Sosyalist Dayanışma Dergisi Eylül 2011 8. Sayı

Page 1

“Politik Durum 90’lı Yıllara Ne Kadar Benziyor?”

Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

YIL: 1 SAYI 8

EYLÜL 2011

BU ABLUKA DAĞITILACAK! HALKLAR BARIŞI

KAZANACAK!

Kavgayı Büyütmek İçin Daha Fazla Emek, Daha Fazla Israr Zamanı! Küresel Krizde Yeni Dip ve Türkiye “Arap Baharı”nın Geldiği Aşama ve Suriye Blok, Değerlendirmeler, Eleştiriler “Akp Demokrasisi: Evdeki Hesap ve Çarşı “ Dünya Güçler Dengesinde Büyük Dönüşümün Sancıları Küreselleşmenin Üçüncü Döneminde Ekonomik Kriz Nasıl Bir Zafer Liselerde Yeni Dönem ve Adalet/Onur/Bilinç Kıdem Tazminatı Fonu’nda Masallar, Gerçekler… Bizim Yönetmen’in Bir Filmi Daha: “Tehlikeli Yol”


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

Zulmünüzün Artışı, Sonunuzun Müjdecisidir! Yaşadığımız günlere dünyanın neredeyse her noktasında ezilen halkların adalet, eşitlik ve özgürlük için büyüttüğü isyanlar damgasını vuruyor. Tunus’lu genç işsiz Bouazizi’nin yaktığı ateş ve ödediği bedel, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş halkların çığlığını duyulur kıldı. Büyüyen isyanın gür sesi Mısır’dan Londra’ya, Şili’den Atina’ya, Diyarbakır’dan İstanbul’a, oradan oraya yankılanarak her geçen gün daha da güçleniyor. Halkların isyanının fonunda ise kapitalizmin şiddetlenen krizi sürüyor. Dünyanın kanını iliğini kurutan ağalar beyler, hepimizin elini kolunu bağlayıp neo-liberalizm bayrağı altında istedikleri gibi onlarca yıldır at oynatanlar, uçurumun kıyısındalar. Yaklaşmakta olan kusursuz fırtına bekleniyor. Azgın kar hırslarının yüz binlerce çocuğu açlıktan, susuzluktan ölüme mahkûm ettiği kahrolasıca düzenlerinin yaşadığı sarsıntı daha saldırgan, daha da savaşçı kılıyor onları. Büyüyen isyan ve bir türlü içinden çıkılamayan kriz, her tarafta savaş tamtamlarının daha güçlü çalınmasına yol açıyor. Halkların birbirine kırdırılmasının, halkları birbirine düşmanlaştırmanın iktidarlarını korumak için en uygun yol olduğunu düşünenler özgürlük ve barış isteyenlere saldırılarını arttırıyorlar.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 8 Eylül 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Estet Matbaacılık Adres: Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı- İST Tel: 0212 565 17 74

2

İşte bunun en açık kanıtı 1 Eylül Dünya Barış gününde İstanbul’da yaşananlardır. Barışı, kardeşliği savunmayı bir suçmuş gibi yansıtmaya çalışanların “Artık yeter!” diyerek kendini sokaklara atan cesur insanlara vahşice saldırısının damgasını vurduğu bir rezalet yaşandı o gün. AKP kurulan savaş hükümeti marifetiyle kardeşlik isteyenlerin, ülkenin kanayan yarası Kürt Sorunu’nun demokratik çözümü için mücadele edenlerin, barış diyenlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin adalet, eşitlik taleplerinin susturulması amacıyla, insanlığın umudunu kırabilmek için her cephede, her mevzide saldırıyor. 1 Eylül mitingine yapılan saldırı sonrasında da onlarca insanımız yaralandı, gözaltına alındı. Ve de 1’i çocuk 39 tanesi sudan sebeplerle tutuklandı. Tutuklananlar arasında SODAP’ın aktif temsilcisi Yıldırım Salih İnce de bulunmaktadır. Arkadaşımızın hukuken tutuklanmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Tutuklama kararı tamamen siyasi gerekçelerle alınmıştır. İsyan rüzgârlarının önünün alınabilmesinin bu yolla mümkün olabileceğine inanmaktadırlar. Ülkemizdeki ezilenlerin güçlerini birleştirmelerini bu şekilde engelleyebileceklerini düşünmektedirler. Zihinlerine ve eylemlerine kelepçe vuramadıklarını, paranın ve düşkünlüğün kölesi yapamadıklarını, büyük insanlığa inancını tüketemediklerini içeriye tıkarak etkisiz kılmaya çalışmaktadırlar. Fakat yanılıyorlar. Hevesleri kursaklarında kalacak. Yüzlerce, binlerce, on binlerce Yıldırım’la nasıl başa çıkacaklar? Özgür yarınlar, kardeşçe bir dünya, Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Ermeni, Süryani, Alevi, Sunni hepimizin özümüzü unutmak zorunda olmadan, insanca yaşayacağı bir ülke, kimsenin açlıkla, işsizlikle, yoklukla sınava çekilmediği bir düzen kavgası her ne pahasına olursa olsun, bedeli ne olursa olsun büyüyecek. SODAP da bu kavganın kararlı bir parçası olmaya sonuna kadar devam edecek. Yıldırım Salih İnce serbest bırakılsın! Devrimci tutsaklar onurumuzdur! Bu abluka dağıtılacak! Özgür yarınlar kazanılacak!


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

“POLİTİK DURUM 90’LI YILLARA NE KADAR BENZİYOR?”

P

olitik ortam seçimlerden hemen sonra hızla gerildi. Önce “boykot krizi”, ardından çatışmaların yoğunlaşmasıyla Türkiye 90’lı yıllardaki havaya yeniden girmeye başladı. Kandil’e yoğun hava saldırıları arasında yapılan son MGK toplantısı sonrasında yayınlanan bildiri bütün yönleriyle 90’lı yıllardaki “topyekun savaş” günlerini hatırlattı. Sadece PKK değil, onunla arasına “mesafe” koymayanlar da bedel ödeyecekti. “Teröre karşı mücadele” sivil alanlardan da destek görmeliydi. Beşir Atalay, yeni “entegre stratejiyi” şöyle özetliyor: “Yürüttüğümüz politika, hepsi bir stratejinin bir parçası. Entegre bir strateji. Bütün boyutlarını göz önüne alan, hiç bir boşluk bırakmayan bir bakış. Bu şekilde devam edecek” “Bu manada çok boyutlu güvenlik tedbirlerimiz sürüyor ve sürecek. Güvenlikte hiç bir boşluk olmayacak. Yeni çalışmalar da var. Alan hâkimiyeti olarak ve sınır ötesi operasyonlar olarak bir boşluk olmayacak. Çünkü bu olmadığında diğer çalışmalarınızda da yeterli sonuç alamazsınız. Hukukun içinde olma hassasiyetimiz var daima. Bütün bu çalışmalarımız hukukun içinde olacak, hiç bir olağanüstülük olmayacak, hukuk dışılık asla olmayacak.” Sadece açıklananlara baktığımızda bunların 90’lı yıllar boyunca söylenenlerden farkı yoktur. Belki “hiç bir olağanüstülük olmayacak, hukuk dışılık asla olmayacak” vurgusu yeni sayılabilir. Fakat yeni kurulan “telekulak cumhuriyeti”nde hukukun nasıl işlediği artık biliniyor. 90’lı yıllarla günümüz koşullarındaki farklılık Devlet ve Kürt Hareketi açısından irdelenmelidir. Ancak böyle gelecek ile ilgili daha sağlam öngörülerde bulunulabilir.

Devlet açısından önemli farklılıklar: ---Yeni “entegre strateji” esas olarak hükümet tarafından hazırlandı. 90’lı yıllarda “Kürt Sorunu” hükümetler tarafından orduya havale edilmişti. Bunun en son uygulaması Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığında Irak’a yapılan ve büyük bir fiyaskoyla biten sınır ötesi operasyondur. Son on yıla damgasını vuran AKP ile ordu arasındaki bilek güreşi, şimdilik “sivil irade”nin mevzi kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Bundan sonra yapılacak uygulamaların sonuçlarından tümüyle hükümet sorumlu olacaktır. ---90’lı yıllarda geleneksel derin devletin uygulamaları egemen konumdaydı. Köy boşaltmalar ve yakmalar, kentlerde “sokak infazları”, Kürt kurumlarına ve kişilerine yapılan keyfi saldırılar sıradan uygulamalardı. O dönemde emniyet genel müdürü Mehmet Ağar’ın “bin operasyon yaptık” açıklaması keyfi uygulamaların dehşetini en iyi açıklayan itiraftır. Günümüzde, çok yıpranan geleneksel derin devlet kısmen tasfiye edildi ve yeniden örgütlendi. Yeni derin devletin en parlak uygulaması şimdilik “ortam dinlemeleri”dir. Buradan elde edilen kanıtlarla failler “adalete” teslim ediliyor ve bir çeşit yargısız infaz uygulamaları uzun tutukluluklar biçiminde sürdürülüyor. Yöntem belki daha “şık” görünüyor, ancak mantıkta bir değişiklik yoktur. Beşir Atalay, “hiç bir olağanüstülük olmayaca”ğına teminat veriyor. 90’lı yıllarda “çatışmalı bölgelerde” “olağanüstü hal” uygulamaları vardı. Bugün “özel timler” yeniden devreye sokuluyor ve “süper yetkili valiler” uygulamaların başına geçiriliyor. Öte yandan, dünün sokak infazlarının yerini “telekulak cumhuriyetinde” “ortam dinlemelerine” bağlı yaygın tutuklamalar almaktadır.

İktidar bunları “olağan” sayıyor. AKP, kelime oyunlarıyla uygulamalarını örtmeye çalışıyor. “Entegre strateji” ile biçimi değiştirilmiş olağanüstü hal uygulamaları yeniden devreye sokuluyor. ---90’lı yıllarla bugünün önemli farklarından birisi de “şovenizmin” artık yorgun düşmesidir. O yılların “topyekun savaş”ının en önemli uygulaması halklar arasında şovenizm du-

varının örülmesidir. Bu duvarın etkileri hala büyük ölçüde devam ediyor. Ancak 2011 sonrasında aynı ölçüde rol oynama şansı gittikçe azalmaktadır. Şovenizm dalgasından AKP de ordu ile bilek güreşi yaparken oldukça şikâyetçiydi. Cenazelerde AKP’li vekillere hakaretler yapılıyordu. Fakat “Kürt Sorunu” bildik yollardan çözülmeyip, tıkanmalar yaşandıkça şovenizmin oynadığı rol de tartışılır hale geldi. Mevcut iktidar bugün aynı silahı eski biçimiyle uygulayamaz. Daha doğrusu ordu ile belli bir uzlaşma sağlandıktan ve “Kürt sorununun olmadığı” ilan edildikten sonra şovenizm uygulamalarını da AKP kendi denetiminde sürdürmeyi tercih edecektir. 90’lı yılların dizginsiz bir şoven dalgası bugün için aynı ölçüde etkili bir politik araç olarak görünmüyor. ---90’lı yıllarda “topyekun savaş” bütün dehşetiyle sorunun

Yakup KADİR

Yeni derin devletin en parlak uygulaması şimdilik “ortam dinlemeleri”dir. Buradan elde edilen kanıtlarla failler “adalete” teslim ediliyor ve bir çeşit yargısız infaz uygulamaları uzun tutukluluklar biçiminde sürdürülüyor. Yöntem belki daha “şık” görünüyor, ancak mantıkta bir değişiklik yoktur. 3


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

İki binli yıllarda Kürt Hareketi yaşamın her alanında iradeleşme mücadelesi yürütmüş, bunun siyasal sonucu “demokratik özerkliğin” ilanı olmuştur. AKP iktidarı ne DTK’yı ne de demokratik özerkliği ciddiye almış, küçümser tavırlarla yok saymaya çalışmıştır. Oysa “demokratik özerklik” gerilla hareketinin yarattığı kurtuluş iradesini yaşamın her alanında inşa etme ve derinleştirme mücadelesidir.

4

tek çözümü olarak uygulandı. Ancak ardından çözüm gelmediği gibi, bugün ordu dâhil pek çok devlet kurumu sadece askeri uygulamaların çözüm getirmediği konusunda itiraflarda bulunmak zorunda kaldılar. Şimdi “özel birlikler” sahaya sürülüyor. AKP iktidarı yeni koşullarda askeri operasyonların sonuç vereceğini umuyor. Bunu Gülen cemaatinin “sözcüsü” Zaman gazetesi yazarlarından Gülerce haftalar önce söyledi. Sivil iradenin yönetiminde askeri uygulamaların “zafer kazanacağını” umduğunu ilan etti. Bir kere de AKP iktidarı “entegre strateji” içinde “askeri çözüm”ü deneyecek! Ancak arkasında yirmi yıllık yenilgiyle! Bu yenilgilerin ardında geleneksel derin devletin uygulamaları olduğunu düşünen AKP, Kürt Özgülük Hareketinin mücadele gücünü küçümseyerek büyük bir yanılgı içine giriyor. ---Son olarak, bölgenin 90’lı yıllardaki durumu ile günümüzdeki durumu çok farklıdır. Saddam yıllarında “sınır ötesi operasyon” yapmak sorun değildi. Bugün her operasyon için devlet başta Amerika ile özel ilişkiler kurmak zorundadır. Amerika’nın stratejik amaçlarıyla her çelişki devletin yolunu tıkar. Türk devleti kendi “Kürt sorunu”nu bölgedeki Kürt sorunundan yalıtmak istiyor. Ancak Irak’ın işgalinden beri artık bölgenin bir Kürt sorunu vardır. Türk devleti bu gerçeği atlayarak davranmaya kalktığında her seferinde “çuval”layabilir. Kürt Hareketi açısından önemli farklılıklar: ---En önemli farklılık Öcalan’ın tutuklanması ve hareketin yaşadığı strateji değişikliğidir. Bu çok sancılı süreç Hareketi dört beş yıl krizli bir sürece sokmuştur. Fakat iki binli yılların ortalarından itibaren Hareket kendini toparlamış, devletin çözülme beklentileri gerçekleşmemiş, Hareket yeni stratejisine göre tüm mücadele alanlarında yeniden yükselişe geçmiştir. Bu sancılı dönem yaptığı önemli teorik ve taktik hatalara rağmen Kürt Hareketinin pratikten hızla öğrenebildiğinin, taktik ustalığını yetkinleştirdiğinin bir kez daha kanıtlandığı bir dönem olmuştur.

---İki binli yıllarda Kürt Hareketi yaşamın her alanında iradeleşme mücadelesi yürütmüş, bunun siyasal sonucu “demokratik özerkliğin” ilanı olmuştur. AKP iktidarı ne DTK’ni ne de demokratik özerkliği ciddiye almış, küçümser tavırlarla yok saymaya çalışmıştır. Oysa “demokratik özerklik” gerilla hareketinin yarattığı kurtuluş iradesini yaşamın her alanında inşa etme ve derinleştirme mücadelesidir. Bugün Kürt Hareketi, 90’lı yıllardan çok daha yaygın bir şekilde toplumsallaşma ve moda deyimiyle “sivilleşme” adımları atmıştır. İktidarın yürüttüğü cemaat çalışmalarına, yaygın KCK tutuklamalarına rağmen, tüm toplumsal alanlarda Kürt Özgürlük Hareketinin iradesi güçlenmektedir. ---Henüz başlangıç aşamasında olsa da, şovenizmin bütün engellerine rağmen, Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiye Devrimci Hareketi arasında ittifak çabaları güçlenmektedir. Birlikte mücadele etme sürecinin çok sancılı ve sorunlu olacağını öngörmek zor değildir, ancak olaylar artık bu adımı halkların önüne koymuştur. ---Bölgede Irak’ın işgali ile birlikte Kürt Federe yönetiminin kurulması, sorunun bölgesel seviyede yaygınlaşması Kürt Özgürlük Hareketine daha geniş bir manevra alanı yaratmıştır. Türk devletinin uzun yıllar “aşiret” diye dikkate almadığı güçler bugün siyasal bir iktidar sahibidir ve Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkileri kaçınılmaz bir şekilde bu siyasal seviyede yürüyecektir. Türk devletinin Barzani ya da Talabani güçlerini PKK’nin üstüne sürmek gibi 90’lı yıllarda bir kez uygulanan taktiklerin artık ömrü tükenmiştir. İran’nın Kürt Özgürlük Hareketini darbeleme adımlarının ise, bölge güçler dengesinin denklemlerinde her zaman bir sınırı vardır. ---En önemli değişim, Kürt Halkının devletin koyduğu bütün “sınırları” aşmasıdır. Sınır ötesinden ölen gerillaların naaşlarının alınması eylemi sadece sembolik değil, Türk devletinin yarattığı bütün sınırların Kürt Halkı tarafından alışmasının tarihsel bir göstergesidir. 90’lı yıllarda böyle bir gelişme düşünülemezdi. Bu bilinç ve kararlılık seviyesine

yükselmiş bir halkın karşısına geçip “Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşların sorunu vardır” diyen bir siyasal iktidarın tüm “entegre stratejileri” boşa düşmeye mahkumdur. Sonuç olarak, AKP “ileri demokrasi” yolunda çok öğündüğü değişimleri yaparken kendisi de değişmiştir. Diğer yönler bir yana ülkenin “bir numaralı sorunu” olan Kürt sorununda devletin tabularının içine çekilerek değişiminin statükoya dönüş yönünde olduğunu göstermiştir. Bugüne kadar yaşanan sözde değişimlerin hiçbirisi yoksulların, çalışan kitlelerin ve Kürt Halkı’nın sorunlarının çözümü yolunda bir sonuç yaratmamıştır. AKP üçüncü “ustalık” döneminde statükonun koruyucusu rolüne soyunmuştur. MGK toplantılarında oturma düzeninin değişmesi gerçek sorunların çözümünde hiçbir anlama sahip değildir. Zaten iktidar gerçek sorunlarda tıkandıkça böyle gösterişli değişimleri öne çıkartıyor. Medya da bu sahte değişimleri büyük bir gayretle “cumhuriyet tarihinde bir ilk” diye parlatıyor. Bugünün “topyekun savaşı” da böyle yürütülüyor. Fakat Kürt sorununda 90’lı yılların uygulamalarına geri dönüş neredeyse imkânsızdır. Mehmet Ağar’ın öğündüğü keyfi şiddet yüklü “bin operasyonun” tekrarlaması mümkün değildir. Ancak 90’lı yıllarda iktidarların ve devletin hedefi ne idiyse şimdi AKP iktidarının da hedefi aynıdır: “Entegre strateji” ile Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek! Yirmi yılda koşullar çok değiştiği için yöntem ve uygulamalar da değişmek zorundadır. AKP iktidarı kendi yöntemleriyle 90’lı yıllarda ulaşılamayan hedefe varmayı deneyecektir. Üstelik bu yola bir “zafer sarhoşluğu” ile çıkıyor. Siyasal mücadelede en tatlı, ancak en tehlikeli zehir “zafer sarhoşluğu”dur. “Ortam dinlemeleri” ile elde ettiği kolay zaferleri Kürt Hareketinin tasfiyesinde elde etmesi mümkün değildir. Tasfiye hedefine doğru yürüdükçe güvendiği yöntemlerin yetmediğini görecek, kaçınılmaz bir şekilde iktidar gücünün keyfi kullanımı artacak, böylece AKP iktidarının büyüsü bozulacaktır.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

Kavgayı Büyütmek İçin

Daha fazla emek, daha fazla ısrar Zamanı! sında ilişkiler kırılgan ve değişkendir. Dünya büyük gerilimler için yeterince yanıcı malzeme ile yüklüdür.

Dünya Halkları Ağırlığını Koymaya Başladı

1990

’da Sovyetlerin çöküşünün ardından Sosyalizm en iyi haliyle ütopya katına çıkarılmıştı. “İdeolojiler öldü” diye sevinç çığlıkları atılırken işçi sınıfının mücadele tarihi ve devrimci değerler büyük saldırı altında idi. Tarihin sonu ilan edilmiş, Kapitalizmin koçbaşı ABD dünya imparatorluğuna soyunmuştu. Ancak işler hiç de beklendiği gibi gitmedi. 20 yıl sonra rüzgâr tekrar dünya halklarından yana dönmeye başladı. Dünya güçleri büyük bunalımla boğuşuyor. Yoksul halklar bir kez daha tarih sahnesinde. Emperyalistler, ayaklanmaları yönsemek ve krizden fırsat çıkarmak için sinsi planlar sahnelese de işler o kadar kolay görünmüyor. Ezilen halklara geleceksizlik ve umutsuzluk pompalayanlar kendi dertlerine düşmüş durumda.

Şimdi egemenlerle yürekli bir kavgaya tutuşmak için daha fazla emek, daha fazla ısrar etme zamanı.

Ekonomi Yeni Bir Bunalım Dalgası il Karşı Karşıya

Dünya egemen güçleri ağır bir ekonomik krizin baskısı altındadır. 2008 yılında patlayan kriz para pompalanarak yavaşlatıldı ancak yapısal sorunlara çözüm üretilmedi. Aslında ABD ekonomisi iflas

etmiştir. 2008’den buyana yapılan bütün tartışmalar iflasın yükünün nasıl paylaştırılacağı üzerinedir. Ne Avrupa, ne Çin yükü paylaşmak istemiyor; ne de Amerika yönetimi yükün tamamını kendi vatandaşlarına yıkma yolunu seçebiliyor. Neoliberalizm iflasını yaşıyor ve yeni bir yol için büyük güçler arasında uzlaşma sağlanmış değil. Bu gerçeklik nedeniyle dünya ekonomisi her an yeni bir bunalım dalgasıyla karşı karşıyadır.

Savaşların Yolunu Döşeyen Yarılma

Dünya kapitalizmi bir yanda paradan para kazanan ekonomiler, diğer yandan klasik üretim devresiyle kâr eden ekonomiler şeklinde yarılmaya uğramıştır. Bu parçalanmanın giderilmesi yapısal bir değişimle mümkündür. Dünya güçleri arasında büyük gerilimlere yol açan bu süreç savaşların yolunu döşemektedir. İçinden geçtiğimiz dönemde güçler dengesi son 20 yılın verileri üstünden gelişiyor. Enerji ve dünya finans kaynaklarının paylaşım savaşları bütün şiddetiyle devam ediyor. Enerjide Rusya önemli bir rol oynarken; finans kaynaklarında da Çin’in dünyadaki ağırlığı büyük ölçüde artmıştır. Ekonomik kriz ile birlikte düşünüldüğünde büyük güçler ara-

Artık çok kutuplu dünyada güçler dengesi sadece büyük güçler tarafından belirlenmiyor. Dünya halkları da bu çok kutuplu dünyada kendi ağırlığını farklı yollardan ortaya koymaya başladı. Latin Amerika’da başlayan bu süreç AB’nin eteklerinde yangına dönüşmüş ve buna son olarak Arap baharı ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri katılmıştır. Dünya ezilen ve yoksul halklarının neoliberalizme tepkileri farklı seviyede olsa da, bütün gelişmeler yoksul halkların mücadelesi açısından yeni bir dönem açıldığını göstermektedir.

Derin Umutsuzluk Artık Yırtılıyor!

Latin Amerika’da 21.yüzyıl sosyalizmini bayraklaştıran kitleler, bölgemizde neoliberalizme ve çürümüş rejimlere karşı özgürlük istiyorlar. Madrit’de meydanlara toplanan gençler “gerçek demokrasi” istediler, Atina’da her gün parlamento önünde öfkelerini dile getiren yığınlar “borçları biz ödemeyeceğiz” diyor. Sosyalizmin yıkılışının yarattığı derin umutsuzluk perdesi artık yırtılıyor. Kapitalizmin elinde bu tepkilere karşı “işgal” ve “iç savaş”tan başka silah kalmamıştır.

Dünya kapitalizmi bir yanda paradan para kazanan ekonomiler, diğer yandan klasik üretim devresiyle kâr eden ekonomiler şeklinde yarılmaya uğramıştır. Bu parçalanmanın giderilmesi yapısal bir değişimle mümkündür. Dünya güçleri arasında büyük gerilimlere yol açan bu süreç savaşların yolunu döşemektedir.

Emperyalistler gerçek amaçlarını nasıl örterlerse örtsünler, özellikle üçüncü dünya halklarının yüzyıllardır emperyalizme karşı bilenen bilinci mutlaka yeni mücadele aşamalarına sıçrayacaktır.

Bölge ve Türkiye’nin yeni Rolü

1990 sonrası bölgeye ilk körfez savaşı ile başlayan Amerikan müdahalesi hala devam ediyor.

5


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

Irak’ta milyonlarca insanın hayatını karartan emperyalist işgal Wasington’un Ortadoğu’daki güç dengelerini, hatta ülke sınırlarını kendi çıkarlarına uygun bulmadığından başlatıldı. Bush döneminde Irak’ın işgali ile yeni gelişmelerin kapısını ardına kadar açtı. Klasik dengeler daha önce şöyleydi. Ortadoğu’da Türkiye- İsrail- ABD ekseninden söz etmek mümkündü. Mısır- Arap ilişkileri 1970’li yılların ortalarından beri bilinen rotada sürmekteydi. Irak’ın işgali bölge halklarının bilincinde derin izler bıraktı

Bölgede Temel Özellikler:

1- 1940’lı yıllar sonrası filizlenmeye başlayan ve Arap ulusalcılığının uyanışını temsil eden, ancak o günün dünya dengelerinde kendini “Arap Sosyalizmi” olarak niteleyen Baas Hareketi Mısır, Suriye ve Irak’ta iktidar olmuştu. Baas Hareketi dönemin güçler dengesinde büyük parçalanmaya uğramıştır. Mısır’ın temsil ettiği önce sosyalizme yakınlaşan, sonra Amerika ile yakın ilişkiler kuran Baas kanadı ile İsrail’e karşı sürekli savaş konumunda olan Suriye iki ucu temsil etmiştir. Soğuk savaş yıllarında Arap Sosyalizmi yozlaşmış, Nasır döneminin misyonunu bitirmiştir. Dünya güçler dengesi 90’lı yıllardan sonra radikal bir şekilde değişince bu rejimlerin dayandığı ideolojik, siyasal dayanak noktaları zayıflamıştır. Arap baharı tarihsel arka plan olarak, yozlaşma ve yozlaştırılan ilk Arap ulusalcılığının küllerinden yeniden ayağa kalkma çabasıdır. 2- Sınırlar değişimle yüz yüzedir.

Tasfiye sürecinden güçlü bir kopuşun işaretleri henüz yoktur. Devrimci hareket işsizlerle, işçilerle, kadınlarla, toprağı, suyu, madenleri yağmalanan yoksul köylülerle, aşağılanan, ezilen Aleviler ve tüm ezilen katmanlarla etle tırnak olacak bir hareketi yaratmak için kendini yenileme yeteneği yanında güçlü bir irade ortaya koymak zorunda.

6

ve ABD karşıtlığı yükseldi. Böyle bir süreçte Türkiye için bölgede oldukça uygun bir ortam oluştu. Türkiye’nin bölgedeki etkinliği yükselmeye başladı. Başlayan Arap baharı dünya halklarına umut verdi. Mısır ve Tunus’ta temsil edildiği gibi hem Neoliberalizmin yarattığı sosyal yıkıma karşı hem de çürümüş otoriter rejimler karşısında özgürlük talebiyle kendiliğinden başladı. Fakat dünya egemenleri, Suriye ve Libya’da olduğu gibi çürümüş ve kireçlenmiş rejimlere karşı yükselen özgürlük dalgasını, provokasyonlar yaratarak bölge güçler dengelerini kendi çıkarları yönünde değiştirme çabasındadır. Tüm bölgede, Bahreyn olayları, Yemen ayaklanması da dikkate alındığında bu iki yönlü gidiş kaçınılmaz bir şekilde iç içe girmiştir.

3- Arap baharı bir başka tarihsel dönemden de kopuş anlamı taşıyor. Bu da, Baas sosyalizmine karşı emperyalizmin bölgede büyüttüğü “yeşil kuşak” hareketidir. Siyasal İslam, sosyalizmin etkilerine karşı örgütlenip desteklendiği 1970’li yılların ortalarından itibaren güç kazanmıştır. Sosyalizmin yıkılışından sonra ise “yeşil kuşak” projesi Amerika’nın amaçlarından öteye geçmiştir. Yaşanan son 20 yıl siyasal islamın rolü üstünde de değişimler yaratmıştır. Arap kalkışmalarında siyasal islamın önemli bir rolü olmadığı görülüyor. Bu anlamda Arap baharı bölgeye bir dönem damgasını vuran siyasal islamdan da bir kopuşu temsil etmektedir. 4- Arap baharının iki yönlü işleyişinde gidişin halklardan yana ağırlık kazanabilmesi tamamen onların örgütlenme gücüne bağlıdır. Baas sosyalizminin yozlaştırılması deneyinin ve emperyalizmin bölgede Irak işgalinden sonra oynadığı rolün halklarda yarattığı bilinç, Arap baharının olumlu yönde akması için tarihsel bir zemin yaratmıştır. Kahire Tahrir Meydanı hâlâ rol oynamaya devam ediyor. Milyonlar hâlâ orda. Dünya medyasın-

da bu olaylar ancak satır aralarında yer alabiliyor. Arap baharından emperyalizm şu sonuçları çıkarmak istiyor: 1- Kırılan ABD, Türkiye, İsrail ekseninin onarılması. 2- Buna karşılık İran ekseninin çökertilmesi; bunun için Suriye, Lübnan üzerinde oyunların artırılması. 3- Özgürlük örtüsü altında bölgede neoliberalizmin geliştirilmesi. Son 20 yılda emperyalizmin hemen hiçbir planı yolunda gitmedi. Bölge halklarının kırk yıllık suskunluktan sonra sokağın gücünü soluduğu bu günlerde emperyalizmin yeni hesaplarının da tutmayacağı görülecektir.

Türkiye Neoliberalizmin Sınırlarına Geldi!

Neoliberal politikaların onuncu yılı bitti. Banka ve sigorta sisteminin yarısı uluslararası finans sermayesinin doğrudan egemenliğindedir. Borsanın %70’i yabancı sermayeye aittir. Bu demektir ki, uluslar arası sermaye gerek gördüğü zaman Türkiye ekonomisi üzerinde operasyon yapabilir. Satılmadık sanayi kalmadı. Ancak büyük cari açığın da gösterdiği gibi ekonomi neoliberalizmle rekabet gücü kazanmak şöyle dursun olanı da kaybetmiştir. Dünya deneylerinin gösterdiği gibi on yıllık uygulama sonrası genellikle bir kriz-tıkanma gelir. Türkiye bu sınıra doğru yaklaşıyor.

AKP’den AB Standartlarında Anayasa Bekleyenler Çok Bekler!

Siyasal olarak çok partili döneme geçildiğinden beri ilk kez “siviller” bir anayasa yapacak.

Arka plana baktığımızda; anayasal değişikliğin en önemli aktörü siyasal islamdır. Elbette AKP’yi doğuş günlerindeki gibi algılamak artık hatalı olur. AKP cumhuriyetin pek çok temel değeri açısından daha önceki merkez sağ partilerin zeminine evrimleşmiştir. Bu nedenle sivillerin anayasa yapmasından otomatik olarak hiç değilse “AB standartlarında “ sivil bir anayasa çıkacağını varsaymak Türkiye sınıfsal güçler dengesine uymaz.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

Geçen on yılda siyasal olarak en önemli değişim ordunun siyasetteki yerinin geriletilmesidir. Liberallerin beklediği gibi buradan demokrasi çıkmaz.

En Büyük Eksiklik Sınıf Mücadelesindeki Zayıflık

Yeni anayasa sürecinde en büyük eksiklik işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesindeki zayıflıktır. Avrupa’daki burjuva demokrasisi, çok güçlü sınıflar mücadelesinin sonucunda şekillenmiştir. Anayasa sürecinin diğer güçlü aktörü Kürt Özgürlük Hareketidir. Eğer anayasada “demokratik” bazı yönler olacaksa bunun arkasında esas güç Kürt Hareketi olacaktır. Eğer Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu önümüzdeki süreçte kendi gücünü hızla büyütebilirse, anayasaya sürecini etkileyebilir. Bu gerçeklerden bir sonuç çıkabilir. Anayasayı sivillerin yapıyor olması değil, hangi siyasal ve sınıfsal güçlerin bu süreçte ağırlık koyacağı önemlidir. Mevcut siyasal güçler dengesinden merkez sağ bir partinin kendi sınıfsal kavrayışı dışına taşmayan bir anayasa çıkması en büyük olasılıktır. Mevcut siyasal tablonun değişmesi ancak işçi sınıfı ve yoksulların mücadelesinin yükseltilmesi ile olur.

Soldaki Ulusalcı Etkiler Kırılma Sürecine Girdi

Devrimci hareket 90’lı yılların ortalarında derinleşen tasfiye sürecinden belirgin bir yenilenmeyle çıkamamıştır. Devrimci hareketin işçi sınıfı ve yoksullarla bağı hala çok zayıf. Ezilen yoksul halkların örgütü olmak acil bir görev olarak devrimci hareketin önünde durmaya devam ediyor. Dünyada gelişen sosyal hareketlere baktığımızda bu hareketlerin de devrimci örgütlerle bağlarında sorunlar olduğunu görüyoruz. Kimi yerlerde devrimci gruplar hareketin içinden dışlanabiliyor ya da etkisizleştiriliyor. Bizde de neoliberalizme karşı tepkiler biriktikçe benzer halk hareketlerinin gelişme potansiyeli var ve devrimci güçlerin yeni sosyal hareketlerle kuracağı bağı şimdiden hesaplaması gerekiyor.

Tasfiye sürecinden güçlü bir kopuşun işaretleri henüz yoktur. Devrimci hareket işsizlerle, işçilerle, kadınlarla, toprağı, suyu, madenleri yağmalanan yoksul köylülerle, aşağılanan, ezilen Aleviler ve tüm ezilen katmanlarla etle tırnak olacak bir hareketi yaratmak için kendini yenileme yeteneği yanında güçlü bir irade ortaya koymak zorunda. Son dönemde yaşanan olumlu gelişme; iki binli yıllarda sol hareket içinde belli güç kazanan ulusalcı etkilerin kırılma sürecine girmiş olmasıdır. Buna bağlı olarak Kürt Hareketiyle devrimci hareket arasındaki ilişkilerde bir gelişme yaşanmaktadır.

Kürt İsyanı Yoksulların İsyanı İle Birleşmeli

Son 30 yıldır denenen ve her defasında başarısızlığa uğrayan “Kürt siyasi hareketini imha ve tasfiye politikası” AKP’nin “yeni strateji”si ile bir kez daha yürürlüğe kondu. AKP ‘büyük Türkiye’ hayalleri kurarak dışarıda Arap baharına selam çakarken içeride Kürt halkının uyanışını bastırmak için savaşı tırmandırıyor; Kürt coğrafyasını yangın yerine çeviriyor. Siviller katlediliyor, özgürlük isteyen binlerce Kürt siyasi aktivisit tutuklanıyor.

Yeni savaş stratejisi sadece Kürtleri değil, Kürt hareketiyle dayanışma içerisindeki diğer güçleri ve neoliberal saldırılara karşı başkaldıran yoksulları da hedefliyor. 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne yapılan saldırı ve Sinop Gerze’de termik santral istemeyen köylülere yapılan saldırı yeni stratejinin uygulama alanlarındandır. Bu süreçte; Kürt siyasi hareketi Demokratik Özerklik ilan etti ve bir yandan da elini Türkiye sosyalist hareketine ve demokrasi güçlerine uzattı. Tüm ezilenlerin; işçilerin, emekçilerin, göçmenlerin, kadınların, köylülerin, gençlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT’lerin, dışlanan ve yok sayılan bütün halkların, inanç topluluklarının, yaşam alanı tahrip edilenlerin buluştuğu nokta olarak Kongre örgütleniyor. Bu gün büyük bir emek ve ısrarla ortaya koymamız gereken; yoksulların kavgasını büyütmek ve Kürt isyanını yoksulların isyanı ile birleştirmek azmi ve çabasıdır.

“1 Eylül Barış Coşkusu Yarıda Kaldı” Kadıköy İskele Meydanı’nda 1 Eylül Dünya Barış Günü için yapılmak istenen miting polisin müdahalesi yüzünden erken bitirildi. Mitinge KESK, BDP, SODAP, ESP, EMEP, SDP, SP, KÖZ, EDP, DSİP, ÖDP, Çağrı, Mücadele Birliği, BDSP, Barış İçin Kadın Girişimi ve Barış Anneleri katılım sağladı. Yürüyüş boyunca sık sık “Yaşasın Halkların Kardeşliği!”, “Barış İçin Israr Ediyoruz!”, “Biji Aşiti!” sloganları atıldı. Yürüyüş kolu, Deniz Otel’in önüne geldiğinde kitlenin önü polis panzerleri ve TOMA’lar tarafından kesildi. Kitlenin taşıdığı Öcalan posterlerinin ve flamaların indirilmesi istendi. BDP’li yetkililerin polisle görüşmesinin ardından yürüyüş kolunun önü açıldı. Yürüyüş kolu arama noktasına geldiğinde Kürt gençlerinin üzerini aratmak istememesi üzerine arbede ve çatışma çıktı. Bu sırada bir de ses bombası patladı. Çatışma sırasında geri çekilen binlerce kişi yeniden toparlanarak alana girdi. Polisin müdahalesi ve çatışma kitlenin miting alanına girişinden sonra da devam etti. Saygı duruşuyla başlayan mitingde İstanbul Kent Konseyi adına söz alan Dursun Yıldız, “Somali’de çocuklar açlıktan ölürken bu coğrafyada da çocuklar bombalarla öldürülüyor.” dedi. Son dönemde uygulanan savaş politikalarına da değinen Yıldız, “Türkiye ve tüm Ortadoğu halklarının onurlu barışa ihtiyacı var” diyerek sözlerine son verdi. Miting polis müdahalesi nedeniyle tamamlanamadan bitirildi. Mitingin sonunda Tertip Komitesi dâhil 63 kişi gözaltına alındı. SODAP, “Topyekün Savaşa Karşı Topyekün Direnişe!” pankartıyla ve kitleselliğiyle mitinge katılım sağladı. Miting alanında yerini alan ve mitingin erken bitirilmesiyle derli toplu bir şekilde alanı terk eden SODAP disiplinli duruşuyla da dikkat çekti.

7


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

KÜRESEL KRİZDE YENİ DİP VE TÜRKİYE

D

ünya ekonomisi 2008’de yaşadığı şoktan henüz tam olarak kurtulamadan yeni bir yıkım dalgası ile karşı karşıya. Tüm dünya çapında durgunluk işaretleri giderek artıyor. En son Dünya Bankası Başkanı küresel ekonominin bu sonbaharda yeni bir tehlikeli döneme gireceğini açıkladı. AKP’nin başına devlet kuşunun konmasına yol açan en önemli gelişme hiç kuşku yok ki 2001 krizinin yarattığı sosyal tahribattır. Şimdi yeni bir dip yapması beklenen küresel kriz Türkiye’yi nasıl etkileyecek? AKP’nin yıpranmasına yol açacak sosyal-siyasal sonuçlar doğuracak mı? Ya da Başbakan’ın “bu sefer teğet bile geçmeyecek” açıklamasında ifade ettiği gibi önemli bir sarsıntı yaşanmayacak mı? Kriz, tüm ülkelerde bir durgunluğa ve işsizliğe mi yol açacak yoksa gelişmiş ülkelerin vurulduğu ve alttan gelen kimi yarı-çevre ülkelerin ki Türkiye’de bunlara dâhildir- öndekilerle aradaki farkı kapattığı bir moment mi yaratacak? Dünyada sermaye birikiminin aşırı merkezileşmesinden ve buna karşılık üretimde karlı yatırım imkânlarının sınırlı kalmasından kaynaklı bir kriz yaşıyoruz. 2008’de bu ikisi arasındaki dengesizliğin giderilmesine yol açacak bir sermaye değersizleşmesi sürecine müsaade edilmedi. Devletler piyasaya büyük fonlar akıtarak şirketlerin risklerini üstlendiler. Fakat bunu yaparken zenginlerden servet vergisi almak gibi “zamanın ruhu” na aykırı bir adım atamadıkları için bugün ABD dâhil birçok Batı devleti maliyesi -hatta Almanya hariç neredeyse tümü- uçurumun eşiğine gelmiş durumda. Batı ülkelerinde işlerin bozulması hayati öneme sahip. Çünkü dünyada üretimin yarı çevre ülkelere kaydığı doğru ama bunların yaptıkları üretimi emebilecek büyüklükte iç pazarları yok. Dolayısıyla büyümelerini büyük oranda

8

ihracata borçlular. Merkezlerde eş zamanlı yaşanacak bir daralma, ihracatçı ülkeleri de zora sokacaktır. Zaten hâlihazırda Çin’in büyümesinde çok uzun yılar sonra yavaşlamayı gösteren kimi belirtiler ortaya çıktı. Özcesi, Çin’in ürettiği ve Amerikalıların deliler gibi borçlanarak tükettiği, Çin’in de elde ettiği gelirleri ABD’ye borç vererek Amerikan finans sistemini ayakta tuttuğu ve dünyanın son 20 yılına damgasını vuran oyunun sonuna gelinmiş gibi gözüküyor. Bu krizden kısa vadede kurtulabilmek mümkün değil. Neo-liberal politikalar emekçilerin üretimden aldığı payı olabildiğince azalttı. Makineleşme üretimde canlı emek kullanımını her geçen gün daha da azaltı-

Bu tablodan Türkiye’nin payına ne düşer? En önemlisi Batı ülkeleri, özellikle de Avrupa Türkiye’nin bir numaralı ihracat pazarı. Buralardaki talep daralmasının doğrudan etkisinin Türkiye’de ihracatın ve dolayısıyla büyümenin azalması olacağı çok açıktır. Dolayısıyla Türkiye çok uzun süredir özellikle Ortadoğu’da kendisine yeni pazarlar ve imkânlar aramakta. Fakat bölgenin Avrupa’ya alternatif olabilmesi kısa vadede mümkün değil. Temmuz ayı ihracatı yaşanan kısmi devalüasyonla arttırıldı ancak devalüasyon özellikle dövizle borçlanmış bir çok firma için çok önemli bir risk teşkil ediyor. Bu arada şunu da unutmamak gereki-

yor. Dolayısıyla toplam talep ancak finansallaşma ile diri tutulabiliyor. Yani emekçiler sahip olmadıkları paraları harcamaya sevk edilerek yapılan devasa üretime talep yaratmaya itiliyorlar. Bu ise sürekliliği sağlanabilecek bir proje değil. Borç balonları ardı ardına patladıkça yoksullar kendi yaşamları ile birlikte finansal sistemi de havaya uçuruyorlar. Dolayısıyla ya üretimin yeterince azalmasına yol açacak seviyede bir sermaye değersizleşmesi göze alınacak, ya gelir dağılımı adaleti sağlanarak emekçilerin borçlanmadan tüketebilmesi sağlanacak ya da küresel ekonomi o dip senin bu dip benim yoluna devam edecek.

yor. Türkiye’nin son dönem sağladığı yüksek büyüme oranlarında iç talebin rolü çok fazla. 2008 krizinden çıkıldığına dair iyimser hava, insanların erteledikleri harcamalarını yapmalarına yol açtı. Ülkeye giren sıcak para, banka faizlerinin düşük seviyelerde kalmasını sağladı. Türkiye, hane başına borçluluğun en hızlı artmakta olduğu ülkelerden biri. İşsizlikte artışa yol açabilecek bir gelişme, şu andaki borçluluk seviyesinde önemli sayıda ailenin borçlarını döndüremez noktaya gelmesine ve iç talebin de ciddi biçimde daralmasına yol açar. Bu durum şu anda oldukça sağlam durumda görülen bankaların bile sarsılmasına yol açacak

boyutlara ulaşabilir. Krizin en önemli işaretlerinden biri de hiç kuşku yok ki şirket kârlarında yaşanan düşmelerdir. Bu konuda oldukça fazla işaret belirmiş gibi gözüküyor. Borsada işlem gören 357 şirketten 123’ü zarar etti, 80 şirketin ise kârında azalma yaşandı. Zararların artmasında kurlardaki oynamanın rolü büyük. “Geçen yılın ilk yarısında 231,3 milyon TL kâr eden THY, bu yılın aynı döneminde 543,6 milyon TL zarar açıklarken, Migros ise 133 milyon TL kârdan 327 milyon TL zarara geçti. THY’nin finansal giderleri 77,8 milyon liradan 590,2 milyon liraya fırlarken bunun 500 milyon lirasını kur farkı gideri oluşturdu. Migros’un da finansal giderleri 230 milyon liradan 478 milyon liraya çıkarken, 347 milyon lirasını kur farkı gideri oluşturdu.” (Radikal, 2 Eylül) Kurlardaki oynamanın birçok büyük şirketi zor durumda bırakabileceği ortada. AKP kriz konjonktürüne girilirken olası şirket kurtarmalara hazırlık açısından özelleştirmelerle gelirleri arttırmayı hedefliyor. Metrobüsün ve otobanların özelleştirilmesi bu noktada değerlendirilmeli. Çok yüksek dolaylı vergiler ve kısıtlı sosyal hizmetler sayesinde devlet bütçesinde kısa vadede bir sorun yaşanabileceğine dair fazla belirti yok. Ama iç talebin azalması ve iflaslar vergi toplanmasında da yeni zorlukların işaretçisi olabilir. Özet olarak ufukta beliren yeni kriz darbesinin Türkiye’den de oldukça sarsıntılı bir şekilde hissedileceği düşünülmelidir. AKP, özellikle Kürt sorunu ve Ortadoğu eksenli gerilimlerle kriz sürecini yönetebilmek için araçlar da geliştirmeye çalışıyor. Fakat önümüzdeki günlerde zorlaşacak ekonomik koşullar bir süredir ülke gündeminden neredeyse silinen sınıfsal gerilimlerin yeniden su üstüne çıkacağı günlerin uzakta olmadığının işareti olarak da okunabilir.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

“ARAP BAHARI”NIN GELDİĞİ AŞAMA ve SURİYE

K

apitalizmin birleşik krizi derinleşerek sürüyor. Şiddetli kriz, kapitalizmin anayurtlarını bile sarsıyor, Avrupa’daki kimi “refah devletleri” batışa doğru sürükleniyor. Krize karşı burjuvazinin aldığı önlem, bir kez daha “kemer sıkma politikaları” adı altında halkların daha da yoksullaştırılması biçiminde yaşanıyor. Kriz halk isyanlarını tetikliyor, “iş, aş ve özgürlük” parolalarıyla açığa çıkan isyanlar dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Halkların tarih sahnesinden çekildiği, tarihin sonunun ilan edildiği dönem kapanıyor.

Böylesi bir dünya tablosu içerisine oturan “Arap Baharı” süreci yeni bir aşamaya doğru evirilmektedir. Tunus’ta diplomalı işsiz Muhammed Bouazizi’nin bedenini tutuşturarak çaktığı isyan kıvılcımı çok sayıda Arap ülkesine sıçramış, “Arap Baharı” adı verilen sürecin önünü açmıştı. İsyanların ilk evresi Tunus ve Mısır -bu ülkelere Yemen de dâhil edilebilir- liderlerinin devrilmesiyle sonuçlandı. Tunus lideri Bin Ali Suudi Arabistan’a kaçtı. Mısır lideri Mübarek mahkeme karşısına çıkartıldı. Arap ülkelerinin genelinde isyan kendisini yaygın kitle gösterileri biçiminde ortaya koyarken Yemen’de durum bir başka boyutta gelişti. İsyancıların Başkanlık Sarayı’na yönelik bombalı saldırısı sonucu Devlet Başkanı Salih ağır yaralandı. Salih de Tunus lideri Bin Ali gibi Suudi Arabistan yolunu tuttu. Arap Baharı’nın ilk evresinde Bahreyn’de yaşananları da kısaca not düşelim. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi Bahreyn’de de iktidarı zorlayan halk isyanı benzeri bir noktaya taşınamadı. ABD’nin bölgedeki sıkı ittifak güçleri Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri askerlerinin müdahalesi sonucu bu petrol ülkesindeki isyan kanlı bir şekilde bastırıldı.

Emperyalistlerin Libya’ya yönelik saldırısıyla birlikte Arap Baharı’nın ikinci evresine geçildi. İlk evrede -Yemen dışındahalk isyanlarına doğrudan bir dış müdahale söz konusu olmadı ya da olamadı. Libya’da açığa çıkan isyanın ardından ABD, Fransa ve İngiltere önderliğindeki uluslararası emperyalist koalisyonun Libya’ya yönelik “insani müdahale” adı altındaki saldırısı yeni bir süreci başlattı. Doğrudan müdahale sürecinin ikinci adımı olarak da gözler Suriye’ye dikildi. İsyan dalgasının ilk evresinde son dakikalarına kadar halkların “git” dediği liderlerin yanında yer alan emperyalist güçler, Libya ve

dek güçler olarak Hizbullah ve Hamas da eklenebilir) ekseni güçleniyor. Müdahale, bu “şer ekseni”ni kırmaya yönelik kapsamlı bir saldırı anlamını taşıyor. Etkinliği kırılacak bu eksenin karşısına da yeniden Türkiye merkezli Batı ekseni dikilecek. Böylesi bir role çekilmesi için Türkiye’yle ABD arasından yakın zamanda gizli/açık yoğun bir diplomasi trafiği yaşandı. Pazarlıklar belli bir olgunluğa varmış olmalı ki açığa çıkan veriler, gelişmelerin bu yöne doğru aktığını gösteriyor.

Suriye’de yaşanan gelişmelerin ardından korkunç bir iştahla ve iğrenç bir ikiyüzlülükle bölgeye yöneldi.

Geçici Ulusal Konsey’e bağlı muhalif güçler, Kaddafi’nin kalesi sayılan başkent Trablus’a girdi. Şu an için Kaddafi’den haber alınamıyor. Kaddafi iktidarının devrildiği mutlak olmasa bile Libya açısından yeni bir dönemin açıldığını söyleyebiliriz. Bu yeni dönemde direnci kırılan Libya, emperyalist bir talana sahne olacaktır.

Doğrudan müdahale sürecinin mantığı gayet açık. Emperyalist güçlerin ve bölgedeki işbirlikçi iktidarların pozisyonları geriledikçe buna karşı duran İran-Suriye (bu eksene ye-

Geldiğimiz noktada, Libya’da emperyalistlerce desteklenen

Salih İNCESOY

Emperyalistlerin Libya’ya yönelik saldırısıyla birlikte Arap Baharı’nın ikinci evresine geçildi. İlk evrede -Yemen dışında- halk isyanlarına doğrudan bir dış müdahale söz konusu olmadı ya da olamadı. Libya’da açığa çıkan isyanın ardından ABD, Fransa ve İngiltere önderliğindeki uluslararası emperyalist koalisyonun Libya’ya yönelik “insani müdahale” adı altındaki saldırısı yeni bir süreci başlattı.

9


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

Şimdi şer ekseninden bir halkanın daha kopartılması için Suriye’de benzeri bir süreç derinleştirilmeye çalışılıyor. Libya’nın direncinin kırılmasının ardından Suriye daha sancılı bir döneme girecektir. Baas Partisi (Arap Sosyalist Diriliş Partisi) 1963 yılında iktidara geldikten sonra Suriye iki kutuplu dünyada Sovyetler Birliği’nden yana pozisyon almış bir ülke. Ayrıca başta Filistin Hareketi olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle dayanışma içerisinde olmuş, hatta onlara ev sahipliği yapmış. Böylesi bir tarihe sahip olan Suriye’nin bugün İran’la, Hizbullah’la ve Hamas’la ilişkileri pozitif. Bu tablonun doğal sonucu olarak da ABD ve İsrail’in Ortadoğu politikalarına cepheden karşı bir duruş içerisinde. Bu kısa tarih bilgisi, ABD’nin şer ekseni

içerisinde Suriye’nin neden yer aldığını açıklamak açısından yeterli olacaktır.

Arap Baharı’nın ikinci evresi bölgedeki gerilimi giderek yükselterek derinleşmektedir. Fakat dünyanın yeniden paylaşım sürecinde artık bir güç daha varlığını ortaya koymuştur. Halklar, emperyalist güç merkezlerinin masa başı hesaplarını bozan bir güç olarak denklemde yerini almıştır. 10

Fakat Suriye dış politikadaki yaklaşımına karşın kendi içerisinde toplumsal adalet, demokrasi ve özgürlük alanlarında ciddi anlamda sorunlu. Suriye’nin etnik ve dini yapısı oldukça karışık. Suriye nüfusunun yüzde 13’ü Nusayriler, yüzde 10’a yakını Hıristiyanlar, yüzde 8’e yakını Kürtler, Dürzîler, İsmaililer, Yahudiler’den oluşuyor. Geri kalan büyük çoğunluk Sünni. Nusayriler ülke nüfusunun yüzde 13’ü gibi bir azınlığı oluşturmalarına karşın iktidar onların elinde. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve demokratik haklardan yoksunluk yer yer isyana dönüşen muhalefet hareketlerinin kaynak aldığı zemini oluşturuyor.

Suriye’de hak ve özgürlükler temelinde gelişen muhalefet hareketlerinin yanı sıra emperyalizmin uzun bir dönemdir çeşitli biçimlerde desteklediği muhalif gruplar da mevcut. Bunlar başta Müslüman Kardeşler örgütünün radikal kanadı olmak üzere çeşitli radikal İslamcı gruplar. İki ayrı zeminden yükselen sesler, emperyalizmin savaş medyası tarafından tek bir amaca hizmet etmesi için kullanılıyor, emperyalist müdahaleye zemin yaratılmaya çalışılıyor. İlk grupta yer alan muhalif gruplar dış müdahaleye kesinlikle karşı. Selefi grupların asıl hedefi ise böylesi bir müdahaleye giden yolun taşlarını döşemek. Libya’da da benzeri bir süreç yaşanmıştı. Emperyalist müdahalenin mantığı ve yaratmak istediği sonuç aynı olmakla birlikte Suriye’de, Libya’da yaşanan sürecin birebir aynısının yaşanacağı düşünülmemelidir. İki ayrı sosyoekonomik yapı söz konusudur. İktidarın gerçekleştirmeye çalıştığı reformlar muhalefeti yatıştırmaya yetecek mi? Yoğunlaşan emperyalist ambargonun ardından askeri saldırı süreci gelecek mi? Esad, içeride baskıyı yoğunlaştırıp muhalefeti ezmeyi deneyebilir mi? Esad devrilirse yerine hangi güç ya da güçler geçebilir? Bütün bu ve buna benzer soruların yanıtları belirsizdir. Sonuç olarak, Arap Baharı’nın ikinci evresi bölgedeki gerilimi giderek yükselterek derinleşmektedir. Fakat dünyanın yeniden paylaşım sürecinde artık bir güç daha varlığını ortaya koymuştur. Halklar, emperyalist güç merkezlerinin masa başı hesaplarını bozan bir güç olarak denklemde yerini almıştır. Diğer bir yandan da şiddetlenen ekonomik kriz, çeşitli roller üstlenen aktörleri kendi içlerinde sarsacak, onları güçten düşürecek boyuta doğru tırmanmaktadır. Dolayısıyla süreç kâğıt üzerinde planlandığı şekilde işleyemeyecektir. Gelişmelerin nasıl seyredeceğini tüm güçlerin kıyasıya mücadelesi belirleyecektir.

Küba’dan Libya ve Suriye Açıklaması Küba Dışişleri Bakanlığı Libya ve Suriye’deki gelişmeleri değerlendiren bir açıklama yaptı. Dış müdahale ve NATO'nun askeri saldırganlığının çatışmayı kesinleştirdiği ve Libya halkının kendi kaderini belirlemesini engellediği ifade edilen açıklamada Küba'nın diplomatik personelini geri çekme ve Ulusal Geçiş Konseyi'ni tanımama kararı duyuruldu. NATO katletti, BM suça ortak oldu Libya halkının meşru ve dış müdahale olmadan, özgür ve birlik içindeki iradesiyle oluşturulacak hükümeti tanıyacağını belirten bakanlık, diplomatik yetkililerinin NATO'nun sivil hedeflere yönelik bombardımanlarına ve masum insanların ölümüne tanık olduklarını dile getirdi. Küba Dışişleri Bakanlığı, Birleşmiş Milletler'i (BM) de uluslararası barış talebini görmezden gelmek ve fetih savaşının suç ortağı olmakla suçladı. Bakanlık, hiçbir şeyin masum insanların katledilmesini haklı gösteremeyeceğini ilan etti. Suriye'de de benzer koşullar yaratılmaya çalışılıyor. Küba Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere de yer verildi: "Küba, Suriye'de de bir müdahale için benzer koşullar yaratmaya yönelen NATO'nun tavrını kınar ve bu Arap ülkesine dış müdahalenin son bulması çağrısı yapar. Uluslararası topluluğu yeni bir savaşı önlemeye çağırır, Birleşmiş Milletler'e barışı kollama ödevini gerçekleştirmesini hatırlatır ve Suriye halkının tam bağımsızlık ve kendi kaderini belirleme hakkına omuz verir." (Latin.Net’ten)


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

BLOK, DEĞERLENDİRMELER, ELEŞTİRİLER

P

olitik ortama hâkim olan gerilim hepimizin malumu. AKP’nin hızla geliştirdiği savaş konsepti 90’ların topyekun savaş günlerini çağrıştırıyor. Önümüzde tüm sosyal kurtuluş güçlerini bekleyen çok önemli bir sınav var. Bu tehdidin bu kadar yüksek perdeden ortaya konmasında hiç kuşku yok ki 12 Haziran seçimlerinde blok tarafından elde edilen başarının yarattığı tedirginliğin de önemli payı var. Blok, devletin Kürt sorunu ile uğraşırken elinde tuttuğu en önemli avantajlardan birini tehdit edebilecek bir durum ortaya çıkardı. Kürt özgürlük hareketi ile devrimci-sosyalist güçlerin tüm Türkiye’ye hitap edebilecek bir siyasi odak yaratabilmelerinin çok önemli işaretleri belirdi. Devlet seçimler sonrasında hızla gerilimi yükselterek Blok ekseninde oluşan heyecanı ortadan kaldırmaya, silahlı çatışmaları yükselterek konsantrasyonu başka alanlara çekmeye dönük bir adım attı. Fakat sürecin yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen Blok çalışmaları özellikle 20 Ağustos toplantısından sonra hızlanarak yol almaya devam ediyor. Blok çalışmalarını anlamlı kılan bir diğer süreç ise dünyanın içinden geçtiği ve neredeyse bir halk hareketleri baharına dönüşen süreç. Bir yandan neo-liberalizmin yarattığı hayal kırıklıkları diğer yandan da halkların daha fazla özgürlük talepleri dünya üzerinde kendiliğinden görünümlü birçok halk hareketini tetiklemekte. Her ne kadar programatik bir ortaklıktan bahsedilemese de insanların “başka türlü bir şey” istemek için sokakları doldurması ve patlayan bir ülkenin peşinden yenilerini sürüklemesi bizler açısından son derece ümit vaat eden gelişmeler. Böylesi isyan günlerinde kendine çeki düzen verebilmiş bir düzen karşıtı siyasi merkezin elde buluna-

bilmesi son derece ciddi sonuçlar yaratabilir. Dünya ekonomik krizinin yeni bir dibe doğru ilerlediği şu günlerde böylesi patlamaların siyasi ortamın belirgin rengi haline dönüşeceği çok açık. İşte Blok böyle bir momentte kendini yapılandırma gayretinde. Bu girişim, şimdiye kadar ki ittifak süreçlerine göre ayağını çok daha sağlam basıyor izlenimi veriyor. Özellikle Kürt Özgürlük hareketinin meseleye stratejik bir anlam biçtiğini görmek de bu intibaımızı güçlendiriyor. İttifak meselesine pragmatik ve konjonktürel yaklaşımların bir güvensizlik ve tereddüt yarattığı muhakkak ama Türkiye halklarının karşısına ciddi bir iktidar alternatifi yapılanma ve program ile çıkabilme olanağı kimsenin sırtını çevirebileceği bir seçenek olmamalı. 12 Eylül referandumunda Türkiye solu kötü bir sınav vermişti. Kendi içinde üçe bölünüp karşılıklı oldukça sert polemikler yürütmüştü. Özellikle düzen güçlerinin cepheleşmesi ekseninde konumlanan evet-hayır safları, ortaya koydukları tezler itibariyle solun ideolojik likidasyonu anlamında ciddi tedirginlik yaratmışlardı. Fakat mutlulukla ifade etmek gerekiyor ki tartışmalar o zeminde çok da kemikleşmedi. Blok çerçevesi her kesimden unsuru kapsayabilme şansını da böylece yitirmemiş oldu. Tabii ki evetçi blokta kendisini fazlasıyla dağıtarak, ne dediğini ne yaptığını kontrol edemeyerek, medya ilgisiyle fazlaca yayılarak kendini ifade eden unsurların bizce önemli bir özeleştiri yapmadan insan içine bile çıkamamaları gerekir, özellikle de bu arkadaşlar tarafından neredeyse demokratik devrimin önderi olarak nitelenen AKP’nin son açılımları da hesaba katıldığında. Fakat bu beklentimiz şu aşamada büyük bir ısrarı gerektirmiyor açıkçası. Blok’un

iç tartışmalara boğulmaksızın kendisini halkların kardeşliği ve işçilerin birliği zemininde ifade edebilir bir hale getirebilmesi gerekiyor. Bu noktada Blok, önümüzdeki dönemin zor koşulları altında rüştünü ispat edebilirse ve kararlı bir siyasi mücadeleyi inşa edebilirse devrimci-sosyalist bir çekim merkezi haline gelebilir. Bu çok önemli bir imkân ve güçlü bir olasılıktır. Blok çalışmalarını bu kadar önemsememiz ve yapılanmayı ileriye taşıyabilmek anlamında inisiyatif alma çabamız bu bakış açımızdan kaynaklanmaktadır. Sosyalist cenahtan bloğa yönelik yapılan değerlendirmeler de bu anlamda özenle takip ediliyor. Kürt Özgürlük hareketi ile ittifakı sağlıklı bir zeminde başarabilmenin önemli zorlukları olduğu, bu konuda özensizliğe yol açabilecek bir iyimserliğin sıkıntılara yol açabileceği da genelde hepimizin malumu. Fakat burada nasıl bir turum almalıyız? Var olan ve gerçek olan handikapları gerekçe göstererek oluşabilecek büyük bir imkana sırt mı dönmeli ya da tüm olumsuzluklara rağmen inisiyatif alarak zorlukları aşmaya mı çalışmalı? Bizce devrimci tutum ikincisidir. Türkiye halklarının kurtuluşunu ancak hep beraber sağlayabileceğimize inanıyorsak bu zorlukları aşabilmek durumundayız. Fakat Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı Samut Karabulut tarafından “ Halkevleri Çatı Partisi’ne neden katılmıyor?” başlığı altında yapılan açıklamada maalesef ilk tutum benimseniyor ve var olan kimi handikaplar bir araya gelemeyişin gerekçesi olarak sunuluyor. Çatı Partisi girişimi “ bağımsız bir emek hareketi yaratma dinamiğini gündelik siyasetin ihtiyaçlarına hapsetme riskini barındırmaktadır” Karabulut’un değerlendirmesine

M. Sinan MERT

Sınıf içindeki şoven ve milliyetçi eğilimlerle yüzleşmeden bağımsız bir sınıf hareketi yaratabilmek ne kadar mümkün olabilmektedir? Ya da toplum neredeyse iç savaş momentine doğru çekilirken Kürt sorununun yarattığı gerilim dalgalarından azade bir sınıf çizgisi inşası hedefi gerçekçi midir? Toplumsal hayatı ve kimlikleri bu kadar birbirinden farklı kompartımanlarda algılamak sağlıklı sonuçlar yaratabilir mi? Kürt hareketi ile hiçbir somut ittifak ilişkisi içinde olunmamasına rağmen son on yılda, başarılan tüm olumlu değerler ve mücadeleler bir tarafa, güçlü bir sınıf hareketi yaratılabilmiş midir?

11


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

“Kürt hareketinin yarattığı siyasal olanaklara dayanarak varlık sürdürmek” ne demektir? Böylesi bir gerçeklik var mıdır? Tam tersine Kürt hareketi ile yakın ittifak içinde olmanın malum birçok siyasi riski bulunmamakta mıdır? Birileri de Halkevlerini CHP’nin ya da salt AKP karşıtlığının yarattığı siyasal olanaklara dayanarak var olmakla suçlaması hakkaniyetli olur mu?

12

göre. Burada çok kapsamlı siyasi ve sosyolojik değerlendirmeler yapmanın imkânı yok ancak ayrı ayrı durarak bağımsız bir sınıf hareketi yaratabilme ihtimalini arttıran faktör nedir? Sınıf içindeki şoven ve milliyetçi eğilimlerle yüzleşmeden bağımsız bir sınıf hareketi yaratabilmek ne kadar mümkün olabilmektedir? Ya da toplum neredeyse iç savaş momentine doğru çekilirken Kürt sorununun yarattığı gerilim dalgalarından azade bir sınıf çizgisi inşası hedefi gerçekçi midir? Toplumsal hayatı ve kimlikleri bu kadar birbirinden farklı kompartımanlarda algılamak sağlıklı sonuçlar yaratabilir mi? Kürt hareketi ile hiçbir somut ittifak ilişkisi içinde olunmamasına rağmen son on yılda, başarılan tüm olumlu değerler ve mücadeleler bir tarafa, güçlü bir sınıf hareketi yaratılabilmiş midir? Sunulan gerekçelerin programatik farklılıkların, ulusal ve sınıfsal hareketlerin öncelik farklarının hiç kuşkusuz ki hesaba katılması gerekmektedir ancak tam da çok önemli bir momentten geçtiğimiz şu günlerde ittifaka böylesi gerekçelerle mesafeli yaklaşmak apolitik bir tutum olmamakta mıdır? Sendika.org’da başka bir politik durum değerlendirmesinde üslubu daha kötü seçilmiş benzer bir değerlendirme yer almaktadır: “Emek hareketinin gelişme sorunlarını bağımsız bir şekilde tartışmak yerine, güçsüzlüğün verdiği basınçla Kürt Siyasetiyle dayanışma görevlerine bağlı olarak ele alınması ne güçlü bir emek hareketi ne de güçlü bir dayanışma yaratmaktadır. Aksine Kürt Hareketinin yarattığı siyasal olanaklara dayanarak varlık sürdürme eğilimine neden olmaktadır. Devrimci bir halk hareketi yaratma görevlerinden azade siyasal örgütlerin kendilerini anlamlı kılma kaygılarından muzdarip birlik, dayanışma projelerinin kendini bulacağı yerin ya güçlü bir çatı aramak ya da ÖDP örneğinde olduğu gibi İşçi Partililerin açlık grevi alanı olacağı ortadadır. “ Blok emek hareketinin gelişme sorunlarını bağımsız bir şekilde tartışmaya, bu alanda pratik üretmeye neden engel olsun ? Bunun

otomatikman böyle olacağını öngörmek ya derin bir umutsuzluğun ifadesidir ya da alelacele bir mazeret bulma telaşıyla üretilmiştir. “Kürt hareketinin yarattığı siyasal olanaklara dayanarak varlık sürdürmek” ne demektir? Böylesi bir gerçeklik var mıdır? Tam tersine Kürt hareketi ile yakın ittifak içinde olmanın malum birçok siyasi riski bulunmamaktadır? Birileri de Halkevlerini CHP’nin ya da salt AKP karşıtlığının yarattığı siyasal olanaklara dayanarak var olmakla suçlaması hakkaniyetli olur mu? Başkalarını bilemeyiz ama bizim Blok’tan beklentimiz tam da devrimci bir halk hareketi yaratılmasına vesile olmasıdır, Kürt ve Türk yoksullarının birliğini büyütmesi ve isyanını ortaklaştırmasıdır. Bu hedef başarılamayabilir ve kötümserler haklı çıkabilir fakat küçük de olsa başarılabilme ihtimalinin halklarımıza ne büyük ufuklar açabileceği nasıl görülmez?- ki bu olasılığın çok da küçük olmadığını düşünüyoruz-Bizce sosyalistler Blok’ta ezilenlerin, yoksulların, emekçilerin isyanını büyütmek ve onu Kürtlerinkiyle birleştirmek için var olabilirlerse bu ittifakın bir anlamı olur. Yoksa kimi liberal arkadaşların kendini gösterme platformu halinden öteye gidemeyecek bir blok şimdiye kadar birçoğu kadük olmuş ittifak deneyimlerinden birine dönüşür. Kürt sorununun yarattığı gerilimin içine boylu boyunca girip bir yandan da sınıf, yoksul, varoş örgütlenmesini başarmak zor mudur? Zordur, fakat devrimciler zoru başarmak için vardır. Yoksa ortalık yanarken “biz kendi işimize bakalım “demenin siyasi karşılığı konformizm değil midir? Üstelik günümüzde bu iki dinamiğin- Kürt ve emekçi- birbiriyle buluşabileceği çok daha fazla kanal mevcuttur. Sırf zihnimizdeki kalıplara uymuyor diye hayatın önümüze koyduğu devrimci imkânlara sırtımızı dönmenin bedelini hep birlikte ödemek zorunda kalmayız diye umalım. Kürtlerin direnişinin devrimci bir olanak olarak değil de işleri zorlaştıran bir etken olarak değerlendirilmesine bir diğer örneği de liberal cenahtan ortaya

koymak, birbirinden çok farklı görünen siyasi tutumların nasıl benzer değerlendirmelerden beslendiğini göstermek açısından çarpıcı. Ahmet İnsel’in 28 Ağustos tarihinde Radikal2’ye yazdığı bir yazıdaki tespit çarpıcı :” PKK silahlı mücadele başlatmamış olsaydı, 12 Eylül rejimi 1990’ların başında tarihe mal edilmiş olmaz mıydı?” Liberal sol, malum “zamanın ruhu”na uygun bir tarih yazımıyla ülke tarihindeki darbelerle devrimcileri ilişkilendirmeye ve bunun üzerinden itibarsızlaştırmaya bayılıyor. A.İnsel’e göre Kürt devrimcileri, Diyarbakır zindanlarındaki insanlık ayıbı işkenceleri basın açıklamaları ile protesto etmeliydi o karanlık günlerde! Deniz’ler olmasa 12 Mart, Fatsa olmasa 12 Eylül olmazdı değil mi Ahmet Bey? Kürtlerin direnişi olamasa da ülkemize tez elden demokrasi gelirdi, güzel güzel TV’lerde tartışa tartışa, anaakım medyada yaza çize sorunlarımızı çözerdik? Zaten Mandela olmasa Apartheid hemen, kendiliğinden son bulurdu, Filistinliler direnmese de İsrail siyonizminden vazgeçerdi? A.İnsel yazıda sola da bir görev çıkartarak solun devrim dahil tüm hedefleri açısından şiddet yöntemleri ve silahlı mücadelenin araç olma meşruiyetine sahip olmadığını ilan etmesinin Kürtleri de bu yola çekebileceğini belirtiyor. Erdoğan’ın “teröristlerle aranıza mesafe koymazsanız yapacağımızı biliriz” tehditlerinin daha rafine ama aynı anlama gelen bir biçimi değil mi bu? Şiddeti doğuran koşulları ortadan kaldıramadan şiddetin ortadan kalkmasını savunmak gerçekçi mi? İnsani anlamda yaşanan ölümlere üzülmek doğru ama işler her sıkıştığında yüzünü direnenlere dönüp “siz de biraz makul olun” demek dışında bir tavır alamamak ne kadar doğru? Uzun sözün kısası bugün Türk,Kürt ve diğer milletlerden emekçilerin hepimiz için adalet ve özgürlük mücadelesini büyütebilmesi için blok gibi bir imkan var. Bu imkanı gerçeğe dönüştürebilmek için tüm gücümüzle yüklenelim.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

“AKP DEMOKRASİSİ: EVDEKİ HESAP VE ÇARŞI “

B

ir dönem, kimi sosyalist yapılar Türkiye’de askeri vesayet rejiminin ortadan kalkması için mücadeleyi birinci öncelik olarak gördüklerini her yerde yüksek sesle ifade ediyorlardı. Çünkü onlara göre başta Kürt sorunu olmak üzere ülkenin önde gelen tüm sorunlarının sorumlusu 12 Eylül’de iyice kök salan ve o günden bugüne gücünü koruyan askeri vesayet rejimiydi. Hatta o kadar ki yine örneğin Kürt sorununun çözümü noktasında cemaat temsilcilerinin içinde yer alabileceği geniş ittifakların inisiyatif alabileceği öngörülüyordu. Askeri vesayeti destekleyen siyasi çevreler dışında herkesin ortak paydaları mevcuttu. Oysa Türkiye’de 2010 Ağustos YAŞ toplantılarından bu yana iyice hız alarak gelişen yeni bir moment yaşanıyor. Ordunun temsil ettiği siyasi güç büyük bir hızla erimekte, sivil iktidarın neredeyse her noktada sürece hâkim olmayı başardığını gözlemlemek için siyasi tahlil yeteneğine sahip olmak gerekmiyor. En son 30 ağustos’ta yaşanan Başkomutanlık jesti, Çankaya’ya türban çıkamaz” inadındaki askerlerin 5 yıl içinde geldiği noktayı gösteriyor. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı tanımayanların büyük bir kısmı bugün Balyoz Davası ile hapse atılmış durumda. YAŞ’ta yaşanan istifalar sonrasında oluşan yeni komuta kademesinin hükümet ile oldukça olumlu ilişkiler içerisinde olduğu gözlenebiliyor. Askeri vesayetin kurumları tam da bu şekilde sivil iktidar tarafından kontrol altına alınmışken Kürt meselesi belki de son 10 yılın en gerilimli atmosferine girdi. AKP’nin yandaş yazarları, en başta cemaatinkiler bu noktaya gelinmesinde Silvan saldırısının milat olduğunu, açılım sürecinin PKK tarafından baltalandığını anlatadursunlar gör-

mek isteyen gözler işlerin nasıl devlet tarafından adım adım savaş zeminine çekildiğini çok açık olarak görebiliyor. Hatip Dicle ve KCK tutuklusu milletvekillerinin başına gelenleri hiç olmamış gibi yansıtıp, Öcalan’la görüşmeleri, imzalanan protokolleri buza yazılmışa çevirip sonra da “biz tam da açılım yapıyorduk” demek nasıl bir ikiyüzlülük olmaktadır? AKP son seçimlerde elde ettiği başarı sonrasında iktidarını gün geçtikçe daha da kurumsallaştırıyor. Yargıda kendisine dönük direnci bütünüyle kırmayı başardı. Yüksek yargı kurumlarının başına AKP’ye çok yakın isimler geçti (AKP demokratlığına bel bağlayanlara ağır darbelerden sonuncusu da Yargıtay Başkanı’nın adli tatilin bitiminde yaptığı konuşma olmuştur herhalde. Bülent Arınç’ın seçilmesine sevincinden ağladığı başkan, konuşmasında Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğunu altını çize çize vurguladı. ‘Açılım’ tam gaz devam ediyor yani). AKP aleyhine iş yapabilecek savcıların başına nelerin gelebileceğine ise Deniz Feneri davasını yürüten savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi ile tanık olduk. HSYK artık tamamen AKP’nin yargı üzerindeki sopası olarak görülebilir. Yandaş medyanın propaganda makinesi çalışarak söz konusu savcıların evrakta sahtecilik yaptıklarını iddia ederek AKP muhaliflerinin itibarsızlaştırılması konusunda bir deneyime daha imza atmış oldular. Bir belediye başkanının soruşturma esnasında köstebeklik yaptığı, polisten bilgi alarak Kanal7 yetkililerini basından önce bilgilendirdiği haberleri ise hızlıca sıradanlaştırıldı, aslında tam bir siyasi skandala dönüşmesi gereken olaylar AKP’nin hegemonyası altında geçiştiriveriliyor. Hükümet seçimler öncesinde

aldığı kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini de gayet saldırgan bir biçimde kullanılıyor. Özellikle Türkiye Bilimler Akademisi’nin 300 üyesinden 100’ünü seçme yetkisini hükümete, 100’ünü de “yandaş” YÖK’e veren düzenleme, AKP’nin her santimetrekare üzerinde hâkim olma ihtirasını sergilemesi anlamında çarpıcı bir örnek oluşturmakta. Yine Ahmet Şık’ların 15 yıla kadar yargılanmasını kabul eden iddianame de bir ibret vesikası gibi görünüyor. Ahmet Şık ve Nesim Şener örgüt üyesi olmamakla birlikte yazdıkları kitaplar itibariyle yargılanacaklar. 6 aydır zaten cezaevindeler. Kitap yazmak gibi “korkunç” bir suç işledikleri için de onlarca yıl hapis cezası alabilirler. Hükümet kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini sağlık sisteminin dönüşümünde kullanmak için de kolları sıvadı. Daha önce mahkemelerin iptal ettiği ithal doktor ve tam gün çalışma düzenlemeleri de kararname ile haledilecek gibi. AKP bir yandan İsrail ile restleşirken bir yandan da en önemli görevi İsrail’i İran füzelerinden korumak olan bir füze kalkanı projesinin radar sisteminin ev sahibi olmayı kabul ediveriyor. Dışişleri Bakanlığı son durumu bir gece yarısı basın açıklaması ile duyuruveriyor. Fakat yandaş basın açısından bu durum AKP’nin Ortadoğu kaplanı imajını bozacak bir durum teşkil etmiyor. Bu arada Kaddafi’nin sözcüsü Türkiye’yi bölgenin yeni İsrail’i olarak deklare ediyor. Malum başbakan, birkaç ay önce “NATO’nun ne işi var orada” dediği Libya’ya, Libya’nın “özgürlük savaşçıları” ile buluşmaya gidecek. Halklarını NATO bombaları eşliğinde kurtarmayı “hayal eden” ve ülkelerinin zenginlik kaynaklarını, yağdırdıkları

M. Sinan MERT bombalar karşılığında emperyalistlere peşkeş çeken bu özel tür “özgürlük savaşçıları”na lanetlerimizi iletmesini diliyoruz. Libyalı “devrimcilerin” kendilerine bayrak olarak Kaddafi’nin yıktığı Krallığın bayrağını seçtiklerini de demokrasiye ve insan haklarına bağlılıklarının altını çizmek açısından burada bir kez daha vurgulayalım. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama yerimiz yetmeyecek. AKP iktidarı üçüncü döneminde artık büyük bir özgüvenle otoriterleşiyor. Tek parti iktidarının sunduğu imkânlarla tüm gücün tek bir noktada toplandığı bir moment ortaya çıktı. Bu birikimin halklarımız açısından bir özgürlük atmosferi yaratmayacağını herhalde tüm “solcular” idrak edebilmektedir. AKP, karşıtlarını hizaya getirme konusunda her yolu deneyebilecek bir özgüvene ulaştı. Parti devletin tüm önemli kurumları üzerinde çok önemli bir vesayet kurmayı başardı. Bu özgüvenle Kürt halkının nefesini kesebilmek adına önemli bir kalkışmaya hazırlanıyor. Ezilenlerin yoğun AKP tahakkümünden rahatsızlık duyan kesimlerini bir araya getirebilmek için Bloğun-kongrenin demokrasi mücadelesini ülkenin her noktasında yükseltebilmesi hayati bir önem taşımaktadır. Şu aşamada AKP’nin bütün bu fütursuzlukları bir biçimde göğüslenemezse, otoriterlikte totaliterliğe sıçrayacak bir siyasi rejim dönüşümüne şahit olabiliriz. Ortadoğu’da savaş tamtamlarının daha güçlü çalınmaya başlandığı şu günlerde AKP’ye karşı en geniş ittifakları yaratabilme yeteneğini geliştirebilen bir blok gerçek bir iktidar alternatifi haline dönüşebilir.

13


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

Mehmet YILMAZER

Ne ABD’nin gerilim ve savaşları öne çıkartan politikası; ne de AB’nin ekonomik yayılmacılığı öne çıkartan politikaları bu büyük güçlere yeniden paylaşımda tartışmasız bir avantaj sağladı. Bu iki büyük güç, bunlarla birlikte Japonya, konum kaybederken, Çin, Hindistan ve Rusya konumlarını güçlendirerek son yirmi yılın bilânçosunda öne çıktılar.

D

ünya son yirmi yıldır biriktirdiği en sancılı günlerine girdi. Bir yanda 2008’den beri çözümü bulunamayan büyük bunalımın yeni dalgası bekleniyor. Öte yanda, güçler dengesinde üstünlük kurabilmek için yeni paylaşım savaşları yoğunlaşıyor. Kapitalist anayurtlar dâhil, dünyanın neredeyse kaynamayan bölgesi yok. Ortaya çıkan gerilim noktalarında bir çözüme varılmadan yenileri dünya gündemine giriyor. Sovyetler Birliğinin yıkılışından sonra dünyanın yeniden paylaşımı başladı. Bu paylaşımda iki büyük güç rol oynadı: ABD ve AB. ABD, savaş gücüyle dünyanın paylaşımına ağırlık verirken; AB ekonomik gücüyle bu paylaşımı yürütmeyi tercih etti. Yugoslavya iç savaşını başlatması onun bu dönemde tek askeri davranışıdır. Ancak onu da eline yüzüne bulaştırıp, sonunda Amerika’yı yardımına çağırmak zorunda kaldı. Amerika, 90’ların başlarındaki ilk Körfez Savaşı’ndan itibaren gerilim stratejisi üzerinden yürüdü. Ardından Afganistan ve Irak’ın işgali geldi. Doğu Avrupa’nın paylaşımında bile, AB bu ülkeleri Birliğe üye edip, onlara bol bol fon aktarırken, Washington tersine bu ülkeleri biran önce NATO’ya almak için didindi ve silah harcamalarını arttırdı. Bu arada Ukrayna ve merkez Asya ülkelerinde “portakal devrimleri” yaşandı. Ancak ne silahlı ne de portakallı işgaller beklenen sonuçları yarattı. Yaşanan son yirmi yıldan bazı sonuçlar çıkartılmalıdır. ABD, gerilim politikalarını tercih ederek güçlü rakiplerinin dünya enerji alanlarına doğrudan ulaşmalarının yolunu kesti. İlk Körfez Savaşı’nda bu anlamda en çok kaybeden iki ülke Japonya ve Almanya’dır. Özellikle Japonya, 90’lı yılların başlarında yapmaya çalıştığı atakların hepsinden geriye düştü. Yeni dünya koşullarında Amerikan şemsiyesinden kısmen uzaklaşmaya niyetlenmişti, ancak girdiği ekonomik durgun-

14

DÜNYA GÜÇLER BÜYÜK DÖNÜŞÜM luğun da bir sonucu olarak 90’lı yılların sonuna doğru Japonya büyük güç hesaplarında dikkate alınmayacak kadar geriledi. ABD, iki binli yılların ortalarına gelindiğinde gerilim politikaları ile mevzi kazanmış görünüyordu. AB ise, yeni üyelerle birliği büyütürken belki de tarihinin en parıltılı günlerini yaşadı. Ortak para birimi uygulaması ve ortak anayasa girişimleri ile dünyanın en büyük ekonomik gücü doğuyordu. Özellikle Irak işgali yıllarında Amerika ile büyük çelişkilere düştü. Atlantik’in iki kıyısından karşılıklı meydan okumalar yükseldi. ABD gerilim politikaları ile büyük riskler alırken, AB daha güvenlikli görünüyordu. İki binli yılların sonuna gelinirken dünya güçler dengesindeki tablo köklü bir şekilde değişmeye başladı. Dünyanın 21. yüzyılda paylaşımında aktif rol oynayan iki büyük güç, ABD ve AB hızla mevzi ve itibar kaybederken yeni güçler tarih sahnesine giriş yapıyordu. Ne ABD’nin gerilim ve savaşları öne çıkartan politikası; ne de AB’nin ekonomik yayılmacılığı öne çıkartan politikaları bu büyük güçlere yeniden paylaşımda tartışmasız bir avantaj sağladı. Bu iki büyük güç, bunlarla birlikte Japonya, konum kaybederken, Çin, Hindistan ve Rusya konumlarını güçlendirerek son yirmi yılın bilânçosunda öne çıktılar. Günümüzde Amerikan strateji dergilerinde iki hararetli tartışma konusu öne çıkıyor: ilki, tahmin edilebileceği gibi Çin yeni dünya egemeni olabilir mi? Bu olasılık nasıl engellenir? Diğeri, Obama yönetiminin Amerikan egemenliğini teminat altına alacak bir “büyük strateji”si var mı? Bu tartışma konuları bile dünyada büyük güç değişiminin habercisi-

dir. Bugünden bu sorulara cevap aramak boşuna çaba olur. Ancak dünya egemenliğinin anahtarının nelere bağlı olduğunu yeniden gözden geçirmek yararsız olmaz. İngiltere, dönemindeki egemenliğini “üretim, donanma ve banka” üçayağı üzerine kurmuştu. Zamanla üretimde gerilemeye, bunun yanında bankalar üzerinden spekülasyona ağırlık vermeye başladı. Ardından yeni dünya egemeni Amerika, yine bu üç ayak üzerinde görevi üstlenebildi. Üretimde İngiltere’yi geçmiş, büyük bir silahlı güce sahip olmuş, dolar egemenliği ile dünyanın mali sermayesinin Kâbe’si haline gelmişti. Bugün ABD ve AB’ye baktığımızda ne sırf silah ve dolar gücünün; ne de sırf üretim gücünün dünya egemenliği için yeterli olmadığı, son yirmi yılın paylaşım savaşlarında ortaya çıkmıştır. Hatta bu gerçeklik Japonya ve Rusya için de geçerlidir. Japonya’nın büyük ekonomik gücü onun “ekonomik dev, politik cüce” olmasını engelleyememiştir. Rusya büyük silah gücüne ve son süreçte kazandığı “enerji ülkesi” sıfatına rağmen politikada o da hâlâ bir “cüce”dir.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

ER DENGESİNDE ÜMÜN SANCILARI Geçtiğimiz iki yüzyılın kalıplarından kurtularak bu soruya cevap aradığımızda yanıt, “hayır” olacaktır.

Bugün dünya egemenliği için geçerli üçayağa sahip olma olasılığına en fazla Çin yakın görünüyor. Dünyanın üretim atölyesi haline geldi. Finans açısından, yuan henüz dünya parası olmasa da, büyük birikime sahiptir. Ancak silahlı güç olarak henüz çok zayıftır. Dünya politik arenasında ise hala bir cücedir. Ayrıca finans kaynaklarının önemli bir bölümü Amerika’nın kaderine bağlıdır. 19. ve 20. yüzyılın kalıplarından bakıldığında Çin dünya egemenliğine soyunacaksa, büyük silahlı güce sahip olmak zorundadır. Dünya egemenliği o ülkeye büyük avantajlar sağlar, ancak ortaya yeni rakipler çıkmaya başladığında bu egemenlik çok masraflı hale gelmeye başlar. İngiltere ve Amerika bu alın yazısından kurtulamamıştır. Konuyu Çin’in böyle bir egemenliğe soyunup soyunmayacağı sorusundan bağımsız olarak ele almak zorundayız. Günümüzde bir ülke dünya egemenliği için gerekli bu üçayağa (“üretim, donanma, banka”) tek başına sahip olabilir mi?

Dünya egemenliği, lider olan ülkelerde iki büyük bozulma yaratıyor. Aşırı silahlanma ve spekülasyon. Bunların kaçınılmaz sonucu üretimden kopuş oluyor. Bu kaderi, tarihlerinde dünya egemenliği yaşamış Hollanda, İngiltere ve Amerika yaşamaktan kaçınamadı. Hatta Amerika’nın dünya lideri olduğu “soğuk savaş yıllarında, Batı, Sovyet ekonomisinde büyük bir stratejik sapma yaratabildi. Soluk soluğa silahlanan Sovyetler Birliği, bu alana büyük kaynaklar aktardıkça, ekonomi ve sosyal yaşam çarpıldı. Bugün Amerika, Sovyetlerin çöküş yollarını döşeyen bu stratejik sapmanın bizzat kurbanı olmanın eşiğine gelmiştir. Büyük kaynaklar tüketen silahlanma, artık bunları karşılayacak bir geriye dönüş yaratamıyor. Bugün Çin ya da bir başka ülke dünya egemenliğinin dayanılmaz parıltısına kapılarak büyük kaynaklar yutacak silahlanma yoluna çıkabilir. Tarih bir kez daha neden tekrar etmesin! Eğer 21. yüzyıl önceki yüzyılın bir tekrarı olacaksa bu mümkündür. Ancak bugünün olguları böyle bir tekrarın yollarını kapatıyor. Dünya artık bir tek gücün veya bir koalisyonun tek başına yönetemeyeceği kadar karmaşık hale gelmiştir. Kapitalizmin değmediği toprak parçası kalmadı. Teknik gelişimin hızı ve elde edilebilirliği önceki yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar arttı. Son yirmi yılda Çin ve Hindistan’ın öne çıkış hızı bunun somut kanıtıdır. Öte yandan, dünya sosyal olarak ve tarihsel bilinç olarak da çok karmaşık hale gelmiştir. Kapitalizm, neoliberal soygunu ile sadece ekonomik olarak tıkanmadı, aynı zamanda kapitalizmin yarattığı değerler sistemi de köklü bir çü-

rümeye uğradı. Dünyanın üç yüz yıldır yaşadığı üç büyük sömürü yöntem ve dalgası (klasik sömürgecilik, yeni sömürgecilik ve neoliberalizm) dünya halklarında yaygın bir bilinçlenme yaratmıştır. Dünyanın hangi yolla olursa olsa yeniden paylaşımı artık yaygın bir direnç zeminine sahiptir. Kapitalizmin temel karakteri olan çılgın tüketim toplumlarının yaygınlaşması ve derinleşmesine karşı yaygın bir tepki birikiyor. Bu derin ve yavaş ilerleyen tepkinin temelinde doğal kaynakların tükenmesi ve insan üretici gücünün çürütülmesi gerçekliği yatıyor. Bu durum dünyanın paylaşımını çok vahşi hale getiriyor, ancak öte yandan kapitalizmin yeniden paylaşım gerekçelerinin tümünü havaya uçuracak bir bilinçlenme ve direnç de yaratıyor. Kapitalizm, günümüzde paylaşım ve sömürgecilik için emperyalizmin ilk klasik sömürgecilik günlerine dönmek gibi büyük bir çelişki içindedir. Ayrıca Irak’ın işgalinde Amerika’nın silahlı stratejisi ile Avrupa’nın yumuşak güç kullanma tercihi keskin bir şekilde ayrı düşmüştü, şimdi Libya’da bu iki güç zoraki bir şekilde buluştular. Bu onların dünya egemenliğinde güçlenmesi anlamına gelmiyor, çıkışsızlıkları onları bu girdaba sürüklüyor. Hâlâ NATO’nun Amerikalı generalleri Avrupa’nın son yirmi yılda silah harcamalarında yüzde 20 indirim yapmalarından yakınıyor. Libya ve benzeri işgaller Avrupa’yı da aynı yoğun silahlanma anaforunun içine çekebilir. Sonuç olarak, 21. yüzyılda dünyaya egemen olmak 19. ve 20. yüzyılın yöntemleriyle mümkün değildir, kısa süreli egemenliklerin ise götüreceği getirisinden çok fazla olacaktır. Eğer dünyanın kaderi birkaç büyük gücün elinde yeniden çizilebilecek olsa, onlar yine eski yollarından yürürlerdi. Fakat dünya halkları, dünyanın yoksulları bu kaderi ellerine almak için çok daha fazla imkâna sahipler. Bu nedenle dünyanın yeni süper gücü hangi ülke olacak sorusu temelden hatalıdır. Yeni bir süper gücün dünya egemenliğine soyunması artık kıyamet alameti olacaktır.

Dünya sosyal olarak ve tarihsel bilinç olarak da çok karmaşık hale gelmiştir. Kapitalizm, neoliberal soygunu ile sadece ekonomik olarak tıkanmadı, aynı zamanda kapitalizmin yarattığı değerler sistemi de köklü bir çürümeye uğradı. Dünyanın üç yüz yıldır yaşadığı üç büyük sömürü yöntem ve dalgası (klasik sömürgecilik, yeni sömürgecilik ve neoliberalizm) dünya halklarında yaygın bir bilinçlenme yaratmıştır. Dünyanın hangi yolla olursa olsa yeniden paylaşımı artık yaygın bir direnç zeminine sahiptir.

15


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

KÜRESELLEŞMENİN ÜÇÜNCÜ DÖNEMİNDE EKONOMİK KRİZ Ayşe TANSEVER

Tarım ürünleri vurgunculuğa kurban oldu. Yoksul köylülerin toprakları, onların tek karın doyurma araçları ellerinden alındı. Köyler boşaldı, kentlere göçüldü. Kentlerdeki işsizlik onları varoşlarda açlığa mahkûm etti.

16

Y

eni IMF başkanı eski Fransız finans bakanı C. Langard, Whoming’de merkez bankası ve dünya finans çevrelerine yaptığı konuşmada dünya ekonomisi “yeni tehlikeli bir dönemece girdi” diye açıkladı. Bunun ilk belirtisi Ağustos başlarında yaşanan borsa krizleri ve yarattığı güvensizliktir. Yine bazılarının kabul ettiği gibi aslında 2008 yılındaki krizden zaten çıkılmamıştır. 2011 yılındaki kriz de bunun uzantısıdır.

Arkası gelecektir. Dünya kapitalist ekonomileri 1930’larda yaşanan türden büyük bir ekonomik gerileme ve çöküş içindedir. Merkez ülkelerinde fabrika üretimi neredeyse durma noktasındadır. Merkez ekonomileri yıl içinde %1 bile büyüyemediler. Bu bir durgunluk işaretidir. Ekonomiler nasıl canlandırılacak sorusu her tarafta soruluyor. Merkez dışında Türkiye, BRIC ülkeleri vs. ekonomileri büyüyor. Acaba bu ülkeler merkezlerdeki durgunluğun aşılmasını sağlayacak bir durum yaratırlar mı? Onları canlandıran merkez ülkelerin alımları olduğundan böyle bir şeye olasılık verilmiyor. Dünya ekonomisi böyle bir kara tablo içindedir. Çoğu uz-

man ekonomilerin durumunu 2. Dünya savaşı öncesine benzetiyor. Sovyetler Birliğinin çökmesi ile birlikte tüm dünya sınırları sermaye ve metaların serbest dolaşımına açıldı. Dünyanın bir cennete döneceği propagandaları yapıldı. Kapitalizmin istediği yeni liberal politikalar tüm dünya ülkelerinin ekonomi politikası haline getirildi.

Yeni Liberal Politikaların İflası

Küreselleşmenin 3. Dönemi’nde içine girilen ekonomik kriz, hiç şüphe yok ki yeni liberal politikaların dünyayı söylendiği gibi cennete çevirmeyeceğinin kanıtıdır. Finans Kapitalin istediği her şey neredeyse tüm iktidarlar tarafından uygulanmıştır. Devletler, ekonomilerin yönetiminden ellerini ayaklarını çektiler ve her şeyi pazar dedikleri finans kapitalin eline bıraktılar. Tüm kamu varlıklarını ve ekonomik faaliyetlerini özelleştirdiler. Devlet kasaları sadece vergilerle beslenir hale geldi. Hatta zenginlerden vergi alımlarını en aza indirdiler. Birçoğuna vergi muafiyeti tanıdılar. ÇUŞ (Çok Uluslu Şirketler) tüm dünyayı sardılar. 2010 Trade and Development Report araştırmasına göre ÇUŞ dünya üretiminin 1/3’ünü gerçekleştiriyorlar. Bunlar kâr uğruna faaliyetlerini ucuz emek ve hammadde buldukları yerlere, merkezlerden 3. Dünya ülkelerine taşıdılar. Yani sömürülerini hammaddeden ucuz emeğe uzattılar. Düşük maliyetli ürünlerini merkez halklarına pahalıya sattılar. 3. Dünya ülkeleri şirketleri ya ÇUŞ arasına katıldı, ya da iflas edip battı. Dünya halklarının çoğu dünya nimetlerini vitrinlerinde görmeye ama satın alamamaya başladılar. ÇUŞ için de pazarlar tıkandı. Bütün bu soygunun yapılabilmesi için elbette zor kullanılması gerekiyordu. Merkez ülkeler altla-

rındaki ÇUŞ’ı korumak için askeri harcamalarını devasa boyutlara çıkarttılar. Afganistan, Irak bunların tepe noktası oldu. Afrika kıtasında, Latin Amerika’daki sözde uyuşturucu ile savaşlar, ya da Yemen, Pakistan vs. hep bunlara örnektir. Sadece ABD’nin 120 ülkede askeri varlığı ve faaliyeti olduğu yazıldı. Diğer merkez ülkelerinin NATO vs. ile yaptığı askeri harcamalar eklenirse tüm bunların merkez ülke devlet kasalarını boşaltmasının nedeni anlaşılır. Devlet yardımları ve destekleme alımları durdu. Kırlarda kapitalist şirketler açıldı. Hatta bazı ÇUŞ ve Suudi Arabistan, Japonya, Kore gibi ülkeler buralardan toprak alıp işlemeye başladılar. Kırlar Finans Kapitalin eline geçti. Tarım ürünleri vurgunculuğa kurban oldu. Yoksul köylülerin toprakları, onların tek karın doyurma araçları ellerinden alındı. Köyler boşaldı, kentlere göçüldü. Kentlerdeki işsizlik onları varoşlarda açlığa mahkûm etti. 3. Dünya ülke halkları fiyatları artan, ithal edilen gıda ürünlerini alıp karınlarını doyuramaz hale geldiler. Afrika ve Güney Asya’daki açlıklar bunun doğurduğu sonuçlardır. Bizim gibi “parlayan” ülkelerde de sık sık rastlanmaya başlandı. Pazarlar daha da sıkıştı. Tüketim kışkırtılarak fazladan pazar, yapay pazar yaratılmaya çalışıldı. Giyim kuşam değil bu kez konut sorunu bunun en tipik örneğidir. Bol keseden kredilerle “herkese konut” dendi. Ucuz krediler ile halklar cezbedildi, borçlandırıldı. Bugün İspanya’da 1 milyon ev sahibi taksitini ödeyemediği için sokağa atıldı. Aynı şey ABD’de 2008 krizini patlatan olguydu. Daha önce benzerini Japonya yaşamıştı. Bu sorun hala devam ediyor. Evler boş. Taksitler ödenmiyor. Bankalar iflas ediyor. Şirketler iflas ediyor. Bu tüm dünyada bir furyadır. Kredi kartları borçları bir yerlerde bir


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

zaman patlayacak. Artık devletler mi, yoksa şirketler mi, yoksa sistemin kendisi mi gider, görülecektir. 2011 krizi böyle bir yolun başında olduğumuzun sinyallerini veriyor.

Merkezlerin Durumu a) Amerika Birleşik Devletleri

Merkezler gerek ABD’si olsun gerek AB’si olsun hepsi derin bir krizin eşiğinde olduklarının tüm sinyallerini veriyorlar. ABD federal borçlanma tavanının yükseltilme tartışmaları yaz boyu sürdü. 2012 bütçesi tüm kırpmalara rağmen 1, 650 milyar dolar açık veriyor. Federal devlet borcu ABD’de artık müzminleşti ve Federal tahviller çıkartma yolu ile kapatılıyor. ABD’nin biriken dış borcu 9,000 milyar dolardır. Yeni bütçe açığı borcu eklenince borçlanma anayasal sınırı aşılmış olacaktı. Yaz aylarında bu tartışmalar yapıldı. Sınır 14,000 milyar dolara çıkartıldı. Ama aynı zamanda sosyal harcamalardan da kesilecektir. Oysa zenginlerden yeni vergi alınmayacaktır. Yani ABD bütçe açığını kapatmak için hem borç alacak hem de yoksulların sağlık, eğitim, işsizlik haklarına kısıtlamalar getirecektir. Kapitalizmin lider olduğunu söyleyen ülkesi 9,000 milyar dolar ile dünyanın en borçlu ülkesidir. Ancak bunu üretimi ile orantıladığımızda Japonya ve İtalya’dan sonra 3. sıraya oturuyor. Borçların başlıca nedeni sosyal harcamalar değil askeri harcamalardır. Sosyal harcamaların ABD bütçesinin %10’unu bile oluşturmadığı biliniyor. Savunma Bakanlığı geçen yıl 560 milyar dolar harcamış. Buna gizli servislerde çalışan 1 milyon personelin masrafları ve el altından tutulan kontratlı askerler de eklenirse 1000 milyar doların üstünde olduğu tahmin ediliyor. Bu da dünya toplam askeri harcamasının birkaç katıdır. Yani ABD, ÇUŞ’ın ve kendisinin çıkarlarını dayatmak için bir yılda 1000 milyar dolar harcamıştır ve bununla istediğini başaramamıştır. Halkların açlığı pahasına başarılamamıştır. 2008 yılında şirket kurtarmalarına akıtılan 780 milyar dolar da devlet kasasından verildi. Şirketler, bankalar kurtarılıyor ama ekonomi canlanmıyor. Eylül başında

açıklanan veriler ekonominin bu yıl 0,7 büyüdüğünü gösterdi. Arkasından işsizlik verileri açıklandı. Geçen Eylül ayından beri ABD’de hiçbir yeni iş alanı açılmamıştır. Resmi rakamlara göre işsizlik %9’a yani 1945 yılından beri görülmemiş boyutlara yükselmiştir. Resmi verilere göre yuvarlak rakamlarla 14 milyon işsiz var. Gerçek rakamın bunun iki katı olduğu yani halkın %16’sının işsiz olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca tam gün iş bulamadığı için yarım gün çalışan 11,4 milyon insan var ve iş arıyorlar. Gençler arasında işsizlik %16, Afro-Amerikalılarda ise %16,4. İş yerleri açılmadığı gibi işçiler çıkartılıyor, çalışma saatleri düşürülüyor. Federal ve yerel hükümetler bu yıl 290 bin işçi çıkartmışlar. Bütün bunlar artık ABD’de işsizliğin diğer sorunlar gibi kronik hale geldiğini gösteriyor. İşsizlik tüketimi azaltıyor ve bu da doğrudan üretimi etkiliyor. Üretim yapılmayınca durgunluk korkuları yayılıyor. Zincirleme tüm sanayileri etkiliyor. Borçlar ekonomiyi kötüleştiriyor, kötüleşince ekonomi yeni teşvikler arıyor. Kısır bir döngü yaşanıyor. Borç yükünün ağırlığı elbette ABD ekonomisinin geleceğine duyulan güveni sarsıyor. ABD’nin dünya liderliği, para biriminin dünya parası olması tartışılıyor. Doların dünya parası olarak terk edilmeye başlanması da ABD ekonomisine gelecekte vurulacak bir darbe olacaktır. Eğer bir alternatif olsa bu iş çoktan gerçekleşirdi. AB Euro’su da aşağıda değineceğimiz nedenlerle böyle bir seçenek olamıyor. Şimdilik tek tek bazı ülkeler aralarında kendi para birimleri ile ticaret yapıyorlar. Sonuçta ABD devasa boyutlarda federal borcu, korkunç bir federal bütçe açığı, dünya toplamının bir kaç katı askeri harcamaları, çok cüzi alt yapı yatırımları, gelir dağılımındaki görülmemiş bozukluk ve şimdi de endemik bir işsizlik sorunu ile kapitalizmin örnek bir ülkesidir. Kapitalizm, onun cilalı vitrinleri değil budur. Evet, ABD kapitalizmin örnek bir ülkesidir. Başka bir deyişle kapitalizmin baş savunucusu ülke, kapitalist modelin baş ülkesi savunduğu yeni liberal politikalarla işte bu durumdadır. Kim örnek almak isteyebilir? Kapitalizm moral

olarak, itibar olarak da bir erozyon bir çürüme, çökme içindedir. Kendini savunacak gerekçeleri elinden gitmiştir. ABD kapitalizmi kendi içinde nasıl yaşıyor sorusuna yanıt tüketim toplumu mantığıdır. Tüketim ile beyni yıkanmış bir halk borç ile isyan etmekten alıkonuluyor. Putin de çok alıntı yapılan söyleminde ABD toplumuna dünyanın en asalak toplumu demişti. Yunanlılar bu konuda çok suçlanıyorlar ama bizce dünyanın en asalak toplumu genel olarak Amerikalılardır.

b) Avrupa Birliği

Avrupa Birliği devletlerinin durumu da ABD’den çok farklı değildir. Topluluk üyesi devlet kasaları da boşalmış ve iflasın eşiğine gelmiş hatta iflas etmiştir. İzlanda gibi küçük bir ülkenin arkasından Yunanistan ve İrlanda geldi. Mayıs 2010 yılında topluluk Yunanistan’a 110 milyar dolar yardım onayladı. 2011 başında bunun yetmeyeceği ortaya çıktı. Arkasından Mayıs 2011’de bir 157 milyar daha verilmesine karar verildi. Yani toplam 263 milyar dolar çeşitli dönemlerdeki paketlerle verilecek. Bunların karşılığında Yunan halkı sosyal harcamalarından büyük kesintilerle karşı karşıya kaldığı gibi birçok varlığını da özel şirketlere ve bankalara ipotek edecek ya da satacaktır. Bunlar yetmez gibi bir de ekonomi-politik kararları AB tepesinde Almanya, Fransa ve birkaç finans kurumu gözetiminde olacaktır. Yani Yunanistan bağımsızlığını kaybetmiş eski sömürgecilik dönemlerinden kalma kapitülasyon gibi bir özellikle yaşayacaktır. Ayrıca alınan bu önlemlerin işe yaramadığı ve krizi daha da körüklediği, önümüzdeki günlerde 100 bin işyerinin kapanma tehlikesi ile yüz yüze olduğu ve bunun 134 bin kişiyi işsizler ordusuna katacağı tahmin ediliyor. Yani kurtarma paketleri de yetmemektedir. Dünya ekonomik gidişi ekonomik destek ile sağlanacak iyileşmeyi yaratmayacaktır. Bu nedenle Yunan borcunun yakında 503 milyar dolara varacağı tahmin ediliyor. Yunanistan gibi nispeten topluluğun küçük ülkesinin iflası bile topluluğa böyle bir maliyet yüklemektedir. Borçlarının diğer topluluk

üyelerince ödenecek olması sorunlar yaratıyor. Çünkü her topluluk üyesi devlet buna yakın ekonomik sorunlarla karşı karşıya. Yunan borçlarının bir kısmını ödeme yükümlülüğü altında olan Finlandiya, Avusturya, Hollanda ve Slovakya bunları ödemede zorlanacaklarını ve en başta Finlandiya’nın batacağını dile getiriyorlar. Bu ortamda da çeşitli sesler çıkıyor. “Yunanistan’ı topluluktan atalım.” Topluluğun parçalanması gündeme geliyor. Oysa sorun Yunanistan gibi topluluğun küçük ülkesi ile bitmiyor. Onun hemen arkasından yaz aylarında Portekiz devleti borçlarını ödeyemez duruma geldi. Avrupa Merkez Bankası yardım etmek zorunda kaldı. Ama arkasından topluluğun ekonomisi daha büyük olan İtalya ve İspanya devletlerinin iflasın eşiğinde olduğu hatta bunları İngiltere’nin izleyeceği haberleri geldi. Eğer dendi bu ülkeler de batarsa o zaman Fransa bankaları da çöker. Almanya tek sağlıklı ülke olarak kalacak değildir, onların arkasından Almanya da bu borçların altından kalkamaz deniyor. Yani daha Yunan borçlarını ödemenin altından kalkmada zorlanan topluluk olası bir İtalyan ve İspanya borçları ile karşı karşıya kalırsa topluluğun parçalanması en azından Euro para biriminin ortadan kalkması sorunu doğabilir. İtalya hükümeti GSMH’sının %120’si kadar borçlu. Bunları karşılamak için yılbaşında 56 milyar dolarlık kemer sıkma politikası açıkladı ama bu yetmedi ağustos ortalarında bir 48 milyar dolar da ek kesinti kararı çıkarttı. Bu kesintiler ile yılsonuna kadar 170 milyar doları denkleştirip ödemeyi planlıyor. Ya ödeyemezse? İşte bu topluluğun önünde bir kara kâbustur. İspanya da yaklaşık aynı durumdadır. İflas etti-ediyor dendi, sonra İspanya hükümeti bunu yalanladı. Yani şimdilik İtalya ve İspanya sorunu tepede asılı bir kılıç olarak duruyor. Topluluk ortalığı velveleye vermek istemiyor, çünkü böyle kriz havası borsaları ve yatırımcıları hemen telaşa düşürüyor ve ortalık hemen karışıyor. O nedenle topluluğun en büyük ülkeleri olan Fransa ve Almanya Ağustos başında toplanıp 440 milyar

17


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

Kapitalizmin lider olduğunu söyleyen ülkesi 9,000 milyar dolar ile dünyanın en borçlu ülkesidir. Ancak bunu üretimi ile orantıladığımızda Japonya ve İtalya’dan sonra 3. sıraya oturuyor. Borçların başlıca nedeni sosyal harcamalar değil askeri harcamalardır. Sosyal harcamaların ABD bütçesinin %10’unu bile oluşturmadığı biliniyor.

18

Euro’luk bir kurtarma fonu oluşturdular (EFSF). Yetkili sesler bu fonu yetersiz buluyorlar. İki hatta üç katına çıkarılması gerektiğini söylüyorlar. Fakat bu fona katkıya Alman politikacıları karşı çıktılar. Şimdi Almanya bu kararın anayasasına aykırı olup olmadığını araştıracak bir komisyonu kurdu ve komisyon Eylül sonu ya da Ekim başında kararını açıklayacak. Ayrıca aynı tarihlerde parlamento oylamasına gidilecek. Alman ekonomistleri topluluğun borçlarının Almanya’yı gereksiz bir yükün altına sokacağından Merkel’in bu kararına karşı çıkıyorlar. Merkel’in partisinin dağılması söz konusu olabilir. En azından koalisyon parçalanabilir ve bir iktidar krizinin içine girilebilir. Öte yandan Fransa da çok sağlam değildir. ABD bankaları tarafından yanlış yönlendirilen Fransız bankalarının batık tahviller aldıkları söyleniyor ve topluluğun önündeki fırtınada Fransız bankalarının iflas edebileceğinden korkuluyor. Dolaylı yollardan da IMF ve Dünya Bankası başkanı bu tahminleri destekliyor. IMF şefinin son ABD’nin Wyoming eyaletinde yaptığı konuşmada “AB bankaları tehlikededir ve rezervlerini fırtınaya karşı 300 milyar dolar yükseltmelidirler” mesajını verdi. “Eğer önlem alınmaz ise iflaslar ABD bankalarına da sıçrayabilir” dedi. Sonuçta daha sıkı bir ekonomi politikası izleyen AB devlet borçları ABD borçları kadar yüksek olmasa bile topluluğun ne kadar ince bir ip üzerinde yürüdüğünü gösterir. Ufak bir fırtınada düşüp parçalanması işten bile değildir. Bu fırtınanın da sonbaharda, yaz tatillerinin bitmesi ile geleceği söyleniyor. Ayrıca Avrupa halkları da Amerika halkı değildir. Geçtiğimiz yıl ve bu kış aylarında Avrupa halklarının protestolarını gördük. AB ülkeleri ABD ile karşılaştırıldığında “sosyal” devlettirler. Yaşanan dünya savaşları sonrası, Sosyalizmin burnunun dibinde olmaları nedeniyle kazandıkları, işsizlik, sosyal yardım ve sağlık gibi konularda devletten destek bekleme alışkanlıkları vardır. Sosyalizmin çökmesi ve küreselleşme ile bunların büyük bir kısmı zaten

kaybedildi. 2008 ekonomik krizinden sonra gelen kemer sıkma politikaları ile daha da törpülendi. İşsizlik de çoğu ülkede ABD’nin üstündedir. AB halkları kemer sıkma politikalarına karşı direniyorlar. Yunan halkları hala ayaktalar. Yaz tatili bitti. Taşıma işçileri 24 saatlik grev yaptı. Eylülün ilk haftası kemer sıkma politikalarına karşı ülke çapında bir yürüyüş düzenlendi. Yani Yunanistan’da protestolar dinmedi ve sonbaharda yükselerek devam edecek. İspanya Madrid çadırları, kurulan meclisle hala tam dağılmadı. İtalya’da halklar buğday ve makarna fiyatlarının arttırılmasına karşı günlerce sokaklardaydılar. Daha geçen hafta ilginç şekilde valiler parlamento önünde devlet borçlarının belediyelere aktarılmasını protesto ettiler. Portekiz halkı iktidarlarını devirdi seçimlere gitti. Fransız gençliği geçen kış eğitim harcamaları ve çalışma saatlerinin yükseltmesini protesto için günlerce gösteri yaptılar. Fabrikalarını işgal ettiler ve günlerce ellerinde tuttular. Fransız çiftçileri Paris sokaklarında traktörleri ile sık sık gösteri yaparlar. Fransız varoşlarını geçtiğimiz yıllarda yoksul göçmen kökenli gençliğin nasıl aleve verdiğini unutmayalım. İngiltere’de son isyan Londra’nın 4 gün boyunca yanmasına yol açtı. İngiliz gençleri eğitim harcamalarının kısılmasına karşı günlerce okulları işgal etmişti. Bu ülkelerdeki gösterilere Alman gençleri Berlin vs. gibi kentlerde destek veriyorlar. Münih kentinde üniversite öğrencileri üniversiteleri günlerce ellerinde tuttular. Birileri son günlerde zenginlerin arabalarını yakıyor. Fransız ve Yunan gençlerinden esinleniyorlar. Öte yandan sosyalist gelenekli Doğu Avrupa ülkelerinde o eski koyu kapitalizm yanlısı liberal partiler iktidarlardan gittiler. Halk sosyal demokraside çözüm arıyor. Macaristan gibi bazı ülkelerde faşist partiler iktidardalar. Kısacası Avrupa halkları 2008 krizinin yüküne karşı büyük öfke gösterip sokaklara döküldü. Şimdi yeni kemer sıkma politikaları tüm kentleri ve ülkeleri yangın alanına çevirecektir. AB iktidarları daha fazla kemer sıkma, borç ödeme yükünü kaldıramayacak durumdadır.

AB açısından da devlet borçları büyük bir sorundur. Ancak eğer ekonomiler iyi gidecek olsa denebilir ki bu borçlar ödenir. Devlet aldığı gelirlerle borçların üstesinden gelebilir. Ancak zaten sorun da burada yatıyor. Ekonomiler iyi gitmiyor. Nisan-Haziran döneminde AB alanı 0,8 büyüdü. 3. çeyrekte de 0,1 büyümesi bekleniyor. Ayrıca çoğu AB ülkesinin üye olduğu OECD üyesi 34 ülkenin GSMH’sı ikinci yarıda 0,2 büyüdü, birincide de zaten % 0,3 büyümüşlerdi. Üçüncü dönemde bunun daha da düşeceği tahmin ediliyor. Almanya’da GSMH’dan işçilerin aldığı pay 1995 düzeyinin epey altında. AB sorunun başında da Alman işçi maliyetlerinin düşürülmesi yatıyor. Bu durumda ne kadar daha işçi ücretleri düşürülüp ihracat artırılacaktır? Ekonomik verilerdeki kötülük de Avrupa’da zaten yüksek olan işsizliğin artacağına işaret ediyor. Ayrıca AB tarihinde görülmedik şekilde, işsizliğin çoğu gençler arasındadır. İşsizlik, işsiz olanlara verilen sosyal yardımların artması devletlere yüktür. Zaten banka, şirket, devlet kurtarmaları altında ezilen devlet bütçelerini iflasa sürüklüyor.

Önerilen Çözümler

Finans Kapital güçleri koro halinde “bir şeyler yapın”, “önlem alın” diye bağırıyor. Yapacak güçte politik bir lider yok deniyor. “Ah, Churchil gibi bir politikacı olsaydı” diyerek şimdikileri suçluyorlar. Ama politikacıların da yanıtı sert: “Yeni liberal politikalar dediniz, uyguladık. Ekonomiden elinizi çekin dediniz çektik. Bizde yetki mi kaldı? Şimdi neredeyse her bir hükümet kararını parlamentodan geçirmek zorunda kalıyoruz” diyerek topu Finans Kapital’e atıyorlar. Açıkçası ne yapılacağı konusunda temelli bir öneri de yok. Aslında var ama sorgulu ve korkulu bir öneri. IMF Bankası başkanı Zoellick “ Devlet borçları mutlaka azaltılmalıdır.” diyor. Bunu herkes biliyor. Ama nasıl? Devlet borçlarının asıl nedeni askeri harcamalar, özelleştirmeler, şirket ve banka kurtarmaları, zenginlere vergi indirimi ve muafiyetleri değil midir? Devletin borç yükünün baş sorumlusu Finans kapitalin ken-


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

disi değil midir? Öyleyse onun eli bu borcun altına girmelidir. Yani finans işlemlerinin denetlenmesi öneriliyor. Finansal işlemlerinden vergi alınması olabilir. Sol açıdan bakılınca bu bir işe yaramayacaktır ama belki borç yükünü hafifletme bir işe yarar. Sarkozy ve Merkel son toplantılarında böyle bir karar aldılar. Finansı biraz kırpmak işine adım attılar. Ama buna karşı müthiş bir direniş vardır. Uygulanıp uygulanamayacağı tartışmalıdır. Yakın zamanda bakalım basında hangi liderin skandalları çalkalanır.(!) ABD’nin piyasaya yeni federal devlet tahvilleri sürmesi isteniyor. Alt yapı tesislerini yenilemesi isteniyor. Obama zaten bu programla geldi. Ama yaptırtmadılar. Yapılan ise çok küçüktür. Federal devlet daha bu yılbaşından beri 2,300 milyar dolarlık tahvil aldı. Piyasaya bu kadar yeni para şırıngaladı. İşe yaramadı. Artık yapacak gücü kalmadı. AB ülkelerinin devlet borçlarını sıfırlaması ise mümkün değil, topluluk zaten başından beri sıkı para politikaları izler. Topluluk anlaşmasına göre devlet borcu GSMH’nın %3’ünü geçemez. Ama işte sonuç, devletler iflas ediyor. Şimdi kalan tek seçenek halkların boğazına sarılmaktır. Onu yapabilecek liderden söz ediliyor. Ancak o zamanda halk muhalefetinin nerelere gideceği korkulu düştür. Yani merkezler ne yapacaklarını bilmiyorlar. Eskiden bir tıkanma noktasına gelince yeni bir politik hat ortada olurdu. Savaş sonrası Keynes politikaları dendi. Uygulandı, geliştiler. 1970’li yıllardaki tıkanmaya karşı yeni liberal politikalar üretildi. Şimdi de onun sonuna gelindi. Yenisi yok. Tam bir çaresizlik vardır. Bunların dışında başka arayışlar da söz konusudur. Örneğin ABD’nin Çin ile ortaklığıdır. Bu doğrultuda Obama’nın yardımcısı Biden, Çin’e bir ziyaret gerçekleştirdi. Ama sonuç çıkmadı. Bu seçeneğin ekonomik temelinde Çin’in ülkesini tüketime açması bulunmaktadır. Yani Çin pazarı dünyaya açılsın. Ama Çin’deki asgari saat başı net ücretin 1 dolar civarında olduğu düşünülürse böyle bir politikanın merkez ülke ekonomilerini ne ölçüde kurtarabileceği tartışmalıdır. Ayrıca Çin

neden batmakta olan bir ABD’ye yamansın? Onu neden kurtarsın? 3, 000 milyar dolar alacağı için mi? Bu ortaklık onu da ABD ile batırmaz mı acaba? AB açısından Rus pazarı bir seçenektir. Eski süper askeri gücün içine girmek AB açısından bir yığın bilinmezlik ve korku ile doludur. 3. Dünya ülkelerindeki pazarı açmak ise Afganistan ve Irak başarısızlığı sonucunda aslanın ağzında bir rekabettir ve güçleri yetmiyor. Ne yapılsın? Güvenli liman yok mudur? Akla gelen Japon yeni, İsviçre Frangı ve altındır. Ama bunları da ekonomileri kurtarmak değil sadece finansın kaçabileceği alanlar olarak görmek gerekir. Japon ekonomisi tsunaminin sancıları ile kıvranıyor, İsviçre’nin de arkasında güçlü ekonomisi yoktur. Yeni gelişmekte olan Türkiye, BRİC, Güney Afrika gibi ülkelerdeki canlılık acaba merkezleri durgunluktan kurtarır mı? Bu da pek olası değildir. 3. Dünya ekonomiler kendi iç pazarlarından çok ucuz iş gücü ile ihracata dayalı üretim yaparlar. Genel olarak Merkezlere sattıkları üstünde duruyorlar. O nedenle merkezlerdeki durgunluğu canlandırmak değil tersinden onların durgunluğunu ithal etmeleri akla yakın olasılıktır. İhracat yapabilmek için ithalatlarını arttırmak zorunda olduklarından borçları çok yüksektir. Merkezleri canlandırmaları olası değildir. Şöyle bir örnek vermek yerinde olur. Japonya, Çin, Almanya’nın toplam tüketimi ABD’nin tüketiminden daha az imiş. Yani çöken bir ABD ve AB pazarının yerini bu ülkelerin toplamının alması olası görülmüyor.

Olası Tehlikeler

Ne yapılırsa yapılsın küresel ekonomide birlikte davranmak uluslar arası sermaye açısından kesin bir gerekliliktir. 2008 krizinde G-20 olarak bir araya gelindi ve bankaları koruma kararını aldılar. Kurlarla oynamayacağız dediler. Ortak davranabildiler. Ancak dikkat edersek son borsa düşmeleri ve ekonomik göstergelerin açıklanması sonrasında bırakalım G20, G22’lerin toplanmasını AB liderleri bile bir araya gelemiyorlar. Sırf Merkel ve Sarkozy toplanabiliyor. Bunun altında yatan gerçeklik olsa

olsa bir araya geldiklerinde ortak bir karar üretme, ortak bir çıkar yolda uzlaşma ufkunun olmayışıdır. Devlet borçlarının arkasında kim duracak? Ekonomik gerçekler korkulan bir senaryoya doğru kayıyor gibidir. Nedir bu senaryo? Küreselleşmenin sonudur. Yani her ülkenin kendi ihracatını arttırmak için para birimini düşürmesi, sonuçta bunun bir kısır döngüye dönüşmesi. Bu olgu zaten sürekli yapılıyor. Dolar ve Euro’nun düşmesi eğilimine karşı hemen diğer ülkeler önlemlerini alıyor ve kendi para birimlerini düşürüyorlar. Türk Lirası gibi Brezilya da tüm baskılara rağmen para birimi ile sürekli oynuyor. Bu işin bir sonu yoktur. Dipsiz bir kuyudur. Dibinde de halk ayaklanmaları vardır. İthalattan kurtulmak için gümrük duvarlarının yükseltilme-

sine başlanabilir. Meta üretiminin çok küreselleştiği bir üretim biçiminde bunu yapmak çok zordur. Yapan ülkeler sonuçta üretim yapamaz hale gelebilirler. Yapılabilirliği tartışılır. Böyle düğüm haline gelmiş yapı, bu kadar çözümsüzlük çok radikal uygulamalar gerektirir. Radikal uygulamanın en önde duran seçeneği III. Dünya Savaşıdır. Her şey tahrip edilsin ve yeniden yapılsın. Üretilmiş her şey yerle bir olsun ki yenisi üretilebilsin. Şimdiye kadar yapılan yanlışlıkların üstü örtülsün. Sıfırdan yeniden bir üretime başlansın. İşte o zaman ekonomiler canlanır. Pazar ancak böyle açılır. Daha önceki dünya savaşı sonrasında olduğu gibi.

Avrupa halkları 2008 krizinin yüküne karşı büyük öfke gösterip sokaklara döküldü. Şimdi yeni kemer sıkma politikaları tüm kentleri ve ülkeleri yangın alanına çevirecektir. AB iktidarları daha fazla kemer sıkma, borç ödeme yükünü kaldıramayacak durumdadır.

19


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

NASIL BİR ZAFER Ayşe TANSEVER

Batı yaptığı bu dalavereler sırasında kendi saflarını sıkılaştırdı. Kaddafi Libya’sı ile milyarlık iş ilişkileri içinde olan Türkiye’yi kendi saflarına çekip NATO içinde aktif rol oynattılar. Gerici Arap ülkeleri Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri moral buldu ve Batı yanlısı daha aktif politika izlemeye başladılar. Batı’nın istediği gibi Orta Doğu ülkeleri arasındaki safları daha derinleşti. Sonuçta bölgede de gericiliğe moral ve güç verme “zaferini” kazandılar.

20

A

ylardır süren Libya operasyonu birden hızlandı, NATO bombalamaları arttı, “Bingazililer Tripoli’ye girdi” denildi ve Batı “zafer” ilan etti. Ancak henüz ne Kaddafi yakalandı ne de Kaddafi güçleri teslim oldular. Batının ilan ettiği “zaferin” nasıl, kimlerin zaferi olduğunu ilerideki gelişmeler daha iyi ortaya koyacaktır. Bazı yönlerden bu gerçekten Batı açısından bir “başarıdır” bir “zaferdir”. Afganistan ve Irak’ta yenilmiş olan ABD, AB ve NATO güçleri çıkar çelişkisi ile dağılma sürecine girmişlerdi ki Libya’da destekledikleri Bingazililer’i Tripoli’ye sokunca bir “zafer” kazanmış oldular. Avrupa sınırlarında işlev görmesi gereken NATO Afganistan başarısızlığı sonrası bir dağılma sürecine girmişti. Libya “zafer” çığlıkları ile belki işlevsizleşen durumuna canlılık katma başarısı elde eder ama Libya’da işlerin tersine dönmesi ile içine girilen parçalanma daha da hızlanabilir. Askeri açıdan kara kuvvetleri olmadan bir zaferin kazanılamayacağı bilimsel verisinden kalkarak NATO ülkeleri Libya hava operasyonunun başarı şansını uzun uzun tartıştı. Sonuçta el altından Libya’ya NATO, Fransız, İngiliz özel askeri güçleri gönderildi. Bingazili gönüllüleri eğittiler, silah dağıttılar. Kendileri yetmedi özel güvenlik kuvveti şirketleri ile Katar’da anlaşma imzaladılar. Dondurulmuş Libya fonlarının bir kısmını buna kullandılar. NATO karargâhlarında yapılan planları onlara anlatıp uygulamalarını sağladılar. Böylece Bingazililerden bir Kaddafi muhalefeti yarattılar. Ağustos sonlarına doğru start verildi. Bingazililer de NATO desteğinde Tripoli’ye girdiler. İşte NATO tüm dünyanın gözü önünde böyle alavere dalavere ile Libya’da sonu tartışılır bir “zafer” kazandı.

Şimdi bu modeli yani sıfırdan bir muhalefet yaratıp, silahlandırıp beğenmedikleri iktidara karşı kullanma olayını Suriye’de uygulamaya çalışıyorlar. NATO’nun Libya “zaferi” dedikleri şey aslında bir savaş suçu işlemektir. “Kaddafi sivil halkları öldürüyor, askerleri kadınların ırzına geçiyor, Kaddafi Afrika’dan silahlı asker devşiriyor” yalanları uydurup BM Güvenlik Konseyinden Libya’ya hava ambargosu uygulama kararını geçirdiler. Bunların doğruluğu asla ispatlanmadı ve sonra yalanlandı. Ama aynı şeyi kendileri yaptılar. Günlerce sivil halka çoluk çocuk demeden bombalar yağdırdılar. Onları açlığa, susuzluğa, enerjisizliğe ve işkencelere mahkûm ettiler. İnternet üstünden basın yolu ile morallerini bozdular, sindirdiler. Bütün bunları demokrasi adına yaptılar. Libya halkının üçte ikisinin Kaddafi’nin arkasında olduğunu bile bile kendi azınlık diktalarını dayattılar. Eğer bu bir “zafer” ise o zaman bu Libya halkının iradesine karşı, BM G.Konseyini kendi çıkarlarına alet etme, onları ve tüm dünya insanlarını aldatma “zaferidir”. BM Güvenlik Konseyindeki Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika gibi ülkeler içine düştükleri aldatmacayı anlayınca NATO bombalanmasının durdurulmasını istediler. Kaddafi’yi sonuna kadar destekleyen ve hala GUK’i tanımayan Afrika Birliği Örgütü de sürekli bombardımanların durdurulması ve barışın sağlanması çağrısı yaptı. Ama NATO ve arkasındaki Fransa, İtalya, İngiltere gibi bir avuç güç bu talebi oyalama başarısını gösterdiler. Bu konuda da bir “zafer” kazandılar. Ama gelecekte bunların geri tepmeleri ile karşı karşıya kalacaklarını biliyorlar. Zafere olan açlıklarını tatmin ediyorlar. Batı yaptığı bu dalavereler sırasında kendi saflarını sıkılaştır-

dı. Kaddafi Libya’sı ile milyarlık iş ilişkileri içinde olan Türkiye’yi kendi saflarına çekip NATO içinde aktif rol oynattılar. Gerici Arap ülkeleri Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri moral buldu ve Batı yanlısı daha aktif politika izlemeye başladılar. Batı’nın istediği gibi Orta Doğu ülkeleri arasındaki safları daha derinleşti. Sonuçta bölgede de gericiliğe moral ve güç verme “zaferini” kazandılar. Ancak yine tekrar edelim. Libya olayları daha sonuçlanmadı. Libya’da daha hiçbir taş taş üstüne konulmadı. Bu süreç içinde olaylar tersine dönerse bu moral ve güç kazanmalar tam tersine tepebilir. Bu moraller çok çabuk bozulabilir. Arap Baharı git geli olan bir süreç olacaktır.

Büyük Ekonomik “Zafer”

Batı açısından Libya büyük bir ekonomik “zaferdir”. İlk olarak, Libya saldırısı ve Kaddafi’nin sesinin kesilmesi tüm dünyada düşen borsalara bir ilaç gibi geldi. Dünya’nın kulağı borsaların düşmesinden, merkez ekonomilerinin gerilemesi haberlerinden uzaklaşıp Libya “zaferine” odaklandı. Dikkatler kapitalizmin ekonomik yenilgisinden Libya “zaferine” doğru kaydı. Petrol zengini Libya’nın ülke olarak tahribatı hem yeni pazar ve iş alanları yaratma, ekonomilere canlılık getirme umudunu doğurmakla kalmadı, aynı zamanda da kapitalizmin yıpranan itibarını yükseltti. Borsa düşüşleri geçici de olsa durdu. Petrol fiyatları rahatlayarak ekonomilerde canlanma ufak umudu doğdu. İkinci olarak, her ne kadar Kaddafi neredeyse tüm dünya petrol şirketleri ile anlaşmalar imzalamış olsa da Bingazililer kanalıyla petrol üzerinde oynayabilecekleri başka kâr getirici özellikler vardır. Anlaşma maddeleri ve koşulları, çeşitli zamanlarda pompalanacak petrol miktarı, fiyatları ve var olan çıkarılmamış


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

kaynakları denetleme olanakları olacaktır. NATO operasyonlarını başlatmada öncülük eden özellikle Fransa, arkasından İngiltere ve İtalya petrol şirketleri diğerlerine karşı başka paylar kapacaklardır. Hatta Fransa’nın Bingazililerle ülke petrollerinin %35’ini denetlemede anlaştığı söyleniyor. Bu büyük maddi kazanç demektir. “Libya Devlet petrolleri özelleştirilecek ve Fransız Total şirketine verilecek” deniyor. Üçüncü olarak, NATO bombalarının yıktığı Libya, petrol gelirlerini ülkenin yeniden inşasına harcayacaktır. Batı şirketlerini dolgun kârlar beklemektedir. Libya merkez bankası özelleştirilecektir. İngiltere yetkilileri Kaddafi döneminde Libya ve bölgeye 40 milyar dolarlık mal sattıklarını ve bunun devamını beklediklerini dile getirdiler. Fransa yeni kurulacak Libya hava kuvvetlerine Rafeal uçaklarını dayatacaktır. Fransız ve Alman şirketler Libya tren yollarını yapmak için birbirleriyle rekabete girdiler bile. Bombalama sırasında omuz omuza verenler şimdi birbirleri ile kavga ediyorlar. Fakat Libya’nın yurt dışında dondurulan paraları hesaba alındığında yukarıda yazdıklarımız leblebi çekirdek kalır. Libya’nın Batı bankalarında dondurulmuş olan 150 milyar doları ve 144 ton altını bulunuyor. 10 milyar dolarlıkta altın rezervi varmış. Ayrıca Kaddafi’nin bitirmek üzere olduğu milyarlarca dolarlık insan yapımı nehir projesi var. Bu paraların ve Afrika kıtası için çok değerli su projesinin yeni Libya yönetimi GUK’e verilmesinden söz ediyor. Ancak şimdiye kadar yaşanan deneyler bu tür paraların Batıdan alımının çok zor hatta imkânsız olduğunu gösteriyor. Saddam devrildikten sonra dondurulan Irak paraları hiçbir zaman geri dönmedi. Devrik Mübarek ve Bin Ali’nin milyarlarının da hiçbir zaman alınmayacağı biliniyor. Uluslar arası yasalara göre bu kişilere ait hesapların başkasına verilmesi ancak bunların çalıntı, rüşvet ve yasa dışı yollarla kazanıldığının mahkemelerde ispat edilmesi ile oluyor. Bunlar yıllar alacak da-

valar olacaktır. Bu tür davalarda genellikle söz konusu paralar, bulunduğu banka ve ülkede kalmaktadır. Davaların olumlu sonuçlandığı çok ender durumda da çeşitli rüşvetlerle bu paralar bir yerlerde buharlaşıp gitmektedir. Ayrıca Libya’da GUK mahkemelerin kurulması, savcıların, avukatların yetiştirilmesi uzun bir süreç alacaktır. O nedenle Batı aslında başka bir zafer daha kazandı. Bu paralar Batılı banka ve şirketlerin kâr hanesine yazılmış gelirler olacaktır. Batı’nın en büyük “zaferlerinden” biri de yoksul halkları bu türden soymasıdır.

Milyon Dolarlık Soru

Yukarıda yazdığımız askeri ve bir anlamda ekonomik “zaferin” gerçekleşmesi ancak siyasi anlamda önde duran işler başarılırsa bir “zafer” olacaktır. Batı bunun bilincinde şimdi kolları sıvadı. Fransa’nın bir yol haritası çıkarttığı söyleniyor. Türkiye’nin de böyle bir harita çizdiği yazıldı. Sorun şimdi yaratılan bu Bingazili muhaliflerin politik bir düzen kurmasıdır. Bunun nasıl sağlanacağına kendileri bile“bir milyon dolarlık soru” diye yanıt veriyorlar. Bunun çeşitli nedenleri var. Bir avuç Bingazili aslında ne olduğu belirsiz karışık bir yapıdır. Kurdukları GUK içinde Kaddafi’nin devrimle devirdiği monarşi yanlılarından, liberallere, işadamlarından çeşitli aşiret reislerine, şeriat yanlısı kişilere, milliyetçilere ve eski Kaddafi yetkililerine kadar çeşitli kesimden insanlar var. Kaddafi’yi devirmenin dışında çıkarları birbirine uymayan bir gurup oluşturuyorlar. GUK askeri lideri Abdelhakim Belhadi Afganistan’da Osama bin Ladin saflarında eğitim almış eski bir al-Kaide üyesi. Adı bir zamanlar ABD’nin terör listesindeydi. Bu savaşta dövüşenlerin çoğu onun paralı askerleri deniyor. Yeni Libya’nın aşiret yanlısı olabileceği korkuları dolaşıyor. Kaddafi eski güvenlik bakanı ve sonra GUK askeri lideri olan Younis’u yerine geçmek için öldürttüğü ve CIA adamı olduğu söyleniyor. Younis yandaşı aşiret üyeleri şimdi yeni komutana karşılar. Ayrıca Misrata kentindeki

aşiretler GUK kararlarına uymayacaklarını açıkladılar. Çoğu GUK üyelerinin siyasi bir deneyi yok. Batı da bunları tanımıyor, çoğuna “çapulcu” diyor. Demokrasi kurmak gibi bir dertleri, petrol gelirlerini ceplerine indirmekten başka bir hedefleri olmamasından korkuyorlar. Batı, şimdi bu bir araya gelmesi zor, birbiri ile uzlaşmayan grupları birleştirip, çıkarlarını koruyacak bir iktidar kurdurtmayı nasıl becereceğini kara kara ve umutsuzluk içinde düşünüyor. Yanıt verene milyon değil milyar verebilirler. GUK sıfırdan koca bir devlet mekanizması kurmak zorunda. Askerini yetiştirecek, ordusunu oluşturacak. Bingazili dövüşenler Kaddafi Ordusu gibi bir ordu değil. Birkaç aydır dövüşten başka bir deneyleri yoktur. Polis kurulacak. Polis demek adalet sisteminin kurulması demektir. Onun kurulması için anayasa ve diğer yasalar gereklidir. Sonra mahkemeler, bunları işletecek avukatlar, savcılar demektir. İç savaş yaşamış bir ülkede bu adalet sisteminin kurulması istikrar için tek koşuldur. Bütün bunların hepsi sıfırdan nasıl sağlanacaktır? Yoksa ülkede istikrar kurulamaz. Bu korkunç büyük bir iştir. Libya’nın Batının anladığı anlamda bir demokrasi deneyi, bilgisi yok. Zaten aşiretler demokratik sisteme karşı olduklarını gizlemiyorlar. Çoğunluk sistemi ile kazananın başa geçmesine, azınlığın sesinin kesilmesine karşılar. Kaddafi aşiret ağırlıklı ülkesini o nedenle böyle bir dengede yönetmiş. Ve o nedenle ona diktatör deniliyor. Şimdi de onu diktatör diye yıkanlar onun sistemine uygun bir şey kurma peşindeler. Batı ne yapacaktır? Milyonluk değil milyarlık soru. BM bu işe soyunsun, barış gücü, NATO ordu ve polis gücü eğitsin ve kursun deniyor. Ama ne NATO ne de BM bu görevleri göğüsleyecek güçte değildir. Afganistan ve Irak gösterdi ki asker ve polis yetiştirmek öyle kolay bir iş değildir. Maddi sorunlar dışında 1000 kişi yetiştirmek bile en azın-

dan bir yıl alır. Bunlar Batı’nın boyutunu aşar. Zaten BM’in Libya saldırısı sırasında görüş ayrılıklarına rağmen böyle bir görevi üstlenmesi tartışmalı olur. Sonuçta Libya yeni bir Afganistan ya da Irak olabilir. İktidar olamayan bir devlet kurulabilir. NATO ve Batı postalları ile gelip kurdukları kukla hükümeti zorla halka kabul ettirmek zorunda kalabilirler. Ama bunu yapmaya NATO ortaklarının gücü yeter mi? Bu anlamda bakıldığında Batı ve NATO’nun Libya’da “zafer” ilan etmesi çok erkendir. Aynı Bush’un Irak işgalinden sonra “bu iş bitti” demesine benzer. Peki, Libya’yı nasıl bir gelecek bekliyor? Bu soruya atimes. com yazarlarından Pepe Escobar “Libya: Irak 2:0” adlı makalesinde şöyle anlatıyor. “Bedava eğitim, sağlık hizmetleri ve konuta alışık olan Libya halkına güçsüz bir GUK kukla iktidarı ile yeni liberal askeri bir doktrin dayatılması (yani hizmetlerin paralı hale gelmesi. bn); yabancı işgale karşı dövüşen bir gerilla gücü; Selefi cihatçıların bölgeye akını; çöllerde gerilla üslerinin kurulması; güneydoğudaki çölden geçen boru hattının bombalanması ve aynı Bağdat’ta olduğu gibi bitmez tükenmez sivil/aşiret savaşları; birisi Kaddafi güçleri ve asiler/NATO güçleri arasında ikincisi ile NATO güçleri ile Selefiler arasında iki karşı savaş.” Son gelen haberlerde hâlâ Kaddafi güçlerinin bulunduğu bölgelere girilemedi. Kaç gündür girildi denilen yerlere gidilmiyor hatta gitmekten vazgeçtiler. GUK Kaddafi askerlerine teslim ol çağrısı yaptı. Olumsuz yanıt aldı. Son olarak ta süreyi uzattı. Bingazililer Kaddafi yanlılarına işkenceler ediyorlar. Tripoli’nin suyunu kestiler. Yani “düşmanlarının” öfkesini bileme yanlışları yapıyorlar. Kaddafi teslim olmuyor. Afrika Birliği Örgütü, Venezuela hâlâ arkasında duruyor. Bütün bunlar Pepe Escobar’ın öngörülerine doğru gidildiğinin işaretlerini veriyor. Batı’nın Libya zaferi yakın zamanda burnundan fitil fitil gelecektir.

21


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

LİSELERDE YENİ DÖNEM VE ADALET/ONUR/BİLİNÇ

O

kullar açılıyor. Liselerde de yeni bir dönem başlıyor. 2010-11, Türkiye’de liseliler için çok önemli bir eşiğin aşıldığı bir eğitim yılı oldu. YGS sınavında yaşanan şifre skandalı sonrasında tüm Türkiye sathına yayılan eylemler, yapılan boykotlar çok önemli bir sıçramaya dönüştü. Her ne kadar AKP’nin ÖSYM Başkanı’na verdiği tavizsiz destek ve Başbakan’ın savurduğu tehditler sonrasında hareket geri çekilse de bir dip dalgası olarak devam ettiğine hiç şüphe yok. 2011-2012 de bu hareketin izleri üzerinden genişlemenin, örgütlenmenin ve siyasileşmenin damgasını vurduğu bir dönem olacak. Eğitme damgasını vuran en belirgin gerilim, ülke içindeki sınıfsal çelişkinin bir yansıması olarak liseler arasındaki standart farkları. En son LYS sınavının sonuçları da bunun açık bir ispatı oldu. 1200 lisenin birincisi hiçbir üniversiteye yerleşemedi. Aslında Türkiye’deki üniversiteler arasındaki standart farkları düşünüldüğünde bu sayının dahi gerçeği tam yansıtmadığı düşünülebilir. Bugün devlet okulları ile özel okulların arasındaki fark büyük bir hızla artmaktadır. Devlet okullarındaki eğitimin niteliği bilfiil devlet eliyle düşürülmekte, özellikle kentli orta sınıfların çocuklarını özel okullara göndermeleri için her türlü “teşvik” sağlanmaktadır. Devlet liselerinde yabancı dil eğitimi, Anadolu liselerindeki son düzenlemeler sonrasında tamamıyla bitirilmiştir. Özellikle düz liselerde kalabalık sınıflar dolayısıyla eğitim nerdeyse durma noktasına gelmiştir. Öğrencilerde okulda bir şey öğrenilemeyeceği, sınav için gerekli bilgilerin ancak dershanelerden alınabilineceği bilinci artık neredeyse tamamen oturmuştur. Öğretmenlerin önemli bir kısmı da var olan şartlarda doğru dürüst eğitim yapılamayacağına ikna edilmiş, umut ve heyecanlarını yitirmişlerdir.

22

Liseler aslında hiçbir şey öğrenilmeyen, sadece diploma alabilmek için gidilip gelinmesi gereken mekânlar olarak kodlanmaktadır. Bu bir şey alamama durumuna ek olarak ailelerin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların ağırlaşması da oldukça fazla sayıda öğrencinin eğitim hayatına son vermesine, okulları terk etmesine yol açmaktadır. Aslında gençlerin

tartışma yürütülebilir. Fakat hiç kuşku yok ki liselerde başarmamız gereken temel hedef, olabildiğince fazla sayıda gencin eğitimin nasıl bir yalanlar manzumesinin ve adaletsizliğin üzerinde durduğunun farkına varmasını sağlamaktır. Bunu üzerine düşünmeye başlayabilmek toplum içerindeki sınıfsal ayrımların da çok daha net bir biçimde anlaşılabilmesine kapı aça-

insanlığın evrensel birikimi ile tanışmasını ve kucaklaşmasını sağlamak gibi bir işlevi olması gereken eğitim sistemi, milyonlarca genci başarısız olarak yaftalayıp bir safra gibi bir kenara atmaktadır. Düzenin eğitiminin, sistemin sürekliliği açısından sağladığı en büyük işlev budur. Sınıfsal çelişkilere meşruluk sağlamak. Sınıfsal çelişkiler sanki eğitim sistemi tarafından tasdik edilmektedir. Parası olanlar sınav sistemi standartları açısından “iyi” bir eğitim alarak, yabancı dil öğrenerek, “iyi” bir bölüme girerek “başarılı” olurken yoksul çocukları “başarısız” bir eğitim hayatının sonucu olarak aileleri gibi yoksul emekçiler olmayı, ağızlarını açamadan sömürülmek zorunda olmayı “hak etmektedirler”. Bugün hayatın dayattığı adaletsizlikler hiçbir yerde gerçek anlamda siyasetin malzemesi olamıyor. Bunun sebepleri üzerine bir sürü

caktır. Birileri diğerlerinden daha nitelikli bir eğitimi nasıl oluyor da alabiliyor? Eğitim en temel bir insan hakkı değil midir? Neden herkese birbirine yakın standartlarda sunulamıyor? Alt sınıftan gençlerin devam ettiği okullarda eğitimin en önemli işlevlerinden biri de bu çocukların öz güvenlerinin kırılması ve kendilerini işe yaramaz hissetmelerinin sağlanmasıdır. Derslerde hissettirilen başarısızlık duygusunun yanı sıra okullarda kol gezen şiddet ve haysiyet kırıcı davranışlar da bu amacı destekler. Alt sınıfın terbiye edilebilmesi ve fabrika disiplinine alıştırılması bu tarz okulların en önemli işlevidir. Özellikle böylesi ortamlarda öğrencilerin onurlarına sahip çıkma pratikleri büyük önem taşımaktadır. Bulunduğumuz okullarda idare ve öğretmenler tarafından böylesi ortamların yaratılmasına kesinlikle müsaade etmemeliyiz. Şiddete ve onursuzlaştırmaya karşı

mücadele, dayanışma ve dik duruş lise pratiğimizin önemli ayağı kılınmak durumundadır. Liselerin en önemli işlevlerinden bir tanesi de düzenin ihtiyaç duyduğu kafaların yetiştirilmesidir. Özellikle Kürt sorununda içinden geçtiğimiz süreç itibariyle bu sene liselerde de birçok şoven saldırıyla karşı karşıya kalabiliriz. Özellikle tarih ve milli güvenlik dersleri yoğun ideolojik bombardıman altında geçmektedir. Tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve bunun üzerinden “Türk”ü her türlü gerçekliğin merkezine koyan bir bilinç çarpılması yaratılması çoğu zaman başarıyla gerçekleştirilmektedir. Liselerde bu çarpık bilinçlenmeye karşı bir aydınlatma kampanyası yürütülebilmesi hayati bir önem taşımaktadır. Düzen cahilleştirmeyi kendine örgütlemenin bir aracı olarak kullanmaktadır. Bizler bu anlamda etkileştiğimiz herkesi bir seviyede aydınlatmak gibi bir hedefe de sahibiz. Irkçı ve cemaatçi kuşatma, alt sınıfları düzene köleleştirmenin araçlarıdır. Bu kuşatmaya karşı öncelikle ideolojik bir sağlam karşı duruş üretilemezse yol alabilmek mümkün olamaz. Bilinçleri özgürleştirmek, düzenden kopuşmanın en önemli yol açıcı adımıdır. Bunun için önce kendimizi en etkin bir biçimde bilinçlendirmek, ırkçı propagandaları boşa çıkaracak şekilde donatmak, sonra da diğerleriyle etkileşme imkânları yaratmak zorundayız. Okullardaki kulüp çalışmaları altı doldurulduğunda böylesi amaçlara hizmet edecek tarzda değerlendirilebilir. Özellikle ırkçıgerici propagandanın yoğunlaştığı derslerde yapılacak, üslubu doğru ayarlanmış ve bilgi temeli güçlü müdahaleler doğal önderler yaratabilir. Adalet, onur ve bilinç; insanca bir gelecek arayışımızın temelleridir. Düzen onları bizden çalmaya çalışıyor. Mücadelemiz onlara sahip çıkmak içindir.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

KIDEM TAZMİNATI FONU’NDA MASALLAR, GERÇEKLER…

B

iz ekonomik kriz dalgalarının ortasında çırpınıp dururken atı alan Üsküdar’ı geçmekle kalmadı, yatı alıp okyanusları geçti. Bu arada hazırlanan taslaklar aldı başını yürüdü. Kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, idari kararlar, emirler, emirler, emirler… Bu emirlerden biri de işçilerin ellerinde kalan son hakları olan “kıdem tazminatının devlet hazinesinde birikmesi ve oluşacak fonun devlet tasarrufuna bırakılması”. Yine aynı şekilde devlet tasarrufuna bırakılan işsizlik fonunun başına gelenleri herkes bilirken emekçiler, en büyük patron olmak isteyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın icraatlarını korku ile bekliyor.

Kıdem Tazminatı Fonu ile Ne Yapılmak İsteniyor?

Halen çalışan emekçilerin sadece %10’u -kayıtlı güvenceli çalıştıkları için- “kıdem tazminatımı alabilecek miyim?” kaygısı taşımadan çalışabiliyor. %90’lık kesimin işi ise ya Çalışma Bakanlığı’na, ya iş mahkemesine kalıyor. Uzun soruşturma ve yargılama sürecinin sonunda işveren hala aktifse, isim değiştirmemişse, şirketin içini boşaltmamışsa, çalışanlar haklarını alabiliyor. Yani işçiler patronunun iki dudağının arasında kalıyor. Kurulmak istenilen kıdem tazminatı fonunun gerekçesi olarak ise patronların iki dudağının arasından hiçbir iyi bir laf çıkmaması gösteriliyor. Tabi yasa yapıcı ve uygulayıcılar bu patronları denetlemek, hak gasplarını daha gemi batırılmadan önlemek gibi hiçbir sorumluluk üstlenmiyorlar. “Patronlar kötü niyetli, biz işçileri koruyalım” diyorlar. Yasa koyucuların işçi ve patron arasındaki bin

yıllık çelişkiyi bilmediğini düşünmek gerçekçi gelmiyor, tıpkı onların patronlara “kötü çocuklar” demesinin gerçekçi gelmediği gibi.

Peki, Bizim Gerçeğimiz Nedir?

Deniyor ki, “fondan sonraki çalışmalar için işveren her ay kıdem tazminatı primi ödeyecek.” İşveren daha işçinin sigorta primini ödemiyor ki, kıdem tazminatı primini ödesin. Deniyor ki, “On yıllık çalışma süresini dolduran kişi, kendi isteğiyle işten ayrılsa dahi kıdem tazminatını alabilecek. Ayrıca emeklilik veya ölüm durumunda da fondan ödeme yapılacak.” Oysa mevcut durumda 1 yılını dolduran işçinin kıdem tazminatı hakkı var ve örneğin 5 yılın sonunda işten çıkarıldı diyelim, tazminatını almak için 10 yılı doldurmayı beklemiyor. Bu süre neden uzatılmak isteniyor? Halen ülke koşullarında tüm çalışanların aldığı maaş SGK’da gerçek ücret olarak bildirilmezken ve çalışanlar bunu gerekçe göstererek zaten tazminatlarını alarak ayrılabiliyorken bunlar, kime reklam yapmaya çalışıyor? Zaten elimizde olan hakları bize verdiklerini söylediklerinde biz buna inanacak mıyız? Deniyor ki, “Çalışanlar işten ayrılırken işverenle muhatap olmayacak, doğrudan fona başvuracaklar.” Halen çalışanların işsizlik fonundan işsizlik maaşı almak için 40 takla atması gerekirken bu fona başvuru için kaç 40 takla daha icat edecekler? Deniyor ki, “Her bir yıllık çalışma için bir aylık brüt ücret tutarında tazminat ödenecek.” Oysa mevcut sistemde tazminatlar tüm sosyal hakların eklenmesiyle bulunan ‘giydirilmiş ücretten’ ödenirken neden sadece ‘brüt miktar’

belirleniyor? Kaldı ki bu bir aylık ücret, çalışılan son yılın ortalaması alınarak bulunacak. Oysa mevcut durumda, en son yani en yüksek maaşı ne ise tazminat onun üzerinden hesaplanıyor. Tazminat miktarı neden düşürülmek isteniyor?

Sevgi EVRİM

Oysa tasarıda; -Fon yönetiminde işverene iki, işçiye bir temsilci hakkı tanınıyor. - Fon uygulaması gelirse, toplam çalışması 10 yıla ulaşmadan evlenen kadınlara tazminat ödenmeyecek.

- Fon sisteminde, 10 yılı doldurmadan askere giden işçiye tazminat ödenmeyecek. Mevcut sistemde evlenen kadınlar ve askerler tazminatlarını alarak işyerinden ayrılırlar. - Sigortasız ve kayıt dışı çalışan işçiler kıdem tazminatı hakkından yararlanamayacak. - Ücreti düşük gösterilenler düşük miktarda kıdem tazminatı alacağından mağdur olabilecek. - Evlilik, askerlik, 15 yılı ve 3600 günü doldurup emeklilik yaşını bekleme gibi durumlarda Kıdem tazminatı ödenmeyecek.

Devlet tasarrufuna bırakılan işsizlik fonunun başına gelenleri herkes bilirken emekçiler, en büyük patron olmak isteyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın icraatlarını korku ile bekliyor.

- İşçi 10 yıl beklemek zorunda kalacak.

23


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

- Geciken günler için fondan faiz talep edilemeyecek. - Eğer işçinin bir yıl karşılığı 30 gün yerine, daha az bir süre kıdem tazminatı ödenmeyecek.

Nasıl Olmalı?

Dolandırıcılıkları engellemenin yolu işçinin zaten kuşa çevrilmiş olan tazminatına göz dikmek olmamalı. Bunun çözümü “serbest” piyasanın “serbest” kollarında “serbest” stilde dans eden patronların kârlarının küçülmesi ve işçi çalıştırması halinde işçinin mevcut yasalarda tanınmış asgari haklarının teminat altına alınmasının sağlanmasıdır. Çalıştırdığı işçi başına asgari çalışma süresi bildirimi (ki iş güvencesi yaratacaktır) ve asgari sürede doğacak asgari hakların teminat olarak sunulması ve fesih sonrası işçi hakkını işverenden alamadığında bu teminatın kurallara göre bozdurulmasıdır. TIPKI büyük sermayeli anonim şirketler olan bankaların alacaklarının tahsili yolu gibi. Patronların yükünün azaltılmasına dönük bir fon uygulaması; işçinin kayıtsızlık, güvencesizlik, esnek çalışma sorunlarını çözmeyeceği gibi elindeki son hakkı kıdem tazminatının da işlevsizleşmesi ve zamanla yatırımcıların serbest stil danslarının sponsoru olmasından başka bir anlam ifade etmeyecektir. İşverenlerin işçilerin kıdem tazminatlarını iç etmelerini engellemenin yolu, onların talanını yasalaştırmaktan değil, adil, süratli ve işlevli bir adalet mekanizması kurulmasından geçmektedir. Bir işçinin bin liralar tutan harçları ödemeden mahkemelerden yaralanabilmesinden geçmektedir. Etkin bir mal varlığı denetiminin, gelire göre vergi sisteminin işletilmesinden geçmektedir. Bunun yolu torpil patlatarak değil halkın içinden çıkmış, maaş alamamanın ne demek olduğunu bilen hâkimlerin iş mahkemelerine atanmasından geçmektedir. Sayısı milyonları bulan şirketlerin kârlarının, kâğıt üzerinde değil yerinde denetlenmesinden ve gelirine göre vergilendirilmesinden geçmektedir. Taşeronlaşmanın

24

tamamen yasaklanması veya kapsamının daraltılarak denetiminin yine teminat sistemine bağlanmasından geçmektedir. Çalıştıracağı işçinin en az 5 yılını garanti etmeyen işveren taşeron sıfatıyla ihale alamamalıdır. Bunun yolu halk için adalet niyetini taşımaktan geçmektedir. Yoksa kasalar birileri için dolup birileri için boşalacaktır. Fon, işçi için bir don parasından ötesini ifade etmeyecektir. Fondan yararlanmak için 10 yıllık kayıtlı çalışma aranmaktadır. Kayıt dışının %90’lara geldiği bu ülkede hangi 10 yıldan bahsedilmektedir. Oysa mevcut sistemde tanınan 1 yıllık süre bile, 11 ay bir işyerinde çalışan işçinin 11 ayının çalınmasından başka bir anlam taşımıyor. 10 yılın altında çalışanlar işverene karın tokluğuna (Tabi eğer maaşı, Türk-İş verilerine göre açlık sınırı olan 890 TL’yi aşıyorsa, aşmıyorsa zaten karın tokluğuna da değil) çalışacaklar. Oldu da tüm koşulları sağlayıp fona başvurma hakkını kazandık. Bu durumda da işverenden çıktığımızda örneğin 10 maaş eden tazminatımız fon sonrası en fazla 5 maaşa denk gelecektir. Bu uygulanmak istenilen sistemde nereden baksan ve neresinden tutsan yen içinde kalan yine emekçinin kolu olacak. Zaten zor bela elimizde tuttuğumuz haklarımız da bir bir elimizden alınmak isteniyor. Bu gaspa karşı, hep bir ağızdan “bu benim hakkım, hakkım var ve bunu benden almana müsaade etmiyorum” diyecek bir örgütlülük içinde olmalıyız. İlla da bir fon kurulacaksa nasıl olacağına, nasıl kullanılacağına dair işçilerin emekçilerin de söz hakkı olması gerekiyor. Kendi geleceğimizi elimize almanın yolu “haklı” olduğumuzu kabul etmek ve bunu haksızlara kabul ettirmekten geçiyor. Ben bir işçiyim ve patronların belirlediği bir fona itiraz ediyorum… Kıdem tazminatıma dokundurtmuyorum!

“Çetelere, Uyuşturucuya, Yozlaşmaya İzin Vermeyeceğiz!” Okmeydanı’nda Çetelere Karşı Halk Nöbeti Okmeydanı Aşık Veysel Parkı’nda SODAP ve Okmeydanı Dayanışmaevi üyelerinin çadır kurarak başlattığı “çetelere karşı halk nöbeti” eylemi dört gün sürdü. Eyleme mahalle halkı da destek verdi. 28 Ağustos Pazar günü, mahallede son dönemde yoğunlaşan çeteleşmeye ve uyuşturucuya karşı , çetelerin gece geç saatlerde uyuşturucu ticareti için kullandığı Aşık Veysel Parkı’nda SODAP ve Dayanışmaevleri tarafından çadır kurularak nöbet tutulmaya başlandı. Eylem ilk gün yürüyüş ve basın açıklamasıyla başladı. Okmeydanı Dayanışmaevi temsilcisi yaptığı açıklamada uyuşturucu ticaretinin polisin MOBESE kameraları önünde gerçekleştiğine dikkat çekerek olayın devlet destekli olduğunu vurguladı. Dört gün boyunca devrimciler, halkın da desteğiyle parkta sabaha kadar nöbet tuttular. Akşam saatlerinde parkta sinema gösterimleri, söyleşiler yapıldı. Mahalle halkı eyleme yoğun destek vererek, mahallelerini savunan devrimci gençleri yalnız bırakmadılar. Eylemin üçüncü gününde devrimciler tarafından ele geçirilen bir çete lideri mahalle halkının toplandığı alanda halktan özür dilettirildi. SODAP ve Dayanışmaevleri tarafından başlatılan nöbet eylemi 31 Ağustos Çarşamba günü akşamı sona erdi. Eylemi gerçekleştiren örgütlerin temsilcileri çadırı kaldıracaklarını fakat mahalledeki denetimlerini sürdüreceklerini ifade ettiler.


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

İSRAİL’DE SICAK YAZ AYLARI

K

apitalizmin merkezi sanki on ikiden vuruldu. ABD ve Batı çıkarlarının Orta Doğu’daki baş savunucusu İsrail iktidarı, tarihinde yaşamadığı büyüklükte protestolarla karşı karşıya kaldı. 14 Temmuz günü Facebook üzerinden örgütlenen gençler ev kiralarının bir günde %100 artması karşısında Tel Aviv’in merkezine çadırlar kurup protestoya başladılar. Aynı anda doktorlar da fazla mesai ücretlerinin ödenmesi için sokaklardaydılar. Turist olarak gezdikleri ülkelerde peynirin kendi ülkelerindekinin yarı fiyatına satılıyor olmasına kızan tüketiciler protestolara destek verdiler. Sanki birden şikâyeti olan herkes soluğu sokakta almaya başladı. Çocuklarını yolladıkları kreşlere maaşlarının üçte birinin ödenmesini, yaşlı bakım ücretlerinin altından kalkılamayacak kadar yükselmesini, sağlık harcamalarının çok yüksek olmasını gözlere batırmak ve değişmesini sağlamak için neredeyse tüm İsrailliler protestolara başladılar. Bir kez Pandoranın kutusu açılmıştı. Netanyahu hükümetinden şikâyeti olanlar bunu dile getirmeye başladılar. 6 ay üstü çocuk bakımı, sağlık hizmetleri ve eğitimin bedava olması; konut sorununa çözüm bulunması; gıda maddelerinin, gaz ve enerji fiyatlarının düşürülmesi; asgari ücretin arttırılması; orta sınıftan alınan vergilerin aşağı çekilmesi gibi talepler mısır taneleri gibi patlayıp ortalığa dökülmeye başladı. Bu taleplerle her hafta gösteriler yapılmaya başladı. Mısır’ın Tahrir Meydanı, İsrail’in Tel Aviv’inde kuruldu sanki. Daha sonra ülkenin bütün kentlerine yayıldı. Protestocular, aynı Arap halkları gibi yeni liberal politikalara son verilmesini istiyor. “30 yıl önceki sosyal adaletçi İsrail geri gelsin” diyorlar. Netanyahu iktidarının her şeyi özelleştirmesine öfkeliler. “Pahalılığın nedeni bu” diyorlar. Bir takım aşırı Ortodoks İsraillilerin ve onların dini ku-

rumlarının ceplerini doldurmasına son verilmesini talep ediyorlar. “Devlet mülkü olan toprak neden özelleşti?” diye soruyorlar. Kiralardan eğitime, çocuk bakımına, gıda fiyatlarının artmasını buna bağlıyorlar. “Sosyal Adalet”, “Oyunun kuralları değişsin!” pankartları ile yürüyorlar.

İktidarın Reaksiyonu

7 milyonluk bir ülkede yarım milyon insanın sokaklara dökülmesi gerçekten büyük bir olaydır. İsrail tarihinde böylesi görülmemiş. Bu nedenle iktidar önce ne yapacağını şaşırdı. Parlamentonun en gerici liderleri bile “Halkın sesi dinlenmelidir” dediler ve Netanyahu, halkın durumunu araştırma komisyonu kurdu. “Tüm talepler yerine getirilemez ama bakacağız” dendi. Komisyon raporu beklenmeye başladı. Protestocuların beklediği gibi iktidar dış sorunlarla iç sorunları unutturma oyununa girdi. Kışkırtma olduğu aşikâr bir olayla 8 İsrailli bir otobüs içinde öldürüldü. Suç beklendiği gibi Filistinlilerin üstüne atıldı. Onları vurmak için Mısır’a füze atıldı. Birkaç Mısır askeri öldürüldü. O ülke ile ilişkiler gerildi. Sorunu dış bir gerilimle sönümlendirme taktiği işe yaramadı. Protestolar konserler, paneller gibi çeşitli şekillerde devam etti. Arap halkları geleneksel biçimde Cuma namazından sonra, İsrailliler ise Cumartesi akşamları sokaklardaydı. “Bunların gücü azalıyor” lafları çıktı. Son olarak 3 Eylül Cumartesi günü “1 milyon protestocu” çağrısı yapıldı ve bunun yarısı sokağa çıkarak iktidardan istediklerinin arkasında güçlü bir şekilde durduklarını kanıtladılar. “Protestocular dağılmamıştır ve şiddetlenerek artacaktır” mesajını verdiler. Netanyahu TV’ye çıkıp komisyon raporunu beklediğini yineledi.

Can Alıcı Soru

Talepler nasıl karşılanacaktır? Para nereden bulunacaktır? Eko-

nomi kötü değildir ama tüm bu talepleri karşılamaya yetmez. Bir yerden kısıntı yapılması gerekir. İsrail bütçesinin büyük bir çoğunluğu askeri harcamalara gider. Askeri harcamalar azalırsa Filistin topraklarının işgali ve işgale karşı duran Arap iktidarlarına nasıl güç gösterilecektir? Yani İsrail kendi varlığını bölgede sürekli tehdit altında görüp savunmak için bu askeri harcamaları halkına gerekli göstermek zorundadır. Halkın bunu kabul etmesi gerekir. İsrail halkları İsrail’in bu dış politik hattını mercek altına almazlar ise askeri harcamaların indirilmesi talebi ile sokaklara çıkmamaları

gerekir. İşgal toprakları konusuna nasıl bakılıyor? İsrail saldırgan mı yoksa savunmada mıdır? Protestoların geleceği bu can alıcı soruya verilecek yanıtta yatar. Ya işgal ve askeri harcamalar ya da yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesi arasında bir tercih yapılmalıdır. İsrailliler bu soruya kesin bir yanıt vermeden protestoların bir geleceği olmayacaktır. Protestocuların içinde çok farklı görüşten insanlar var. İçlerinde bu soruya iki uç noktadan bakanlar da bulunuyor. İsrail Komünist Partisi “Reform değil devrim” sloganı ile yanıt vererek sorunu geleceğe uzatıyor. Gerici kesim ise “işgal topraklarına yapılan yatırımlar yeter” diyorlar. Onlara neden para akıtılıyor, oralara yatırım yapılmasın, onlardan kesilsin bize verilsin diyorlar. Bu durumda işgal altındaki Filistinlilerin ve onları destekleyenlerin ne

Ayşe TANSEVER

Ya işgal ve askeri harcamalar ya da yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesi arasında bir tercih yapılmalıdır. İsrailliler bu soruya kesin bir yanıt vermeden protestoların bir geleceği olmayacaktır.

25


Sosyalist Dayanışma / Eylül 2011

durumlara düşeceği ortadadır. Bu seçenek İsrail iktidarının altından kalkamayacağı bir politik askeri hat olsa gerektir. Zaten karşı olan tüm dünya kamuoyunu daha da karşısına alır. Orta Doğu alt üst olur. Protestocuların arasında “İşgal edenlere de edilenlere de sosyal adalet!” pankartları taşıyanlar vardır. Bize göre bunlar işgal koşulları son bulmadan sorunların çözülemeyeceğini anlayanlardır. İsrail halkları işgale bakış açıları konusunda kesin bir karara varmadan taleplerinin gerçekleşmesi olanaksız gibi görünüyor. Şimdi İsrail halkları böyle bir hesaplaşma ile karşı karşıyalar. İsrail bu anlamda bir dönemeç içine giriyor. Yeni liberal politikalar başka gerçeklerle hesaplaşmayı zorluyor. Ancak Netanyahu’nun dediği gibi bir takım reformlar yapılabi-

İsrail iktidarı gerçekten zor bir dönemece girmiştir. Arap halkları bahar yaşarken İsrail sıcak bir yaz içindedir. Arap baharı ile halkların sokaklara dökülmesi bölgedeki ABD ve emperyalist çıkarlara karşı duruştur. İsrail de onların bölge temsilcisi olduğuna göre düşmanlarının gücü artmaktadır.

26

lir ve protestocular böylelikle bölünüp, güçleri azaltılabilir. Ancak bu protestoların şimdiye kadar işgal olayına sert bakan bir dizi İsraillinin aklını başına getirmesi de olasıdır. Netanyahu iktidarının korktuğu da budur. Tercih yapmak zorunda bırakılan halklar bir çırpıda doğruyu görebilirler.

Zor Günler

İsrail iktidarı gerçekten zor bir dönemece girmiştir. Arap halkları bahar yaşarken İsrail sıcak bir yaz içindedir. Arap baharı ile halkların sokaklara dökülmesi bölgedeki ABD ve emperyalist çıkarlara karşı duruştur. İsrail de onların bölge temsilcisi olduğuna göre düşmanlarının gücü artmaktadır. Arap iktidarları halklarının sesine daha çok kulak vermek zorunda kaldıkça İsrail karşıtı politikalar bölgede artacaktır. İsrail’in buna hazırlıklı olması, askeri ve siyasi

olarak güç biriktirmesi gerekir. ABD ve Batı güçleri açısından İsrail’in gücü bu momentte özellikle çok önemlidir. Tel Aviv, Kudüs, Hayfa gibi kentlerde halklarının ayaklanması gerçekten hem İsrail’i hem de Batı çıkarlarını içten çökertme tehlikesi yaratabilir. Ayrıca İsrail halkının doğru yolda bilinçlenmesi ve karar vermesini engellemek için yapılacak manevralar da yeni liberal politikalardan taviz vermeyi zorlayabilir. Buna karşı egemen güçlerin direnci ayrı bir sorun olacaktır. İç sorunu dış sorun ile örtmek konusunda da, yani herhangi bir yere saldırma konusunda da şansı çok değildir. Zaten karışık olan Arap dünyasını böyle bir saldırının nereye doğru yönelteceği belli olmaz. Arap Baharı döneminde İsrail, Suriye dışında hiçbir ülkeye karışmamaya o nedenle özen gösterdi ve göstermesi de çıkarınadır. Sonuçta sınır dışı seçeneği de kapalı görünmektedir. Kendi içine dönüp sorununu halletmek zorundadır. Üçüncü olarak Eylül sonlarında Filistin Abbas iktidarı BM’ye Filistin’in devlet olarak tanınması için dilekçe verecek. BM %99 olasılıkla bunu kabul edecektir. ABD, veto edeceğini baştan açıkladı. İsrail, Abbas iktidarını BM’ye müracaat etmemesi için tehdit ediyor. “Tüm anlaşmaları iptal ederim” diyor. İsrail’in şimdi bu kendi iç karışıklığında Filistin sorunu ile uğraşması zorlaşacaktır. Öte taraftan İsrail’in yalnızlığına bir de Mavi Marmara olayı gerekçesiyle Türkiye’nin ilişkisini kesmesi eklendi. İsrail bölgede daha da yalnız kaldı. İçerideki sancıları onu dışarıda taviz vermek zorunda bırakabilir. Bir protestocu şöyle diyor “Uğruna hayatımı vermeye hazır olduğum topraklar benim karnımı doyuramıyor.” İsrail iktidarının düşmanlarının arttığı, bir karar verme momentinde olayı böyle gören İsrailliler hangi yolu tercih edeceklerdir? Hayat mı verilecektir, yoksa işgalden vazgeçip kardeş kardeş karın doyurma hedefine mi koşulacaktır? İsrail iktidarı böyle hayati bir soruyu halklarının bilincinde sorgulatmakla yüz yüze kalıyor. Hem de hiç işine gelmeyecek bir momentte.

Dış Politikada Yeni Bir “Çuvallama” Türk devleti dış politikada her gün daha fazla sıkışıyor. İsrail’le ilişkilerin en alt düzeye indirilmesi iç kamuoyuna yeni bir “one minute” hadisesi gibi sunuldu. BM raporu Türkiye için tam bir hayal kırıklığı oldu. Hem raporun kendisi hem de basına sızdırılması hükümetin öfkesini iyice arttırdı. Türkiye, BM’nin zirvelerinde hiçbir etki gücüne sahip olmadığını, bunun yanında İsrail lobisinin yeteneğini bir kez daha gördü. Öte yandan, tam bu sırada füze kalkanının radar sisteminin yılsonuna kadar Türkiye’ye yerleştirileceği açıklaması geldi. Lizbon’da alınan kararların uygulaması başlamış oldu. En basit açıklamasıyla Türkiye’den bilgi gidecek, füze sisteminin düğmesine başkaları basacak. Üstelik Türkiye, füze kalkanının “İran’a karşı olmadığını” metinlere geçirmekle kendini avuturken, çıplak gerçekliği örtmesi mümkün değildir. Bölge dengelerini biraz bilen herkes bu kalkanın pratik olarak İran’a karşı İsrail’i koruyacağını görebilir. Türkiye, bir yandan İsrail’e karşı esip gürlemek, öte yandan İsrail’i koruyacak bir kalkana ev sahipliği yapmak gibi, tutarsız bir konuma düşmüş oluyor. Bu dış politikanın artık ne güvenilirliği ne de itibarı kalmıştır. Üstelik bu ayın sonlarına doğru Filistin devleti sorunu BM’ye gelecektir. Türk dış politikasında yeni bir gerilim daha oluşacaktır. Yaşananların arka planına baktığımızda Türkiye’nin bölgedeki politikalarının yakın dönemde birbirine zıt yönlere savrulduğu görülebilir. “Komşularla sıfır sorun”dan sorunsuz bir komşunun kalmadığı noktaya doğru hızla gidiliyor. Fakat daha en büyük komşuyla sorun noktasına gelinmedi. Olaylar hızla bu noktaya doğru ilerliyor. Söz ettiğimiz sorun, İran’la yaşanacak olanlardır… (www.sosyalistdayanisma. org’dan kısaltılarak alınmıştır.)


Eylül 2011 / Sosyalist Dayanışma

“BİZİM YÖNETMEN”İN BİR FİLMİ DAHA: “TEHLİKELİ YOL”

G

ünümüz sorunlarına değinen, günceli anlatan, hem de bizim tarafımızdan anlatan yönetmen Ken Loach, yönetmenliğini yaptığı son filminde emperyalizmin Irak’a müdahalesini konu ediniyor. “Tehlikeli Yol” filmiyle çok uluslu bir şirketin özel güvenlik firması aracılığıyla paralı asker olarak Irak’a savaşa giden iki arkadaşın hikâyesini işlemiş. Liverpool şehrinde yaşayan Fergus ve Frankie çocukluk arkadaşıdır. Frankie, hiç aklında yokken Fergus’un da teşvik etmesiyle, yüksek maaşla Irak’a savaşmaya gider ve ölür. Fergus büyük bir suçluluk duygusuyla arkadaşının ölümünün etkisinden kurtulamaz. Cenazede töreni sırasında özel güvenlik firmasının bir şeyleri sakladığını sezince de olayın üstüne gider. Olay örgüsü filmde son derece akıcı, sürükleyici bir şekilde işleniyor. Frankie’nin öldürülmesinin ardında yatan nedenlerin adım adım, gerilim dozu da yükseltilerek çözülmeye çalışılması filme büyük bir tempo kazındırmış. Son sahnelerde de gerçeklerin beklenmedik, çarpıcı bir biçimde açığa çıkması heyecanlı akışı tamamlıyor. Bu filmde eğer dikkat edilmezse pek çok ayrıntı gözden kaçabilir. Kendisini gizem dolu, gerilimli bir hikâyenin akışına kaptıranlar için işin özü anlaşılmayabilir. Eğer Fergus karakteri kahramanlaştırılırsa onun arkadaşının intikamını almak için gösterdiği çaba anlamlı gelebilir; olayda sorumluluğunu hissettiği, pislik bir kişiliği olan, Irak’ta yapılanlardan dolayı en ufak vicdanı sızlamayan paralı bir askere yaptığı işkence olumlanabilir. Fergus karakteri olumlu görülebilir. Bireysel intikam alma, bireysel çözüme ulaşma

sergiler bizim yönetmenimiz. İsyanı eleştirenlere cephe alır. Bu düzende geleceği olmayan gençlerin isyanının yanındadır Ken Loach. Direnişlerini ve karşı koyuşlarını selamlar. Kendi güçlerinin farkında olmaları için “örgütlenin” çağrısı yapar. Bu düzeni değiştirmek için insanların yaşamlarını ortaya koymalarını da olumladığını ifade eder.

çabası işlenmiş eleştirileri yapılıyor kendisine. Ama Ken Loach Hollywood filmlerinin klişesini kullanmamış. Bu filminde olumlanabilecek bir kahraman yok. Asıl meselesini dile getirmesinin araçları oyuncular. Fergus da savaşın kurbanlarından. Filmin asıl meselesi Irak halkına yapılanlar. İngiliz yönetmen, içinde bulunduğu ortamdan yola çıkmış. Çarpıcı bir boyutuyla bu konuyu işlemiş. Filme dair son olarak, Iraklı göçmen müzisyen Harim’in söylediği şarkının bize çok yakın olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ezgisi bizim topraklarımıza hiç de uzak değil. Ken Loach, günümüzün en önemli sosyalist yönetmenlerinden. “İşçi sınıfının yönetmeni” olarak anılmaktan gurur duyar. Egemen zihniyetin filmlerinin karşısında olduğunu, kendisinin karşı tarafta olduğunu sürekli vurgular. Bizlerin gönüllerini sadece filmleriyle değil duruşuyla da fetheder. Melbourne Film Festivali’nden İsrail’in destekleyici olduğunu öğrenir öğrenmez filmini geri çekmişliği vardır. Son olarak Londra’da gelişen bizim çocukların isyanı karşısında da beklediğimiz duruşu

Zeynep KORU

Güncelin diyalektiğini göstererek devrimci duygularımızı besleyen, zenginleştiren, çoğaltan sevgili Ken Loach, Türkiye’nin varoşlarından da selam sana.

“Yas Tutmayın, Örgütlenin” İngiliz yönetmen Ken Loach, geçtiğimiz günlerde İngiltere’deki isyanları The Guardian gazetesine değerlendirdi. 75 yaşındaki sosyalist yönetmen direniş ve karşı koymanın dayanışma hissini yaratacağını söyledi. Ağustos ayı başında Londra’da bir gencin polis tarafından öldürülmesi üzerine başlayan isyanı değerlendiren Loach, “Artık koyun çaldıkları için insanları vuracaklar, değil mi? Ne zaman dramatik bir olay olsa, herkes kendi konforunu düşünüyor. Muhafazakârlar da bu olayı sosyal yardımları kesmek, insanları evlerinden çıkarmak, vahşi hapis cezaları vermek için kullandı. Onlar için olan biten her şey, istediklerini yapabilmek için bir bahane” diye konuştu. Yönetmen, iki gencin Facebook sayfalarında isyanı ateşlendirmeye çalışmaktan 4 yıl hapis cezasına çarptırılması üzerine ise, “Kamçıyı vuran yönetici sınıf, değil mi? Bu çok iğrenç. Organize olmalıyız. ABD'li eski sendikacı Joe Hill’in dediği gibi; ‘Yas tutmayın, örgütlenin’” dedi.

27


Bir Devrimci Enternasyonalist Önder

MİHRİ BELLİ’Yİ YİTİRDİK Kuzey Karahan Türkiye Komünist Hareketinin önde gelen isimlerinden Mihri Belli’yi yitirdik. O’nu öncelikle uzun bir ömrü kararlılıkla ve sadakatle, işçi sınıfının ve ezilenlerin kurtuluşu uğruna devrim ve sosyalizm kavgasına adamasıyla anımsayacağız. Mihri Belli, ’68 dönemine damgasını vuran Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinin kuramcısı olmasına rağmen, onun asıl belirleyici yanı pratikpolitik bir önderliktir. Daha gençlik yıllarında, o zamana kadar atıl tutulan TKP’nin, yeniden pratik bir güç olarak ortaya çıkışında payı büyüktür. 1940’larda, İleri Gençlik Birliği olarak örgütlediği gençlerle, Komünist Hareket’e yeni bir dinamizm, yeni bir ruh katmıştır. “1951 Komünist Tevkifatı” ertesinde dolduruldukları Sansaryan Han işkence hanelerinde direnen, Parti’yi ve onurlarını koruyarak çıkan Mihri Belli ve arkadaşları, yeni dalga 68 gençlik hareketine, devrimci bilinç taşıyan kadrolar olmuşlardır. Hareketi TBMM’ye hapsetmeye çalışan TİP parlamentarizmine karşı devrim anlayışının gelişmesinde, Mihri Belli ve bu kadroların katkısı asla küçümsenemez. Mihri Belli’nin MDD tezinin yanlışlığı ve yarattığı olumsuz sonuçlar (Dr. Hikmet’ten beri bizim cenahta da) çok tartışıldı ve eleştirildi. Ancak MDD’nin, TİP’in Devrimci Harekete dayattığı pasifizminden ve parlamentarizminden kopuşmada tarihsel bir rol oynamış ve kitlelerin bilincinde Devrim coşkusunu canlı tutmuş olması yadsınamaz bir gerçekliktir. Bu süreçte Belli’nin yanında, ilk mücadele arkadaşlarından çok insan vardı. Mihri Belli, ilk “çekirdek gurubunu” (Bir çok siyasi liderin başaramadığı bir şeydir.) büyük ölçüde bir arada ve yanında tutabilmiştir. Eşi Sevim Belli, Şaban Ormanlar, Sevinç Özgüner (23 Mayıs 1980 tarihinde faşistler tarafından evi basılarak katledildi), Vecdi Özgüner (aynı saldırıda yaralandı), Şevki Akşit vd. Bu elbette, yaratılan ortak inancın ve inançlı bir yoldaşlığın ürünüdür ve arkasında tartışmasız Mihri Belli Vardır. 28

Mihri Belli mücadeleye sadık bir devrimcidir. ’51 tevkifatında çözülüp, polise 170 sayfalık ifade veren ve bunu içinde bulunduğu TKP Merkez Komitesi’nden saklayan, ortaya çıktığında da MK’dan ihraç edilen Zeki Baştımar’ın, günü gelip Sovyetler eliyle (yanına Laz İsmail de yedeklenerek) önce Dış Büro, sonra da TKP Genel Sekreteri ilan edilmesi, Mihri Belli’nin Sosyalist Sisteme karşı tutumunu değiştirmemiştir. Mesafesini koymuş ama dostluğunu korumuştur. (Yeni kuşaklar için anlaşılması belki zor gelebilir ama o dönemler, özellikle ’70’li yıllarda bunlar önemli konulardı.) Günümüzün en hassas; devrimciliğin “boy ölçüsü” aldırdığı Kürt Sorunu’nda Mihri Belli, ideolojik zemini (Kemalizm’e yaklaşım bağlamında) çok ’’müsait’’ olmasına rağmen, ikircimsiz Kürt Özgürlük Hareketi’nin yanında durmuş, mücadele ortaklığı için çaba göstermiştir. Devletin şovenizm bombardımanı ve sol içinden buna prim veren Ulusalcı çevreler karşısında, Komünist Enternasyonalist duyarlığından ödün vermemiştir. Sosyalizm mücadelesinde 96 yıl tuttuğu nöbeti, yeni kuşaklara alın akıyla devretmenin onuruyla aramızdan ayrıldı Mihri Belli. Anısı ve mücadelesi, sonraki kuşakların devrim ve sosyalizm kavgasında, kavgamızda yaşayacaktır. Yunanistan iç savaşında, Yunan devrimcilerinin kavgasına adsız bir enternasyonalist Türk devrimcisi olarak katılmıştı Mihri Belli. Yıllarca birlikte savaştı Yunan gerillalarıyla, yaralandı. Bugün, (varsa eğer o zamanlar yazılmış) hangi “en doğru” bir “Yunanistan yorumlaması ya da değerlendirmesi” Mihri Belli’nin bıraktığı pratik devrimci mirastan daha değerli, daha devrimci olabilir? Aslı bu işte hayatın!.. Aslı bu! Bıraktığın devrimci mirası onurla, kavga bayrağını kararlılıkla daha ileriye taşıyacağız! Seni sonsuzluğa uğurluyoruz. Güle güle Mihri Abi!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.