patronlar örgütünün kendi sınıf çıkarına göre hareket etmesini bir engel olarak görmek bile doğru olmayabilir. Türk Metal güruhunun tavrını nitelemek içinse “ihanet” sözcüğü yetersiz kalır. Türk Metal, TİS sürecinin daha başında yangından mal kaçırır gibi MESS’le uzlaştı. Ardından, yalan dolan, tehdit ve şantaj bombardımanı geldi. Sınıf haini Türk Metal, MESS’le omuz omuza metal işçisini teslim almak için çırpındı durdu. Bir yandan işçi arkadaşlarımızı greve konsantre etmeye çalışırken, diğer yandan sınıf hainlerinin zihinleri bulandıran yalan bombardımanına karşı mücadele ettik. TİS süreci işledi, Şubat ayıyla birlikte grev ilanlarımızı fabrikalarımıza astık ve nihayet grevler kapıya dayandı. İlk olarak Eskişehir’de Doruk fabrikası greve çıktı. İkinci grev pankartı da Kocaeli Standart Depo fabrikasına asıldı. Sıra bizlere, Gebze’ye geldi. 28 Mart günü greve çıkması beklenen Kroman Çelik’te hukuki nedenlerle grev ertelendi. Bu erteleme aslında greve çıkılmayacağı anlamına da geliyor; çün-

kü sınırlı bir kazanım üzerinden işverenle büyük ölçüde uzlaşma sağlandı. Kroman’da yaşanan gelişme, ertesi gün greve çıkacak Areva’ya da yansıdı; gece geç saatlere kadar süren görüşmeler sonucunda Areva da benzeri bir sınırlı kazanımla sözleşmeyi imzaladı. Yaşadıklarımızdan çıkarttığımız ilk sonuçları kısaca kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz: 1. Sendikamız BMİS, sürecin en başından itibaren fabrikalarımızda grev rüzgârı estirememiştir. Yalnızca TİS sürecinde işçilerle bağ kurmak yeterli olmamış, metal işçisi yeterince greve hazırlanamamıştır. Eğer bu noktaya ka-

3. Sermaye sınıfının ve onun hizmetkârı AKP’nin emek düşmanı uygulamaları karşısında, sendikal örgütlenmenin var olduğu fabrikalardaki işçiler, sınıfın çok daha güvencesiz kesimine kıyasla kendilerini “şanslı” görmektedir. Kapitalizm, gürece güvenceli bir işe sahip bu işçileri ölümü gösterip sıtmaya razı edebilmektedir. Kadrolu, sendikalı işçiler, bizzat kendi fabrikasındaki hiçbir hakka sahip olmayan taşeron işçilerine bakıp hallerine şükretmektedir. İşçi sınıfındaki yapısal parçalanmanın yarattığı bu genel sonuç, metal işçisinin kararlı bir duruş sergilemesini engellemiştir. Grev “macerasına”

dar da gelinmişse, fabrikalardaki sınırlı sayıdaki kararlı öncü işçinin bunda payı büyüktür. 2. Grev havasının törpülenmesinde Türk Metal güruhunun ihanet çizgisinin ciddi etkisi olmuştur. Fakat işçisiyle bütünleşmiş, ona güven veren bir örgütlülük, bu ihaneti boşa düşürebilirdi. Sendikamızın TİS süreci dışındaki ataleti ve işçilerle bağının son derece zayıf olması, bu karşı saldırıyı boşa düşürmeye yetecek bir etkinlik düzeyi sergilenememesine yol açmıştır.

atılmak, önemli sayıdaki metal işçisinin aklına yatmamıştır. Sendikalarımız da bu gerçekliği aşacak bir mücadele perspektifinden yoksundur. 4. Bütün bunlarla birlikte, MESS ve sınıf haini Türk Metal’in tüm karşı saldırılarına karşın sendikamızın imzaladığı sözleşmeler, çok sınırlı da olsa bir kazanım olarak değerlendirilebilir. KROMAN ve AREVA’dan Sosyalist Dayanışma Okurları

17


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

İSTANBUL KONGRELERİ IŞIĞINDA KESK’TE NE GÖRÜNÜYOR? M. SİNAN

Sendika yönetimleri kurulurken siyasi ittifaklar kurgusu her zaman iyi sonuçlar vermemektedir. Yönetimlerin sendikanın ihtiyaçları doğrultusunda, şubelerin ortak iradesiyle belirlenmesi en doğru yöntemdir.

18

KESK

açısından oldukça kritik bir kongre süreci yaşanıyor. En son Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ortaya atılan “40 bin ithal yabancı dil öğretmeni” haberi de önümüzdeki dönemin ne tür acayipliklerle dolu olabileceğine dair iyi bir işaret olarak düşünülebilir. KESK’in sokağı ve etkin eylemleri çok fazla kullanması gereken bir döneme giriyoruz. Yönetimlerin de böylesi hassasiyetleri gözeten bir noktadan tüm sendika bileşenlerini kapsayan bir biçimde kurgulanması gerektiğini düşünüyoruz. Aksi takdirde geçen dönemin gösterdiği gibi sendikanın içinde ortaya çıkan iktidar-muhalefet saflaşması birçok noktada kilitlenmelere yol açıyor. Zaten iktidara gelmek için kurulan birlikteliklerin tamamen günübirlik olması, daha çok koltuk hesabı temeline dayanması kongrelerin bir listeler savaşı halinde yaşanmasını iyiden iyiye trajikomik hale getiriyor. Hepimizin birlikte kaybettiği bir anlamsız oyuna dönüşen seçimlerle ilgili umarız bir tüzük değişikliği gerçekleşir, nispi temsili ve üyelerin doğrudan oy kullanmasını mümkün kılan bir yapılanma ortaya çıkar. Bu yazıda Eğitim-Sen İstanbul şubelerinde yaşanan kongrelerle ilgili kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Takip edenler bilir, bu döneme kongrelerde ÖDP-BDPHÖC-KSİ arasında gerçekleşen ittifak damgasını vurdu. İttifakın üzerine oturduğu zemin bir yeniden yapılanma ihtiyacı olarak tarif edildi ki bu gerçekten olumludur. KESK’in en önemli iki bileşeninin yeniden yapılanma çerçevesinde bir araya gelmesi, eğer gerçekleştirilebilirse çok önemli sonuçlar yaratabilir. KESK’i dışındaki sınıfsal dinamiklere açan ve doğrudan demokrasi zemininde yeniden yapılandıran bir süreç, çok sağlıklı sonuçlar yaratabilir. Fakat meseleye biraz yakından bakınca bu yapılanmanın temel motivasyonunun yeniden yapılanma değil de

EDP’nin sendika yönetimlerinden temizlenmesi olduğu görülmektedir. Bu sağlıklı bir tavır alış değildir. Geçen dönem EDP ile yürüttüğü merkezi ittifakla EDP’yi EğitimSen’in ve KESK’in merkezine taşıyan yurtsever arkadaşlar bu sefer tam tersi bir tutumla taciz meselesinin hıncıyla söz konusu çevreyi etkisizleştirmeye çalışmışlardır. Bu, sendika-siyaset ilişkisinin doğru bir zeminde kurulamadığının bir işaretidir. Siyasi arenada yan yana gelişlere rezervler konabilir – ki Kent Konseylerinde pekâlâ birlikte durmaktadırlar- fakat sendikada var olan grupların yönetimlerde temsil edilmemesi kireçlenmeye yol açmaktadır. İlk bakışta çok devrimci görünen ittifaklar doğru kadrolarla beslenemeyince çok silik yönetimler ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla sendika yönetimleri kurulurken siyasi ittifaklar kurgusu her zaman iyi sonuçlar vermemektedir. Yönetimlerin sendikanın ihtiyaçları doğrultusunda, şubelerin ortak iradesiyle belirlenmesi en doğru yöntemdir. Yeniden yapılanma konusunda bu kadar iddialıyken, hiç de böylesi bir bilince sahip olmayan HÖC’ün merkeze taşınması doğrultusundaki gayret de anlaşılır olamamaktadır. ÖDP delegasyonlarının önemli bir çoğunluğu salonlara “Kürtlerin etkinliğini sınırlama” bakış açısıyla geldiği için de birçok şubede listeler delinmiştir. 2, 3 ve 7 no.lu şubelerde yurtsever arkadaşlar için sıkıntılı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Maalesef ulusalcı bir damarla, taciz iddiaları sürecindeki dediğim dedikçi tavırlara duyulan tepkiler bazı noktalarda rezonansa gelebilmiştir. Çok daha küçük ve de dolayısıyla tasasız olması gereken KSİ ise, gereğinden fazla şişirilmiş merkez beklentileri ile kısmen prensip zemini yitiren bir tutum almış, inandırıcılığını zedelemiştir. Bizce en acayip duruma düşen EMEP olmuştur. “5 şubede başkanlık ve yönetimde çoğunluk isteriz” tavrının politik bir açıklamasını

yapabilmenin çok zor olduğunu düşünüyoruz. Böylesi bir tavrın yanı sıra EDP ile yürütülen ittifak ise absürtlüğün sınırlarını zorlamıştır, zira referandum sürecinde sol içerisinde yaşanan saflaşmayı en belirgin biçimde sendika içi bir saflaşmaya dönüştürmeye çalışan onlar olmuştu. Hal böyleyken EDP ile apar topar kurulan ittifak hiçbir inandırıcılığa sahip olamamıştır. EMEP, İstanbul şubelerinde herhalde tarihindeki en ağır hezimeti yaşamıştır. Bu sonuç sonrasında merkezi bir iddia taşıyabilmeleri zor görünmektedir. Son kongrede KESK başkanlığına taşınmalarını sağlayan güç dengelerini yanlış okumalarının bedelini çok ağır ödemişlerdir. Kongrelere oldukça geri bir delege profilinin yansıdığını belirtmek gerekmektedir. Sosyalist damarın delegasyon içindeki ağırlığı azalmaktadır. En sevindirici sonuç ise bağımsız kadın adayların kazandığı başarılardır. Birkaç şubede en yüksek oy, kadınların seçtiği kendi adayları tarafından alınmıştır. Listelerin sabit destekçilerinin oyları azalmaktadır. Eski siyasileşmiş kadrolar emekli oldukça yeni üyeler oy verme standartlarını değiştirmekte, tanıdıkları ve enerjik olduğunu düşündükleri adayları tercih etmektedirler. Bu durum sendikal siyasete, sendikaların iç dünyasında daha fazla alan açmaktadır. Sendika aktivistlerinin hiçbir büyük siyasi gruba angaje olmaksızın siyaset üretebilecekleri, kendi inisiyatifleri aracılığı ile özneleşebilecekleri zeminler bu sayede daha da güçlenebilir. Son söz olarak, kongrelerde ‘eski tas eski hamam’ büyük oranda yaşandı. Umarız önümüzdeki 3 yıl da önceki dönem gibi yaşanmaz. Yoksa bunun yaratacağı tahribatın, öngörülemez sonuçları olacaktır. Kendisini yenileyemeyen ve ciddi anlamda yeniden mücadele örgütü kimliği kazanamayan KESK kendisini bir sonraki döneme taşıyamaz.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

BATİS ve BAMİS “Emeğin Hakları için Seferberlik” Başlattı

B

ağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS) ve Bağımsız Metal İşçileri Sendikası (BAMİS), neoliberal saldırılara karşı sınıfın direniş hattını örüyor. Sendikalar bir süre önce, sermayenin ve onların hizmetkârı AKP’nin halklarımıza yönelik hak gaspı taarruzuna karşı seferberlik başlattı. Seferberlik dört ana başlık altında yürütülüyor: 1. Sınıfın örgütlenmesi önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır! 2. İnsanca yaşamaya yetecek asgari ücret! 3. İş kazası değil, cinayet; insanca çalışma koşulları! 4. Torba yasaya hayır! BATİS ve BAMİS mücadelesini çeşitli zeminlerde sürdürüyor. Seferberlik “sokak” ekseninde yürürken, hukukun emek düşmanı sınıfsal karakterini deşifre etmek amacıyla davalar açılıyor. Açılan davalar kamuoyuyla paylaşılıyor ve emekçilerin davaları sahiplenmesi, takip etmesi sağlanmaya çalışılıyor. Açılan her dava, görülen her mahkeme, sendikaların çağrısıyla adliyeler önünde bir araya gelen emekçiler tarafından yakından takip ediliyor, sokak eylemlerine dönüşüyor. Açlık sınırının altında kalan asgari ücretin, kamuda en alt kademede çalışan memur için geçerli olan 1.460 TL seviyesine çekilmesi için Ocak ayında açılan davanın ilk duruşması 15 Mart’ta yapılırken, aynı gün Bursa ve

İstanbul’da gerçekleşen eylemlerde, “İnsanca Yaşamaya Yetecek Asgari Ücret” talebi yükseltildi. Bursa’daki eylem, davanın görüleceği saatte Bursa Adliyesi önünde gerçekleşti. Adliye önünde pankart, bayrak ve dövizleriyle bir araya gelen BATİS-BAMİS üyelerine, Sosyalist Dayanışma Platformu, Bursa Dayanışmaevi ve Genç İşçiler Platformu da destek verdi. Davacı sendikalar adına basın açıklamasını BATİS Genel Başkanı Metin Burak yaptı. Açıklamasında, “asgari ücretin en düşük memur maaşı seviyesine çıkartılması için verdiğimiz mücadele, tüm emekçilerin kavgasıdır” şekline konuşan Burak, tüm emekçileri bu mücadeleye sahip çıkmaya çağırdı. İstanbul’daki eylem de Unkapanı Bölge Çalışma Müdürlüğü önünde gerçekleşti. BATİS İstanbul Temsilciliği tarafından gerçekleştirilen eyleme, SODAP, Dayanışmevleri, Tekstil-Sen ve ESP destek verdi. Dergimize bilgi veren BATİS Genel Başkanı Metin Burak, dört başlık altında başlatılan seferberliğin sürükleyici halkasının “örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması mücadelesi” olduğunu belirtti. Burak, özellikle bu başlığı çalışmalarının merkezine aldıklarını ve önümüzdeki süreçte sınıfın örgütlenme alanını genişletmeye dönük yeni adımlar atacaklarını vurguladı. Metin Burak, 1 Mayıs alanlarına da bu başlıkları taşıyacaklarını ifade etti.

Bursa Demokrasi Platformu Kuruldu Sosyalist Dayanışma Platformu, Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası, Bağımsız Metal İşçileri Sendikası, Genç İşçiler Platformu ve Bursa Dayanışmaevi, yayınladıkları deklarasyonla Bursa Demokrasi Platformu’nun kuruluşunu ilan etti. Kurum temsilcileri, aldıkları kararı kamuoyuyla paylaşmak amacıyla 13 Mart günü BATİS Genel Merkezi’nde bir araya geldi. Kurumlar adına ortak açıklamayı SODAP Bursa Temsilcisi Nadir Kırlılar yaptı. Kırlılar açıklamasında özetle şunları söyledi: “Ezilen haklarımız üzerinde sömürünün dizginlerinden boşandığı bir tarihsel eşikte, Bursa’da işçilerin, işsizlerin, yoksulların, yok sayılanların omuz omuza vereceği bir ortak mücadele, dayanışma ve direniş zeminini yaratma adımıyla karşı karşıyayız. Ekmeklerinden, özgürlüklerinden çalınan halkların dünyanın dört bir yanında yükselen isyanı esin kaynağımızdır. Emekten, halktan yana örgütlerin ilk yan yana gelişini sağlayarak bu konuda bir girişim başlatmış bulunuyoruz. SODAP, BATİS, BAMİS ve Bursa Dayanışmevi olarak, “BURSA DEMOKRASİ PLATFORMU”nun kuruluşunu ilan ediyoruz. Bursa Demokrasi Platformu, emeğin kenti Bursa’da, tüm ezilenlerin birleşik mücadele odağı olacaktır. İlk adımını atarak ilan etmiş bulunduğumuz bu odağın büyütülmesi görevini üstlenmek üzere, emekten, halktan yana tüm kişi ve kurumları Bursa Demokrasi Platformu’na omuz vermeye davet ediyoruz.” Nadir Kırlılar açıklamasını şu sözlerle noktaladı: Dünyada, ülkemizde ve kentimizde kapitalizmin yarattığı korkunç adaletsizliğe karşı, yeryüzünün cennetinde yaşayan bir avuç azınlığa sesleniyoruz; Yoksuluz, Çünkü Siz Varsınız! Ya Adalet Ya Kıyamet!”

19


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

HANİ F TİPİ, 5 YILDIZLI OTELDİ? Doğan KAYA

S

on dönemlerde medyada çıkan Emin Çölaşan’a Ergenekon tutuklusu Tuncay Özkan’ın yazdığı mektup ilgimi çekti. Tuncay Özkan, 2000 yılında F tipi cezaevleri açıldığı sırada buraları 5 yıldızlı otel olarak görenlerdendi. “Bir jakuzisi eksik, sonuçta bunlar terörist, tabi ki kaldıkları yer küçük olacak” diyordu. Şimdi, 19.03.2011 tarihli Sözcü gazetesinde Emin Çölaşan’a yazdığı mektupta ise: “Ben ne yaptım? Suçum ne? Sadece gazetecilik yaptım, düşünce suçlusu olarak içerdeyim. Bu bana büyük bir hakaret. Benim gibi biri 30 aydır cezaevinde 10 gündür hücrede. Bunları hak etmiyorum.” Bunun üzerine Emin Çölaşan: “Ben ağlayarak okudum bu mektubu.” diyor ve ekliyor: “Tuncay hücrede domates, salatalık, marul yiyemiyor, yumurta pişirmek bile yasak. 3 kitaptan fazlasını bulundurmak, kapalı zarfla mektup almak, kalem kâğıt dışında kırtasiye malzemesi bulundurmak, müzik çalmak, kuru yemiş yemek yasak. Sağlık durumu hiç iyi değil. Elleri ayakları ve yüzü sapsarı. O koşullarda pek çok sağlık sorunlarıyla boğuşuyor.” Öncelikle Çölaşan’a sormadan geçemeyeceğim. Bu koşullarda cezaevinde yaşayan bir tek Ergenekon tutukluları mı var? Bu tarz üzüntünüzü anlatan bir yazıyı başka F tipi mağdurlarına yazdınız mı? Ben cevap vereyim, yazmadınız. Ve siz de F tiplerini alkışlayanlardan değil miydiniz? Son dönemdeki tüm yazılarınızda Ergenekon tutuklularına özgürlük istiyorsunuz. Şimdiye dek, halkların mutluluğu için mücadele eden, bunun için bedeller ödemekten kaçınmayan, herhangi bir taviz için düzenle uzlaşmayı elinin tersiyle iten ve bu yüzden on yıllardır tutuklu olarak F tiplerinde yatan Sosyalistler, devrimciler için neden duymadık bir kez

20

olsun özgürlük isteyen sesinizi? Bu ülkenin cezaevlerinde son 10 yılda 2631 kişi öldü. Siz hangisini yazdınız? Yine ben cevap vereyim, hiç birini. Ve yine kendini devrimci olarak göstermeye çalışan İP Başkanı Doğu Perinçek “buralarda tecrit var” diyor. Bunun üzerine İşçi Partililer varoşların duvarlarına “Hücreleri yıkacağız. Tecrit işkencedir” sloganları yazıyorlar. İyi de F tiplerinde devrimciler katledilirken sizler Taksim’de ülkücülerle kol kola eylem yapanlar; “Bizim gündemimizde F tipi yok, vatanın birliği var” ajitasyonları çekenler sizler değil miydiniz? Sadece kendinize mi demokratsınız? Bunları yazarken İP’ten solculuk beklemiyorum. Ama varoşlarda solculuk, devrimcilik kavramlarıyla yoksul emekçi çocuklarını etkilemeye çalışan bu işbirlikçilerin bir kez daha teşhir edilmesi için söylüyorum. Cezaevinde Ergenekon tutuklularının başı ağrısa hastaneye kaldırıyorlar. Erol Zavar cezaevinde kanserken bir tek kelime yazmayan siz. Güler Zere cezaevinde ölüm sınırına geldiğinde bir devrimcinin en azından dostları, ailesi, sevdikleri yanında ölüm hakkını savunmak için bile bir tek kelime yazmayan yine siz. Şimdi ise “F tipi tecrittir, işkencedir, çok ağır koşullarda yaşanıyor” diyorsunuz. Ama yine de “F tipi kaldırılsın” diyemiyorsunuz. “Bizimkiler çıksın” deyip adaletinizi gösteriyorsunuz. Dünyanın her yerinde her demokratın adalet terazisi eşit olmak zorundadır. Fakat sizler tartının altına sopa sokuyorsunuz. Yalnız unutmayın: bunu bu halk yemez. Hele ki bu ülkede devrimciler varken gün olur devran döner karşınıza gelir. Nasıl ki F tipleri açılsın diye kendinizi yiyip bitirdiyseniz ama o F tipleri gelip sizi de içine çektiyse bu da karşınıza bir gün gelir. Ve son olarak Tuncay Özkan’ın Emin Çölaşan’a yazdığı mektubu kahvehanede de seslice okuyan Ali Dayı’nın dediği gibi “Allah sizi daha beter etsin”.

Katliam ve Direnişin 16. Yıldönümünde Gazi Anması 12 Mart 1995 tarihinde devletin provokasyonuyla Gazi Mahallesi’nde yaşanan katliam, 16 yıldönümünde lanetlendi. Gazi mahallesi Eski Karakol Durağı’nda bir araya gelen kitle, saat 11.00’de Gazi Şehitlerinin mezarlarının bulunduğu Gazi Mezarlığı’na doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşe Sosyalist Dayanışma Platformu’nun da içerisinde yer aldığı Emek ve Özgürlük Cephesi’nin yanı sıra Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Gazi 12 Mart Platformu ve Halk Cephesi katıldı. Gazi Mezarlığı’nda saygı duruşuyla başlayan anma etkinliğinde Gazi Şehitlerinden Zeynep Poyraz’ın yakını Cemal Poyraz bir konuşma yaptı. Poyraz konuşmasında, olayın faillerinin hala cezalandırılmadığını vurguladı. Ardından Zeynep Poyraz’ın, Gazi direnişi sırasında henüz doğmamış olan yeğeni Zeynep Poyraz bir konuşma yaptı. Zeynep Poyraz da konuşmasında, “ben de senin büyüdüğün sokaklarda büyüyorum; senin gibi olacağım” dedi. Mezar başındaki anma etkinliği konuşmaların ardından sona erdi.

SODAP: “Katliamın Faili Devlettir. Katiller Halka Hesap Verecek!”

Sosyalist Dayanışma Platformu, “Katliamın Faili Devlettir; Katiller Halka Hesap Verecek!” pankartı ile eylemde yerini aldı. SODAP kortejiyle birlikte, “Gazi Onurumuzdur; 12 Mart Şehitleri Duruşumuzdur” yazılı pankartla yürüyüşe katılan Nurtepe Spor taraftar grubu Dev-Nurtepe, dikkat çekti.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

B

YGS BATAKLIĞININ GÜLÜ DERSHANELER

ir YGS sınavı daha yapıldı. Kırılan umutlar, üzüntüler, “seneye inşallah”lar şimdiden ortalığı kaplamaya başladı. 1 milyon 700 bin genç, bir umut sınava girdiler. Dershanelere, özel derslere dünyanın parası döküldü. Peki, kim kazandı kim kaybetti? Oyunun kazananları belli. Böylesi merkezi sınavlar yapılmasa, varlıklarının hiçbir anlamı kalmayacak olan dershaneler. Dershaneler, eğitim sisteminin bataklık gülleridir. Bugün özellikle Türkiye sathına yayılmış şubeleri bulunan büyük dershaneler, önemli sermaye grupları haline gelmişlerdir ve ülkenin eğitim politikasının şekillendirilmesinde önemli bir role sahiptirler. Eğitim açısından, kendilerini sınava hazırlama uzmanı olarak lanse eden dershaneler, bugün ülkedeki eğitimin çözülmesinin en önemli sebepleridirler. Eğitimi bütünüyle amaçlarından saptırma, sadece sınava dönük, sebep-sonuç ilişkisi kurulmamış, dolayısıyla da kalıcılaşmamış bilgiyi beyinlere geçici olarak depolama üzerine yoğunlaşmış mekanizmalardır. Araştırmacı, çok yönlü düşünebilen, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurabilen bireyler dershaneci mantıkla yetiştirilemezler. Okullardaki eğitim üzerinde de büyük bir baskı yaratarak, liseleri de dershaneleşmeye zorlamaktadırlar. Öğrencilerin okullardaki derslere ilgisizliğinin arkasında büyük oranda “bu işler dershaneye gitmeden öğrenilmez” bilinci yatmaktadır. Dershaneler kamusal eğitimi anlamsızlaştırmaktadırlar. Okuldan bir altyapı sahibi olamadan dershaneye gidenlerin sınavlarda başarılı olabilmesi mümkün değildir. Oysa sınavda elde edilen tüm başarılar da dershaneler tarafından sahiplenilmektedir. Dershanelerdeki tüm işleyiş adaletsizlik üzerine kuruludur. Derece şansı olan, dershaneye reklam katkısı sunacak öğrencilere yoğunlaşılır, başarı umudu olma-

YGS Eylemi Avcılar 26 Mart 2011 yan öğrencilerin yüzüne bakılmaz, senetleri düzgün ödemeleri dışında hiçbir şey beklenmez onlardan. “Sınıf çıkma, sınıf düşme “ telaşıyla öğrenciler sürekli olarak büyük bir gerilimin içinde tutulurlar. Sınav stresi yetmezmiş gibi sürekli bir gerilim ile çevrelenen öğrenciler sözüm ona çalışmaya sevk edilir. Dershaneler ucuz öğretmen emeğinin en yoğun istismarının gerçekleştirildiği yerlerdir aynı zamanda. Eğitim fakültesi mezunu genç öğretmenlerin kamuya atanmaması çok bilinçli bir tercihtir. Yapılan devlet eliyle eğitim sermayesine verilen bir sübvansiyon; atanamayan mezunlar, dershane tanrılarının ayaklarına kanları emilsin diye sunulan kurbanlar olarak değerlendirilmelidir. O kadar ki işsiz öğretmen sayısı artsın diye eğitim fakültelerinin kontenjanları bile kısıtlanmamaktadır. Böylece asgari ücretlerin altındaki maaşlarla 6 gün, 12’şer saat çalıştırılan, gencecik yaşlarında hayata dair tüm umutları çalınan genç eğitim emekçileri yaratılmaktadır. Geçen sene bu zamanlarda bir dershane öğrencisi arkadaşımız, annesi ödenmeyen dershane senetleri dolayısıyla hapse atılınca intihar etmişti. İnsanlık düşmanı dershane buna rağmen alacağından vazgeçmemiş, meseleyi örtbas etmek isteyen ilçe milli eğitim müdürlüğü parayı ödeyene kadar anneye dair şikâyetinden vazgeçmemiş, annemiz oğlunun cenaze-

sinde bile bulunamamıştır. Yine atanamadığı için bunalıma girerek intihar eden genç öğretmenlerin sayısı da 10’larla ifade edilmektedir. Kıyma makinesi gibi çalışan dershaneler, toplumun her kesimini tehdit eden bir soygunun peşindedirler. Yıllar önce yapılan bir araştırma dershanelere 1 yılda yapılan harcamaların 2 üniversitenin açılmasına yetecek bir kaynağa denk olduğunu göstermişti. Tüm Özel Kurumlar Derneği diye bir dernekleri var eğitim sermayedarlarının. Bir de Enver Yücel diye arsız bir başkanları var. Eğitimin tümüyle özelleşmesini savunmak için kırk dereden su getiren bir para babası. Eğitim beyefendinin milyon dolarlarına milyon dolar eklemesi için bir araç. Bu şahıs geçen gün, Milli Eğitim Bakanlığı’nın son dudak uçuklatan projesi “40 bin ithal İngilizce öğretmeni” ile ilgili konuşurken dayanamamış, yine patlatmış bombayı: “ Dil öğretimi konusunda yeterli seviyede değiliz. Maliyet belli, biz özel kesime denilseydi ki size okulları veriyorum ve dil öğretimi sorumluluğunu da size ihale ediyorum, bir yöntem olmaz mıydı?” (milliyet, 25 Mart) Büyük Bakan Nimet Hanım bunları duyar da durur mu? “Daha önce özel okullardaki öğrenci sayısının toplam öğrenci içindeki payı yüzde 2 iken, bugün bu oran yüzde 3’tür: Oysa gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 10’un üzerindedir” Eğitimi

yönetenlerin derdi “özel eğitim sermayesini nasıl büyütürüz?” ile sınırlı. Acılarımız, sıkıntılarımız bu beyleri, bayanları daha da zenginleştirecekse bize kader olmaya devam edecekler. Tabi bizlerin de seçenekleri mevcut. Öğrencilerin, velilerin, eğitimcilerin bir arada eğitim meselesine el koymalarını sağlayacak eğitim inisiyatiflerine ihtiyacımız var. Eğitim-Sen, toplumsal muhalefetin kaldıracı olabilecek böylesi bir konu ile ilgili böylesi bir bileşimin buluşacağı zemini yaratabilir. AKP’nin seçimleri kazanması durumunda kamunun son kırıntılarının da sermayenin peşkeşine açılacağı bir dönem bizleri bekliyor. Böylesi bir momentte kurbanlık koyun durumunda kalmamak, dershanelere ve eğitimin metalaştırılmasına karşı mücadeleyi yükseltebilmek için şimdiden kolları sıvamak gerekiyor. Eğitimin ticarileşmesi meselesi, eğitimin tek sorunu değil tabii ki. Fakat yoksulluk ve işsizliğin kol gezdiği koşullarda iş bir türlü eğitimin niteliğini konuşmaya gelemiyor. Birkaç yıl önce büyük tantanalarla gerçekleştirilen ve yapılandırmacı eğitim yaklaşımını esas alan müfredat değişikliklerinin nasıl sonuçlar yarattığı tartışılamıyor. Oysa söz konusu değişiklikler, AKP’nin sahte demokratlığı gibi göz boyamaya dönük kimi yönlerine rağmen esas olarak “dersler dershanede öğrenilir, okulda geçen zaman fuzulidir” amacını gütmüştür ve bu amacında da büyük oranda başarılı olmuştur. 12 yıllık üniversite öncesi eğitim nasıl olmaktadır da böylesi bir cahilleştirme, zihinleri köreltme, gözünün önündeki bağlı deveyi göremez hale getirme mekanizması olarak işlemektedir, bunların her biri mücadele konusu olarak ele alınabilir. Gelecek sayıda eğitimin niteliği ile ilgili bir tartışmaya dair notları paylaşacağım sizlerle.

21


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

Dünya Gözüyle Sosyalizme Dokunmak Zeynep KORU

V

enezüella’yı tanımanın, o ülkenin politik havasını solumanın, sıradan turistik bir tura katılmakla veya orayı tek başına gezmekle olmayacağını düşündüğüm için Venezüella’daki 1. Dünya Kadın Konferansı’na bir grup kadınla gitmek çok cazip geldi. Yalnız, organizasyonla ilgili olarak belirsiz bir duruma gidiyorduk. Kalacak yerimiz net değildi. “Boş yer bulunamıyor” dendi. Gitmeden evvel sağlık sorunlarımın da etkisiyle vazgeçer gibi oldum. Hatta ciddi ciddi bilet iptalinin yollarını aradım. Gideceğimiz gün uçak rötar yapınca bilet iptali şansı gündeme geldi. İptal ettirmek, ettirmemek arasında gidip geldim Ne olursa olsun gitmenin daha anlamlı olduğunu düşündüm. Bir arkadaşım, “Kendi ülkemizde, hayattayken (40’lı yaşlara geldik) sosyalizmi yaşayamayabiliriz. Dünya gözüyle sosyalist bir ülkeyi görmek kaçırılmaz bir fırsattır” dedi. Bu bakış açısıyla düşünülürse eğer fiziki koşulların olumsuzluğu insanı etkilemezdi, oraya gitmek başka bir güç ve enerji verirdi. İşte bu güç ve enerjiye güvenerek yola çıktım. Biz, Türkiye’den İMECE olarak beş kadın arkadaş konferansa katıldık. Sanıyorum orada yaşadıklarımıza beşimizin de yorumu farklı olacaktır. Delege arkadaşımız Yıldız, 1. Dünya Kadın Konferansı’ndaki beklentileri gerçekleşmeyince hayal kırıklığı ile geldi. Bu kadar iddialı bir isimle gerçekleşen toplantı gerçekten hepimizde hayal kırıklığı yarattı ama gitmeden önce tahmin edilebilecek bir atmosferdi. Yaşanacak olumsuzlukların güçlü ipuçları daha hazırlık sürecinde ortaya çıkmıştı.

22

Ev sahibi kadın örgütü Ana Soto, iktidara muhalif. Çünkü “en sosyalist” onlar; Chavez değil. Ama aynı zamanda Chavez’e de yaranmaya çalışıyorlar. Eylemleri sırasında Chavez posterlerini taşımaları gibi insana yapay gelen hareketleri vardı. Venezüella’da kadından sorumlu bir bakanlık var ve önceki çalışma bakanı kadın. Ama organizasyon, hiçbirisi tarafından desteklenmemiş. Ana

Diğer kadın örgütlerinin hemen hemen hepsinin devrime ve sosyalist mücadeleye vurgu yapan pankartları ve söylemleri vardı. “Sosyalist ve devrimci bir kadın için bunun neresi yanlış gelebilir” diye sorulabilir ama hayatın zenginliği karşısında 100 kelimeyi geçmeyen “mücadele” ve “savaş” vurgusu, bunun hemen hemen değişik örgütler tarafından aynı tarzda tekrarlanması olumsuzdu.

Soto, eylemlerinde 50-60 kişilik bir kadın grubunu harekete geçirebiliyor ancak. Gösterilerde de, organizasyonda da kendilerine dönük, kendi propagandalarını yapmayı hedefleyen, çok misafirperver olmayan bir kadın örgütü havasındaydı. Anladığım kadarıyla Chavez’e muhalif bir hareketin kadın örgütlenmesiydi ve erkeklerden bağımsız değillerdi. Dışarıdan gelenlere karşı pek ev sahipliği göstermediler. En azından biz Türkiye ekibini ne karşıladılar, ne kalacak doğru dürüst yer organize ettiler, ne de bu meseleleri tartışmak istediğimizde tartıştırdılar. 1. Dünya Kadın Konferansı’na yönelik çok daha ayrıntılı politik değerlendirme yapılabilir ama bu yazının kapsamında bu kadarına değinmek yeter. Şunu eklemeden edemeyeceğim; İMECE’nin yaptığı pankart (kadınların kendi el emeği ile), orada bu tarzdaki tek pankarttı. Sloganı aykırı, biçimi aykırı idi.

Dünyadaki sosyalist kadınların kadın mücadelesine bakışı bu kadar sığ olamaz ve değildir de. Sözün özü, 1. Dünya Kadın Konferansı, dünyadaki kadın hareketinin geldiği aşamayı yansıtmayan, kadın sorununa sınıf indirgemeci bakan bazı sosyalist partilerin bir araya geldiği bir organizasyondu. Böyle bir organizasyon da yapılabilir. Ama organizasyonu yapanları, iddiaları gerçekliği yansıtmadığı için ve kendilerini abarttıkları için eleştirmek gerekir. Gelelim asıl Venezüella’ya. Başkent Karakas’a uçaktan iner inmez, havaalanında sosyalizme dair dev bir pankartla karşılaştık. Diyarbakır Belediyesi’nin bilboardlarında KCK tutukluları için destek afişlerini görmek kadar heyecanlandırdı beni bu durum. Bir marka reklamı veya afişi değildi gördüklerimiz. “Neden sosyalizm iyidir”i anlatan afişler vardı. Binalar eski, bakımsız, oto-

büsler, arabalar dökülüyor ama bunun nedenlerini kavrayabiliyoruz. Chavez iktidarı alalı 10 yılı aşkın süre oluyor ve bu süreçte pırıl pırıl bir şehir yaratabilirdi. Devletin parası var, dünyanın en büyük petrol rezervine sahip ülkelerinden biri Venezüella. Ama Chavez ilk elden yoksul halkın temel ihtiyaçlarına el atmış; eğitim ve sağlık. Ev kadınlarına maaş bağlamış. Varoşlarda altyapı sorunları ve ihtiyaçları için mahalle örgütlenmeleri kurmuş. Eğitime başlama yaşını çok küçük bir yaşa indirmiş, parasız hale getirmiş. Yoksul, yetişkin halk için alternatif devlet üniversiteleri açmış. Karakas’ın her tarafında yoksul mahalleler var. Evleri çok kötü ama mahallelerde bizdeki kadar sokaklarında oynayan çocuklar yok. Çünkü üç yaşından itibaren temiz düzenli bir şekilde okula gönderiliyor. Her mahallede ücretsiz sağlık ocakları var. “Bizim ülkemizde de var” diyebiliriz ama Venezüella halkı geçmişinde bu tür hizmetlerden hiç faydalanmamış. Onlar için acil ve temel bir ihtiyaç. Bizde paralı hale gelen ve koruyucu sağlık hizmetinin ortadan kalktığı bir sağlık sistemi uygulamaya sokuluyor. Venezüella’da tersine bir gidiş söz konusu. Chavez, Venezüella’da politikalarını “misyonlar” aracılığıyla uygulamaya sokuyor. “İşsizliğe Karşı Misyon”, “Konutlandırma Misyonu”, “Herkese Okuma Yazma Misyonu” gibi. Biz de bir misyonla bağlantılı olarak şehrin tam ortasındaki 2000 kişilik yoksul bir mahalleye gittik. Şehrin merkezindeki cadde üzerinde yer alan koca bir köprünün altına inşa edilmiş derme çatma evlerin olduğu bir bölgeydi burası. 450’şer kişilik mahalle meclisleri yaratmışlar. Mahalle meclisleri, herkesin üye olduğu, açık toplantıların yapıldığı örgütlenmeler konumunda. Bu örgütlenmeler aracı-


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

lığıyla halk, acil ihtiyaçları için proje oluşturup devlete sunuyor ve devletin sağladığı kaynakla o projeyi hayata geçiriyor. Eşinden ayrılan ve terk edilen 80 kadar “yalnız anne” ye yönelik bir proje olduğunu söylediler. Oradaki evlerde kalıyorlar. Geçimleri ve çocuklarının bakımı için organizasyonlar yapılıyor. Mahalle çukurda; pis su basıyormuş sık sık. Biz gittiğimizde su basmasını önlemek için kazı çalışması vardı. Bu çalışma da yine mahallelilerin projelendirdikleri ve devletin kaynak sağladığı bir işti. Evlerde 2-3 aile birden yaşıyor. Evlerin çoğu kaçak ama devlete kira vermiyorlar ve mülklerini edinme mücadelesi yürütüyorlar. Buradan ayrılıp bir tarım misyonuna gittik. Alehandro Samora Tarım Kolektifi, şehre 1 saat uzaklıktaki tarım işletmesi. Büyük toprak sahiplerine karşı devletin küçük üreticileri ve topraksız köylüleri korumak için oluşturduğu bir misyon burası. Kredi bankası ve fon kurumu, depoları, teknik işletmeleri (zirai makinalar için) olan, gübre dağıtan, çok güzel, çok yeni bir işletmeydi. Orada, selden etkilenen aileler kalıyordu. Geçen Aralık ayında Venezüella’da çok büyük bir sel felaketi olmuş ve 90 bin kişi evsiz kalmış. Chavez, bütün misyonları görev çağırmış, tüm halkı seferber etmiş. Bir şekilde herkes mutlaka selden etkileneler için bir şey yapacak, bunu istemiş Chavez. Ve tarım işletmesinin son derece modern yerlerine aileler yerleştirilmiş, çocukları için orada hemen okul açılmış. Bizzat gözlerimizle gördük ve çok etkilendik. (Karakas’ın merkezindeki beş yıldızlı otele ve Başkanlık Sarayı’na da selden etkilenen aileleri yerleştirmişti Chavez) Köydeki sağlık işletmesine gittik. Son derece gelişkin hizmet sunabilen (tomografi gibi), ücretsiz bir işletme. Kübalı doktorlar ve hemşireler vardı. Venezüella’daki doktorlar ücretsiz hizmet vermeyi kabul etmediği için Kübalı doktorlar seferber olmuş. Yine özetlersem, halk çok kötü koşullarda hala. Barınma sorunları var. Çok az bir parayla geçinmeye çalışıyorlar. Hırsızlık hala en büyük sorun. Çok zengin kaynaklara sahip bir ülkenin halkı, yıllarca en temel ihtiyaç-

larından yoksun kalmış. Ama bence Chavez, iktidarı boyunca durağanlaşma ve geriye gidiş yaşamamış. Sosyalist uygulamalara dönük politikaları hala çok canlı. Venezüella insanı Avrupa’da ve kısmen de ülkemizde yaşanan bireycilik, bencillik hastalığına tutulmamış. Bir soru sorduğumuzda çok ilgililer ve dil bilmeseler de yardımcı olmak için çırpınıyorlar. Bir yerden bir yere giderken çok aceleci, telaşlı değiller bizim gibi. Çok kabalıklar ama itme kakma asla yok. Sıcak iklim onları sakin yapmış, sabırlılar, stresli değiller. Çok genç yaşta anne olan kadınlar var. Konuştuğumuz misyon görevlilerinin hemen hepsi kadındı. İktidar, özellikle kadınları öne çıkartıyor. Kadınlar, geçmişten farklı bir durumda olduklarını vurguluyorlar. Venezüella’da henüz kapitalizm tam anlamıyla tasfiye edilememişse de, neoliberalizme karşı büyük savaş var, iktidarın bütün olanakları yoksul halka akıyor. Eski düzenden yana olanlar, zenginler bas bas bağırıyor “Chavez ülke kaynaklarını boşa harcıyor” diye. Uzun sayılabilecek iktidar dönemi boyunca bu uygulamalarından vazgeçmemiş Chavez. 2010 yılı Aralık ayındaki sel felaketinden etkilenenler için Karakas’ın en güzel tarihi binası Başkanlık Sarayı’nı da tahsis ettiğine bizzat şahit olduk. Yoksullar bu ülkede yok sayılmıyor, ezilmiyor, horlanmıyor, dışlanmıyor. Orada sosyalizm henüz kitaplardan okuduğumuz gibi değil. Kafalardaki kurguyla gerçek hayatın akışını sentezleyemeyenlerin anlayamayacakları bir durum söz konusu. O yüzden çok kolay da eleştirilebiliyor uygulamalar. Ama tüm dünyada neoliberal politikaların amansız saldırıya geçtiği, sermayenin gün geçtikçe yoksul halkı perişan ettiği bir dönemde, yoksuldan ezilenden yana bir düzen inşasına girişilmesi çok anlamlı ve önemli. Dünyada sosyalizme dair tek bir yaprağın kıpırdaması bile, hepimizi heyecanlandırmalı, mücadele azmimizi körüklemeli. Venezüella’da bütün yapraklar sosyalizme doğru kıpırdıyor.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Coşkuyla Kutlandı

“Görünmeyen Emek Kır Kafesini!”

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü İstanbul’da aralarında İmece’li kadınların da bulunduğu binlerce kadın, iki dille ve yüzlerce renkle kutladı. Kadıköy’deki Tepe Natulius’un önünden saat 13.00’te yürüyüşe geçen kadınlar, Türkçe ve Kürtçe sloganlar eşliğinde Kadıköy İskelesi Meydanı’nda biraraya geldi. Miting alanında sarı, kırmızı, yeşil renkli eşarplarıyla ve yöresel kıyafetleriyle Kürt kadınlar dikkat çekti. Türkçe ve Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çeken kadınlar, “erkek egemen iktidara”a karşı “barış ve özgürlük” istedi. Uluslararası 8 Mart kutlamalarının 101. yılında Türkiyeli kadınlar, “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Kadınların Örgütlü Mücadelesi”, “Jin Jiyan Azadi”, “Uyan, Diren, Özgürleş”, “Erkek Vuruyor, Devlet Koruyor”, “Mutfaktaki Tencere Kimin Umurunda, Bu Dünyanın Yükü Benim Sırtımda” diye haykırdı. Kürtçe ve Türkçe okunan basın açıklamasında kadınlar, “8 Mart’ta cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, erkek egemen iktidara, şiddete ve sömürü düzenine karşı; kadının özgürlüğü ve kurtuluşu, eşitlik ve barış, doğayla uyum içinde yaşamak için tüm dünya kadınlarıyla birlikte sesimizi yükseltiyoruz” dedi.

İmece’li kadınlar: “Külkedisi Değil Ev işçisiyiz”

İmece Kadın Dayanışma Derneği ve Kadın Sendikası Girişimi üyeleri, “Külkedisi Değil Ev İşçisiyiz, Görünmeyen Emek Kır Kafesini, Jin Şêr Naxazın Aşitiye Dıxazın” yazılı pankartla alanda yerini aldı. İmece kortejinden “Külkedisi Değil Ev işçisiyiz”, “Sendika, Sigorta İstiyoruz”, “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Kadınların Örgütlü Mücadelesi”, “Uyan, Diren, Özgürleş”, “Mutfaktaki Tencere Kimin Umurunda, Bu Dünyanın Yükü Benim Sırtımda” sloganları yükseldi.

Tertip Komitesi Üzerinden Kadınlara Gözdağı

Geçen yıl düzenlenen 8 Mart mitinginde kitle tarafından Öcalan lehine atılan sloganları engellemediği gerekçesiyle tertip komitesine TCK’nın 53 ve 54. maddeleri uyarınca dava açıldı. İlk duruşması 29 Mart günü Kadıköy 5. Sulh Ceza Mahkemesinde görülen davayı, 8 Mart kutlamalarını örgütleyen tüm Kadın örgütleri adliye önünde protesto etti.

23


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

“Benim Gibi İşçi Kadınlarla Deneyimlerimizi Paylaşmak İstiyordum” Yıldız AY Röportaj

24

4

-8 Mart 2011 tarihinde Venezüella’da düzenlenmiş olan Dünya Kadın Konferansı’na İmece Kadın Dayanışma Derneği adına Delege olarak giden Yıldız Ay’la Konferansa dair sohbet ettik; S.Dayanışma: Merhaba Yıldız abla. Yıllardır mücadele ediyorsun ve kazanımların var ve delege olarak dünya kadın konferansına katıldın, bunlar nasıl gerçekleşti? Yıldız: Şimdiye kadar çok fazla mücadele verdik. Yoksul ve baskıcı bir aileden geliyordum. Mücadele vermemin sayesinde bu durumdayım. Özgürlük tabi ki birden bire olmuyor. Yavaş yavaş özgürleşiyorsun. Verdiğin mücadeleden, aldığın kültürden, okuduğun kitaplardan dolayı ve bunları pratiğe geçirdikçe özgürleşiyorsun. Ben baştan bu yana çok şey kazandım ama ben tek başıma özgür değilim. Tüm kadınların özgür olması gerekiyor ki ben de özgür olabileyim. Sokağa çıktığımızda özgür değiliz. İş yerinde özgür değiliz. Tek başına özgürlük yetmiyor toplumsal bir özgürlük gerekiyor. S.Dayanışma: Peki Venezüella nasıldı? Konferans nasıl geçti? Yıldız: Venezüella’ya gelecek olursak İmece Kadın Dayanışma Derneği’nde vermiş olduğum mücadeleden dolayı arkadaşlar beni delege olarak seçtiler. Konferansa bütün dünyadan kadınlar katılacaktı. Bunlar sıradan kadınlar olacaktı. Sıradan kadınlar derken işçi kadınlar. Ve ben de bir işçi olduğum için, çok önemliydi benim için işçi kadınların katılıyor olmaları. Konferansın temel amacı da buydu. Venezüella’ya gittik fakat bir sürü sıkıntılarla gittik. Oraya gittiğimizde çok fazla aksaklıkla karşılaştık. Venezüella’ya gitme amacımız, verdiğimiz mücadeleyi, deneyimlerimizi, gündelikçi kadınların sorunlarını, dünyanın her yanından gelen

kadınlarla paylaşmak ve sorunlarımızı ortaklaştırmaktı. Ve diğer kadın arkadaşların deneyimlerini paylaşmaları benim ve diğer arkadaşlarım için önemli olacaktı. Fakat oraya gittiğimizde beklemediğimiz bir durumla karşılaştık. Bu paylaşımları aktarabileceğimiz bir ortam yoktu konferans salonunda. Salona gittiğimizde her şey belirlenmiş, divan hazır bir şekilde yerini almıştı. Ülkelerden gelecek kadınların sayısını 5 bin kadın hayal ederken 500 kadın vardı. Yaklaşık 30 ülkeden kadınlar vardı. Ve delegeler kendi ülkelerini temsilen sorunlarını dile getireceklerdi fakat ilk gözlemime göre böyle bir şeyin gerçekleşmesi çok inandırıcı gelmedi. Kürt kadın mücadelesini temsilen gelen Sebahat Tuncel ve Reyhan Baydemir, genel olarak kadınların yaşadığı sorunların yanı sıra burada yaşanan sıkıntıların ve antidemokratik işleyen konferansın da tartışılması gerektiğini söyleyince konuşmaları engellendi ve Kürdistanlı kadınlar bu sorunları tartışmadıktan sonra herhangi bir sonuç elde edilemeyeceğini söyleyerek konferanstan çekildiler. Bunların sebebi konferansı düzenleyenler arasında yer alan ve Venezüella ayağını örgütleyen kadın örgütü Anasoto denilen grubun tavrıdır. Bunlar tabandan gelen bir örgüt değil ve içerisinde kadınlardan çok erkeklerin olduğu bir yapı. Chavez muhalifi bir partinin kadın kolları sıfatındalar. Kadın örgütünde erkekler çalışıyor. İşin özü Chavez muhalifi olduklarından doğal olarak Chavez destek vermeyince bunlar organizasyonu beceremediler. Kürdistanlı kadınlar ayrıldıklarını söylediklerinde biz geri çağrılmaları için Türkiyeli kadınlar olarak toplantı yaptık ve geri çağrılması için divana öneri verdik. Kürt kadınlarının kaç yıllık deneyimlerini paylaşmaları önemliydi. Ama bir sonuç çıkmadı.

Bir gün sonra delegeler olarak girdik konferansa. 30 ülkeden sunumlar yapıldı. Biz İmeceli kadınlar olarak bu durum üzerine toplantı ve değerlendirme yaptık. Bu konferansın gidişatında bir umut olmadığını konuştuk. Genel mecliste sorunlarımızdan bahsedemeyeceğiz, deneyimlerimizi aktaramayacağız dedik, çünkü delege olarak sana söz hakkı verilmiyor. 5 dakikalık söz hakkı veriliyor 5 delegesi olan ülkelere. Bölüşsek birimize 1 dakika düşecek. Delege olarak orada olmanın anlamı olmadığını gördük. Sadece eleştirilerimizi iletmenin anlamlı olabileceğini konuştuk ama o da mümkün olmuyordu. Gözlemek için arkadaşlarımızdan birilerini bıraktık ama ben delege olarak bir daha girmedim toplantıya, sonrasında atölyelere katıldım. Atölyelerde gerçekten sıradan kadınlar vardı. Bario’lardan gelen kadınlar. Mahalle temsilcileriydiler, mahallesinde örgütlenme yapan, komisyonlardan kadın vardı. Benim açımdan konferanstansa atölye daha önemli ve anlamlıydı. Ve daha demokratikti. Ben Türkiye’deki gündelikçi kadınların sorunlarından bahsettim, neler talep ettiğimizden ve neler yaptığımızdan. Bir sonraki gün atölyenin sonuç bildirgesi için gittiğimizde barriodan gelen bir kadın arkadaş gündelikçilerin çalışmalarının yasa altına alınması, haklarının verilmesi için öneri sunmuştu. Bu beni çok mutlu etti. 8 Mart günü bütün dünyadan kadınlarla yürüdük Karakas’ta. Hep beraber 8 Mart’ı kutladık. Çok güzel geçti fakat çok az kadın vardı. Bunun sebebi de daha önce söylemiştim Chavez’i destekleyen kadınların olmaması. Bizim bu sorunları yaşamamızda temel neden, Anasoto denen grubu çok yüceltmeleri ve bizim çok iyi bilgi almadan gitmemizdir. Türkiye’den 5 delege vardı onlardan bir tek ben sıradan kadındım, hepsi okumuş kadınlardı.


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

Dünya Kadın Konferansı Hayal Kırıklığı Yarattı Elif CAN

İ

lk kez 2006’da Almanya’daki bir toplantıda ortaya atılan ve 2008 yılından beri Almanya, Venezüella, Ekvador ve Arjantin’in öncülüğünde çeşitli ülkelerde hazırlıkları süren 2011 Dünya Kadınlar Konferansı 4-8 Mart tarihleri arasında Venezuela’nın başkenti Caracas’ta gerçekleştirildi. Konferansa 37 ülkeden 102 delege katıldı. 4 Mart günü, Nuevo Circo stadyumunda gerçekleştirilen açılış etkinliğinin ardından öğleden sonra Simon Bolivar üniversitesinde konferansın başlatılacağı bilgisi verildi. Ancak oraya gidildiğinde eğitimin sürdüğü ve sınıfların dolu olduğu gerekçesiyle kadınlar içeri alınmadı. Dünyanın dört bir yanından gelen kadınlar önce kalacak yer sorunu ile karşılaşmıştı şimdi ise konferans yerinin de hazır olmadığını öğreniyordu. İnisiyatif komitesi meseleyi teknik bir sorun gibi yansıtarak konferansın ertesi gün başlatılacağını iletti. Ne özeleştiri vermekten yanaydı ne de sağlıklı bilgi vermekten yana. Oysa delegeler arasında, “ev sahibi Ana soto örgütünün Chavez hükümeti ile ilişkilerinin çelişkili olduğu, bu nedenle konferansın hükümetten destek alamadığı” söylentileri dolaşıyordu. Sahip olduğumuz bilgiler bir türlü söylentilerden öteye ulaşamıyordu. Hazırlık süreci boyunca kendini hissettiren “açıklık ve eşit katılım sorunu” konferansın ilk anından son dakikasına kadar yaşanmaya devam etti. Konferansın temel ilkelerinden kabul edilen “eşit söz hakkı” sözde kaldı. Tüm süreç organizasyona önayak olan 4 ülkenin belirleyiciliğinde yaşandı. Konferansın başlangıcında kendilerini ‘divan’ ilan eden organizasyon komitesi, sonuç bildirgesinde de

kendilerini “konferans sürecinin değerlendirmesinin yapılacağı bir yıl” için yetkili kıldı. Konferans boyunca ise sürecin yönetimini, nedenlerini sadece kendisinin bildiği aksamalara, ertelemelere, oyalamalara mahkûm etti. Organizasyon eksikliklerine ve sürecin anti demokratikliğine ilk isyanı yükselten Kürt delegelerin, sorunları tüm delegasyonla birlikte tartışma ve çözüm arama önerisini “konferansı bölmekle” itham ederek dışlayan komite, kendini tartıştırmama noktasında çok katı bir tutum aldı. Kürt delegeleri konferanstan çekilmeye zorlayan bu tutum başta Türk delegeler olmak üzere tüm konferans tarafından mahkûm edilince kısmen geri adım attılar. Sonrasında gelen öneri ve eleştiriler bölücülük ithamıyla değil, geçiştirici, oyalayıcı tavırlarla karşılandı. Nihai durumda değişen bir şey yoktu. Delegasyonun genel manzarasına bakıldığında hemen hissedilen “kendi ülkesindeki kadın mücadelesinin temsiliyetini sağlayacak nicelik ve niteliğe sahip olma” konusundaki yetersizlik ise ilk olmanın yarattığı organizasyon eksikliğinden çok, hazırlık komitesinin yöneliminin sonucu olduğu izlenimi veriyordu. Hazırlık sürecini yürüten ülkeler arasında en fazla iletişim ağına ve organizasyon yeteneğine sahip olan Almanya, bu konuda baş aktör olarak görünüyordu. Avrupa’nın çeşitli ülkeleri adına gelen delegelerin arasında Türkiyeli kadınların çokluğunu görmek ilk şaşkınlığı yaşatmıştı bizlere, durumun bundan ibaret olmadığını da konferans boyunca anladık. Örneğin, X ülkesinin temsilcisi olarak gelen delegeler Avrupa’nın Y ülkesinde yaşayan kadınlardan oluşuyordu. Ya da Z ülkesinin delegasyonu o ülkedeki sadece bir tek kadın örgütünün temsilcilerinden oluşuyordu. Konferansın Venezüela’da olmasının siyasi anlamı, buradaki mücadele dinamikleriyle güçlü

bağlar kurulabildiğinde önemli olurdu. Ancak ev sahibi olan Ana Soto örgütü kendisi de bu bağları güçlü kuramamış, toplantılara ve etkinliklere yüz civarında kadın katabilen bir örgüttü. Dolayısıyla açılış etkinliğinden, 8 Mart yürüyüşüne kadar konferansın hiçbir aşamasında Venezüela sokaklarında hemen hissedilen devinim hissedilmiyordu. Konferans içerik açısından da derinlikten yoksundu. Her ülkede kadın hareketinin nasıl geliştiği, örgütlenmelerinin ne durumda olduğu ve nasıl bir enternasyonal örgütlenme yaratılabileceği gündemlerini tartışması beklenen genel mecliste, organizasyon sorunlarına bir de zamanın kötü kullanılması eklenince ancak ülke raporları niteliğinde bilgiler paylaşılabildi. Tartışmak ve birbirinin deneyiminden öğrenmek ise hiç mümkün değildi. Delegasyonun verdiği bilgilerde her ülkenin kimi özgün yanları bulunmasına rağmen raporların çoğu genel içerikliydi. Ortak noktaları, tüm dünyada kadınların çoğunluğunun yoksulluk ve şiddet ile karşı karşıya olduğu gerçeğinin altını çizmeleriydi. Bununla birlikte konferans boyunca en fazla dile gelen kavram “sosyalizm”di. Ancak bu da deneyimler ve yol açıcı perspektifler seviyesinde değil, ajitasyon biçiminde tekrarlanan bir şeydi. Belirlenen 12 temada 3 gün boyunca sürdürülen atölye çalışmaları, daha çok tabandan gelen kadınların, somut meselelere yoğunlaşan paylaşımlarını sağlayan niteliğiyle genel manzaranın istisnasını oluşturmaktaydı. Atölyelere Venezüela’dan katılan -Ana Soto’lu veya Chavezci-kadınlar, coşkuyla toplumlarındaki dönüşümden, bu dönüşümün sorunlarından ve onlarla başa çıkma yöntemlerinden bahsediyorlardı. Konferansın genel meclisinde hissedilmeyen paylaşım ve sahicilik duygusu atölyelerde yaşandı. Buralarda da moderator olma yetkisini elinde bulunduran hazırlık komitesi sonuç bildirgele-

rinin oluşumu sürecini yine kendi politik yönelimleri doğrultusunda manipüle ettiler ama en azından sürecin kendisi paylaşımlara açıktı. Buralardan çıkan sonuçlar da son gün katılımcılarla paylaşıldı. Konferansın sonuç bildirgesinde, 5 yıl sonra yapılması öngörülen ikinci kadın konferansı için bir yıl sonra yapılacak değerlendirme toplantısında komite oluşturulması kararı alındı. Eylem konusunda temel prensipler, kadınların kurtuluşu için ve kapitalizme, emperyalizme karşı ve daha iyi bir dünya hayali ve umudunun cevabı olan sosyalist bir alternatif için mücadele olarak belirlendi. Tüm dünyada kapitalizmin egemenliğine, ataerkil sisteme, emperyalizme karşı tüm insanlığın özgürlüğü, kendi hakları ve özgürlükleri için mücadele eden kadınların mücadelesini anma günü olan 8 Mart’ın tarihsel özünü yeniden geri almak için çalışma yürütülmesi; 1 Mayıs’lara güçlü katılıp, özellikle kadın işçilerin hakları için ve çocuk emeğinin sömürülmesine karşı tavır konulması; 25 Kasım’larda kadınların maruz kaldığı her türlü şiddete karşı mücadele edilmesi benimsendi. Konferansa damgasını vuran soyut Sosyalizm vurgusu sonuç bildirgesine sınıf indirgemeci yaklaşım olarak yansıdı. Gerek kadın mücadelesinin gerekse –çokça lafı edilen-sosyalizm mücadelesinin somut kazanımlarını içermeyen, cinsiyet özgürlükçü bir içerik taşımayan bir sonuç bildirgesi ortaya çıktı. Bir bütün olarak süreç değerlendirildiğinde bu konferansın dünya kadınlarının enternasyonalist birliğini ve dayanışmasını sağlamaya dönük bir ilk adım olabilmesi ancak ve ancak, konferansa damgasını vuran anlayışın mahkûm edilmesi, yepyeni bir anlayışın ve bunu hayata geçirecek öznelerin ortaya çıkmasıyla mümkün olacaktır. Aksi takdirde bu konferans en iyi değerlendirmeyle, akamete uğramış bir deneme olmanın ötesine geçemeyecektir.

25


Sosyalist Dayanışma / Nisan 2011

Nükleere Hayır, İyi Yaşamaya Evet TÜSİAD ve MÜSİAD “ucuz enerji istiyoruz” diye inat ettikçe doğayı bozan sayısız küçük HES’e ve kamu parasıyla toplumun hayatını tehlikeye atacak Nükleere yatırım yapmak, piyasacı AKP’nin en büyük amacı oldu. Temiz ve yenilenebilir enerji, emeğiyle geçinenlere yük olmadan üretilmeli.

Mehmet ÖZGÜR

Nükleercilere sormak gerek, bu teknoloji bu kadar güvenli ise neden hiçbir sigorta şirketi sigortalamıyor. Barajları, kimya fabrikalarını, rafinerileri, termik santralleri bile sigortalayan büyük sigorta şirketleri neden nükleer santralleri sigortalamıyor.

N

ükleer santraller “ucuz enerji” için her fırsatta açıklama yapan sermayedarların temel isteği. Tabi doğanın ve insan hayatını tehlikeye atmanın maliyeti yok onlar için. Doğa bedava insan sağlığı da önemli değil. Nükleer enerji gelişme ve daha iyi bir yaşam için şart olmadığı gibi, pahalılığı, tehlikesi, teknik-merkezi üretime/uzmanlaşmaya dayalı demokratik-denetlenir olmayan tekno-bürokratik yapısı ve tabi ki atıklarının ne yapılacağının bilinememesi ile insanlık ve Türkiye için çokyönlü zararları olan işletmeler. Daha da önemlisi alternatif enerji sistemleri ve kamusal enerji sistemlerinin hızla gündeme geldiği ve hızla ucuzlamakta olduğu bir dönemde 10 yıl içinde 20 milyar dolara yapılacak ve Türkiye enerjisinin sadece %5-6 kadarını sağlayacak santralin akılcı bir yatırım olmadığı açık.

Hiçbir Şirket Sigortalamıyor?

Nükleercilere sormak gerek, bu teknoloji bu kadar güvenli ise neden hiçbir sigorta şirketi sigortalamıyor. Barajları, kimya fabrikalarını, rafinerileri, termik santralleri bile sigortalayan büyük sigorta şirketleri neden nükleer santralleri sigortalamıyor.

Atıklar Ne Yapılacak?

Nükleer atıkların işlenmesi ile ilgili kimyasal bir teknoloji yok. Atıklar gömülüyor ve binlerce yıl radyoaktif kalmaya devam ediyor. ABD ve Almanya yeni nükleer santraller yapmadıkları gibi atık problemiyle de karşı karşıyalar. Örneğin ABD tüm atıklarını Los Angeles’a yakın Yucca dağına

26

gömmek isterken bölge halkının tepkisi ile karşılaştı ve sorun devam ediyor.

Ucuz Değil

Nükleer santral ihalesinde hükümetin verdiği alım garantisi fiyatı, 10 yıl sonra alım başlayacağı için hiç de ucuz değil. Yatırım maliyeti çok yüksek ve santralin görev süresi bittikten sonra kaldırmak bile milyarlarca dolara mal oluyor. ABD ve AB hükümetleri bu enerjiyi ekonomilerinde enerji yoğunluğu çok iken 1970’lerde kullandılar, oysa 15 yıldır üretimlerindeki enerji kullanımını arttırmadan, üretimlerini arttırıyorlar. Türkiye bu anlamda hala “enerji yoğun” üretimde ısrarcı.

AKP’nin ırkçı büyüme stratejisi

Temel olarak sanayinin ucuz emeğe, yoğun ve ucuz enerjiye dayalı üretim yapısına dayanması AKP’nin 2011-14 Sanayi Stratejik Planında var. Plan Türkiye’nin “Avrasya’nın Üretim Merkezi” olmasını öngörüyor. Sanayinin enerji yoğunluğunu düşürmek ve bunun için patronların kârlarının bir kısmını ayırmalarını istemek en mantıklı yöntem. Ancak AKP, sermaye çevrelerinin politikalarını yürüten bir parti ve toplumun sağlığı sermayenin kârlarının yanında onun için hiç bir şey… Ayrıca enerji talebi bakanlığın hesaplarındaki kadar yüksek değil.

Alternatif Kaynaklar Var

Alternatif kaynaklar dünyada hızla ucuzluyor. Küba gibi kaynakları sınırlı bir ülke bile 2001 yılında 2000’den fazla okulu güneş enerjisinden elde ettiği elektrikle işletmeye aldı. İspanya’da

rüzgâr enerjisi %20’lere doğru yükseliyor ve rüzgârlı günlerde %45’i geçen oranda elektrik enerjisi rüzgârdan sağlanmış durumda. AB’de, rüzgâr 2020’de enerji üretiminde %20 oranında kullanılacak. Yine “pasif bina” kampanyası 2020 yılında tüm binaları çok az enerji kullanan, kendi enerjisini üreten binalara dönüştürmeyi hedefliyor. 10 yılda tamamlanacak nükleer santral yerine hızla ucuzlayan bu alana yatırım anlamlı olacaktır.

Bölgesel ve Merkezi Isıtma-Soğutma Sistemleri

Alışveriş merkezleri kendi cojenerasyon sistemleri ile elektrik ve ısıtma-soğutma sistemlerini dışarıdan sadece doğalgaz alarak ama çok verimli ve ucuz bir şekilde elde ediyorlar. Bu sistemlerin alternatif belediyecilik uygulamaları ile toplumsal çıkarlar düşünülerek yaygınlaştırılması mümkün. Ege bölgesinde böyle ilçeler bulunmakta. Ancak kamusal olan bu çözümler, elektrik ve doğalgaz dağıtımını özelleştiren AKP’nin ve patronların işine gelmiyor. Kısaca söylersek, ucuz emek ve yoğun enerji temelli, saldırgan bir büyüme modeline dayalı sanayi stratejisi güdülüyor. Hükümet sermayedarların kârlarından pay almak istemediği için ekolojik ve insani gelişmeyi bir yana bırakmış ve doğa insan karşıtı, enerji oburu bir yönelime girmiş durumda. Alternatif büyüme modelleri, toplumun çoğunluğunun insani refahı ve doğanın korunmasını sağlayacak şekilde geliştirilebilir. Bu günümüzde oldukça mümkün...


Nisan 2011 / Sosyalist Dayanışma

Özgürlüğe Yolculuğun Tarihinden Bir Kesit: “PRESS”

“90

’lı yılların ilk yarısında çatışmaların yoğun yaşandığı günlerde, bir avuç gazeteci Diyarbakır’da yaşanan insan hakkı ihlallerini dünyaya duyurmaya çalışmaktadır. Faysal, yaptığı bir haberde orduyla ilişkisi olan bir çetenin izine rastlar. Çete, bölgedeki birçok cinayetin zanlısıdır. Çete haberinden sonra Faysal tehdit telefonları almaya başlar, ancak çetenin üzerine gitmeye devam eder.”(Filmin tanıtım sitesinden) 90’lı yılların başında mücadeleye atılan bütün devrimcilerin hayatlarında önemli bir yeri vardır “Özgür Gündem” gazetesinin. Aylık ya da haftalık çıkan kendi yayın organlarımız dışında, günlük takip edebileceğimiz tek alternatif gazeteydi. Kürt Özgürlük Hareketi’ne mesafeli duranlar açısından bile durum böyleydi. Yalnızca Kürt Halkının sesi değildi Özgür Gündem, bizim de sesimizdi, bizdendi. Geldiğimiz noktayı anlamının yolunun, mutlaka 90’lı yıllarda yaşananları kavramaktan geçtiğini düşünüyorum. 12 Eylül faşist darbesi, önceki dönemi bıçakla keser gibi kesmişti. Henüz 80 öncesinin mücadele tarzından başka yol iz bilmeyen bizler, az ama kararlı devrimci gençlerdik. Gerçi hitap ettiğimiz kitle 80 öncesinin kitlesinin ruh halinde değildi. Bu yüzden bocalamalarımız çok oluyordu. Halklaşmayı başaran tek dinamik “Yurtsever Hareket”ti. Onlarla temasımız yoğundu. Kitaplardan edindiğimiz bilgilerden öteye, “yok sayılan ve yok edilmeye çalışılan bir halk” gerçeği birebir tanıklıklar üzerinden bilinçlerimizde çok daha berrak hale geliyordu. Ve giderek bizler de yaşananların dolaylı tanıkları haline geliyorduk.

muhabirleri ve dağıtımcıları ya öldürülmüş, ya kaybedilmiş, ya da ceza aldıkları için yurtdışına çıkmak zorunda kalmış.

Kürt Halkının temsilcileri, 2011 Newroz’unda yaptıkları konuşmalarda 90’lı yılların Newroz’larına atıfta bulundular. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bugün geldiği seviyenin o yılların devlet terörü, baskı, yıldırma ortamı içinde savaşanların eseri olduğunu vurguladılar. Zaman zaman yaşanılan dönemin esiri olup, geçmiş çok kolay silip atılabiliyor. Bu durum, masum bir unutkanlıktan öte, “liberal siyaset”in değirmenine su taşıma işlevi görüyor. Mücadeleyi bütünlüklü göremeyince “devrimci siyaset” çok kolay itibarsızlaştırılabiliyor düşüncelerde. Hafızayı canlı tutmak, günümüzün “tatlı su solcuları”na yerlerini yurtlarını hatırlatmak önemli. Bir de bu nedenle, 90’lı yılları yaşamamış olanlar mutlaka gitmeli Press filmine. 1992-1994 yılları arasında Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunda yaşananları anlatıyor film. Filmin yönetmeni Sedat Yılmaz Kürt değil, birebir yaşamamış çektiklerini. O dönem Özgür Gündem’de çalışan Bayram Balcı danışmanlık yapmış kendisine. Bayram Balcı, o günlerden kalan, tanıklık edebilecek çok az kişiden biri. Çünkü o dönemin Özgür Gündem

Kahramanlaştırmalara gitmeden, döneme ışık tutmayı başarmış yönetmen. Bir dönemin gerçekliğini yansıtırken sürükleyici olmayı da sağlayabilmiş. Ajitasyona kaçan duygusal öğeleri de hiç göremiyoruz filmde, belgesel tadında olmuş. Sarsılıyor izleyen ama dramatize edilen hikâyeden dolayı değil, duru gerçekliği yansıtan sahnelerin yarattığı birikim yüzünden. Farklı tiplemelerle o günün ruh halinin, kişilik özelliklerinin farklı yönlerini yansıtabilmiş. Gazeteye yönelik baskıyı işlerken devlet terörünün karmaşık yapısını, yerel işbirlikçi güçlerle bağlantısını, karanlık ilişkileri, yine olay örgüsü içinde sade bir dille işleyebilmiş. Oyunculuklar sade ve başarılı, o güzel insanların sadeliğini yansıtıyor. Özellikle dağıtımcı rolündeki Aram Dilbar (Fırat) çok etkileyici; yolda görsek sarılır öperiz Fırat’ı, öylesine içten bir karakter yaratmış yönetmen Yılmaz. “Fırtına”dan tanıdığımız Asiye Dinçsoy da (Songül rolünde) hafızalarımızda iz bırakan bir oyunculuk sergiliyor. Press filmi, politik sinemamızın en güzel örneklerinden biri olmuş. İstanbul’da birkaç sinemada gösterime girebildi. Haftalar süren gösterim zamanı da olamayacaktır kesin ama mutlaka bizler tarafından izlenilmesi gerekiyor. Press’e gitmek ve o onurlu tarihi yaratan “güneşin çocukları”na bir selam durmak boynumuzun borcu olsun…

Zeynep KORU

Kahramanlaştırmalara gitmeden, döneme ışık tutmayı başarmış yönetmen. Bir dönemin gerçekliğini yansıtırken sürükleyici olmayı da sağlayabilmiş. Ajitasyona kaçan duygusal öğeleri de hiç göremiyoruz filmde, belgesel tadında olmuş. Sarsılıyor izleyen ama dramatize edilen hikâyeden dolayı değil, duru gerçekliği yansıtan sahnelerin yarattığı birikim yüzünden.

27


D

ünya bir alev topuna dönüşüyor. İsyan artık bugünlerin en çok duyulan kelimesi oldu. Büyük insanlık, tüm sindirme, hipnotize etme, uyuşturma çabalarına karşı isyan diliyle konuşmaya başladı. Emperyalizm, yine her zaman en iyi bildiği işe, bombalar ve ölüm yağdırma işine soyundu. Halkların isyanından kendilerince nemalanma peşindeler. Fakat öyle görünüyor ki 2008 krizinin emekçi kesimlerde ve ezilenlerin dünyasında yarattığı tahribat, isyan ateşini tüm dünya çapında harlamaya devam edecek. İsyancılar, kendi yollarından yürüyerek adalet ve özgürlüğe ulaşmaya çalışacaklar. Daha geçen gün İngiltere tarihinin en büyük gösterilerinden birine sahne oldu. Yüz binlerce insan, sermayenin yarattığı krizin bedelini ödememek için sokaklara döküldü. “Bankaları yıkın!” diyen göstericiler düzenin saçmalığına, kan emiciliğine karşı alttakilerin öfkesini sokaklara, bankalara, sermayeyi temsil eden ne varsa ona kustular.

İsyan Ateşi Buralara da Uğrar mı?

Kürt halkı zaten sokaklarda. Genci, yaşlısı, milletvekili, kadını bir olmuş itaatsizlik haline geçmişler. “Taleplerimizi ya siz gerçekleştirirsiniz ya da

biz kendimiz” diyorlar. İnadına direniyorlar, sokakları mesken tutuyorlar. Batı’da ise adı isyanla bir anılan kızıl bayramımız 1 Mayıs’ın yaklaşan soluğu dahi kalpleri daha bir hızlı attırmaya yetiyor. Acılarımızın, cehennemimizin hesabını kesme günü yaklaşıyor. Bu ülkenin yarattığı dolar milyarderlerinin hangi acılarımız, özverilerimiz, yıkımlarımız pahasına gerçekleştiğini tüm dosta düşmana gösterme günü. Arap halklarının dünya siyasi literatürüne kattıkları gibi “Öfke günü”. Geleceği elinden alınan ve tüm hayatı bir kalemde pis su kanallarına süpürülen bizler hep görünmez olmak zorunda mıyız? Hep içimize mi atmalıyız sıkıntılarımızı? Hep şükür mü etmeliyiz mahkûm edildiğimiz sefalete? Çoluğun çocuğun sersefil olmasını görmezden mi gelmeliyiz? Sıkılan yalanlara hep kanıyor gibi mi yapmalıyız? “Dokunursam yanarım” diye hep sakınmalı mıyız kendimizi, bir yandan cehennem ateşlerinde, borç bataklarında, haysiyet çıkmazlarında kavrulup dururken? HAYIR! 2011 1 Mayıs’ında İstanbul Taksim’de isyanın soluğu, yoksulun öfkesi, yıkma ve kurma enerjisi hissedilmeli. “Başka bir

Ezilenlerin Öfke Günü 1 Mayıs’ta Buluşalım dünya mümkünse” o dünyanın yapıcıları sahne almalı. İçi boşaltılan, hatta AKP’ye teşekkürler düzülen bir panayır değildir 1 Mayıs. Envai çeşit hainin, işçiyi sendikasına polis zoruyla yaklaştırmayan sendikacı bozuntusunun nutuklarına kapalıdır 1 Mayıs. Tek sermayesi iktidara yalakalık yapmak olanlara da yer yoktur orada. Direne direne, Taksim’i sokak sokak kazananların sesinin bastırılacağı bir 1 Mayıs’ı kimse hayal bile etmemelidir. Hayalleri kursaklarında kalır. Hep birlikte tüm fesatların hayallerini kursaklarında bırakacağız.

İşçilerin, işsizlerin başka bir dünyanın peşinde olduğunu ve böyle bir dünya kurma arzusu ve enerjisine sahip olduğunu göstereceğiz. 1 Mayıs’ı sendika bürokrasisini kutsama günü olmaktan çıkaracağız.

Ekmek, onur, hürriyet için İSYANA! 1 MAYIS’A!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.