YOL Siyasi Dergi - Kış 2016

Page 1

Kış 2016 l 5 TL

Yeni Güç Dengelerine Giderken Dünya ve Türkiye

Sosyalizm, İktidar Sorunu ve Özyönetimler M. Sinan MERT

Mehmet Yılmazer

Fabrikayı Geri Almak: Günümüz Krizinde İşçi Denetimi

Bitmeyen Masal: Demokrasi Mehmet YILMAZER

Ayşe TANSEVER

Paralel Faşizm Okumaları

İşçi Sendikalarında Yeni Bir Başlangıç

M. Sinan MERT

Mehmet AKYOL

Ekonomide Sosyalist Alternatifi Yaratmak M. Sinan MERT

Venezüella Zor Bir Dönemeçte Ayşe TANSEVER

Röportaj Prof. Dr. Fulya Atacan

“İsyan Kontrol Altına Alındı”

NEolibEral otoriterizm, faşizm, demokrasi; yol ayrımında Türkiye?

Ermeni Soykırımı ve Sol Tarih Yazımı Üzerine Muzaffer KAYA

Thomas Piketty’nin Kapitali: Marks’ın “Kehanetini” Boşa Çıkartma Çabası Mehmet YILMAZER


Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34


içindekiler Dünya ve Türkiye’de Politik Durum Mehmet Yılmazer

5

Bitmeyen Masal: Demokrasi Mehmet Yılmazer

15

Ekonomide Sosyalist Alternatifi Yaratmak M. Sinan Mert

19

Venezüella Zor Bir Dönemeçte Ayşe Tansever

37

“İsyan Kontrol Altına Alındı” Röportaj: Fulya Atacan

51

Sosyalizm, İktidar Sorunu ve Özyönetimler M. Sinan MERT

67

Fabrikayı Geri Almak: Günümüz Krizinde İşçi Denetimi Ayşe TANSEVER M. Büyükkarabacak

99

113



DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM Mehmet YILMAZER

Dünyada Durum Dünyada son gelişmelere bakıldığında iki özellik öne çıkmaktadır. Ekonomik krizden hala bir çıkış yolu bulunamamıştır. Bu yolda yeni arayışlar vardır. Diğeri, ekonomik kriz derinleştikçe dünyada güç merkezlerinin saflaşması da derinleşiyor. Ekonomik krizin birinci aşaması tamamlandı. Krizin etkilerini belli ölçüde yumuşatmak için piyasalara para sürülmesi dönemi bitti. Fakat bu işlem piyasaları canlandırmadığı gibi, yeniden spekülasyonun yollarını döşedi. Piyasalara sürülen paralar bankaların ağına takıldı, oradan spekülatörlere kredi şekline girdi, ancak üretime yönelik doğrudan yatırım alanlarına para akmadı. Büyük kapitalist merkezlerde kredi faizleri sıfır seviyesinde olmasına rağmen üretim ve doğrudan yatırımlarda bir kıpırdanma yoktur. FED Başkanı Bernanke’nin son açıklamaları mali politikalarda bir değişime işaret etse de kapitalizmde bir yapısal değişime işaret etmiyor. ABD artık dolar basmaktan yavaş yavaş vazgeçecektir. Üretimde bir kıpırdanma bekleyen ABD, kriz öncesi düzene dönmeyi ummaktadır, yani dünya birikmiş sermayesi yeniden Amerika’ya akmaya başlayacak, onun devasa açıklarını finansa etmeye devam edecektir. Böyle bir eskiye dönüşün mümkün olup olmadığını dünya yakın dönemde görecektir. Bu bunalımın aşıldığı anlamına gelmiyor, mali spekülasyonun sadece yönünde bir değişime işaret ediyor. Kapitalizmin her büyük krizi onu yapısal değişime zorlamıştır. Daha doğrusu tıkanan ve eskiyen sermaye birikim yollarının yerini yenileri almıştır. Fakat bu değişimler savaşlar dahil insanlığa büyük acılara mal olmuştur. Bugünün kapitalizmi de böyle bir yol ayrımındadır. 1970’lerin ortalarından beri sürekli büyüyen finans merkezli birikim modeli artık iflas etmiştir. Fakat bunalımın beşinci yılında hala ortada bir çıkış yolu yoktur. Kapitalizm ya finans merkezli sermaye

DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

Türkiye çok gerilimli bir politik sürece girerken dünyada olanları unutmuş görünüyor. Olayların biraz derinliğine inince dünyadan kendisine yansıyacak ekonomik ve siyasi tahrip gücü yüksek dalgaların telaşla hazırlık yapmaya çalıştığı anlaşılır. Bunları ortaya koyabilmek için dünyaya ve bölgeye bakmak gerekir.

5


6 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

birikimine devam edecek, ya da geliştireceği yeni teknik ve üretim alanlarıyla sermayeyi yeniden üretken hale getirecektir. Bugünün dünyasında bir temel gerçeklik vardır. Kapitalizm bir fa y hattıyla iki farklı alana bölünmüştür. İngiltere ve Amerika merkezli spekülasyona dayanan, paradan para kazanan kapitalizm; Çin, Hindistan, Japonya, Almanya gibi daha çok üretime dayanan kapitalizm. Bu saflaşma hiç şüphesiz derin bir uçurumla birbirinden ayrılmıyor, ancak ağır basan özellikleri açısından bir saflaşma yaşanmaktadır. Ayrıca kapitalizmde böyle saflaşmalar ilk kez de yaşanmıyor. Kapitalizmin tarihine baktığımızda her dünya gücü olan merkez, sonunda finans spekülasyonuna kaymıştır, ardından yeni üretim merkezleri ortaya çıkmıştır. Onlarca yılı alan bu saflaşma sonunda mutlaka bir hesaplaşma anı gelip çatmıştır. İşgücünün ucuzluğundan ve yüksek üretim tekniklerinin elde edilme ve taşınma hızının artmasından dolayı üretim daha çok “gelişmekte olan ülkelere” kaymaktadır. Bu durumun yaygınlaşması ve derinleşmesi halinde dünya güç merkezlerinde önemli kaymaların yaşanması kaçınılmazdır. Bu gelişmeye bir karşı tepki üretebilmek amacıyla son günlerde Avrupa Birliği ile Amerika arasında serbest ticaret birliği için görüşmeler yapılmaktadır. Atlantik’in iki yakası pazar birliğine hazırlanıyor. Bu yeni girişimin üç anlamı olabilir. Bunalımdan çıkışta üretimi canlandırmak için bir de bu yol denenecektir. İkinci olarak, bu pazar birliği girişimleri BRICS ülkelerine karşı dayanıklılık kazanma çabasıdır. Son BRICS ülkeleri toplantısında ortak banka kurulması gündeme gelmiştir. Bilindiği gibi başta Çin’in, kısmen Rusya’nın para birikimi oldukça fazladır. Henüz çok erken olsa da, BRICS ülkeleri arasında bağların gelişmesi eski kapitalist merkezler için açık bir tehdittir. Üçüncü olarak, dünya ekonomik ağırlığının Pasifik bölgesine doğru kaydığı artık bilinen bir gerçektir. ABD ve AB arasındaki pazar birliği görüşmeleri dünya ekonomik merkezindeki bu kaymanın olası etkilerine karşı bir hazırlıktır. ABD, Pasifik bölgesinde gerilim yaratmak için güney Çin denizi konusunda Çin ve Japonya’yı karşı karşıya getirmek için epeydir uğraşıyor. Ayrıca Kuzey Kore de böyle gerilimler için hep bir odak noktası olarak kalmaya devam etmektedir. Fakat bunların yeterince etkili olmayacağını anlayan Amerika Atlantik’in iki yakası arasındaki ticarete de yeni bir şekil vermeyi gerekli görmüş olmalıdır. Dünya ekonomik bunalımının beşinci yılında gündeme gelen bu adım, piyasalara para sürme operasyonundan çok daha zor ve yavaş ilerleyecek bir adımdır; ancak dünyanın ekonomik yapısında önemli değişimlere neden olabilir. Öte yandan, dünya ekonomik bunalımının maliyetini parası bol Çin gibi ülkelere yüklemeye çalışan Amerika, dünyadaki güç merkezleri arasındaki yumuşak saflaşmaları ister istemez sertleştiriyor. Dünya enerji sorununun bir yansıması olarak Suriye üzerinden yaşanan saflaşma bunun bir kanıtıdır. Bunalımdan çıkış yollarında merkezler arası yaklaşım farkı kapanmak bir yana her geçen gün artmaktadır. Sonuç olarak, kapitalizmin bunalımı yeni bir aşamaya giriyor. Yapısal değişim zorlamalarının arttığı bu süreçte merkezler arası gerilimin de yükselmesi doğal-


dır. Ancak şu anda dünya böyle gerilimlere hazırlanmak için sanki geçici bir sakinliği yaşamaktadır.

7 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

Bölgede Durum Dünyanın en gerilimli bölgesi hala Ortadoğu’dur. Bölge, güç merkezlerinin bilek güreşinin aynası durumundadır. Bölgede Suriye ve Irak en güçlü gerilim alanlarıdır. Son yaşananlarla buna Mısır da katıldı. Bölgeye Amerika’nın vermek istediği şekil, Irak’ın işgaline rağmen gerçekleşmemiştir. Bugün Irak bitmek bilmeyen gerilimlerin içinde parçalanma ve çürümenin eşiğindedir. Suriye’de ise sorun Esad sonrasında hangi güçlerin iktidar olacağı noktasında kilitleniyor. Irak’ı işgal etmesine rağmen ABD bölgeye istediği şekli verememiştir. Buna karşı İran, Suriye ve Lübnan’dan oluşan bir direnç hattı vardır. Washington bu direnç hattını kırmak için uğraştıkça daha fazla batağa saplanmaktadır. Arap ayaklanmaları da dikkate alındığında bölgeye her Batı müdahalesi “cehennemin kapılarını” açmaktadır. Öte yandan, ABD’nin Irak’ın işgali ile varmak istediği hedefleri tam olarak elde edebilmesi için İran, Suriye direnç hattını kırması gerekmektedir. Fakat bu yoldaki her çaba bölgeyi sonu belirsiz ve emperyalizm tarafından denetlenemez bir karmaşaya sürüklemektedir. Libya’dan Batı basınında haber yer almasa da henüz bir “düzen” kurulamadığı biliniyor. Suriye’de sözde muhalefet hem yeterince güce sahip değildir, hem de nitelik olarak Batı’yı tedirgin etmektedir. Irak, ABD ve İran’ın en şiddetli hesaplaşma alanıdır. Bölgede Irak’ın işgalinden beri bazı önemli değişimler yaşanmıştır. İşgal sonrasında ortaya çıkan bölgede tek egemenin ABD olduğu gerçekliği değişmektedir. Özellikle Libya deneyinden sonra Rusya ve Çin, ABD’nin her adımına karşı konum geliştirme yeteneklerini güçlendirmişlerdir. Öte yandan, Arap ayaklanmaları bölgede yeni bir güç ortaya çıkartmıştır. Kırk yıllık diktatörlüklere, toplumsal çürümeye ve neoliberal soyguna karşı halkların tepkisi zengin mücadele deneyleriyle kendini ortaya koymuş, Ortadoğu’nun alışıldık köhne kaderini değiştirmiştir. Elbette bu ortaya çıkan güç henüz emperyalizme karşı net bir siyasal özellik kazanmamıştır, ancak Arap ayaklanmalarından sonra artık yeniden eskiye dönüş imkansızdır. Nabız atışları gibi bu gerçek kendini zaman zaman ortaya koymaya devam etmektedir. Mısır’da son yaşananlar Arap ayaklanmalarının ortaya çıkardığı enerjinin hala yok olmadığını ortaya koymuştur. Yaşananlar, Mısır’da üç ana gücün: Ordu, Müslüman Kardeşler ve Tahrir’in mücadelesinin henüz sonuçlanmadığını gösteriyor. İlk devrimi ordunun yardımıyla Tahrir’in elinden Müslüman Kardeşler çalmıştı, şimdi buna karşı büyük bir tepki yükseldi. Ancak Tahrir bu kez de kendi gücünün siyasal sonuçlarını yaratamadığı için, bir kez daha gelişmelere ordu yön vermektedir. Bir diğer önemli değişim sancılı yollardan şekillenen Kürdistan’dır. Kürt Halkı artık bölgede önemli bir yere ve güce sahiptir. Elbette dört devletin tehditleri hala üzerindedir, ancak bölgede yeni şekillenen güçler dengesinde bu tehditler


8 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

sonuç alıcı değildir. Bölgede Kürt Halkı gittikçe güçlenen örgütlenmeye ve siyasi ağırlığa sahiptir. Son olarak, bölgede Türkiye’nin konumu Irak işgalinden beri büyük değişim göstermiştir. ABD’nin Irak’ı işgaline belli bir tavır koyan Türkiye, daha sonraki yıllarda İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirip, Amerika’ya belli bir mesafe koymuştur. Fakat bu ara yol baştan beri açmazlarla doluydu. Komşularla sıfır sorun stratejisi iflasa mahkum bir yoldu. Sonunda Arap ayaklanmalarıyla dengelerdeki hızlı kaymalar karşısında Türkiye, ait olduğu Batı eksenine geri döndü. Bu arada Suriye ile ilgili büyük hesap hataları yaptığı için dış politikada tam bir açmaza girdi. Bölge açısından önemli olan, Türkiye’nin “oyun kurucu” role soyunmuş olmasına rağmen Arap ayaklanmaları sonrası bu rolü üstlenemeyeceğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Mısır, Tunus olayları ve sözde Suriye muhalefetinin eylemleriyle bölgede Siyasal İslam’ın tırmanma çizgisi artık inişe geçmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda Ankara’nın da bölgede yıpranması anlamına geliyor. Bölgede Türkiye’nin konumu son on yılda Davos’taki “one minute” çıkışıyla önce yükselişe geçmiş, sonra Arap ayaklanmaları sırasında Amerika, Suudi Arabistan, Katar eksenine oturmasıyla hızla inişe başlamıştır. Türkiye, artık bol laf söyleyen ancak yaptırım gücü olmayan bir ülke konumundadır. Bu nedenle de gittikçe hırçınlaşıyor. Türkiye’de Yaşanan Barış Süreci ve Gezi İsyanı Türkiye kendi politik sorunlarıyla uğraşırken aslında aynı zamanda dünya ve bölgeden üzerine gelmekte olan etkilere karşı hazırlık yapmaktadır. Bu hazırlıkların birisi dünyadaki ekonomik krizle ilgilidir. AB ve ABD serbest ticaret anlaşması görüşmelerine başlayınca Türkiye paniğe kapılmıştır. Çünkü bu yolla Amerikan mallarına karşı da korumasız hale gelecektir. Oysa kendisi hala Amerika ile dış ticarette kota arttırma kavgası vermektedir. Dünyada bunalım derinleştikçe Türkiye’de ekonomi yavaşlamaya devam edecektir. Üstelik AB ve ABD arasında yeni ticaret anlaşmaları yapılırsa, Türkiye bundan doğrudan etkilenecektir. Türkiye’nin hala en büyük dış ticaret alanı Avrupa’dır. Bunun orta vadede bile değişmesi mümkün değildir. Öte yandan, Türkiye’nin kredi notları yükseltildi. Böylece daha fazla sıcak para akma olasılığı vardır. Bu doğrudan yatırım alanlarına yönelmedikçe daha fazla spekülasyon demektir. Ayrıca Türkiye, Suriye’nin işlerine daha fazla karıştıkça “güvenli” bir ülke olma konumunu kaybedebilir. Bunların yanı sıra otuz yıldır yaşanan Kürt savaşının şiddetlenerek devam etmesi durumunda, Türkiye ekonomisi ve politikası pek çok etkiye açık hale geldi. Bu kırılgan ekonomi ve politik gidiş içinde “barış süreci” elbette özel bir yere ve anlama sahiptir. Dönemin Temel Özelliği AKP’nin ilk iki dönemi ile son “ustalık dönemi” arasında fark vardır. İlk iki


Barış Sürecinin Başlama Hikayesi AKP tarafından cumhuriyetin yeniden inşasında 2014 yılı özel bir öneme sahiptir. Bu yıl üç önemli seçim yaşanacaktır. Ayrıca onun kadar önemli olan 2014 yılına nasıl gidileceğidir. Bu süreçte Kürt sorununun çözümüne doğrudan bağlı olan yeni anayasa çalışmaları vardır. AKP için başkanlık sistemi ve yeni bir anayasa önemlidir. Siyasal İslam’ın kazandığı mevzileri sağlamlaştırmasının yolları bunlardır. Kürt sorununda barış sürecinin nasıl başladığını açıklayabilmek için 2012 yılına dönmek gerekir. 2011 Haziran seçimlerinden İmralı görüşmelerinin başlamasına kadar Erdoğan Kürt halkına karşı esti gürledi. Koca bir halkı Kürt Özgürlük Hareketini gerekçe göstererek her gün aşağıladı. En son gerillalarla vekillerin kucaklaşmasını bahane ederek dokunulmazlıklarının kaldırılmasını gündeme getirdi. Sonra birdenbire keskin bir dönüş yapan hükümet, İmralı’nın yolunu tuttu ve barış sürecine girildi. Bu dönüşü AKP ve iktidar açısından açıklamak zor değildir. Bunun için iki temel sebep olabilir. İlki, Kürt Özgürlük Hareketinin

9 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

döneme askeri vesayetin geriletilmesi “mücadelesi” damgasını vurmuştur. Bu dönemlerde AKP “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” ve “ileri demokrasi” sözlerini dilinden düşürmedi. Buna bir de “Kürt açılımı” eklenince AKP’den beklentiler tavan yapmıştır. Bu beklentilerin zirve yaptığı politik moment 2010’daki 12 Eylül referandumudur. Askeri vesayetin geriletilmesiyle “hukukun üstünlüğü” ve “demokrasi”nin geleceğini bekleyenleri büyük bir düş kırıklığı bekliyordu. AKP iktidarı kendi hukuk düzenini kurdu ve demokrasiyle bir bağı olmadığını hemen ortaya koydu. En son burjuva demokrasisinin temeli “güçler ayrılığı”ndan şikâyet etmeye başlayan başbakan, başkanlık sistemiyle yürütme gücünün yetkilerini çok daha yüksek noktalara çekerek, üstüne parlamento şalı örtülmüş bir diktatörlüğü inşa etmeye soyunmuştur. Bütün bu gerçekliklerin ortaya çıktığı zaman dilimi 2011 Haziran seçimleridir. Bu seçimlere giderken Başbakan artık “Kürt sorununun olmadığını” da ilan ederek tipik bir cumhuriyet partisine dönüştüğünü gösterdi. AKP üçüncü iktidar döneminde cumhuriyetin yeniden inşasına soyunmuştur. Cumhuriyetin harcına ideolojik olarak İslami değerleri katmaya, askeri vesayet geri çekilse de, bu topraklarda yüzlerce yıllık köklere sahip olan devlet vesayetini güçlendirmeye çalışan bir yeniden inşa girişiminin telaşlı faaliyeti içindedir. Bu yeniden inşanın içinde pragmatik olarak her şey vardır, ancak demokrasi yoktur. “Barış” sürecine girilirken dönemin siyasi karakterinin tespiti önem taşımaktadır. Yeni beklentilerin oluşması mümkündür. Nasıl ki askeri vesayetin geriletilmesi sırasında demokrasi beklentileri ortalığı kapladıysa, bugün “barış” sürecinde aynı beklentilerin ortaya çıkması mümkündür. Liberallerin böyle umutları körüklemesi çok doğaldır, önemli olan halkların böyle beklentilere kapılıp kapılmayacağıdır. Böyle boş beklentiler mücadele taktiklerinde, moral zeminde zaaflar yaratır.


10 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

askeri yollardan ezilebileceğinin hayalini AKP iktidarı da kurdu. Askeri vesayeti geriletip orduyu yola getirdiğini düşündü, aynı zamanda özel birlikleri sahaya sürerek gerillayı tasfiye edebileceğine inandı. Ancak 2012 yazı bunun tam bir hayal olduğunu AKP iktidarına gösterdi. Kürt Özgürlük Hareketi yüksek mücadele seviyesiyle iktidarın tüm hesaplarını boşa çıkarttı. Hükümetin İmralı’nın yolunu tutmasının bir önemli nedeni bu gerçekliktir. İkinci neden, bölgedeki gelişmelerle birlikte Türk devletinin bütün kırmızı çizgileri silinmiş ufukta bir Kürdistan görünmeye başlamıştır. Paradoks gibi görünse de hükümet Suriye politikasıyla bu süreci hızlandırmıştır. Rojawa’da yaşananlar hükümet için alarm sinyalleri yerine geçmiştir. Sonuç olarak, AKP esip gürleme politikalarına devam etseydi, ne stratejik hedefi olan cumhuriyetin yeniden yapılandırılması hedefine ne de 2014 yılındaki taktik hedeflerine ulaşamazdı. Erdoğan Kürt halkını aşağıladıkça, nefret kustukça aynı zamanda Kürdistan’ın doğumuna yardım etmiş oluyordu. Kürt Özgürlük Hareketi elbette Türk devletini yenecek güçte değildir, ancak AKP’nin stratejik ve taktik hedeflerini engelleyecek gücü vardır. İktidar 2012 yılında esip gürlediği zamanlarda bu gerçeği kavramıştır. Böylece İmralı süreci başlamıştır. Barış sürecinin başlamasının Kürt Özgürlük Hareketi yönünden açıklanması aynı ölçüde açık nedenlere dayanmıyor. Barış süreci için Kürt Hareketi yönünden iki genel gerekçe gösterilebilir. İlki, 1999 stratejik dönüşünde savunulan ideolojik zemindir. Silahlı mücadele çağının kapandığı ve ulus devletin ömrünü doldurduğu iddiaları Kürt Özgürlük Hareketinin 1999’dan beri ideolojik zemini olmuştur. İkincisi, savaşın sonuç elde etmede sınırlarının belli olmasıdır. Belli ölçülerde kendini tekrar eden mücadele kazanımları korusa da hedefe yaklaştırmıyordu. Bu anlamda en uygun momentte barışın denenmesi kaçınılmaz görünüyordu. Ancak içinde bulunduğumuz sürecin bu deneme için en uygun zamanlama olduğu kesin değildir. Ya da şöyle söylemek daha doğru olur, AKP için ideal olan zaman dilimi Kürt Özgürlük Hareketi için hiç de ideal bir zaman aralığı değildir. Barış Sürecinde Başlangıç Konumları İmralı süreci için pek çok spekülasyon yapılıyor, bu bir anlamda doğaldır. Hangi konularda anlaşmaya varıldığı en çok merak edilen konudur. Bu konuda spekülasyon yolunu seçemeyiz. Tarafların açıklamalarından aydınlığa kavuşan durum şöyle özetlenebilir. İktidarın ilk ve olmazsa olmaz koşulu gerillanın ülkeden çıkmasıdır. AKP ancak bundan sonra “siyasal ortamın iyileşeceğini” iddia ediyor. Kürt Özgürlük Hareketi geri çekilme sonrasında bir demokratik mücadele döneminin başlayacağını, bu mücadele ile hakların elde edilebileceğini iddia etmektedir. Eğer ortada bir “uzlaşma” zemini varsa, gerillanın geri çekilmesine karşılık bir demokratik mücadele ortamı vaadinden söz edilebilir, bundan fazlası spekülasyona girer. Özellikle Kürtlerin diğer halklar ve kültürler aleyhine kendi haklarını teminat altına alarak “yanlış” bir uzlaşma yaptıkları yolundaki spekü-


Gezi İsyanı ve Anlamı Barış sürecinin nasıl gelişeceği üzerine spekülatif düşünceler devam ederken 1 Mayıs olayları yaşandı. Taksim’i kitlelere yasaklayan AKP, halklara şu mesajı veriyordu: “Kimse barış süreci ile demokratikleşmeyi birbirine karıştırmasın, ayrıca demokrasinin sınırlarını çoğunluk olarak belirleme hakkına AKP sahiptir.” 1 Mayıs’ta verilen bu siyasal ültimatom barış sürecinin nasıl gelişeceğinin en güçlü kanıtı olmuştu. Gerilla sınır dışına çekildikten sonra “demokratik mücadele” sürecinin ne ölçüde zorlu yaşanacağının işaretleri ortaya çıkıyordu. Ancak siyasi ortama yıldırım hızıyla düşen Gezi isyanı pek çok siyasal varsayımı boşa düşürdü ve ezberleri bozdu. Gezi isyanı 2001 Arjantin ayaklanmasından beri dünyada görülen, bunalım yıllarında özellikle Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan, daha sonra Arap ayaklanması olarak kendini bölgemizde de ortaya kolan yeni tip isyan hareketidir. Klasik merkezi örgütlenmeye sahip olmayan, akıcı yatay ilişki halkalarına sahip olan bu isyan, esas olarak AKP ve Erdoğan’ın cumhuriyeti yeniden yapılandırma stratejisi içinde “ahlaklı ve kindar gençlik” yetiştirme

11 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

lasyonlar, hatalı olmaktan öteye kasıtlıdır. Bu spekülasyonların amacı barış sürecinin tek ve gerçek teminatı olması gereken, Kürt Halkı ile diğer halk ve kültürler arasındaki kurulması gereken ittifakları bozmaya yöneliktir. Öte yandan, AKP’nin İmralı sürecini başlatmasını, “Türklerin nihayet Kürtlerle ittifakı tercih ettiği” şeklinde yorumlayanlar, yapılabilecek en hatalı siyasi değerlendirmeyi ileri sürmektedirler. Hangi Türkler hangi Kürtlerle ittifak yapmıştır? Bu ittifak neyin lehinde, kimlere karşıdır? Bu yoldan bölgede Türkiye’nin güçlenmesi kimlerin çıkarlarınadır? Halkların ittifakından değil de, Türkler ve Kürtlerin ittifakından söz etmek barış sürecini ya hiç kavramamaya, ya da AKP’ye olmadık misyonlar yüklemeye denk düşer. Sürecin başlangıcıyla ilgili iki gerçekliğe de değinmek gerekiyor. Barış sürecine Öcalan’ın çağrısı ideolojik ve siyasi zaaflarla yüklüdür. Bunların ikisi, “İslam kardeşliği” ve “Misak-ı Milli” vurgusudur. Bu yoldan barışa gidilmesi mümkün değildir. Barış sürecine AKP’nin ve devletin ideolojik etkisinin seviyesini gösterir. En güçlü vurgu demokratik mücadele dönemine ve bu dönemin gerekli ittifaklarına yapılmalıdır. Bir diğer başlangıç zaafı çekilme sürecinin meclis kararı olmadan yapılmasıdır. Bu bir teknik sorun değildi. Tümüyle siyasi bir sorundur. Böyle bir konunun meclise gelmesi Kürt sorununu devletin ve AKP’nin kavrayıp anlattığı gibi terör sorunu olmaktan öteye siyasi bir sorun haline getirecekti. Bugün bu basamak atlandığı için konu AKP’nin sunduğu tarzda algılanmaya devam edilecektir. AKP, “terörü sınır dışı etmenin” başarısını ve siyasi kazançlarını devşirmek istiyor. Süreci tıkamamak kaygısıyla barış sürecinde zaaflı boşluklar yaratmak gelecek adımları zorlaştıracaktır.


12 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

girişimlerine karşı bir tepkidir. Fakat böyle bir tepkinin bu ölçüde yaygınlaşacağını ve bu kadar uzun süreli direnebileceğini kimse öngörmüyordu. Ayrıca ülkeyi biber gazı cumhuriyetine dönüştüren AKP iktidarının bu silahlarını büyük bir direnç ve hatta neşe ve mizahla geri püskürten bu isyan Erdoğan’ın kimyasını fena halde bozmuştur. Gündem belirmekle pek öğünen Erdoğan bir aydan fazla Gezi isyanının belirlediği gündemin peşinden gitmek zorunda kalmıştır. Gezi isyanı, gittikçe otoriterleşen AKP iktidarının ve başkanlığa hazırlanan Erdoğan’ın karizmasını derin bir şekilde çizmiştir. “Apolitik” ve “bencil” olduğu düşünülen bu genç kuşaklar Gezi isyanı sırasında yaratıcı örgütlenmeleri ve dayanışmaları ile herkesi şaşırttılar. İsyanların “yıkıcı” ve “kurucu” unsurları vardır. Taksim’deki gençler “kurucu” özelliklerini revirlerden, yemek masalarına, biber gazına karşı etkili tedbirlerine, alanın temizliğine, kütüphanesine kadar çeşitli örgütlenmelerle gösterdiler. Ayrıca mizah yetenekleri Erdoğan’ın aşağılamalarını geri püskürtmekle kalmadı, dünya halkları üzerinde silinmez etkiler yarattı. Gezi isyanı, bu özellikleri yanında, cumhuriyetin kireçlenmiş siyasal denklemleri üzerinde de yıkıcı bir etki yapmıştır. Cumhuriyet “laiklik-irtica” geriliminden kendini sürekli olarak yeniden üretmiştir. AKP iktidarı ile bu denklemin tarafları değişmiş ancak kendisi kalmıştır. Bir dönem Kemalistlerin yaptıklarını, artık Siyasal İslam yapmaya başlamıştır. Gezi isyanı politik ortama bu kısır denklemin dışında bir vuruş yaparak “Mustafa Kemalin askerleri” veya “İslamın mücahitleri” saflaşmasını anlamsız hale getirmiştir. Bu vuruş siyasal olarak büyük önem taşımaktadır. Bu cumhuriyet, aynı zamanda demokratik bir nitelik kazanacaksa ancak bu yoldan yürünerek böyle bir hedefe varılabilir. Gezi isyanı, AKP’nin “demokrasinin sınırlarını da çoğunluk olarak ben belirlerim” tavrına güçlü bir darbe indirmekle kalmamış, kendi içindeki uygulamalarla ve ardından yarattığı halk forumlarıyla siyasal gündeme “doğrudan demokrasi” kavramını getirmiştir. Demokrasiyi sırf sandık sanan Erdoğan, bunu her fırsatta vurgulasa da, artık Latin Amerika ayaklanmaları ile 21. yüzyıl politikasının pratiğine güçlü bir şekilde giren “katılımcı demokrasi”, Gezi isyanı ile Türkiye’nin de gündemine girmiştir. Bu politik değerin, devlet vesayetinin yüzlerce yıllık egemenliği altında yaşamış bu topraklarda yeşermesi büyük bir öneme sahiptir. Gezi isyanına hükümetin koyduğu teşhis, onun politik tükenmişliğinin en güzel kanıtıdır. İktidarının ilk iki döneminde askeri vesayetle boğuştuğu ölçüde siyasi itibar kazanan AKP, bunu demokrasi adımı ile taçlandırmaya hiç niyetli olmadığını üçüncü döneminde ortaya koymuş, geleneksel devlet vesayetini kendi değerleri ile yeniden inşa etme yoluna çıktıkça AKP’nin bugüne kadar ki “devletin sahibi” olan partilerden hiçbir farkı kalmamıştır. Bu “devlet aklını” hemen içselleştiren AKP, Gezi isyanını “dış güçlere” bağlamış, kendini sandıkta yenemeyenlerin darbe girişimi olarak yorumlamıştır. Bu yorumların komik veya saçma olmaktan öteye bir anlamı var-


13 DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM

dır: AKP, bir on yıl gibi kısa sürede devlet aklı ile zehirlenip klasik bir devlet partisi haline gelmiştir. Mazlumluk, “bu ülkenin zencisi olmak” üzerine çok edebiyat yapan AKP, artık “ayakların baş olması nerede görülmüş” diyerek devlet katının ulaşılmaz yüksekliğinden politik ortama bakmaya başlamıştır. Devletin bu katından politikaya bakınca, kendine karşı her sesin ve eylemin “dış güçlerin” oyunu olarak görülmesi kaçınılmazdır. Bu tavrıyla AKP, artık devlet partisi olma yolundaki evrimleşmesini tamamlamıştır. Gezi isyanı bu tamamlanan evrimleşmeyi en kör göze batırmıştır. Gezi isyanı her şeyi etkilediği gibi barış sürecini de etkilemiştir. Kürt Özgürlük Hareketi, içinde ulusalcıların olması nedeniyle Gezi isyanına kuşkulu yaklaşmış, böylece iki halkın kardeşleşmesi konusunda tarihi bir fırsatı kaçırmıştır. Gezi isyanına tutarsız yaklaşımın altında sadece eylem içinde ulusalcıların varlığı değil, bu isyanın barış sürecini engelleyebileceği endişesi de vardır. Oysa güç kaybına uğramış bir AKP Kürt Özgürlük Hareketi için bir avantajdır. Gezi isyanının ilk hızını kaybettiği şu günlerde barış sürecinin geleceği konusunda bazı bulanık noktalar netleşmeye başlamıştır. AKP ipe un sermeye hazırlanmaktadır. Seçim barajına bile dokunmaya niyetli olmayan AKP, büyük olasılıkla içi boş sözde reformlarla yeni bir oyalama sürecine hazırlanmaktadır. Barış sürecinin sadece AKP iktidarı ile “uzlaşma”dan ibaret olmadığı, bir demokrasi mücadelesi dönemi olduğu yeterince açıktır. Bu sürecin güçlü olarak ilerleyebilmesi için Kürt Özgürlük Hareketinin barış süreci ile Gezi isyanının ruhu birleşmelidir. Lice’deki katliam, kendisi yine Kürt halkı için büyük bir acı olsa da, halkların barış sürecinde birleşmesi için önemli bir fırsat yarattı. Devletin otuz yıldan beri ördüğü şovenizm duvarında bu olayla büyük bir çatlak oluştu. Sonuç olarak, Gezi isyanıyla AKP’nin cumhuriyeti yeniden yapılandırma stratejisi büyük bir darbe almıştır. Doğrudan veya tersinden cumhuriyetin kireçlenmiş “irtica-laiklik” denklemi Gezi isyanı ile büyük ölçüde anlamını kaybetmiş, böylece hem AKP, hem de CHP’nin ezberi bozulmuştur. Öte yandan, Lice katliamının yarattığı halklar arasındaki kardeşlik havası barış sürecinin en güçlü teminatı olmaya adayken, bu sürecin aynı zamanda demokratikleşme ile birlikte yürümesinin de güçlü alt yapısını oluşturabilir. Bu tarihsel bir fırsattır. İktidarın bu kardeşlik ve ittifak havasını tüm gücüyle bozmaya çalışacağı çok açıktır. Mademki Gezi isyanıyla ezberler bozuldu. İktidarın bu konuda da ezberini bozmak halkların tarihsel bir görevidir. 10 Temmuz 2013


14

DÜNYA VE TÜRKİYE’DE POLİTİK DURUM


BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ Mehmet YILMAZER

BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

Sosyalist Sistem’in çökmesinden sonra “demokrasi” insanlığın varabileceği tek siyasal hedef haline geldi. Berlin Duvarı yıkılınca “Tarihin Sonu”nun geldiğini sanan Fukuyama, insanlık için varılacak hedef olarak “liberal demokrasi”yi göstermişti. Ancak bu öngörü çok kısa sürede boşa düştü. “Tarihin sonu” gelmek şöyle dursun duvarın yıkılışından sonra tarih yeniden yazılmaya başlandı. Koşullar “Soğuk Savaş” yıllarına göre çok değişmişti fakat dünyanın girdiği süreç biraz tarih bilincine sahip olanlar için hiç de biricik değildi. Tersine günler aktıkça Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllara benzerlikler artmaya başladı. Batı dünyası 15. yüzyılda sömürgeciliği başlatırken barbar halklara “uygarlık” götürmekle övündü. Dünyanın ilk büyük, toptan soygunu Kılıç ve Kitap eşliğinde başladı. Bu soygun ve talan hızlanarak devam etti, sonunda Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na gelip dayandı. Berlin Duvarı yıkılır yıkılmaz tarih adeta tekrar etmeye başladı. Küreselleşme adı altında yeni paylaşım savaşları dönemi açılıyordu. Bu savaşların yoğunlaştığı bölge Ortadoğu oldu. O günlerdeki ünvanıyla “süper güç” Amerika bölgeyi işgale hazırlanırken elinde “demokrasi” bayrağını sallamaktaydı. Saddam’ın heykelleri yıkıldı, ama ne Irak’a ne de bölgede başka bir ülkeye “demokrasi” bir türlü gelemedi. Günümüzde “demokrasi” şekillenmekte olan birbirine zıt iki dünyanın ortak parolası olmakla ayrıcalık ve önem taşıyor. Emperyalizm, Irak’ı işgal ederken de veya “portakal devrimleriyle” Doğu Avrupa’yı paylaşırken de hep “demokrasi” bayrağını salladı. En son olarak Libya paramparça edilirken, Suriye yıkılırken, öte yandan Ukrayna paylaşılırken batı dünyasının dilinden demokrasi lafı hiç düşmedi. Oysa dünyada çok başka nitelikte gelişmeler de yaşanıyor. Latin Amerika’da özellikle Venezüella, Bolivya ve Ekvador’da seçim yolundan değişik siyasal güçler iktidara geldi ve 21. yüzyıl sosyalizmini inşa etme yoluna çıktılar. “Temsili demokrasi”yi yetersiz bularak “katılımcı demokrasi” yaratmak için yoğun mücadele içindeler. Öte yandan, büyük ekonomik krizle birlikte Batı Avrupa ve Amerika’da da halklar sokağa taştı. İspanyol “Öfkeliler”i “gerçek demokrasi hemen şimdi!” parolasıyla Madrid’i işgal ettiler. Demek ki demokrasinin beşiği olduğu söylenen Batı ülkelerinde de bu konuda sorun vardı.

15


Herkesin diline düşen demokrasi konusunu yeniden ele almak boşuna olmaz.

Demokrasinin Kapitalizmle İlişkisi

16 BİTMEsYEN MASAL: DEMOKRASİ

Bugünün dünyasından bakınca kapitalizm ve demokrasinin “doğal” bir ilişkisi olduğu kanısı çok yaygındır. Kapitalist merkezlerde işler hala oldukça yolunda gittiği için vitrinler göz alıcı tüketim malları ile dolu ve en yüksek perdeden demokrasi nutukları atılmaya devam ediliyor. Dünyanın bu cennet bölgelerinin biraz dışına çıkıldığında cehennemin yakıcı sıcağı insanı kavursa da, neredeyse insanlığın tümü bir gün Batı cennetine benzemek umuduyla yaşıyor. Bir gün ulaşılacak hedef olarak Batı demokrasileri yükseklerde ışıldamaya devam ederken, aynı zamanda dünyanın cehenneminden yükselen alevler bu ışıldayan demokrasileri ciddi olarak tehdit ediyor. Demokrasi, yaşam koşulları ve zenginlik açısından herkesi imrendiren Batı ülkelerindeki gelişmelerin temelini oluşturuyorsa, neden dünyanın cehennem bölgelerinden demokrasi düşmanı tepkiler yükseliyor? Bu noktada demokrasi ve kapitalizm ilişkisine bir kez daha bakmak gerekiyor. Ne ünlü burjuva devrimleri, ne de kapitalizm kendiliğinden “demokrat” değildir. Burjuvazinin ekonomik çıkarları derebeylikten kurtulmayı ve pazarda özgür işgücü bulmayı gerektirir. Fakat siyasal olarak bir küçük azınlık olan burjuvazi iktidarda durabilmek için genel, tüm toplumu kapsayan özgürlüklere karşı hep ihtiyatlı olmuştur. Bunu en iyi genel oy hakkının kazanılması mücadelesi anlatır. 1830’lar Fransa’sının nüfusu 30 milyon olmasına rağmen, sadece mülk sahibi 200 bin kişi seçme ve seçilme hakkına sahipti. “Kanadalı siyasal bilimci Francis Dupuis-Deri, Birleşik Devletler, Fransa ve Kanada’da önemli siyasal figürler tarafından on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda “demokrasi” kelimesinin kullanımının dikkatli bir haritasını çıkartmıştır… 1770 ve 1800 arasında ilk kez kelime güncellik kazandığında, hemen hemen tamamıyle aşağılayıcı ve küfür terimi olarak kullanıldı. Fransız devrimcileri Amerikalılar kadar “demokrasi”yi küçümsüyordular.” “Birleşik Devletler ve Fransa’daki politikacılar 1830 ve 1850 arasında kendilerini demokrat olarak nitelemeye başladılar.” (1) Kapitalizmin tarihindeki en ünlü burjuva devrimlerinin liderleri için “demokrasi” aşağılayıcı bir terimden öteye anlam taşımamıştır. Devrimler sonrası eski düzen kalıntıları ile mücadele derinleştikçe “demokrasi” kelimesi anlam değiştirmeye başlamıştır. Kapitalizmin kurucularında ciddi olarak “çoğunluk” korkusu olmuştur. “Onlar, servet farklarından dolayı derin bir şekilde bölünmüş yetişkin beyaz erkekler arasında çoğunluğa dayalı doğrudan demokrasi sistemi kurulduğunda bunun kargaşaya, istikrarsızlığa ve kaçınılmaz bir şekilde kanlı sonuçlara, tiranların ve demagogların yükselişine yol açacağını tartıştılar. “Öte yandan onların ileri sürdüğü diğer bir tez, ancak mal edinmiş bir adamın oy kullanmasına ve yönetimde görev almasına izin verilebilir, çünkü ancak onlar bağımsız ve kendi çıkarlarından öteye, ortak çıkarlar konusunda düşünebilir.” (2)


17 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

Atina demokrasisinin 6. yüzyılda tiranlığa dönüşmesini hatırlayan Amerikalı liderler “demokrasinin genişlemesinin” demagoglara ve tiranlara yol açtığına güçlü bir şekilde inanmışlardı. Kapitalizmin ve burjuva devrimlerinin kolaylıkla, adeta kendiliğinden demokrasiye doğru ilerlediğini düşünmek büyük bir hata olur. Demokrasiye giden süreç yoğun mücadelelerle yüklüdür. Burjuvazi feodal egemenliğe ve onun imtiyazlarına karşı mücadele ederken “eşitlik, kardeşlik, adalet” sloganlarını atmış olsa da, esas olarak bu talepleri kendi sınıfıyla sınırlıyordu. Ancak devrimler ve restorasyonlarla geçen uzun mücadele yıllarında ister istemez köylüler ve işçiler de bilinçlendiler. Bunun sonucu olarak, örneğin İngiltere’de genel oy hakkını burjuvazi değil, işçi kökenli Chartist Hareket 1830’larda parola haline getirmiştir. Fransa’da kadınlar hariç genel oy hakkı ancak devrimden 60 yıl sonra 1851’de tanınmıştır. Kadınlara oy hakkının tanınması 1946 yılını bulmuştur. Fransa’da 1820’lerde “çift oy hakkı” diye bir kanun bile çıkartılmıştır. Aile reisi olan ve serveti fazla olanlara iki oy hakkı tanınmıştır. İngiltere’de kadınları da kapsayan genel oy hakkı 1928’de kabul edilmiştir. Burjuva demokrasilerinin bugün temellerinden birisini oluşturan genel oy hakkı burjuva devrimlerinden en erken yarım yüzyıl sonra kabul edilmiştir. Burjuvazi yıllar süren sınıflar savaşı sonrası düzenini sağlamlaştırdığına inandığında “çoğunluk” korkusundan kısmen kurtulabilmiştir. Kapitalizmin tarihinden ilk çıkartılması gereken önemli ders şudur: Burjuva devrimleri, kapitalizm ve demokrasi arasındaki bağlar “doğal” ve ayrılmaz değil, tam tersine oldukça zayıf ve çeşitli koşullara bağlıdır. Buradan ikinci önemli derse geçilebilir. Burjuva demokrasileri bir kez kurulunca artık geri dönülmez bir ileriye gidişin başladığını sanmak yine büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgıyı insanlık kapitalist anayurtlarda 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve 1945’lere kadar devam eden faşizm yıllarında yaşamıştır. Faşizm, kapitalist demokrasilerin içinden doğmuş; Almanya ve İtalya’da seçimle iktidara gelmiş, sonra demokrasinin kurumlarını imha edip kendisi kurumlaşmıştır. Bu dönemin koşullarına baktığımızda olanları açıklamakta üç neden öne çıkıyor. İlki, kapitalizmin yapısında yaşanan önemli değişimdir. 19. yüzyılın ilk yarısında kapitalizm serbest rekabetçi günlerinden tekelci dönemine geçiyordu. Bu yüzyılın ikinci yarısı sömürge paylaşım savaşları ile doludur. 20. yüzyılın ilk on yılı içinde bu paylamış savaşları hızlanmış ve “Birinci Dünya Savaşı” boyutuna çıkmıştır. Kapitalizmin tekelci ve sömürgeci karakteri onun içinde gelişmekte olan demokrasi filizlerinin yolunu kesmiştir. İkincisi, sistemin yıkılma korkusu somut hale gelince kapitalizm savunma mekanizması olarak faşizmi yaratmıştır. Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ile kapitalizmin yıkılma korkusu somutluk kazanmıştır. Kapitalizm köylülüğü özgürleştirmiş, kentlere taşımış, ancak bu özgürlüğün bedeli cehennem gibi fabrika koşullarında sömürülmek olmuştur. Sınıflar savaşı yükseldikçe işçi sınıfının iktidar olma olasılığı güç kazanmış, Rusya’da ise gerçeklik haline gelmiştir. Kapitalizm, sosyalizm “tehdidini” demokrasiyi genişleterek değil, onu yok ederek aşma yolunu seçmiştir. Üçüncü ne-


18 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

den, “sosyalizm tehdidinin” Rusya ile sınırlı kalmayıp, o dönem dünyasında neredeyse tüm Avrupa’yı sarmasıdır. Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan’da iktidara ulaşamayan ayaklanmalar yaşanmıştır. Başarısız sosyalist devrimlerin bedeli faşizm olmuştur. Amerika ve Avrupa, İspanya’da faşist Franco’yu desteklemiştir. Ford, General Motors ve Firestone firmaları Franco’ya silah yardımı yapmıştır. Texaco Oil, hem Hitler hem de Franco’ya kredili petrol vermiştir. 1936’da Franco iç savaştan galip çıkınca 100 bin cumhuriyetçiyi yakmıştır. (3) Unutulmaması gereken bir gerçek daha vardır. Batı’da faşizmin çökmesini sağlayan kendi demokrasilerinin iç güç kaynakları değil, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin faşizme karşı kazandığı zaferdir. Fakat bu zafer Avrupa’da iki ülkede, Portekiz ve İspanya’da faşizmin yıkılışına yetmemiştir. Salazar ve Franco faşizmi “demokrasinin beşiği” Avrupa’da uzun yıllar, 1970’li yılların ortasına kadar yaşamaya devam etmiştir. Tekelci kapitalizmin en temel siyasal açmazı çok küçük bir azınlığın egemenliğinin, tüm toplumun çıkarına olduğu algısını sürekli olarak yeniden üretmek zorunda olmasıdır. Bu algıyı en başta kutsal özel mülkiyet hakkıyla yaratır. Eğitim, medya hep bu algıyı yeniden yeniden üretmek için planlanır. Bu algı yaratma operasyonlarının tek başına finans kapitalin egemenlik sistemini garanti altına alamayacağı biliniyor. Belli bir refah seviyesiyle herkesin tüketim cennetindeki yerini alabileceği koşullar da çeşitli yollarla maddi olarak sağlanmalıdır. Hiç bir egemenlik sistemi sadece algı operasyonları üzerine kurulamaz. Batı’da 1950’ler sonrası şekillenen refah devletleri demokrasi için maddi bir zemin, başka türlü söylenirse demokrasinin ödenmesi gereken faturası oldular. 20. yüzyılın ikinci yarısı “Soğuk Savaş” yılları olarak anıldı. Sosyalist Sistem’in varlığı kapitalizm için daima bir tehdit olarak kabul edildi. Bu yıllarda kapitalist dünya siyasal olarak çelişkili bir görüntü verdi. Kapitalist anayurtlarda refah devletleri ve demokrasi; ancak yeni sömürgecilik sistemiyle kendine bağladığı üçüncü dünya ülkelerinde ikide bir gündeme gelen askeri darbelerle desteklenen faşizm, kapitalizmin hep taşıdığı iki yüzü oldu. “Soğuk Savaş” yıllarında Türkiye dahil pek çok Afrika ve Latin Amerika ülkesinde faşist yönetimler hiç eksik olmadı. Böylece kapitalizm, anayurtlarda insanların imrendiği demokrasi ile yaşarken, üçüncü dünya ülkelerinde faşizmle ilişkisini hiç koparmadı. Çoğunu askeri darbelerle doğrudan kendisi örgütledi. Sosyalizme doğru herhangi bir yönelişin bedeli üçüncü dünyada daima faşizm oldu. Aslında Batı Avrupa’da 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan Hitler’in adıyla anılan faşizm, bir alın yazısı gibi 20. yüzyılın son elli yılında üçüncü dünyada ülkeden ülkeye gezindi durdu. Şili diktatörü Pinochet bu yılların sembol ismi oldu. Bu tablodan günümüze baktığımızda artık “sosyalizm tehdidi kalmadığına göre faşizm olasılığı da bununla birlikte ortadan kalkmış mıdır?” sorusu doğal olarak akla gelebilir. Faşizmin temel kaynağının tekelci finans kapital olduğu hatırlanırsa böyle bir sorunun eksik olduğu anlaşılır.


19 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

“Kısacası sorun, biçimsel demokrasinin kurumsal sisteminin -tam da bir demokrasi olduğu için- aynı demokratik sistem içerisinde antidemokratik kurumların ortaya çıkmasına ve büyümesine imkan vermesindedir. Antidemokratik partileri kastetmiyorum, çünkü onlar kendiliklerinden demokrasiyi tehlikeye düşüremezler… “Demokrasinin hayatını sürdürmesini tehlikeye düşüren veya kuşkulu hale getiren, “iç” veya “dış” amaçlara hizmet eden, böyle üç kurum vardır: Çokuluslu şirketler, askeri kurumlar ve gizli polis örgütleri.” (4) Günümüzdeki duruma, yani neoliberalizm ve demokrasi konusuna daha sonra geleceğiz. Bundan önce tekelci finans kapital egemenliğindeki kapitalizmle demokrasinin genel ilişkisini aydınlatmak gerekiyor. Bu açıdan kapitalizmin başlıca üç dönem yaşadığı söylenebilir. İlki, 19. yüzyılın sonlarında sömürge savaşlarıyla başlayan ve iki emperyalist paylaşım savaşıyla kapanan dönem; ikincisi, kapitalizmin refah devleti günleridir; üçüncüsü, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra neoliberalizm ve küreselleşme günlerinde demokrasidir. İlk dönemi, sınıflar mücadelesi ve devrim tehditleriyle yaşayan kapitalizm, buradan çok önemli dersler çıkartmıştır. Tekelci kapitalizm kendini inşa eder etmez dünyada sömürge savaşları dönemi başlamıştır. “Son on beş-yirmi yıl içinde, özellikle İspanyol-Amerikan (1898) ve İngiliz-Boer (1899-1902) savaşlarından bu yana, eski ve yeni dünyanın ekonomik yazınında olduğu gibi, siyasal yazınında da yaşadığımız çağın temel özelliğini belirtmek için, ‘emperyalizm’ terimi, giderek daha çok kullanılmaktadır.” (5) Lenin 1916 yılında böyle yazıyordu. Kapitalizmin tekelci yapıya dönüşmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşir. Bu dönüşümle zamandaş olarak emperyalist dönem de başlamıştır. Kapitalizmin 1873-93 ilk uzun büyük bunalımı aslında “serbest rekabetçi kapitalizmin son krizi” olmuştur. 1890’ların sonunda tekelci kapitalizm, emperyalist paylaşım savaşlarıyla bunalımdan çıkış yolları aramaya başlamıştır. Bu dönem, kapitalizm öncesi ve onun ilk gelişim yıllarındaki kaba sömürgecilik ve ilkel sermaye birikim yıllarından farklıdır. O günler bir anlamda Latin Amerika halklarının zenginliklerinin katliamlarla birlikte yağma edilmesidir. Emperyalizm dönemi ise tekelci finans kapitali varsayar. Bu paylaşımda meta ihracatının yanında sermaye ihracı da büyük önem kazanmıştır. Bu emperyalist paylaşım dönemi yirmi yılı bulmadan Birinci Dünya Savaşı’na tırmanmıştır. Ardından devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları başlamış, kapitalizm tekelci aşamaya girişinin üzerinden bir çeyrek yüzyıldan biraz fazla zaman geçtikten sonra yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Tekelci mali oligarşinin demokrasiyle ilişkisinin çok sınırlı olacağı yeterince açıktır. Kapitalist anayurtların hemen hepsi 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında devrimlere gebe yüksek boyutlu sınıflar savaşı ile karşı karşıyaydılar. Aslında emperyalist savaşlar bir yanıyla yaklaşan iç savaşların dışarıya taşınmasıydı. Tekelci finans kapital egemenliği ve yükselen sınıflar savaşı denkleminden, Rusya hariç, hemen bütün kapitalist merkezlerde faşizm çıkmıştır. İnsanlık, bur-


20 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

juva devrimleriyle Tanrı’yı da tahtından indirdikten sonra, “bilimin kılavuzluğunda” tarihinin en büyük katliam ve vahşetine başlamıştır. Kapitalizm ve demokrasi ilişkisi 19. yüzyılın ikinci yarısındaki çok kısa balayı günlerden sonra karanlık faşizm yıllarına varmıştır. Faşizm kapitalist anayurtlarda proletarya devrimlerini engellemişti, ancak yarattığı vahşet ile “sürdürülebilir” bir toplumsal düzen olmadığını kısa sürede kanıtlamıştır. Elbette bu kanıtlanma kendiliğinden gerçekleşmemiş; Sovyetler Birliği yirmi milyon evladını bu savaşta kaybetme pahasına büyük kahramanlıklarla faşizmi ezmiştir. Faşizmin yenilgisinden sonra kapitalizm ve demokrasi ilişkisinin tarihi, ikinci önemli dönemine girer. Bu dönem tekelci kapitalizmin Keynes politikalarıyla işçi sınıfıyla uzlaştığı -“büyük uzlaşma”- ünlü refah devletleri dönemidir. Bu yıllarda Batı ülkelerindeki işçi sınıfı, zamanla Sovyetler Birliği’ne düşman edilse de, hem ekonomik hem de siyasal olarak sosyalizmin varlığının keyfini epeyce sürmüştür. Faşizm yıkıldıktan sonra kurulan, dünyanın üçte birine egemen olan güçlü Sosyalist Sistem’in varlığı ve Batılı ülkelerde ve hemen tüm dünyada güçlü devrimci partilerin oluşması, kapitalist anayurtlarda benzeri daha önce görülmemiş, daha sonra da görülmeyen, bir “tarihsel uzlaşma” yaratmıştır. Günümüz dünyasında örnek gösterilen “batılı demokrasi” bu yıllarda şekillenip, yıldızı parlamıştır. Demokrasinin görünen şirin yüzünden öteye bu yıllarda onun yapısına giren önemli kurumlar mutlaka vurgulanmalıdır. Bunlardan en önemlisi, Gladio adıyla anılan “ derin devlet” örgütlenmesidir. John Kane’nin “Sivil Toplum ve Devlet” derlemesinde Agnes Heller, “demokrasinin hayatını sürdürmesini tehlikeye düşüren” “üç kurum”dan söz ediyor: “Çok uluslu şirketler, askeri kurumlar ve gizli polis örgütleri.” “Çok uluslu şirketler” bu demokrasilerdeki mutlak egemen zümre ve diğer kurumlar da onların egemenlik araçlarıdır. Düzenin egemen zümresi “çok uluslu şirketler” yazara göre aynı zamanda demokrasi için tehlikedir. Bu içinde yaşadığımız burjuva demokrasilerinin unutulmaması gereken temel özelliğidir. Tekelci finans kapital ve demokrasi özde uyuşmayan niteliklere sahiptirler. Sözde genel oy hakkı, fakat her seferinde sandıktan finans kapitalin bir partisinin iktidara taşınması; yani her seferinde geniş kitlelerin bir avuç azınlığın egemenliğini onaylaması, bu oyunun adı demokrasidir. Pamuk ipliğine bağlıymış gibi görünen egemenlik sistemi atlattığı badirelerden sonra güçlü önlemler almıştır. Bu yolda en önemli kurum olarak “Gladio”dan söz etmiştik. Soğuk Savaş yıllarında NATO içindeki bütün ülkelerde sınıflar savaşının yaratacağı olası tehditlere karşı, düzen, kendi hukukunun tamamen dışında gizli örgütlenmeler yaratmıştır. Kapitalist sistem yaşadığı deneylerden hareketle, kendi egemen düzenini sadece “yasallıkla” sürdüremeyeceğini kavradığı için, “tehditleri” yasa dışı yollardan imha etmek amacıyla derin devletler yaratmıştır. 1950’ler sonrası refah devletleri, vitrinleriyle çok pırıltılı görünürken, derinliklerinde kurumsal olarak böyle gizli karanlık güçler örgütlediler. Bu ku-


Demokrasi Modelleri Tekelci kapitalizmin demokrasi ile ilişkisinin günümüzdeki durumuna geçmeden, kapitalizmin demokrasiyle arasının iyi olduğu tarihsel dönemlerde ortaya çıkan modellere değinmek gerekiyor. Bu dönemin kapitalist merkezlerde İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar olduğunu söylemiştik. Bu yıllara iki büyük tarihsel gelişimin içinden geçilerek gelinmiştir. Uzun fa-

21 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

rumlar tekelci egemenlik sisteminin zorunlu araçları oldukları için vardırlar. Yoksa bir dönem politikacılar tarafından işlenmiş “hata” değildirler. Tekelci finans kapital egemenliğinin yeraltı dehlizlerinde Gladio ve gizli polis örgütlenmeleri mevzilenmişken, onun aydınlık yüzünde gittikçe büyüyen medya ve eğitim kurumları toplumun her kılcal damarına sızan bir yapılanma yaratmıştır. Elbette bir burjuva demokrasinin işleyebilmesi için sözü edilen kurumlar yetmez. Faturası dünyanın herhangi bir köşesindeki yoksullara ödetilen bir orta sınıf da var olmalıdır. Refah devletleri yıllarında böyle bir orta sınıf kapitalist düzeni teminat altına alacak ölçüde yaygınlaşmıştır. Burjuvazi ve proletarya saflaşmasını varlığıyla birbirine bağlayan orta sınıf kapitalizm tarihinde ilk kez “refah devletleri” yıllarında bu ölçüde zenginleşmiş ve yaygınlaşmıştır. “Tüketim toplumu” ilk kez bu dönemde yaygınlık ve istikrar kazanmıştır. Kapitalist düzenin öbür yüzü olan üçüncü dünya ülkeleri anayurtlardakinden çok farklı bir tablo sergiliyorlardı. Üçüncü dünya ülkeleri “Soğuk Savaş” yıllarında başlıca üç grupta kümelenmişlerdi: Sosyalist ya da sosyalizmin inşasına yönelen ülkeler; emperyalizme karşı olup sosyalist sistemle mesafeli ilişki içinde olan Hindistan ve Mısır’ın başını çektiği “Bağlantısızlar Blok”u ve yeni sömürgeciliğin pençesinde inleyen üçüncü dünya ülkeleri. Sonuncuların Soğuk Savaş yıllarındaki yaşamlarından Amerika destekli askeri darbeler eksik olmamıştır. Türkiye dahil pek çok Latin Amerika ve Orta Afrika ülkesi böyle darbelerle haşır neşir yaşamışlardır. Kapitalist dünyanın merkezlerinde demokrasi ve zenginlik ışıltılı bir vitrin gibi bütün çekiciliğiyle var olurken; yeni sömürge üçüncü dünya ülkelerinde faşizm halkların ensesinde Demokles’in Kılıcı gibi sürekli sallanmıştır. Sadece sallanmakla kalmamış, sık sık katliamlar yaratmıştır. En ünlüleri 1966 yılında Endonezya Komünist Partisi’nin bir milyon üyesinin bir kaç haftada katledilmesidir. Şili, Arjantin darbeleri on binlerce devrimciyi yok etmiştir. Demokrasi kapitalist anayurtlar içindi, üçüncü dünya bu demokratik refahın faturasını ödemekle yükümlüydü. Sonuç olarak, kapitalizm demokrasi ilişkisinin ikinci döneminde Batı ülkeleri göz alıcı demokrasi örnekleri verirken, kapitalizmin cehennem yüzü olan pek çok üçüncü dünya ülkesi uzun yıllar faşizmle yaşamışlardır. Gladio’ların pervasızca cirit attığı bu ülkelerde demokrasi adeta bir fanteziydi. Sınıflar mücadelesinin her yükselişinde katliamlar yaşanıyordu. Kapitalizmle demokrasinin ilişkisinin ne kadar kırılgan olduğunun kanıtı bu dönemde üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan askeri darbelerdir. Askeri darbelere gerekçenin genellikle “komünizm tehdidi” olması gerçekliği değiştirmiyordu.


22 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

şizm yılları ve sosyalizmin ütopya olmaktan çıkıp yeryüzüne inmesidir. Klasik adlandırılmasıyla “Batı demokrasileri” bu dönemin ürünüdür. Hiç şüphesiz her birinin ardında kendi ülke orijinalliğinin izleri vardır, ancak 50’ler sonrası aynı zamanda burjuva demokrasilerinin bir standarda ulaştığı ve dünya için model gösterildiği yıllardır. Burjuva devrimlerinden hemen sonra yaşanan burjuvazi ve toprak sahiplerinin egemenlik kavgası, bunun arasına büyük dalgalar halinde işçi sınıfı ayaklanmalarının girdiği dönem artık bir sonuca ulaşmıştır. Kapitalist merkezlerde tekelci finans kapital egemenliği kurulmuş ve işçi sınıf ile “büyük” ve “tarihsel uzlaşma” inşa edilmiş; Burjuva demokrasileri artık “istikrarlı” hale gelmiştir. Sermayenin “güven” ve “istikrar” istediğine dair ortalıkta yıllardır dolaşan bir söylenti vardır. Sanki son üç yüz yılda bütün savaşları kendisi çıkartmamış gibi! Büyük savaşlardan devrimler çıka geldiği için kapitalizm “istikrarsızlıktan” bu anlamda korkmaya başlamıştır. Sorun sermaye egemenliğinin korunmasındadır; “istikrar” bu yönde bir rol oynuyorsa anlamlıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda kapitalizm açısından sorun büyük ölçüde değişmişti. Kapitalist merkezlerde egemen zümre, çok küçük bir azınlık olan finans kapitalken, bunu bütün vatandaşların egemenliği olarak göstermek, sosyalist sistemin de olduğu bir dünyada yepyeni araç ve uygulamalar gerektiriyordu. Genel oy hakkı bunların içinde en önemlisi, ancak en basitiydi. Sadece bu aracın egemenliğin devamını teminat altına almayacağı gibi, serbest rekabetçi kapitalizm günlerindeki liberal burjuva korkuların yeniden hortlaması için çok uygun koşullar vardı. Tekelci finans kapital egemenliğinin garanti altına alınması ve bunun için geniş kitlelerde bir onay-rıza yaratılması “Batı demokrasileri”nin 1950’ler sonrası temel sorunuydu. Devletin zoru ile, yani ordu, güvenlik ve Gladio güçleriyle egemenliğin teminat altına alınması dışında araçlar gerekiyordu. Bunlar iki ana bölüme ayrılabilir. Demokrasi ve yönetim biçimleri; bunların yanında rıza yaratımında büyük öneme sahip eğitim, medya, tüketim imkanları inşa edilmeliydi. Konumuz açısından eğitim, medya ve tüketim kültürü gibi rıza yaratma araçlarını irdelemeyeceğiz. Demokrasi ve yönetim biçimlerini, siyasal egemenliğin kurulma ve sürdürülme yollarını gözden geçireceğiz. Burjuva demokrasisi seçme ve seçilme hakkı, özgür seçimler, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi temel konuları kapsar. Ve onun en büyük illüzyonu mülkiyet hakkı ve “kanun önünde eşitliktir!” Devlet zoru, rıza yaratma ve sürdürme araçları, mülkiyet ve eşitlik illüzyonları siyasal sistemi çevreleyen bir fanustur. Siyasal sistem bu fanus içinde devinir durur. Buradan demokrasi biçimlerine gelelim. Bu konuda her ülkenin kendine özgü yanları vardır. Bu özgünlük tarihlerinden ve özellikle sınıflar mücadelesi yıllarından gelir. Örneğin; demokrasinin beşiği olarak görülen İngiltere’deki demokrasi modelinin ardında 1200’lü yıllarda ilan edilen Magna Carta, 1400’lü yılların ikinci yarısını kapsayan Güller Savaşı ve 1650’de patlak veren burjuva devrimi, ayrıca 1850’lerde yükselen Chartist işçi hareketi vardır.


23 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

Özgürlük heykeliyle ünlü Amerikan demokrasisinin ardında ise 1750’lerdi Bağımsızlık Savaşı, 1860’lardaki Güney-Kuzey Savaşı, göç ülkesi olduğu için tarihinin çok genç ve aristokrat sınıflarının olmayışı vardır. Fakat bu iki ünlü demokrasinin aynı zamanda dünyanın en büyük emperyalist ülkeleri olduğu da hiç akıldan çıkartılmamalıdır. Bütün kapitalist merkezleri kapsayan soyut bir demokrasi modeli yoktur. Demokrasi tarihinin gelişimi içinde, biraz da zorlamayla, iki demokrasi modelinden söz edilebilir. Birisi, İngiltere’nin temsil ettiği “çoğunlukçu demokrasi” veya özgün adıyla “Westminster modeli demokrasi”dir. Diğeri “oydaşmacı-uzlaşmacı” veya “çoğulcu demokrasi” modelidir. Bunun da saf denebilecek örneği İsviçre’dir. (6) Yazar “çoğunlukçu demokrasiler”e örnek olarak İngiltere, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, İsveç, Yunanistan, Portekiz gibi ülkeleri göstermektedir. “Çoğulcu demokrasiler”e örnek olarak ise İsviçre, Belçika, İspanya, Hindistan gibi ülkeleri göstermektedir. Bir de “melez” “yarı çoğulcu demokrasiler” olarak ABD, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Avusturya gibi ülkeleri saymaktadır. (a.y s.83) “Çoğunlukçu demokrasiler”in bir kaç temel özelliği vardır. Siyasal irade ve yönetim çoğunluk tarafından belirlenir. Güçlü bir yürütme ve hükümet vardır. Genellikle hükümet iki parti arasında el değiştirir. İngiltere örneğinde ise, yazılı bir anayasa olmadığı için çoğunluğun aldığı kararların bir denetleyicisi ve sınırı yoktur. Parlamento çoğunluğunun aldığı karar tartışılmazdır ve itiraz edilecek başka bir kurum yoktur. Yılların siyasal deneyleri ve gelenekleri İngiltere’de demokrasinin ikide bir yolundan çıkmasını engellemiştir. Bir denetleme kurumu olarak daha yakın zamanda, 2009 yılında, AB nedeniyle Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi kurulmuş, kanunları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre denetleme yetkisiyle donatılmıştır. Demokrasilerde iktidar sandıktan çıktığı için seçim sistemi düzenin en hassas noktasıdır. İngiltere örneğinde olduğu gibi genellikle “çoğunlukçu demokrasiler”de “dar bölge çoğunluk” sistemi vardır. Başka bir tanımlamayla “gayri-nispi seçim sistemleri”yle siyasal iktidarlar şekillenir. Bu seçim sisteminde büyük partiler avantajlıdır, küçüklerin temsil hakkı büyük ölçüde sınırlıdır. Örneğin; İşçi Partisi 2005 seçimlerinde %35 oyla, meclisteki 646 sandalyeden 355’ini almıştır. Ülkede oy oranı % 35 iken mecliste temsil oranı % 54 olmuştur. Seçim barajı olmamasına rağmen “dar bölge sistemi”yle küçük partiler siyasal arena dışına itilirler. “Westminster modeli”nde siyasal iktidar o kadar güçlü bir hükümet elinde toplanır ki, “eski bakanlardan Lord Hailsham (1978) İngiliz yönetim sistemini ‘seçimli diktatörlük’ olarak tanımlamaktadır.” (a.y. s.29) “Oydaşmacı veya çoğulcu demokrasiler”de kararlar basit çoğunlukla alınmaz genellikle uzlaşma yolları aranır. Yürütme gücü genellikle geniş koalisyon hükümetlerinden oluşur. Çok partili aktif bir siyasal sistem vardır. Seçim sistemi genellikle nispi temsil sistemine dayandığı için parlamentoda siyasal güçlerin


24 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

temsili daha iyidir. Genellikle katı bir anayasal yapı vardır. Kararların denetimi bu mekanizmalarla yapılır. Bu demokrasi modeli İsviçre ve Belçika’da temsil edilir. Oydaşmacı model genellikle dil, etnik farklılıkların sürekli var olduğu ülkelerde bu varoluşların bir uzlaşmasını sağlamak için ortaya çıkmıştır. Bu iki demokrasi modeli katı kalıplarla birbirinden ayrılmaz, arada pek çok “melez” modeller de vardır. Her ülkenin demokrasi modeli kendi tarihi ve sosyal yapısıyla belirlenir. Modeller toplumlara sonradan giydirilen elbiseler değildir. Bu iki demokrasi modelinin detaylarına girmek çok anlamlı değildir. Fakat iki yönden karşılaştırma yapmak yararlı olabilir. Birisi, siyasal güçlerin sistem içinde temsil durumları; diğeri ise, yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin sistemdeki ağırlığıdır. Arend Lijphart demokrasilerde temsil durumunu “seçimlerdeki ortalama orantısızlık derecesi” ile tanımlamaktadır. Buna göre “orantısızlık derecesi” arttıkça seçimlerde temsil kötüleşmektedir:

Orantısızlık dereceleri

Hollanda İsviçre Almanya Belçika İtalya Japonya İspanya Yunanistan İngiltere ABD Fransa

Seçim sistemleri

1.21 nispi temsil 2.55 nispi temsil 2.67 nispi temsil 3.35 nispi temsil 3.61 nispi temsil 7.00 nispi çoğunluk-nispi temsil 7.28 nispi temsil 7.88 nispi temsi 11.70 nispi çoğunluk 14.28 nispi çoğunluk 20.88 karma (a.y. s.195)

Nispi temsil siyasal güçlerin parlamentodaki dağılımı için daha “orantılı” sonuçlar yaratıyor. 1960 sonrası Türkiye’deki seçim sistemi de bu nitelikteydi. O nedenle cumhuriyet tarihinde ilk kez 1965 seçimlerinde TİP’li on beş vekil parlamentoya girebildi. Düzenin tepkisi gecikmedi, seçim kanunu değiştirildi; 1969 seçimlerinde oy miktarında önemli bir değişim olmamasına rağmen TİP’in vekil sayısı ikiye indi. Batı demokrasilerine baktığımızda genellikle burjuva devrimlerinin şöhretinden dolayı demokrasinin beşiği olarak görülen ülkelerde: İngiltere, Fransa ve Amerika’da temsilde orantısızlık, Hollanda ve İsviçre’ye göre çok büyüktür. Ortalama olarak ele alırsak son üç ülkedeki orantısızlık ilk üçünden yedi kat fazladır. İngiltere, Amerika ve Fransa’da siyasal temsil diğerlerine göre oldukça kötüdür. Bu ülkelerde genellikle iki partili sistem ve tek parti iktidarı işler.


Diğer karşılaştırmaya gelirsek; yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin üstünlüğü konusundaki sıralama şöyledir: Yürütme Ortalama üstünlük endeksi hükümet ömrü endeksi 1.00 1.49 2.57 2.91 3.37 3.80 4.00 4.45 8.00 8.12 8.26

12.51 1.49 2.57 2.91 3.37 3.80 7.05 4.45 3.22 8.12 8.26 (a.y. s.162)

Burada bizde son yıllarda yapılan “başkanlık sistemi” tartışmasına da değinmek gerekiyor. Başkanlık sistemi tartışmaları bizde neredeyse sınırsız yürütme yetkisini elinde tutacak bir başkan olarak tasarlanıyor. İktidar partisinin bunun için denemediği yol kalmadı. Ancak dünya deneylerine bakınca başkanlık denince otomatik olarak yürütmenin artan üstünlüğü sonucu çıkmıyor. Tabloda parlamenter sistemle yönetilmelerine rağmen yürütme İngiltere ve İspanya’da diğerlerine göre daha güçlüdür. ABD yürütme gücü endeksinde Batı ülkeleri içinde orta seviyelerdedir. Fransa “yarı başkanlık” sistemine sahip olmasına rağmen ABD’den daha güçlü bir yürütme yapısına sahiptir. Batı demokrasileri belli bir seviyeye ya da deyim uygunsa bir standarda 1950’li yıllar sonrası varabildiler. Dünyaya demokrasi modeli sunan bu ülkeler 1970’li yıllara kadar kendi ülkelerinde bile toplumsal dokularında var olan yoğun bir zehirle yaşadılar. Bu zehir ırkçılıktı. Avrupa kıtasında ırkçılıktan faşizm türedi. Batı demokrasileri yirmi yıldan fazla ırkçılık ve faşizmi yaşadıktan sonra, ancak 1949 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ilan edildi. Amerika’da köleci günlerden gelen siyah ırk düşmanlığı 1960’lı yıllara kadar bütün yoğunluğuyla devam etti. Aslında hala devam ediyor. Tüm dünyada devrimci dalganın yükseldiği günlerde Amerika’da Kara Panterler Hareketi doğdu. İki önemli lideri katledilmesine rağmen hareket büyük başarı kazandı. Bu zehirler belli ölçüde aktıktan sonra Batı demokrasilerinin belli bir seviye yakaladıkları söylenebilir. Merkezlerde demokrasi vitrini böylece biraz daha parlatılmış oluyordu. Sosyalist sistemin varlığı İkinci Dünya savaşı sonrası kapitalizmin demokrasi

25 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

İsviçre İtalya Belçika Hollanda Japonya Almanya ABD Yunanistan Fransa İngiltere İspanya


26 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

sorununu iki yönden etkiledi. Kapitalist merkezlerde demokrasi belli bir nitelik kazandı. Bu demokrasilerde her kazanılan hakkın arkasında uzun mücadele yılları olduğu hiç unutulmamalıdır. Sosyalizmin varlığı merkez ülkelerde hem yaşam seviyesi hem siyasal haklar açısından önemli bir basınç yarattı. Ancak “komünizm tehdidi” sol partiler üzerinde büyük baskılar kurulması sonucunu doğurdu; fakat öte yandan çalışanların yaşam koşullarının yükseltilmesini kaçınılmaz hale getirdi. Bu durum resmin merkez ülkeler tarafıydı. Üçüncü dünya ülkelerinde ise sosyalist sistemin varlığı emperyalizmi sık sık faşist askeri darbeleri uygulamaya itti. Bu nedenle Batı demokrasileri veya genel olarak demokrasi konu olunca sürekli “çifte standart” kavramıyla birlikte anılır. Bu “çifte standart” hala artarak devam ediyor. Küreselleşme günlerine gelmeden Batı demokrasi modelleri tartışmasını sonuçlandıralım. Modeller ne olursa olsun temel konu egemenlik ve rıza yaratma mekanizmalarının yaratılmasıdır. Çoğunlukçu veya çoğulcu demokrasiler, başkanlık sistemi veya parlamenter sistem; öte yandan güçler ayrılığı ilkeleri belli farklılıklar taşımalarına rağmen sonuç olarak bir küçük azınlık olan finans kapital zümresinin egemenlik biçimlerini teminat altına alır. Hepsinin arkasında o ülkedeki toplumsal yapı ve sınıflar mücadelesi dersleri vardır.

Neoliberalizm ve Demokrasi İlişkisi Kapitalizm ve demokrasi ilişkisi Katolik nikahı gibi olmadığı için oldukça değişkendir. 1970’li yılların ortalarından itibaren kapitalizm Keynesçi refah devletleri dönemini geride bırakarak yeni bir ekonomik, sosyal ve siyasal modele yöneliyordu. Bunun Batı ülkelerindeki somut karşılığı başlıca iki yönden oldu. Yaşam seviyelerinin düşmesi ve örgütlenme haklarına yoğun saldırılar başladı. Bu konuda liderliği İngiltere’de Thatcher ve Amerika’da Reagan yaptı. Neoliberalizmin üçüncü dünya ülkelerinde uygulanması ise genellikle askeri darbelerle mümkün oldu. Şili, Arjantin ve Türkiye en bilinen örneklerdir. Neoliberalizmin tüm dünyaya yaygınlaşması ve uygulama derinliğinin artması Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra gerçekleşti. Kapitalizmin ideologları “özgür dünyanın” zaferiyle coşup, liberal demokrasiyi “tarihin sonu” ilan ederken büyük yanılgılarını çok geçmeden anladılar. “Tarihin sonunu” yazan Fukuyama en son “Political Order ve Political Decay” kitabını yazmak zorunda kaldı. Doğru olan buydu, son yirmi yıldır yaşanan, liberal demokrasilerin yozlaşması ve çöküşüydü. Demokrasi Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra hızla çekiciliğini kaybetti. Küreselleşmenin özelleştirmeler ve sıcak para ile yaygınlaştırdığı soygun derinleştikçe Batı demokrasilerinin 1950’li yıllar sonrası parlayan yıldızı hızla kararmaya başladı. Bu konuda parlayıp sönen alev gibi son göz kamaştırıcı dalga Doğu Avrupa ülkelerindeki “portakal devrimleri”ydi. 90’lı yılların başlarında bu ülkeler büyülenmiş gibi Batı ülkelerinin parıltılı vitrinlerine koştular, kalın vitrin camlarına çarptıklarında büyük düş kırıklığı başladı.


27 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

Neoliberalizm ve demokrasi ilişkisinde en önemli nokta refah devletleri yıllarında, sosyalist sistemin varoluşunun yarattığı basıncın da etkisiyle kırk yıla yakın süren işçi sınıfıyla yapılan büyük tarihsel uzlaşmanın yırtılmasıdır. Bu tarihsel uzlaşmanın anlamı burjuva demokrasinin sınırlarının genişletilmesiydi. Sosyal haklar, yaşam koşulları ve örgütlenme hakları açısından bu yıllarda önemli kazanımlar elde edilmişti. Thatcher ve Reagan bu uzlaşmanın yırtılmasına öncülük ettiler. Tarihsel uzlaşmanın bozulmasıyla kapitalizmde başlıca iki yönlü gelişme hızlandı. Egemen sınıflar açısından finansın büyümesi, dolayısıyla spekülasyon ve çürümenin artması gelişmenin bir yanıdır. Özelleştirme ve kuralsızlaşmayı savunan neoliberalizmin demokrasiyle arasının iyi olmayacağı yeterince açıktır. Bunun sonucu olarak, “tarihin sonu”nun gelmesiyle birlikte refah devletlerinin alt yapısı erozyona uğrayınca kendisi de erimeye başladı. Sosyal haklar, çalışma koşulları ve örgütlenme özgürlüğü 70’li yıllarda ulaştığı en yüksek noktadan hızla aşağıya kaymaya başladı. Böylece tarihsel uzlaşma yıllarında genişleyen burjuva demokrasileri istikrarlı bir tempoyla daralmaya başladı. Duvarın yıkılması sonrası kapitalizm büyük bir paradoksun içine yuvarlandı. Bir yandan sosyalizme karşı “özgür dünya”nın zaferi kutlanıp, demokrasi yüceltilirken; öte yandan neoliberalizmle kapitalizminin soygunu 18. yüzyılı aratmayacak ölçüde vahşileşiyor, demokrasinin normları bu soyguna dar geliyordu. Neoliberalizmin mantığı finansa uçsuz bucaksız spekülasyon özgürlüğü isterken; işgücüne neredeyse eski kölelik koşullarını dayatıyordu. Oysa işçi sınıfının ve geniş kitlelerin iki yüzyılı bulan mücadele döneminde kazandıkları artık tüm dünyada “İnsan Hakları” olarak kabul ediliyordu. Bu en meşru haklara el uzatmak örneğin 20. yüzyılın başlarındaki kadar kolay değildi. Günümüz kapitalist dünyası duvar yıkıldıktan sonraki yıllarda sürekli ayağına dolaşan bu paradoksla yürüdü. Dünya finans kapitali bu paradoksu 2001 yılında New York’daki ikiz kulelere saldırı sonrası başlatılan “uluslararası terörizme karşı savaş” stratejisiyle aşmaya çalıştı. “Demokrasi” yerine “güvenlik” öne geçirilecekti. Bu uğurda çok şey yapıldı ancak korkunç paradoks finans kapitalin peşini bırakmadı. Bunun siyasi tercümesi şöyle yapılabilir: Uluslararası finans kapital yeni soygun düzenini ancak demokrasilerin iyice daraltılması, savaşlar ve otoriter yönetimlerle yürütmek zorunda iken; dünyanın okyanuslar kadar geniş yoksul kitleleri her geçen gün demokrasi ve özgürlük talebiyle tüm gövdeleriyle dünya sahnesine çıkıyorlar. 90’lı yıllarla birlikte neoliberal soygun pervasızlık kazandıkça genel olarak kapitalizme ve “sandık” demokrasilerine tepkiler yükselmeye başladı. Bunları irdeleyerek kapitalizmin bu paradoksunun nereye doğru gittiğini ve yeni günlerin niteliğini yakalamaya çalışalım. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yıllardan beri neoliberalizme karşı yükselen tepkileri üç dalga olarak ele almak mümkündür. Birinci dalga, 1990’larda başlayan Irak Savaşı’na kadar yükselerek devam


28 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

eden anti-küresel hareket ve yine bu kapsamda dünya sosyal formlarıdır. Neoliberal soyguna ilk çarpıcı karşı çıkış Zapatistaların Chipas’da 1994’de başlattıkları isyandır. Daha sonraları Cenova’da 1998’deki anti-küresel hareket o güne kadar en güçlü tepki olmuş, kent iki gün anti küreselcilerin işgalinde kalmıştır. Ertesi yıl 1999’da Seattle buluşması anti küresel hareketin zirvesi olmuştur. Bu yıllarda “yeni dünya düzeni”ni tartışmak için sosyal formlar örgütlenmeye başlamıştır. İlk üçü 2001, 2002, 2003 yıllarında Porto Alegre’de toplanmıştır. Irak’ın işgalinden sonra bu hareketler giderek sönümlenmiştir. Bu yıllardaki gelişmeleri demokrasi açısından değerlendirirsek, her seferinde bir avuç finans kapitalin iktidara gelmesinden başka siyasal sonuç üretmeyen “temsili demokrasi”ye yükselen bir tepkiyi görmek mümkündür. Bu tepki özellikle Latin Amerika’da yükseliyordu. Bu kıta neoliberalizmin ilk laboratuvarıdır. Askeri darbelerle sözde demokrasilerin iç içe yaşandığı Latin Amerika’da sistem büyük ölçüde yozlaştığı için “temsili demokrasi”ye yaygın tepkiler bu kıtadan yükselmiştir. Bu yolda kıpırdanışların ilki 1980 yılında Brezilya İşçi Partisi’nin kurulmasıyla başlamıştır. 1989 yılında BİP’nin Porte Alegre’de iktidar olmasıyla kıtada yeni bir mücadele örneği gündeme giriyordu. “Katılımcı bütçe” çalışmalarıyla ünlenen Porto Alegre o dönemin dünya sosyal formlarına ev sahipliği yaptı, özellikle Latin Amerika’da çürüyen “temsili demokrasi”ye karşı yeni bir başlangıcın öncülüğünü yapıyordu. Porto Alegre, Brezilya’nın güneyinde 4 milyonluk bir kenttir. Katılımcı bütçe ile sembolize olan bu deney 2004 yılına kadar sürmüştür. 16 bölgeden oluşan kentte her bölge halkın katılımıyla kendi önceliklerini ve bütçesini belirliyordu. Dünyada büyük yankı uyandıran bu uygulama on beş yıl sürdü. Brezilya İşçi Partisi içinden de tam bir destek görmediği için 2002’de Lula başkan seçilmesine rağmen fazla yaşayamadı. Katılımcı bütçe hareketinin sönümlenmesini Hilary Wainwright başlıca üç nedene bağlıyor. İlki, gerek partide gerek sivil hareketlerdeki lider kadroların hükümet içine çekilmesiyle partinin, otonom toplulukların ve sivil örgütlenmelerin zayıflamasıdır. İkincisi, katılımcı bütçe sürecinin kendisiyle ilgilidir. Katılımın gittikçe artmasına, özellikle yoksul halk, kadın ve siyahların kendine güvenlerinin ve örgütlenme kapasitelerinin yükselmesine rağmen bir noktadan ve pragmatik talep önceliklerinin belirlenmesinden öteye gidilemedi. Böylece katılımcı bütçe stratejik hedeflerden koptu. Üçüncüsü, eşitlik, demokrasi ve halk etkinliğinin belli standartları üzerine kararlılık yokluğudur. Bu, topluluk örgütlenmeleri için kaynakların merkezi biçimden çıkarılması sürecine, topluluk yönetimlerinin neoliberal yoldan müdahalelerine karşı Parti’nin liderlik edişinin kırılgan oluşu anlamına geliyordu. Onların hedefi genellikle özelleştirme yönündeydi. (7) Katılımcı bütçe deneyi dünyanın neoliberal sermaye birikim sürecine girdiği günlerde çok önemli bir tepki olarak sembolleşti. Elbette hem bu yolda deney eksikliği, hem de bizzat uygulamayı yapan Brezilya İşçi Partisi’nin bu konuda açık bir düşünceye sahip olmayışı bu girişimi bir başka seviyeye taşıma imkanı-


29 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

na varmadan sönümlenmesi sonucunu getirdi. Daha sonraki deneylerin de gösterdiği gibi böyle girişimlerde iki olgu büyük önem taşıyor. Kitlelerin bilinçli katılımını sağlamak ve siyasal liderliğin açık bir programla kararlı bir tavra sahip olmasıdır. Katılımcı bütçe uygulaması seçilmiş temsilcilerin keyfine kalan sandık demokrasilerine önemli bir tepkiydi. Kapitalist merkezler, sosyalizmin yıkıntılarının yanında poz verip, kendi demokrasilerini tek örnek olarak yüceltirken; büyük anti küresel hareketler ve Porto Alegre deneyi bu oyuna bir meydan okumaydı. Sosyalist sistemin yıkılışıyla itibar kazanması beklenen Batı demokrasileri tam tersine duvarın yıkılışının üzerinden beş altı yıl geçmeden hızla bir itibar kaybına uğruyordu. Tüm bunlar sosyalist sistemin yıkılışıyla başlayan dönemde yeni eşiğe gelindiğinin ilk önemli işaretleriydi. İkinci dalga, neoliberalizme ve yozlaşan temsili demokrasilere çok güçlü tepkilerin yükseldiği bir dönemi temsil eder. Bu güçlü dalganın yaşandığı yer Latin Amerika kıtasıdır. Kısaca hatırlayalım: 1998’de Chavez Venezüella’da seçimle iktidara gelir. Kendisine yapılan darbeye rağmen 2002’de yeniden seçilir, böylece dünya ilk kez “21. yüzyıl sosyalizmi” kavramıyla tanışır. 2001 yılı sonunda Arjantin’de bir yılı bulan ayaklanma başlar. 2002’de Brezilya İşçi Partisi lideri Lula başkan seçilir. 2005 sonunda Bolivya’da Evo Morales iktidara gelir. Yerli halkların öncülük ettiği Bolivya devrimi başlamıştır. 2006 yılında Ekvador’da uzun kriz yıllarından sonra Correa başkan seçilir. Darbe girişimleriyle sürekli boğuşmak zorunda kalsa da hala iktidardadır. Sembolik bir önem taşıyan Tupamaro gerillası Jose Mujica’nın 2005’de tarım bakanı, ardında 2010-2015 arası Uruguay devlet başkanı olmasından da söz etmek gerekir. “Pepe Mujica” bu yıllarda Latin dünyasının sevgilisi olmayı başarmıştır. İkinci dalga klasik pencereden olaylara bakılırsa çok şaşırtıcı gelişmelerle yüklüdür. Sosyalist liderler ve partileri yıpranan temsili demokrasinin bizzat kendi mekanizmaları ile iktidara geldiler. Beğenmediğimiz “sandık” işe yaramaya mı başladı? Elbette hiç bir ülkede ne seçimler, ne de sonrası sakin geçmedi. İktidar siyasi olarak ezilen hakların eline geçince egemen sınıflar darbe dahil her türlü engelleme yolunu denediler. Söz etmenin tam yeridir, bizde de 7 Haziran seçimleri sonrası tam da böyle bir niteliğe sahiptir. Bu gelişmeler çok önemlidir. Burjuva demokrasisinin finans kapital egemenliğini sürekli teminat altına almak için sahip olduğu zor mekanizmaları ve rıza üretme araçları eskisi kadar “sağlıklı” işlemeyince araya beklenmedik gelişmeler girebiliyor. Önceleri özellikle üçüncü dünya ülkelerinde ezilenlerden yana her türlü gelişme “komünizm tehdidi” olarak büyük gürültülerle yansıtılır ve ardından askeri darbeler gelirdi. Sosyalizmin yıkılışıyla kapitalizm açısından büyük bir stratejik boşluk ortaya çıktı. Hem demokrasiyi yüceltmek, hem de onun sonuçlarını askeri darbelerle yok etmek 21. yüzyılda kolay uygulanır taktikler olmaktan çıkmıştır. Bugün burjuva demokrasileri egemen sınıfların aleyhine sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. Böylece biraz sancılı da olsa evrimsel bir geçişle burjuva demokrasilerinin


30 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

halk demokrasilerine dönüşebileceği beklentileri ortaya çıkabilir. Olaylar bunun tersini kanıtlıyor. Sandıktan sosyalistler çıktıktan sonra dişe diş bir mücadele devam ediyor. Şu anda Latin dünyası böyle örneklerle doludur! İkinci dalgaya damgasını vuran gelişmeler şüphesiz ki, “ikili iktidarlar” ve “katılımcı demokrasi” olgularıdır. Seçimi kazanmakla ülkedeki egemenlik sistemi esas olarak değişmiyor, eski düzenin ve henüz tümüyle şekillenmemiş yeni düzenin kıran kırana mücadelesi başka bir seviye kazanıyor. Latin Amerika’da Venezüella, Bolivya ve Ekvador’da tam da bu yaşanmaktadır. “Katılımcı demokrasi” Venezüella’da “Bolivar devrimi” sonrası halkların gündemine güçlü bir şekilde girdi. “Bolivar çemberleri”, “misyonlar” ve “komünal konseyler” halkın temsili demokrasiden koparak doğrudan demokrasi yönünde ilerleyişinin çeşitli yollarıdır. “Temsil” sisteminin iflasını en iyi Arjantin ayaklanması ortaya koydu. “Arjantin halkı, mahallerinde ve topluluklarında onları temsil iddiasında olanların egemenliğinden uzun bir tarihsel dönem çok çekmiştir. Özellikle punteros (liderlere), mahalli parti bürokratlarına ve yalakalarına güvene dayanan ‘temsilcilik’ kavramı, Peronizm koşullarında en göze batar durumdaydı. Yeni otonom sosyal hareketler politikanın bu biçiminden bilinçli bir kopmadır. Onlar kulluk sisteminin hiyerarşik içeriğini reddettiler ve onun yerine doğrudan demokrasiyi koydular.” (8) Latin Amerika’da yozlaşmış “temsili demokrasi”den kopma o ölçüde radikal oldu ki kitleler neredeyse dillerinden “temsilci” sözcüğünü çıkarttılar. Topluluklar artık kendi adlarına “temsilci” seçmiyorlar, sadece “sözcü” seçiyorlar. Onlar her an değiştirilebiliyor, sözcülükten öteye bir yetkiye de sahip olamıyorlar. Katılımcı demokrasi kararların geniş katılımlarla aşağıdan yukarıya doğru inşa edildiği bir demokrasidir. Karar almada yavaşlık, katılımların disiplinli olmaması, konularla ilgili bilgilendirmenin yeterli olmaması gibi yönlerden önemli sorunları vardır. “Katılım” kendi başına bir sihirli değnek değildir; üstelik bu uygulamalar tarihte ilk de değildirler. Diğer örnekler kendi koşullarında uygulandı ve tarihe dersler bıraktı. Önceki örneklerdeki iki temel özellik bugünden farklıdır. Burjuva devrimleri ve ardından gelen proletarya devrimleri döneminde, burjuva demokrasileri bir istikrara varmamış, yetkin olmayan örneklerdi. Öte yandan, kapitalizmin gelişimi devam ettiği için tarihsel olarak yeterince yıpranmamışlardı. Günümüzde burjuva demokrasileri iki yüzyıllık geçmişleri ve hepsinden önemlisi son altmış yıldır belli bir seviyeye varıp, deyim uygunsa olgunlaşmadan çürümeye geçişleriyle tarihsel ömürlerinin sonuna yaklaştıklarının tüm işaretlerini veriyorlar. Bugün yaşanan katılımcı demokrasi pratikleri bu çürümeye somut tepkilerdir; bir anlamda bu çürümenin ürünleridir. Üçüncü dalga, aslında nitelik olarak ikincinin devamıdır. Onun ayırıcı özelliği neoliberalizme tepkilere Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın güneyinin katılmasıdır. Tunus ve Mısır’daki isyanlar, özellikle Tahrir Meydanı’ndaki isyan insanlığın mücadele tarihinde unutulmayacak bir yere sahip olacaktır. Bahreyn, Yemen ve Sudan’daki isyanlar da unutulmamalıdır. Occupy Wallstreet tüm dünyaya hızla


Sonuç 21. yüzyılda burjuva demokrasisi güçlü bir meydan okumayla karşı karşıyadır. 20.yüzyılın başında Bolşevik Devrimi yine güçlü bir meydan okuma olmuştu. Bu büyük meydan okumaya kapitalizm burjuva demokrasisini tasfiye edip faşizmi kurarak cevap vermişti. Faşizm sosyalizmin eliyle yıkıldı; ancak Sovyet deneyi “demokrasi” konusunda insanlık için çekici ve ikna edici bir deney olamadı. Sovyetler o günün dünyasında “katılımcı demokrasi” örneğiydi. Üretimden siyasal yönetime kadar sovyet tipi örgütlenmeler karar veriyordu. Seçilenlerin her an geri çağrılma hakkı vardı. Ancak zaman aktıkça Sovyetler halkın nabzının attığı siyasal kurumlar olmaktan çıkıp parti bürokratlarının ruhsuz kurumları haline geldi. 21. yüzyıldaki katılımcı demokrasi deneyi sadece burjuva demokrasilerine

31 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

yayılması ve finans kapitali ve spekülasyonu hedef almasıyla önemlidir. İspanya, Portekiz, İzlanda, Yunanistan’daki olaylar neoliberalizme yükselen bir tepki olmakla kalmadı ortaya Syriza gibi yeni siyasal pratikler de çıkardı. Bu halkanın son güçlü eylemi Taksim Gezi isyanıdır. Bu dalgada demokrasi açısından öne çıkan bir kaç ders vardır. Arap isyanları Tunus ve Mısır’da patlak verdiğinde çürümüş Ortadoğu diktatörlüklerine karşı tam bir demokrasi rüzgarı oldu. Fakat böyle devam edemedi. Batı’nın alel acele Libya’ya ve Suriye’ye müdahalesi ile demokrasi rüzgarı tam bir çöl fırtınasına dönüştü. Merkez ülkelerin demokrasi gibi bir sorunlarının olmadığı Arap isyanlarında bir kez daha kanıtlandı. Irak işgalinden beri tekrarlanan bölgeye demokrasi getirme yalanı büyüdükçe bölge cehenneme dönüştü. Ortadoğu’da farklı bir nitelik taşıyan deney Rojava’dır. Kanton uygulamasıyla mahalli özerkliği yaşama geçirmeye çalışan Kürt Halkı, bölgede kol gezen terörün içinde çöldeki vaha gibidir. Bir diğer tepki de önemlidir. Bu da demokratik bir ülke olan İspanya’da geniş kitlelerin Madrid’de Puerto del Sol meydanını günlerce işgal edip “demokrasi hemen şimdi” parolasını yükseltmeleridir. Bu da bir Avrupa ülkesinde temsili demokrasinin itibar yitirmesinin kanıtıydı. Bu eylemin daha güçlüsü Taksim’de yaşandığında hiçbir zaman doğru dürüst demokrasi deneyi olmayan Türkiye’de iktidar adeta çıldırıp, büyük direnişi sadece komplo teorileriyle açıklamak gibi cumhuriyetin çok eski reflekslerini göstermekten öteye gidemedi. Syriza deneyi, demokrasinin beşiğinde Avrupa Birliği’nin nasıl bir otokrasiyle yönetildiğini ortaya koydu. Geniş kitlelerin desteğiyle iktidara gelen Syriza karşısında AB Troika’sı tehditkar ve diktatör gibi davranmıştır. Demokrasilerin toplamından meydana gelen AB, kendisinin demokrasiyle bir ilgisi olmadığını, finans kapitalin çıplak diktatörlüğü olduğunu Syriza olayıyla dünyaya göstermiş oldu. Üçüncü dalga, neoliberalizmin paradoksunu derinleştirmiştir. Finans kapitalin pervasız soygunu artık “demokrasi” güzellemeleriyle örtülemiyor. Latin Amerika’dan yükselen dalga, Ortadoğu, Afrika’nın kuzeyini ve Avrupa’nın güneyini etkisi altına almıştır.


32 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

değil ruhunu yitiren Sovyet deneyine de bir tepkidir. Arkasında böylesine uzun tarihsel deneylere dayanan günümüz katılımcı demokrasi pratiklerinin önceki hatalara düşmemesi beklenir. Fakat katılımcı demokrasinin çeşitli siyasal kararlarla yukarıdan kurulamayacağı biliniyor. Çürümeye yüz tutan temsili demokrasi bir kaç egemenin keyfi isteği olarak ortaya çıkmamıştır. Toplumsal yapı ve yaşam karmaşıklaştıkça ve nicelik olarak büyüdükçe “temsil” sistemi kaçınılmaz hale gelmiştir. Sorun tek başına “temsil” sisteminde, büyüyen nicelikte değildir. “Temsil”in arkasında kutsal özel mülkiyet, egemenlerin siyasal iktidarı olunca, ulaşılmaz hale geldiler. Sovyet deneyinde ise halkların iktidarı genişletilmek yerine parti ve devlet kurumlarına daraltılınca kitleler kendi iktidarlarına yabancılaştılar. Bugün katılımcı demokrasi filizleri şüphesiz ki benzer risklerle yüz yüzedirler. Yoksa katılımcı demokrasinin zorluğu sadece niceliksel büyüklüğün yarattığı teknik sorunlarda değildir. Tam tersine bugün iletişim teknolojilerinin geliştiği seviye bu tür teknik sorunları rahatlıkla çözümleyebilir. Sorun siyasidir. 20. yüzyılın başlarındaki devrimlerde iktidar ve halk demokrasisi sorunu en kaba haliyle iki biçimde kendini ortaya koydu. Birisi Sovyet iktidarı deneyi; bu deneyin bir bozulmaya gittiğini düşünen Rosa Luxenburg’un kendiliğinden hareketlere vurgusudur. Tarihsel olaylar bize iki bakış açısından da çıkartılacak önemli dersler bıraktı. 21. yüzyılın başında yaşanan Arjantin ayaklanması merkezi iktidarı reddeden, yatay örgütlenmeleri öne çıkartan tutumuyla özgün bir deney oldu. Onu önceki yüzyılın anarşizmiyle aynılaştırmak hata olur. Merkezi örgütlenme ve iktidarların yarattığı büyük düş kırıklıklarının ortaya çıkardığı bir tepkisel bilinçle yeni yol arayışlarını temsil ediyordu. Venezüella ve Bolivya deneyleri ise 21. yüzyıla özgü ikili iktidar deneylerini yarattı. Onları Sovyet deneyi ile aynılaştırmak mümkün olmadığı gibi, neden bir türlü bütün iktidarın alınmadığı, burjuvaziye ait ne varsa tasfiye edilmediği yönünden yapılan eleştirilerin de öğretici hiçbir yanı yoktur. Her iki deneyin çok farklı yönlerine rağmen ikisinin önemli ortak yanı katılımcı demokrasiyi öne çıkartmalarıdır. 21. yüzyılın girişinde yozlaşan sadık demokrasilerinden katılımcı demokrasi yoluna çıkış rastlantı değildir. Sosyalist sitemin yıkılışı dünya güçler dengesinde ve sosyalizm hedefinde büyük sorunlar yaratsa da bu büyük dersin içinden yeni işaretler ortaya çıkıyor. Kapitalizm ve demokrasi çifti rakipsiz kalmasına rağmen onların şenlik havasına aldırmadan çok farklı bir süreç işlemeye başladı. Kapitalizmin spekülasyona, demokrasinin sandığa indirgendiği günümüzde, doğrudan demokrasi arayışları çeşitli biçimlerde tüm dünyada yol alıyor. Bolivya Devlet Başkan Yardımcısı Garcia Linera’nın bu gidişi yorumlayışı ile “demokrasi masalı”nı bitirelim: “21. yüzyıl, Latin Amerika olarak bizim deneylerimizle başlayan başka bir yola işaret ediyor: Devlet ve sosyal hareketler arasında, sosyalleşme ve merkezileşme arasındaki ilişkinin katılaşmış bir formüle indirgenmesi yerine, olması gereken sürekli diyalektik, sürekli gerilimdir.” (9) Katılımcı demokrasi veya daha ileri aşaması doğrudan demokrasi, sakin bir


cennet değil, sorunların iktidar ve kitleler arasındaki sürekli gerilimin yönetilmesi ile çözümlenmesidir. Her çözüm, kitlelerin deney ve bilincini yükselttiği ölçüde demokrasi sandığa hapis olmayacak, doğrudan halk inisiyatifini yetkinleştirecektir. 30 Ekim 2015

Kaynakça

33 BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

_____________________________________________________________ (1)-David Graeber, The Democracy Project, 2013, s.168 (2)-David Graeber, a.e. s.196 (3)-Yaman Törüner, Milliyet, 12.01.2015 (4)-John Keane, Sivil Toplum ve Devlet, 1993, s.153 (5)-V.I.Lenin, Emperyalizm, s.19, 1979 (6)-Arend Lijphart, 2012, Demokrasi Modelleri, s.26-63, (7)-Leo Panitch edit. The Question of Strategy, Socialist Register 2013, s.149 (8)-Marina Sitrin, Horizontalism, 2006, s.5 (9)- Mehmet Yılmazer, 21. Yüzyıl Sosyalizmine Giriş, s.151


34

EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK M. Sinan MERT

EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

2008’den bu yana derin bir krizle sarsılan kapitalizmin çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya kaldığı bir dönemden geçiyoruz. L. Amerika’da yükselen 21. Yüzyıl Sosyalizmi dalgasını, 2008 krizi sonrası önce toplumsal hareketler, meydan eylemleri sonra da bunlardan türeyen partilerin yarattığı hareketlilik takip etti. Özellikle Ocak 2015’te Syriza’nın kemer sıkma programlarına açık karşıtlık içinde ve daha önceden açıkladıkları Selanik Programı’nı uygulamak üzere iktidara gelmesi dünya çapında heyecan yarattı. İspanya’da PODEMOS’un hızlı yükselişi de bu umutları büyüttü. SYRIZA’nın kemer sıkma dayatmasına karşı referandum kararı alması sonrasında Yunan halkı %60’ları aşan bir oranla OXI diyerek direnişi seçti. Kapitalizm karşıtı politikalar ile küresel sermayenin neoliberal mimarisi, belki de 1989 çözülüşü sonrasındaki en büyük karşı karşıya gelişi yaşama noktasına gelmişti. Bu noktada SYRIZA içindeki uzlaşmacı eğilim ağır bastı, taleplerde ısrarcı olmak yerine Troika’nın dayattığı ve Yunan ekonomisini bütünüyle teslim alan program kabul edildi. Yunan halkının direnme eğiliminin küresel sermaye cephesinde yarattığı büyük gerilim hızla azaldı, Yunanistan şimdilik gündemin ağırlıklı maddelerinden biri olmaktan çıktı. SYRIZA’nın geri çekilişi ve hatta içindeki kemer sıkma karşıtı Ulusal Birlik Platformu’ndan da kopuşması sonrasında İspanya’da PODEMOS’un yakaladığı yükseliş ivmesinin de gerilediğini gözlemleyebiliyoruz. Bu geri çekilişin Portekiz’de de sosyalist alternatifin inandırıcılığını azalttığını söyleyebiliriz. Fakat bu sefer de belki de hiç beklenmedik bir noktada, neoliberal hegemonyanın kalelerinden İngiltere’de Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin lideri seçilirken yarattığı rüzgar neoliberalizmin karşısında bir mevzi oluşma beklentisi olanları yeniden heyecanlandırdı. Kapitalizmin yaşadığı krizin derinliği düşünüldüğünde şimdiye kadar çok daha somut bir alternatifle karşı karşıya kalmamış olmasını neoliberalizmin ideolojik hegemonyasının gücü ile açıklamak mümkün. Marksizm’i işçi sınıfı mücadelesi ile bütünleştiğinde muazzam bir devrimci güç haline getiren, kapitalizme karşı çok açık bir hedef ortaya koymasından kaynaklanmaktaydı: ÖZEL MÜLKİYET. Liberalizmin tarihsel olarak dokunulmaz kılmaya çalıştığı, gelişme ve özgürlüğün gü-


35 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

vencesi olarak gördüğü özel mülkiyet artık işçi sınıfının hedefindeydi. Toplumsal vebaya yol açan olgu; üretimin toplumsallaşmasına rağmen üretim araçlarının özel mülkiyetinin üretimin sonuçlarına sermayedar tarafından el konulmasını mümkün kılan üretim ilişkileriydi. Bu üretim ilişkisi, sömürüyü ürettiği gibi aynı zamanda üretici güçlerin gelişimine de engel olmaktaydı. Dolayısıyla özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi hem sömürüyü ortadan kaldıracak hem de üretici güçlerin gelişimini hızlandırarak toplumları ileri doğru sıçratacaktı. Limit durumunda bütün sınıfların ortadan kalktığı, herkesin imkânları ölçüsünde üretime destek sunup ihtiyaçlarını da karşılayabildiği mutlak özgürlük ve eşitlik hali komünizme varılacaktı. Gayet açık ve ikna edici bu reçete Marksizm’i ideolojik omurga olarak alan komünist ve sosyal demokrat hareketlere büyük bir hegemonik güç sağlamaktaydı. 1989 çöküşü sonrasında bu hegemonya, neoliberal söylem karşısında neredeyse bütün inandırıcılığını kaybetti. Komünist ülkelerde yaşanan çöküş kapitalizmin tüm zaaflarını bir anda neredeyse görünmez kılmıştı. Fakat karşıtını kaybeden kapitalizmin yarattığı toplumsal tahribat, muazzam bir eşitsizlik olarak kendisini açıkça ortaya koydukça sorgulamalar yoğunlaşmaya başladı. ABD hegemonyasında somutlaşan neoliberal dayatma, öncelikle L. Amerika’dan yırtıldı. Bu yırtıkta 2008 krizi sonrasında yaşanan toplumsal direnişleri besleyecek ideolojik cephanelik ve özgüven belli bir noktaya kadar gelişti. Occupy Wall Street, Indignados, Tahrir örneklerindeki kitlesel kabarışlar neoliberal tahribatı ve yarattığı büyük öfkeyi daha da belirgin bir biçimde açığa vurdu. Bütün bu kabarışlara rağmen 2015’in sonlarına yaklaştığımız şu günlerde kapitalizmin karşısında özel mülkiyeti doğrudan tehdit eden, sermaye döngüsünü imha etmeyi önüne hedef olarak koyan, toplumsal ekonomiyi inşa etmeyi başaran/ başarmak için yola çıkan bir somut ve kitleleri peşinden sürükleyen bir program yaratabilmiş değiliz. L. Amerika’dan Avrupa’ya düzen karşıtı programlar büyük oranda kapitalizmin yarattığı tahribatı sınırlamaya dönük adımlar atmaktalar ancak buralardan ortaya çıkan sonuçlar neoliberalizmi alt edecek etkiler yaratabilmiş değil. Piyasalara Keynesyen diyebileceğimiz çerçevede müdahaleler radikal ekonomi politikaları olarak lanse edilse de bunların uygulanmasından hegemonya yaratacak sonuçlar elde edilebilmiş değil. Fakat dünyanın dört bir yanında halkların bu konuda yoğun bir beklentisi var. Belli bir eşiği aşabilen ve topluma umut verebilen, kapitalizmi gerçekten sorgulayan girişimler toplumsal anlamda ciddi destek bulabiliyor. Kemer sıkma karşıtı partilerin ve hareketlerin dünyanın birçok ülkesinde destek bulması bu eğilimle açıklanabilir. Halkların beklentisi kapitalizmin dayattığı cehennemi yaşam koşullarının aşılmasını sağlayacak bir programın ortaya konabilmesi. Thatcher’in TINA’sı “There is no alternative-Alternatif Yok!” barajının yıkılmasının eli kulağında. Halkların beklentisi neden karşılanamıyor? Yaldızları bu kadar dökülmesine rağmen neden özel mülkiyete karşı doğrudan bir saldırı gelişemiyor? Reel sosyalizmin zihinlerde yarattığı tahribatın aşılabilmesinin koşulları neden yaratılamı-


36 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

yor? Kamusal olanın özel olandan her açıdan daha nitelikli bir toplumsal yaşam yaratacağı neden kesin bir üstünlük elde edemiyor? Özel mülkiyeti doğrudan tehdit eden ekonomik modellerin çok ciddi bir verimlilik ve etkinlik sorunu yaratacağına dair bir önyargı hala oldukça güçlü görünüyor. Piyasaların zenginlik üretme konusunda bir alternatifinin bulunmadığı, dolayısıyla yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen yerlerine konabilecek başka bir seçenek olmadığı yargısı en muhalif bilinçlere dahi büyük oranda yerleşmiş durumda. Oysa bugün özel mülkiyetin uygulanmasındaki üretim ilişkisi bile bu savla ilgili çok çeşitli tartışmalara açık. Dev tekellerin yönetimleri artık mülkiyet sahiplerinden tamamen farklı kimselerin elindedir. Mülkiyet sahiplerinin kararların alınması aşamasındaki etkileri oldukça azalmış durumda. Çok yüksek maaşlar alsa da hala ücretli statüsündeki kimseler tarafından yönetilen şirketlerin sahipleri temettü dağıtımlarının pasif alıcısı haline dönüşmüş durumda. Serbest piyasa artık tamamen kurgu, bir çok sektörde dev tekellerin hakimiyeti söz konusu. Üretim artık karlı bir olgu olmaktan görece çıktığı için finansal faaliyetler dünya kapitalizmini bir gazino haline çevirmiş durumda. Milyarlarca dolar üretim alanında girecek farklı alanlar bulamadıkları için üretilmiş artı değeri sömürmenin yollarını arıyor. İşsizlik ve aşırı çalışma bir arada yaşanıyor. Devrevi krizler birikmiş zenginliklerin kontrolsüz ve toplumları tahrip edecek biçimde yok olmasına yol açıyor. Yunanistan’ın son beş yılda GSMH’sinin dörtte biri buharlaştı. Olağan koşullarda devletin ekonomiye müdahale etmesi finans kapitalin tüylerini diken diken ederken kriz koşullarında devletin bankaları ve sermayedarları kurtarması yeni bir normal olarak karşımıza çıkarılabiliyor. Ekolojik krizi ayrıca anmaya gerek bile yok bunca örnekten sonra. Özel mülkiyetin verimsizliğinin, dünyayı nasıl bir yıkımın eşiğine taşıdığı bu kadar açıkken nasıl oluyor da toplumsal hareketler tarafından doğrudan hedef alınamıyor? Toplumsal üretimin yarattığı muazzam zenginlikler toplumun denetimine girmediği için neredeyse gereksiz bir fazlalık durumuna dönüşmüş durumda. Bu “gereksiz fazlalık” üretim sürecinde yatırıma dönüşmeyip finansallaşma ağları ile bütün toplumu örümcek ağı gibi sarmakta. Finansallaşma, üretimin kendisini ikincilleştiren bir biçimde en büyük servet yaratıcı aktivite haline gelmiş durumda. Gelirlerini arttırmakta zorlanan emekçiler, finansal sistemin ağlarına borçlular olarak düşüyor ve çifte sömürünün kurbanı haline dönüşüyorlar. Bankalar artık en yoksulların bile cüzdanının ortağı olmuş halde. Finansal iktidar, ülkeleri sahte zenginlik balonlarına dönüştürebildiği gibi hızla çölleştirebiliyor da… SYRIZA’nın teslim alınmasında Yunan bankalarına uygulanan küresel ambargonun ne kadar etkili olabildiğini açıkça gördük. Kapitalizmin ihtiyaç üreten yapısının ekolojik anlamda da taşınamaz bir noktaya doğru taşındığını artık açıkça görebiliyoruz. Dolayısıyla emekçilerin finans kapitali mülksüzleştirmeye dönük bir projeye her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Kapitalizmin dibini bulamayan krizi bunu her zamankinden daha da mümkün kılıyor. SERMAYE İLİŞKİSİ ÜZERİNDE İŞÇİ DENETİMİNİN İNŞASI


37 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

Temel sorumuz şu: Üretenlerin üretim üzerindeki denetimini her yönüyle arttırdıkları bir noktaya ulaşmamızı nasıl sağlayabiliriz? Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasındaki temel amaç toplumun üretim üzerinde denetim kurmasını sağlamaktı. Böylece toplumsal olarak başarılan üretimin sonuçlarına kişilerce değil toplumun kendisi tarafından el konulacaktı. Bunun başarılmasının temel yöntemi ise üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçirilmesi idi. İşte tam da burada devlet iktidarı ile halkın iktidarının örtüşmesi sorunu ortaya çıkıyor. Bu örtüşmenin gerçekleşmemesi durumunda işçilerin üretim süreçlerine yabancılaşması, üretimin toplumsallaşmasının önünde engel oluşturmaktaydı. “Öncü Marksizm, sosyalizmi hukuksal mülkiyetle özdeşleştirdiği ve öncülük ilişkileri altında işçilerin sömürülmesini ve deformasyonunu göz ardı ettiği için, tüm bunların gerçekleştiği kişiler adına sosyalizmi ve Marksizm’i itibarsızlaştırmaktadır. Bu, Reel Sosyalizmdeki işçileri güçsüzleştirmekle kalmayıp diğer yerlerdeki işçilere de Marksizmin işçilerin sömürülmesine ve deformasyonuna geçit verdiği mesajı taşımaktadır” ( Micheal Lebowitz, Reel Sosyalizmin Çelişkileri- Yöneten ve Yönetilen, Çev. Barış Baysal, s.225, Nota Bene, cümle düşüklükleri çevirmene aittir.) Reel Sosyalizm en büyük eksikliği özgürlükler alanında yaşandığı için günümüzde toplumsal hareketlerin önüne doğrudan demokrasi ile ilgili hedefler koyması yabancılaşma sorununu çözecek temel manivela olarak düşünülmektedir. Özyönetimlere, katılımcı bütçelere, halk meclislerine, konseylere dayalı toplumsal hareketler öncülük kavramını sorgulamakta belki haklıdırlar, ama doğrudan demokrasi vurgusunun her sorunu çözecek bir iksir olmadığı da açıktır. Sermaye ilişkisinin demokrasiye, biçimsel olanı dışında neredeyse hiç alan bırakmadığı açıktır. Sermaye döngüsü kendisini sorgulanamaz bir kutsallık çehresine büründürmeyi başardıkça, siyaset ile ekonomi arasındaki uçurum korundukça, siyasi demokrasinin işyeri içinde de vücut bulması temin edilemedikçe doğrudan demokrasinin kırılganlığı da aşılamayacaktır. Yunanistan örneğinde de olduğu gibi sermaye diktatörlüğü kendi meşruiyetine zarar verebilecek hiçbir sonuca yol vermemek için milyonlarca insanı açlıkla sınava çekebileceğini göstermiştir. Sermaye ilişkisini sorgulamayan bir siyasi demokrasi gerçek sonuçlarına ulaştırılamaz. Mücadele edenlerin ortak karar alması kapitalizmi öldürmez, ne yönde karar aldıkları da en az karar alma yöntemleri kadar önemlidir. Toplumsal hareketler sadece doğrudan demokrasi üzerinden gelişip sermaye ilişkisini de yapıbozuma uğratıp toplumun denetimi altına alma konusunda yeterli netlikte bir program ortaya koyamazlarsa demokrasi projesinin de kadük olacağı açıktır. Sermaye ilişkisinin kendisi daha çitleme günlerinden bu yana toplumun güçsüzleştirilmesi, kendi üzerinde denetim kuramaz şekilde kötürümleştirilmesi üzerine kuruludur. Sermaye ilişkisinin kendisi demokrasi ilişkisinin anti tezidir. Başta işçiler olmak üzere, üretim araçlarının/paranın hakimleri dışındaki tüm toplumsal kesimlerin toplumsal iktidarın dışında bırakılmasının koşuludur. Doğrudan demokrasi ancak sermaye ilişkisi toplumun denetimi altına alındığında mümkün olabilir. Özel mülkiyetin üretimin sonuçlarına el konulmasını mümkün kılan so-


nuçları ortadan kaldırılmadan biçimsel demokrasi aşılamaz. Bu yazıda yukarıda kısaca çerçevesi çizilen bakış açısıyla sermaye ilişkisine güncel meydan okumaları da gözden geçirerek alternatif/devrimci bir ekonomi politikası ile ilgili sonuçlara ulaşmayı hedefliyoruz.

SYRIZA’YI İKTİDARA TAŞIYAN SELANİK PROGRAMI

38 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

21. yüzyılın en şiddetli ekonomik krizini yaşayan Yunanistan’da önemli bir toplumsal destekle iktidara gelen Syrıza’nın Ocak 2015’deki seçimlere giderken ekonomi ile ilgili temel görüşlerini açıkladığı ve kendisini iktidara taşıyan Selanik Programı’nda şu başlıklar bulunmaktaydı: 1- Kamu borçlarının önemli bir kısmının silinmesiyle bunların ödenebilir hale getirilmesi. Bu 1953’te Almanya için yapılmıştı. Şimdi de Güney Avrupa ve Yunanistan için uygulanabilirdi. 2- Kalan borçların geri ödenmesi planına sadece bütçenin geri ödenmesini garanti altına alan değil aynı zamanda büyümenin de öncelikle ele alınmasını içeren bir içeriğin oluşturulması. 3- Büyüme için fon yaratılabilmesi amacıyla borçların belli bir süreliğine ertelenmesi- moratoryum. 4- Kamu yatırımlarının sınırlanmasına dönük baskının hafifletilmesi. 5- Avrupa Yatırım Bankası tarafından finanse edilen yeni bir kamu yatırımı planının gerçekleştirilmesi. 6- Avrupa Merkez Bankası tarafından devlet tahvillerinin doğrudan alımı aracılığıyla finansal destekleme sağlanması. SYRIZA esas olarak toplumun geniş kesimlerinin bedel ödemesine yol açacak şekilde faiz dışı bütçe fazlası yaratmak yoluyla borçların ödenmesinden ziyade büyüme aracılığıyla devletin ve toplumun gelirlerini arttırmasını önceleyen bir borç ödeme planını dayatmayı hedefliyordu. Bu amaçla iktidara gelir gelmez kamu yatırımlarını en az 4 milyar Euro arttırmayı hedefliyordu. İşçi /kamu çalışanı ücretlerini ve emekli maaşlarını tüketim ve talebi arttırmak adına yeniden kriz öncesi seviyelerine çekmeyi taahhüt ediyordu. Küçük ve orta ölçekli işletmelere istihdam teşvikleri verilmesi ve sanayinin enerji giderlerinin finanse edilmesi planlanmaktaydı. Bilgi, araştırma ve yeni teknolojilere yatırımı arttırarak son yıllarda artan beyin göçüne son verilmesi hedefleniyordu. En önemlisi de refah devletinin yeniden inşası hedeflenmekteydi. Söz konusu planda SYRIZA, Yunan halkına Samaras’ın Almanya’nın her talebini kayıtsız şartsız kabul etmesine karşılık Avrupa ile yürütülecek bir müzakere süreci vaat etmekteydi. “Müzakere mi kayıtsız şartsız biat mı, Büyüme mi kemer sıkma mı, SYRIZA mı Yeni Demokrasi mi?” (Syriza’nın Selanik Programı’nın girişi) Müzakereler sona erene kadar ise ulusal bir Yeniden İnşa Planı önerilmekteydi. Yeniden İnşa Planı’nın dört temel hedefi mevcuttu: 1- İnsani krizi göğüslemek.


39 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

2- Ekonomiyi yeniden hareketlendirmek ve vergi adaletini sağlamak. 3- İstihdamı yeniden temin etmek. 4- Demokrasiyi derinleştirmek için politik sistemi dönüştürmek. 1- İNSANİ KRİZİ GÖĞÜSLEMEK 300 bin haneye ayda 300 kWh’den az olmak kaydıyla ücretsiz elektrik, geliri olmayan 300 bin aileye yemek sübvansiyonu, konut garantisi ile yoksullara çok düşük kira ile (m2’si 3 Euro) kamusal konutlar, 13. emekli maaşı olarak yılbaşı ikramiyesi, güvencesiz işsizler için ücretsiz ilaç, uzun süreli işsizler ve yoksullar için özel kamusal ulaşım kartı, ısınma ve mazotta özel tüketim vergisinin düşürülmesi gibi uygulamalarla krizin yarattığı tahribatı onarmak. 2- EKONOMİYİ YENİDEN HAREKETLENDİRMEK VE VERGİ ADALETİNİ YENİDEN SAĞLAMAK Geliri olmayanların borçlarını geri ödeyememekten kaynaklanan yükümlülüklerinin 12 ay ertelenmesi, orta sınıflar üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, artan oranlı vergilendirme düzenlemesi ile daha zenginden daha çok vergi alma, asgari ücretin yeniden 751 Euro’ya yükseltilmesi, borçların devlet aracılığıyla yönetilmesi. 3- İSTİHDAMI YENİDEN TEMİN ETMEK İlk iki yıl içinde 300 bin yeni istihdam yaratmak ve kitlesel işten çıkarmaları yasaklamak. 4- DEMOKRASİYİ DERİNLEŞTİRMEK Devletin bölgesel olarak yeniden yapılandırılması, bölgelerin ve belediyelerin şeffaflığını, ekonomik otonomisini ve etkin işlemesini geliştirmek, vatandaşların demokratik katılımını güçlendirmek, halkın yasama inisiyatifi, halkın vetosu, halkın referandum çağrısı yapma hakkı gibi yeni yasal düzenlemeler. Görüldüğü gibi SYRIZA’nın ekonomik planında, toplumun en geniş kesimlerini ülkenin tüm kaynaklarına el koymaya hazırlanan Troika’ya karşı birleştirmeye dönük bir çatı inşa edilmişti. Kemer sıkma politikasının boğduğu ulusal ekonominin canlandırılması, krizin en çok mağdur ettiği kesimlerin toplumsal güvence altına alınması ve demokrasinin yerel ölçekte de geliştirilmesi ile toplumun güçlendirilmesi hedeflenmekteydi. Bu dönüşümün gerçekleşmesi için amaçlanan kaynaklar ve koşullar nereden sağlanacaktı? AB ile yürütülen müzakerelerden. Finans kapitalin mülksüzleştirilmesi ile ilgili somut bir hedef konmamıştı. Artan oranlı bir vergilendirme hedefi konmakla birlikte bu programın ağırlık merkezini oluşturmamaktaydı. AB ile müzakerelerde sonuç alınabileceği, kamu borçlarının yeniden yapılandırılabileceği dışında kaynak yaratmaya dönük çok önemli bir plan bulunmamaktaydı. Zaten AB tarafı müzakerelerde bu zaafı fark ettiği için neredeyse hiçbir geri adım atmadı. SYRIZA’nın bir B planına sahip olamaması, kaynak yaratmak için kendi zenginlerine yönelemeyişi açık yenilginin yollarını döşedi. Yaz başında toplumun neredeyse üçte ikisinin desteğini alan bir parti müzakerelerde uğradığı bozgun sonrasında şu anda bölündü, buna rağmen Eylül seçimlerinde iktidarı kaybetme riskini şimdilik savuşturdu. Müzakerelerden sonuç alamayan parti yönetimi programını uygulamak için daha radikal adımlar


40 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

atacağına kendisini radikal adımlar atmaya zorlayan sol kanadından kopuşmayı tercih etti. SYRIZA’nın yenilgisinin sadece kendi yenilgisi olmayacağı açıktı. Kasım 2014’te anketlerde birinci parti olarak görülen PODEMOS, İspanya’da şu anda 3. parti durumuna düştü. PODEMOS’un programında da aslında SYRIZA’nınkinden çok temelli bir farklılık yok. Vincent Navarro ve Juan Torres tarafından kaleme alınan partinin 68 sayfalık ekonomi programında da krediler, asgari gelir güvencesi, emekli maaşları, emeklilik yaşı en yüksek ücretle en düşük ücret arasındaki makasın bir limitle sınırlanması, sağcı Halk Partisi’nin İş Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin iptali, özellikle kredi borçlarını ödemekte zorlananların borçlarının yeniden düzenlenmesi, Avrupa Merkez Bankası’nın tam istihdamı da hedeflerinin arasına alacak biçimde yeniden yapılandırılması ile ilgili maddeler mevcut. İngiliz İşçi Partisi’nin başına geçen Corbyn de aslında devlet eliyle yatırımların arttırılacağı bir modeli önermekte. Thatcher zamanından beri neoliberalizmin dogmalarından biri haline gelen büyük sermayeye sağlanan vergi indirimlerinin ve teşviklerin kaldırılması ile oluşacak kaynaklarla bir Ulusal Yatırım Bankası’nın oluşturulması ve Merkez Bankası’nın bastığı paralarla finanse edilen altyapı yatırımları bu programın en başta gelen iki hedefi. Yakın geçmişte özelleştirilen demiryolu, posta gibi kimi alanlarda yeniden millileştirme yapılması da Corbyn’nin kitlelerde karşılık bulan taleplerinden oldu. Corbyn aslında devlet harcamaları eliyle piyasanın ve büyümenin canlandırılmasına dönük bir yatırım şemasını hayata geçirmeyi hedefliyor. Neoliberalizmin yarattığı tahribatın giderilmesine dönük önlemler tüm bu programların ortak noktasını oluşturuyor. Özellikle toplumun en altındakilerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının güvence altına alınmasına dönük hamleler bir tür sol Keynesçiliğin temelini oluşturuyor. Benzeri bir çerçeve HDP’nin 7 Haziran seçimlerine giderken ortaya koyduğu “Güvence Ekonomisi” programında da mevcuttu. Toplumun en alt kesimlerine sağlanması hedeflenen kaynaklar nereden bulunacak? Bunun çok açık bir biçimde ortaya konamaması aslında söz konusu programların inandırıcılığını da ciddi anlamda zorluyordu. Aslında popülist bir programla devrimci bir program arasındaki temel fark tam da bu kaynak başlığında ortaya çıkıyor. Eğer sermaye ilişkisini adım adım kamusal denetim altına almaya dönük net bir duruş söz konusu değilse bu programlar ne kadar “ilerici” maddelere referans verse de inandırıcı olamıyor, inandırıcı olsa bile hayata geçirilmesi mümkün olamıyor. Finans kapitali net biçimde tehdit altında bırakmayan bir sol proje bugün için umut kırıcı sonuçlar yaratmaktan kurtulamayacaktır. Toplumsal mücadelenin gelinen konağında aslında tam da böylesi bir saflaşmanın ve gerilimin ortaya çıkarılmasına, derinleştirilmesine ihtiyaç vardır. Halkçı bir ekonomi programının önüne koyması gereken en açık, toplumun en zenginlerinden en yoksullarına doğru bir kaynak aktarımının sağlanmasıdır. Bu kaynak transferinin iki anlamlı yolu bulunmaktadır: Birincisi finans kapitalin ve özellikle finansal, spekülatif sektörün gelirlerini ciddi oranlarda vergilendirebilmektir. İkincisi ise finans kapitalin elindeki üretim araçlarını kamusallaştıra-


DAYANIŞMA EKONOMİSİ Özellikle Yunanistan’da kriz sonrasında hızla gelişen Dayanışma Ekonomisi, krizin yarattığı tahribatla başa çıkabilmek için halkın geliştirdiği yaratıcı örnekleri de ortaya çıkardı. Örneğin Atina’da kurulan Atina Zaman Bankası bu örneklerden bir tanesiydi. Bankaya üye olan kişiler genellikle profesyonel meslek sahipleri, başkalarına hizmet sunarak geçirdikleri her bir saat için bir kredi kazanıyorlar. Bu kredileri yine ihtiyaç duydukları başka hizmetleri almak için kullanabiliyorlar. Bankanın üyeleri arasında her işkolundan insan var, ama kriz sonrasında ortaya çıkan yaşam koşulları psikoterapistleri en popüler hale getirmiş. Böylece para tamamen ortadan kaldırılmış oluyor. Benzer şekilde her gün en az 100 kişiye bakan Helleniki Kliniği de zaman ve erzak bağışı ile çalışıyor, paranın ödeme aracı olarak kullanılması istenmiyor. En yaygın örgütler ise tüketici kooperatifleri, özellikle aracıların kaldırılması ile ihtiyaç ürünlerinin fiyatlarının ucuzlamasının sağlanması son derece cazip geliyor. Yine giderek artan evsizlere gelir sağlamak için çıkarılan Shedia isimli derginin aktivistlerinden Christos Alefantis kriz sonrasında Yunanistan’daki ruh halini şöyle özetliyor: “STK’lar toplumun geri kalanından ayrışmış durumda değil. Dahası onlara ayrılamaz bir biçimde bağlanmış durumdalar. Uzayan toplumsal ve ekonomik kriz koşulları, kurumlara tüm inançlarını kaybeden vatandaşların ekonomik ve psikolojik durumlarını etkiliyor. Buna rağmen, kriz ve getirdiği acılar dayanışmanın, sevginin, kolektif aksiyonun gücünü ve bir toplum olarak birlikte hareket etmenin kararlılığını ortaya çıkardı” ( Maria Kottari- Christian Kanata, Greece: “The crisis has brought out solidarity, love and

41 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

rak ortaya çıkan artı değeri de kamusal tasarrufa açmaktır. Üretenleri kendilerinden çalınan artı değer üzerinde denetim sahibi yapabilmek bu şekilde mümkün olabilir. Venezüella’da da benzer bir ikili görevi başarmak hedeflendi. Birincisi misyonlar aracılığıyla toplumun en yoksul kesimlerinin yaşam koşullarının güvence altına alınması ikincisi ise Bolivarcı ekonomi kurumları inşa ederek var olan ekonomik yapının kamusal bir ekonominin inşasıyla kuşatılması. Bolivar Devrimi çok uzun yıllardır iktidarda olmasına rağmen özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya doğrudan girişmedi. Burjuvazinin farklı kesimlerinin ekonomik ve siyasi sabotajlarına rağmen kimi temel sektörlerdeki kamulaştırmalar dışında özel mülkiyete topyekün bir yöneliş geliştirilemedi. Bolivar Devrimi bu anlamda özellikle geçtiğimiz 10 yılda giderek artan petrol fiyatlarının da sağladığı olanaklarla geçmişte ayrıcalıklı kesimlere aktarılan kaynakların önemli bir kısmını alt gelir gruplarına yönlendirmeyi başardı. Fakat kendi ayakları üzerinde durabilen bir üretim yapısının inşasında gerçek anlamda kalıcı sonuçlar elde edilemedi. Petrol fiyatlarının hızla düşmesinden en çok etkilenen ülkelerden birisi Venezüella oldu. Dünyada şu anda yıllık enflasyon oranı en yüksek olan ülke durumuna gelen Venezüella, üretim yapısı açısından da birçok bakımdan dışarıya bağımlı bir durumda görünüyor.


42 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

collective action, 22 Haziran 2015, the Guardian) Halkın kendi yarattığı ve tabandan geliştirdiği ekonomi aygıtları bu haliyle toplumsal örgütlenmeyi sağlamak ve yerel ölçekte yaşamın yeniden üretimini sağlayabilse de bunlar kendiliklerinden finans kapitali tehdit eden sonuçlar yaratamıyorlar. Bütünlüklü bir stratejinin parçası olabilseler de dayanışma ekonomilerinin ülke ekonomisini yapısal dönüşüme uğratabilmesini beklemek gerçekçi değil. Finans kapitalin toplumsal ilişkilerden bağımsızlaşacak oranda sivrildiği, piramidin tepesinde olağanüstü bir ekonomik ve siyasi gücün biriktiği koşullarda dayanışma ekonomileri bir politik söylemi hegemonik kılma işlevi oynayabilmekte fakat bundan daha fazlasını başaramamaktadır.

EKONOMİDE NE YAPMALI? Siyaset ve ekonomi arasındaki duvarları yıkmak; artı değeri üretenleri, ürettiklerinin üzerinde irade sahibi kılmak, kısacası ekonomiyi toplumsallaştırmak için bütün bu örnekler ışığında ne önerebiliriz? Doğrudan iktidarı ele geçirerek yukarıdan aşağıya ekonomiyi kamusal temelde yeniden yapılandırmak ile sistemin içinde ortak ekonomiye dayanan adacıklar yaratarak yağ lekesi gibi kamusal ekonomiyi büyütmek stratejileri birbiri ile karşıt konumlara yerleştirilmek durumunda mıdır? Bu iki strateji, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı stratejileri birbirinin rakibi değildir. Lebowitz’in deyimiyle Öncü Marksizmi, ekonomideki düzenlemeyi büyük oranda iktidarın ele geçirilmesi sonrasına bırakan ve burada da iktidarı partinin ve teknokratların, plancıların elinde yoğunlaştıran yukarıdan aşağı stratejinin bir örneğidir. Bu yaklaşımda toplumun, işçilerin seyirci kalması yabancılaşmadan kaynaklanan çok çeşitli sorunlara yol açmaktadır. Ayrıca günümüz dünyasında hele de doğal kaynaklar açısından Rusya kadar zengin bir ülkeden bahsetmiyorsak, küresel üretim zincirlerinin ve finansal ağların bütün yerküreyi sardığı koşullarda izole bir ekonominin kendisini yeniden üretmesi neredeyse imkansızdır. Küresel kapitalizmin saldırıları karşısında ayakta duramayacak hale düşebilecek bir ülkede sosyalizmin inşası imkansız olmasa bile çok zordur. Bu koşullarda toplumsal artı değerin çok daha büyük bir kısmı ister istemez ekonomiyi ayakta tutmak ve asgari yatırım oranını yakalamak için harcanacak bu da toplumla devlet arasında otoriter bir ilişkinin oluşmasına yol açacaktır. Ekonominin bu koşullarında ezilenlerin kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında uzlaşı sağlamak neredeyse imkansız olmaktadır. Sermaye hareketlerinin kontrolünün giderek zorlaştığı siber ekonomi çağında kamulaştırma tehdidi karşısında sermayenin büyük oranda ülke dışına kaçacağı da açıktır. Çok yönlü sabotajlar karşısında sadece güvenlik önlemleri yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla kendini belli seviyelerde yeniden üretebilecek bir noktaya ulaşmış kamusal ekonominin, imece yapılarının devrim öncesinde yapılandırılmış olması devrimi güvence altına alacaktır. Buna karşılık dayanışma ekonomileri ile siyasi iktidar hedefini gözden çıkararak sosyalizme ulaşabilmenin hayalci bir perspektif olduğu da çok açıktır. Bu yapıların açık devlet desteği olmaksızın tüm toplumsal üretimi kucaklayabilme-


1- METASIZLAŞTIRMA Sermaye ilişkilerini hayatın olabildiğince sınırlı bir alanına hapsetme. 1990’lar sonrasında küresel anlaşmalar eliyle hayatın neredeyse tüm alanları metalaştırılmaya çalışıldı. Kendisini değerlendirebileceği alanlar bulmakta zorlanan sermaye, daha önceden kamusal olarak finanse edilen birçok alanı bu çerçevede sermaye ilişkilerine açtı. Sermayenin bu kendine yeni alanlar açma stratejisi bizler açısından da yeni mücadele alanları açıyor. HES’lere karşı dereye ve suya sahip çıkma mücadeleleri bunun en açık örneği. Eğitimin, sağlığın

43 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

si mümkün değildir. Şimdiye kadar bu alanda yaratılan kimi başarılı örnekler her ne kadar umut verici olsa da siyasi iktidarın ele geçirilmesini ve yukarıdan aşağı politikaları, kısacası proletarya diktatörlüğünü gereksizleştirecek bir çerçeveye ikna olmak mümkün değildir. Siyasi iktidar hedefi olmayan toplumsal hareketlerin inşa ettiği dayanışma ekonomileri ancak sosyal devletin geri çekildiği boşlukları doldurarak pansuman görevi görmekle sınırlı kalmaktadırlar. Daha geniş ölçekli üretim gerçekleştiren İspanya’daki Mondragon tarzı işçi kooperatifi mülkiyetindeki şirketler de son kertede piyasa mantığının içine hapsolmaktadırlar. Venezüella’daki Bolivarcı Ekonomi yapıları bile ekonomik sisteme tam anlamıyla renklerini verememektedirler. Bu anlamda ekonomi ile ilgili sosyalist stratejinin aşamalı olması kaçınılmazdır. Devrim öncesinde toplumsal hareketlerin eşliğinde kamusal ekonominin alanı olabildiğince genişletilmelidir. Bu altyapı hem MST örneğinde olduğu gibi toplumsal hareketin motivasyonunu arttıracak, olağan koşullarda siyasetle ilgilenmesi imkansız olacak toplumun en altındakileri siyasetle ilişkilendirecektir. Kamusal ekonominin sistem karşıtı toplumsal hareketlerin etkisi altında olmadığı koşullarda bu alanda patronaj ilişkilerini mümkün kılan, otoriter popülist liderlerin siyasi tabanını oluşturan kitleleri finanse eden ancak özgürleştirici olamayan gerici “dayanışma” ağları da oluşabilmektedir. Kapitalizmin dışlama etkisinin son derece arttığı, toplumsal sınıflar arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin inanılmaz boyutlara ulaştığı koşullarda egemen sınıflar için bu tarz ağları finanse etmek neoliberalizme rıza üretmek için son derece hayati bir iktidar teknolojisi haline gelmiştir. Bizler Dayanışmaevleri örgütlenmesiyle düzenin bu alandaki hegemonya mücadelesinin etkilerini çok yakından hissettik. Özellikle Siyasal İslam geleneği büyükşehir belediyelerini ele geçirince bu alanı muhalif, devrimci öznelere kapatmak için muazzam bir çaba harcadı. Bunu da büyük oranda zor kullanarak değil de rekabeti geliştirerek yaptı. Dayanışmaevleri, belediyelerin varoşlarda sunduğu “hizmet”ler ile rekabeti kaybetti ve etkinliğini bu anlamda yitirdi. Tabandaki kamusal, dayanışma ekonomileri ile siyasi iktidarı ele geçirme arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair önemli bir deneyim olarak da tarihe geçti. Kamusalcı dayanışma ekonomisinin minimal programındaki hedefleri şu şekilde maddeleştirilebilir. Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi sermaye ilişkisinin topyekün kamusal kontrol altına alınmasının da koşullarını yaratacaktır:


44 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

ve diğer birçok alanın sermaye ilişkilerine açılması hiç kuşku yok ki kapitalizmi güçlendiriyor. Dolayısıyla günümüzdeki sınıf mücadelesinin en önemli başlıklarından bir tanesinin de metasızlaştırma olması gerekiyor. Özellikle toplumsal bir faaliyet olan üretimin gerçekleştirilmesinde görev alan herkesin temel ihtiyaçlarının kamusal olarak karşılanması toplumun kendisiyle kurduğu ilişkinin makul bir zemine oturması için bir zorunluluktur. Toplumsal üretim gerçekten toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için gerçekleşiyorsa o zaman bunu gerçekleştiren emekçinin kendisini yeniden üretebilmesi de toplumun güvencesi altında olmalıdır. Emek gücünün kendisini yeniden üretmesinin koşullarının güvence altına alınması neoliberalizmin emekçiler üzerinde yarattığı tahribatı asgariye indireceği için de işçi sınıfını güçlendirir, örgütlenme eğilimlerini besler. Günümüzde sınıfın örgütlenme eğilimini azaltan en önemli etkenlerin başında güvencesizleştirme gelmektedir. Güvencesizleştirme işçinin emek gücünü yeniden üretme koşullarını da tehdit etmektedir. Bu açıdan su, elektrik, ısınma, ulaşım, barınma, sağlık, eğitim gibi alanlarda meta ilişkilerinin ortadan kaldırılması sağlanmalıdır. Bu durum aynı zamanda toplumun siyasetle de çok daha sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlayacaktır. Temel yaşam koşullarının güvence altına alınmadığı koşullarda otoriter popülist rejimleri besleyen patronaj ilişkileri gelişmektedir. Bu ilişkiler faşizmi destekleyecek biçimde de konumlanabilmektedir. Polanyi’nin de altını çizdiği faşizm de aslında sınırsız piyasacı güçlerin yarattığı tahribata karşı bir sığınma olanağı sunduğu için gelişme şansı bulmuştur. Hayatın zorunluluk yükünden kurtulamayan işçiler, kendilerini güvenli sığınaklara konumlandırma ihtiyacı hissetmektedirler. Bu güvenli sığınakların inşasında düzen karşıtı güçlerin etkinlik kurması devrimci mücadeleleri besleyebilir ancak aksi durumlarda ortaya çok gerici sonuçlar da çıkabilmektedir. O yüzden başarılması gereken siyasi özgür iradelerin ortaya çıkabilmesi için iktisadi özgürlüklerin belli seviyede sağlanmasıdır. Bu tarz bir güvence ekonomisi inşası sağlanamadan işçi sınıfının geniş ölçekli örgütlenmesinin zemini de mümkün olmayacaktır. Aynı zamanda emek gücünün üretiminin kamusallaşması işgücü maliyetlerini de düşüren bir etki yaratacak, kısa vadede küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ittifak zeminini de güçlendirecektir. Doğrudan finans kapitalin vergilendirilmesi ile emek gücü yeniden üretim maliyetlerinin kamulaştırılması sanayi ve hizmetler sektöründe küresel rekabet karşısında ayakta kalma olanaklarını büyütecektir. Emek gücü maliyetlerinin düşürülmesi aynı zamanda metaların ucuzlamasını da mümkün kılacaktır.

2- ARTAN ORANLI VERGİ SİSTEMİ Toplumsal artı değeri toplumun denetimi altına almanın önemli bir yolu da artan oranlı vergi sistemi ile sermaye sahiplerinin eline geçen kaynakların yeniden topluma döndürülmesinin sağlanmasıdır. Artan oranlı vergi sistemi bir tür kamulaştırma olarak algılanmalıdır. Bu yüzden vergilendirmenin yapısı aslında sınıfsal ilişkilerin seviyesini en açık biçimde ifade eden göstergelerden bir tanesidir. Doğrudan karlara uygulanabilecek artan oranlı vergi sistemi, hem adaletli


3- İŞÇİ DENETİMİNDE İŞLETMELER Toplumsal artı değerin daha büyük bir kısmına sahip çıkmak için yaratılması gereken araçlardan bir tanesi de doğrudan işçilerin denetimindeki işletmeler, köy ve kent kooperatifleridir. Bu gibi işletmelerde ortaya çıkan artı değer, doğrudan üretenlerin elinde kalmaktadır. Bu işletmelerin büyümesi işçi sınıfı açısından devrim sonrasını güvence altına alacak en önemli kazanım olacaktır. Hem sermaye ilişkisinin alanı daralacak, hem de son kertede toplumsala karşı duran sermayedarların elindeki kümülatif artı değer azalacak hem de işçilerin üretim üzerine denetim kurma deneyimleri artacaktır. İşçiler burada edindikleri deneyimleri kamulaştırarak devrim sonrasında işyerlerindeki faaliyetler üzerinde denetim kurabileceklerdir. İşçi denetimindeki işletmelerde ortaya çıkan artı değerin önemli bir kısmı işçi örgütlenmelerinin altyapı harcamalarının finansmanı için kullanılabilecektir. Yabancılaşmayı aşacak bir çalışma faaliyetinin ortaya çıkabilmesi için bu tarz işletmeler hayati önem taşımaktadırlar. Bu işletmelerin belli ölçeğin üzerinde toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek bir üretim seviyesine ulaşması ise devrimin kendisine yönelik sabotajlara rağmen ayakta kalabilmesinin en önemli güvencesini oluşturacaktır. Özellikle sermaye ilişkilerini hegemonik kılan kimi “sağduyu” öğelerinin kırılması açısından da bu tarz işletmeler hayati önem taşımaktadır. Özel mülkiyet olmayan bir işletmenin kendisini üretebilmesi, çalışanlarına insanca çalışma koşulları sağlayabilmesi, üretim yordamlarını geliştirebilmesi sosyalizmin ve özel mülkiyet karşıtlığının hegemonik hale gelebilmesi için de büyük katkılar sağlayacaktır. Bu tarz işletmelerin yaygınlığı aslında sivil toplumun özgüvenini ve örgütlenebilme kapasitesini yansıtması açısından da önemlidir. Sınıf inisiyatifinin zayıf olduğu ülkelerde bu tarz işletmeler sayıca son derece sınırlı kalmaktadır. Türkiye’de örneği geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan Kazova Direnişi, benzer bir işçi denetiminde işletme yaratmıştır. Böylesi deneyimler büyük önem taşımaktadır ancak ülkemizde yeterli oranda heyecan yaratmamıştır. Oysa başta Batı ülkeleri

45 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

gelir dağılımı ile ekonominin dengeli büyümesini sağlayacak, işçi sınıfının denetimindeki fonları arttıracak hem de yukarıda bahsedilen güvence ekonomisinin finanse edilmesini mümkün kılacaktır. Devrimci bir hükümetin de ilk el atacağı alanlardan bir tanesi vergi politikasıdır. Sermayenin hangi kanatlarının hızla kamulaştırılacağı aslında vergi politikası konusundaki işbirliği seviyesine göre belirlenecektir. Vergi politikalarını sabote etmek isteyen, yıllar boyunca halkın sırtından biriktirdiği birikimini kendisine saklamak için yurt dışına kaçırmaya çalışanların tüm mal varlıklarına anında el konacaktır. Ancak vergi politikası sadece devrim sonrasının meselesi değildir. Devrimden önce de toplumsal hareketler sermaye sahiplerinin elinde biriken ve aslında büyük bir kısmı spekülatif finansal faaliyetlere yöneltilen birikimleri, kamusal faaliyetlerin finanse edilmesi için vergilendirme yoluyla ele geçirmek için mücadele etmelidir. Sermayenin daha çok vergilendirilmesi için mücadele, olgun bir sınıf hareketinin belirtisidir.


olmak üzere dayanışma ekonomileri çerçevesinde çok geniş bir işleyiş söz konusudur. Başta Richard Wolff olmak üzere işçi denetimindeki işletmeler konusunda geniş bir literatür üretimi de söz konusudur. (Örneğin Richard Wolff, “Democracy at Work, A cure for capitalism, Haymarket Books)

SONUÇ

46 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

Kapitalizmin krizinden devrimci sonuçlar üretebilmek ancak bir karşı hegemonya projesine sahip olmakla mümkündür. Şu aşamada dünyada krizin sonucu olarak ortaya çıkan kemer sıkma politikalarına karşı yaygınlaşan bir bilinç ortaya çıkmaktadır. Fakat bu bilinç tam anlamıyla kapitalizmle hesaplaşmayı önüne koyan bir noktada değildir. Şu aşamada özellikle Avrupa’da ortaya çıkan tepkiler kapitalizmin emekçi sınıflar üzerinde yarattığı tahribatı telafi etmeye ya da kapitalizmin işleyişini finansallaşmadan ziyade istihdam yaratan bir yapıya dönüştürmeye dönüktür. Günümüzde kamulaştırma eliyle kapitalizmi kolayca aşabileceğimizi anlatabilecek durumda değiliz. Belli sektörlerde, özellikle temel ihtiyaçlar alanında kamulaştırmalar tartışılabilir ancak reel sosyalizmin bilinçlerde yarattığı tahribat onarılamadan kamulaştırmayı karşı hegemonya projesinin merkezine koyabilme şansı bulunmamaktadır. Kapitalizme karşı temel çizgimiz, sermaye ilişkisinin alanının daraltmak üzerinde inşa edilmelidir. Burada yukarıdan aşağıya (siyasi iktidar eliyle kamulaştırma ve demokratik merkezi planlama) ve aşağıdan yukarıya (metasızlaştırma, artan oranlı vergilendirme, işçi denetiminde işletmeler) stratejileri birbirlerini destekleyecek biçimde çalıştırılmak durumundadır. Yukarıdan ve aşağıdan stratejiler insanlık adına artık büyük bir tehdit haline dönüşmüş sermaye ilişkisini yok edecek bir perspektife sahip olmalıdır. Sosyalist bir ekonomi politikasının önceliğinin eşitlikçi bir paylaşımı inşa etmek olması son derece normaldir. Neoliberal karşı devrim sonrasında dünyanın her yerinde eşitsizlik şahlanmıştır. Türkiye’de nüfusun %1’inin servetinin geri kalan %99’un toplam servetini aştığı bilinmektedir. Kapitalizm kadın ve erkekler arasındaki gelir ve servet dağılımını sürekli olarak bozmaktadır. İşsizlik ve genç işsizlik dünyanın her yerinde artmakta, artık nüfus büyümektedir. Kapitalizm bu anlamda en büyük zenginliğimiz olan insanı öğütmektedir. Bu anlamıyla büyük bir verimsizlik yaratmaktadır. Gelir adaletinin sağlanması ve bir güvence ekonomisinin inşası, geniş yığınların üretim süreçlerine katılacağı, yaratıcılıkları ile ortak yaşama katkıda bulunacakları bir ortamı açığa çıkaracaktır. Fakat sadece eşitliğin temini yetmez. Sosyalist bir ekonominin özellikle bir dünya devriminin gerçekleşmesi öncesinde ayakta kalabilmesi güçlü bir üretim yapısına sahip olabilmesi ile mümkündür. Dolayısıyla sosyalizmin de insanı ve doğayı imha etmeyecek biçimde bir büyüme politikası geliştirmesi elzemdir. Burada esas amaç kapitalizmle kim daha çok zenginlik üretecek, kim daha fazla GSMH artışı sağlayacak yarışına girmek değil kapitalist merkezlerden ve finansal sermayeden kaynaklı saldırılar karşısında ayakta kalabilecek bir yapının inşa


TARİH AT!

47 EKONOMİDE SOSYALİST ALTERNATİFİ YARATMAK

edilebilmesidir. İsrafa ve verimsizliğe göz yumulmayacağı bu anlamda şimdiden açıkça ilan edilmelidir. Reel sosyalizmde siyasi iktidardan ve genel olarak siyasi özgürlüklerden mahrum bırakılan işçilerin kapasitelerini tam anlamıyla kullanmamalarına göz yumulması bu anlamıyla her açıdan sürdürülemez bir yapı açığa çıkarmıştır. İktidar işçilerin yabancılaşmadan kaynaklı yetersizliklerini görmezden gelmiş işçiler ise iş güvencesi ve temel gelir karşılığında siyasi haklarından vazgeçmişlerdir. 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin bu iki zaafı da taşıma lüksü olamaz. İşçiler üretimin gerçek sahipleri olarak hem üretim süreçlerinde hem de siyasette en etkin ve örgütlü bir biçimde yer almak durumundadırlar. İşçilerin siyasette yabancılaşması sosyalizmin ölümü anlamına gelir. İşçilerin siyasi özgürlüklerini kullanamadıkları ve toplumsal yaşamı örgütlü bir biçimde dönüştürme olanağından mahrum bırakıldıkları hiçbir siyasi sisteme sosyalizm ismini veremeyiz. Ancak küresel sermayenin tehditlerine ve yıkıcı faaliyetlerine karşı direnemeyecek bir sosyalizmin de yaşama şansı yoktur. Dolayısıyla üretim yapısını sürdürebilecek altyapının inşası tek ülkede sosyalizmin inşası için hala bir zorunluluktur. Sermaye ilişkisinin ne oranda korunup, ne oranda yönlendirilip ne oranda yok edileceği ise tamamen bu güç ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkacaktır. İşçilerin üretimi yönetme deneyiminin arttığı, üretme konusunda herhangi bir motivasyon sorunu yaşamadıkları, üretime ve hayata gerektiği ölçüde katılabilecek enerjiyi sergiledikleri her durumda sermaye ilişkisi yok edilmeyi hak edecek noktaya ulaşmış demektir. Sermaye ilişkisinin kaderini belirleyecek olan işçi sınıfının yaşamı yönetme kapasitesinin geldiği uğrak olacaktır. Venezüella Devrimi’nin açmaz yaşadığı alanlardan belki de en önemlisi burasıdır. Sınıfın kayıtsızlığı bürokratikleşmeyi, bürokratikleşme ise sistemin yozlaşmasını doğurmaktadır. Bunun ötesinde devrimi bir kamulaştırma kararnamesi olarak gören anlayışın tarihin kötü bir tekerrüründen ibaret olacağı açıktır. İşçi sınıfının öncü müfrezesinin önünde hazır bir reçete bulunmayacaktır. Üretkenlik, işçi sınıfının özgürleşme inisiyatifi, sermaye ilişkisinin toplumun denetimi altında tutulması, toplumsal artı değerin nasıl kullanılacağına toplum tarafından karar verilmesi, yabancılaşmanın aşılması gibi hedeflerin hangi oranda hayata geçirilebileceği sınıfın öncü müfrezesinin gerçek bir demokrasi içinde sınıfın bütünüyle istişare içinde yönetileceği bir sürecin sonunda belirginlik kazanacaktır.


48

VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE Ayşe TANSEVER

VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Venezüella zor, tarihi günler yaşıyor. Çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Henüz sosyalist iktidarın ölüm kalım savaşı içinde olduğunu söylemek biraz abartma olacaktır, ama ciddi bir darboğazdan geçiyor. Devrimin bugüne kadarki kazanımları sınavdadır. İç ve dış koşullar onu önemli bir darboğaza sokmuştur. Buradan ya güçlenerek çıkacak ya da geri adım atmak zorunda kalacaktır. Ülkede 6 Aralık 2015’de parlamento seçimleri yapılacak. Burjuva sınıf her seçim öncesi yaptığı gibi saldırıyor. Petrol fiyatlarının dünya piyasalarındaki düşüşü de işin tuzu biberidir. Halk ekonomisi burjuva ekonomisi ile yarışta geri kalıyor. Burjuva güçleri de ekonomik güçlerini iktidarı devirmek için acımasızca kullanıyorlar. İktidar ekonomik bir tıkanıklık içinde. Bütçe açık veriyor. Kenara konulmuş bir birikim yok. “İflastan korunmak için yakında IMF’nin kapısı çalınabilir” deniyor. Her yerde bir suçlu aranıyor. Chavez ve Maduro’yu popülist davranmakla suçlayanlar var. Kutuplaşma epey yükselmiş. Bir iç savaşa gidildiğini söyleyenler var. Seçimleri burjuva muhalefetin kazanma olasılığı hiç bu kadar yüksek olmamış. O zaman sosyalist iktidarın parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi ile yeni yılda Maduro’nın iktidardan alınması söz konusu olabilecek. Ama Venezüella halkının devrimine sahip çıkacağına kesin gözü ile bakanlar da var. Halkın 16 yıllık süreçteki kazanımlarını canı pahasına koruyacağına inanıyorlar. Yazımızda Chavez ile başlayan Bolivar devriminin deneylerini ve sonuçlarını derinlemesine incelemeye çalışacağız. Onu içeriden incelemeye geçmeden en başta şunu söylemek yanlış olmaz: Venezüella bu kısacık döneminde birçok başarılar elde etmiştir. En önemli başarısı dış politikasıdır. Batı’nın ona olan düşmanlığı bunun kanıtıdır. ABD’nin ona ambargo koyup abluka altına alması sadece Venezüella’nın petrol zenginliği ile açıklanamaz. Venezüella dış politikada Batı’ya iyi saldırmış ve çok başarılı işler yapmıştır. Onun çıkarlarına dokunmuştur. Venezüella dünyada bir çığır açmıştır. Bunu kimse inkâr edemez. Venezüella’nın dış politikadaki başarılarına bakarak başlayalım.

Batı’nın Düşmanlığı Batı emperyalist güçleri sürekli Venezüella’ya karşı bir saldırı içindedirler. Ya-


49 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

kasından düşmüyorlar. 16 yıllık geçmişi boyunca birçok darbe yaşandı. Kaç kez hem Chavez’e hem de şimdilerde Maduro’ya suikast düzenlendi. Onların amacı sadece Venezüella burjuvalarını iktidara getirip, genel finans-kapital çıkarlarını korumak ya da sürdürmek değildir. Asıl olan Venezüella iktidarının 21. Yüzyıl Sosyalizmi olarak uyguladığı dış politikalarla da ilgilidir. Bunu kendi dilimize çevirirsek Venezüella kıtada öyle politikalar uygulamaktadır ki Batı emperyalist güçlerinin cinlerini tepesine çıkartıyor. Venezüella Chavez ile Latin ve Güney Amerika kıtasında bir sol dalga yarattı. Sanki sosyalizmi Küba hücresinden alıp tüm kıtaya aşıladı. Hatta yalnız kıtada değil tüm dünyada finans-kapital çıkarlarına karşı bir cephe oluşmasına öncülük etti. Günümüz Avrupasındaki Syriza’dan Podemos’a birçok sol güç buraya gelip yaşananlardan öğreniyorlar. Kendilerine örnekler alıyorlar. Dünya solu açısından büyük bir deney alanıdır. Avrupa topluluğunun hemen hemen her ülkesinde şekillenmeye başlayan eski Komünist Partilere alternatif sollar Venezüella’nın açtığı yoldan esinleniyorlar. Venezüella halklarının kazanımları diğer kıta ülke halklarına örnek oluyor. Latin Amerika kıtasında büyük bir Chavez hayranlığı vardır. Yoksul halklar uyanıyorlar ve iktidarlarına her alanda baskı yapıyorlar. Bolivya ve Ekvator gibi zaten 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ni bayrak etmiş ülkeler dışında Brezilya, Arjantin, Uruguay, hatta Peru, Şili gibi ülke iktidarları bile halklarının baskısından korktukları için eskisi gibi ABD çıkarlarına evet demiyor, diyemiyorlar. En ABD uşağı Kolombiya’nın yeni lideri Santoz bile FARC ile barış görüşmelerine oturma dışında da sola yakın politikalar uyguluyor, uygulamak zorunda kalıyor. Hatta Venezüella ile son sınırların kapanması öncesi diplomatik düzelme bile yaşandı. Venezüella Bolivar Devrimi ile, çoktan ölmüş olan yeni liberal politikalar ve kemer sıkma politikaları altında inleyen halklara bir alternatif doğmuştur. Finans-Kapital güçleri açısından bu gerçekten önemli bir tehlikedir. Ölümlerini görüyorlar. Venezüella bu direnişin yol açıcısıdır. Ayrıca ABD ve Batı kendi çıkarlarını dayattığında elbette sırf yoksul halklar ezilmiyor, bölge burjuvaları da paylarını alıyorlar. Onun çıkarlarına boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin sol dalgası bölge burjuvalarını da oldukça özgürleştirdi. Bölgedeki hiçbir burjuva iktidar Chavez’in ABD’ye karşı açtığı bayrağa karşı çıkıp “hayır biz ABD gölgesinde, ABD serbest ticaret alanına gireceğiz” demedi. Chavez politikalarının arkasında saf tuttular. Artık onlar da ABD baskılarına karşı direnebiliyor, üstelik aralarında ortak davranabiliyorlar. ABD’ye meydan okuyup daha bağımsız politikalar izleyebiliyorlar. Dünya’da istedikleri ülkelerle ittifaklar kurabiliyorlar. Destekler verebiliyorlar. Chavez’in açtığı yol işlerine yaradı. Bağımsızlaştılar. Bölgedeki liberal ülkeler, Mercosur (Güney Pazarı) adında Avrupa Birliği’ne benzer bir ortak pazar geliştirmeye çalışıyorlardı. Chavez öncülüğünde buna alternatif ALBA kuruldu. ALBA 21. Yüzyıl Sosyalizmi ilkelerine uygun bir ülkeler topluluğudur ve ekonomik, siyasi bir güç olarak gelişiyor, 9 asil üyesi var (Bolivya, Küba, Dominik, Ekvador, Nikaragua, St.Lucia- Vincent ve Grenada, Surinam


50 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

ve Venezüella) ve 5 ülke de gözlemci statüsünde yer alıyorlar. ALBA’nın, Sucre adında para birimi, bankası, yayın organları, siyasi kurumları var. Birbirlerine maddi, manevi destek oluyorlar. Sağlık alanında ortak çalışıyor, ortak sosyal projeler geliştiriyorlar. ABD’nin yaptırımlarına karşı onlar da ABD’ye yaptırım koymayı konuşuyor ve birbirlerine destek oluyorlar. Hatta Mercosur burjuva birliği ile işbirliği yapıyorlar birleşme arayışları içindeler. Yeni gelişen Avrupa solu, Avrupa topluluğunun ALBA’yı örnek alması ve değiştirilmesini savunuyorlar. Onun dışında bölgedeki küçük, güçsüz, yoksul ülkeler aralarında UNASUR (Güney Birliği) CELAC, Petrocaribe (Karaip petrol ülkeleri) gibi ABD karşısında koruyucu topluluklara üye oldular. Orta Amerika’da Honduras’da bile sol güçler iktidar olunca artık ABD darbe yapmak zorunda kaldı. Tüm güney kıtası bu darbeye karşı direndi. Devrik başkanı ülkelerinde sakladılar. ABD koskoca kıtada yapayalnız kaldı. Tam bir meydan okuma yaşandı. Meksika’da Zapatistalar’ı unutmayalım. Güney kıtası bunlara tam destek veriyor. Meksika halkları artık liderlerinin mafya uygulamalarına karşı susmayıp sokaklara dökülme gücünü güneyden alıyor. Güneydeki yerli halklar bir daha geri döndürülemez şekilde haklarını her fırsatta savunuyorlar. Hatta direniş son zamanlarda ABD’nin içinde yükseldi: İçerideki zenci halkların çeşitli direnişleri. Bu kadar çok zenci katliamı aslında kıtanın güneyinde başlayan uyanışın bir uzantısıdır. Eskiden ABD’nin arka bahçesi ilan ettiği bir alanda böyle şeyler düşünülebilir miydi? Kimin haddine ABD’nin isteklerinin karşısında durabilmek, BM’de onun politikalarına karşı oy kullanılabilir miydi? Kıtanın güneyi Libya’da Kaddafi, Suriye’de Esad’a saldırı yapmasının karşısında cephe oluşturdular. Filistin ve Kürt halklarını destekliyorlar. Suriye göçmenlerini ülkelerine alıyorlar. İran’a en büyük destek gene buradan geliyor. Bu bayrak açılmamış olsa Çin ve Rusya Latin Amerika’ya girip yatırımlar yapabilir, dayanışma gösterebilir miydi? Brezilya acaba BRİC örgütü içine girebilir miydi? Venezüella BM Güvenlik Konseyi’ne üye seçilebilir miydi? Mümkün değil! ABD artık hiç bir politikasını bölgede tutturamıyor. Bölge dışında dünyada kendine yandaş bulamıyor. Çeşitli sol renklerin arasında bocalıyor. Küba ile ilişkilerin normalleşme kararı bu baskının bir sonucudur. Tüm OAÖ üyeleri Küba’yı topluluğa katma ve ambargonun kalması doğrultusunda baskı yaptılar. Sonunda ABD yalnızlığından kurtulmak için buna bile razı oldu. Kıtaya sosyalizm bayrağını diken Küba ise o yolu genişleten Chavez’in Venezüella’sıdır. Artık “çıbanın başı” Venezüella’dır. Bayrağı Küba’dan o teslim aldı. Artık bayrak “petrol zengini” daha güçlü Venezüella’nın elindedir. ABD Venezüella’ya saldırmasın da ne yapsın? Venezüella iktidarı ABD’nin ve tüm emperyalizmin baş düşmanıdır. Öyle bir düşmandır ki İran gibi onu dünyadan tecrit edemiyor. Onunla geçinmeye zorlanıyor. Venezüella “yılanının başıdır, ezilmelidir, mutlaka yok edilmelidir”. Yıllardır küçücük Küba’yı hazmedemeyen ABD şimdi kocaman bir düşman ile karşı karşıyadır. Hem de bu düşmanın elinde kendinde olmayan bir silah, petrol vardır. Ve-


Sürekli Saldırı, Baskı Venezüella 21. yüzyıl sosyalist iktidarının devrilmesi için Batı emperyalist güçleri ülkeyi abluka altına alırken içeride de büyük kapitalist burjuva güçlerle sıkı bir işbirliği yapılır. Chavez’in 2013 Mart’ında ölümünden önce 2012 Aralık ayında yerel seçimler yapılmıştı. Her seçimde Venezüella büyük burjuvazisi elindeki ekonomik gücü kullanarak ülkede yapay bir kıtlık yaratır. Ortalığı karıştırırdı. 2012 Aralık seçimleri öncesi başlayan bu saldırı ve baskı bu kez Chavez’in hastalığı nedeniyle seçimler sonrası devam etti. Öldükten sonra başkanlık seçimleri nedeniyle baskı sürdü. 2013 Nisan ayında Maduro 1,5 puanlık oy farkı ile seçimleri kazandı. Ama bu az oy farkı muhalefeti yüreklendirdi ve saldırılarına devam ettiler. Seçim sonuçlarını tanımadıklarını açıkladılar. Sonra aynı yıl yerel seçimler vardı o nedenle 2013 yaz aylarında birkaç ay soluklandıktan sonra yaz sonlarında ekonomik saldırıya yeniden başladılar. Aralık 2013 sonrası ise yeni bir saldırıya başladılar. Ama bu saldırı diğerlerinden farklıydı. İşin içine ekonomi dışında başka faktörler sokuldu. 2014 ilkbahar saldırısı Doğu Avrupa ülkelerindeki renkli devrimlerden örnek aldı. Sharp’ın “Yumuşak Darbe” ideolojisi çerçevesinde önce yapay bir huzursuzluk yaratılır, suçlu iktidar gösterilir, arkasından halklar sokaklara dökülür ve ik-

51 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

nezüella dünyada varlığı tespit edilmiş en büyük petrol alanlarına sahiptir. Bu alanlar Suudi Arabistan’dakinden bile çoktur. Ayrıca Venezüella petrolünü çevresindeki ülkeleri ezme, işgal etme aracı olarak kullanmıyor aksine yoksul Karabik ülkesi dışında bizzat ABD ve İngiliz yoksullarına ayrıcalıklı fiyatlarla dağıtıyor. Var mı dünya da bunun eşi, benzeri? Bu türden dayanışmayı bir zamanlar Sovyetler Küba’ya göstermişlerdi. Chavez Bush’a şeytan demişti. Bush da ona “melek” demeliydi. Venezüella 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin, barış, dayanışma, eşitlik gibi ilkelerini dış politik model olarak ABD’nin karşısına dikiverdi. Kapitalizmin vahşi sömürü düzenine karşı alternatif bir sistem olarak ortaya çıkıyor. Bütün bunlara karşı ABD çaresizdir. Venezüella muhalefetini desteklemek için artık milyonlarca doların önemi yoktur. Onları paraya boğabilir, boğuyorlar da. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenir mi? Küba ile ilişkilerin normalleştirilmesi kararının açıklandığı günlerde Obama senatonun Venezüella’ya yaptırım kararını imzaladı. İnsan hakları bahane edilerek devlet yetkililerine vize verilmeyecek ve yurt dışındaki mal varlıklarına el konulacaktır. Bölgedeki birçok ülke ve Mercosur, ALBA toplulukları kararı protesto ettiler. 133 üyesi olan G77 ve Çin de sert bir dille yaptırıma karşı çıktı. Kararın BM anlaşmalarına aykırı olduğunu, bir ülkenin iç işlerine karışılamaz ilkesinin çiğnendiğini söylediler. Her zamanki gibi ABD gene bildiğini okuyor. Venezüella’nın 21. Yüzyıl Sosyalizmi uygulamaları dış politikada bölgeye bir rahatlama getirmiştir. ABD’nin ve Batı’nın bunu hazmetmesi düşünülemez. Venezüella’nın dış politikadaki antiemperyalist başarıları engellenmeli, ülke içinde kökü kazınmalıdır.


52 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

tidar alaşağı edilir. Buna da “halk ayaklanması” denir. Bir de o günlerde “Arap Baharı” ayaklanmaları yaşanıyordu. Tüm dünyaya “Venezüella halkları diktatör sosyalist lidere karşı ayaklandı” denildi. İşte o peşinden koşulmaya çalışılan 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nde de iş yoktu ve o da Mısır, Tunus vs. olduğu gibi bir diktatörlüktü. Dünya halklarına bu yanlış izlenim verilmek istendi. Saldırının planlayıcıları Venezüella büyük bvurjuvaları ile işbirliği içinde, Maduro’nun kovduğu, sonradan CIA ajanı olduğu kanıtlanan eski ABD konsolosu ve Kolombiya eski devlet başkanı Uribe idi. Yerel bağlantıları da halkı savaşa çağıran, silahlanmaya iten aşırı muhalefet lideri Lopez oldu. (Geçenlerde yargılanması bitti ve halkı savaşa kışkırtmaktan 13 yıl 9 ay hapse mahkum oldu.) ABD ve Kanada her türden maddi manevi desteği verdiler. Boyalı basın da yalan propagandalarına başladı. Devreye Kolombiya paramiliter güçlerinden, silahlı uyuşturucu çetelerine kadar herkes sokuldu. Hatta bazı otellerde El-kaide bağlantısı olduğu saptanan intihar saldırıcılarının yakalanması da bu işin ne kadar büyük bir plan ve örgütlülükle yapıldığını gösterir. Plana göre ortalık iyice karışınca sonunda ABD, Venezüella’ya asker bile çıkartacaktı. Irak ve Afganistan’a girdiği gibi buraya da girecekti. Fakat olaylar başlar başlamaz bunun “Arap Baharı” ya da son zamanlardaki halk protestolarından farkı ortaya çıktı. “Arap Baharı” yaşanan ülkelerde sokağa dökülen halklar barışçıldılar. Ancak devlet güçleri onlara gazlar, silahlar ile saldırdığında halklar da kendilerini savunmak için ellerine taşlar sopalar aldılar. Kendilerini savunmak için barikatlar kurdular, sokakta buldukları şeyleri yakıp yıktılar. Şiddet ilk karşıdan geldi. Ve genellikle de silah kullanılmadı. “Arap Baharı” ülkelerinde, bizim Gezi Parkı’nda da olaylar böyle gelişti. Ama Venezüella’da sokaklara çıkanlar zengin mahalle gençleriydi. En önemlisi gençler protestoya ilk günden şiddetle başladılar. Ellerinde silahlarla sokaklara çıktılar. Barikatlar kurdular ve aralarına Ukrayna’daki gibi silahlı kişiler aldılar. Bu silahlı kişiler Kolombiya’dan içeri sızmış paramiliter eğitimli katillerdi. Yüzleri maskeliydi. Rastgele ortalığı kurşun yağmuruna tuttular. Ya da özel uzak mesafe görür gözlükler ve silahlarla sırf “devlet güçleri vurdu” süsünü verebilmek için belirledikleri kendi saflarından kişileri kurşunladılar. Ya da halkı kışkırtmak için oradan geçen sıradan insanları hedef aldılar. Karışıklık yaratmak istediler. Verdikleri tahribatlara bakalım. Metro istasyonlarına girdiler. Yepyeni, daha kontak açmamış kaç tane metrobüsü yaktılar. 100’ün üstünde otobüs tahrip edildi. Barikat yapmak için 5000 tane ağaç kestiler. Bir ulusal parkı ateşe verdiler. Hedeflerinde yalnızca sokak lambaları, yoldan geçen, park etmiş arabalar yoktu. Devlet dairelerini, başsavcılık binasını yaktılar. 15 tane yepyeni üniversite yakıldı. Venezüella tarihinde ilk kez üniversitelere saldırı yaşanmış oldu. Elektrik trafoları başlıca hedefler arasındaydı. Kente elektrik taşıyan kabloları yaktılar. Karakas’ta içme suyu depolarına bile bile petrol dökerek kullanılmaz hale getirdiler. Konut Bakanlığı’nı molotof kokteyller ile yaktılar. İçerideki 1200 tane işçi son anda kurtarıldı. Binadaki 100’e yakın ana okul öğrencisi neredeyse yanıyordu, mucize eseri kurtuldular. Hastanelerden ne istediler hala bilinmiyor. Kübalı


doktorların çalıştığı 152 tane sağlık ocağını kullanılamaz hale getirdiler. Olaylarda yarısı polis 43 kişi öldü. Çok sayıda kişi tutuklandı. Venezüella’da bu saldırı karşısında Maduro iktidarı savunma taktiğini uyguladı. Venezüella polisinin elinde silah yoktur ve son güne kadar da yoktu. Maduro’nun yönettiği söylenen kolluk kuvvetleri özellikle titiz davrandı. Maduro istese barrioları sokaklara dökebilirdi. Ama aksine onları sakin olmaya çağırdı ve böylece ülke bir iç savaşın eşiğinden döndü. Batının ayaklanma planı boşa düştü.

VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Maduro iktidarı Batı basınının yalan dolan düzmece haber bombardımanına karşı çok başarılı bir kampanya yürüterek yalan ve yanlış haberlerini tek tek anında deşifre etti. Batı basını iktidarı vahşi, saldırgan göstermek için başka yerden çekilmiş fotoları kullandı. Örneğin; Haiti’de yerde ölü yatan çocuklar Maduro iktidarının katlettiği çocuklar oluverdiler. Suriye’de yıkılmış harabe ev resimleri Venezüella’da gibi gösterildi. Malezya protestocuları ile polis çatışması sanki Karakas’ta yaşanmış gibi basıldı. Bizzat Chavez’in düzenlediği bir gösterideki kalabalık muhalefet protestosu oluverdi. On kişilik grup 100’ler, binler yapıldı. Böylece dünya halklarının gözünde 21. Yüzyıl Sosyalizmi bir diktatörlük olarak çizildi. Chavez ve ideolojisi sorgulama altına alındı. Hatta bazı radikal solcular bile bunlara inanıp Chavez projesini sorgulamaya başladılar. Olaylar bütün ülke çapında değil, 335 belediyeden muhalefetin başta olduğu önce 9 sonra da 3 belediyede yaşandı. Muhalefet valileri buralarda polisle işbirliği içindeydi. Barikatları burjuvaziden rüşvet olan polisler korudu. Bu işbirliği nedeniyle sonra 2 vali tutuklandı. Maduro zengin protestocu gençleri defalarca masaya çağırdı. Burjuva kesime, gelin görüşelim, dedi. Derdiniz nedir? Ne istiyorsunuz? Anlatın tartışalım, dedi. Hiçbiri gitmedi. Gezi Parkı’nda böyle bir şey oldu mu? Mısır’da Mübarek böyle bir çağrıda bulundu mu? Göstericilerin tek talebi Maduro’nun gitmesiydi: “Exit” ya da “Saluda”, çık-git, dediler. Gerekçelerini yüz yüze anlatacak, savunacak cesaret ve güçleri yoktu. Sonuçta, 2014 Şubat başından Nisan ortalarına kadar yaşanan sokak olayları, Venezüella’da sıradan halkların iktidara karşı protestosu değil, büyük burjuvazinin planlı bir saldırısıydı. Arkasına gizlendikleri ekonomik bozukluklar, kıtlıklar, enflasyon gerekçelerinin sorumlusu da iktidar değil kendi babalarıydı. Venezüella burjuvazisi Nisan başlarında “yumuşak darbe” yani “sokakları ısıtarak” iktidarı deviremeyeceğini anladı. Çünkü sıradan halkları bu protestolara katamadılar. Başkentin yoksul mahalleleri, merkezleri ve birçok kentte hayat normal sürdü. Halklar Maduro’nun sözünü dinlediler ve sokaklara son ana kadar dökülmediler. Dışarıdan seyrettiler. Sokaktaki zengin çocukların sabrı her gün sokakta olmaya yetmedi, bıktılar. Ayrıca protestoları kışkırtan liderler, valiler tutuklandı. Bazısı da saf değiştirdi. Bir iç savaştan kaçınmak için savunmayı seçen iktidar güçleri muhalefetin zayıflamaya başladığını hissettiler. Gençler her gün barikatlardan bıkmaya baş-

53


54 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

ladılar. İktidar motosikletli güçlerini devreye soktu. Motorize güçler ülkenin en aktif ve örgütlü militanlarıdır. Muhalefetin saldırı gücü zayıflayınca bir de Maduro barriolarla kentin merkezinde gösteri yapmaya başladı. Halkın muhalefetin değil iktidarın arkasında olduğu artık açıkça ortaya çıktı. Ancak o zaman muhalefet ileri gelenleri Maduro’nun defalarca yaptığı masaya oturup görüşme teklifini kabul etmek zorunda kaldılar. Muhalefet masaya oturur oturmaz da parçalandı. Sokak gösterilerinin arkasında, planlayıcısı olan radikal muhalefet görüşmeleri reddetti. Ilımlı iş çevreleri örneğin; işverenler odası ve Maduro karşısında aday olan H.Caprilles ise masadaydılar. O günden beri de muhalefet parçalıdır, bir araya gelemiyorlar. Ortak bir zeminde buluşamıyorlar. Aralık seçimlerine de böyle katılacaklar. Yaptıkları saldırıdan parçalanarak çıktılar. Masaya oturmanın iki taraf için de taviz olup olmadığı çok tartışıldı. Muhalefet kanadı baştan beri reddettiği Anayasa’ya saygılı olma sözü verdi. Karşılığında da kendinin çoğunlukta olduğu bazı bölgelere devlet kredilerinin verilmesi ve bazı devlet kadrolarına kendi adamlarının alınmasını kabul ettirdi. Bu sonuca bakarak bir takım tavizlerin verildiğini söylemek doğrudur. Haziran başında görüşmeler kesildi ve birkaç ay sonra da eski ekonomik saldırılar yani depolama, kıtlıklar, kuyruklar, kaçakçılık yeniden başladı. Dünya piyasalarında petrol fiyatlarının düşmesi Venezüella’yı olumsuz etkiliyor. 2014 Haziran ayında 115 dolar olan petrol fiyatı yavaş yavaş düşmeye başladı. Şimdilerde 50 dolar seviyesinde seyrediyor. Venezüella’nın petrol zengini Arap ülkeleri gibi kenara koyduğu birikimi yoktu ve bu düşüşten etkilenmeye başladı. Muhalefet şimdilerde düşüşten yararlanmaya kalktı. Eski ekonomik saldırısı arttı. Ülke aşağıda anlatacağımız bir darboğaza girdi. Eskiden ekonomik saldırı bir süre sonra ya da seçimler bittikten sonra şiddetini kaybederdi. Şimdi işveren kesimi iktidarı iyice baskı altına almak için saldırıyı hafifletmiyor. Maduro ve işverenlerle bir “barış için çalışma gurubu” kuruldu. Ülkenin bu sorunların üstesinden gelmesi için onların fikri alındı. Onlar kıtlık ve enflasyonun çözümünü ülkede serbest pazar koşullarının kurulmasında buluyorlar. Yani, kapitalist pazar geri gelsin fiyatlar arz ve talep yasalarına göre belirlensin o zaman ne kıtlık kalır ne enflasyon, diyorlar. Maduro halk ekonomisinin böyle bir rekabete şu anda dayanamayacağını görüyor. Sübvansiyonlara devam ediyor. Maduro dışarıdaki paralarını getirip yatırım yapmalarını istedi. Onlar da kuru serbest bırakmasını istediler. Bu noktada görüşmeler her zamanki gibi kilitlendi. Ekonomik saldırıya karşı devletin aldığı önlemlerin pek işe yaramadığı görülüyor. Kıtlık ülkede şimdiye kadar görülmemiş şekilde arttı. Karaborsa almış başını gidiyor. Sıradan halk bile depolama yapıyor. Bu durumda her şey ateş pahası oluyor. Enflasyon yükseliyor. Halkı korumak için maaşlar ve ücretler enflasyona göre ayarlanıyor. Böylece enflasyon daha da yükseliyor. Tam bir kısır döngü başlıyor. Düzeltmek için Maduro bir takım değişik para sistemleri devreye soktu, ama bunlar da soruna çözüm getirmiyorlar. İşveren çevreleri de yangına körük ile gidiyorlar. Bu nedenle, 21. Yüzyıl Sosyalizmi ciddi bir darboğaz içindedir. Ma-


Burjuva Ekonomik Saldırısı ve Devlet Savunması a) Burjuvazinin ekonomik saldırı yöntemleri Yaşanan Sovyet sosyalizminde üretim araçlarının kamulaştırmasına rağmen işçi sınıfı kapitalist üretim ile baş edecek ve halkın ihtiyaçlarına yanıt verecek düzeyde üretim yapamadı. Bu nedenle de bürokrasiden parti kemikleşmesine, tüketim malları kıtlığına gibi birçok sorunla yüz yüze gelerek tarihe gömüldü. Chavez de yaşananlardan ders aldığı için 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ni şiar yaparak ikili iktidar modelini denemeye soyundu. Yani halkın üretim yapmayı, ekonominin tüm çarklarını döndürmeyi öğreneceği bir süreç yaşanacaktır. Halkın üretimi öğrendiği süreç içinde güçler dengesi kollanarak bu ayrıcalık burjuvazinin elinden alınacaktır. Yani Sovyetlerin en başta devrim ile yaptığı, bir sürece yayıldı. Bu o güne kadar denenmemiş, bilinmezlerle dolu bir yoldur. Şimdi de bu 21. Yüzyıl Sosyalizmi denizinde pek çok fırtınalar, çalkantılar yaşanıyor. 16 yıldır halkın üretimi öğrenme süreci burjuvalar ile birlikte sürüyor. Seçimler dönemi yaşanan kıtlıklar ekonomik üstünlüğün hala burjuvazinin elinde olduğunu gösteriyor. Venezüella burjuva muhalefeti ülke ekonomisinin hala 2/3’ünü elinde tutuyor. Stratejik olarak belirlenen petrol, alüminyum ve çelik fabrikaları gibi birkaç temel sanayi dışındakiler özel sektörün elindedir. Altta sosyalizm sürecinde yaratılan işletmeler vardır. Devlet 2012 yılına kadar 1168 şirketi millileştirmiş, ama bunlar ülke üretiminin ancak 1/3’ünü yaratıyor. Tarımda kendi

55 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

duro, kemer sıkma politikaları uygulamıyor ve uygulamayacağı sözünü veriyor, ama önümüzdeki günlerde Misyonlara para bulmak zorlaşabilir. Seçimlerden sonra acı reçeteler devreye girebilir. Ayrıca Chavez’in partisi PSUV yekpare bir parti değildir. Chavez iktidara geldikten sonra sol güçleri bu parti bayrağı altında birleştirmişti. O günden beri de çeşitli görüşler varlıklarını PSUV içinde sürdürüyor. Parti içinde hâkim iki kanat, radikal ve ılımlı Chavezciler vardır. Sınıf Mücadelesi (Luchade Clases) ve Sosyalist Akım (Socialist Tide) gurubu radikal Chavezcilerin belli başlıları arasındadır. Bunlar daha devrimin ilk gününden beri Sovyetlerdeki gibi bir devrimle burjuva sınıfının ilgası, üretim araçlarının devletleştirilmesini savundular. Ülkede şimdiye kadar yaşanan tüm sorunların sorumlusunun burjuvalar olduğunu, tutarlı bir şekilde yıllardır kendi sınıf çıkarlarını savunduklarını söylediler. İktidarı burjuvaziye yumuşak davranmakla suçluyorlar. Petrol fiyatlarının düşmesi ile içine girilen durumu da gene devrimin kendi istedikleri gibi yapılmamasına bağlıyorlar. Maduro iktidarını reformistlikle suçluyorlar. Sonuçta her burjuva saldırısı sonucunda PSUV içinde de olumsuz sesler yükseliyor. Bir de bunlarla baş etmek gerekiyor. Maduro iktidarı son 3 yıldır hiç rahat yüzü görmedi. Aksine şiddetini giderek arttıran çeşitli saldırı biçimleri ile karşı karşıyadır. Sorunlar birikiyor, büyüyor. Venezüella’da güçler dengesi hala halktan yana güçlenemiyor. Şimdilerde denge petrol fiyatlarının düşmesi ile değişmeye gebedir. Ne tarafa değişeceği büyük bir sorudur.


56 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

karnını doyuran bir ülke olma konusunda geçmişten miras kalan ağır bedel hala ortadan kaldırılamadı. Karınlar ithal mallarla doyurulabiliyor. Yani siyasal iktidarın ipleri halkın elinde olsa bile ekonomininkiler Venezüella burjuvazisindedir. Ekonomik güçleri ile iktidarı zor durumlara sokabiliyorlar. Petrol fiyatlarının düşmesi ile de bunlar arttı. Chavez’in parlamentodan geçirdiği karara rağmen dış ticaret konusunda da iktidar büyük bir ilerleme sağlayamadı. İthalat büyük ölçüde hala muhalefet güçleri tarafından gerçekleştiriliyor. Burjuvazi petrolden elde edilen döviz ile ithalat yapıyor ve cebini dolduruyor. Seçim dönemleri ya da iktidar ile pazarlık sırasında yapay kıtlık yaratmayı çok sık kullanıyor ve başarı sağlıyorlar. Halkın ihtiyaç duyduğu mallar birden market raflarından kalkar. Süt, mısır unu, tuvalet kâğıdı vs. vs. bulunmaz hale gelir. Karaborsa başlar. El altından aranan maddeler fahiş fiyatlara satılır. Başka bir kara ekonomi doğar. Evvelsi yıl başkanlık seçimleri sırasında en az 40 000 ton kıtlığı çekilen mal depolarda ele geçirilmişti. Bu kıtlık öyle aç kalmak anlamında bir kıtlık değildir. Ülkede aç insan yok. Ama aranan malın bulunma garantisi ortadan kalkıyor. İnsanlar her an her şeyi bulamamanın huzursuzluğunu yaşıyorlar. Mal geldiğinde de bu kez herkes ihtiyacından fazlasını alıyor. Depoluyor. Depoladığını fahiş fiyata satıyor. Kuyruklara giriyor, saatlerini harcıyor. Düzenine duyduğu güveni sorgulamaya başlıyor. Son zamanlarda kuyruklarda ayaklanmalar, yağmalamalar olduğu haberleri var. Burjuvazi iktidara güvensizlik tohumları ekiyor. Kıtlık ile birlikte her şeyin fiyatı artıyor. Yerli ve ithal metaların fiyatı görülmedik düzeylere çıkıyor. Beyaz eşya fiyatları rekorlar kırıyor. Fahiş fiyatlara bir örnek verelim. 4,200 bolivara yani 668 dolara alınan bir çamaşır ve kurutma makinesi seçim dönemlerinde 47,000 yani 7,470 dolara satılıyor. Yani % 100’ün üstünde bir zam yapılıyor. Ülkede üretilmeyen televizyon, ütü, cep telefonu gibi ürünler akıl almaz fiyatlardan alıcı buluyor. Sonuç korkunç bir enflasyondur. Enflasyon Venezüella’nın petrol ile başlayan temel sorunudur. Chavez’den çok önceleri başlamıştı ve son olaylar sırasında çığırından çıktı. Daha açık yazarsak, bir yanda ithalata dayalı bir ülke ve bunun burjuvazi elinde olması, diğer yanda burjuvazinin dövizleri dışarı kaçırma tehlikesi Venezüella iktidarının zayıf yanıdır. Burjuvazinin ulusal değerlerden biriktirdiği sermayenin dışarı kaçması engellenmelidir; o nedenle iktidar dövizi serbest bırakmaz, denetiminde tutar. Öbür yandan da halkın ihtiyacı olan malların ithali için onlara döviz verir. Halkın ihtiyaçlarının ucuz karşılanması için de ithal dövizini ucuz tutmaya çalışır. Süreç şöyle gerçekleşir: İthalat yapacak firma malların listesi ile devlete başvurur ve ucuz kurdan döviz alır, ithalatı gerçekleştirir. Bunlar fabrika yan ürünü olabilir, yiyecek maddesi olabilir. Burjuvazinin ithal edeceğim diye devletten aldığı dövizin karşılığı malı getirip getirmediğini devlet etkin bir şekilde kontrol edemez. Bu yolla kaçan dövizin haddi hesabı yoktur. Gene ithal edilen yiyecek maddelerinin alım ve satım arasındaki fiyat ayarlamasını denetlemek gene zor


57 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

bir iştir. Çünkü rekabet, serbest pazar yoktur. Burjuvazi kendi arasında anlaşır. Daha büyük bir yolsuzluk yolu ise içeri giren tüketim maddesinin tekrar komşu ülkelere satılmasıdır. Kolombiya ve Brezilya en baş pazarlardır. Ne olur? İthalatçı ucuz döviz ile ithal ettiği malı Kolombiya’ya kaçırır ve iyi fiyata satar sonra dövizi içeri getirir döviz karaborsasında fahiş fiyata bolivara değiştirir. Yani iki kez üç kez kar etmiş olur. Sonra, yeni mal ithal edeceğim, diyerek birkaç bolivara gene döviz alır. Örneğin; tek bir dolar resmi kurda 6,3 karaborsada 60 bolivardır. Ama bu zaman zaman 78 hatta seçim sırasında 100 bolivara kadar tırmandı. Petrol fiyatlarının düşmesi ile de 600 bolivarın üstünde seyrediyor. Rakamın daha da yüksek olduğunu yazanlar var. O zaman ithal edilen malı ülke içinde satmak yerine normal fiyatından Kolombiya’da satıp dolar olarak ülkeye getirip karaborsada dolar satmak çok karlı bir iştir. Bu iş o kadar karlıdır ki sonuçta onlarca yapay şirket kurulur. Onlarca naylon fatura piyasada ithal için dolaşır. Dış finans kapital güçleri de bu işi bilirler ve Venezüella’daki yandaşları ile işbirliği yaparlar. Venezüella iyi bir pazardır. Burjuvazi bu oyunu Chavez öncesinden beri yapmayı çok iyi öğrenmiştir. Eylül 2014’den beri de artık iş zıvanadan çıktı. Enflasyon halkların alım güçlerini sürekli düşürür. 21. Yüzyıl Sosyalizmi ile cepleri ilk defa para gören, karınları doyanlar nedenini pek anlayamadıkları enflasyonla yoksullaşınca elbette rahatsız oluyorlar. İktidar halkı enflasyona karşı korumak için maaşlara her yıl enflasyon oranında zam yapıyor. Örneğin; yalnız 2014 çeyrek yılı için asgari ücrete % 59 zam yapıldı. Ancak asgari ücret dışı alanların uygulamaları farklıdır. Devlet sektöründe çalışanların maaşları enflasyona göre ayarlı, ama özel sektör çalışanları toplu pazarlık ile dövüşerek almak zorundalar. Enflasyon hızı ile maaşlara zam baş başa gidemiyor ve halkın gelir kaybı artıyor. Bazı kaliteli işlere elaman bulma sıkıntısı yaşanıyor. Bazı belediyelerde birçok kaliteli elaman kadrosu açığı son zamanlarda devasa boyutlara çıktı. Yolsuzluklarla bir günde kazanacakları paraya insanlar bir ay çalışmak istemiyorlar. Bu kesim çalışanları doğal olarak iktidara şüphe ile bakıyorlar. Burjuvazi, halkları ve iktidarını böyle bir kıskaç içine alıyor. Bir yandan da işverenler ceplerini dolduruyor. Petrol kaçakçılığı da başlı başına bir sorundur. Aynı sübvansiyonlu ihtiyaç maddeleri gibi petrol kaçakçılığı da Venezüella burjuvazisi ve de birçok devlet bürokratı için çok karlı bir iştir. Kaçakçılık sınır boylarında çeteler, mafyalar paramiliter güçler yarattılar. Kaçırılan petrolün Kolombiya’da satış bayileri var. 100 litre petrol Venezüella’da 1,5 dolar iken aynı miktar Kolombiya’da 113 dolar. Sınırın Venezüella kısmında da petrol kıtlığı çekiliyor. Sınır boyunda yaşayanlar arabalarına doldurup doldurup karşıda satıyorlar. Bu işin en alttan yapılan kaçakçılık miktarıdır. Oysa devlet halkını korumak için benzine % 95 sübvansiyon yapıyor. Bu da yılda 12 milyon dolar demektir. En baştan her yıl bu kadar miktar para sırf petrolün alttaki kaçakçılığı ile kayboluyor. Öte yandan tepeden tankerlerle kaçıranlar vardır. Sınırda zaman zaman yakalanıyorlar. Toplam kaçırılan


petrol miktarının yılda 5 milyar değerinde olduğu tahmin ediliyor. Buna bir de PDVSA içindeki bağlantıları, kaynağın başından dışarı çıkarılanları düşünürsek akıllara durgunluk gelebilir. Bu durumda petrol şirketinin modernleştirilmesi yapılamıyor. Günde çıkarılan petrol miktarı 2002 yılındakinden farklı değildir. Ülke petrolü korkunç bir soygun malzemesidir.

58 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

b) İktidarın karşı önlemleri 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin, bu ikili iktidar deneyinin en büyük sorunu şudur: Halk ekonomisi kurulana kadar burjuvazinin elindeki ekonomik gücü düşmanca kullanması nasıl engellenecek? Bu gücü silah olarak halklara yöneltmesinin bin bir yolu ile mücadele etmek kolay değildir. Bir yanda halkların ekonomik ihtiyaçlarının en uygun şekilde karşılanması için burjuvaziye mecbur olmak; diğer yandan da onu tasfiye için rakip halk ekonomisini kurmak. Bu gerçekten ekonomik, siyasi alanda bir bıçak sırtında durmaktır. Her gün ölümüne gittiğini gören bir burjuvazi elindeki güç ile çılgınlaşabiliyor. Vatan millet, halk hepsinin burjuvazi için hiç bir anlamı olmadığını bilmiyor muyuz? Varsa yoksa kar! Maduro iktidarı için bunlar yeni değildi, ama bu kadarı da görüşmemişti. Maduro iktidar olduğu günden başlayarak elinden geldiğince ekonomiye sekte vurmayacak önlemler almaya çalıştı. Daha doğrusu savaşa karşı savaş açtı. Yapay kıtlığa karşı en baş önlem dağıtım işini devletin eline almasıdır. Daha Chavez döneminde bu doğrultuda halk marketleri kurulmuştur. Marcal adı verilen satış dükkânları zinciri oluşturuldu. Şu anda 16.600 satış dükkânı vardır. Sırf seçimlerin yapıldığı yıl devlet bu marketlerden 10 milyon insana 12 milyon ton sübvanse edilmiş yiyecek sattı. Sosyalist işletmelerde işçi “Marcal”ları açıldı. Memurların ayrı “Marcallar”ı var. 23 bin memura 32 kurum üzerinden ayrıcalıklı tüketim malı satılıyor. Ama yetmiyor. Devlet dağıtım ağı hizmetini daha geliştirip etkinleştirmeye çalışıyor. Stok yapmak, yapay kıtlık yaratmak yasal olarak suçtur. Yapanların stokları basılıyor. Mallarına el konuluyor ve hemen halka normal fiyatlardan satılıyor. Bazen aradaki fark % 500’ü bulabiliyor. Yapanlar deşifre ediliyor, ithal ve satış lisansları iptal ediliyor. Piyasadaki malların fiyatlarını denetlemek için “Adil Fiyat Bürosu” kuruldu, birçok memur alındı. Bunlar dükkân dükkân dolaşıp fiyat denetimi yapıyor. Halkın her türden şikâyetlerini bildirmesi için özel telefon hatları oluşturuluyor. Depolama yapmaktan korkanlar yukarıda da değindiğimiz gibi ucuz dövizle alınan malları komşu ülkelere satıyorlar. Bizim ülkemizde nasıl İran, Irak gibi ülkelerden ucuz petrol gizli olarak sokuluyorsa Venezüella’nın sübvansiyonlu tüketim maddelerinin % 40’ının sınırdan Kolombiya, Brezilya, Guyana gibi ülkelere kaçırılıp satıldığı tahmin ediliyor. Kolombiya ile aralarında 2,200 km’lik sınır Ağustos ayında kapatıldı ve dışarı kaçan gıda mallarının oranı % 40 azaldı. Oraya satış için çıkan 414 bin litre yakıt ve 128 bin ton gıda, 301 bin ilaç kaçırılırken yakalandı. Bu doğrultuda 106 araca el konuldu. 150 kişi tutuklandı. Birçok şirketin lisansı ellerlinden alındı.


59 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

2014 ortalarında yeni bir uygulama getirilmeye çalışıldı. Devlet “garantili arz kartı” diye bir kart çıkardı ve bu kart sahiplerine üye süpermarketlerde indirimli mal satılmaya çalışıldı. Teoride böylece hükümet stoklamayı, mal saklamayı ya da satılmış malın tekrar satımını engelleyecektir. Bu sistemle marketlerden parmak izi ile alışveriş yapılarak bir yandan halkın evinde stoklaması önlenecek, diğer yandan da istediği malı istediği an bulabilme güvencesi verilecekti. Halktan kıtlık korkusunun silinmesi gerekiyor. Mal kıtlığı bir kez başlayınca artık bu garantili arz kartları bir anlamda savaş dönemlerinde kullanılan karneli dağıtım gibi oluyor. Muhalefette tabi eleştirisini yapıyor. Halk karneye bağlandı, diyor. Fahiş fiyatlarla savaş için de yöntemler geliştirildi. İşletmelere baskınlar verilip defterleri denetlenmeye çalışıldı. Malların dükkâna giriş fiyatı tespit edilip satış fiyatı ile karşılaştırılmaya çalışıldı. Ama bunda da büyük bir başarı sağlanamadı. Her beş şirketten ancak bir tanesinin defter tuttuğu tespit edildi. Ticaret Bakanı 2014 yılında 1046 şirketin fiyat vurgunculuğu yaptığının tespit edildiğini ve 150 kişinin bu nedenle tutuklanıp hapse atıldığını açıkladı. Bunun üzerine tüm işletmelere defter tutma zorunluluğu getirildi. Bunu da oturtmak deveye hendek atlatmaktan zor oluyor. Onun üzerine Maduro fiyat politikası izlemeye başladı. Devlet her şeyin fiyatını belirlemeye kalktı. Bir malın her dükkâna maliyeti, malın kalite farkı, işçi maliyeti, taşımacılık vs hesap edilince bu da işe yaramadı. Devlet bu kez defter tutmanın yanına fiyat değil % 30 kar sınırlaması getirdi. Burjuvazinin bu engeli de sahte girdili faturalar vs vs ile aştığını tahmin etmek zor değildir. Ayrıca bu önlemleri denetlemek devlet için de bir külfet haline geldi. Cezai yöntemlerle ancak bir noktaya kadar gidiliyor. Denetleme memurları, kolluk kuvvetleri hatta ordu güçleri ile silahlarla dükkânların basılması noktasına gelmek hoş değildir. Halkta tersinden güvensizlik, korku yaratıyor. Bu kez rüşvet vs ortalığı sarıyor. Korku ve denetim ile bir yere kadar gidiliyor. İşi kökünden düzeltmek gerekmektedir. Petrolün de diğer ihtiyaç malları gibi sınırdan kaçırılması önlenmeye çalışılıyor. Bu uğurda arabalara cipsler takılmaya çalışıldı. Böylece depoları doldurup doldurup sınır dışına geçirilip kaçırılması önlenmeye çalışıldı. Ama ona da bir üçkâğıt gelişti: cips sistemi bir şekilde “teknik arıza yapıyor”. Petrol fiyatlarındaki düşüş ve ülke gelirlerinin azalması sonucu ülke içinde petrol fiyatlarına zam yapma önerisi tartışılmaya başlandı. Uzun süre halkla birlikte tartışıldı. Ancak Maduro şimdilik buna karşıdır. Çünkü böyle bir zammın meta fiyatlarına taşıma maliyeti olarak dolaylı olarak halka yansımasından ve enflasyonu daha da arttırmasından çekinildi. Yoksa yoksul halkın çoğunun zaten binek arabası yok ve kamu taşımacılığını çok ucuz kullanıyorlar. Devletin ekonomi çarklarını eline aldığı koşulda petrole zam halklara zarar vermeyebilir. O nedenle şimdilik bekliyor. Chavez, 2002 yılında petrolden elde edilen dövizin burjuvazi tarafından dışarı kaçırılmasını önlemek için kur sistemini devletin eline aldı. Ama ihtiyaçların


60 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

ithalatı burjuvazinin elinde olduğu için halkın korunması sorununa da şöyle bir çözüm getirilmiştir. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi ithalat yapan şirketler ithal edecekleri mal listesi ile geliyorlar. Eğer ithal edilecek mal halkın süt, mısır unu, tuvalet kâğıdı ya da bu ürünleri üreten fabrika ara maddesi gibi acil ihtiyaçları arasında ise devlet onlara 6,3 bolivar üzerinden dolar satıyor. Ama eğer elektrikli ya da elektronik aletler ise bir doları 12 bolivar üzerinden satıyordu. Onun dışında ise döviz yoktur. Sonuçta ülkede büyük bir kara döviz pazarı kurulmuştur. Yukarıda bunun burjuvaziye doğurduğu kaçakçılık yollarını anlattık. Chavez’in burjuvazi ile bu konuda yeterince dövüşmediği savunulur. Onlara ithalatı aksatmasınlar diye göz yummuştur. Ama son zamanlarda döviz gelirleri azalınca Maduro bu işe el atma kararı aldı. Ayrıca burjuvazinin kaçıracağını kaçırdığı düşünüldü. Hemen tahmini rakamları verelim. 2003-2013 yılları arasında 300 milyar doların dışarı kaçırıldığı düşünülüyor. 25 milyar dolar da yolsuzluklar yolu ile kaçırılmıştır. Venezüella korkunç bir soygun ülkesidir. Ayrıca günümüz bankacılık sisteminde de para kaçırma işi bilgisayarlar ve borsalar yolu ile çok kolay yapılabiliyor. Bu nedenlerle 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren döviz sistemine yeni bir ek yapıldı. Belirli koşulları yerine getiren istediği kadar dövizi alabilecek. Yani döviz satışı daha kolay hale getirildi. Böylece karaborsa önlenmeye çalışıldı. Öte yandan da ayrıcalıklı tüketim maddelerinin sınıflaması da daha titiz ve değişken hale getirildi. Bugün şu madde ayrıcalıklı iken yarın olmayabilir ve fiyatı değişebilir, dendi. Böylece ithalat sanki daha serbest kura uygun yapılacak, enflasyon ve kıtlık önlenecektir. Bu kararla işverenlerin kurda serbest pazar talebi bir ölçüde yerine getirilmiş oluyordu. Karşılıklı görüşmelerde kurun serbestleşmesi durumunda dışarıdaki paralarını ülkeye getirip yatırım yapma sözü vermişlerdi. Bugüne kadar öyle bir yatırım gerçekleşmedi. Ayrıca devlet döviz daralması yaşadığı için zaman zaman talebi karşılayamadı ve sonuçta yeni sistem bir işe yaramadı. Son olarak Maduro burjuvaziye verdiği ayrıcalıklı kur sisteminden vazgeçtiğini açıkladı. Bunun sonuçları önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak. Yukarıda yazdık, sorunun kökten çözümü ithalatın devlet eline alınmasıdır. Chavez döneminden beri devlet bu konuda çalışmalar yapıyor. Maduro bunu hızlandırdı. Samsung, Toyoto vs. gibi uluslararası şirketlerle anlaşmalar imzalayarak onların ülkede fabrika açmasına izin verildi. Samsung televizyon gibi bazı ürünleri Venezüella’da üretecek. Devlet dağıtım sisteminin güçlendirilmesi için Çin’e 5000 adet kamyon siparişi verildi. Taşıma ve dağıtım işlerinin kamyonlar gelince daha düzenli yapılabileceği düşünülüyor. Bir halk iktidarının sorunlarını çözmesinin baş yolunun halkın bu işi ele almasında yattığı açıktır. Halkın bu burjuva sisteminin nasıl işlediğini görmesi ve sorunun kaynağının o olduğunu anlaması gerekiyor. Anladıktan sonra da kendisi sürece girip kendi iktidarının çarkını çevirecektir. Bizce yukarıda anlattığımız devlet önlemleri bile 16 yıllık bir iktidar açısından acemiliklerle doludur. Bir burjuva geçmişi olan insan bu türden üçkâğıt yollarını çabucak aileden öğrenir.


Halk Üretim Temelinin Kurulması Chavez’in 21. Yüzyıl Sosyalizmi, her ülkenin kendi gelişkinlik düzeyi, kendi ekonomik ve coğrafi koşullarına göre çeşitli yollar izleyebileceğini öngörür. Bu sosyalizm yaşanan Sovyet deneyinden farklı olabilir hatta olmalıdır. Venezüella da kendi yolunda bir sosyalizm kuracaktı. Chavez 21. yüzyıl sosyalist ekonomisini nasıl kuracaktı? Halkın kendisi için, kendi tarafından üretim yapmasının neresinden başlanacaktı? Üretim araçlarının işçiler ve halk tarafından sosyalizm hedefleri doğrultusunda çalıştırılması nasıl başarılacaktı? İnsanın tam gelişimi ve herkesten yeteneğine herkese ihtiyacına göre tezi nasıl hayata geçirilecekti? Chavez tezlerini geliştirirken elbette yanına birçok danışman aldı. Marta Harnecker ve Michael Lebowitz bunlardan en tanınan iki tanesidir. Lebowitz o günlerde Chavez’e sunduğu tezde sosyalizm için önerdiği yolu anlatır. 2014 başındaki barikat olayları sırasında bu yazı Monthly Review dergisinde tekrar yayınlandı. Yazar tezinde 21. Yüzyıl Sosyalizmi yolunda doğabilecek sorunlara Marksist açıdan yaklaşımlar getiriyor. Oradan bazı alıntılarla konuyu açmaya çalışalım. Yazar, 21. yüzyılda büyük bir adımla sosyalizme ulaşmanın imkânsız olduğunu herkesin bildiğini yazdıktan sonra “sorun sadece mülkiyet sahipliğini değiştirme sorunu değildir. Bu sorun yeni bir dünya kurmada işin en basit kısmıdır. Bundan çok daha zor olan üretim ilişkilerini, genel olarak sosyal ilişkileri, davranışları ve düşünceleri değiştirmektir.” (1) Aşağıda anlatmaya çalışacağımız gibi aslında 16 yıllık Venezüella deneyi bunun kanıtlanmasıdır. Hala daha bu ilişkilerin rayına oturduğunu söylemek olanaksızdır. Radikal solcuların inançlarının aksine Chavez başından beri işletmelerin işçiler tarafından yönetilmesinin yollarını açmaya ve örmeye çalıştı. Bu çok sancılı gitgelli bir süreçtir. Kooperatifleşmeye her alanda hızla girişildi, devlet finansmanlarıyla desteklendi. Şimdi bu konuları ayrı ayrı işleyelim.

61 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Ama Venezüella iktidarı halk iktidarıdır ve burjuva sisteminin bin bir hilesini ancak yaşayarak, deneyler edinerek öğreniyor. Ayrıca yeni teknolojik gelişimin de finansın dalaveresine yeni büyük olanaklar tanıdığını, buna ayak uydurmanın da kolay olmadığını hesaplamak gerekir. Bu işi halkın anlaması, öğrenmesi gerekiyor. Maduro bu doğrultuda da adımlar attı. Başkanlık seçimleri sırasında verdiği sözü yerine getirip ülkeyi karış karış dolaşmaya başladı. Venezüella aşağıdan yukarıya bir komün devleti yapılacaktır. Bunlar kuruldu, kuruluyor. Güçlendirilmesi gerekiyor. Halk iktidarı komünlerin üstünde yükselecektir. Chavez’in bu işi tamamlamaya ömrü yetmedi. Burjuva saldırıları karşısında Maduro bu çalışmaları hızlandırdı. Ekonomik alanda iktidar ve burjuvazi arasında sıkı bir ikili iktidar savaşı sürüyor. Karşılıklı saldırılar ve savunmalar yaşanıyor. Halk ekonomisinin kurulması acil bir görev olarak duruyor. Üretimin hızlı bir şekilde arttırılması lazımdır. Şimdi bu doğrultuda atılan adımları inceleyelim.


62 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

a) Üretim araçları mülkiyeti ve işçiler Sovyet deneyi işçilerin bir devrimle üretim araçlarına sahip olmasının bir kurtuluş olmadığını gösterdi. Öyleyse nasıl bir yol izlenmelidir? Chavez işçilerin üretim araçlarına sahip olmadan onları hak etmeleri, yani üretim sürecini aksatmadan yürütebilecek bilgi ve beceriye sahip olmaları gerektiğini düşündü. Patronu alınca üretim aksamamalıydı. Patronun üretim bilgilerinin işçilere aktarımı sağlanmalıydı. İşçiler bu işi bileklerinin hakkına kazanmalıdırlar. Yoksa onun kıymeti bilinmiyor. Ülke üretimi bu süreçte aksamamalı ve ayrıca Sovyetlerdeki gibi çarpık hale gelmemelidir. Oradaki merkezi planlama ekonomiyi felç etti. Dondurdu. Tüm canlılığını aldı götürdü. Kapitalizmdeki gibi hatta ondan daha canlı bir üretim yapma yeteneği işçilerde vardır, ama bu nasıl devreye sokulacaktır? Ayrıca hangi yol ve araçlarla, işin neresinden tutup başlanacaktı? Devrimin hemen başında ülkede cogestion diye bir terim kullanılmaya başladı. Cogestion aslında ortak yönetim demektir. (İngilizce co-management ya da co-government anlamında kullanılır.) Anayasa ve çeşitli yorumlardan çıkan anlamı insanın tam gelişimini sağlamak için ekonomik alana işçi ve devletin ortak katılımı ve ortak yönetiminin kurulmasıdır. Ortak yönetimin nasıl olacağı ve kimlerle nasıl, hangi derecede ortaklık yapılacağı sürekli tartışma konusu oldu. Çeşitli işçi katılım modelleri denendi. İşçi komiteleri işletmelerde her seviyede baştan aşağı kuruldu. Bazıları kooperatif olarak ve çeşitli oranlarda devlet ve işçi payı olarak dengelendi. 2005 yılı hemen hemen bütün devlet denetimindeki işletmelerde işçi ve devlet ortaklıklarının kurulması ile geçti. İşçilerin cogestion ile işyeri yönetimini ele almaları ve eğitimlerle sosyalizmin çok yönlü insan hedefine doğru yol alma adımları atıldı. “Ancak 2006’ya gelindiğinde cogestion’da işçilerin odağının şirket hisselerine sahip olmak olduğu anlaşıldı ve hükümet içinde de işçilerin işletmeleri yönetmeye hazır olmadığı inancına doğru kayıldı.” (2) Çünkü ortaya bir karmaşa çıktı, herkes cogestion’u ayrı şekilde yorumladı. Kimisi mülkiyet sahipliğine ağırlık verirken kimisi de katılıma odaklandı. Ayrıca bakanlık içinde de farklı görüşler, farklı uygulamalar görüldü. İşçiler işletmede yönetime katılmayı ya da fabrikayı işgal etmeyi, şirketin kendilerinin mülkiyetlerine geçmesi ve karların paylaşılması olarak düşündüler. “Tüm fabrika işletmeleri işçilere dağıtılsın ve onlar da karları paylaşsınlar” eğilim ve isteği ağırlık kazandı. Oysa Bolivar devrimi açısından sorun mülkiyet değil işçilerin fabrikanın yönetimini öğrenerek gelişmelerinin önünün açılmasıydı. Özel mülkiyet hakkı ikinci boyuttu. “Chavez’in vurgusu açıktı. Cogestion bir işyeri sahibini ‘şimdi şirkete sahip olduklarını düşünen 300 sahiple değiştirmek değildir…. Bu bile bile ladestir. Kapitalizm yaratığını çoğaltmak demektir, egoistliktir, başka bir düzeyde bireyselliktir.’” (3) İşçileri yönetime katmada amaç üretim ilişkilerini değiştirmekti. Yani eskisi gibi amaç bireysel kar olmayacaktı. İşyerinde hiyerarşi kalkacak demokratikleşecek, şeffaflaşacak ve işçiler neyin neden yapıldığını göreceklerdi. İşyeri muhasebe defterlerini anlayacaklardı. Fabrika planlamasına katılacaklar ve üretimi


63 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

yönetmeyi öğreneceklerdi. Amaç basit bir mülkiyet değişimi değildir. İnsanın çok yönlü gelişimidir. Başlarda INVEPAL başarılı bir işçi kooperatifi olarak örnek gösterildi. Hisselerin % 49’u işçilere verildi ve iyi yönetirlerse ödüllendirilecekler ve bu pay % 99’a çıkacaktı. Sonra ama Chavez şu yorumu yaptı: “Burada ne oldu? Bazı hisselerin devlet, diğerlerinin işçilere ait olduğu bir mülkiyet rejimi kurduk. Ne oldu burada? Sonuç kapitalist işçilerle ittifak yapmış kapitalist devlet ve kapitalist kooperatif oldu ve eğer düzeltmezsek verdiğimiz ilaç hastalığın kendisinden daha kötü olacak.” (4) Chavez, sosyal mülkiyet biçimini geliştirmek gerektiğine karar verdi. Böylece % 100 devlet mülkiyeti başladı. O güne kadar kolektif mülkiyet olan yerler de değiştirildi. Mülkiyetin devlet ve yerelde kurulmuş komiteler, komünler arasında paylaşılmasını önerdi. Yani artık özel kapitalist üretime paralel bir sosyal ekonomi kurmak yerine sosyalist bir ekonomi kurma yollarının aranmasına başlandı. Devlet alüminyum işletmesi ALCASA’da başlarda büyük başarılar elde edildi. Maliyet düşürüldü, borçlar ödendi, işçi eğitim merkezi açıldı, yeni teknoloji kullanımı konuları tartışıldı. Ama sonra engeller çıktı. Burada da eski yöneticiler sandalyelerini bırakmak istemediler. İşçi yönetimine karşı kampanyalar yürüttüler. Diğer bazılarında ise yönetim hiyerarşisi kırılamadı. İşçi katılımı engellendi. Hatta bazı yerlerde yeniden özelleştirmelere kapılar açıldı. Bu arada sendikalarda kendi güçleri azalacağı için sürece müdahale ettiler. Yani kendi çıkarlarını ve karlarını kaybedeceğini düşünenler engel koymaya başladılar. İşçiler bu duruma karşı tutarlı bir mücadele veremediler. Görüş farklılıkları çıktı. Bir yıl sonra fabrikadaki işçi komiteleri toplantıları azaldı. Hatta bazı bölümlerde hiç toplanılmaz oldu. O çok başarılı olan ALCASA da eski tek başlı hiyerarşik yönetime dönme kararı aldı. Kapitalist bir işletmede maliyetlerin düşmesi, üretkenliğin artması ve kar edilmesi ana hedeftir. İşçiler yönettikleri işletmelerde böyle bir şeyi düşünmediler. Hadi diyelim bir süre gelecek karlı günler için maliyetine ve zararına çalışılır. Kredi alınır. Ama işçiler hiç böyle bir şey planlamadılar. Borçların ödenmesi diye bir sorunları olmadı nasılsa devlet ödüyordu. Üretimde yeni teknik nedir, uygulanması nasıl olacaktır kafalarında böyle sorular gelişmedi. Hammadde nasıl alınır, nasıl nerden ithal edilir, en iyisi ucuzu nerededir, kalite nasıl arttırılacaktır bunlara pek kafa yormadılar. Ayrıca bunların kolay öğrenilebilecek şeyler olmadığı açıktır. İşçilerin o güne kadarki eğitimleri ve deneyleri buna yetmiyordu. Üretim artmadı. Devlet işletmeleri verimli çalışmadı genellikle sürekli zarar etti. Neden durumun buralara vardığı konusunda çeşitli yorumlar yapıldı. Yönetimdeki işçilerin kafasında yolsuzluk ve ahbap çavuşluk olayının derin izleri olduğu sonucu çıkartıldı. İşçilerin politik bilinci yetersizdi. Amaçları çalışma saatlerini azaltmaktı. Kendilerini zenginleştirmek ve zenginler gibi yaşamak istiyorlardı. Petrol Bakanı sonuçta Venezüella işçi sınıfının cogestion’a hazır olmadığını ve tutucu bir şekilde kendi çıkarlarını koruma mücadelesi verdiklerini açıkladı. Yeni insan yaratma daha başka politikalar, başka yollar gerektiriyordu.


64 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

İşçiler ise sorunun kendilerinde olmadığını, yanlış yöneticilerin başa geçirildiğini savundular. Yolsuzluk yapıldığını söylediler. Bunlar doğru olabilirdi, ama işçi komiteleri zaten bunlarla dövüşülmesi için kurulmamış mıydı? Bu durum işçi komitelerinin başarısızlık hanesine yazıldı. Ya işçi sendikaları? Chavez bir yandan da sendikaları devreye sokmaya çalışıyordu. 1000 tane terk edilmiş fabrikayı göstererek ele geçirmelerini söyledi. UNETE sendikası 2 yıl içinde bunlardan ancak 800 tanesini devreye sokabileceğini hesapladı. Ancak 40 tanesini ele geçirme başarısını gösterdi. Sendika yöneticileri de kendi çıkarları doğrultusunda gerekli enerjiyi göstermiyordu. “Bir zamanlar Chavez’in 2003 yılında kurduğu Ulusal İşçiler Birliği şöyle diyor: Bu büyük firmaların (devletin millileştirdiği büyük alüminyum ve çelik fabrikaları) verimli olmamasının nedeni sendika bürokrasisidir. Devlet ücret ödesin diye etkin bir şekilde korunan endüstri tipidir. Devlet ücretleri ödesin sosyal bir kriz yaşanmasın.” (5) Yani sendika yöneticileri işçi hakları vs. diye neden uğraşacaklar? Nasılsa devletleşmiş çalışılsa da çalışılmasa da ücretler ödenecektir. İşçileri dürtmenin anlamı yoktur. Bu uygulamanın ekonomideki sonucunu Fuentes’den özetleyelim: 2008 küresel ekonomik krizle birlikte devletin geliri petrol fiyatlarındaki düşüşle azaldı. 2009 yılının ilk çeyreğinde ekonomi durgunluğa girdi. GSH % 3,3 düştü. Öte yandan enflasyon sürekli olarak her yıl % 20 artmaya ve yiyecek kıtlığı gerçek bir sorun olmaya başladı. Enflasyon artışını artık yayınlamıyorlar. % 100’leri geçtiği tahmin ediliyor. Sonuçta üretim araçlarının tekrar devlet mülkiyetine geçmesinin çözüm olduğuna karar verildi. Devlet toplum çıkarları doğrultusunda üretim görevine devam edecekti. Üretkenlik ve kalite ancak böyle arttırılabilecekti. Öte yandan kapitalist sınıfın baskısı ve kuşatması da acilen ekonomiye çekidüzen vermeyi gerektiriyordu. İşletmelere yavaş yavaş devlet görevlileri atanmaya başladı. Özel sektörün yıllardır kazandığı üretim deneylerinden anlayan, yetenekli eleman bulmak gerçekten hiç kolay değildi. Venezüella devlet işletmelerinde bu başlı başına sorundur. Bir işletmeye gerekli yeteneği olan kişiler atanabildiğinde durum biraz düzeliyor ve düşen üretkenlik artabiliyordu. Ama bu da işçilerin bilincini geliştirme ve yolsuzluk sorununu çözmedi. Hele hele halk ihtiyaçlarına göre üretim yapma sorunu ortada kaldı. b) Sosyal Üretim İşletmeleri (SÜİ) Bütün bunlar Chavez’i Sosyal Üretim İşletmeleri (SÜİ) kurma fikrine itti. Fikrin sahibi Macar asıllı yazar Meszaros “Beyond Capital” adlı kitabından bu öneriyi ortaya atmıştı. Marks’tan yaptığı alıntıyla şöyle diyordu: “Kapitalizmin meta değişimine dayalı olmasına karşın sosyalizmde değişim ilişkileri komünal ihtiyaç ve amaçların belirlediği eylemler temelinde yeniden kurulmalıdır.” (6) Yani sosyalizm radikal bir şekilde yepyeni üretim ilişkileri kurmalıdır. Üretim ilişkilerinin temeli meta olmamalı halkın ihtiyaçları olmalıdır. Peki, bu nasıl ba-


65 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

şarılacaktır? “Chavez’in kafasında SÜİ’nin nasıl olması gerektiği konusunda en başta iki görüş gelişti. Birincisi üretim kara değil sosyal ilişkilere odaklanmalıdır ve ikincisi SÜİ karları çevresindeki toplulukların yaşam koşularının iyileşmesine katkı sağlamalıdır.” (7) Böylece “emek kendi değerini bulacak, yabancılaşmayacak, otantik olacaktı. Yani herhangi bir emekte sosyal ayrımcılık, hiyerarşik konuma dayalı hiçbir kayırma yaşanmayacaktı.” (8) En azından işçilerin emekleri korunarak yerel halkın ihtiyaçları ile üretim bağlanmaya çalışıldı. Gıda, giyim, ev ve sağlık gibi dört sektörde işletmeler açıldı. Yerleşim yerleri ve şirketlerin ortak mülkiyeti kuruldu. Amaç kesinlikle yerel halkın ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Kısa zamanda bazı yerlerde üniformalar, ayakkabılar, tekerlekli sandalyeler ve mobilya vs. üretildi ve bazı hizmetler gelişti. Üretim ve tüketim arasındaki bağ kurulmaya başladı. İşçilerin halk ile kaynaşılıp pratikten bilinçlenmeleri başladı. Başka bir değişle var olan işletmeler içinde üretim ilişkilerini değiştirme mücadelesi vermek yerine sıfırdan yeni sosyalist ilişkilere dayalı işyeri kurma seferberliğine girildi. SÜİ’ler büyük umut oldular. Başka yararları da oldu. İstihdam yükseldi. Ayrıca bir işletmenin kar etmesi gerektiği bilinci gelişmeye başladı. SÜİ’ler kendi kendine ayakta durabilmeye, kendi yağları ile kavrulmaya yöneltildiler. Karları olursa bir fona aktarılacak ve yeni SÜİ’ler açılacaktı. Çünkü diğer deneylerde bu konuya hiç dikkat edilmemişti ve işletmeler devlet fonları ile ayakta tutuluyordu. Böylece devlet petrolden elde ettiği karları, fonları başka alanlara kaydırabilmeye başladı. Cogestion döneminde kamu üretimi büyük sekteye uğramıştı. İlerlemek değil üretimde geriye düşülmüştü. Ayrıca işsizlik acil bir sorun olarak yeni işyerlerinin açılmasını dayatıyordu. Devlet o nedenle özel işletmelere de büyük teşvikler yaptı. Eğer özel bir işletme işçilerine yönetime katılma hakkı verirse devletten kredi, teşvik alıyordu. 2006 yılında 847 şirket böyle kredi kullandı. Ekonomi biraz canlanma gösterdi, istihdam yükseldi. Petrol fiyatlarının da bu süreçte yükselmesi iktidarın elini rahatlattı. Ulusal üretim bu dönemde biraz arttı ve yeni işyerleri açıldı. Bu anlamda başarı sağlandı. İşçiler kolektif örgütlenmeyi öğrendiler ve bilinçleri yavaş yavaş artıyordu. Olumluluklar görülünce birçok yerde kooperatifler ile işgal edilmiş fabrikalar SÜİ haline dönüştürüldü. Ama hemen hemen hepsi devlete kontratla çalıştılar ve devlet fonları sayesinde ayakta durdular. Ancak sosyalizm yolunda gene bir başarı sağlanamadı. Burada çalışanlar gene yönetime gerektiği gibi katılmadılar. Kapitalist üretim ilişkileri yeniden şekillendi. Geleneksel işçi-yönetici ayrımı kurutulamadı. “Daha önemli bir engel de şirket yönetiminin ve sendika liderlerinin eski özel şirketlerle kontrat yapma eğilimleri başladı.” (9) Bu doğrultuda projeler yapılmaya başladı. Ama bu projelerde işçilerle işbirliği yapmak ya da yerellerin ihtiyacını karşılamak hedefleri olmadı. Üretim ve tüketim arasında bir bağlantı kurulamadı. Beklenen fonlar oluşturulamadı. Bu işletmeler de kar etmediklerini söylediler. Bu yeni açılan işyerleri devletle bağ kurdu yerellerdeki halkla ilişkisi, bağı gelişmedi.


66 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Devlet denetimindeki sektörde durumun bir türlü düzelmemesi, sosyalizm yolunda adımlar atılamaması, verimliliğin düşük olması öte yandan işsizlik iktidarın önünde devasa bir sorundu. İktidar kapitalist üretimle yarış içindeydi ve kaybediyordu. Kapitalist üretim içindeki işletmeler daha üretken ve daha başarılıydı. İşçi ve devlet ortaklığındaki işletmeler onları geçemiyordu. Bu süreçte kamu üretimi azalırken kapitalist üretim canlandı. GSMH içinde özel sektörün payı 1998-2006 arası % 70,4 oldu ve kamu sektörü payı azaldı. Sosyal ekonomi payı ise %1,8 de kaldı. (10) Sosyalist Üretim İşletmelerinin de tüketim ile bağlantısının kurulmadığı görüldü. Üretim ihtiyaçlara göre yapılmıyordu. Bu işletmeler halktan kopuk üretiyorlardı. İşçilerle bağlantı yoktu. Hepsinin ülke içinde dengeli bir üretimi gelişmiyordu. O nedenle komünlere dayalı yeni bir sisteme geçildi. c) Sosyal Mülkiyet İşletmeleri Sosyal Mülkiyet İşletmeleri sosyalist üçgen denilen yeni bir sistemdir. Üretim üç bacaklı olarak düşünüldü: Üretim, tüketim ve dağıtım. Özünde bu sistem baştaki cogestion deneyinin gelişmiş hali gibidir. Chavez “Bundan sonraki ortak yönetim (cogestion) deneyleri sosyalist üçgene … sosyal mülkiyet, sosyal üretim ve ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olacaktır.” dedi. (11) Sosyal mülkiyet yine stratejik üretim alanlarının devlet elinde olmasıydı, ama bu bildik devlet kapitalizmi ile aynı şey değildi. Devlet, komünler ve işçi konseyleri üzerine inşa edilecekti. Kolektif mülkiyet ilişkileri böylece yeni bir şekil aldı. Chavez bunları şöyle açıkladı: “Sosyal mülkiyet tümüyle ve gelecek nesillerde halka ait mülktür. İki biçimi vardır: Dolaylı sosyal mülkiyet, yerel halkların adına devletin yönettiğidir ve direkt sosyal mülkiyet ise devletin çeşitli biçimlerde ve çeşitli belirlenmiş alanlarda bir veya birkaç komünün yönetimine verdiği mülkiyettir. Böylece bu mülkiyet komün mülkiyeti ya da çeşitli kentlerin (komünler bn.) mülkü olur ve vatandaşların mülkü olarak üretilir.” (12) Böylece ülkede komünlere ağırlık verilmeye ve komünlerden oluşan bir sosyalist yapıya geçilmeye başlandı. Kentlerde ve kırlarda yani yerleşimin daha seyrek olduğu alanlarda farklı sayıda ailelerin bir araya geldiği komün komiteleri kurulmaya başladı. Komün komiteleri birleşerek komünler oluşturdu. Her bir komün komitesinin tarımsal alanı olduğu gibi Sosyal Mülkiyet İşletmelerine sahiptiler. Komün komiteleri yerleşim alanlarının yönetimleri oldular. Hangi üretim biriminde ne üretilecek, ne kadar üretilecek, ihtiyaçlar nelerdir onların belirlemelerine göre üretim yapılmaya başladı. Sonuçta bir üretim biriminin etkileyeceği herkes o üretim aracının kararında söz hakkına sahiptir. Chavez mısır değirmeni fabrikasını basit bir örnek olarak verir. Değirmen fabrikası yalnız o fabrikada çalışanlar değil mısır üreticileri ve aileleri dâhil o bölgede yaşayan herkesin ortak kararı ile çalışacaktır. Yoldan, su tesislerine, tavuk yetiştirmekten ineğe tutunda mobilya fabrikasının kurulmasına kadar her şeyin kararı komün komitelerinde belirleniyor. Üretim araçlarının sosyal mülkiyeti ancak böylece hem tüketimin karşılanması hem de dağıtım safhalarını içine alıyor.


Komünler Günümüz Venezüella’sındaki güçler dengesinin odağına komünler oturur. Burjuvazi ve halk arasındaki son yaşananları anlamak için bu dengenin halk ya da komün bacağını anlamak gerekir. Onların gelişmesi kapitalist güçlerle olan nihai savaşın bel kemiğidir. Chavez’in devrimle yıkmadığı devlet işte bu komünlerin alttan tepeye tüm devlet kadrolarını ele geçirmeleri ile ortadan kalkacaktır. Bir anlamda bunlar Venezüella’nın Sovyetleridirler. Komünler ülke yönetimini ellerine aldıklarında burjuva devlet yapısı tasfiye olacaktır. Sosyalist Venezüella o zaman tam kurulmuş olacaktır. Chavez ve şimdi de Maduro komünlerin güçlenmesini hızlandırdı. Venezüella’da politik, siyasi, ekonomik tüm sorunların çözüm çekirdeği komünlere bağlandı. Şimdi onların geçmişine ve son gelişmelere bakalım. Komünler en alttan kurulmaya çalışılıyor. Kentlerde 200, kırlarda daha az sayıda ailenin yaşadığı alanlarda komün komiteleri kuruluyor. Sonra bu komiteler, konseyler ve komün kentleri olarak birleşiyor. Eyalet komünleri olacak. Bunların temsilcileri ile de hükümet komünleri oluşacak. Böylece şu anki devlet yapısı tamamen tabandan tepeye inşa edilmiş olacaktır. Peki, şimdi Venezüella bu ağın neresindedir? Komünlerin, komitelerin kurulması henüz tamamlanmamıştır ve eyaletten eyalete farklı hızda gelişiyor. Örneğin; Apure eyaletinde 39 komün komitesi birleşti ve ilk komünal kent böylece kurulabildi. 2014 Eylül ayındaki ulusal sayıma göre 33,223 komün komitesi, 1234 komün ve 17,332 sosyal hareket bulunuyor. Devlet 2014’de 169 tane daha yeni komün kurma kararı aldı. Kurulmuş olanların da iyi işlediği söylenemez. Ancak 420 tanesinin şöyle böyle çalıştığı yazılıyor. Her komün istendiği, olması gerektiği gibi çalışmıyor. Kurulu olanları da de-

67 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Bu yeni örgütlenme biçimi ile fabrikalarda işçi konseyleri yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Ama artık onlar özerk birimler gibi değil komün komitelerinin belirlediği komün ihtiyaçları doğrultusunda, onlarla birlikte alınacak kararlar çerçevesinde çalışma yürütmek zorundaydılar. Böylece mülkiyet, üretim, tüketim ve dağıtım sorunları temelden, en alttan belirlenip üste doğru inşasına başlandı. Son olarak, bir konuya daha değinmekte yarar vardır. Bu sosyal mülkiyet biçimi komünizmin herkese ihtiyacına herkesten yeteneğine göre ilkesine doğru gitmek için de uygundur. Üretim bencil çıkarlara odaklanırsa o zaman insanlar birbirlerini rakip olarak görüyorlar. Fuentes, Lebowitz’den aktarıyor: “Bireyin sınırsız tüketim hakkı, insanın gelişimine odaklanma ile yer değiştirmelidir. Yoksa bencillik, kendini düşünme kaçınılmaz olarak güçlü kalıyor ve üçgenin diğer köşelerini etkiliyor.” Üçgen, yani üretim, tüketim ve dağıtım eş zamanlı olarak gelişirse dengeli oluyor. İnsanın gelişmesi öne çıkmalıdır. Sosyal mülkiyet, işçi katılımı ve sosyal ihtiyaçlar için üretimin birbiri ile kaynaşması 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Bu teorik özetlemeden sonra Venezüella’da komünlerin pratikteki durumlarına bakalım.


VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

rinleştirmek gerekiyor. Yıllardır komünlerin ulusal konferansı toplanmaya çalışılıyor. En sonunda birçok aksaklığa rağmen 16-17 Kasım 2013 tarihlerinde gerçekleşti. Başarılı bir konferans oldu. Tüm ülkeden komün temsilcileri bir araya gelip hem üretimlerini tanıttılar, hem birbirlerini tanıdılar hem de sorunlarını tartıştılar. Önlerinde duran en büyük sorunun ülke üretim temelini genişletmek ve ithalden bağımsız, kendi karınlarını doyuran bir ülke kurmak olduğu kabul edildi. Tarım, komünlerin çözmesi gereken en temel sorundur. Halkın karnının doyurulması, yani kendi ayakları üzerinde durmak için tarım geliştirilmelidir. Venezüella’da kırlar eskiden beri büyük sorundur. Ülkede petrol yataklarının bulunması ile her şey dışarıdan ithal edilmeye başlandı. Tarım öldürüldü. Ülke dövizlerinin bir şekilde dışarı akması için ÇUŞ’ler Venezüella’da latifunda ağaları ile birleşerek ticaret burjuvazisi oldular. Kırlar öldü. Köylülük neredeyse iflas etti ve ülkenin merkezlerinde barrio denilen gecekondu alanlarında iş aramak zorunda kaldı. Kalan köylüler de kır proleteri olarak çalıştılar. Toprak nasıl sürülür, ekilir biçilir unutuldu. Hayret edilecek bir şekilde günümüz Venezüella’sında toprağı ekip biçmeyi bilen çok az sayıda köylü kalmış. Köylülüğe yeniden tarım bilgisi verilmesi, yeni nesil köylüler, toprakla uğraşan insanlar yetiştirilmesi gerekiyor. Komünlerin önlerindeki en büyük sorun budur. Hükümette onları bu konuda çeşitli şekillerde destekliyor. Ekilecek alanlar komün önerileri doğrultusunda belirleniyor ve devlet bunları komün ortak mülkiyetine veriyor. Her fırsatta genişletilmeye çalışılıyor. Komün komiteleri tarımsal ihtiyaçlarını belirliyor. O ihtiyaçlara göre ekim yapılıyor. Ekim planlamasında sanayi ihtiyaçları da göz önüne alınıyor. Kentlerde de Küba’nın küçük ölçekli, ekolojik tarım örneğinden yararlanılıyor. En ufak ekilebilir alan değerlendirilmeye çalışılıyor. Ama asıl değerlendirilmesi gereken büyük toprak ağalarının latifunda topraklarıdır. Bunlar 30 milyon hektarlık sürülebilir toprakların 7 milyonuna sahipler. 2013 planlamasında latifundalardan ilga edilecek toprak miktarı artırıldı. Hükümet 2014 ulusal bütçesinde Ulusal Toprak Kurumunun 350 bin hektar toprak ilga etmesini hedefliyordu. 2001 yılından beri ilga edilen toprak miktarı böylece 4 milyona ulaşacaktır. (12) Gerektiği gibi kullanılmayan toprakların ilgası anayasal bir haktır. Komünler bu alanları tespit ediyorlar, devlete bildiriyorlar ve devlet de gerekeni yapıyor. Ama bu da pürüzsüz yürümüyor. Burjuvazi ile işbirliği yapan ağalar büyük direnç gösteriyorlar. Kiralık katiller tutarak terör estiriyorlar. Yalnız 2011 yılında 311 köylü öldürüldü. Her yıl sayı artıyor. Devlet kurumlarında tanıdıklarından, bankalara kadar birçok kanalla da ilgayı çeşitli şekillerde engellemeye çalışıyorlar. Banka, pazar bilmeyen halkın bilgisizliğini sömürüp çeşitli dalavereler yapıyorlar. Son zamanlarda bu dirence karşı daha ciddi savaş açıldı. İşlenecek alan dışında tarımsal ürünün yetiştirilmesi yani tarımı sanayi haline getirmek, modernleştirmek için devlet başka adımlar attı. Yeni bütçede hedef sosyalist tarım çiftlikleri kurmak. Hayvan yetiştirmeye ağırlık vermek. 30


Komünlerin sorunları Bu halk demokrasisini alttan üste kurma güzel projesi şimdiye kadar nasıl işledi ve sorunları nelerdir? Onlara da bakmakta yarar vardır. Aynı fabrikalarda, işçilerle karşılaşılan sorunlar komünlerde de yaşanıyor. Tarımdan başlarsak köylüler genelde yöre halkının ihtiyacı yerine en çok kar getirecek tarım ürününü ekmek istiyor ve bunda diretiyorlar. Oysa yerelin karnını doyurmak, gene yörelerinin ihtiyaç duyduğu, gerekli olan sanayi ürünlerini ekmeleri gerekiyor. Köylülüğün bilinci de aynı sanayi işçisi gibi henüz istendiği kadar sosyalistleşmemiştir. Sosyalleşmelerini başarmak için köylüleri de komünlerin içine aldılar. Bu kez komün içinde çatışmalar yükseldi. Ayrıca aynı işçilerde olduğu gibi köylüler de kendilerini devlet güvencesinde hissettiklerinden olsa gerek toprağı ekme zahmetine katlanmak istememeye başladılar. Toprağı ekip biçmiyorlar. Toprağı atıl bırakıyorlar, tembellik ediyorlar. Nasıl olsa devlet kendilerine bir şekilde bakacak düşüncesi hâkimdir. Şimdi komünlerdeki demokratik işleyişe bakalım. Halklar kendi kaderlerini ellerine alabilmede ne kadar istekliler? Kendilerini yönetmek istiyorlar mı? Siyasi bilinç seviyesi ne düzeydedir? En temel sorun ilgisizliktir. Karar mekanizmasına yereldeki her üye katılmıyor. Konut ihtiyacı varmış, okul, yol yapılması gerekliymiş, su sorunu varmış, eğitim şöyle olsun gibi konuları tartışmaya gelmiyorlar.

69 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

yerleşim alanında 708 hektarlık tarım kompleksi kurulacak. Büyük baş hayvan yetiştirilip süt elde edilecek. Mısır ve ayçiçeği yetiştiricilerine krediler verilecek. Üretkenlik arttırılacak. Yalnız 2014 yılında yurt dışarıdan 320 tarım teknisyeni getirildi. Maduro 2014 yılında 80.000 kırsal proje gerçekleştirmek istiyordu. Bu önlemler sayesinde 2013 yılında domates, biber, soğan ve havuç ihtiyacının % 100’ü ülke içinden karşılanmış. Bu başarı halkın karnını tamamen doyurma hedefine sıçratılacak. Venezüella kendi karnını kendi doyurabilen bir ülke olmak için tarıma büyük önem vermeye ancak başlayabildi. Komünlerin birçok sorumluluk ve yetkisi vardır. Tarım sosyal üretimin bir parçasıdır. Tarım ama aynı zamanda sanayi için de üretim demektir. Tarım sanayi tüketimini de karşılamalıdır. Böylece sanayi işletmeleri de komüne bağlandı. Gerçekten komünler özünde yerel devlet yönetimi gibidirler. Çevrelerini geliştirmek için projeler üretebilirler. Yani biz kendi fırınımızı kurmak, işsizliğe karşı şu maddeyi üretmek için şöyle bir fabrika, taşınması için şöyle bir yol yapılmasını istiyoruz. Şöyle evler istiyoruz, diyebiliyorlar. Ülkede büyük bir inşaat seferberliği vardır. Komünlerin uygun gördüğü yerlere insanlara yaraşır konutlar yapılır. 2.5 yılda tam 600 bin konut yapılıp dağıtıldı. Yapımlar devam ediyor. Bunun için proje geliştirip devletten finansman talep edebiliyorlar. Alt yapı tesisleri, yollar köprüler hep onların talepleri ve projeleri doğrultusunda devletten krediler alıyor. Ancak sık sık komünlerin projeleri diğer komünlerle ortak planlaması ve devlete danışması gerekiyor. Projeleri Ulusal Mecliste anlatıp savunuyorlar. Yetkileri çoktur ve her yıl devletin komünlere ayırdığı bütçe miktarı oran olarak ulusal bütçe içinde büyüyor.


70 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Buna kafa yormuyorlar. Olanak var, ilgi yok. Genellikle üyelerin % 40’ı toplanabiliyor. Bazı yerlerde daha da düşüp % 15‘e iniyor. Katılım düzensizdir. Bugün biri diğer gün başkası geliyor. Bazıları bu konseyleri gereksiz buluyor. İktidarın kurmak istediği katılımcı demokrasi sonuçta yine bir şekilde temsili demokrasi haline dönüşüyor. Gelenler gelmeyenlerin temsilcisi oluyorlar. Halkların demokrasi isteği, kendi kaderini belirleme azmi başka bir bilinç gerektiriyor. Birileri bencillik yapıp kayıtsız kalırken diğerleri onların yerine de çalışmak zorunda kalıyor. Vatandaşlık görevi aktif olan başkalarının sırtına atılıyor. Sonra toplantılara katılmayanlar katılanları bencillik yapmakla suçluyorlar. Aksaklıkların üstesinden gelmenin yolu politik bilinci yükseltmekte yatıyor. Komünlerin görevlerinden bir tanesi de budur. Özellikle seçimler sırasında çeşitli politik eğitimler yapılıyor. Kır halkının bilinçlenmesi de uzun bir süreç gibi görünüyor. Bu 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin ayrı bir sorunudur. Elbette sadece halkın isteksizliği, bilinç düzeyi olayları açıklamaya yetmez. İlgisizliği devlet bürokrasisi de kışkırtıyor. Örneğin; komünler devlete yollayacakları projeler için belirli formlar doldurmak, bazı bürokratik işlemleri tamamlamak zorundalar. Halk her zaman bunları anlamıyor. Karmaşık olmasından yakınıyorlar. Halkların eğitim düzeyi ile yönetim zorluklarının üst üste düşemediği açıktır. Mühendislik gibi eğitim isteyen projelerde halkın bilgi düzeyinin yetmemesi doğaldır. Devletin formülleri basitleştirmesi isteniyor. Devlet kadrolarının da görevlerini yapabilmek için komünlerin bürokratik bazı koşulları yerine getirmesini istemesi doğaldır. Bürokrasinin sıfıra inmesi sanırız günümüz koşullarında henüz gerçekçi olmaz. Komünlerden uygun yanıtlar gelmeyince veya halklar uygunsuz kararlar alınca işin halledilmesi için devlet kadroları başka çareler arıyorlar. İşler çığırından çıkabiliyor. Haksızlıklar yapılabiliyor. Yanlış anlaşılmalar, yanlışlıklar silsilesi işleri kördüğüm haline getirip tarafları vurdumduymazlığa, ilgisizliğe sürükleyebiliyor. Devlet yapısı da tamamen burjuva özelliklerden temizlenmiş değildir. Burjuva kesimlerin iktidarda kolları vardır. Bu adamları kanalıyla komünlerin bazı projeleri engellenebiliyor. İşe demokratik yollar yerine rüşvet, kayırma, kendi çıkarını kollama gibi binlerce sorun girebiliyor. Olmadık kişilere olmadık fonlar verilebiliyor. Komünler ve devlet kadroları arasında sürtüşmeler doğuyor. Komün konseylerinin gereksiz olduğunu, bunlardan bir iş çıkmayacağını düşünenler artıyor. Komünlerin Venezüella’da 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin çekirdek nüveleri olduğu kesindir. Sosyalizm komünlerdeki halkların bilinçlenmesi ve iktidarı tabandan örmesi ile gerçekleşecektir. Kolay bir iş olmadığı biliniyor. Zaman alıyor. Burjuva muhalefet tüm sorunları komünlere atıyor. Her fırsatta komünlere saldırıyorlar. Ülkedeki şiddet ve suç yüksekliğini komünlerin üstüne atmaya çalışıyor, yalan yayıyorlar. Silahlı çeteler kuruyorlar, diye suçluyorlar. İktidarın asıl suçluları buralarda aramasını istiyorlar. Burjuvazi onları karşılarında bir tehlike olarak görüyor. Bu korku ve suçlamalardan kalkarak komünlerin doğru yolda olduğu söylenebilir. Maduro bunun farkındadır. O nedenle 2014 yılında yaşanan barikat olayların-


Düzen Yaratıkları

71 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

da komünlerin gücünü ancak muhalefet yorulma belirtileri gösterince devreye soktu. Böyle yapmasa ülke bir iç savaşa girebilirdi. Maduro amaçlarının “Halk güçlerini canlandırmak ve onları hükümet yapıp sorunları çözmek” olduğunu hep tekrarlıyor. Komünleri tek tek dolaşmanın, sokak hükümetleri ile temas kurmanın büyük yararı vardır. Devlet kadroları ile halk temsilcileri birbirlerini daha yakından tanıyor ve anlıyorlar. İktidar bölgesel kalkınma stratejisini çizmede daha canlı bilgi edinmiş oluyor. Maduro komün ve sokak hükümetleri ile yaptığı toplantıları şöyle değerlendirdi: “Bu yöntemle iktidar oluşumuzun ilk 100 gününde insanlarla yaptığımız yüz yüze toplantılarda 2000 proje kabul edildi. Bu sokak hükümetleriyle günlerce birlikte çalıştık ve 16 milyar dolar ekonomik kalkınma, alt yapı, yol, konut, tarım sanayi, eğitim ve sağlık için yatırım yaptık. Bu devrim içinde devrimdir.” (13) Maduro son dönemde aldığı kararlarla komünlerin yetkilerini yerelden devlet üst kademelerine kadar tırmandırdı. Komün bölgesel bakanlık konseyleri kuruluyor. Şöyle işliyor: Her bir komün komitesi kendi içinden merkeze yollayacağı komün temsilcisini seçiyor. Çeşitli komün komitelerinden gelen temsilciler o kentin ya da komünün yönetimi oluyorlar. Kentler tabandan örgütlenmeler ile yönetilir hale geliyor. Bunlar bölgesel bakanlık konseyleri, ulusal hükümetin yereldeki temsilcileri oluyorlar. Sonra aralarından merkez hükümetine temsilci yolluyorlar. Bu sistem yerine oturduğunda da ulusal hükümet organları bu temsilcilerden oluşacak. Yani devlet kurumlarının yerini alacaklar. Tepeden atanma ortadan kalkacak. Maduro 2015 yılı başında komünal yönetimin ulusal başkanlık konseyini kurdu. Halk devleti olma yolunda bir adım daha atıldı. Yakında burjuva devlet yapısı tamamen kalkacak yerini komün konseylerine devredecek. Ülkede 24 bölge var şimdiye kadar bu konseyler 21 tanesinde kurulmuştur. Yavaş yavaşta devletin yaptığı işler bu komünlere devredilmeye başladı. Sağlık, eğitim, alt yapı inşası, tarımsal kalkınma konularının devrinde de önemli çalışmalar yürüyor. Hizmetlerin, sorumluluk ve komün mülkünün transferi ve komün ekonomik faaliyetlerinin yükseltilmesi hepsi bu komün başkanlık konseylerine devredilecektir. Komünlere döviz alma yetkisinin verilmesi tartışılıyor. Böylece devlet tepeden değil yerelden yönetime başlayacaktır. Ekonomik sorunlarını da kendileri halledeceklerdir. Belki bu bilgilendirmeden sonra sorabiliriz: PSUV içindeki radikal kanadın ülke sorunlarını 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin gerçek bir devrim yapmamasına bağlaması ne kadar yerindedir? Bu eleştiri mücadeledeki güçler dengesini hesaba katmayan bir yaklaşımdır. Günümüzün devrim sorununa 19. ve 20. yüzyıldan dersler çıkarmadan yapılan bir eleştiridir. Ayrıca zamanında Chavez ve şimdi de Maduro yaşananlardan çıkardıkları sonuçla sürekli boğuşuyorlar. Her gün yeni bir şey kuruyorlar, deniyorlar. Olmadı değiştirmekten kaçınmıyorlar. Bu süreç böyle süreceğe benzer. 16 yıl halkların bilinçlenmesi için uzun bir süre olmasa gerek.


72 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Venezüella 21. Yüzyıl Sosyalizmi deneyinde burjuvazinin yok edilmediğini düşünürsek onun devrim sürecinde sayıca azalmış olacağını tahmin edebiliriz. Ancak Maduro seçimleri % 1,5 oy farkı ile kazandığına göre ortada başka bir durum vardır. Burjuvazi hala varlığını ve etkisini pek kaybetmemiştir. Hatta kimi yorumculara göre burjuva sayısı artmıştır. Halktan bu düzenden umudunu yitirenler vardır. Konuyu biraz açmak gerekiyor. İlginçtir, ama 16 yıllık deneyim sırasında ekonomik gelişim düzenden semiren ve burjuvalaşan bir kesim yaratmıştır. Bunlara Venezüella’da boliburguesia deniyor, yani Bolivar burjuvazisi. Bunların bir kısmı PSUV içinde duruyorlar. Örneğin; Komünist Parti, PSUV’a bu nedenle katılmadığını iddia ediyor. PSUV bu kişiler nedeniyle parçalıdır, diyor. Boliburjuvalar 21. Yüzyıl Sosyalizmi denilen sistemden yana olan muhalifler olarak da biliniyor. Hatta ne-ne’ler diye de anılıyorlar. Ne iktidardan yanalar ne de muhalefetten. Aslında bir şekilde “Chavezciler”. Bu düzenin böyle gitmesinde çıkar sağlıyorlar. Düzenin yaratıkları olmuşlar. Ekonominin çeşitli boşluklarından, karmaşasından yararlanıp ceplerini dolduruyorlar. Düzen buna çeşitli olanaklar yaratıyor. O nedenle ne burjuvazi gibi eski düzene dönülmesini istiyorlar ne de 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin tam kurulmasından yanalar. Bu çarpıklığı ile devam etsin, iş nereye varırsa varsın düşüncesindeler. İktidarın geleneksel burjuvazi ile dövüşünden kendilerine pay çıkarıyorlar. Uruguaylı yazar R. Zibechi, Guerrero’dan aktarıyor: “Techint’in üretimi çok uluslu şirketteyken verimlilik daha fazlaydı.” dedikten sonra ekliyor. “Millileştirilmiş şirketler reel sosyalizm tarihini tekrar ediyor gibiler. Radikal değişimlerin olduğu yerlerde devlet bürokrasisi denilen zehirli ve kangrenleşmiş yapı sosyal, devrimci organizmada ortaya çıkıveriyor.” Yani tüm çabalara rağmen tesisler millileştirilince bürokrasi hortlayıveriyor. Gerçekten de Venezüella’da işçi ve devlet yönetim ve sahipliğindeki şirketler verimsizlik ve karmaşa nedeniyle tekrar devletleştirildikten sonra bürokrasi ayyuka çıktı. Ve o zamandan beri de tüm çabalara rağmen bu değiştirilemedi. Boliburjuvalar hem devlet şirketlerine hem de devletin çeşitli kadrolarına yerleştiler ya da orada burjuvalaştılar. (14) Çeşitli kademelerde çöreklenmişler. Örneğin; komünlere verilecek projeleri bunların engellediği söyleniyor. Elbette projelerin yerleri, biçimleri konusunda karar verilirken bir takım yetkililer vardır. Bunlar yetkilerini çeşitli burjuva kesimlerine çıkar sağlayacak ve dolayısıyla kendi ceplerini dolduracak şekilde kullanabiliyorlar. Burjuvazi ile yakın bağ içindeler. Onlar gibi zengin olma sevdasındalar. Eskiden gelen burjuvazi zaten devlet kadrolarından kendilerine yandaş yaratmada beceriklidir. O nedenle iktidar kadroları içinde burjuvazinin yandaşları, adamları vardır ve bunlar kendi çıkarları için her türlü rüşvet ve yolsuzluktan nasiplerini alıyorlar. Rüşvet ve yolsuzluk dışında devlet politikalarından da yollarını buluyorlar. Nasıl mı? Para politikası, döviz politikası bunlardan bazılarıdır. Devletin çeşitli nedenlerle dağıttığı ayrıcalıklı dolarların musluk başı ellerindedir. Bunların bankada hesap açacak kadar paraları vardır ve bu kanalla örneğin her yıl dışarı se-


73 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

yahat nedeniyle 3000 dolar alırlar. Sonra bu parayı karaborsada tekrar bolivara çevirirler. Düzen sayesinde her yıl en azından böyle bir ek gelir elde etme olanakları vardır. Sistemin değişmesine karşı elbette fren yaparlar. İşçi sendikalarının tepesine oturmuş, bu düzenin düzelmesini istemeyenler de vardır. Bunlar çeşitli işleri istedikleri kişilere verme yetkisini kaybetmek istemezler. Bundan çıkar devşirirler. Daha öncede söyledik rahat rahat oturmak yerine ayrıca sınıf mücadelesi vermekten kaçınırlar. Gene yukarıda yazdık. Devletin Marcal halk marketlerinden kaçırılan sonra komşu ülkelere satılan on binlerce ton sübvanse edilmiş tüketim mallından söz ettik. Bunların bir kısmı marketlerin başında oturan müdürlerdir. Sınırdan petrol kaçıranların arasında da tepelerde oturan bürokratlar vardır. Ordu, sınır polisi ile işbirliği içinde kaçırıyorlar. Polis içinde de, ordu içinde de suçlu bulunur. Yani işin plancısı, taşıyıcısı, sınırdan geçiricisi, orada satıcısı hepsi bir ağ içinde çalışıyorlar. Eli silahlı koruyucular da işin cabası diyelim. Herkes soygundan nasibini alıyor. Suçluların yakalanması ciddi olunsa zor olmasa gerek. Ama işte bu yaratıklar ile işler karışıyor. Çürüme artıyor. Tepedekiler görmüyor, duymuyor. Düzen güçlenmediği sürece kendi gemisini kurtaran kaptan oluyor. Bunlar düzenin doğurduğu Bolivar burjuvaları haline geliyorlar. Devlet işletmelerinde, devlet kadrolarında memur olarak çalışan iyi niyetli yöneticiler olabilir. Belki başlarda iyi niyetle bu göreve geldiler, ama zaman içinde işçilerin sorunları, onlara bir şey öğretme, onlardan bir şeyler bekleme zorlu çalışması içinde de inançlarını yitirmiş, kendi çıkarlarını kollamaktan başka çıkar yol göremeyenler de olabilir. Kısır bir döngüdür. İşçilerdeki ilgisizlik, hedefe istendiği hızla varılamaması, çeşitli engeller onları kendi başlarının çaresine bakma yoluna itmiş olabilir. Çünkü 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ni kurmak uzun ve zorlu bir süreçtir. Herkesten aynı soluğu beklemek yanlış olur. Sistemin yarattığı çarpıklıkları görüp inancını yitirenler de gününü gün etmeye çalışanlar da olacaktır. Her düzende yok mu? PSUV radikallerinin iddiasına göre Bolivar burjuvaları iyi niyetli olanların yaptıklarına köstek oluyorlar. Örneğin; geleneksel muhalefetin yarattığı kıtlık, depolama ve son zamanlarda sokak gösterilerinde öldürme olayları, saldırılar kısacası politik ekonomik suç işleyenler biliniyor. Bunların halk önünde açıklanması isteniyor. Ancak devlet kadrolarındaki bu Bolivar burjuvazisi engeline takılıyorlar. Bu isimler deşifre edilemiyor. Ya da sadece bir kaçı göstermelik ortaya çıkarılıyor. Ordu içinde de bu düzenden çıkar sağlayanlar vardır. Hatta son günlerde üst düzey subaylar darbe örgütleme suçlaması ile tutuklandılar. Özellikle muhalefetin elindeki eyaletlerde polis kadrosunu bu burjuvalar besliyor. Bu eyaletlerde kurulan barikatlar gene bu polislerin denetimi altındaydı. Buradaki polisler muhalefetten yana davrandılar. Olaylar durulunca da bir kısmı tutuklandı. Düzenin çarpık yanları böyle bir halk kesimi doğurabiliyor. Sosyalizmin kurulma sürecinde böyle ne olduğu belirsiz bir insan şekillenmesi yaratabiliyor. Belki de bu kaçınılmazdır. Çarpıklıktan beslendikleri içinde geleneksel burjuvazi gibi


sistem değişikliği istemez. O muhalefet ile tam örtüşmez.

GENEL DEĞERLENDİRME

74 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

Zayıflıklar Venezüella 16 yıldır 21. Yüzyıl Sosyalizmi yolunda ilerliyor. Halk ekonomisini yaratma ve kapitalist ilişkileri, üstüne çıkarak tasfiye etme mücadelesi veriyor. Görüldüğü kadarıyla henüz kapitalist üretim bu süreçte zayıflamamış hatta gelişmiştir. Sosyalist üretim ve ilişkiler, pek kök salmamış yavaş yavaş ağır aksak gidiyor. Halkın bilinçlenmesi yükseliyor, ama daha istenilen düzeyde değildir. Ülke devrim yolunda yepyeni bir yol deniyor. Eski sosyalizm deneylerinden kalkarak onların yanlışlıklarını yapmamaya ve ülke ekonomisini yepyeni bir yolla geliştirmeye çalışıyor. Mülkiyet ilişkilerini kurma doğrultusunda bir şunu bir bunu deniyor. Bakıyor olmuyor değiştiriyor ve yenisini uygulamaya sokuyor. Dersler çıkarıyor, öğreniyor. Bu anlamda çok aktif bir ülkedir. Yanlış yapmaktan korkmuyor. Umudunu yitirmiyor. Bunlar rotadan sapma değil doğru rotayı, yolu bulma çalışmalardır. Kolombiya’lı yazar Venezüella’yı şöyle tanımlıyor: “Yoksulların şenlik, zenginlerin protesto yaptığı bir ülkedir.” Gallup kamuoyu araştırma şirketi 2011 yılında dünyaca ünlü Washington Post gazetesinde dünya mutluluk sonuçlarını açıkladı. Buna göre Venezüella Finlandiya’nın arkasından dünyanın 5. en mutlu insanlarının yaşadığı ülke oldu. İnsanlar hayatlarından memnun mutlu mutlu yaşıyorlar. Neden olmasın ki? Açlık yarı yarıya azalmış. Herkes üç öğün yemek yiyor. Herkesin iş, sağlık, emeklilik, eğitim garantisi var. Yüz binlerce konut yapıldı, yapılıyor. Birçok sosyal hakları var. Yarınlarına umutsuz bakmıyorlar. İnsanın çok yönlü gelişimi için büyük çaba sarf ediliyor. Bu insanların mutluluğuna giden yol değil midir? Ama kocaman bir “ama” var ortada. Bütün bu rahatlık halk üretiminden gelmiyor. Halklar ülkenin yeraltı zenginliğinin sefasını sürüyorlar. Yani bu ülke halkı bir anlamıyla rantiyer gibi davranıyor, petrol gelirlerini yiyip içiyor. Hatta bazı sol yorumcular düzene “Petro-sosyalizmi” adını takmışlar. Elbette bu doğru bir yol değildir. Petrolün bir gün biteceği ya da başka enerji kaynaklarının devreye sokulma olasılığı bir yana, rantiyer olarak yaşamak bir süre sonra toplumu çürütür. İnsanı insan yapan üretimin, yaratıcılığın gelişmesi ile bağlantılıdır. Venezüella halkları elbette çalışıyorlar, ama sırtlarında bir küfe olmadan çalışıyorlar. Günlerini gün ederek çalışıyorlar. Ülkelerinin sorunları ile ilgilenmek, kendi kaderlerini ellerine almak, gösterilen yolda ilerlemek anlamında gereken adımı atmakta biraz yavaş ve vurdumduymaz davranıyorlar. Ellerine geçirdikleri büyük bir fırsatı gerektiği gibi değerlendiremiyorlar, diyelim isterseniz. Neden böyleler? Buna çeşitli gerekçeler getirilebilir. Bu insanlığın bir özelliği olabilir. Zor olmadan ya da yumurta kapıya dayanmadan davranmıyorlar. Öyleyse acaba bir zorlama mı, gerekli? Bir dürtü mü şart? Bilmiyoruz. Belki de yıllardır öyle yoksulluk,


75 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

geleceksizlik içinde yaşadılar ki şimdi biraz bunun tadını çıkartmak istiyorlar. Bu kadar yaşadıkları acıdan sonra bu on yıl devede kulak olarak düşünülebilir. Belki bir korku gerekli! Belki bu daha disiplinli çalışmak için bir dürtü olabilir. Her ne olursa olsun ancak herhalde şöyle bir tespit yapmak yanlış olmaz: Halklar öyle kolay öğrenmiyorlar ve sosyalizmi kurmak öyle kolay bir şey değil. Devrimi yapıp, alın üretim araçlarını, şimdi sosyalist ilkeler ile üretin, yepyeni pırıl pırıl sömürünün olmadığı bir ülke kurun, demekle olmuyor. Hatta dizlerinin dibinde tehdit eden kapitalist sınıf var ona rağmen gerçekleri görmeleri o kadar kolay olmuyor. Elbette bilinmeyen bir gerçeği söylemiyoruz, ama en azından sorunları anlamak açısından önemlidir. Venezüella halkları Batı halkları seviyesinde eğitimli değiller. Chavez bu konuya çok önem verdi. Şimdi okuma yazma bilmeyen oranı çok düşük. Devrim sonrası açılan üniversitelerde genç, yaşlı birçok insan okuyup mezun oldu. Venezüella halkı hızlı bir şekilde eğitiliyor. Ancak bu eğitim ve çalışma bilgisini modern düzeye yükseltmek, üretime aktarmak bir çırpıda olmuyor. Fabrikada, kırda üretimin bütün safhalarını öğrenmek ve onu yönetme becerisini edinmek ayrı bir iştir. Başka bir disiplin, inat, bilinç ve emek ister. Ayrıca işçilerin hepsi böyle bir zora gelmek istemiyor. Böyle bir zorunluluk da dayatılamaz. Böyle bırakmak mı gereklidir? Elbette değil. Sosyalizmi kurmak demek o insanların fark etmediği ama içlerinde kesinlikle olan yeteneklerini ortaya çıkartmalarını sağlamak ve bu kaynağı üretim içinde, insanın mutluluğunu daha da arttırıcı bir şekilde kullanmanın yollarını yaratmak demektir. İnsanın çok yönlü gelişimi sosyalist ilkesini bu insanlarda da gerçekleştirmek demektir. Onları sırf günlük maddi çıkarları peşinde koşmak darlığından kurtarmak, geliştirmek demektir. Ancak bunlar yapıldıktan sonra bencillik, yolsuzluk, yozlaşma gibi sorunlar halledilebilecektir. İnsanlar maddi değerlerden manevi değerlere doğru kaymaya ya da gelişmeye başladıklarında bir takım sorunlar çözülecektir. Disiplin ayrı bir sorundur. Onun insanı zora sokma dışında rahatlatan bir yanı da vardır. Çünkü ancak disiplin ile bir takım şeyler başarılabilir. Bir işi yapıp bitirmenin insanda yaratacağı mutluluğu görüp yaşamak başka bir şeydir. Başka bir mutluluk düzeyidir. Buna da belirli adımlarla varılıyor. Yolsuzluk çeşitli düzeylerde yaşanıyor. En basitinden mahallede el altından süt satılıyor. Kıtlığı çekilen bir mal stokçuda bir şekilde var ve mahallede satıyor. Devlet bunlarla mücadele edilmesi çağrısını yapıyor. Bu işi yapanı bildirin demiş. Yardım hatları kurmuş, telefonla haber vermek gerekli. Ya da ne bileyim bir yerlerde kıtlığı çekilen malın stok edildiğini bir şekilde biliyorsun. Bunu bildirmek gereklidir. Stokçuyu, rüşvetçiyi bildirmek o düzenin sağlam temellere oturması için, gelecek için gerekli. Yolsuzluk, rüşvet, yozlaşma ile mücadele böyle en alttan başlamak zorundadır. Bilinç ister. Ama Chavez’in barriolarında yani gecekondularında yaşayan halklar dahi bunu yapmıyorlar. Yapsa halbuki bu zenginler kesimine bir darbe vurmuş olacak, ama yapmıyor. Bunun mantığı nedir? Çünkü bu kıt maddeyi satan ya komşusu ya bir yerlerden tanıdığı olabiliyor. Onunla arası açılsın istemiyor. İkincisi


76 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

iktidarın ya da düzenin yarın bu eksikliği çekilen maddeyi marketin rafına koyabileceği güvencesi yok. En azından bu kanalla yarın o maddeyi elde edebileceği güvencesini neden ortadan kaldırsın. Evet, kendi bindiği dalı kesiyor. Onun yarın daha pahalı olmasına göz yumuyor. Kolektif bilinç henüz bu seviyededir. Yukarılardan başlayan yozlaşma aşağılarda yankısını buluyor. Ya da tersi, yılların yoksulluğunun birikimi alttan tepelere tırmanıyor. Bunun çözümü yalnız bilinçlenme değil elbette yolsuzlukların halk düşmanı olarak deşifre edilmesi, hesap vermelerinin sağlanması gerekiyor. Sosyal hesap verme işi nasıl örgütlenecektir? Bunun yolu hala tam olarak bulunmuş değildir. 2002 darbesini yapanlar serbest bırakılabiliyor. Stoklama yapanlar, fahiş fiyatla mal satanlar yakalanıyor. Valiler bile yakalıyor tutuklanıyor. Ama bunların deşifre edilmesinde engellemeler olduğunu yazdık. Bunlar tepeden aşağıya sonra aşağıdan yukarı doğru gidip geliyor. Bir yumak olarak toplumu çürütüyor.

Eleştiriler ve Çözüm Önerileri Venezüella’da kurulmaya çalışılan 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ni sol içinde çeşitli şekillerde eleştirenler vardır. Yukarıda bir kısmını verdik. Venezüella’nın yolundan umudunu kesmiş olanlardan bir tanesi eskiden Chavez ideologu Alman solcu Heinz Dietrich’tir. Çin ve Alman dergilerine verdiği röportajlarda şimdiki iktidarı çok çirkin biçimde eleştiriyor. Maduro’nın yönetme yeteneğini sorguluyor. Devrimin itici güçlerinin hiçbir şey beceremeyeceğini ilan ediyor. Petrol gelirinin bu finansal modeli sürdürmeye yetmediğini söylüyor. Bunun Chavez döneminde ipuçlarını gösterdiğini ama şimdi artık gözle görülür olduğunu iddia ediyor. Kıtlığı, ekonomik güvensizliğin hepsini Maduro iktidarının sırtına yüklüyor. Ona birkaç hafta ömür biçtikten sonra (bu biçtiği süre çoktan bitti) politik çözümün ılımlı sağ ile koalisyon kurmak olduğunu söylüyor. (15) Yani ülke tekrar yeni liberal politikalara dönmeli ve kapitalist bir yol izlemelidir. 21. Yüzyıl Sosyalizmi deneyi bitmiştir. Venezüella içinden Dietrich’e büyük eleştiriler geldi. Soldan eleştirenler arasında PSUV içinde Sosyalist Akım kurucusu Gonzalo Gomes de vardır. Gomes burjuva muhalefetle masaya oturmayı eleştiriyor. “Son yıllarda ve özellikle Chavez hastalandıktan sonra burjuvazi parçalama yolları buldu ve gelirleri yağmaladı ve bunları sivil bürokrasi, yolsuz devlet yapısı ve iktidar sektörlerinin yardımı ile yaptı.” diyor. (16) Gomes aksaklıkların suçunu bürokrasiye yükleyerek, “Kapitalist mantık ile komün ve sosyal mülkiyet, işçi denetimi ve tarım devriminden koparak devlet endüstrisindeki gelişmenin önünde durdular.” diyor. (17) Sonra çözümü burjuva ile birlikte yaşamak değil ondan uzaklaşmakta görüyor. Bunun içinde komünlere, işçi denetimlerine daha çok yetki verilmeli ve onların önü açılmalıdır, diyor. Bu arada aktardığımız iktidarın işçiler ve sendikalarla olan deneyleri, sonuçları ve yanlışlıklarına hiç değinmiyor. Elbette sorun daha teorik düzeyde de tartışılıyor. 21. Yüzyıl Sosyalizmi Venezüella’da ne yanlışlar yaptı, nasıl olmalı, diye soruluyor. Bu konuya kafa yoranlardan bir tanesi de Raul Zibechi. “Venezüella: Petro sosyalizmi labirenti” (18) adlı yazısında konuyu başka kaynaklardan da yararla-


77 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

narak ele alıyor. “Evet, kıtlıkların bir kısmı fiyatı indirilmiş metaların Kolombiya’ya kaçırılması ile izah edilebilir, ama başka sorunlar da var. Özel sektör büyümüyor çünkü burjuvazi yatırım yapmıyor.” Güven duyulmayan yere elbette yatırım yapmayacaklardır. Doğru bundan anlaşılmayacak bir şey yok. İkili iktidar sürecinde burjuvaziye yatırım yapması için neden güvence verilsin ki? Akla ilk gelen yanıt bu. Özünde halk ekonomisinin gelişeceği öngörüldüğü için buna ihtiyaç olmayacağı düşünüldü. Venezüella örneğinde evdeki hesap çarşıya uymadı. Halk ekonomisi hızlı gelişemediği ve de burjuvazinin sabotajları nedeniyle bu bir sorun oluyor. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak için özel sektörün üretim ve ihracatına mecbur olundu. Ama o da yeni yatırım yapmadı. Gelişmeyen halk ekonomisi karşısında ve dayatan işsizlik sorunu nedeniyle Chavez özel sektöre krediler vermek zorunda kaldı. Ama yukarıda yazdığımız gibi gene belirli koşullarla. Onlarla masa başına oturuldu. Maduro da son zamanlarda ekonomik saldırılarına karşı onlara döviz garantisi, hâkim oldukları bölgelere yatırım gibi sözler vermek zorunda kaldı. Ama sonra da muhalefet verdiği sözlerde durmayınca bunları geri aldı. Raul Zibechi sonra yazısında Latin Amerika’nın önde gelen aydınlarından Arturo Uslar Pietri’nin 1936 yılında yazdığı “Sowing the Oil” ( Petrolü Ekip Biçmek) adlı yazıdan söz ediyor. Bu yazı yayınlandığı zaman bölgede büyük yankılar uyandırmış. Petrolün yararlarını sıralandıktan sonra çıkarım endüstrisinin bir ekonomiyi tahrip ettiği tespitini ilk kez yapıyor. “Tahrip edici ekonomi (destructive economy) geleceği şimdi adına kurban edendir. Çünkü onun üretkenliği ulusal ekonominin dışındaki etkiler ve faktörlere bağlıdır.” “Toprak altı kaynakları sömürmek ‘Venezüella’yı verimsiz ve tembel bir ülke haline getirebilir. Bir süre devasa petrol paraziti içinde yüzülür ve bolluğu içinde yozlaşılır ve kaçınılmaz ve nihai bir şekilde felakete sürüklenir’. Bu felakete kaymaktan kaçınmanın tek yolu tarımı ve endüstriyi geliştirmektir ya da daha iyisi üretken iş yapmaktır. Petrol maden gibidir ve madenler ‘üretmezler’ onlar sömürülürler. Onlar zenginliktir ekonomi değildir…. petrol ‘şeytan’ın salgısıdır.’” Petrol yani eğer akıllıca kullanılıp ekonominin ve tarımın geliştirilmesine yatırılmaz ise bir şeytan gibi ülkeyi tahrip eder. (19) Raul Zibechi devam ediyor: “Uslar Pietri şöyle yazıyor: ‘Uygulamamız gerekli saygın ve akıllı bir politik ekonomi ancak yer altından elde edilen karları tarımsal krediye aktarmak, bilimsel ve modern tarımı teşvik etmek, hayvancılık ve tarım alanları açmak, ormanları korumak, sulamayı düzenleyen gerekli barajlar ve sulama tesisleri inşa etmek, kır alanlarını makineleştirip endüstrileştirmek ayrıca küçük tarım için kooperatifler kurmaktır.’” Bu söylenenlerin çoğu sanki Venezüella’yı anlatmaktır. Venezüella halkı bir yanı ile petrolün nimetlerinden yararlanıyor, ama aynı zamanda onun kendini tembelleştirmesi, yozlaşmaya yol açmasının sorunlarıyla da boğuşmak zorunda kalıyor. Gelecek, şimdi adına tahrip ediliyor. Bir ülkenin sanayi ve tarım ile kalkınabileceği su götürmez. Elbette iktidar bunun farkındadır ve gelirlerin önerildiği


78 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

gibi tarım, havancılık ve sanayiye aktarılması gibi işleri de yapıyor. Bu kadar ilerliyor ve sorunlar ile boğuşuyor. Yani 21. yüzyıl iktidarı bunun bilinci ile davranıyor, diyelim. Raul Zibechi yazının bu bölümünü şöyle noktalıyor. “Teorisyenlerine göre sosyalizm çalışma ve üretimle kurulur yoksa topraktan çıkarılan zenginlik halkın yoksulluğunu azaltsa, yaşamını geliştirse ve kalitesini arttırsa bile zamanla biter… Petrol ekmek yolsuzluk biçmektir. Sosyalizm ekilmez ve uzun süreç içinde yorulmaz bir şekilde inşa edilmelidir. Bunun kestirme bir yolu yoktur.” (20) Petrol fiyatları düşmüş, gelirler azalmış; halk ihtiyaçlarını karşılamak, Misyonlara paralar aktarmak giderek zorlaşıyor. Maduro bir takım önlemler alınması gerektiğini kabul ediyor. En azından gıda maddeleri sübvansiyonu kaldırmak değil ama daha başka türlü yapılmalıdır. Petrole zam yapmak uygun görünüyor. Ancak seçimler öncesi bunu yapmak tehlikeli olabilir. Seçimlerden sonra da ne olacağı belli değildir. Yaşanan ekonomik sıkıntılar halkta eski düzene dönmeye eğilim mi yaratıyor? Halklar eski burjuva iktidarların kendilerine bunu bile vermediğini ne kadar hatırlıyorlar? O günler ne kadar bilinçlerdedir? Bu konuda çeşitli görüşler var. Kimisine göre bardak dolmuştur kimisine göre ise yarım doludur. Ülkenin zor bir dönemeç içinde olduğunu söylemek gerekir. Düşman düzende kendi ölümünü görüyor. Yatırım yapmıyor. Halk epey yol kat etti, ama henüz rehavetlerinden sıyrılmadılar. Petrol gelirlerinin azalması onları silkeleyecek ve kendilerine getirecek midir? Bu iş nasıl olacaktır? Venezüella’da yakın gelecekte bunları yaşayacağız.

Nasıl Bir Kalkınma? Sorun halkların ülke kalkınmasını kavrayıp gerekeni yapmalarıdır. Ancak kalkınma konusunda da Latin Amerika solunda ciddi tartışmalar vardır. Başlı başına bir yazı konusudur, ama biz biraz değinelim. Ekvator eski başbakan yardımcısı ve ekonomist Pablo Davalos’un bu konuda yazdıklarını aktaralım: “Alternatif belki de kalkınmayı finanse etmek, gelirleri yeniden dağıtmak değil bizzat kalkınmanın kendisinde yatmaktadır. Bu noktada günümüzde Latin Amerika’nın istediği kalkınmak değil ondan kaçmaktır. Kalkınma modeli ondan acı çeken halklar için değil, bölgenin elitleri ve orta sınıflar için bir ideolojik yapıdır. Metalar ziyafetinde doğal kaynakların denetimini ele almak için bir gerekçedir. Örgütlü kesimler ve sosyal hareketler için günümüzde konuşulan konu ‘iyi yaşamdır’ (buen vivir). ‘İyi yaşam’ kıtanın sosyal örgütlenmelerinin açıklamalarında anlaşıldığı kadarıyla ne kalkınma ne de ekonomik büyüme ile bağlantılı değildir.” (21) Latin Amerika halklarına bugün baktığında yazar, onların istediği kalkınmak değil ondan kaçmaktır, diyor. Kalkınma dedin mi halklar acı çekiyorlar. Üretim, üretim, üretim… Burjuvazi kendisini zenginleştirmek için halkları çalıştırıp duruyor. Onlara bir yaşam biçimi modeli sunuyor. Oysa Venezüella’da ve diğer bölge ülkelerinde halkların disiplin anlayışı, çalışma isteği bizim alışık olduğumuzdan


79 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

farklıdır. Bizler kapitalist toplum insanları kafamızda bir kalkınma modeli belirlemişiz ve halkları bir kalkınma modelinin yapısı içine sokmaya çabalıyoruz. Böyle çalışın ki şunu üretin ki şuna sahip olun, diyoruz. Kendi beklentilerimizi sorgulamadan başkalarına öneriyoruz. Acaba kendi bildiğimiz, öğrendiğimiz, öğretilen yaşama biçimini, “kalkınma biçimini” sorgulamamız gerekmiyor mu? İyi yaşamak ekonomik büyüme ile bağlantılı değildir, diyor yazar. Halklar, işte Venezüella’da görüyoruz sağlıkları, eğitimleri, gelecekleri şimdilik garanti altında, mutlular. Kısacık ömürlerinde illa villalarda oturmak, tüm dünya nimetleri tüm tekniklere sahip olmak, kapitalizmin ürettiği en lüks arabalarla gezmek değil beklentileri. Onun peşinde koşmuyorlar. Olursa tamam. Ona sahip olmayı da isteyebilir. Ama şimdiki yaşantısının da tadına varmak istiyor. Bolivar Devlet Başkanı Evo Morales’in kendi yerli halklar bilinci ile ortaya attığı bien vivir “iyi yaşam” felsefesi kapitalizmin “refah toplumu” anlayışına alternatiftir. Bien vivir doğa ile bütünleşmiş, insanın kendisini onun bir parçası olarak görerek yaşamasının ona mutluluk vereceğini ön görür. Bu anlamı ile tüketim tüketim diyerek doğayı tahrip eden sonuçta kendi mezarını kazan kapitalist insana vaat edilenden farklı bir yaşam felsefesidir. Tüketim ve yine tüketim ile mutluluğa ulaşılamaz. İyi yaşam anlayışı farklı bir şeydir. İnsanlar meta tüketmeden de doğa ve insanlarla kaynaşarak da mutlu olabilirler. Belki de bu felsefe sosyalizmin insanın çok yönlü gelişimi ile daha üst üste düşmektedir. Meta tüketme ve dolayısıyla üretme peşinde koşarken yaşamın kendisi gibi yığınla şeyden yoksun kalmıyor muyuz? Doğa’yı yok ettik. Şimdi doğanın içinde olmak, bütünleşmek için kilometreler kat etmek zorunda kalarak gene doğayı kirletiyoruz. Onu tahrip etmenin yol açtığı sel, kuraklık gibi bir dizi felaketin hayatımızı tehdidi ile karşı karşıyayız. Son model bir arabamız, televizyonumuz, cep telefonumuz, kocaman evimiz olsun diye bunlara katlanmak zorunda mıyız? Kapitalist ülke insanları tüketim mallarına sahip olabilmek için harıl harıl çalışıyor. Hatta artık karın doyurmak, susuzluğumuzu gidermek için oturmaya vaktimiz yok. Kısa bir zaman önce hızlı yemek yeme yerleri, fastfoodlar, yaşantımıza girdi. Artık yürürken yiyip içmek moda oldu. Fastfoodlarda oturup yemeğe bile vakit yok. Sokakta gençler yiyeceklerini içeceklerini ellerine alıp yürürken karınlarını doyuruyor, susuzluklarını gideriyorlar. Eskiden toplumumuzda oturmadan ayakta yemek yanlıştı. Yemek yerken oturmak gerekliydi. Ama kapitalizm öyle çalıştırıyor ki artık oturup yemek yeme vaktimize bile el koyuyor. Buna alışmanın ötesinde bunu bir moda halinde benimsedik. Doğru dürüst yemek yemek özel bir gün, bir kutlama halini aldı. Bunun gibi birçok örnek verilebilir. Bu perspektiften Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi ülke halklarına bakınca onları disiplinsiz, tembel, gününü gün eden insanlar olarak görebiliriz. Ülkenin petrol ya da herhangi bir yeraltı zenginliğini sömüren, yarınını düşünmeyen insanlar olarak bakabiliriz. Bunun elbette doğru bir yanı var. Ama bizim söylemek istediğimiz yargılarken başka bir gözle bakmaya da hazır olalım. 21. Yüzyıl Sosyalimi, insanları kapitalist


80 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

kalkınma modeli, onun çalışma ve disiplin standartları ile yorumlarken dikkatli olmak gerekiyor. Kalkınma modeli başka olacaksa o zaman halkların bilinçlenmesini başka standartlarla ölçmek zorundayız. Ya da daha iyisi kendi bilincimizi sorgulamalıyız. Başka insanların başka yaşam anlayışları, başka beklentileri olabileceği gerçeğine açık olmalıyız. 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nde her ülke kendi kalkınma modelini seçecek ve bu kendi halklarının geçmişten gelen, özümsedikleri her türlü eğitim, bilgi, gelenek görenek ve yaşam alışkanlıkları ve istekleri ile bağlantılı olacaktır. O yolu bulmaları gerekecektir. Kapitalizmin standartları belirlemeyecek! Latin Amerika halklarına düşen en büyük kısım bunun bilincinde olarak kapitalist toplumun tüketimden, özel mülkiyetten gelen alışkanlıklarını kendi anlayışları ile iyi sorgulamaktır.

Birkaç Eleştiri Yukarıda çizilen mutlu halk tablosunun altında elbette sıkıntılar vardır. Kıtlıklardan canları yanıyor, ama çareyi üretim yapmaya çeviremiyorlar. Bu beceri gösterilemeyince burjuva sınıfı da kendini dayatıyor. Kargaşalık çıkarıyor. Bu konuda olağan dışı bir şey yoktur. İkili iktidar anlayışı zaten bunun üstüne oturur. Ancak işçi sınıfı ve köylülük genel olarak halklar, burjuvazinin bu baskısını sürekli enselerinde hissedeceklerdir. O nedenle de koşacaklardır. Üretim yapmaya ve istikrarı sağlamaya yetenekli olduklarını göstermeleri gerekmez mi? Venezüella halkı koşmuyor sanki her şeyi iktidardan bekliyor. Acaba işte bu noktada Chavez ve Maduro biraz popülist mi davrandı? Şimdi tartışılan konu budur. Halklar biraz fazla mı rahat ettirilmiş, gereğinden fazla mı yardım edilmiştir. Sırf başkanlarına suikastlar, darbeler ve barikatlar dışında başka bir korkuları ya da bir dürtüleri olmamalı mıdır? Sırf politik bilinç geliştirmek uğruna bunları deşifre etmenin dışında bir şeyler yapılmamalı mıdır? Sübvansiyonlar fazla mı yapıldı? Misyonlara çok mu para yatırıldı? Ne zaman, nerede? Bu sorular tartışılıyor. Komün projeleri akılcı mı? Bilgili tercihler değil mi? Sübvansiyonların yapılmasının sosyalizm mantığı, insanların aç kalmaması, liberal politikaların düzeltilmesi anlamında uygundur. Elbette olanak varsa yapılmalıdır. Ama bu bol keseden dağıtılmamalı uçlara kaçmamalıdır. Bugün adına gelecek yenilmemelidir. Bunun başka bir anlatımı da sosyal amaçlarla ekonomik amaçlar arasında bir denge kurulmalıdır. Çünkü sosyal amaçların içinde de halkın ekonomik çıkarları öngörülür. Eğer halklar bugünkü çıkarları adına yarınki çıkarlarını yiyip bitiriyorlarsa o zaman bu sosyalizm mantığının dışına çıkmak demektir. Chavez bu anlamda dengede bazı kaçmalar yapmış gibi görünüyor. Halklara tanınan sosyal haklar gelecekten çalmış gibi görünüyor. Petrol fiyatlarının düşmesi ile de bu sorun daha yakıcı bir biçimde gündemleşmiş hatta sistemi tehlikeye atar seviyeye gelmiştir. Peki, bundan nasıl geri adım atılacaktır? Şimdi zor günlerde ve gerektiğinde bu hakların neresinden kısıntı yapılacaktır? Öngörüldüğü gibi halkın bilinçlenme süreci, kapitalist sınıfı tasfiye etme süreci henüz boy ölçüşemeden zorlu bir dö-


SONUÇ Venezüella gerçekten zor bir süreçten geçiyor. Belki de Chavez’in darbe ile koltuğundan alındığı günlerdeki kadar önemli bir süreç içinde. Bunun iç olduğu kadar dış dünyadan kaynaklanan çeşitli sebepleri var. Geçen yıl bir avuç geleneksel burjuvazi, tam bir Batı desteği ile yeni bir darbeye girişti. Bu darbenin amacı ülkeyi bölmek, bir iç savaş çıkartıp iktidarı almaktı. Sözüm ona bu da “Venezüella Baharı” olacaktı. Maduro sakin davranışı ile bu emelleri boşa çıkartmayı başardı. Aksine muhalefet kendisi radikal ve ılımlı kanat olarak bölündü. Ilımlı kanat ile masaya oturuldu. Onların Anayasa’ya saygıları sağlandı. Ama arkasından petrol fiyatlarında düşmeler dolayısıyla ülke gelirleri azaldı. Halka verilen sosyal haklarda zorlanmalar yaşanmaya başladı. Muhalefet güçleri bunu fırsat bilip şimdi daha güçlü şekilde ekonomik saldırıdalar. 6 Aralık 2015’te parlamento seçimleri yapılacak olması onları daha da vahşileştirdi. Bu kez çoğunluğu kesin olarak alacaklarına inanıyorlar. Zorluklar, halkın bezginliği ve Maduro’nun başkanlık seçimlerini %1,5 oy farkı ile almış olduğu düşünülürse bu ciddiye alınması gerekli bir tehlikedir. Bu nedenle de Maduro gerekli bir takım reformları, değişiklikleri yapmada çekingen davranıyor. Halkın canını acıtmak istemiyor. Ekonomideki çarpıklıkların düzeltilmesi yoluna girilemiyor. Sorunların ertelenmesi ise çözümünü daha da güçleştiriyor. Gerçek bir darboğaza giriliyor. Öte yandan muhalefetin de ortak bir programı yoktur. Çeşitli versiyonlarla yeni liberal politikaları uygulayacaklardır. Muhalefetin arkasında hiçbir zaman halk olmadı. Onları arkalarına almaya çalışıyorlar. Bu nedenle programlarına

81 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

nemeçle karşıya kalındı. Burjuvazinin zenginliği tasfiye edilip halklara verilemiyor. Öyleyse halktan kısma işlemi, geri adım atma nasıl yapılacaktır? İşin en zor kısmının bu olduğu söyleniyor. 21. Yüzyıl Sosyalizmi bir şeyler verdi mi onlardan geri dönüşün sancıları olacaktır. Bunun için olayı halklara çok iyi anlatmak gerekir. Halklar içinde tartışılmalıdır. Maduro böyle bir dönüşe hazırlanıyor. Seçimler sonrası da petrol fiyatlarına zam getirilmesi düşünülüyor. Zor günlerin halklara yansıyan bir bedeli olacak ve bu halklara anlatılarak devreye sokulacaktır. Bu kısıntı yetecek midir? Ya da halklar bunu anlayabilecekler midir? Sosyalizmin diğer en önemli sorunu disiplindir. Kapitalizmin elinde işçi sınıfını işsizlik ve açlık ile terbiye etme yeteneği vardır. Ama sosyalizmin böyle bir yolu yok. Halkların aç kalması sosyalist teoriye uymaz. Ama ütopik düşüncelere de kaçmamalıdır. Görüyoruz sorumluluk duygusu ve genel olarak çalışma kültürü yapısal değişim ile aynı hızda gelişmiyor. Michael Lebowietz yazılarında şu tümceyi alıntı yapıyor: “‘Sosyalizm gökyüzünden düşmez.’” 21. Yüzyıl Sosyalizmi bu türden zorluklar karşısında kendi yaratıcı ve uygulanabilir mekanizmalarını yaratmalıdır. En başta sorunun derinliğini kabul etmeli sonra da geçmiş deneyleri inceleyip dersler çıkartmalıyız. Venezüella ikili iktidar sürecinde bu çok önemli bir sorun olarak ortaya çıktı ve henüz çaresi bulunamadı. İş güvenliğinden elbette tavizler verilmemelidir, ama üretim de nasıl rayına oturacak, kapitalist üretimin üstesinden gelip onu tasfiye etme gücüne erişecektir?


82 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

halka verilecek bir takım haklardan, yardımlardan söz ediyorlar. Sosyalist iktidarın verdiğinden öte ne verebilirler ki? Halkı bunlarla arkalarına almaları zordur. Çalışma koşullarını zorlaştırıp, sosyal harcamaları kesip bir çeşit kemer sıkma politikaları uygulayacaklarını halk seziyor olmalıdır. Halklar elbette devrim sürecinde çok şey öğrendiler. İktidarlarına ne olursa olsun sahip çıkacaklardır. Onlar bir kez bu işin ne olduğunu anladılar ve epey politikleştiler. Birçok sorunlarına, eksikliklerine rağmen komünlerde epey şey tartışılıyor. Venezüella halkları bir daha açlığa, işsizliğe, sosyal haksızlığa mahkûm edilemezler. O dönem geçti. Ancak şimdi petrol gelirlerinin düşmesi ile eski rahatlıklarını korumaları zorlaşıyor. Kendi karınlarını doyurmaları için başka şekilde çalışmaları, üretimi arttırmaları gerekiyor. Daha disiplinli, sorumlu, kolektif düşünce içinde çalışabilecekler mi? Bu bilince sıçrayabilecekler mi? Venezüella aslında büyük üretim devrimi yapmak zorundadır. Sorun buradadır. Eğer bunu yapamazlarsa tepelerine gene onları zorla yapmaya zorlayacak birileri gelecektir. Yukarıda eksikliğinden söz ettiğimiz “zor” belki bu olur. Ancak burjuva kesimin de geliştiği düşünülürse ülkede bir iç savaş çıkabilir. Elbette ağzımızdan yel alsın. Venezüella 21. Yüzyıl Sosyalizmi eski sosyalizmden aldığı derslerle ikili bir iktidarda çözüm arıyor. Ancak görülüyor ki sosyalizmi kurma yolunda onun da önüne başka sorunlar dikildi. Burjuvazi ile halk güçlerinin aynı ülkede birbirleriyle yarış etmesinde başka türden sorunlar gelişiyor. Bunun diyalektiği de kolay değildir. Bazı aydınlar gibi günümüz koşullarında sosyalizmin kurulamayacağı anlayışını taşımıyoruz. Ama bunun çok zorlu, uzun bir süreç olduğunu da kabul etmek gerekir. Sorunlar da her ülkeden ülkeye değişik olacaktır. Çünkü her ülkenin ekonomik gelişkinliği farklıdır. Her ülkenin alt yapı zenginliği yoktur. Kimisi zengin kimisi doğal kaynaklar açısından fakirdir. Halklarının ve burjuvazinin gelişimi, bilgi düzeyi ayrıdır. 21. Yüzyıl Sosyalizmi kuruluşunda farklı farklı sorunlar yaşanacaktır. Venezüella deneyi bize bunları anlatıyor. Sosyalizmin hedefi çok yönlü yeni insan, ihtiyaçlara göre üretim, herkesten yeteneğine göre alma ve herkese ihtiyacına göre verme ilkelerine Latin Amerika el yordamı ile kendi özelliklerini getiriyor. O bunu kendi yerli halklar bilinci ile zenginleştiriyor. Ya da nasıl zenginleştireceğini araştırıyor. Deniyor, yanılıyor, ama öğreniyor. Bu arada kapitalizm de onu kendi girdabına almak için elinden geleni arkasına koymuyor, koymayacaktır. Yani zaten zor olan süreç bir de bu engellemelerle daha sancılı hale geliyor. Sovyetler sosyalizm deneyi insanlık yolunda bir ilkti. Şimdi Venezüella bize Küba’dan sonra çok değerli üçüncü bir ikili iktidar deneyini sunuyor. Ayrıca içerideki burjuvaziye dış güçler tarafından sonuna kadar her türlü desteğin yapıldığını, halkın başarısını bastırmak için kanlarının son damlasına kadar dövüşecekleri gerçeğini de unutmamak lazımdır. Venezüella’yı izlemeye, dersler çıkartmaya devam etmek yanında tüm gücümüzle desteklemeliyiz. 25 Ekim 2015


Alıntılar dizini:

83 VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

(1) Proposing a Path to Socialism: Two papers for Hugo Chavez, Michael Lebowitz Monthly Review 30 Mart 2014 (2) Venezuela’s 21st Century Socialism: neo-Developmentalism or Radical Alternative, Federico Fuentes-Links 16 Temmuz 2013 (3) ay. Fuentes (4) Alo Presidente 2007 a:70 (5) “Socialism” in its Labyrinth (5 Mayıs 2014 tarihinde Americas Program’dan alıp yayınlayan upsidedownworld.com) (6) ay. (7) Fuentes ay. (8) Fuertes ay. s.46 (9) ay. (10) ay. s.49 (11) Fuentes ay. (12) Venezuelan Government to Continue Pace of Land Expropriations for “Agrarian Socialism” Ewan Robertson 13 Ocak 2014 (13) Venezuela: A day with Nicolas Maduro. Venezuelanalysis.com 26 Eylül 2014 (14) Venezüela:Petro-“Socialism” in its Labyrinth R. Ziebechi 5 Mayıs 2014 tarihinde Americas Program’dan alıp yayınlayan upsidedownworld.com (15) Aktaran The “Leftist” protest of Heinz Dietrich. Yazan Percy F. A. Godoy 29 Nidan 2014 venezuelanalisis.com (16) We still have time to change course away from bourgeois conciliation” An İnterview with activist and aporrea founder gonzalo Gomez, committee for the abolition of third world dept/Gonzalo Gomes 3 Mayıs 2014 venezuelanalysis. com) (17) ay. (18) Venezüela: Petro-“Socialism” in its Labyrinth 5 Mayıs 2014 tarihinde Americas Program’dan alıp yayınlayan upsidedownworld.com (19) ay. (20) ay. (21) Latin America-Economic Socialism in the 21.st century: neolieberalism ‘pure and simple’ Pablo Davalos, 15 Nisan 2014 upsidedownworld.com


84

“İSYAN KONTROL ALTINA ALINDI” Prof. Fulya Atacan’la Ortadoğu ve Suriye üzerine 21 Ekim 2015’de yaptığımız röportaj:

“İSYAN KONTROL ALTINA ALINDI”

Arap coğrafyasında “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk isyanlarının başlamasının üzerinden yaklaşık beş yıl geçti. Bu beş yılın ardından bu ülkelere baktığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz? Çok umutlu bir durum yok. İsyan, her tarafta farklı biçimlerde kontrol altına alınmış durumda. Mısır’daki süreç askeri darbeyle kontrol altına alındı. Hem Müslüman Kardeşler hem de tüm muhalif gruplar, tüm sol ve liberal grupların hepsi hapishanede; kaybedilen insanlar büyük sayıda, dolayısıyla bu süreç askeri darbe kanalıyla kontrol edildi. Libya’da ve Suriye’de iç savaş üzerinden süreç kontrol edildi. Çünkü oralarda isyan olarak başlayan şey, hızla silahlandırıldı ve iç savaşa döndü. Dolayısıyla artık isyanın kendi dinamiği değil, iç savaşın dinamiği harekete geçirilmiş oldu. Başlangıçta değişimi talep eden büyük isyan dalgası, iç savaşa yönlendirilerek kontrol edildi. Bahreyn’deki ayaklanma ise Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin askeri müdahalesi ile kontrol edildi. Yemen’de iç savaşı yeni baştan çıkardılar. Başlangıçta Suudi Arabistan’ın yardımıyla üst düzeyde bir değişimle kontrol altına alınmaya çalışıldı ama beklenilen sonuç gelmeyince, doğrudan Suudi Arabistan’ın -biraz Şii alerjisiyle de alakalı olarak- müdahalesiyle şimdi bir iç savaş hali devam ediyor. Dolayısıyla orda da isyan dinamiğinden bahsedebileceğimiz bir ortam kalmadı. Tunus bir başarı hikayesi gibi görünüyor, ama baktığımızda Tunus’taki süreçte, eski yönetimin Tunus’un Sesi (Nida Partisi) aracılığıyla bir tür, o laik korkuları mobilize ederek, eski yönetimdekilerin yeni baştan seçimle işbaşına gelmesiyle sonuçlandı. Bu arada Avrupa Birliği’nden ciddi destek aldılar, Dünya Bankası ve IMF ile anlaşma imzaladılar. Tunus, müzakerelerle çatışmaların çözülebileceği başarı hikayesi olarak sunuluyor. Nobel Barış ödülünü de onun için verdiler zaten. Aslında bir başarı hikayesi olarak sunulan Tunus’ta eski rejimin restorasyonu oldu. İki üç gün önce aynı şekilde bir seyyar satıcı kendisini yaktı, aynı taleplerle… Gerçi bu sefer isyan olmadı gördüğünüz gibi. Eski düzeni restore edip yollarına devam ettikleri için başarı hikayesi Tunus. Baktığınız zaman tabi ki bu beş senenin sonundaki Tunus aynı Tunus değil, Mısır aynı Mısır değil, ama sadece sınırlı bir düzeltmeyle isyan kontrol altına alınmış durumda. Sonuç olarak sorunlar duruyor, hiç bir şey değişmedi, hiç bir şey


çözülmedi. Tam tersine eski ekonomik politikalarda ısrarcılar. Potansiyel olarak gerilim hatları hala orda, ama politik olarak çok daha baskıcı, çok daha şiddet yüklü rejimler yeni baştan ihya edilmiş durumda.

Peki Mısır solu bugün ne durumda? Gençlik hareketlerinde örgütlenen, soldan kaynaklı 25 Ocak’a katılanların yönetici ve önder kadrolarının hepsi hapiste. Daha eski sol kökeni olan örgütlenmelerin büyük bölümü muhalif ama bunların güçlü bir tabanı yok. Eski solun bir bölümü de “İslamcılar geleceğine askerle ittifak yapmak lazım” diyor. Kimi açıkça kimi üstü örtü olarak askerle ittifak yapmış durumdalar. Gençler arasında önemli tabanı olan, 25 Ocak’ın mobilizasyonunu sağlayan temel grupların hepsinin yöneticileri hapiste. Bir bölümü öldü, bir bölümü içerde ağır işkence altında, bir bölümü kaybedildi. Bu süreç devam ediyor. Ortadoğu geneline baktığımızda cihatçı örgütlerin yeni bir yükseliş yaşadığını görüyoruz. Radikal İslamcılığın yeni bir yükseliş dönemine mi giriyoruz, yoksa kısa süreli konjonktürel bir durumla mı karşı karşıyayız? Radikal İslamcı gruplar Arap isyanlarından önce de vardı. Mübarek yönetimi 1990’larda radikal gruplarla çarpıştı, Cezayir iç savaşını biliyoruz, Tunus’ta vardı, bütün Arap ülkelerinde vardı dolayısıyla yeni bir fenomen değil. Yeni olan tarafı, o zamanlar bahsettiğimiz ülkelerin çoğunda iç savaş yoktu. Şimdi Suriye’de, Irak’ta, Libya’da iç savaş var. Bu iç savaşların tarafı olarak cihatçı örgütlerin, radikal İslami örgütlerin oynadığı rol yerleşik iktidara karşı mücadele veren cihatçı örgütlerden farklı. Hareket ettikleri bağlam değiştiği için biz şimdi bir başka konumda görüyoruz bu grupları. Bu yeni konum onların hareket etme biçimini de, dünyaya bakışlarını da, ittifaklarını da değiştiriyor. Yeni olan tarafı bu ve bu önemli bir şey, çünkü bu iç savaşların sonu nasıl gelecek bilmiyoruz. Bu iç savaşların her birinde önemli bir aktör durumunda cihatçı gruplar. Tabi Sisi’ye karşı Sina’da savaşanlar hala mevcut Mısır yönetimine karşı savaşıyor. Ama Libya’daki iç savaşta bir grup, Suriye’deki iç savaştaki gruplardan

85 “İSYAN KONTROL ALTINA ALINDI”

Mısır’da Müslüman Kardeşler tümüyle tasfiye mi edildi, yoksa güçlerini belli mevzilere çekebildiler mi? Şöyle diyelim, çok bir yerlere çekebildiklerini zannetmiyorum. Müslüman Kardeşler örgütünün sadece üst düzey yöneticileri değil mahalle düzeyindeki yöneticileri de dahil olmak üzere hepsi hapiste. Yönetici konumda olmayanların az bir kısmı yurt dışına gitti. Direnenler daha çok yoksul bölgelerdeki alt orta sınıf. Ama onlar da hala çok ciddi polis baskısı altında. Öldürme ve kaybedilme devam ediyor. Baktığınız zaman örgütten geriye ne kaldı diye; Nasır’dan sonra tarihlerindeki en büyük darbeyi aldıkları muhakkak. Nasıl kendini dönüştürerek ayakta kalacak onu hep birlikte göreceğiz. Dışarda olan üyeler alt düzey üyeler, eşler, çocuklar. Ama bu eşler ve çocuklar da her an gözaltına alınabilir, öldürülebilir, kaybedilebilir konumda.


bir tanesi. Daha başarılı, daha ilerliyor, ittifakları farklı, ama ikisi aynı şey değil cihatçı olmasına rağmen. Bugün yeni olan şey, cihatçıların yükselmesinden çok, ortaya çıkan yeni tarihsel koşullarda bu grupların oynayabileceği rol.

86 “İSYAN KONTROL ALTINA ALINDI”

Bu konuda herhalde en ileri oldukları yer Suriye şu anda. IŞİD bağlamında konuşacak olursak önemli bir coğrafi alanı tutuyorlar ve belli bir toplumsal destek de var gibi görünüyor. Sünni Arapların IŞİD’le kurduğu ittifak kalıcı olabilir mi sizce? Bence bir defa bu tür ittifaklar kurulduğu zaman, iç savaşın kendi mantığı içinde, kendi dinamiği içinde hareket ettikleri için bunlar çok gelip geçici ittifaklar olmuyor. Çünkü bir iç savaş var, bu iç savaşta kimin nereyi kontrol edeceği kavgası var. Bu kavgada alanı kontrol etmeye başladığınız zaman, kalıcı aktör haline geliyorsunuz. Ama IŞİD’de bu kalıcı aktörün ilginç olan tarafı, onunla birlikte savaşmaya gelen çok sayıda yabancının olması. Bu çok sayıdaki yabancının büyük bir bölümü profesyonel asker, yani paralı asker. Afganistan’da başladı, Çeçenistan’a gitti, Bosna’ya gitti, Nijerya’ya gitti, Sudan’a gitti, Yemen’de, Irak’ta savaştı ve şimdi Suriye’de savaşıyor. Bu insanlar çok genç yaşta bu İslami hareketlere katıldılar. Hayatta bildikleri tek şey savaşmak ve bir aşamadan sonra artık bir tür paralı asker haline dönüyorlar. Nerde bu tür çatışma varsa oraya gidiyor, deneyimli, savaşmayı bilen insanlar olarak orda “hizmet” sağlıyor. Bunları yok etmek kolay bir şey değil, çünkü bu türden savaşlar yeni paralı askerleri üretiyor. Ama bunlar gittikleri yerde çok da kalıcı değiller. Bunlar gittikten sonra, yerelde kurulan ilişki sistemi içinde İslami cihatçı hareketler devam ediyor. Yani IŞİD burada bitirilse bile cihatçılık belli biçimlerde sürecek. IŞİD’in bir bölümü belki bitirilecek, belki savaşanlar başka bir tarafa gidecekler, ama kalıcı. Çünkü kendisine uygun bir üye profili yaratıyor, iç savaşta o savaşı götüren gurup olarak kazanımları var, o kazanımları içinde olan insanlar kendilerini IŞİD’e dahil olarak tanımladıkları sürece o savaş içinde yer tutabiliyorlar. Dolayısıyla iç savaş sonrası yapılacak uzlaşmada bunlar yok diyemeyeceksiniz. Savaş sonrası kurulacak muhtemel parlamentoya, yönetime bu gurupları bir şekilde entegre edeceksiniz, Afganistan’da olduğu gibi. Suriye’deki durum Türkiye’yi fazlasıyla etkiliyor. Özellikle göçmen sorunu Türkiye-Avrupa ilişkilerinin merkezine oturmuş durumda. Şimdi Rusya da doğrudan sahaya inmiş durumda ve ABD’den çok da fazla itiraz gelmedi. Siz iç savaşın gidişatını nasıl görüyorsunuz? Şuradan bakmak lazım; iç savaşları nasıl sona erdiriyorlar? Bölgeye yakın Afganistan ve Lübnan örnekleri var. Buralarda nasıl bitirdiler? Tüm bu silahlı milis kuvvetlerini, savaş lordlarını bir araya topladılar. Lübnan’da senelerce savaştıktan sonra Suudi Arabistan’ın Taif kentinde topladılar. Dediler ki tamam bir anlaşma yapacağız. Bütün savaş lordlarını milletvekili yapacağız, herkes payını almış olacak dolayısıyla. Ama problemimiz ne, silahlar. Silahları kim toplayacak? Bi-


Rusya’nın müdahalesi Sünni ve Şii cepheleşmesi açsından nasıl bir etki yapmış olabilir? İran’ın bölgede etkinliğinin artması Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail arasında yakınlaşmaya yol açar mı?

87 “İSYAN KONTROL ALTINA ALINDI”

rinin toplaması lazım ki, yeni baştan çatışmalar olmasın. O zaman da Amerika, can düşmanı olan Suriye’ye izin verdi ki, girsin ve Suriye askeri birlikleri silahları toplasın. Hepsini topladılar, Hizbullah hariç. Hizbullah İsrail’le savaştığı için ve Suriye Golan yüzünden kendi savaşacağına Hizbullah üzerinden bu savaşı devam ettirmeyi daha makul bulduğu için Hizbullah’ın silahlarını toplamadı. Kalanların hepsini topladı ve Suriye’nin denetiminde bir süreç başladı. İşte Refik Hariri geldi, seçimler yapıldı vs. bir düzene oturtulmuş oldu iç savaş hali. Sonuçta da dendi ki işgalci kuvvet Suriye çıksın buradan, şartlar değiştikten sonra. Şimdi Suriye’de bu iç savaş halini çözebilmek için yeni baştan toplanacak bu savaşan gruplar, aynen Lübnan’daki gibi. Sadece grupların kendisi yok, onların vekaleten savaştıkları asıl devletlerin de katıldığı bir toplantı olacak bu. İçinde Türkiye de, Irak da, Suudi Arabistan da, Rusya da, Amerika da var. Tamam, herkes bir pay alacak. Esad’la bir geçiş dönemi olacak, Esad ve Suriye Ordusu bir biçimde var olacak. Ama bu uzlaşma kimin nezaretinde olacak? Türkiye olmaz. Suudi Arabistan olmaz. Mısır olmaz. Rusya? Amerika? İran’ın olması son derece riskli. Dolayısıyla bölgede bu işi yapabilecek bir ülke yok. Çünkü her birinin içeriye dahil olma hali vekaleten yürüttükleri savaşı doğrudan savaşa döndürecektir. Bu yüzden dışardan birilerinin olması gerekiyor, Rusya mı olur Amerika mı bilemiyorum. Ama bunun anlaşmasını yapacak olan ne Suudi Arabistan ne Türkiye, Rusya’yla Amerika. Onlar bunda uzlaştıktan sonra, iç savaşı nasıl bir geçiş süreciyle sonlandıracağız ya da sonlandırmak istiyor muyuz? Sonlandırmak istediklerine dair emareler var, ama sonlanacak mı, o yönde kesin bir girişim var mı çok fazla bilgimiz yok. Ama biliyoruz ki eğer bu bitecekse, tüm savaş lordlarını parlamentoya taşıyan, seçim yoluyla bir düzen kurulacak. Tabi bunun ön şartı Suriye’nin bütün halde kalması. Kalabilir mi? Bilmiyoruz. Şu anda anladığımız herkes kalmasından yana. Ama bu süreç o kadar kaygan bir zeminde işliyor ki, bugünden yarına böyle olacağını söylemek bizim açımızdan zor. Çünkü arkadan yapılan pazarlıklara dair hiçbir bilgimiz yok. Hakikaten emin değilim, sahiden savaş artık burada dursun deniyor mu? Göçmen meselesi tabi büyük problem. Ama hiç unutmamak lazım ki, Avrupa için hala çok da büyük bir problem değil. Bütününü düşündüğünüz zaman, çok az sayıda insan gidebiliyor Avrupa’ya. Evet, tabi ki felaket, denizlerde ölüyorlar, ama yani politika yapanların hiç buna dertlendiklerini zannetmiyorum. Çünkü bu politikayı oluştururken herkes biliyordu ki bu yerinden edilmeye, göçe yol açacak. Libya’yı bombaladıkları gün biliyorlardı ki Libya’da mülteciler Avrupa’ya geçmeye çalışacak. Bu politikayı geliştirenler bu tür sonuçları olacağını bilerek yapıyor. Dolayısıyla buna çok dertlendiklerini zannetmiyorum. Ama bu, politik manevra yapabilmek açısından iyi bir argüman. Asıl dert bu mu, şüpheliyim. Çünkü hala çok az sayıda insan gidebiliyor Suriye’den Avrupa’ya.


88 “İSYAN KONTROL ALTINA ALINDI”

Yakınlaşma var zaten. Bence Amerika’nın yapmaya çalıştığı şey; Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye eksenini oluşturmak. Görünürde böyle bir hat oluşuyor. Bu hattın hemen yanı başında duran İsrail, çok görünür olmamakla beraber bu ittifakın içinde. Bu uzun zamandır Amerika’nın üzerinde çalıştığı bir proje. Mısır’ın ve Suudi Arabistan’ın İsrail’le sorunu yok, Suudi Arabistan’ın Sisi yönetimiyle hiçbir sorunu yok. Türkiye’nin Sisi yönetimiyle olan sorunları bir biçimde çözülüyor gibi görülüyor. Bence Suriye’de en son Esed’den tekrar Esad’a geçmemiz bunun göstergesi. Şimdi bu hat oluşturulduğu sürece bil ki karşısında Rusya ve İran hattı olur, ama bunu soğuk savaşın iki kutuplu çatışması gibi görmemek lazım. Çünkü Amerika’yla Rusya’nın o kadar da birbirlerini boğazlamak üzerinden yaptıkları bir şey olmadığı açık. Uzlaşılabilir, pazarlığa açık, ama nüfuz bölgesi bölüşümünde herkesin maksimumu almaya çalıştığı, dolayısıyla kendisine uygun ittifakları oluşturduğu bir durum. Ama hala keskin iki kutbun çatışması halinde değil, bir biçimde müzakere, mücadele, vekalet savaşlarıyla nüfuz alanlarını genişletmeye yönelik bir süreç işliyor. Ayrıca oluşan bağlar kopmaz değil, her an çözülebilir, oldukça kaygan bir zeminde kuruluyor bu hatlar. Bu kaotik durumda Suriye Kürtlerinin kalıcı bir statü kazanma ihtimali var mı sizce? Görebildiğim kadarıyla Mısır-Suudi Arabistan-Türkiye ve görünmeyen İsrail hattı kurulduğu zaman Kürtler çok önemli olmuyor Suriye’de. Dolayısıyla bu hat kurulup devam ettirilebildiği sürece, Kürtlerin feda edilmez müttefik olma şansları yok. Rusya bu yüzden PYD gelip Rusya’da ofis açsın diyor. Yani Amerika’nın kolaylıkla gözden çıkarabileceği bir müttefike Rusya diyor ki “bizim tarafa geliniz”. Her gün yeni ittifakların kurulup çözüldüğü bir zemin. Buradan Suriye’deki Kürtler için bir kalıcı statü çıkar mı, pek çok şeye bağlı. Altı ay önce güçlü bir olasılık vardı, şimdi daha zayıf. Çünkü Türkiye İncirlik’i açtı, Esed’den tekrar Esad’a geçti. Ama şimdi Rusya’nın doğrudan devreye girmesi Kürtlere yeni ittifak zeminleri açabilir. Altı ay sonra ne olacağını öngörmek kolay değil. Peki, son aylarda yaşadıklarımızdan hareketle Türkiye hangi örneğe daha çok benziyor sizce? Yönetim açısından Mübarek Mısır’ına benzetilebilir. Ancak bizde Kürt meselesine benzer bir çatışma zemini yoktu Mısır’da Mübarek giderken. Bizde ise belirleyici olarak var. Dolayısıyla iç savaşa da göz kırpan bir dinamik olduğunu görmemiz lazım. Böyle bir olasılığın olduğunu zannederim herkes görüyor. Çok teşekkür ediyoruz hocam. 26 Ekim 2015


SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER M. Sinan MERT

SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

20. yüzyıl sosyalizminin en büyük zaafının iktidar alanında olduğu söylenebilir. İktidarın sınıf adına inşası görevinin büyük oranda sınıfın öncü partisi tarafından üstlenilmesinin, sınıfın kendisinin iktidar ilişkisinin dışında kalmasına yol açtığı açıktır. Öncünün kuruluş adına ortaya koyduğu planlamanın, üretici güçler teorisinin yanlış bir yorumuna dayanması, bu planlamanın sınıfın adına kurulan iktidarla sınıfı karşı karşıya getirmesi ve bunun yarattığı büyük yarılmanın yol açtığı yabancılaşma 20. yüzyıl sosyalizminin krizini üretmiştir. Bu krizin ağırlığının hala hissedildiği ortadadır. Oysa dünyanın sosyalizme her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardır. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte küresel kapitalist sistemin içine düştüğü sistemik kriz tablosu, kitlesel halk hareketlerini ve devrimci çıkışları yeniden tarihin ön sahnesine çıkarmaktadır. Bu isyanların kurucu bir iradeye dönüşememiş olsalar da yarattığı büyük heyecan, devrimci bir iktidarın yönetme biçimi üzerine tartışmaları geliştirmektedir. Sokaklara dökülen kitlelerin en önemli taleplerinden bir tanesinin daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olduğu açıktır. Liberal demokrasi anlayışının biçimsel özellikleri ve sınırlılıkları sorgulanmaktadır. Temsili demokrasinin yetmezlikleri, siyaset ile iktisat arasına çekilen yüksek duvarların sorgulanması, ezilenlerin hem siyasi iktidardan hem de üretilen kümülatif zenginlikten daha fazla pay talep etmeleri, kapitalizmin yarattığı çelişkilerin sürdürülemezliği düzenin sorgulanmasını desteklemektedir. Bu sorgulamanın bir yeni yaşama sıçramasının ise kitlelerin önünde etkin ve verimli bir yol haritasının bulunması ile yakından alakalı olduğu açıktır. Neoliberalizmin, piyasa ekonomisinin ve liberal Batı demokrasisinin aşılmasına dönük bir aklın inşası bu anlamda her günkünden daha fazla katkıya ihtiyaç duymaktadır. Halkların doğrudan kendilerini iktidara taşımaları anlamında doğrudan demokrasi girişimleri her geçen gün daha da artmakta ve güçlenmektedir. Daha hala geniş ölçekte sürdürülebilir ve yaygın bir deneyim inşa edilememiş olsa da liberal demokrasinin sınırlarını zorlayan arayışlar giderek ön plana çıkmaktadır. Özellikle Rojava’da ve Türkiye Kürdistanı’nda kurulmaya çalışılan özyönetimler de bu anlamdaki tartışmayı güçlü bir biçimde teşvik etmektedir. Çok boyutlu ve etkin biçimde işleyen bir deneyim değil de daha ziyade sarayın faşizm saldırısına

89


90 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

bir karşı hamle olarak işleyen bir tutum söz konusu olsa da KÖH uzunca süredir ideolojik zeminde geliştirdiği düşünceleri hayata geçirmeye dönük bir adım atmış görünmektedir. Abdullah Öcalan bu anlamda eski ve yeni sosyalizm görüşleri arasında yeni bir sentez inşa etmeye çalışarak, Türkiye ve Ortadoğu’daki güç dengelerine de oturan bir canlı modelin kurgusunu geliştirmeye gayret etmektedir. Diğer yandan ise özellikle 21. Yüzyıl Sosyalizmi kapsamında L. Amerika merkezli geliştirilmeye çalışılan açılımlarda da reel sosyalizmin iktidar deneyimini aşmaya çalışan, devlet ile ezilen kitleler arasındaki bağı yeniden yapılandırmaya çalışan, ezilen halkların doğrudan kendi meclisleri, konseyleri ile iktidarın sahibi olarak öne çıkmasını sağlamaya gayret eden hamleler dikkat çekmektedir. Bu anlamda geçmişte saha ziyade anarşizmin hegemonik bir aracı olarak işlev gören hiyerarşisizlik, doğrudan eylem-doğrudan demokrasi, konseyler, meclisler yeniden sosyalist mücadelenin araçları haline gelmektedir. Bu tutumlar kimi zaman iktidara sahip olmanın gereksizliğini vaaz eden görüşlere kadar uçlaşabilse de esas olan iktidar olgusunu reddetmek değil iktidarı toplumun kılarak yürümeyi başarabilmektir. İktidarın ezilenler adına öncü tarafından üstlenildiği değil öncünün, iktidarın kitleler tarafından ele geçirilmesinin yolunu açtığı bir stratejiye dair bir düşünsel çerçevenin oluşturulması esastır. İktidarın öncüyle sınırlı bir zümre tarafından ele geçirilmesi değil de zümrenin açtığı yoldan yürüyen kolektif halk örgütlerinin iktidarı sahiplenmesi mümkün değil midir? Burada aslında yeniden 1917’ye dönmemek neredeyse imkansızdır. Aslında tam da burada bahsedilen biçimde RSDİP’in ön açıcılığında iktidarın Sovyetler tarafından üstlenilmesi söz konusu iken Sovyetlerin süreç içerisinde giderek silikleşmesi, 20. yüzyıl sosyalizminin kırılma noktasını oluşturmuştur. Sovyetler aslında çok açık bir biçimde ezilen halkların özyönetim aygıtları olarak ortaya çıkmış, bu çerçevede Şubat-Ekim sürecinde ikili iktidar odağı olmuş daha sonra da Ekim’de en azından görünümde iktidarı ele geçiren yapı olmuştur. Sonuç olarak sosyalizmin devletle ilişkisinin son derece sorunlu olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Kapitalizmin günahlarının büyüklüğü, halkların bu yalın gerçeği unutması için yeterli değildir. Devletin öldürülmesi aslında sosyalizmin en büyük hedefidir. Devletin sınıfları ortadan kaldıracak bir araç olarak kullanılması akla yakın gelse de bu sürecin içinde ezilenlerin bir politik özne olarak etkinliğini kaybetmesi telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmıştır. Proletarya diktatörlüğü proletaryanın kendisinin bir politik özne haline gelmesini de engelleyen bir duruma geldiğinde aslında doğrudan proletaryaya dönmüş olmaktadır. “Evet, diktatörlük! Ancak bu diktatörlük, sosyalist dönüşümün başka türlü gerçekleşemeyeceği, burjuva toplumunun yerleşik haklarına ve ekonomik ilişkilerine nerjik, kararlı müdahalelerle demokrasinin uygulanması anlamındadır, yok edilmesi anlamında değil. Ancak bu diktatörlük sınıfın ürünü olmalıdır, sınıf adına hareket eden küçük bir yönetici azınlığın değil, kitlelerin etkin katılımıyla adım adım gelişmeli, kitlelerin doğrudan etkisi altında bulunmalı, kamuoyunun tam bir denetimine tabi olmalı, halk kitlelerinin siyasal eğitiminden çıkmalıdır.” (Rosa Luxemburg, “Rus Devrimi”, Rosa Luxemburg Kitabı,


91 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

s.458, Dipnot) Özyönetim fikrinin, doğrudan demokrasinin, “devlet ile toplum arasındaki yarılmanın kapanması olarak demokrasi” anlayışının izini 20. Yüzyıl Marksizmi içinde sürebilmeyi hedefliyoruz. Bu amaca dönük olarak cevabı bulunması gereken birkaç soru ortaya atılabilir: Proletarya diktatörlüğünün işçi sınıfını iktidarsızlaştırmasına götüren kırılma nerede, neden ve nasıl yaşanmıştır? İşçi sınıfının evrensel bilincinin (parti) ile işçi sınıfının gündelik bilincinin karşı karşıya gelmesi (özörgüt) durumunda her durumda aynı tutum geliştirilebilir mi? Bu ikisinin arasındaki gerilimi en verimli bir biçimde nasıl değerlendirebiliriz? Toplum tüm gövdesiyle yönetime katılma fikrine nasıl bakar? Sıradan bir işçi için iktidara katılmanın maliyeti, külfeti ve getirisi ne kadardır? Sınıfın iktidara katılma konusunda direnç geliştirmesi ve üretime yabancılaşmayı ortadan kaldıracak biçimde çok yönlü katılmaktan imtina etmesi durumunda öncü ne tutum almalıdır? Özyönetim fikri proletarya diktatörlüğü ile taban tabana karşıtlık içinde midir? Aslında bir arada yürümeleri gerekmez mi? Özyönetim ile devlet arasında bir ortak yaşam kurgusu nasıl inşa edilebilir? Demokrasinin bir güvencesi olarak iktidarı parçalamak ve toplumsal güçlere dağıtabilmek, “devlet iktidarını dengelemek” ve demokrasiye yol vermek için ne oranda işlevseldir? Devletin sönümlenmesi meselesi aslında özyönetimin bir biçimde devleti ikamesi anlamına geldiğine göre aslında özyönetim doğrudan demokrasi anlamında sosyalist teoriye içrek bir konu olmak durumundadır. Ancak burada sorun doğrudan demokrasi ve özyönetim aygıtlarının aslında bir biçimde kapitalizm ile de eklemlenme riskidir. Kapitalizm katılımcı demokrasiyi kendisine istikrar kazandıracak bir araç haline dönüştüremedi mi? Burada aslında katılımcı demokrasinin bir tehdit olmaktan çıkarılmasının yöntemi iktidarın toplum içine Foucoultcu anlamda yayılmasıdır. İktidarın bir özne olmaktan çıkıp bir manyetik dalga, bir bulut olmaya doğru evrilmesidir. Foucoult buradan yola çıkarak devletin kendisini önemsizleştirmiştir. Post Marksist tezlerde devletin ele geçirilecek bir kale olarak görülmekten vazgeçilmesi bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Devlet madem merkezi iktidarı odak olarak temsil etmekten düştüyse o zaman devlet iktidarını hedeflemeden de iktidar olabilmek mümkündür. Sivil toplumun içinde inşa edilen otonom birimler üzerinden iktidar çözülebilir, alternatif bir iktidarlaşma yaklaşımı benimsenebilir. Foucoultcu iktidar okumasının toplumsal hareketlerin bilincinde yarattığı temel zafiyet noktası budur. Oysa 2000’li yıllardaki tüm mücadeleler bütün görkemlerine rağmen aslında iktidar olmadan iktidarı almak tezlerinin, demokrasinin sosyalizmi ikame değerlendirmelerinin yanlışlığını da göstermiştir. Devlet iktidarını almayan hiçbir toplumsal hareket herhangi bir kalıcı mevzi elde edememektedir. Büyük kabarışlardan geri çekilme sonrasında kum taneleri kalmaktadır ancak. Devletlerde somutlaşan iktidarları alacak organlara da bu iktidarı topluma


92 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

yayarak çözecek ve devleti sönümlendirecek mekanizmalara da ihtiyacımız var. Ancak devleti sönümlendirecek mekanizmaların iktidarı alacak mekanizmaları ikame etmesini ummanın da gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır. Bir aygıtın halkın doğrudan demokrasisini mümkün kılması onu iktidarı ele geçirme için ideal bir araç haline getirmez. Eski kabilelerde savaş ve barış durumunda farklı şeflerin bulunmasının meşruluğu gibi sosyalizm teorisi açısından da bu iki işlevin farklılığı görülmeli ve meşru kabul edilmelidir. Buradaki büyük zorluklardan bir tanesi de hiçbir devrimden gerçek anlamda katılımcı bir demokrasi üretilememiş olmasıdır. Devletler sönümlememiş, proletarya diktatörlükleri işçi sınıfı için de bir diktatörlük olmaya devam etmiştir. Kimileri işçi sınıfının kimi yaşamsal kazanımlarını siyaseten iktidarsızlığını örtecek bir açıklama olarak kullanmaya çalışıyorlar. “Reel sosyalizmler… Nihai hedefleri ‘devletin kuruyup gitmesi’ idi. Zıt doğrultulara savruldular. İşçi sınıfı iktidarları oluşturabildiler mi? Tartışmalıdır. Ama, emekçi toplumları inşa ettiler.” (Korkut Boratav, Reel Sosyalizmler Kıymetlerini Bilelim, Hatırlayalım) Sınıfın iş güvencesi, temel barınma hakkı güvencesi, parasız eğitim ve sağlık gibi hakları onun siyaseten hiçbir role sahip olamayışını ancak isyan etmeyerek-edemeyerek bir tür pasif rıza ürettiğini görmemizi engellememelidir.

Sosyalizmde Sivil Toplum-Siyasal Toplum-Devlet Mekaniği Marx ve Lenin’deki tüm açık vurgulara rağmen sosyalizm neden devletle özdeşleşmiştir? Sosyalist devletler neden sivil toplumu tamamen pasifize edici bir rol oynamışlardır? Sivil toplumun devlet karşısında güçsüzleşmesinin devletin sönümlenmesini engelleyen olgu olduğu çok açıktır. Toplumsal yaşamın kendisi ortak yürütülmesi gereken görevleri sınıflı toplumda olduğu gibi sınıfsız toplumda da üretmeye devam edecektir. Bu ortak işlerin yürütülmesi konusunda sivil toplum örgütlenerek tamamen denetimindeki siyasal toplum eliyle devletin boşluğunu dolduramazsa devlet yok olmaz. Hatta giderek kendisini çıkarları toplumdan farklı bir zümre olarak da örgütleyebilir. Bu anlamıyla diktatörlük gerçekten de toplumun kendisine doğru yönelebilir. Toplumu örgütsüzleştiren, temel bir çerçeve dışında sivil toplumun devletten özerk alanının oluşmasını bir güvenlik sorunu olarak algılayan bir devletin denetimi altında sönümlenme gerçekleşmez. Hiçbir devrimden demokrasi çıkmamış olması tam da bu süreçle alakalıdır. Devrimin güvence altına alınması ile toplumun kendi öz örgütlülüğü ile devleti sönümlendirecek adımlar atması arasındaki çelişki nasıl aşılacaktır? Güvence meselesi konusunda da ham hayallere kapılacak bir durum yoktur. Allende ve Şili örneği ortadadır. Egemenlerin iktidarlarını tehdit eden toplumsal hareketlere neler yapabileceklerini tarihin kanlı sayfalarından çok iyi biliyoruz. Fakat güvenlik kaygılarının sivil toplumu boğması da nitelikli bir sosyalist demokrasinin gelişmesini imkansız hale getirmektedir. Sınıf iktidarı aslında bir siyasi hareketin iktidarıdır. En azından şimdiye kadar yaşadığımız sınıflı toplumlar tarihinde hiçbir sınıfın doğrudan iktidarından


93 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

bahsedilemez. Çünkü sınıflar siyasi yapılar değildirler, kolektif olarak bir siyasi bütün olarak hareket edemezler. Belli dönemlerde yaşam koşulları çok ortaklaşan toplumsal kesimler doğal olarak benzer siyasi programları destekleyebilirler. Ancak aynı sınıftan insanların tamamının tek bir siyasi partiyi desteklemesi de mümkün değildir. Dolayısıyla sınıflar içinde her zaman farklı siyasi eğilimler olacaktır. Bu siyasi eğilimlerin her biri ayrı bir siyasi örgüt inşa etmek zorunda değildir. Bu siyasi eğilimler zaman içerisinde dönüşümler de geçirebilirler. Niteliksel olarak tamamen farklı bir hatta da geçebilirler. Örneğin; Sosyal Demokrasi işçi sınıfının devrimci bir eğilimi iken süreç içerisinde burjuvazinin bir eğilimine dönüşmüştür. Dolayısıyla bir siyasi partinin iktidarını bir sınıfın kolektif iktidarı olarak tanımlamaya çalışmak o siyasi harekete altından kalkamayacağı bir aşırı meşruiyet yüklemektedir. Bu aşırı meşruiyet ise bu partinin iktidarını herhangi bir sınır olmaksızın uygulamasını ve halkın açık rızasını aramasının gereksiz görülmesi sonucunu doğurabilmektedir. Sınıfın iktidarını güvence altına almak için hukuksuzluğun kabulü sivil toplumun kendisini yeniden üretmesini imkansız hale getirir. Devrim anlarında bir kırılmayı zorlamak için hukuksuzluğu kabul etmek kaçınılmazdır. Hiçbir siyasi rejim sadece hukuk içinde kalınarak değiştirilemez. Çünkü hiçbir siyasi rejim sadece anayasal güvencelere sahip değildir. Siyasi rejimin temel güvencesi kendisini ayakta tutmak için harekete geçecek güçlerin fiili mücadelesidir. Aşırı meşruiyet, bir siyasi iktidarı son kertede çürütür çünkü söz konusu iktidarın meşruiyet yaratma ihtiyacını azaltır. Hegemonya kurmak için meşruiyet arayışı bütün siyasi organizasyonların temel varoluş motivasyonunu, canlılığını sağlar. Oysa aşırı meşruiyet yaratan bir tanımla (“tanrının yeryüzündeki temsilcisi olmak”, “işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu mücadelesini yegane öncü gücü olmak” gibi) iktidarın sınırsızlaştırılması böylesi bir arayışı gereksizleştirir. Aşırı meşruiyet sahibi bir iktidar, toplumun rızasını üretme ihtiyacını hissetmez. Burada rıza, a priori bir olgu haline gelir. Devletin üzerine oturduğu toplumsal yapının krizsel tepkileri ortaya çıkmadıkça da rıza üretme ihtiyacı hissedilmez. Bu kanalların kapalı olması toplumsal çelişkilerin yıkıcı noktalara ulaşmadan çözülebilmelerini sağlayacak olanakları ortadan kaldırır. Devlet ve toplum birbirine tamamen yabancılaşır. Bu durum çelişkisizlik hissi yaratır oysa çelişki üretimi mutlaktır. Devlet-sivil toplum ikiliğinin olduğu tüm durumlarda çelişki üretimi asla sönümlenmez. Aşırı meşruiyet durumu çelişkilerin yok edici aşamaya ulaşana kadar fark edilememesine, önemsenmemesine yol açar. Bu açıdan liberal demokrasilerin kapitalizme kazandırdığı esneklik kapitalizmin kendisini yeniden üretebilmesi için oldukça önemlidir. Liberal demokrasi kitlelerin kandırılabilmesinin, öfkelerinin boşaltılabilmesinin, toplumsal çelişkilerin önemli bir kısmının düzen açısından yıkıcı hale gelmeksizin çözülebilmesinin olanaklarını sağlar. Bu esneklik, kimi zaman düzene dönük devrimci meydan okumaların pasif devrimler aracılığıyla içerilmesini de mümkün kılar. Bu anlamda devrimlere karşı en dayanıklı rejimlerin parlamenter liberal demokrasiler olması rastlantı değildir. Çünkü devrimci durumlar ancak sivil toplum içinde ve sivil toplum ile devlet ara-


94 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

sında ortaya çıkan çelişkilerin çözülemez bir noktaya ulaştığı momentlerde ortaya çıkarlar. Bu anlamda devrimci kırılma yaşandıktan, ancient regime’in dönüşüme direnci kırıldıktan sonra sivil toplumun kendi öz dinamikleri ile siyasal toplumlar yaratması engellenmemelidir. İşte tam da bu momentte eğer siyasal toplumun kurumsallaşması başarılamazsa önceki devletin egemenlik sistemleri de tam olarak tasfiye edildiği için sonuç olarak proletarya diktatörlüğü kendisini dengeleyecek tüm unsurlardan mahrum kalır. Toplumdaki tek egemen güç haline dönüşen bir bürokrasi ise sivil toplum içindeki her türlü alternatif politizasyonu kendisine ezilecek düşman olarak görür. Bunu ezmek için çeşitli gerekçeler üretmekte zorlanmayacaktır. Proletarya diktatörlüğünün eski rejimi tasfiyesi bir zorunluluktur. Fakat buradan sürdürülebilir bir rejim ortaya çıkabilmesi için sivil toplumun kendisinden bir siyasal toplum üretebilmesi de zorunluluktur. Böylesi bir siyasal toplumun oluşması ve giderek devletin işlevlerini dönüştürerek üstlenmesi, bürokrasinin işlevlerinin önemli seviyede üreten insanların kolektifi tarafından yerine getirilmesi sosyalist demokrasinin oluşması için bir zorunluluktur. “Toplumun tüm üyelerinin ya da hiç olmazsa büyük bir çoğunluğun devleti kendi başlarına yönetmeyi öğrendikleri bu işi bizzat kendi ellerine aldıkları, önemini artık yitirmiş olan kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını koruma niyetinde olan asilzadeler ve kapitalist tarafından iliklerine dek bozulmuş işçiler üzerinde belli bir denetim örgütledikleri andan itibaren şu ya da bu tür bir hükümet için duyulan gereksinim yok olmaya başlar.” (Lenin, Devlet ve Devrim) Sivil toplum kendi bağrından devleti, devletteki siyasi partiyi dengeleyecek, geriletecek ve gerekirse dönüştürecek bir siyasal toplum çıkaramıyorsa bürokratik yozlaşma kaçınılmazdır. Bürokratik yozlaşmanın temel gerekçesi bu anlamda devletin tek yönlü günahları olarak görülmemelidir. Sivil toplum bu anlamda örgütlü bir siyasal toplum inşasını gerçekleştiremezse teori ne olursa olsun bürokratikleşme kaçınılmazdır. Örneğin; Venezülla’da devletin tüm çabalarına rağmen hem devleti denetim altında tutacak hem de burjuvazinin topyekün tasfiyesini zorlayacak bir siyasal toplum ortaya çıkamamaktadır. İşyerlerinin denetimini üstlenen, devletteki bürokratik kireçlenmeleri denetim altında düzelten bir siyasal toplumsal canlılığa ihtiyaç bulunmaktadır. Bu anlamıyla hiçbir siyasi partinin iktidarı ele geçirmesi gerçek bir sosyalist demokrasinin güvencesi olamaz. Üreten insanların belli kırılma noktaları dışında sivil toplumdan siyasal topluma geçmedikleri bilinen bir gerçektir. Özgürlüğün neredeyse havada solunacak kadar somut bir yaşamsallık kazandığı momentler hariç işçiler gündelik hayatın dehlizlerinde salınırlar. Özellikle çalışma koşullarının ağırlığı bunun en önemli gerekçesidir. Uzun saatler ve yüksek efor sarfedilerek çalışılan bir toplumda işçi sınıfının, emekçilerin siyasal toplum içinde yer alması ve devleti dengeleyecek özyönetim araçları yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla “iş”in kapitalist tanımı değişmedikçe sivil toplumdan siyasal toplum oluşması da önemli oranda engellenecektir. İşçi sınıfının tüm öbekleri-


Burjuva Demokrasisi ve Pasif Devrim Dinamiği Ezilenlerin siyasal toplumunun devrimi gerçekleştiremeyip buna rağmen egemenlik sistemini tavizlere zorlaması, ezilenlerinin hareketinin devlet içinde mevziler kazanmasına yol açar. Egemenlik sistemi öz niteliklerini kaybetmeden dönüşür, bu dönüşümü gerçekleştirirken de kendisine tehdit teşkil eden siyasal toplumu da kapsayarak onu da dönüştürür. Avrupa işçi sınıfının özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında devlet içinde kazandığı mevzilerin devrimci özün tamamen kaybına yol açtığı açıktır. Sermaye ilişkisi öz olarak korunarak, iktisat ile siyaset arasında çizilen kalın duvarlar görece aşılarak, sosyal devlet uygulamalarıyla üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunulmaksızın kümülatif artı değerin belirli bir kısmı kamulaştırılarak işçi sınıfının devrimci tehditi savuşturulmuş, yaşanan demokratikleşme ile de rejimin meşruiyeti daha da gelişmiştir. Buna karşılık iktidar ilişkileri Foucoultcu anlamda toplumu bir örümcek ağı gibi sarmış, sivil toplum ve birey panoptikon benzeri bir yapı içerisine hapsedilmiştir. Daha sonra gerçekleşen neoliberal karşı devrim bu hapsediliş sayesinde mümkün olabilmiş, iktisat ile siyaset arasındaki finans kapital açısından hayati duvar yeniden tahkim edilmiştir. Postmodern teoriler ise aslında siyasal toplumu çözücü sonuçlar yaratmış, siyasal toplumu çözerek yeniden sivil toplum içine dökmüştür. Bu oluşan sersemleme hala büyük oranda devam etse de Seattle İsyanı sonrasında yaşanan gelişmelerle Batı açısından da büyük oranda aşılmış görünmektedir. Bu anlamda sermaye ilişkisini ısrarlı biçimde imha etmeyi hedeflemeyen ya da devlet ile sivil toplum arasındaki konjonktürel temel çelişkiye dayanmayan tüm siyasal toplumlar burjuva egemenlik ilişkisinin içine rahatlıkla emilebilirler. Bu emilme hem egemenlik rejimini yenileyerek hem de ölümcül bir düşmanı imha ederek devletin meşruiyetini güçlendirir. Sosyalizmin böylesi bir esneklik gösteremeyişi öncelikle ortaya çıkan aşırı meşruiyet durumuyla ve sonrasında da bunun yarattığı bürokratik yabancılaşma ile izah edilebilir. Sosyalizm içerisinde devlet sivil toplumdan türeyen siyasal toplumları kendisine tamamen rakip olarak görür. Kendisini sınıfın iktidarı ile özdeşleştirdiği için kendi dışındaki tüm siyasal toplumları sınıf dışı olarak kodlar, düşmanlaştırır, kendisine nüfuz edebilecek güce ulaşmadan böylesi siyasal toplumları yok eder. Bunun tam aksi bir iradi zorlamayı Çin’deki Kültür Devrimi’nin yarattığı belirtilmelidir. Bu anlamıyla Mao, ortaya çıkan deneyimin sonuçları ne

95 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

nin işten önemli oranda özgürleşmesi bu açıdan hayatidir. Oysa üretici güçleri hızla geliştirmeyi bir tür takıntı haline getiren, sosyalizmi bir tür hızlı kalkınma yöntemi olarak tanımlayan, oluşan kümülatif artı değerin önemli bir kısmını işçi sınıfının yaşam koşullarını acilen rahatlatacak harcamalar yerine sabit sermaye yatırımlarına yönlendiren 20. yüzyıl sosyalizmi bu açıdan sağlıklı bir deneyim yaratamamıştır. Ortaya çıkan siyasi yabancılaşma ise bir süre sonra Schumpeterci anlamda bir çalışma toplumunun ortaya çıkmasını da engellemiş, üretim altyapısı da giderek aşınmış, var olan siyasi dengelerin hassaslığı gözetilerek de ortaya çıkan iktisadi irrasyonaliteye müdahale de bulunulamamıştır.


SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

olursa olsun bürokratikleşmeyi ölümcül bir sorun olarak algılama noktasında diğer tüm ideoloji de üreten devrim öncülerinden ayrışır. Fakat yine de Çin’de de farklı bir tablo ortaya çıkmamıştır. Sadece ÇKP, komünist parti anlayışını uygulanan politikalar setini sonsuzlaştırarak mantık sınırlarına zorlamıştır. Klasik bir komünist partinin yönettiği bir kapitalist toplum gerçeği ancak böyle ortaya çıkmıştır. Komünist parti yönetimi bu haliyle devrimci özünden tamamen kopuşup bir idare tekniği haline dönüşmüştür. Kültür Devrimi’nde siyasal toplum ile devlet-partinin karşı karşıya gelmesinden bir sentez ortaya çıkmamasının temel sebebi ise sivil toplumdaki çelişkilerin doğal seyrinde siyasal toplumlar yaratmayıp bunun yerine siyasal toplumun ortaya çıkmasını ve programının esas olarak parti içindeki fraksiyonlar çekişmesini tetiklemesidir. Ancak yine de devlet-partinin siyasal toplum tarafından dengelenmesi adına böylesi bir girişim Çin’deki deneyimi gerçek anlamda ayrıksı kılıyor.

Özyönetimler ve Sosyalist Demokrasi Siyasal toplumun, sivil toplumun içindeki çelişkilerden doğal olarak türeyerek devleti dengeleyecek bir pozisyonu ortaya çıkarabilmesi sosyalist demokrasinin yegane güvencesi olacaksa tam da burada özyönetimlerin sosyalizmin kuruluşu açısından oynayabileceği hayati rol ortaya çıkmaktadır. Toplumun tüm kesimlerinin düzenin temel parametrelerinin devlet tarafından güvence altına alınması kaydıyla (ki bir sosyalist toplumda bu temel parametrenin ancak sömürüyü mümkün kılacak, sermaye ilişkisini yeniden üretecek tüm taleplerin engellenmesi olacağı açıktır) örgütlenerek kendi yaşamlarının koşulları üzerinde mutlak söz sahibi olmalarının sağlanması sosyalist demokrasinin ihtiyaç duyduğu dengeleyici rolü mümkün kılacaktır. Özyönetimler öncelikle devletin mutlak iktidarını sınırlayacak, daha sonra da öncelikle yerel ölçekte devletin temel işlevlerini üstlenerek iktidarın sönümlenmesinin önünü açacaktır. Toplumun öz örgütlerinin inşası ve güçlenmesi devletin sönümlenmesinin yegane koşuludur. Temel parametreleri benimsediği oranda farklı siyasi anlayışların örgütlenmesi, kendi programlarına destek üretmek için özyönetimler içinde ve dışında politika yapmaları sosyalist devletin güvencesi altında olacaktır. Kapitalist devletin temel dokunulmaz hücresi nasıl sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesi ise sosyalist devletin temel hücresi de sermaye ilişkisinin restore edilmesini engellemektir. Devlet dışındaki siyasal toplumun onun dışındaki tüm toplumu doldurması, politik düşüncelerin eşitliği ve özgürlüğü geliştirmesi yönünde siyaset üretmesi toplumsal canlılığın en büyük güvencesi olacaktır. 20. yüzyıl sosyalizminin en büyük yanlışlarından biri pozitivist bilimselciliğinden kaynaklı epistemolojik kırılmasıydı. Mutlak doğrunun bilinebileceği ve bunun da partinin tekelinde olduğu önyargısı toplumsal yaşamı boğmuştu. Bunun da ötesinde çelişkisizlik takıntısının, toplumun tüm öbeklerinin ancak bu doğrunun yanında durdukları oranda siyasal toplumda kendilerine yer bulabilmelerinin de yapının giderek köhneleşmesine yol açtığı açıktır. Çelişkisizlik durumu sınıflar ortadan kalksa bile ulaşılabilir bir nokta değildir. Sivil toplum hayatı bu çelişkileri mutlaka bir biçimde üretir. Bu çelişkiler


“Kapitalist Devlet’in Özgürlüğünü Sınırlamak” ve Özyönetimler Hiç kuşku yok ki devlet ile sivil toplum arasındaki güç dengesi sermaye ilişkisinin yeniden üretimi koşullarında da mevcuttur ve siyasal toplumun ortaya çıkarabildiği direnme enerjisi oranında da değişkendir. Yani sermaye ilişkisi koşullarında devletle sivil toplum arasındaki ilişki tüm toplumlarda türdeş değildir. Marksizm olağanüstü devlet biçimleri başlığında bu konuyu belli bir çerçevede tartışır, ancak konuyu genelde devlet-sivil toplum-siyasal toplum üçgeninde değil de daha ziyade burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiler çerçevesinde ele alır. Oysa ülkelerin siyasi rejimleri gerçekten de her ne kadar aynı ideal tipler çatısı altında anılsa bile birbirlerine göre önemli farklılıklar içerirler. Bu farklılıklar ise büyük oranda sivil toplum ile devlet arasındaki güç dengesine büyük oranda bağlıdır. “Özgürlük, toplumun üstüne yerleştirilmiş bir organizma olan

SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

zaten toplumsal yapı için bir sorun değil tam tersine onun ilerlemesinin ve “daha doğru”ya ulaşmasının temel yakıtıdır. Marx, diyalektik materyalist bakışın sadece kapitalizm koşullarında geçerli olabileceğini hiçbir yerde söylemedi. Sivil toplum içinde ortaya çıkan çelişkilerin olgunlaşması, politik talepler haline dönüşmesi ve bu taleplerin sosyalist devlete nüfuz etmesi her zaman çatışmasız bir biçimde gerçekleşmeyecektir. Ancak devletin, temel parametreleri ortadan kaldırmayı hedeflemeyen talepleri zorla bastırması asla kabul edilemez. Fakat bu dengenin oluşması asla sadece hukuki yöntemlerle sağlanamaz. Devlet her zaman kendi olanaklarını kullanarak bu hukukun dışına çıkabilecektir. Devleti hukuk içinde davranmaya ikna edecek tek etken sivil toplumun siyasal toplumda cisimleşen örgütlü gücüdür. Bu devletin sosyalist olması bu gerçeği değiştirmez. Sosyalist devletin de siyasal toplum tarafından dengelenmeye ihtiyacı vardır. Sadece hukuki anlamda değil ama gerçek politik güçler anlamında görece homojen bir güç dağılımı gerçekleşmeden o toplumda demokratik bir yapı ortaya çıkmayacaktır. Bu anlamıyla bütün tarihsel deneyimlere rağmen Marksizm, devlet karşıtlığı anlamında Anarşizm’den daha geride değildir. “Epistemolojik kopuş avcısı” Althusser işin bu kısmını pek vurgulamaz ama proletarya diktatörlüğü nezdinde devletin sosyalizm uygulamalarında sivil toplumun önüne geçmesi belki de en önemli Hegelci sapmadır. Hegel’in insanın yarattığı en mükemmel aygıt olarak gördüğü devlet, sosyalizmin inşasının tüm yükünü sivil topluma rağmen üstlenmeye kalkınca ortaya yaratılan tüm değerlere rağmen son kertede bürokratik bir çürüme çıkmıştır. Peki sermaye ilişkisinin ortadan kaldırıldığı proletarya diktatörlüğü koşullarında devletin sönümlenmesini mümkün kılacak örgütlenme biçimleri olarak öne çıkardığımız özyönetim örgütlenmeleri sermaye ilişkisi ortadan kaldırılmadan nasıl bir rol oynayabilir? Sermaye ilişkisi koşullarında devleti dengeleyen, böylece liberal demokrasinin alanını görece geliştiren bir rol oynayabilir mi? Demokrasinin geliştirilmesi noktasında özyönetimler ne derece katkı sunabilir?


98 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

devleti, topluma tamamen bağlı bir organizma biçimine sokabilmektir ve bugün bile devlet biçimleri ‘devletin özgürlüğü’nün sınırlandırılması ölçüsünde az ya da çok özgürdür, ya da değildir.” ( Alman İçi Partisi Programının Kenar Notları, Karl Marx, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, s. 40, Sol Yayınları) Devletin özgürlüğünün ne kadar sınırlandırılabileceği toplumun gücüne bağlıdır ve bu anlam da siyasi rejimin niteliğini belirler. Kapitalist devlet kendi özü olan “sermaye ilişkisinin yeniden üretimi”nin tasfiyesine meyletmediği sürece her türlü toplumsal talebi kapsayabilir. Bu anlamda kapitalist öze temelde itirazı bulunmayan hatta itirazı bulunsa da bu itirazı maddiyata dökme şansı olmayan tüm siyasi hareketleri bir biçimde kendisine katabilir ya da birlikte yaşayabileceği bir siyasi rejimi yaratabilir. Bu anlamda finans kapitalin egemenliğinin çok farklı siyasi rejimlerle örtüşebileceği belirtilebilir. Bu anlamda özyönetimler siyasal topluma güç yansıtabildikleri oranda, devletin alanını daraltabildikleri oranda özgürleşme imkanı sunacakladır. Fakat yukarıdaki açıklamalardan da görülebileceği gibi özyönetimler kendiliklerinden devrime yol açacak örgütler olarak da görülemezler. Devrim sonuç itibariyle devrim için mücadele eden bir siyasi öznenin toplumsal çelişkileri derinleştirmesine, siyasal toplumda bu çerçevede bir hegemonya üretmesine bağlıdır. Böylesi bir hegemonya oluşturan siyasi hareket olmaksızın özyönetimler devrimci bir matrisin parçası olamaz. Özyönetimlerin nasıl bir rol oynayacağı doğrudan onları da yönseyen politik hegemonya ile ilişkilidir. Özyönetimin kendisine özcü anlamda bir devrimcilik atfetmek anlamlı değildir. Özyönetimler farklı toplumsal zümrelerin farklı ölçekteki öz örgütleri olarak katılımcı bir demokrasinin koşulu olarak anlamlıdır ancak bunlara devrimci öncüyü ikame edecek bir misyon tanımlamak gerçekçi değildir. “Sovyetler, devrimci iktidarın çekirdekleri olduklarından, onların gücü ve önemi tamamen ayaklanmanın gücüne ve başarısına bağlıdır. Bu tür kuruluşlar silahlı bir devrime yaslanmıyorlarsa ve yönetimi devirmiyorlarsa (yani geçici devrim hükümetine dönüşmezlerse) yok olmaları kaçınılmazdır.” ( Lenin, 1906 Nisan’ında RSDİP’in IV. Kongresi’ne işçi temsilcileriyle ilgili olarak sunduğu karar, akt. Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler, s.124) Ekim Devrimi’nin temel sloganı olarak “Tüm İktidar Sovyetlere”nin ortaya çıkmasını sağlayan en önemli isim Lenin’in özyönetim örgütleri ile devrimci öznenin yarattığı hegemonya arasındaki ilişkiye dair vurgusu tam da bunu tanımlamaktadır. Özyönetim örgütlerinin süreklilik kazanması ve güçlenmesi aslında ilgili sınıf, zümre, etnik/dinsel/mezhepsel grup, bölgesel/territoryal iradenin bir hegemonyanın etkisi altına girmesi ile mümkün olduğu düşünülmelidir. Rusya tarihinde 1905 ve 1917’de Sovyetler işçi sınıfının özyönetim aygıtları olarak ortaya çıkmış ve tarihsel rol oynamışlardır. 1871’de yine aslında bir kentin özyönetim aygıtı olarak ortaya çıkan Komün tarihsel bir rol oynamıştır. Fakat bu özyönetim örgütlerinin rolü genel olarak bir dönemle sınırlı kalmıştır. Yakın tarihimizde Gezi Direnişi sonrasında belli bir süre etkili olan mahalle/park forumları da ayaklanmanın yarattığı politik etkiyle tetiklenmiş nüve halinde özyönetim örgütleri olarak tasavvur edilebilir. Bu kurumlar bulundukları alanlar üzerinde iktidarlaşma pers-


pektifine kavuşamayınca kitle hareketinin de geri çekilmesi ile büyük oranda yok olmuşlardı. Bu anlamda ikili iktidar perspektifi ile hareket etmeyen ya da genel bir devrimci hegemonyanın etkisiyle bulunduğu noktadan isyanın bir parçası haline dönüşmeyen özyönetimler kapitalist devletin genel döngüsü içerisinde pasif devrim etkisi yaratacak örgütlenmelere de dönüşebilirler. Yasal mevzuatın bir parçası haline gelen ve giderek karikatürleşen Kent Konseyleri bu duruma bir örnek olarak verilebilir.

Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Özyönetimler

SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

Özyönetimlerin günümüzde yoğun olarak gündeme gelmesi özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği yeni paradigmada özyönetimlere dayalı demokrasinin merkezi bir hedef olarak konması ve belli oranda da bu yönde pratiklerin hayata geçirilmesidir. Özellikle Rojava’da hayata geçirilen meclisleşmelerin halkın iradeleştirilmesi noktasında önemli bir sıçrama anlamına geldiği açıktır. Yine 7 Haziran sonrası gelişen savaş sürecinde de kent merkezlerinde gençlik eksenli öz savunma örgütlenmeleri ön plana çıkmıştır. Bu durum aslında yukarıda çizilen çerçeve ile de uyumlu gözükmektedir. Bir devrimci politik öznenin hegemonyası altındaki kitleler belli oranda da öncünün yönlendirmesiyle gerçekten de bir devrimci sıçrama momentinde öz örgütlerini inşa etmektedirler. Abdullah Öcalan’ın demokrasi çerçevesi liberal demokrasinin sınırlarını aşmayı önüne hedef olarak koymuştur. Bu anlamda devletsizliği, komünaliteyi, özyönetimi ve doğrudanlığı esas almaktadır. “Demokrasilerde yönetilme yoktur. Kendini yönetme vardır. Egemenlik altına almak yoktur, kendi kendine egemen olmak vardır.” (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, s.124) “Demokratikleşmeyi ve demokrasiyi devletleşme hastalığından kurtarmadıkça da demokratik sisteme geçilemez.” (s.122) Abdullah Öcalan’ın demokrasiyi devletin sınırlarını daraltmak olarak düşündüğü açıktır, özyönetimler halkın kendisini iktidarlaştırarak devleti sınırlamanın/dengelemenin bir aracı haline dönüşmektedirler. Bu anlamda aslında yukarıda Lenin’in çizdiği çerçeveden oldukça farklı bir tutumla karşı karşıya bulunuyoruz. Öcalan özyönetimleri devlet iktidarını dengeleyen uzun süreli ikili iktidar aygıtları olarak değerlendirmektedir. Çünkü sunulan çerçeve genel bir demokratikleşme perspektifine sahip olsa da esas olarak ulusal sorunun çözümünde bir yöntem olarak önerilmektedir. Oysa Lenin’de Sovyetler kısa sürede son verilmesi gereken bir ikili iktidar durumunda, kendisini hızla geçici hükümete dönüştürmesi beklenen özyönetim aygıtlarıdır. “Lenin’de iktidarı ele geçirme çağrısı gerçekten de ideolojik bir ‘iktidar’ kavramına esaslı bir şekilde bağlı görünür. Lenin’de iktidar diyalektik olmayan, diyalektikleştirilemeyen doğal bir mutlaktır. Onun iktidar tanımı tekil olarak burjuva iktidar teorilerinin tanımına yakındır. İkili iktidarın ancak kısa süreli olabileceği savı, Lenin’de böyle bir iktidar kavrayışının açık bir sonucudur.” (Antonio Negri, Strateji Fabrikası Lenin Üzerine 33 Ders, s.182) Lenin’i böyle düşünmeye iten iki etken vardı. Bu etkenlerden konjonktürel olanı özellikle 1917 Şubat sonrasında Rus Devleti’nin içine düştüğü sonsuza kadar süremeyecek olan aczinin açtığı olanaklardı. Diğer

99


100 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

yapısal etken ise RSDİP’in sermaye ilişkisinin temeline çomak sokmayı stratejinin temeli yapma çabasıydı. Sermaye ilişkisine son vermek isteyen bir siyasi hareket açısından devlet iktidarının ele geçirilmesi/yok edilmesi bir zorunluluktur çünkü burjuvazinin hiçbir devleti böylesi bir talebi kabul edemez, ancak 20. yüzyılın başında yaptığı gibi bu talebi revizyona uğratarak bir pasif devrimle kapsayabilir. Böylesi bir kapsamanın ürünü olarak da Keynesyenizm ya da İthal İkamesi gibi sınıf uzlaşmasına dayalı birikim stratejileri üretebilir. Ama sermaye ilişkisini yok etmeye dönük hiçbir hareket bu anlamda kapsanamaz ancak etkisizleştirilerek yakın tehdit olmaktan çıkarılıp tahammül edilebilir, aksi takdirde mutlaka ezilmelidir. Oysa bunun dışındaki tüm talepler demokratikleşme ekseninde kabul edilebilir. Kabul edilebilir olması tabii ki rahatlıkla kabul edileceği anlamına da gelmez. Abdullah Öcalan’ın devletsiz bir demokrasiye bu seviyede yaptığı vurgu aslında var olan güç dengesi içerisinde Kürt Sorunu’nu özerklik temelinde çözüme kavuşturma arayışıyla doğrudan ilgilidir: “Halkın demokrasisinde özyönetim, kendini yönetme esas olduğundan eşitlik ve özgürlük de genel olur. Demek ki en kapsamlı özgürlük ve eşitlik halk demokrasilerinde, devlet ve iktidar olmayan demokrasilerde oluyor. Demokrasiler devlet inkarı değildir, ama devletlerin süs örtüsü de değildir. Devleti yıkarak demokrasi istemek bir yanılgıdır. Doğrusu, devlet- uzun bir süre sonunda sönmesi gereken devlet- ve demokrasilerin ilkeli bütünlüğünü yürütebilmektir.” (s.124) Komünist bir özne açısından sermaye ilişkisinin lağvını böylesi bir süreç ile izah edebilmek mümkün değildir. Çünkü kapitalist devletin gerçek anlamda yenilmesi mümkün olmadan sermaye ilişkisi ortadan kalkamaz. Ancak Öcalan devletin demokrasi tarafından dengelenmesinin bir ürünü olarak devletin sönümlenebileceğini öngörmektedir. Devlet Kürt halkının güçlü öz örgütlenmesi ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin devrimci mücadelesi sonucunda ulus devlet olma biçiminde revizyona gidebilir, Türklük yerine Türkiyelilik temelinde örgütlenebilir, hatta 1921 Anayasası’nda olduğu gibi yerel özerkliklere alan açabilir, bu anlamıyla Kürt sorunu açısından gerçekten sönümlenebilir, kısa vadede böyle bir gelecek görünmese de teorik olarak bu mümkündür, dünyanın farklı bölgelerinde ulusal sorunun çözümü açısından bakıldığında en azından böyle görünmektedir. Fakat tekrar vurgulamak gerekirse devletin sermaye ilişkisi açısından benzer biçimde sönümlenebilmesi bir devrim olmaksızın mümkün değildir. Bu açıdan Öcalan farklı türden mülkiyet biçimlerinin varlığını uzunca bir süre koruyabileceğini kabul etmektedir. Dolayısıyla da reddettiği demokratik modernitenin üç ayağından biri olan kapitalist modern topluma karşı Ahlaki Politik toplumu önermektedir. Sosyalizmin tarihi sermaye ilişkisini ortadan kaldırmak için özel mülkiyetin devlet mülkiyetine geçmesinin yetersiz olduğunun da bir tarihidir ancak mülkiyet ilişkilerinde bir altüstlük yaratmadan “ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıflaşmanın pek gelişme imkanı bulamadığı, dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı tanımayla bir uzlaşmanın gerçekleştiği” bir sonucun ortaya çıkabileceğine inanmıyoruz. Tam tersine mülkiyet ilişkilerine kamusallaştırma


Sonuç Olarak Kürdistan’da inşa edilen özyönetimler halklarımız açısından olağanüstü deneyimler ortaya çıkarıyor. Gençliğin direnişi bölgede sömürgeciliği kıpırdayamaz noktaya getiriyor. Fakat özyönetimler meselesini ortaya konan direnişin de ötesinde anlamlandırmak gerekiyor. 20. yüzyıl sosyalizmlerinin iktidar konusundaki ortaya koydukları zafiyet karşısında halkın doğrudan iktidar aygıtları olarak Konseylerin, Sovyetlerin, Halk Meclislerinin, Şuraların, Misyonların ortaya çıkardıkları deneyimleri geleceğimizin yeniden inşasında temel alan bir sosyalizm kurgusu geliştirmenin zorunluluğu çerçevesinde de özyönetimler önemli tartışmaları zorluyor. Halkın doğrudan iktidar aygıtlarının devrimden önce ve sonra nasıl bir rol oynayacakları üzerinde önümüzdeki dönemde daha da olgunlaşmış tartışmalar yürütmemiz gerekiyor. Bu anlamda halkın doğrudan iktidar aygıtları 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin ruhudur. Özellikle Ekin Wan ve Hacı Lokman Birlik şahsında bu ruhu diriltmek için Kürdistan’da bedel ödeyenlere selam olsun. 24 Ekim 2015

101 SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

eliyle müdahele olmaksızın toplumla devlet arasındaki ilişkinin kalıcı olarak dönüştürülemeyeceğine inanıyoruz çünkü devletle toplum arsındaki çelişki esas olarak son kertede finans kapital ile geniş mülksüz yığınlar arasındaki ilişkinin politik bir tezahürüdür. Devlet ile sivil toplum arasındaki çelişki bu anlamıyla toplumun kendi içindeki bir çelişkinin dolayımlanmış halidir. Dolayısıyla devlet ve toplum arasındaki güç dengesinin demokratik bir ölçekte yeniden yapılandırılması esas olarak sermaye ilişkisinin yok edilmesine bağlıdır. Finans kapital ile ezilenlerin birbirini tanıması, bir ezme ilişkisinin ezilenler tarafından takdisi anlamına gelir ki kabul edilmesi bir komünist açısında tasavvur bile edilemez. Finans kapital yok edilemeden hiç bir demokrasi biçimsel sınırlarından kurtulamaz. Devrim olmadan devletin sönümlenmesi, sermaye ilişkisi toplumsallaştırılamadan demokrasinin inşası ise bir komünist için hayalden ötesi değildir.


102

FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ ÇEVİRİ: Ayşe TANSEVER

FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

Occupy Times sitesine konuşma tarihi: 26 Nisan 2015 Çevirmen notu: Bu yazı Darioa Azzellini’in Zed yayınlarında çıkan “An Alternative Labour History: Worker Control and Workplace Democracy (Alternatif Emek Tarihi: İşçi Denetimi ve İşyeri Demokrasisi) adlı kitabından bir bölümdür. Geçtiğimiz yüzyılın ilk on yılında, fabrika işgalleri ve üretimin işçilerin denetiminde yapılması Asya’daki birkaç örnek dışında sadece Güney Amerika’ya özgü gibiydi. Sanayileşmiş ülkelerdeki işçilerin çalıştıkları şirketleri işgal edeceği, edebileceği ve onları kendi başlarına işletebilecekleri ne işçiler ne de aydınları tarafından hayal bile edilemezdi. Bununla birlikte, 2008 yılında başlayan kriz Kuzey Yarımküre’de işçi denetimini yeniden gündeme oturttu. Yaşanan kriz sırasında, fabrika işgalleri tüm Avrupa’da özellikle Fransa, İtalya ve İspanya dışında İsviçre, Almanya ve ABD, Kanada gibi diğer ülkelerde de ortaya çıktı. Bununla birlikte, genellikle işgaller işçi denetimine doğru bir adım değil bir mücadele aracı oldu. İyi örgütlü olanlarda işçiler taleplerini elde ettiler diğerlerinde ise işgaller fabrika kapatılmasına ya da kitlesel işçi çıkartmalarına karşı kendiliğinden gelişen bir öfkeydi ve mücadeleler herhangi somut sonuç alınmadan parçalandı. Saldırgan bir mücadelenin parçası olan geçmişteki tarihi anlardaki fabrika işgalleri ve ele geçirmeleri günümüzdekilerle karşılaştırırsak şimdikiler savunma durumlarından gelişiyorlar. Ancak Venezüella’da işçi denetimi için son yaşanan mücadele gibi birkaç olay dışında bu değerlendirme 1980’lerin başından beri işçilere yapılan yeni liberal saldırılar süreci için geçerlidir. Krizin sonucu olarak, işgaller ve işyerini ele geçirmeler üretim yerinin, ya da şirketlerinin kapanması, üretim yerinin farklı bir ülkeye taşınması gibi olaylara karşı işçiler tarafından gerçekleştiriliyor. Yeni bir iş bulma umudu çok az olduğu için işçiler işyerlerini savunmaya çalışıyorlar. Bu savunma durumunda, işçiler sadece protesto ya da istifa etmiyorlar aynı zamanda inisiyatif alıyorlar ve kahramanlaşıyorlar. Mücadele içinde ve üretim alanında yatay sosyal ilişkiler kuruyorlar ve doğrudan demokrasi ve kolektif karar mekanizması kuruyorlar. Ele geçirilen işyerlerinde genellikle kendilerini yeniden yaratıyorlar, yakın çevreleri ve diğer hareketlerle bağlar örüyorlar.


Pilpa-La Fabrique du Sud Pilpa, Güney Fransa’da Narbonne yakınında Carcassonne’da 40 yıldır dondurma üreten bir şirketti. Eskiden 3A’ya bağlı devasa bir tarım kooperatifi olarak aralarında büyük Fransız dükkanlar zinciri Carrefour gibi müşterilerine çeşitli ünlü marka dondurmalar satardı. 3A şirketi 11 Eylül 2011’de finansal zorluklar nedeniyle Pilpa’yı sattı. Alıcı firma R&R (bir ABD yatırım fonu olan Oaktree Capital Management) onu sadece ünlü markası nedeniyle şirketi değerlensin diye

103 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

Tüm işyeri ele geçirmelerinin mutlaka bu kriterlere sahip olması gereklidir diye bir belirleme de yapılamaz. Her işçi kontrolündeki şirket modeli, içeriği olayın kendisinin farklı farklı olduğu temel gerçeğine rağmen işçi kontrolü ve ele geçirmelerini sadece bir ekonomik yöntemden öte sosyo-politik bir eylem olarak değerlendirmek her şeye rağmen önemlidir. Bu nedenle ele geçirilmiş şirketleri tartışırken bazı temel kriterlerin olması gereklidir. Bazı iyi niyetli yazarlar Avrupa’da işçi denetimi altında 150 ele geçirilmiş işyeri olduğunu hesaplıyorlar (2013 Troisi). Yakından baktığımızda bunların sadece çok azının gerçekten “ele geçirilmiş” ve işçi denetiminde olduğu söylenebilir. Bu sayı en iyi durumda geleneksel kooperatifler yapı ve işleyişini benimsemiş olan tüm işçilerin aldıkları yerleri de kapsar. Hepsi olmasa bile birçoğunda iç hiyerarşi ve bireysel mülkiyet hisseleri vardır. En kötü durumlarda şirketin sosyal hiyerarşisine (bu nedenle de ekonomik gücüne) ya da dış yatırımcı ve hissedarlarına göre (bireysel ve büyük şirketler) eşitsiz bir hisse dağılımı görülür. Olaya böyle baktığımızda da işgal etme kavramı başta kapanmaya mahkum olan ve sadece mülkiyetin bir sahipten, bazılarının şirkette çalıştığı çok sahipliliğe geçmesi olarak değersizleşir. Bu yapıyı izleyen şirketlerin, toplumun ve üretimin örgütleniş biçimine değişik bir perspektif katmadığı için “işgal edilmiş” olarak kabul edilmesi zordur. Bir işyerinin kolektif yönetimi ve sahipliğinin tek yasal zemini kooperatif olduğundan çağdaş işçi kontrollü şirketlerin hemen hemen hepsi kooperatif şirket oluyorlar. Genellikle bunlar herhangi bir özel mülkiyet seçeneği olmadığından da kolektif mülkiyettirler, tüm işçilerin eşit hisseleri ve eşit söz hakları vardır. Üretim araçlarının özel mülkiyetini sorgulamaları önemli ve ayırt edici özellikleridir. Temelde kolektif ya da sosyal mülkiyet fikrine dayalı olduklarından da kapitalizme alternatiftirler. Şirketler özel mülk değildir (bireyler ya da hissedarlar grubunun), onlar bundan en çok etkilenenlerin doğrudan ve demokratik biçimde yönettiği sosyal mülkiyet ya da “ortak mülkiyet” olarak görülürler. Farklı koşullar altında işçilerden başka, o bölgede yaşayanlar, tüketiciler, başka işyerleri ve hatta bazı durumlarda devlet de (Venezüella veya Küba gibi ülkelerde örneğin) dahil olabilir. Üretim sürecini denetledikleri ve karar almada belirleyici olduklarında da genellikle işçiler üretim süreci ve şirketin ötesinde sosyalleşir ve politikleşirler. (Malabarba 2013, 147) Kriz sırasında ele geçirilen fabrikaların hepsi aşağıdaki örnek modellere uymaktadır:


104 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

satın almıştı (sonra da Nisan 2013’te sattı.) 2012 Temmuz’unda R&R, Pilpa’nın kapatılacağını, üretimi başka yere taşınacağını ve 113 işçinin atılacağını açıkladı. İşçiler direndiler, işyerini işgal ettiler ve dayanışma hareketi örgütlemeye başladılar. Amaçları üretim alanını kurtarmaktı (Borris 2014). İşçiler fabrikanın sahibi tarafından makinelerin sökülüp alınmasını önlemek için 24 saat nöbet tuttular. Aralık 2012’de işçiler davayı kazandılar. Mahkeme R&R’nin işçi çıkartma planını ve işçilere ödenecek ücretleri “yetersiz” buldu. R&R yeni bir öneri geliştirirken 27 işçi Pilpa’yı “Fabrique du Sud” (Güney Fabrikası) adı altında işçi sahipliğinde ve kontrolünde bir kooperatif haline getirip çalıştırma planı geliştirdiler. R&R’nin yeni sahibi ilkbahar 2013 sonlarında tüm işçilere 14 ve 37 aylık brüt maaşları ve 6000 Euro’luk meslek eğitimi parası vermeyi kabul etti. Üstelik Fabrique du Sud’un aynı pazarda faaliyet göstermemesi koşuluyla kooperatife meslek eğitimi ve pazar araştırması için 1 milyon Euro’luk finansal ve teknik yardım yapma ve tek bir üretim birimindeki makineleri devretmeyi de kabul etti. Carcassone Belediyesi de fabrikasının arazisini satın almak için anlaştı (Borrits 2014). Eski Pilpa işçisi ve Fabrique du Sud kurucusu olarak, Rachid Ait Ouaki aynı pazarda faaliyet göstermeme şartını kabul etmenin bir sorun olmadığını şöyle açıklıyor: “Biz hem çevre dostu hem de yüksek kalitede dondurma ve yoğurt üreteceğiz. Meyveden süte sadece bölgede yetişen ürünleri kullanacağız ve ürünlerimizi yerelde dağıtacağız. Aynı zamanda biz fiyatları tüketiciler için düşük tutacağız. Biz Pilpa gibi yılda 23 milyon değil sadece yerelde dağıtabileceğimiz 2-3 milyon litre üreteceğiz. Kooperatife eski çalışanlardan ancak 21 işçi katılabildi çünkü daha fazla para yatırmamız ve ayrıca ödediğimiz işsizlik parasını işyeri yaratma programına göre yükseltmemiz gerekiyordu. Herkes bu riski göze almak istemedi.” Diğer durumlarda olduğu gibi, işçi denetimindeki bir şirket yasallaşmak için kooperatif olmak zorunda kaldı. Kararlar bütün işçiler tarafından birlikte alınır ve 2014 yılı başlarında üretime geçildiğinde de kazançlar çalışanlar arasında eşit olarak dağıtılacaktır.

Maflow’dan Ri-Maflow’a Milano sanayi bölgesinde Trezzano sul Naviglio’deki 1990’larda gelişmiş, çeşitli ülkelerde 23 üretim alanı ile dünya çapında ünlü klima tüpleri üreticisi olarak Maflow İtalyan uluslararası araba parçaları üretiminin bir parçası oldu. Krizin tüm acı veren sonuçlarından etkilenmemesine ve tüm tesislerini ayakta tutacak müşterisi olmasına rağmen 2009 yılında finans işlemlerinde yolsuzluk ve hileli iflas kararı nedeniyle Maflow mahkeme kararı ile zorunlu yönetim altına alındı. Milano’daki ana üretim tesisinde çalışan 330 işçi fabrikanın yeniden açılması ve işyerlerini korumak için mücadele başlattılar. Mücadele sırasında tesisi işgal ettiler ve tesisin damında çok muhteşem protesto eylemleri düzenlediler. Mücadeleleri nedeniyle Maflow tüm tesisleriyle birlikte bir paket olarak yeni ya-


105 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

tırımcılara açıldı. Kasım 2012’de tüm Maflow grubu Polonyalı yatırım gurubu Boryszew’a satıldı. Yeni sahip çalışan işçi sayısını 80’e indirdi. Geri kalan 250 işçi özel gelir programı fonuna alındı. Buna rağmen yeni sahip üretime bir daha geçmedi ve iki yıl kapatmama anlaşma süresi bittikten sonra 2012 Aralık’ında Boryszew grubu Milano’daki Maflow tesisini kapattı. Kapatmadan öncede içerdeki makinelarin çoğunu kaçırdı. (Blicero 2013 Occorso 2013 ve Massimo Lettiere) İşsiz kalan bir gurup işçi birbirleri ile bağlantılıydılar ve vazgeçmeme kararı aldılar. Eski Maflow işçisi ve radikal solcu Confederazione Unitaria di Base (CUB) sendika delegesi Massimo Lettiere şöyle anlatıyor: “Boryszew şirketi aldıktan sonra meclisler kurmaya başladık. Bu meclislerin bazılarında fabrikayı ele geçirmeyi ve içerde çalışmayı tartıştık. Ne yapabileceğimizi bilmiyorduk ama bu kadar boş kaldıktan sonra artık işsiz kalacağımızı anlamıştık. O nedenle başka bir seçeneğimiz kalmamıştı ve denemeliydik. 2012 yazında daha önceden yaptığımız piyasa araştırmaları sonucunda burada bilgisayar, sanayi makineleri, ev ve mutfak aletlerinin doğaya yeniden dönüşümü için bir kooperatif kurma kararı aldık.” 2012 Aralık’ında tesis kapandıktan sonra işçiler eski fabrikalarının önündeki alanı işgal ettiler ve 2013 Şubat’ında eski işçiler bölgedeki hileli iflaslarla kapanmış diğer fabrikaların işçileri, güvencesiz işçiler ile hep birlikte fabrika içine girip işgal ettiler. “Biri gelsin sana yardım etsin demenin bir yararı yok. Geride kalanlara sahip çıkmalıydık. Ben işsizim. Yeni bir işyeri açacak param yok. Ama başkasının terk ettiği bir binayı alıp bir iş kurabilirim. Yani bir proje için ilk gerçek yatırım harekete geçmek ve politik eylemdir. Biz politik bir tercih yaptık. Ve o noktadan itibaren çalışmaya başladık.” Mart 2013’de Ri-Maflow kooperatifi resmen kuruldu. Bu arada fabrika binası Unicredito Banka geçti. İşgal sonrası Unicredito işçileri atmamayı kabul etti ve binayı kullanmalarına izin verdi. 20 işçi tüm zamanlarını projeye vererek hem fabrikayı hem de kendilerini yeniden yarattılar diye anlatıyor Lettiiere: “Biz daha geniş bir ağ örmeye başladık. Ekonomik faaliyet olarak doğaya yeniden kazandırma hedefi ile elimizde ‘Ri-Maflow’ kooperatifi vardı. Binada bazı etkinlikler ve alanlar geliştiren “Occupy Maflow” adında bir dernek kurduk. Bir salonda bit pazarımız var. Bar açtık, konserler ve tiyatrolar örgütledik… Kiraya verdiğimiz bürolarla ortak çalışma alanımız var. Bütün bunlardan elde ettiğimiz az bir kazançla kooperatife bir taşıma aracı ve palet alabildik. Elektrik donanımını yeniledik ve her birimize ayda 300-400 Euro maaş ödedik. Bu çok değildi ama buna 800 Euro’luk işsizlik yardımını ekleyince normal bir ücret gibi oluyor. 2014 yılında biz kooperatif olarak daha büyük ölçekli işler yapmak istiyorduk. Başlattığımız çevrebilim ve kaldırılabilirlikle ilgili iki tane projemiz var. Yerel organik tarım üreticileri ile bir ittifak kurup dayanışma amaçlı alışveriş yapmaya başladık ve Güney İtalya’daki Rosarno Calibria tarım kooperatifi ile bağlantı kurduk. Onlar bir kooperatif ve adil ücret ödüyorlar. Üç ya da dört yıl önce Rosarno’da sömürüye karşı isyan eden göçmen işçilere destek vermişlerdi.


106 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

Bu kooperatiften hem portakal alıp satıyoruz hem de portakal ve limon likörü üretiyoruz. Aynı zamanda devasa bir yeniden dönüşüm projesi geliştirmek için Politeknik Üniversitesi’nde çalışan bir gurup mühendis ile bağlantı halindeyiz. Gerekli tüm izinleri almamız birkaç yıl sürebilir. Atığın azalması vs gibi çevre korumaya uygun bir faaliyeti seçtik ve kolay olan bilgisayar yeniden dönüşüm işine başladık bile ama bunu daha büyük ölçekli yapmak istiyoruz.” Geleneksel ekonomistlere bu darmadağınık bir iş gibi görünebilir ama gerçekte fabrikanın sosyal ve çevrebilimle ilgili kullanımlı dönüşümü şu üç temel ilkeye dayalıdır: “a) dayanışma, eşitlik ve tüm üyelerin kendi kendine örgütlülüğü; b) aynı işi yapan kamu ve özel işyerleri ile sürtüşmeli bir ilişki; c) genel iş, gelir ve haklar mücadelesine katılma ve onları yükseltme.” (Malabarba 2013, 143).

Yunanistan: Vio.Me sanayi tutkalından organik temizlik malzemelerine Selanik’teki Vio.Me fabrikası sanayi tutkalı, izolasyon malzemesi ve diğer çeşitli kimyasal yapı malzemeleri üretirdi. 2010 yılından sonra işçiler işverenle dört ila altı hafta ücretsiz izne ayrılma konusunda anlaştılar. Ardından fabrika sahibi işçi ücretlerini azaltmaya başladı ama bunun geçici bir önlem olduğunu söyledi ve yakında eksik ücretlerini de alacakları güvencesini verdi. Patron sözünde durmayıp ücretlerini ödemeyince işçiler ödenmesi için greve gittiler. Onların mücadelesine tepki olarak işveren 2011 Mayıs’ında arkasında 70 işçinin ödenmeyen ücretini borç olarak bırakıp fabrikayı terk etti. Daha sonra işçiler, şirketin hala kar ettiğini ve “kayıpların” aslında ana firma Philkeram Johnsosn’a Vio.Me’nın açtığı kredi olduğunu öğrendiler. Temmuz 20’da işçiler fabrikayı ele geçirip geleceklerini ellerine alma kararı verdiler (ayrıntılar için kitabın 10 bölümüne bakınız). Vio.Me işçisi Makis Anagnostou’nun açıklamalarına göre: “İşveren fabrikayı terk ettikten sonra biz ilk önce politikacı ve sendika bürokrasisi ile pazarlığa başladık. Ama bunun zaman kaybetmek ve mücadeleyi yavaşlatmak olduğunu anladık. Zor günlerdi; kriz ani ve şiddetli etkilerini gösteriyordu. Yunanistan’da işçiler arasında intihar oranı çok yükseldi ve bizim işçi arkadaşların intihar etmesinden endişelenir olduk. Bu nedenle emek uzlaşmazlığımızı tüm topluma açma kararı aldık ve insanlar bizim ittifak gücümüz oldular. Gerçekten hiçbir şey yapamayacağını düşündüğümüz insanların herşeyi yapabileceğini keşfettik!! Birçok işçi bizimle aynı düşüncede değildi, başka nedenlerle mücadeleyi bıraktı. Mücadeleyi sürdüren bizler arasında bir eşitlik, katılım ve güven zemini vardı.” Üretimi ve işyerini ellerinde tutmada başarılı olmasalar bile Vio.Me uluslararası üne sahip oldu ve Yunanistan’da birçok başka işyeri işgaline ilham oldu. Bunların içinde uluslararası olarak tanınan en iyi örnek devlet kamu yayıncılığı şirketi, ERT’dir (ELLINIKI Radiofonía Tileórasi). Hükümet, 11 Haziran 2013’de tüm kamu TV ve radyo istasyonlarının kapanacağını açıkladıktan sonra (yeniden inşa edilip daha az işçi ve daha düşük ücret, sosyal hak ile) işçiler ve memurlar radyoyu işgal ettiler ve 5 Ekim’de zalimce tahliye edilene kadar kendi programlarını


İşçi el koymaları önünde duran ortak zorluklar Günümüzde işgal edilen ya da el konulan işyerlerinin genel bazı sorunları arasında şunlar sayılabilir: Politik parti ve bürokratik sendikaların desteğinin olmaması, eski sahipler ve birçok diğer kapitalist işverenlerin temsilcileri tarafından sabotaj ya da reddedilme; işçilerin özlemlerine yanıt verecek yasal şirket biçimlerinin bulunmaması; kurumsal çerçevesizlik; kurumlar tarafından engellenme; özel kurumlardan daha da az olmak üzere hiç bir finansal destek ve kredi olanağının olmaması. Günümüz işgal fabrikalarının karşısında genel olarak elverişli koşullar yoktur. İşgaller küresel ekonomik kriz sırasında gerçekleşiyor. Yeni bir üretim faaliyetine başlamak ve durgunluk içinde olan ekonomide pazar elde etmek kolay bir iş değil. Dahası, işçi kontrolündeki şirketlerin ulaşabilecekleri sermaye desteği kapitalist işletmelerinkinden daha azdır. Fabrika işgalleri ve onu ele geçirmeler genellikle sahibi fabrikayı terk ettikten sonra gerçekleşiyor ve işveren ya ortadan kayboluyor ya da işçileri birbiri arkasından işten attıktan sonra terk ediyor. Fabrika sahipleri işçilerin ücretlerini, tatil paralarını, tazminatlarını ödemeden kaçıp gidiyorlar. Genellikle fabrika sahibi işletmeyi kapatmadan makineleri, araçları ve hammaddeleri başka yerlere kaçırıyor. Bu durumda, hiç ya da çok az bir finansal destek, belirsiz bir gelir nedeniyle çoğu kaliteli özellikle genç işçiler işletmeden daha iyi olanaklar ya da yeni bir iş bulma umudu ile uzun dönemli bir mücadele ufkundan uzaklaşıyorlar. Kalan işçiler de dar anlamı ile yalnız üretim sürecini değil aynı zamanda tüm şirketi tüm özellikleri ile yönetebilmek için ek bilgi edinmek zorunda kalıyorlar. Ama bir kez işçiler fabrikayı ele geçirince eski işveren birden yeniden ortaya çıkıyor ve “kendi” işyerini geri istiyor. Kapitalistlerin nasıl, kiminle yapılırsa yapılsın iş iştir inancının tersine başka mantık taşıyan işçi kontrolündeki işyerleri kapitalizmin özündeki dezavantajları dışında, kapitalist işveren ve kurumlar kadar burjuva devletin saldırı ve düşmanlıkları ile de karşı karşıya kalıyorlar. İşçi kontrolündeki şirketler eğer ki kapitalist işleyişe boylu boyunca teslim olmazlarsa o zaman farklı bir örnek oldukları için tehdit olarak görülüyorlar.

107 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

ürettiler. Vio.Me işçileri Şubat 2013’de üretime yeniden başladılar. “Artık daha önce ürettiğimiz sanayi tutkalı yerine organik temizlik malzemeleri üretiyoruz. Dağıtım resmi değil. Ürünlerimizi pazarlarda, fuarlarda ve festivallerde kendimiz satıyoruz ve çoğu ürünümüz sosyal hareketler, merkezler ve hareketin içinde olan dükkanlarda satılıyor. Geçen yıl temel olarak fabrikayı ayakta tutmaya çalıştık. Üretim, dağıtım ve satış anlamında çok olumlu bir sonuç aldığımızı henüz söyleyemeyiz. Kazançlarımız oldukça düşük ve tüm işçileri geçindirmeye yetmiyor. O nedenle bazı işçiler inançlarını kaybettiler ya da yoruldular ve Vio.Me’yi bıraktılar. Son zamanlarda meclisimiz oy birliği ile kooperatifleşerek statümüzü yasallaştırma kararı aldı.”


İşçi el koymalarının ortak özellikleri

108 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

Varlığını sürdürdüğünü bildiğimiz yukarıda anlatılan birkaç işyeri ele geçirmesi birbirinden büyük farklılıklar gösterir. Bazı fabrikalarda modern ve teknik açıdan tam çalışır makineler vardı. Diğerlerinde eski sahip tarafından kelimenin tam anlamıyla tamamen yağmalanmıştı ve her şeye sıfırdan başlamak zorunluluktu. Bazı fabrikalar yerel yetkililerden diğerleri yerel sendikalardan destek buldular. Ele geçirilen fabrikaların ortak özelliği ne kadar özgün olduklarının listesi değildir. Yukarıda anlatılanlar, özellikler dizisidir ama ele geçirilen fabrikalarda mutlaka yerine getirilmesi zorunlu değildir. Tüm ele geçirme süreci demokratik bir şekilde yönetiliyor. Kararlar her zaman ister bir konsey ister meclis olsun tüm katılımcıların oy eşitliği ile doğrudan demokrasi biçiminde alınıyor. İşçi kontrolündeki fabrikalarda bu doğrudan demokratik mekanizma uygulaması yalnız tek tek işletmelerde değil aynı zamanda tüm toplumda kararların nasıl alınması gerektiği konusunda önemli sorular sorduruyor. Böylece yalnız kapitalist bir iş değil aynı zamanda “demokratik” iktidarın liberal ve temsili yapısına da meydan okunuyor. Diğer belirgin ortak özellikler işgaldir. Bu yasadışı bir eylem yapmak ve sonuçta yetkililerle çatışmaya girmek demektir. Bu işçilerin kendileri tarafından doğrudan eylemdir. Onlar ne “temsilciler” ne de bir sendika ya da parti tarafından temsilci olmayı bekliyorlar hatta kendileri eyleme geçmeden devlet kurumlarının sorunlarını çözeceği umutları da yoktur. Malabarba’nın doğru olarak tespit ettiği gibi: “Eylem tepesi taklak konulmalıdır: İlk önce girişim, işgal ve sonra az çok bilinçli olarak başarısız olan kurumlarla bağlantıya geçmek.” (Malabarba 2013, 149) Bu aynı zamanda, Latin Amerika deneyimlerini de doğrular. Arjantin, Brezilya, Uruguay ve Venezüella’da da işçiler her zaman sorunlarına pratik yanıtlar bulmada, sendikalar ve kurumların önünde olmuşlardır. İşgaller, kamulaştırmalar, yasalar, mali ve teknik destek vs. her zaman işçi inisiyatifinin arkasından gelir ve onların doğrudan eylem ve mücadelesine bir tepki olarak gelişir. Ele geçirmeyi gerçekleştiren işçiler tarafından yapılan üretim için de aynı şey geçerlidir: Yasaları harfiyen yerine getirmek, tüm yasal yetki için bekleme ve vergileri ödeme demek aslında bu eylemin en başta ölü doğması demektir. Üretim eylemi eskiden yapıldığı şekilde sürdürülemediğinden çoğu fabrika yeniden yaratıldı (çünkü makineler sahibi tarafından götürülmüştür, çünkü çok müşterileri yoktur ve işçilerin daha önce erişemedikleri çok uzmanlık isteyen işlerdir ya da işçiler başka nedenlerle başka kararlar alırlar). Diğer daha belgelenmiş durumlarda çevreyle ilgili konuların ve sürdürülebilirlik sorularının eksene oturduğunu görüyoruz. Bu İtalyan fabrikasında olduğu gibi geri dönüşüm üzerine gelişim, Selanik’teki Vio.Me’da sanayi tutkalları, tinerlerden organik temizlik maddelerine ve Fransa’daki iki fabrikada organik ürünler, yerel ve bölgesel hammaddelerin kullanımı ve ürünlerin yerel ve bölgesel dağıtımına dönüşüm oluyor. İşletmenin geleceğine yönelik uzun vadeli sorun doğanın geleceği, kısa vadeli olarak da bölgelerinde yaşayanların sağlık sorunları öne çıkıyor. İşçilerin


109 FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE İŞÇİ DENETİMİ

öngördüğü yeni toplum yapısında çevrebilimle ilgili unsurlar kadar demokratik ilkeler de önemlidir. İşçilerin mücadelesi ve işgal edilmiş ya da ele geçirilmiş işyerleri aynı zamanda yeni sosyal ilişkilerin geliştiği ve pratiğe geçirildiği alanlardır: Güvenilirlik artıyor, karşılıklı yardımlaşma, katılımcılar ve diğerleri arasında dayanışma, katılım ve eşitlik yeni kurulan sosyal ilişkilerdeki bazı özelliklerdir. Yeni ve en azından kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkandan farklı değerler doğuyor. Bir kez işçiler karar verdikten sonra örneğin işyeri güvenliği öncelik oluyor. Ele geçirilen fabrikalar genellikle bölgeleri ile güçlü bağlar geliştiriyorlar. Çevrelerini destekliyorlar ve onlardan da destek alıyorlar. O bölgede olan çeşitli öznelliklerle etkileşim içinde olup ortak girişimler geliştiriyorlar. Ayrıca farklı sosyal hareketler, sosyal ve politik örgütlerle bağlantılar kurulup güçlendiriliyor. Bütün yukarıda sözü edilen fabrikaların sosyal hareketler ve özellikle 2011’den beri küresel ayaklanmanın parçası olan yeni hareketlerle doğrudan ilişkileri var. Bu özellikler, bölgelerinde güçlü bağlar kuran, diğer hareketlerle yakın ilişki içindeki Latin Amerika’daki başarılı fabrika ele geçirme örnekleri ile açık paralelliktedir. Bölgede böyle sağlam bir duruş başka önemli sorunlara karşı meydan okumaya da yardımcı oluyor: Değişen çalışma ve üretim koşulları tam gün sözleşmeli işçi sayısını radikal bir şekilde azalttığı gibi her şirkette çalışan işçi sayısını azaltıyor. Geçmişte iş ve üretim süreci otomatik olarak işçiler arasında bir kaynaşma yaratıyordu ama bugün işin bir dağıtma etkisi var, çünkü aynı işyerinde çalışan işçiler artık başka başka statülerde ve farklı anlaşmalarla çalışıyorlar. Genel olarak giderek daha çok işçi güvencesiz çalışma koşullarına ve kendi kendine iş kurmaya itiliyor (yaptıkları iş tamamen bir “işverene” bağlı olsa bile). Bu tür işçiler nasıl örgütlenecekler ve mücadele araçları nelerdir? Eğer sermaye üzerinde zafer kazanılacak ise bu solun yanıtlaması gereken önemli bir sorudur. İtalya’da Ri-Maflow ve Officine Zero, güvencesiz ve bağımsız çalışanlar ile mekanlarını paylaşarak yeni çalışma biçimi ile güçlü bağlar kurdular. Kanada’daki Toronto olaylarında bu işin yeni dağıtıcı özelliğine karşı farklı bir yaklaşım geliştirildi. Ele geçirilen fabrikalardaki işçiler hem birbirlerini tanıyorlar, hem de kendilerini daha geniş bir hareketin parçası olarak görüyorlar. Onların mücadelesini duyan Mısır’da Kouta Çelik Fabrikası İşçileri Yunan Vio.Me işçilerine destek mektubu gönderdiler. Vio.me işçisi Makis Anagnostou şöyle diyor: “Vio.Me çalışanlarının hedefi işçi denetimi altında birçok fabrika ile Avrupa ve uluslararası ağ oluşturmaktır.” Bu hedefin gerçekleşeceğine inanmak için yeterli neden vardır.


110

İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ Mehmet AKYOL

İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Ülkede işçi sendikalarının içinde bulunduğu içler acısı durum hakkında bugüne kadar yeterince tartışma yapıldı. Bu durumda çıkış konusunda yazılanlara bakıldığında ise bilinen hazır reçetelerden başka bir şey ortalarda görülmemekte. Gerek Bölge açısından gerekse de metropollerdeki yurtseverler açısından ise toplumsal mücadelenin her alanında görülen atılım henüz işçi sınıfı mücadelesi içinde pek hissedilmemekte. Oysa demokratik ekonominin inşasında çalışanların rolü ve katılımı en önemli faktör durumundadır. Sendikaların bu süreçte, sınıfın ekonomik kurumları olarak hangi rolü oynayacağının tartışmaya açılması, varılan sonuçlar çerçevesinde sendikaların yeniden yapılandırılması önümüzde duran önemli bir adımdır. Ülkedeki sosyal mücadele dikkate alındığında, mevcut sendikaların günün ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir yapılanmayı başaramayacakları açıktır. Bölge’de verilen mücadele ise pek çok açıdan söz konusu yeniden yapılanma için yol açıcıdır, hatta giderek belirleyici tek etken olarak öne çıkmaktadır. Gerek mücadele anlayışı, gerekse de örgütlenme yöntemleri, mevcut sendikaların yeniden nasıl yapılanması gerektiğini göstermektedir. Sendikalar bilinen nedenle bugüne kadar mücadeleye ya karşı tavır aldılar ya da aralarına mesafe koymaya çalıştılar. Sendikalar içindeki devrimci demokrat kesim de benzer bir yaklaşım içinde. Mücadelenin sendikalar içindeki tutumu ise bugüne kadar mevzi elde etme çabasını aşamadı. Kuşkusuz bunda hareketin önceliklerinin önemli bir yeri var. Ancak gelinen aşamada HDP/HDK deneylerinde gördüğümüz gibi ‘yeni bir yaşam için’ bir araya geliş önemli bir ivme yaratmakta, değişimin önünü açmaktadır. Nereden Başlayacağız Sorunun tek bir cevabının olmayacağı açık. Üstelik hedeflenen demokratik ekonomi için sendikaların yeniden yapılanması gerektiği dikkate alındığında boyutlar daha da artmakta. Elimizde hazır reçetelerin olmadığı noktasından hareketle somut gelişmelerin ışığında bir yol çizebiliriz. İlk adımın atılması için ön şart, sendikaların içinde olmak ve sendikaların sorunlarını beraberce çözmeye çalışmaktır. Gerek Bölge’de, gerekse de metro-


Yol Haritası Yukarıda belirtildiği gibi sorun iki boyutu ile birlikte ele alınmalıdır, yeniden yapılanmanın çerçevesi ve somut örgütlenme adımları. Bunun için ilk elden bir Koordinasyon Kurulu oluşturulması gerekmektedir. Kurul üyelerinin tespiti ve görev çerçevelerinin çizilmesi en kısa zamanda yapılmalıdır. Kurul ilk toplantısında bunun için gerekli kadro ve mali desteği hesaplayarak alanda çalışmaları başlatmalıdır. İlk etapta, söz konusu 7 sendika değerlendirilmeli, bu sendikalarla kurulacak ilişkinin çerçevesi çizilmelidir. Diğer bağımsız sendikaların tespiti ve yukarıda sözü geçen yasal girişimlerin yapılması için de ortaklaşa bir yol haritası yapılma-

111 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

pollerde yurtseverlerin sendikaya üye olmaya teşvik edilmeleri, sendika içinde söz sahibi olmalarının sağlanması ilk adım olarak nitelenebilir. Ancak bu adımla birlikte, yeniden yapılanmanın teorik çerçevesinin çizilmesi için bir tartışma açılmak bir zorunluluktur. Tek başına sendikalara üye olmayı teşvik, mevcut sendikal sorunların kangrenleşmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Somut bir örnekten yola çıkarak bazı önerileri tartışmaya açalım. Meclis’te kabul edilen son Torba Yasa’da yer alan küçük bir nokta, Toplu İş Sözleşmesi yetkisi konusunda bitmek bilmeyen tartışmalar için yeni bir umut haline getirilebilir. Öncelikle TİS için ön şart olan baraj maddesi iki durum için yürürlükten kaldırılmakta. 2009 öncesi %10 barajını aşarak bir işyerinde yetki almış olan sendikalar, bu işyerlerinde tekrardan yetki alma hakkına kavuşmakta. 2009 Temmuz ila 2012 Temmuz’u arasında kurulan sendikalarda bu yetkiye sahipler. Tek şart ise işyerinde çalışanların yarısından fazlasını sendika üyesi olması. Bu maddenin hukuksal anlamı özenle incelenmeli. Öncelikle Dev Turizm İş gibi sendikaların hızlı bir biçimde işyerlerini örgütleyerek yetki alması, buna bağlı olarak barajı aşma hamlesi yapabilmesi olanaklı hale gelmekte. Bu maddeden DİSK ve Türk-İş’e bağlı 7 sendika yararlanacak. Bu sendikaları yapacakları hamlede ön koşulsuz desteklemek sendikalar içindeki ön yargının kırılmasına önemli bir katkıda bulunacaktır. Burada önemli bir konu dikkatlerden kaçmamalıdır. Sendikalar daha başlangıcından bu yana sürekli olarak politik hareketlere dayanarak var olabilmişlerdir. Politik hareketler ne kadar güçlü ise o kadar sınıfa hizmet etmişler, politik hareketlerin zayıf düşmesi ile sınıftan uzaklaşmışlardır. Bu anlamda bugün ülkede yükselen politik hareket, sendikaların derdine deva olacak tek ilaçtır. Ancak daha ilginç olan konu, bu maddenin Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırılığının doğuracağı sonuçlar. Örneğin; BATİS gibi sendikalar bu kapsam içinde değil. Bu durumda BATİS bir işyerinde çalışanların yarısından fazlasını üye yaparak TİS yetkisi isteyebilir. Bakanlık bu yetkiyi kabul etmeyecektir. Bu durumda konu Anayasa Mahkemesi’ne götürülüp eşitlik talep edilebilir. Başka bir deyişle barajda bir delik açılmış oluyor, bunu ciddiye alarak barajın tümüyle yıkılması hamlesi yapılabilir. Bunun için atılacak ilk adımlar önemli. Çünkü söz konusu yetki talep süresi bir yılla sınırlı. (Nisan 2016’ya kadar)


112

sı denenmelidir. Buna paralel olarak yeniden yapılanma için başlatılacak tartışmaların nasıl yürütüleceği de kararlaştırılmalıdır. Bu çerçevede çalışmaları yürütecek kadroların eğitimi tartışmaların bir parçası olarak düzenlenmelidir. Gerek yapılan çalışmalara ilişkin haberler, gerekse de söz konusu tartışmalar yayın organları aracılığıyla yaygınlaştırılmalı, gerekli olduğunda broşür ve benzeri destek yayınlar çıkarılmalıdır.

İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Demokratik Ekonomide Üretimin Yeniden Örgütlenmesi Sendikal hareketin doğuş döneminde çalışanlar için örgütlenme sadece işyerinde örgütlenme ile sınırlı değildi. Sınıf dayanışmasının hayatın her alanında örgütlenmesi için sosyal konut inşasından dayanışmacı tüketime kadar her alanda girişimlerde bulunulmuştu. Kapitalizmin gelişmesi sonucu bu alanlar birer birer terk edildi. Bugün pazar ekonomisinin insanlığı bir uçurumun kenarına getirdiği görülüyor. Yalnızca sınıf dayanışmasının yeniden örülmesi değil ekonominin yeniden yapılandırılması artık bir gereklilik. Kuşkusuz bu tek başına sendikaların başaracağı bir görev değil. Ama sendikalar bu süreçte önemli bir rol oynayacaklardır. Tüketim, yaşam kolektiflerinin yanı sıra üretim kolektiflerinin kurulması sendikalarla birlikte gündeme alınmalıdır. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde son yıllarda gündemden düşmeyen üretim kolektifleri deneyleri ile Rojava’daki benzer deneylerin yan yana getirilmesi bizlere yeni ufuklar açacaktır. Benzer şekilde Batı Avrupa’da sendikalardan bağımsız olarak ortaya çıkan tüketim ve yaşam kolektifleri de tartışmaların gündemine taşınmalıdır. Bu tartışmaların Bölge’de ve metropollerde farklı biçimlerde yapılması gerektiği ise gözden kaçırılmamalıdır. Bu tartışmaların DTK ve HDK Emek Meclislerine taşınarak hayata geçirilmesi mümkündür. Bu konuda çalışmaların hangi çerçevede yürütüleceği ve yol planının belirlenmesi için ön çalışmalara başlanması gerekmektedir. Hedef Büyütme Sendikal hareketin yeniden yapılandırılması için bir sonraki aşamada, her iki çalışmanın sentezinin yaratılması sonucu ortaya çıkacak olan örgütlenme modeli öncelikle çalışmanın sürdürüldüğü sendikalarda gündeme taşınmalı, gerekli tüzük değişiklikleri için girişimlerde bulunulmalıdır. Bunun doğrudan sonucu diğer sendikalarda benzer tartışmaların başlatılması olacaktır. Bu aşamada diğer ülkelerdeki tartışmalar dikkate alınarak, tartışmanın uluslararası bir boyutta sürdürülmesi için girişimlerde bulunma noktasına sıçranabilir. Sendikal hareketin, demokratik ekonominin örülmesi çalışmalarının bir parçası olarak kavranması ile somut adımlar atmak mümkün hale gelecektir. HDK Emek Meclisi’ne Öneriler


113 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

7 Haziran sonrası oluşan yeni durum bu konuda ilk adımların atılabileceğini gösterdi. Bu çerçevede HDK Emek Meclisi’ne aşağıdaki öneriler sunuldu. Ancak erken seçimin gündeme gelmesi bu önerilerin tartışılmasını şimdilik erteledi. Öneriler şu şekilde: Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı imkanları ve bunların nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği emek alanı için ayrı bir önem taşıyor. Kürdistan direniş hareketinin Gezi İsyanı ile yan yana gelmeye başlamasını başarının önemli halkalarından biri olduğunu kabul edersek, Bursa ‘metal fırtınası’ ile ortaklaşma bu başarının devamını getirecek demektir. HDP ve vekilleri bu anlamda zaman geçirmeden aynı zamanda sınıfın temsilcileri olduklarını somut adımlarla göstermek zorundadır. Bunun için atılması gereken ilk adım yerel emek meclislerinin nasıl oluşması gerektiği tartışmasıdır. HDK EM bunun için bir ‘Örgütlenme Komisyonu’ oluşturmalı, bu komisyonun tarafından hazırlanacak bir ‘Eylem Planı’ doğrultusunda harekete geçilmelidir. Örgütlenme Komisyonu bu amaçla HDK Kadın, Gençlik Meclisleri ile ortak çalışma imkanlarını da araştırmalıdır. İkinci önemli adım ise HDK EM olarak diğer ‘emek örgütleri’ ile ortak çalışma zemininin araştırılmasıdır. Başta sendikalar olmak üzere sınıfı ilgilendiren konularda nasıl ortak bir çalışma mümkün olabilir sorusu cevaplandırılmalı, bunun için gerekli kurumlaşmalar tartışmaya açılmalıdır. Bu iki başlığın ivme kazanması ise seçilen vekillerin yapacakları çalışmalarla sağlanmak durumundadır. HDK EM parti yönetiminden, bu alanda çalışacak vekilleri görevlendirilmelerini talep etmelidir. Bu vekillerle birlikte yapılacak düzenli toplantılar sonunda ‘politik bir yol haritası’ ortaya çıkarılmalıdır. Politik yol haritası bir yandan mecliste yapılacak çalışmalar, bir yandan yerellerde yapılacak etkinliklerden oluşmak durumundadır. Meclis çalışmaları geçmişten farklı olarak, sadece soru önergeleri biçiminde değil, mevcut yasal düzenlemelerin çalışanlar lehine nasıl değiştirileceği ekseninde olmalıdır. Daha önceki meclis aritmetiklerinden farklı olarak bugünkü mecliste bu konularda çoğunluk oluşturulacak bir ortamın yaratılmasının mümkün olduğu veya mümkün hale getirileceği kabul görmek zorundadır. Taşeron sorunundan, işçi sağlığı iş güvenliği sorununa kadar her alanda meclis çoğunluğunu sağlayacak öneriler hazırlanmalı ve çoğunluğu sağlamak için diğer partilerle meclis komisyonlarında ortaklaşmanın sağlanması hedeflenmelidir. Yerel EM’lerinin oluşması ile birlikte gene vekillerle birlikte yerel emek sorunları gündeme getirilmeli, bu sorunların çözümü için yerel sendika ve emek kurumları ile ortak çalışma zemini yaratılmalıdır. Gerekli olduğu yerlerde bu çalışmalara vekillerin desteği sağlanmalıdır. Mevcut HDK EM’nin bunları yapacak kapasiteye sahip olmadığı gerçeğinden yola çıkarak meclisin nicel ve nitel kalitesinin yükseltilmesi için gerekenlerin tespiti ve bunların sağlanması için yürütmeden gereken karar ve yardımların talep edilmesi ayrıca tartışılmalıdır.


114

Not: Bu yazı sadece bir öneri için ilk düşünceler olarak kaleme alındı, konuların ele alınışı ilk bakışta yüzeysel ve uçuk olarak görülebilir. Önerilerin anlaşılabilmesi için daha önce yayınlanan, -‘Demokratik Ekonomi’de Emek - Sendikalar ve Sınıf Hareketinin Kurumları - Yeni Sömürgecilik ‘Süreci’ -İşçi Meclisleri başlıklı yazıların ek olarak dikkate alınması yardımcı olacaktır.

İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

‘DEMOKRATİK EKONOMİ’DE EMEK Bu hafta sonu Demokratik Toplum Kongresi’nce düzenlenecek olan Demokratik Ekonomi Kongresi’nin gündeminde “alternatif ekonomi modelleri çerçevesinde komün ve kooperatifler üzerine tartışmalar” bulunuyor. Yapılan açıklamada kongre amaçları arasında “ilkeler” ve “gerçeklik” arasında ortaya çıkan farklılıkları ortadan kaldıracak “somut çözümler” de bulunmakta. Başka türlü ifade edilecek olursa, bugüne kadar derinlemesine tartışılan konular, artık hayata geçirilme aşamasına gelmiş durumda. Bu süreç içerisinde gerek çalışanların gerekse de onların sendika gibi kurumlarının rolü üzerine bir tartışma kaçınılmazdır. DTK’nın daha önce yapılan “Demokratik Özerkliğin Ekonomisi” çalıştayında haklı olarak “Hiçbir toplum ya da siyasal ve sosyal sistem kendi ekonomik modelini gerçekleştirmeden kendini var edemez” tespiti yapılmıştı. Demokratik özerklik esas olarak toplumu, “aşağıdan yukarıya” yeniden yapılandırmayı hedeflediğine göre, ekonomik alanın da bu çerçevede yeniden yapılandırılması esas alınacaktır. O zaman en alta giderek bu yapılanmanın nasıl olacağı tartışılmalıdır. Bu konunun teorik tartışmasını bir yana bırakarak, bugün Bölge’de bunun nasıl yapılacağı konusuna cevap arayalım. Konumuz genel olarak ekonomi, özel olarak işçi hareketi olduğundan somut bir öneriyi nasıl hayata geçiririz sorusuna cevap arayalım. Mevcut yasal çerçeveye göre yerel idareler, istesinler veya istemesinler, halka sunmak zorunda oldukları hizmetlerin bir bölümünü, kendileri yapmak yerine satın almak zorundalar. Bu zorunlu “özelleştirme” hem vurgun düzenine kan aktarmakta, hem de taşeronlaştırma faciasına yol açmaktadır. Bu konuda belediyelerin eli kolu bağlıdır ancak sendika gibi meslek kuruluşları için aynı şey söylenemez. Sendikalar haklı olarak taşeronlaştırmanın sona erdirilmesini talep ediyorlar ancak talep etmek yetmiyor, en azından AKP’nin hükümet olduğu sürece bu düzeni değiştirmeyeceği açık. İş başa düştü diyerek kolları sıvamak bir gereklilik. Mümkün mü sorusunu bir kenara atıp şöyle bir “hayal” kuralım. Belediyelerin hizmet alımı için yapılacak ihaleye girecek bir şirketin, ihaleyi kazanması halinde, çalıştıracağı işçilerle bir toplu iş sözleşmesi yaptığını düşünelim. Bu sözleşme çerçevesinde “Herkesin kendi işinin ve işyerinin emekçisi olduğu


SENDİKALAR VE SINIF HAREKETİNİN KURUMLARI Bugüne kadar sınıf mücadelesinin siyasal ve ekonomik mücadele kurumları üzerine yapılan tartışmalar hala derine inmiş değil. Sınıfın nitel ve nicel değişmelerine denk düşen örgüt biçimleri hala el yordamı ile bulunuyor. Bu konuda dişe dokunan bir tartışma ise ufukta görünmüyor. Ekonomik mücadele alanı konusunda bir tartışma başlatmak için bir ön tespit gerekli. Ekonomik alan denince akla ilk gelen sendikaların başarılarının altında sürekli olarak bir politik yapılanma olduğu çoğu kez unutulur. Bu nedenle sendikaların içinde bulundukları krizden çıkmaları öncelikle politik örgütlerin güçlenmelerine bağlıdır tespiti yapılmalıdır. Ekonomik alan denince sendikaların yanı sıra geçmişte kooperatif, dayanışma kasaları gibi kurumlaşmalar yaratıldığı bilinir. Sınıfın sorunlarına cevap vermek konusunda sendikaların bu tür kurumlara öncülük ettiği de. Ancak günümüzde özellikle sınıfın yapısının giderek daha heterojen hale gelmesi ile sendikaların hem kendi yapılarını buna denk hale getirmeleri, hem de diğer kurumlaşmalar artık hayati bir hale gelmiştir. Her iki alanda önümüzde duran sorunlar ve bunun çözüm yolları nelerdir?

115 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

bir ekonomik üretim sistemi” oluşturmak mümkün değil midir? Bu işin “demokratik bir temelde kurulması, işletilmesi ve yönetilmesi”ne bir engel var mıdır? Çalışanların “karar alma sürecine katılması, yönetimin demokratik bir biçimde seçilmesi” bu sözleşme kapsamında gerçekleştirilemez mi? İhaleyi alan şirketin, yukardaki ilkeler doğrultusunda yapacağı bir toplu iş sözleşmesi ile yukardaki prensipler doğrultusunda oluşacak bir “işçi kolektifi” ile belediyeye bu hizmeti sunması mümkün. Bu durumda kuşkusuz şirketin karı asgari düzeyde gerçekleşecektir. Hatta şirketin oldukça “hayırsever” olması da elbette mümkündür, ettiği karı da toplum yararına harcayacak kadar hayırsever! Nerede böyle bir şirket diye sormayalım lütfen, elbette henüz böyle bir “şirket” yok, önerimiz de zaten böyle bir şirketi “yaratalım” şeklinde. Kimler yapsın derseniz, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları el ele neden yapamasın demek mümkün. Yasalar? Evet, yasalar buna engel değil, en azından bu prensipler çerçevesine uygun bir yapı mümkün. E, biraz da hukukçulara iş düşsün. Sendikalar taşeronu ortadan kaldırmak için böyle bir adım atmak zorunda. DTK için ise bu öneri alternatif bir ekonominin bir “tuğlası” olabilir. Üstelik bölgedeki belediyelerin önemli bir kısmı söz konusu “hizmet alımından” rahatsız, böyle bir öneri onların da önünü açacaktır. Öte yandan sözü edilen “işçi kolektifleri” demokratik özerkliğin sağlam bir yapı taşı olmaya adaydır. Bölgedeki kapitalizmin ortadan kaldıramadığı “geleneksel üretim” ile birlikte bir altyapı oluşturulabilir. Biliyoruz, hayalleri gerçekleştirmek için mutlaka “ateşi çalacak Prometheus”lara ihtiyaç vardır, yoksa ne insan insan olur, ne de toplum toplum. DTK çalıştayında denildiği gibi “Alınması gereken mesafe hala fazladır, fakat asla olmayacak bir ütopya değildir.”


116 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Sendikalar Nerede Durmakta? Resmi rakamlar meydanda, çalışanların neredeyse üçte biri sigortalı/kayıtlı olarak çalışıyor. Bunların ise onda birinden daha azı sendikalara üye. Üyelik için noter şartının kaldırılması sendikalara yeni bir imkan getirmemiş gibi gözükmekte. Tam tersi yeni yasa sendikaların önünü daha da tıkamakta. Hemen hemen her sendikanın başının üstünde bir işkolu barajı satırı sallanmakta. Yeni Torba Yasa ile üç sendikal federasyonun üyesi sendikaların yetki barajlarınının tedrici olarak %3’e çıkarılmasını iptal etti. Başka bir deyişle bir federasyona başlı iseniz işkolu barajınız %1’de kalacak, değilseniz %3. Yeni yasa çıktıktan sonra görüldü ki işkolu barajı, işkolu sayısının 20’ye düşürülmesi ile neredeyse eskiyi aratır bir durum yaratmakta. Geçiş döneminde %1 olan baraj pek çok sendikayı yetkisiz hale getirmişken, bunun 2018’de %3’e çıkması sonucu bütün sendikaların barajın altında kalmasına neden olacaktı. Sorun, bağımsız sendikalar için bir hilkat garibesi eşitsizlik yaratılarak şimdilik çözülmüş durumda. Gerek bu durum gerek malum sendikacılık anlayışı, sendikaların kendi dertleri ile uğaşmaktan sınıfın dertlerine zaman ayıramama (!) sonucunu doğurdu. Elbette geleneksel olarak sendikaların, en azından sınıfın bir bölümü için bir gereklilik olmaya devam ettikleri açık. Ancak bu sendikaların kendi örgüt anlayışını değiştirmeleri zorunluluğunu ortadan kaldırmamakta. Sigortasızların Sendikası Yasaların belirlediği sendika anlayışının yansıra yeni tip sendikalara da ihtiyaç ortadadır. Herşeyden önce sigortalı/kayıtlı çalışmayanların sendikal örgütlenmeleri nasıl olmalıdır sorusuna elle tutulur bir cevap gereklidir. Yasaların belirlediği sınırlar içerisinde sigortasızların sendikal mücadeleye katılımı için akla ilk gelen cevap; işçilerin e-devlet üzerinden üye olması yerine doğrudan sendikalara üye olmalarını sağlayacak bir örgütlenme anlayışı, bir tüzük değişikliği olanağı araştırılmalıdır. Bu durumda sendikalarda iki ayrı türden sendika üyesi ortaya çıkacaktır. Tüzük bu anlamda bu farklılığı ortadan kaldıracak bir anlayışa sahip olmalıdır. Baraj derdine düşmüş olan sendikalar bu tür örgütlenmeleri bir yük olarak göreceklerdir. Ancak bu durumun sendikalara yeni bir imkan yaratacağı da unutulmamalıdır. Sendika Aidatı Öte yandan sigortasızların ayrı bir sendikal örgütlenme modeli de tartışmaya açılmalıdır. Özellikle bağımsız sendikalar için bu yeni bir perspektiftir. Bunun önündeki engel olarak görülen sendika aidatı artık bir çözüme kavuşturulmalıdır. Mevcut durumda sendikalar e-devlet üzerinden üye kazanmakta, işkolu barajını aştıktan sonra, toplu iş sözleşmesi yaparak işveren üzerinden sendika aidatlarını almaktadırlar. ABD gibi ülkelerde ‘Chek-off’ sistemi olarak adlandırılan bu sistem, sendika-


ları maddi açıdan işverene tam bağımlı hale getirdiğinden, AB ülkelerinde daha çok karma sistemler ortaya çıkmıştır. Esası, sendika aidatının bir kısmının işveren üzerinden tahsili, geriye kalanının işçinin kendisinin ödemesidir. Bu durum işçi ile sendika arasında daha yakın bir ilişki ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde sendikal hareket, aidatın sadece toplu iş sözleşmesine bağlanmasını aşmak zorundadır.

Her Alanda Kurumlaşma Sınıfın bütün ekonomik sorunlarını sendikaların üzerine yüklemekten vazgeçerek her alan için kendine özgü kurumlaşma gerçeği kendini dayatıyor. Örneğin işçi sağlığı, iş güvenliği artık sendikalara bırakılmayacak kadar toplumsal önem kazanmış durumda. Çalışanların mesleki öğreniminden tüketim kooperatiflerine kadar bir dizi sorun için benzeri şeyler söylemek mümkün. Bu tür kurumlaşmalar için daha cesur olunması, daha az acaba soruları sorulması lazımdır.

YENİ SÖMÜRGECİLİK ‘SÜRECİ’ 2013 Newroz’u ile yeni bir sürecin başladığı konusunda hemen hemen herkes fikirbirliğinde. Ancak bu sürecin tam olarak ne olduğu konusunda tam bir karmaşa görülmekte. İlk bakışta göze çarpan sürecin kendisinden çok biçimi üzerinde tartışmalar yoğun. Silahlı mücadele yürütenler sınır dışına çıkma hazırlıkları yaparken diğer taraf “silahları bırakın da sınır dışına çıkın” diyebiliyor. Göze çarpan başka bir değerlendirme bu sürecin en fazla kimin yararına olduğu. Hükümetin başı savaş kazanmış muzaffer komutan tafrasında, bakanları açıkça ‘havlu attılar’ diye hava atmaya bayılıyorlar. Hatta hava atma konusunda en çekimser olan Maliye Bakanı Şimşek bile “Süreç başarılı olursa Türkiye ekonomik açıdan uçar!” diyebilmekte! Kürt tarafı ise oldukça mütevazı. Kürt kimliğinin kabul edilmiş olması, hükü-

117 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Diğer Tip Sendikalar Ülkemizde biraz el yordamı biraz taklitle ortaya çıkan kadın, gençlik, işsiz ve emekli sendikaları üzerine neredeyse hiç tartışma yapılmıyor. Gerek ülkemizde gerekse de diğer ülkelerdeki deneyler biriktikçe bu konuda artık bir derlenip düzenleme aşamasına gelinmektedir. Esas olarak bu kurumların mevcut sendikal düzenin dışında kaldıkları ortadadır, ancak varlıkları bir gerekliliktir. Sorun örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin geliştirilmesidir. Bu alanın aktörlerinin bir araya gelerek sorunları masaya yatırmayı ve ortak çözümler üretmeyi gündemlerine almaları gereklidir. Çalışanların haklarını korumayı amaçlayan, genelde yerel veya bir konu ile sınırlı kalan çeşitli adlardaki işçi kurumları içinde benzer şeyler söylemek mümkündür. Bu çerçevede ‘sokak sendikacılığı’ kavramı da tartışılmalıdır. Mücadelenin yarattığı özgür alanlarda, yasaların sınırlamalarını aşarak yürütülen hak mücadelesinin kamuoyunda meşruluğu ilan edilmelidir.


118 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

metin resmen kendi temsilcileri ile görüşmesi kazanç hanesine yazılanlar. Kuşkusuz toplumun Alevi kimliğini tanımasını takiben Kürt kimliğini de tanıması demokratikleşme açısında önemli bir kazanç. Her ne kadar bu her iki konuda da ayrımcılığın bitmediği bir gerçekse de alınan yolun da küçümsenmemesi gerek. Gazetelere yansıyan haberlere göre süreçten en çok memnun kalanların başında ‘iş çevreleri’ gelmekte. Ülkelere kredi notu veren Fitch’e göre süreç ‘yeni not’ habercisi ve ‘süreç ekonomiye olumlu yansıyacak’mış. TÜSİAD Başkanı Yılmaz ise “İmralı sürecine destek sunmayı sürdüreceklerini” söylemiş. Türkiye’nin Davos’u olarak lanse edilen Uludağ Ekonomi Zirvesi’ne bu yıl ‘terörle ilgili çözüm süreci’ damgasını vurmuş. Haber şu şekilde devam ediyor, “Çözüm süreciyle ilgili konuşan Türkiye’nin önde gelen iş adamları, sürecin olumlu sonuçlanması halinde Türkiye ekonomisinin büyük bir sıçrama yaşayacağı görüşünde. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın “Çözüm olmazsa 2023 hayal olur” sözlerine de destek veren işadamlarına göre bölgeye yatırımlar artacak, Türkiye daha da güçlenecek. Zirveye katılan birçok işadamı da bölgeye şimdiden yatırım sözü verdi.” Zirveye katılan kriz kahini Roubini’nin “Türk-Kürt barış süreci başladı”, “Türkiye en büyük başarı hikayeleri arasına girebilir” demesi ise boyalı basını iyice coşturmuşa benziyor. Kahini duyan Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan daha da coşuyor, Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi içine sokacaklarından ve ihracatı 500 milyar dolar seviyesine getireceklerinden dem vurmaya başlıyor. Olaya iyice kendini kaptıran Sabah gazetesi ise ‘Çözüm süreci ekonomisi’ adı altında bir yazı dizisi başlattı. “Çözüm süreci sokağa hızlı yansıdı. Ticaret 10 günde % 17 arttı” denerek başlıyor yazı dizisi. Bu veriler neye dayanarak yapılmış belli değil ama konuşulan varlıklı ailelerin yatırım niyetleri tartışılmaz. Furyaya yabancı basın da katıldı. Financial Times gazetesi sayfalarında Türkiye’deki çözüm süreci ve barışın maddi getirileriyle ilgili bir yazıya yer verdi. “Kürt azınlık ile yapılacak olan barış, Türk yatırımların ve ticaretin bölgenin Kürt ağırlıklı diğer bölümlerine de girmesini kolaylaştıracak”mış. Neler Oluyor? Tartışmalara konu olan yer Kürtlerin yaşadıkları coğrafyadır. 80 yıl önce bu coğrafya ile ilgili olarak yapılan tespitler şu şekilde idi: “Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz “Doğu illeri” sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yok etme siyasetine uğratıldı. “Bunun böyle oluşu, Türk burjuvazisinin orada henüz aldatabildiği çalışkan Türk kütleleri, kısmen ulus demagojisiyle intihara uysallaştırabilmesi; burada (yani Doğuda) ise Kürtlüğü Türk ulusu yapmanın olanaksızlığı yüzünden soygununu, düpedüz ve açıkça yalnız “süngü” gücüne dayanarak yapmaya zorunlu tutulması yüzündendir.” (H. Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark))


119 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Geçen süre içinde bu gerçeklerin önemli ölçüde değiştiği bir gerçekliktir. Sözü edilen ‘asimilasyon’a, ‘süngü gücü ile soygun’ ile istenilen sonuca bir türlü ulaşılmadı. Bu süreç içinde köprülerin altından çok sular aktı, konumuz açısından değinilmesi gereken özel bir süreç ise, klasik sömürgeciliğin evrimleşerek ‘yeni sömürgeciliğe’ dönüşmesidir. Özellikle İkinci Evrensel Paylaşım Savaşı sonrası sömürge halkları dünyanın üçte birine yayılan sosyalist sistemden de güç alarak metropollerde isyan bayrağı açtılar. Artık buralarda ‘süngü gücü’ ile egemenlik sürdürmek imkansız hale geldi. Öte yandan kar oranlarının artırılması için pazarların genişletilmesi, daha fazla tüketici gerekmekteydi. Sömürge halklar tüketici yığınlarına dönüştürülmeliydi. Ve birbiri ardından sömürge ülkelerin bağımsız ülkeler haline gelmelerinin önü açılmaya başlandı. Artık askeri işgal dönemi bitmiş, ekonomik işgal başlamıştı. Sürecin ayrıntılarını sıralamaya gerek yok, kapitalizm bu hamlesi ile yeniden dünyayı işgal etti, sonuçlarını bugün görüyoruz. Yeni sömürgeleşme sürecinde Türkiye burjuvazisi Kürdistan’ı klasik sömürge statüsünde bırakmayı sürekli olarak bir avantaj olarak görmeye devam etti, aynı yöntemlerle sömürüsünü devam ettirme yolunda ısrarlı oldu. Dünyada esen rüzgarların farkına varan bazı sermaye kesimlerinin yeni sömürgecilik yoluna gitme önerileri, kendini o kadar güçlü görmeyen sermaye çoğunluğu tarafından bir türlü dikkate alınmadı. 12 Eylül ülkedeki egemen burjuvazinin üzerinde de değişikliklere neden oldu. Özellikle üretim yaparak büyüyen ‘sonradan görme’ sermaye çevreleri giderek güçlenerek güneşin altında yerlerini istemeye başladılar ve AKP iktidarı ile ‘hak ettikleri’ yeri almaya başladılar. Tıpkı sonradan gelen Prusya burjuvazisi gibi onlara da artık paylaşılmamış pazar kalmamıştı. Pazar elde etmek için çıktıkları ilk yol ‘Müslüman misyonerliği’ oldu. Ancak ‘Dünya Pazarına’ açılma hayalleri istedikleri hızla gitmiyordu. Prusya gibi savaşla pazar elde etmenin rüyasını bile göremediklerinden dikkatleri ‘içe çevrildi’. Orta Asya’da Afrika’da ürettikleri mallara tüketici arayanlar ‘kendi ülkeleri’ndeki milyonlarca (Kürt) tüketiciye mal satma, bu coğrafyaya sermaye yatırma (ihraç etme), kendine bağımlı bir ‘endüstri’ yaratma mümkün mü diye sormaya başladılar. Prusya gibi sonradan gelmeyi ataklıkla dengelemek en akıllıca yol olacaktı. Kuşkusuz bu süreç Kürt Özgürlük Hareketi’nin son yıllarda ulaştığı seviye ile daha da hızlandı. ‘Süngü gücü’ artık işe yaramıyordu, üstelik maliyeti arttıkça artıyordu. Neden bir taşla iki kuş vurulmasın ki? Sabah gazetesinde Şeref Oğuz ‘Barış Ekonomisi’ adlı yazısında belirtiyor: ‘“Güneydoğu’da sürecin getirdiği ekonomik canlanmayı, arkadaşımız Metin Can’ın bizzat bölgedeki incelemelerinden izliyoruz. Yüzlerce rafından indirilen proje söz konusu ve bunların hayata geçmesi için girişimcilerin daha cesur adımlarını okuyoruz”, “Barışın ekonomisi, savaşın ekonomisinden daima büyük olmuştur. Çözümsüzlükten beslenen ekonominin aktörleri, yavaş yavaş teşhis


120 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

edilip, açığa çıkmaktadır”, “Barışın ekonomisi yalnızca Doğu ve Güneydoğu’yu yeşertmekle kalmayacak, yüksek büyüme liginden düşen Türkiye’yi de yeniden hızlı büyüme trendine oturtacak.” İyi güzel de bu ‘güzel emeller’ gerçekleşebilir mi? ‘Sürecin’ ekonomik amaçlarına ulaşma şansı ne kadardır? ‘Süngü gücü’ yerine ikame edilmeye çalışılan ‘ekonomik zor’, yani sermayenin gücü yeterli midir? Süreçle ilgili söylenen çok şey var, ama sürecin kendisi nedir, ne olacaktır sorusuna bir yanıt bulmak için ekonomik boyut gözlerden ırak tutulmamalıdır. Sürecin hem Kürt Özgürlük Hareketi’ne hem de Türkiye Demokrasi Hareketi’ne düşen görevleri bir de bu açıdan irdelenmek zorundadır. Deyim yerindeyse 2013 Türkiye’sinde ‘İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)’ yeniden yazılmalıdır.

İŞÇİ MECLİSLERİ Ülkemizde sendikaları eleştirmek için pek çok nedenin bulunduğu bir gerçeklik. İşçi sınıfının ülkemizde doğuş şartları dikkate alındığında, kapitalist gelişmenin çarpıklığı öyle veya böyle sendikal örgütlenmeye yansımış. Sınıfın politik iradesi belirleyici olmaya başladığı şartlarda bu çarpıklık aynı oranda gerilemiş. Bunun tarihsel gelişimini irdelemek oldukça öğretici olacaktır. Ancak günümüzde politik iradeye bağlı olarak ortaya çıkan yeni sendikal perspektifler de irdelenmelidir. Bunlardan bir tanesi sendikal mücadele içinde yeşermeye başlayan işçi meclisleridir. Kuşkusuz işçi hareketi içerisinde işçi meclisleri ve benzeri kurumlaşma örnekleri oldukça fazladır. Ancak Devrimci Turizm İşçileri Sendikası’nın bir bölgede yaptığı ‘işçi meclisi’ çağrısı yeni bir anlayışın ürünü olarak dikkat çekmekte. Sendika tarafından yapılan bir çağrıda şöyle denilmekte: “Güvencesiz-sigortasız çalışma! Bazen yemek paydosu bile vermeden çalıştığımız uzun çalışma saatleri ve bütün sorunlarımızın çözümü kendi ellerimizde! Kafe-bar çalışanları örgütleniyor, kendi meclislerini kuruyor. Haydi meclislerde buluşalım!” Neden böyle bir çağrı? Sendikanın verilerine göre bu işkolunda çalışanları sayısı, özellikle turizm sezonunda 2.5 milyon, resmi verilere göre ise 700 binin üzerinde. Başka bir deyişle iyimser bir hesaplama ile her üç çalışandan biri sigortasız, yani gayri resmi çalışmakta. Yeni sendikalar yasası bilindiği gibi, sendika üyesi olmak için resmi çalışmayı şart koşmakta. Bunun sonucu her üç çalışandan sadece biri sendikaya üye olabilmekte. Ya geriye kalanlar? Yasanın öngördüğü barajı aşıp toplu iş sözleşmesi yapmak isteyenler için geriye kalanların hiç bir anlam ifade etmeyeceği açık. Sendikaların büyük bir kısmı için toplu iş sözleşmesi temel amaç veya en azından en önemli amaç. Sözleşme olmadan sendikalar aidat almayı akıllarına getiremedikleri için bir gelirleri olmamakta, bunun sonucu örgütlenme çalışmaları neredeyse imkansız hale gelmektedir. Bu fasit çemberi kırmanın tek yolu politik iradedir. Bu anlamda yapılan çağrının anlamı mevcut durumdaki politik iradenin yansımasıdır. Bir Türkiye partisi


121 İŞÇİ SENDİKALARINDA YENİ BİR BAŞLANGIÇ

olma iddiası ile kurulan HDP ve HDK’nin aynı zamanda ‘meclisler’ biçiminde bir örgütlenme anlayışını da beraberinde getirdikleri biliniyor. Kürt illerinde hızla ve başarılı bir biçimde hayata geçirilen bu yeni anlayış, batıda da yankı buluyor. Daha doğrusu yankı buldukça, batıda politik hareket yükseliyor, yükselecek. Ancak bu anlayışın yaşanan alan veya bölgenin anlayışına göre şekillenmesi bir zorunluktur. Yukarda verilen örnekten devam edelim. Tek amacı sözleşme olmayan bir sendikanın, sigortalı sigortasız bütün çalışanları örgütleyebilmesi için bir çerçeveye ihtiyacı olacaktır. İşçi meclisleri günümüzde tam da bu çerçeveyi sunacak somut bir anlayıştır. Çağrının yapıldığı Kadıköy bölgesinde irili ufaklı kafe ve barlarda çalışanların ne kadarı sigortalı ne kadarı sigortasız bilinmiyor. Çağrıda da belirtildiği gibi çalışanların sorunları bir tek sözleşme yapılarak çözülecek boyutta değil, alabildiğine karmaşık sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız. Bu durumda ilk adım olarak sigortalı sigortasız tüm çalışanları bir araya getirecek bir yapılanma gerekli. Yukarıda belirtilen nedenle bu yapının bir ‘meclis’ olması bu anlamda bir tesadüf değil. Gene tesadüf olmayan başka bir konu bu meclisin bir forum biçiminde toplantı yapmasının dile getirilmesi. Biliniyor, Kadıköy Gezi İsyanı sırasında ve sonrasında en aktif bölgelerden biri olmuştu. Bu anlamda örgütün çalışma biçiminin forum olarak akla gelmesi doğal bir sonuç. Çağrının önemi de tam bu noktada, bir yanda Kürt Hareketi’nin halk örgütlenmesinde somut deneylerden çıkardığı meclis anlayışı, bir yanda batıdaki bir düzen karşıtlığının kendiliğinden yarattığı forum tipi tartışma platformu. Deyim yerindeyse iki ayrı dinamiğin buluşması. Çağrı ne kadar hayat bulacaktır, yaşayıp göreceğiz. Ama önümüzdeki engelleri aşmak istiyorsak sızlanma ve şikayetleri bir yana bırakarak bu tür çağrıları çoğaltmayı, yeni mücadele ve örgütlenme yöntemlerini cesurca denemek zorundayız. En azından Yunanistan ve İspanya kadar.


122

ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE Muzaffer KAYA

ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE

Bu oturumda felsefi olmaktan çok tarihsel ve güncel boyutları olan bir tartışma yapacağız. Nejat’ın Menkıbe’de ve diğer yazılarındaki sola ilişkin tartışmaları açmaya çalışacağız. Ben biraz daha geçmişe giderek Nejat’ın Ermeni soykırımı üzerinden solla yaptığı tartışmaya değineceğim ve sol tarih yazımındaki boşluklar üzerinde duracağım. Bu Nejat’ın Paramaz ismini almasıyla alakalı bir şey. Yani doğrudan Nejat’ın çok öne çıkardığı bir mesele olduğu için önemli. Harun Ercan, Menkıbe’deki 1960 sonrası Türkiye Sol Hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne ilişkin polemikler üzerine bir sunum yapacak. Barış Şensoy ise Menkıbe’den hareketle Türkiye solu ve öznellik konusunu işleyecek. Öncelikle Ermeni soykırımına; -tesadüf olarak da denk geldi, önümüzdeki günlerde 100. yıldönümünü anacağız- soykırım tartışmalarına Nejat nasıl bir açıdan bakıyor ve bugün bir devrimci ya da bir komünist olarak Ermeni sorununa nasıl bakmalıyız? Ermeni soykırımı tartışmasında bizim pozisyonumuz ne olmalı? Meseleye ordan başlamak istiyorum. Soykırım tartışması -ki biliyorsunuz buna uzun yıllar soykırım diyemedikson 10 yıldır, özellikle Hrant Dink’in olağanüstü kahramanca çabalarıyla Türkiye gündemine girebildi. Bu konuşamadığımız tabu meselelerden bir tanesiydi. Ama son 10 yılda bu meseleyi biraz daha konuşabilir hale geldik ve solda bu konuda bir kafa açıklığı, yeni bir kavrayışın hızla gelişmeye başladığını görüyoruz. Tabi bu konuda Nejat’ın yaptığı tartışma, insanlık suçu ya da insan hakları bağlamında bir tartışma değil; daha başka bir yerden, daha politik bir yerden tartışmaya çalışıyor. Menkıbe’de çeşitli tartışmalarda bu meseleye referans veriyor Nejat, ama dağınık bir şekilde. Soykırım tartışmasını daha derli toplu sistematik olarak tartıştığı yer fraksiyon.org sitesinde çıkmış olan yazısı. Yanlış hatırlamıyorsam 2012 tarihli “Cadı Kazanında Kaynayan Günahlar” diye başlayan bir yazısı var, okuyanlarınız vardır. Aslında bir kitap tanıtımı gibi başlayan bir yazıdır o. Federici’nin kitabını anlatmakla başlıyor ve kadın meselesine giriyor. Menkıbe’nin okuru çok zorlayan, kapalı bir metin olduğunu söylüyoruz çoğu zaman, ama o makalesi son derece net, çok sistematik ve çok güçlü bir şekilde Kobane Direnişi’nde şehit düşen Suphi Nejat Ağırnaslı’nın anısına 19 Nisan 2015’de gerçekleştirilen Menkıbe Tartışmaları’ndaki “Paramaz’ın Nazarında: Türkiye’de Sol ve Kürt Hareketi” isimli oturumda yapılmış olan konuşmanın metnidir. Metin daha önce hayalgucuiktidara.org adlı sitede yayınlanmıştır.


123 ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE

argümanlarını kuruyor ve Ermeni meselesine bugünün komünistleri olarak nasıl bakmamız gerektiğini çok iyi anlatıyor. Burda sabahtan beri yapılan konuşmalarda geçen bir vurgu var, biz bu insanları sadece tarihin kurbanları olarak değil, tarihin siyasi aktörleri olarak da görmeliyiz diyoruz. Nasıl ki kadın meselesinde, kadınlar özgürlük mücadelesine girdikleri ya da iktidara karşı direndikleri için katledildiler ve katlediliyorlarsa, Osmanlı Ermenileri de özgürlük mücadelesinin aktörleri oldukları için katledildiler. Meseleyi sadece masumiyet ve mağduriyet üzerinden okuduğumuzda Ermeni devrimcilerine haksızlık etmiş oluruz. İşte Nejat, bugün asıl Ermeni devrimcilerinin özgürlük mücadelesini anlamamız, o mücadeleden öğrenmemiz, onu kendi deneyimimiz gibi hissetmemiz lazım, diyor ve burda insan hakları tartışmasının ötesinde siyasi ve ideolojik bir tartışma yapıyor. Ve Ermenilerin aslolarak bir siyasi tahayyülü olduğunu, bu siyasi tahayyülün milliyetçilikle sosyalizm arasında gidip gelen özgürlükçü bir tahayyül olduğunu vurguluyor. Bir Ermenistan hayali elbette var ama imkan buldukları ölçüde, mesela 1908’de eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla Meşrutiyet Devrimi gerçekleştiğinde, devrimci Ermeni örgütleri kaderlerini Osmanlı’yla birleştirmeyi de tartışıyorlar. Halkların eşit ilişkiler içinde birlikte yaşadığı demokratik fedaratif ve hatta sosyalist bir Osmanlı devleti ve toplumu hayal ediyorlar. Yani burada biz Osmanlı’nın geleceğine dair farklı bir tahayyül görüyoruz; daha demokratik, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir Osmanlı tahayyülü var. Bu yüzden soykırım sadece bu insanları fiziken yok etmedi, bir etnik temizlik ve mülke el koymanın ötesinde siyasi ve ideolojik bir soykırım olduğunu da söylemeliyiz. Bir siyasi ihtimalin yok edilmesi anlamında. Oysa tarih başka türlü gerçekleşebilirdi, 20. yüzyılın başında tekçi bir ulus devlet yapısı ortaya çıkmayabilirdi. Soykırımla tam da bu ihtimali yok etti İttihat ve Terakki yönetimi, yani o zamanki Türk devleti. Burada Ermenilerin siyasi aktörlüğü meselesini sadece Nejat’ın ya da komünistlerin öne çıkardığı birşey olarak görmeyelim. Bu aktörlük meselesini sol liberaller de 1990’lı yıllardan itibaren yazmaya başladılar. Ermeniler eğer yok edilmeseydi ve Rumlar gönderilmeseydi Osmanlı devleti, tektipçi otoriter bir ulus devlet yerine liberal demokrasinin ve burjuva kültürünün hakim olduğu daha çoğulcu bir imparatorluk modeline dönüşebilirdi. Bu ihtimal Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle heba oldu. Sol liberal aydınların geliştirdiği bu yaklaşım, ikili bir karşıtlık üzerinden tarihi anlatır. Ya bürokrasinin hakim olduğu Türk miliyetçisi otoriter bir rejim kurulacaktı ya da Hıristiyan burjuvazinin varlığı sayesinde demokratik çoğulcu bir imparatorluk yapısı ortaya çıkacaktı. Bu liberal ihtimal, aslında bugünkü Avrupa Birliği projesine tekabül ediyor. 1990’lardaki AB tartışmaları ile beraber, Rum ve Ermenilere dönük daha pozitif bir söylem öne çıkmaya başaldı. Bu bakışta iki tane seçenek var; ya koyu milliyetçilik ya liberalizm. Geçmişe dönük sol liberal eleştiride Ermenilerin ve Rumların tasifiyesi, aslolarak Osmanlı burjuvazisinin tasfiyesi olarak kodlanıyor. Ama Nejat, bu iki ihtimalin dışında, başka ihtimaller de vardı diyor. İşte sadece sol liberallerin değil, devrimci solun da görmezden geldiği bu başka ihtimal ya da ihtimaller üzerinde dur-


124 ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE

mak istiyorum. Bunun için öncelikle Türkiye sol tarih yazımı üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor. Türkiye sol tarih yazımında, adı “Türkiye” sol tarihi olarak geçse de, asıl olarak Türklerin kurduğu örgütler anlatılır. Osmanlı Ermeni hareketlerinin muazzam özgürlükçü potansiyeli, bizim neredeyse resmi tarih anlatısına dönüşmüş olan sol tarih yazımımızda yer almıyor. Ve biz bu yüzden, Ermenilerin ve Rumların tasfiyesini, burjuva demokratik, liberal bir siyasi projenin yok edilmesi olarak okumak durumda kalıyoruz. Başta Ermeniler olmak üzere -bu konuda Ermeniler hakikaten öncü konumda- Hıristiyan ve Yahudilerin kurduğu sol siyasi oluşumlar, Türkiye sol tarihinin dışında bırakılıyor. Oysa sosyalist fikir ve örgütlenmeler ilk olarak Osmanlı Ermenileri arasında başlıyor. Daha sonra Osmanlı vatandaşı Yahudilerin, Makedonların, Bulgarların ve Rumların öncülük ettiği sol parti ve sendikalar var. İşçi hareketleri tarihinde bunlara kısmen değinilse de, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi yazılırken Türk olmayan halkların kurduğu sosyalist örgütler bu tarihin bir parçası olarak değerlendirilmiyor. Çoğu zaman Ermeni özgürlük hareketi, sadece milliyetçi bir hareket olarak tanımlanıyor bizim tarih yazımımızda. Oysa yakından baktığımızda, Kafkasya’daki Ermenilerle de sıkı ilişkiler içinde olan devrimci Ermeni örgütlerinin, demokratik ve sosyalist nitelikleri çok açık. Ermeni özgürlük hareketlerinin sosyalizmle görece erken tanışmasının nedeni Kafkasya ile olan bağları. Kafkasya tıpkı Balkanlar gibi halkların içiçe yaşadığı bir coğrafya. Önemli bir sanayileşme var ve Rus İmparatorluğu’nun sınırları içinde. Burada Gürcüler ve Ermeniler arasında önce Rus Narodnizmi’nden etkilenmiş halkçı, daha sonra Marksist çok sayıda örgüt kuruluyor. Ermenilerin özgünlüğü, nüfuslarının Osmanlı, İran ve Rus İmparatorluklarına dağılmış olması. Aslında çok ilginç bir şekilde 20. yüzyılın başında Ermeniler bugünkü Kürtlerin durumuna benzer bir siyasi konumdalar, bugün nasıl ki Kürt Özgürlük Hareketi, Ortadoğu özgürlük hareketine dönüşmüş durumdaysa, Ermeniler de Kafkasya ve Osmanlı coğrafyasında etkin olan bir özgürlük hareketine dönüşmüş durumdaydılar. Gerek Rusya’daki 1905 Meşrutiyet Devrimi’nde, gerekse 1906 İran Devrimi’nde ve 1908 Osmanlı Devrimi’nde Ermenilerin önemli katkıları var. İran’da mesela İranlı devrimcilere silah kullanmayı ve bomba yapımını Ermeni fedailer öğretiyor. Taşnak’a bağlı Ermeni fedailer Tahran’a kadar gidiyorlar ve 1906 devriminin kahramanları arasında anılıyorlar. Rus Devrimi tarihinde yine Ermeni devrimcileri görüyoruz. Türkiye’de ise 1908 devriminde İttihat Terakki’nin Anadolu’da hiçbir varlığı yoktu, devrimin Anadolu’daki gücü Ermeni örgütleriydi aslında. İçlerinden sosyalizme en yakın olan örgüt Hınçak Partisi’ydi ki Nejat da Paramaz ismini Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin yöneticilerinden olan ve 1914’de Beyazıt Meydanı’nda idam edilen Paramaz’dan alıyor. Yani oldukça zengin ve çok şey öğrenebileceğimiz bir Ermeni sosyalizmi tarihi var ve bu aslında bizim tarihimiz, çünkü bu olaylar Osmanlı’nın içerisinde cereyan ediyor. Bugün yaptığımız pek çok tartışma o zamanlar Ermeni sosyalist hareketi içersinde de yapılmış. Bir kere milliyet ve sosyalizm sorununu çok yoğun tartışmak durumunda kalmışlar.


125 ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE

Nasıl bir yönetim tarzı olacak? Kafkasya’da tüm halkların özgürce yaşayabileceği bir sosyalist federasyon olabilir mi? Demokratik özerklik tartışması var mesela. Anarşizm’den Marksizm’e kadar çok değişik Ermeni devrimci gruplar var ve bunlar bugün de bizim tartıştığımız pek çok konuyu aslında tartışmışlar. Federasyon, demokratik özerklik, bağımsızlık, ezilenlerin birliği… Türkçe yayınlar çıkararak Müslümanları da örgütlemeye ve ortak bir cephe kurmaya çalışıyorlar. Yani çok basit ayrılıkçı bir eğilim olarak yaftalanmaması gerekiyor. Bölgesel ölçekli düşünen ve bölgesel bir perspektifle davranan, aslında çok ileri tartışmaları yapan bir hareket Ermeni özgürlük hareketi. Komünist Manifesto’nun Osmanlı coğafyasına ilk Ermenice olarak girmesi de bir tesadüf değil. Meşrutiyet’ten sonra kurulan Osmanlı meclisindeki tartışmalara baktığımızda, burada yine Ermenilerin çok önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Meclis-i Mebusan’da işçi hakları konuşulduğunda ve grevlerin yasaklanması kanunu geldiğinde İttihatçılara karşı en sağlam muhalefeti yine Ermeniler yapıyor. Taşnak ve Hınçak milletvekilleri sosyalizm propagandası yapıyorlar mecliste. İttihatçılar çoğu zaman onları yanıtlamakta zorlanıyorlar. Çok enteresan tartışmalar var. Bunları sadece Ermenilerle sınırlamayayım. Ermenilerin özel bir rolü var ama Bulgar ve Yahudi sosyalistleri de bu süreçte bir Osmanlı sosyalizmi, özgürlükçü federatif bir siyasi rejim hayal ediyorlar. Şimdi bütün bunlar hiç yokmuş gibi, biz Türkiye’de sol tarih kitaplarına baktığımızda, Nejat’ın da söylediği gibi, bir milad olarak 1920’de Bakü’de kurulan TKP’yi görüyoruz. Gerek sol örgütlerin gerekse bağımsız yazarların kaleme aldığı sol tarih kitaplarında Türklerin dışındaki Osmanlı halklarının kurduğu sosyalist örgütler Türkiye sosyalizminin tarihi içinde konumlandırılmaz. En son mesela Dipnot’tan bir kitap çıktı “Türkiye Sol Tarihi 1 ve 2” diye, Mustafa Suphi ile başlıyor. Yakın zamanda kısmen Osmanlı Sosyalist Fıkrası ve İştirakçi Hilmi de bu tarihe eklenmeye başladı. Veya daha eskiye gitmek istediğimizde Şeyh Bedrettin’e gidiyoruz. Ya da işte Alevi ayaklanmalarına falan gidiyoruz. Nedense Selanik’teki Sosyalist İşçi Federasyonu’nu, Hınçak ve Taşnak örgütlerini Türkiye sol tarihinin bir parçası olarak göremiyoruz. Bu daha sonraki meselelerde de geçerli, mesela ASALA’nın hiç konuşulmaması, 12 Eylül’de soldan idam edilenler sayılırken ASALA militanı Ekmekçiyan’ın unutulması… Benim bildiğim Türkiye sol tarihine dair en eski metin, Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol serisinde yer alan anlatımlardır. Aslında Yol serisinde Ermeni Sorunu’na değinir Kıvılcımlı. Hatta tarihte eşi benzeri az görülmüş bir katliam olarak bahseder Ermeni kıyımından. O zaman soykırım kavramı yok biliyorsunuz. Konuya duyarlıdır ama Ermeni meselesinden, sadece burjuvaziyi anlattığı bölümde ve ikinci olarak da ulusal sorunu, yani Kürt sorununu anlattığı bölümün girişinde kısaca bahseder. Türkiye sol tarihini anlattığı bölümde ise Ermeni örgütlerinden hiç söz etmez, Türkiye sol tarihini Mustafa Suphi ve Halk İştiriyakün Fırkası ile başlatır. Daha sonra yazılan bütün sol tarih kitap ve makaleleri de aşağı yukarı bu çerçeve içinde kalır. Bu tarih yazımında, Yahudilerin önderliğinde Selanik’te kurulan, Türkçe,


126 ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE

Yahudi İspanyolcası, Rumca ve Bulgarca yayın yapan, on binden fazla işçiyi örgütlemiş, Sosyalist Enternasyonel’e üye olmuş bir hareketi kendi deneyimimiz olarak göremiyoruz. Hınçak ve Taşnaklar da Sosyalist Enternasyonel’in üyesiydi. Soykırım Ermeni sosyalistleriyle olan bağı koparmış gözükse bile, daha sonra kurulacak olan Şefik Hüsnü TKP’sinin militan kadrosunun büyük bir çoğunluğunu Balkan topraklarında sosyalizmle tanışmış olan göçmenlerin oluşturduğunu unutmayalım. Yine komünist hareket içinde çoğu Balkan göçmeni çingenelerin önemli bir yer tutmuş olduğu da sol tarih yazımının yeterince yer vermediği konulardan birisidir. Ulus devlet paradigmasını örtük olarak benimsemiş bu sol tarih yazımını aşma konusunda bazı çabaların olduğunu da söylemem lazım. Bu konuda ilk önemli çalışma, 1990’ların başında Mete Tunçay ve Eric Zürcher’in derlediği “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik” adlı kitaptır. Türkiye sol tarihi üzerine en kapsamlı arştırmaları yapmış olan Tunçay, 1960’larda yayınlanan “Türkiye’de Sol Akımlar” kitabınına başlığını koyarken, milliyetçi olmamak için Türk yerine Türkiye kavramını tercih ettiğini ama kitapta sadece Türklerin kurduğu örgütlerden bahsettiğini söyleyerek bir özeleştiri yapar. Gerçekten de bugüne dek Osmanlı vatandaşı Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudi sosyalistlerin deneyimlerini kendi deneyimlerimiz olarak göremedik. Bütün bunları dahil ederek yeni bir Türkiye sol tarihi yazımı yapılmasına ihtiyaç var. İnternet taramalarımdan görebildiğim kadarıyla yurt dışında Sait Çetinoğlu’nun yazıları var bu konuda. Yine en son yeni bir kitap çıktı: Paramaz. Kadir Akın’ın, Hınçak arşivini de kullanarak hazırladığı kitap yeni bir sol tarih yazımı için öncü bir çalışma niteliğinde. Türkiye sol tarihini bütün Türkiye halklarının mücadele tarihlerini de katarak yeniden yazarsak bunun nasıl bir faydası olur ya da ne anlamı olur diye soracak olursanız; birincisi öğrenecek çok şeyimiz var bu hareketlerden. Gerçekten bir sürü şeyin ta o zamandan tartışıldığını görmek son derece ilginç ve öğretici. Ama bundan daha da önemlisi, yeni bir tarih yazımı kendimizi yeniden tanımlamamız anlamına gelecektir. Eğer bunu yapabilirsek, Ermenilerin ve diğer Osmanlı halklarının mücadele deneyimlerini kendi deneyimlerimiz olarak görebiliriz. Bu bambaşka bir bakış açısı demektir. Onların da kahramanlıklarına şarkılar yazabilir, acılarına ağlayabiliriz. O zaman sadece Mustafa Suphiler için değil Paramazlar için de şarkılar yazılır Türkiye’de. Çok daha zengin bir tarihin mirasçıları olduğumuzu fark edebiliriz. Ve nihayet Ortadoğu’nun en önemli devrimci dinamiği haline gelmiş olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin deneyimini kendi deneyimimiz olarak görebiliriz böyle bir bakış açısıyla. Ve son olarak bize daha geniş bir mücadele perspektifi kazandırır böylesi bir sol tarih yazımı. Ulus devletin sınırlarına aşan bölgesel bir devrimci mücadele için gerekli zihinsel donanımı inşa etmek anlamına gelir. Tabi bu uğraş aynı zamanda komşu halkların dillerini öğrenmemizi de gerektiriyor. Biz Türkiye sosyalistleri olarak Kürtçe öğrenmiyoruz, Ermenice bilmiyoruz, Bulgarca, Rumca ya da Arapça bilenimize rastlamak pek mümkün değil. Bence Osmanlı sonrası coğrafyasında devrimci hareketler arasında yeni bir ilişkilenme ve bölgesel bir


KONU İLE İLGİLİ KAYNAKÇA: 1-)Anaide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm, İletişim, 2012. 2-)Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, İletişim, 1995. 3-)Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Dipnot, 2015. 4-)Paul Dumont ve George Haupt, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler, Ayrıntı, 2013. 5-)Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat Terakki, Aras, 2005. 6-)Masis Kürkçügil, Bir Başka Tarih Mümkün Müydü? Ya da “Ermeni Meselesi” “Modernite” ve “Soykırım” http://www.yeniyol.org/bir-baska-tarih-mumkunmuydu/ 7-)Sait Çetinoğlu, Türkiye “Sol” Hareketlerindeki Milliyetçi Virüs, http://ermenistan.de/sait-cetinoglu-yazi-turkiye-sol-hareketlerindeki-milliyetci-virus/

127 ERMENİ SOYKIRIMI VE SOL TARİH YAZIMI ÜZERİNE

mücadele perspektifi oluşturabilmek için bu toprakların toplumsal mücadele tarihine yeni bir bakış zorunlu. O zaman ulus devletlerin bizi kapatan sınırlarını aşıp komşu halkların bir zamanlar denedikleri ortak mücadele pratiğini tekrar deneyebiliriz. Bu sefer çok daha bilinçli ve tarihten dersler çıkarmış olarak bunu yapabiliriz. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Paramaz Kızılbaş; Nejat’ın seçtiği bu iki isim iki soykırıma referans veriyor. Paramaz, Ermeni Soykırımına, Kızılbaş da Dersim Soykırımına. Paramaz ismi, Ermenilerin Osmanlı’da başka bir hayat kurma, daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasi proje hayaline referans veriyor. Bu modern bir alternatif, Marksizm’le tanışmış, modern zamanlara ait bir özgürlük projesi olarak Paramaz… Kızılbaş ise Dersim’deki kapitalizm öncesi komünal ilişkilerin hala sürdüğü daha kadim bir alternatifi simgeliyor. O da çok kıymetli Nejat için. Biz genellikle kapitalizm öncesi yaşam deneyimlerinin geleceğin komünist toplumunun inşası açısından son derece öğretici ve ilham verici olabileceğini unutuyoruz. Böylece Nejat seçtiği kod ismiyle, hem bu topraklardaki kadim komünal ilişkileri yaşatan asi Dersim aşiretlerine, hem modern özgürlükçü bir ideolojinin temsilcileri olan Ermeni devrimcilerine selam göndermiş oluyor.


128

THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI Mehmet YILMAZER

THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Thomas Piketty’nin Kapital’inin Marks’ınkiyle bir benzerliği yoktur. Olması da beklenemezdi. Marks kapitalizmin işleyişini büyük bir açıklıkla tahlil etmiştir. Binlerce eleştiriye rağmen hala burjuva iktisatçıları Kapital’den bir türlü kurtulamadılar. Sosyalist sistemin yıkılışından sonra Marks’ın da tarihe gömüldüğünü düşünenler neoliberalizmin her krizinde onun hayaletiyle karşılaştılar. Özellikle 2008 büyük bunalımıyla birlikte Marks güçlü bir şekilde “geri döndü”. Thomas Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital” kitabının büyük ilgi görmesinin esas nedeni de Marks’ın bu geri dönüşüdür. Burjuva ekonomistlerin büyük çoğunluğu kapitalizmin krizlerinin “hükümetlerin hatalı politikalarından kaynaklandığına” inanırlar ve herkesi bu yalana inandırmaya uğraşırlar. Neoliberalizm günlerinde yaşanan krizler ve onların en büyüğü olan 2008 krizi bu aldatmacaya büyük bir darbe vurdu. Bu nedenle Marks’ın geri dönüşü de güçlü oldu. T.Piketty, kitabının adına uygun bir şekilde “21. Yüzyılda Kapital”in yapısını ve sermaye birikim yollarında bu yüzyıla özgü farklılıkları anlatmıyor. Sermaye birikiminin neden ve nasıl büyük eşitsizlikler yarattığını açıklamaya çalışıyor. Günümüzün en kör göze batar hale gelen bu çılgın gidişi nedeniyle de kitap haklı olarak büyük bir ilgi çekmiştir. Fakat bu süreci açıklama yolları ve hele çözüm önerileri Occupy Wall Street eylemi ile ünlenen “yüzde 99”u büyük düş kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle kitabın etkisinin Kapital gibi uzun ömürlü olma olasılığı yoktur. Yazar kitabın girişinde, vardığı iki önemli sonucu açıklayarak yola çıkar. “Birincisi, zenginlik ve gelirin eşitsizliği konusunda herhangi bir ekonomik determinizme ihtiyatlı yaklaşılması gerekir. Zenginliğin dağılım tarihi daima derinlemesine politik bir tarihtir ve sadece ekonomik mekanizmalara indirgenemez.” (“21 Yüzyılda Kapital”, Thomas Piketty, s.20) Bu tespit çok haklıdır. Yazar epey zamandır ekonomistlerin “aşırıca matematik modeller kullanmalarına”; “ekonomik gerçekleri açıklamak yerine bütün enerjilerini sırf teorik spekülasyonlara harcamalarına” ( Piketty, s.574) tepki gösteriyor. Burjuva ekonomistleri içinde matematik modellere aşırı düşkünlük 1970’li yılların sonlarında iyice artar. Gerçeklerden ve pratikten uzaklaşıldığı ölçüde “ekonomi bilimi” sırf matematik modellere kaçmaya devam ediyor. Bunun en


Eşitsizliğin Genel Tablosu Önce yazarın çıkarttığı eşitsizlik tablosuna genel olarak bir bakalım. Gelir eşitsizliğinin Amerika’daki bir yüzyıllık seyri (1910-2010) kapitalizmin tarihi açısından anlamlı bir tablo ortaya koymaktadır. Zirvedeki yüzde 10’nun 1910 yılında ulusal gelirdeki payı yüzde 40’ın biraz üzerindedir. 1929 yılında bu pay artarak yüzde 48’e ulaşır. Büyük bunalım yıllarında keskin bir düşüş yaşar.1944 yılına gelindiğinde ulusal gelirde tepedeki yüzde 10’un payı yüzde 32’ye kadar geriler. Bu pay 1980 yılına kadar aşağı yukarı küçük iniş çıkışlarla aynı seviyede seyreder. 1980’le birlikte, yani neoliberal politikalarla tepedeki yüzde 10’un payı tırmanmaya başlar, 1990’da yüzde 40’ı bulur; 2008 yılında tarihinin en yüksek noktasına yüzde 50’ye ulaşır. 2008 büyük bunalımında yeniden düşüş başlar 2010’da yüzde 47’ye geriler. (Piketty, s.24) Bugünün 1930 bunalımından farkı zirvedeki yüzde 10’un ulusal gelirdeki payı 1930’larda olduğu gibi keskin bir şekilde geri-

129 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

temel nedeni, tekelci finans kapitalin (“yüzde 1”) neoliberal soygununu haklı göstermek, kendi ekonomi politikalarını dokunulmaz hale getirebilmek için, ekonominin politikadan kesinlikle ayrılması ve özellikle merkez bankalarının iktidarlardan “bağımsız” olması gerektiğini savunmaya başlamasıdır. Politika yapmak özellikle yüzde 99’u da dikkate almakla mümkün olur. Ancak ekonomi, politikadan koparılırsa, o zaman “yüzde 1”in ekonomik çıkarları daha rahat savunulabilir. Dünyada son otuz yıldır yaşanan budur. Aslında günümüzde finans kapitalin bir “ekonomi bilimi” yoktur, “para politikaları” vardır. Neoliberalizm ya da monetarizm finans kapitalin sözde “ekonomi biliminde” geldiği son noktadır. Amerika’nın en yetenekli matematikçileri 1980’ler sonrası Wall Street’te bol gelirli işler buldular. Yüksek isabetli olasılık hesapları ve spekülasyonlar “ekonomi bilimi” yerine geçti. Başkan nezle olsa “piyasalar” etkileniyordu. “Ekonomik mekanizmaların” ve “pazarın” kendi işleyiş kuralları vardı; onlara müdahale edilmesi felaketle sonuçlanabilirdi. O nedenle, ekonomiye politik müdahaleler yapılmamalıydı. Böylece ekonomik kararlar alınırken “yüzde 99”un çıkarlarını dışlamak kolay hale geliyordu. Yazarın soyut matematik modellere dönüşen “ekonomik determinizme” tepki göstermesi haklı olsa da, bunun bir sınırı olduğu açıktır. Her şey “sadece ekonomik mekanizmalara” indirgenemeyeceği gibi, sırf iktidardakilerin politikasına da indirgenemez. Tüm sınıfları kuşatan bir tarih ve toplumsal düzen vardır. Ekonomik yapı ve sınıflar arası güç dengeleri kararları etkiler. Bu anlamda bir determinizm vardır. Piketty’nin vardığı diğer sonuç kitabın eksenini oluşturmaktadır: “Bu kitabın merkezinde olan ikinci sonuç, zenginliğin dağılım dinamikleri, birbiri ardından birleştirici ve ayırıcı yönde akan güçlü mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır… Birleştirici temel güçler, eğitim ve yeteneğe yatırımın ve bilginin yaygınlaşmasıdır.” “Ayrıştırıcı temel güç: kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıdır.” (Piketty, s.21,25) Yazımızın genel konusu Piketty’nin çıkarttığı bu ikinci sonuçla ilgili olacaktır.


130 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

lememiştir. Küçük bir gerilemeden sonra kendi payını korumaktadır. Bu Federal Rezerv’in “piyasalara” “helikopterle para yağdırmasının” sonucudur. Tablo genel seyir açısından Avrupa’da biraz farklıdır. Özel sermayenin ulusal gelirdeki payı 1910’larda keskin bir düşüş yaşar, bu aşağıya gidiş azalarak 1950’ye kadar devam eder. 1950 sonrası sermayenin payı yükselişe geçer, 1990 sonrası ise yükseliş hızı artar. (Piketty, s.26) Küresel eşitsizlik 1820’lerden günümüze artarak devam ediyor. 1820 yılında Asya-Afrika’da kişi başına gelir dünya ortalamasının yüzde 82’sidir. AvrupaAmerika’da kişi başına gelir ise dünya ortalamasının üzerindedir, yüzde 150’dir. 1950’lere kadar mesafe sürekli açılır. 1950’de Asya-Afrika’da kişi başına gelir, dünya ortalamasının yüzde 37’sine gerilerken; Avrupa-Amerika’da yüzde 215’e çıkar. 2012’de aynı oranlar Asya-Afrika için yüzde 57; Avrupa-Amerika için yüzde 225’dir. (Piketty, s.61) Kutuplaşma giderek büyüyor. Bir başka açıdan bakıldığında bugün geri ve gelişmekte olan ülkeler dünya nüfusunun yüzde 85’ini meydana getirirken, dünya gelirinin sadece yüzde 54’üne sahiptirler; oysa dünya nüfusunun yüzde 15’ini meydana getiren AvrupaAmerika-Japonya dünya gelirinin yüzde 46’sına sahiptirler. (Piketty, s.63) Kapitalizmin tarihinde (1870-1914) yılları finans ve ticarette “ilk küreselleşme”dir. İkincisi 1970’lerin sonlarında başlamıştır. (Piketty, s.28) “İlk küreselleşme” insanlığı dünya savaşlarına götürmüştü; bakalım ikinci küreselleşme nereye götürecek? Bu tablo çok çarpıcı olmasına rağmen çoktandır ilginç değildir. Bilinen sıradan bilgiler arasında yer almaktadır. Önemli olan gittikçe büyüyen eşitsizliğin mekanizmaları ve elbette bu gidişe karşı mücadele yollarıdır. “İkinci küreselleşme” birincinin yol açtığı felaketleri yeniden yaratacak mıdır? Bu konuda Piketty “karamsar” değildir. Bu noktada yazar, Marks’ın kapitalizme biçtiği “alın yazısını” hatırlar. “Gerçekte, onun temel sonucu, ‘sınırsız birikim prensibi’ denebilecek sermayenin insafsız birikim eğilimi ve doğal bir sınır tanımadan çok az sayıdaki elde yoğunlaşmasıdır. Bu Marks’ın kapitalizmin nihai alınyazısı için esas öngörüsüdür: ya sermaye getiri oranı sürekli düşecektir (böylece birikim makinesi ölür ve kapitalistler arası şiddetli çatışmalara yol açar), veya sermayenin ulusal gelirdeki payı sınırsız yükselecektir (bu durumda eninde sonunda işçiler ayaklanma için birleşecektir). Her iki durumda da sosyoekonomik ve politik istikrar mümkün değildi.” (Piketty, s.9) Fakat “Marks’ın karamsar kehaneti gerçekleşmez.” “On dokuzuncu yüzyılın son otuz yılında ücretler yükselmeye başlar… aşırı eşitsizlik devam etse de belli ölçülerde I. Dünya Savaşına kadar yükselmeye devam eder. Komünist devrim aslında gerçekleşmedi, Avrupa’nın en geri ülkesi Rusya’da gerçekleşti.” (Piketty, s.10) “Öncülleri gibi Marks da, özel sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyici ağırlık olarak bir dereceye kadar hizmet edebilecek bir gücü, istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı etti.” (Piketty, s.10) Piketty, kendisi 21. yüzyılda kapital üzerine yazarken Marks’ın “Kapital”iyle


131 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

ilişkisi son derece kabadır. “Kapital”i incelemediği anlaşılıyor. Marks’a “sınırsız sermaye birikimi” diye bir “prensip” yakıştırıp buradan devrimleri çıkartıyor. Marks, devrimleri sermaye birikim ve yoğunlaşma mekanizmalarına bağlamaz. Devrimlerin “üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden çıkageldiğini” iddia eder. Daha da ötesi “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşumun asla yok olma”yacağını tespit eder. (Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.26) Piketty’nin devrimleri harekete geçiren güçlerden haberi yoktur. O sadece yarım yamalak sermaye birikim süreciyle ilgilenir. Sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasından kapitalizmin krizleri çıkar, ancak her krizden devrim çıkmaz. Marks’a göre kapitalizmin krizlerinin kaynağı “aşırı üretim”dir. Aşırı üretim aynı zamanda aşırı sermaye birikimidir. En son örnekleri 2001’de informatik sanayi alanındaki krizde (Nasdaq hisselerinin borsada çöküşü); 2008’de ise emlak alanındaki “şişme”de (mortgage krizi) çok canlı olarak yaşandı. Piketty, Marks’ı o kadar kabalaştırır ki, “sermaye yoğunlaşması sonucu, ya sermaye getirisi düşecek böylece kapitalistler arası çatışma çıkacaktır, ya da ulusal gelir içinde sermayenin payı sınırsız yükselince işçiler ayaklanma yolunu seçecektir.” Bu yorumunun Marks’la hiçbir ilgisi yoktur. Sermayenin getirisi neden düşer? Her düştüğünde kapitalistler arası çatışma mı çıkar? Ya da sermayenin payının sınırsız artışı ne demektir? Sermayenin ulusal gelirdeki payı çok artsa da, aynı zamanda işçi ücretleri de artamaz mı? Marks kapitalizmin krizlerini sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasıyla birlikte ele alır. Üstelik kriz kapitalistleri de, işçileri de aynı anda vurur. Yoksa krizlerin kapitalistler için nedeniyle (sermaye getirisinin düşmesi); işçiler için nedeni (ulusal gelirde sermayenin payının sınırsız artması) farklı değildir. Piketty, kapitalizmin krizlerinden söz ederken “aşırı üretim” veya “aşırı birikim” kavramlarından özellikle kaçınır, bunun yerine “sınırsız birikim” kavramını öne çıkartarak Marks’ın düşünce sistematiğini çarpıtır. Piketty, kapitalizmde sermaye birikim ve yoğunlaşma süreçlerinin işleyişini o kadar kavramamıştır ki “sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyici ağırlık olarak” Marks’ın “istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı” ettiğini ileri sürer. Kapital’in I. kitabı neredeyse tümüyle” “artı-değer üretimi”nin mekanizmalarıyla ilgilidir. Artı-değer üretim mekanizmalarında ise teknik değişim ve üretkenlik başrolü oynar. Ancak teknik gelişme ve üretkenlik artışının neden sermaye birikim ve yoğunlaşmasına “dengeleyici bir ağırlık” oluşturduğunu yazar açıklamaz. Teknik değişim ve üretkenlik sermaye birikim ve yoğunlaşma sürecini, değil “dengelemek”, tam tersine hızlandırır. Kapitalizm, “manifaktür döneminde” daha çok “mutlak artı-değer” sömürüsüyle sermaye birikimi yaptı, fakat buhar makinelerinin bulunmasıyla başlayan “sanayi kapitalizmi” ve hızlı yaşanan teknik gelişim nispi artı-değer sömürüsünü imkânlı hale getirdi. Böylece sermaye birikim süreci önündeki zaman sınırı (insanın kaldırabileceği çalışma zamanı-işgünü) engeli kalkıyor, teknik gelişim


132

ve üretkenlik artışıyla neredeyse sınırsız sermaye birikim imkânı yolları açılıyordu. Yazarın yerli yersiz kullandığı “sınırsız birikim” kavramı mutlak artı-değerden nispi artı-değere geçişin anlatımıdır. Teknik gelişim ve üretkenlik sermaye birikim sürecine ve sermayenin çok az elde yoğunlaşmasına bir karşı ağırlık oluşturmaz. Teknik gelişimin fırtınalı bir hız kazandığı son yirmi yılda, “yüzde 1” ile “yüzde 99” arasındaki uçurumun görülmedik ölçüde açılması Piketty’nin Marks’ı eleştirisini boşa çıkartıyor.

“Eşitsizliğin Dinamikleri”

THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Yazar, eşitsizliğin temel dinamiğini “sermaye getirisinin ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasın”da görür. Kitabın temel tezi budur. “Sermayenin getirisinin neden sistematik olarak büyüme oranından büyük olması gerektiğinin derin temelleri var mıdır? Açık olmak gerekirse, bunu tarihsel bir gerçek olarak ele alıyorum, mantıksal bir gereklilik olarak değil.” “Uzun bir tarihsel dönemde r’in gerçekte g’den büyük olduğu itiraz edilemez bir tarihsel gerçekliktir.” (Piketty, s.353) Bu tarihsel gerçekliğin kanıtları yazarın tablolarıdır. (Piketty, s.354) Ancak tablolar o kadar geniş bir zaman aralığını (0 yılı ile 2100) kapsıyor ki, sonuçları “itiraz edilemez” olarak kabul etmek çok zordur. Üstelik “kapital”den söz ediyorsak, bu kavram kapitalist sistemi varsayar. Servet birikimiyle sermaye birikimi ayrı şeylerdir. “Bir toprak parçasının etrafı bir çitle çevrilip” özel mülkiyetin insan yaşamına girdiği yıllardan beri, yaklaşık on bin yıldır, servet birikimi vardır. Fakat sermaye birikimi çok daha gençtir, hepi topu dört yüzyıllık bir tarihi vardır. Tabloda bu aralığa baktığımızda (1700-2012) kar oranı yüzde 4-5 bandında seyrederken, büyüme yüzde 0,5’lerden yükselişe geçer, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısı hızla tırmanır yüzde 4’e yaklaşarak bir zirve yapar, sonra düşüşe geçer. Yazar, sermaye getirisi ve büyüme arasındaki ilişkiyi bir de kardan vergiler düşüldükten sonra irdeler. “Sonuç olarak, yirminci yüzyılda, mali ve mali olmayan şokların yarattığı sonuçlarla tarihte ilk kez, sermaye getirisinin büyüme oranından daha az olduğu bir dönemi buluruz.” (Piketty, s.356) Bu dönemde, yani 20. yüzyılda sermayeden vergi oranı ortalama yüzde 30’dur. Bu oran 21.yüzyılda yüzde 10’lara geriler. İki dünya savaşının yaşandığı yıllarda -yazar bunları “şoklar” olarak nitelemeyi tercih ediyor- sermayeden vergi oldukça yükselir. Bunun da etkisiyle “tarihte ilk kez” sermaye getirisi büyüme oranının altına düşer. Bu dönem aynı zamanda kapitalizmin Keynes ekonomisini uyguladığı yıllardır. Büyük yıkımlardan sonra devlet vergileri yükselterek, bu sermayeyi yatırımlara yönlendirir. Böylece büyüme oranı sermaye getiri oranının üstüne çıkar. Neoliberalizm yılları gelince -1980 sonrası- “şokların” etkileri azalır ve yeniden vergiler inişe geçer, böylece sermaye getirisi yeniden büyüme oranının üstüne çıkar. Sermaye getirisinin büyüme oranından sürekli büyük olmasının anlamı nedir ve nelere yol açar? Yazar bu temel tespitini şöyle derinleştirir. “r>g’nin eşitsizliği,


133 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

geçmişte birikmiş zenginliğin üretim ve ücretlerden daha hızlı büyüdüğünü anlatır. Bu eşitsizlik temel mantıksal zıtlığı açıklar. İşverenler kaçınılmaz bir şekilde rantiyeliğe eğilim duyarlar, emeğinden başka bir şeye sahip olmayanlar üzerinde gittikçe artan bir hâkimiyet. Bir kez bu yapı ortaya çıkınca, sermaye kendini, üretim artışından daha hızlı üretir. Geçmiş geleceği yutar.” (Piketty, s.571) Sermaye getirisinin büyüme oranından büyük olması, en genel olarak karın tümünün üretime yatırılmaması anlamına gelir. Kapitalist sistemde böyle bir tercih her zaman mümkündür. Ancak bunu kapitalizmin tüm tarihine yaymak, Piketty’nin verileri öyle gösterse de, doğru değildir. Yazar, tüm dünya için ve çok uzun bir zaman aralığında rakamları ele alıyor. Oysa sadece kapitalizm yıllarını ele alsak bile, dünya baştan aşağıya “eşitsiz gelişim” yaşamıştır. Aynı zamanda emperyalist savaşlar, devrimler, ulusal kurtuluş savaşları, dönemler arası büyük farklılıklar yaratmıştır. Yazar, bütün bunları uzun zaman aralığı içinde ve tüm dünya için ortalamalarla silikleştiriyor. Gelelim r>g eşitsizliğinin yarattığı sonuçlara: Bu eşitsizlik devam ederse, yazara göre sermaye rantiyeleşiyor ve kendini üretim artışından daha hızlı büyütüyor. Piketty, sermayeyi nasıl ele alır? “Bu kitapta, sermaye sahip olunabilen ve pazarda değiştirilebilen insan dışı tüm değerlerdir. Sermaye, şirketler ve hükümet firmaları tarafından kullanılan, finansal ve profesyonel sermaye (işletmeler, altyapı, makine, patent vb) kadar bütün gayrı menkulleri de içerir.” Piketty’nin sermayesini, Marks’ın tanımıyla karşılaştırdığımızda, yazar işgücünü (değişen sermayeyi) sermaye dışında tutuğuna göre, onun tanımı değişmeyen sermayeyi kapsamaktadır. İçinde değişen sermaye (işgücü) olmadığında hiçbir sermayenin birikim yapamayacağını ayrıca anlatmayacağız. Çünkü Piketty’nin “Das Kapital”in mantığıyla bir yakınlığı yoktur. Sermaye getirisi ulusal büyümeden fazla olunca sermaye neden rantiyeleşmeye yönelir? Yani neden üretime yönelmez de spekülasyona yönelir? Yazar bu konuda doyurucu bir açıklama yapmaz. Sermaye, üretime veya üretim dışı alanlara kar oranlarındaki farklara göre yönelir. Karın yüksek olduğu alanlara sermaye akışı artacağı için bir dönem sonra bu alandaki kar da diğer alanlardaki seviyeye geriler. Yazar’ın kendi tespitine göre rantiyeliğe yönelen sermaye, kendini üretimdekinden daha hızlı büyütür. Başka bir deyişle kar oranları rantiyelik alanlarında üretim alanından daha yüksektir. Piketty, bunun nedenini de bize açıklamaz. Bu ayrıca hep böyle midir? En son yaşanan 2008 büyük bunalımı bir kez daha böyle olmadığını gösterdi. Spekülasyon alanında sermaye bollaştıkça, neticede balon patladı. Dolayısıyla bu alanda kar oranları uçurumun dibine yuvarlandı. Yazar, r>g eşitsizliğini “kötülüklerin anası” ilan ettikten sonra bu eşitsizliğin nedenleriyle ilgili bazı görüşleri ele alır. “Özetlersek, bu kitap boyunca vurguladığım r>g eşitsizliğinde belirlenebilecek temel kutuplaştırıcı gücün, pazarın yetersizliğiyle bir ilişkisi yoktur ve pazarlar daha serbest ve daha rekabetçi olsa da ortadan kalkmayacaktır.” (Piketty, s.424) Yazar, liberallerle tartışırken bu tezi savunuyor. Bunu biz şöyle tercüme edebili-


134 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

riz: Eğer r>g eşitsizliği varsa, pazarlar eksiksiz işlese de, sermaye rantiyeleşmeye yönelir. Bu kısmen doğrudur. En son küreselleşme yıllarında pazarlar önceki yıllara göre çok daha iyi işledikleri halde spekülasyon ya da rantiyeleşme zirvelere tırmandı. Tam 2008 bunalımı öncesinde, 2007 yılında dünya toplam hâsılası 65 trilyon dolar iken, finansal varlıkların toplamı 1000 trilyondu. (Küresel Kriz ve Finansallaşma, Volkan Yaraşır) En kaba hesapla “hayali ekonomi” “gerçek ekonomi”nin 15 katı büyüktü. Bu pazarlar “iyi” işlediği için böyle olmuştur. Fakat yazar, r>g eşitsizliğinin tersine döndüğü dönemi nedense hep ıskalamayı tercih eder. Keynes ekonomi politikasıyla pazara devlet müdahalesinin yapıldığı yıllarda -yazara göre şok yıllarında-büyüme, sermaye gelirinin üstüne çıkmış (g>r olmuş) ve eşitsizliğin yarattığı kutuplaşma yumuşamıştır. Fakat yazar, 20. yüzyıldaki bu durumu insanlık tarihinde bir istisna olarak kabul edip özel olarak incelemeye gerek duymaz. Pazarlar mükemmel işlese de r>g eşitsizliği insanlığın alın yazısıdır. Bu alın yazısının kırıldığı dönem (1914-1975) bir istisnadır ve yazarın700 sayfalık kitabında fazla ilgisini çekmez. “Bugün ‘rant’ sistematik olarak ‘tekellerle’ birlikte anılır… Oysa sermayenin getirisinin büyüme oranından daha yüksek olması gerçekliğinin tekellerle bir bağlantısı yoktur ve daha fazla rekabetle çözülemez. Tam tersine sermaye pazarında daha saf ve daha fazla rekabet, sermayenin getirisi ile büyüme oranı arasındaki uçurumu daha fazla büyütür. Sonuç sermaye sahibi ile yöneticinin ayrılmasıdır.” (Dynamics of Inequality, New Left Review, Piketty, Jan/Feb 2014) Tekellerin rantla bir ilgisi yoksa kimlerin vardır? Bankalar ve tekellerin kaynaşması onlara her alanda rant sağlama imkanı yaratır. Üretim alanında, para sermayenin hüküm sürdüğü kredi piyasalarında, spekülasyon alanı olan borsalarda hep tekellerin sözü geçer. Tekeller rekabeti yok edemez, ancak çoğu zaman kendileri için en uygun ortamı yaratma gücüne sahiptirler. Öte yandan, daha fazla rekabet neden r>g uçurumunu büyütsün? Rekabetin, karları aşağıya çeken bir etkisi vardır. Böylece sermayenin getiri oranı da azalır. “Saf veya güçlü rekabetin” büyümeyi mutlaka arttırması gibi bir ekonomik kural da yoktur. Rekabetle güçlü olanlar büyüyüp ayakta kalırken, diğerleri iflas ederler. Bunun otomatik sonucu büyüme değildir. Yazar, r>g eşitsizliğinin yumuşatılması için neoliberallerin pazarı savunan tezlerini reddediyor. Bu kadarı güzel, fakat çözüm için 20. yüzyılın “şok” yaşanan yıllarından, yani eşitsizliğin gerilediği yıllardaki ekonomik uygulamalarından bugüne bir ders ya da çözüm önerisi aktarmıyor. Netice olarak, bu lanetli alın yazısı r>g eşitsizliğinden kurtuluşun bir yolu kalmıyor. Aslında bir yolu var ancak Piketty o yolu gözlerden saklamak için epeyce gayret gösteriyor. Yazara göre “insanlık tarihinde” sadece bir kez, 20.yüzyılın önemli bir bölümünde (1914-1980 arası) eşitsizliği yaratan r>g bağlantısı tersine dönmüştür. Yazar İsa’dan bugüne rakamlarla konuşma iddiasındadır. Fakat bunun spekülatif tahminden öteye bir anlamı elbette yoktur. İnsanlık tarihini bir yana bırakalım, kapitalizm yıllarına bakarsak gerçekten sözü edilen yıllar özel bir yere sahiptir. Yazar bu yıllardaki olayları “mali ve mali olmayan şoklar” olarak yuvar-


135 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

lıyor, derinliğine inmekten ısrarla kaçınıyor. “Gerçekte, iki savaşın bütçe ve mali şokları, sermayenin kendi içindeki savaşlardan daha yıkıcı olduğunu kanıtladı. Fiziksel yıkıma ilave olarak, 1913 ve 1950 arasında sermaye ve gelir oranındaki baş döndürücü düşüşün açıklanmasında temel faktörler; yabancı tahvillerin çöküşü ve bu zamanın özelliği çok düşük tasarruf oranı ve öte yandan savaş sonrası yeni politik koşullarda karma mülkiyet ve kuralların geçerli olmasıyla varlıkların düşük fiyatlarıdır.” (Piketty, s.148) Bu söylenenler o günün sadece bir fotoğrafıdır. “Şokların” iç bağlarına değinilmez. Örneğin; yazar “savaş sonrasının yeni politik koşullarında karma mülkiyet ve kuralların” ortaya çıkış nedenlerini fazla kurcalamaz. Fakat kitabıyla ilgili New Left Review dergisiyle yaptığı bir söyleşide yazar, derginin sorusundan fazla kaçamaz. “1914-1975 arası gelir eşitsizliğindeki azalmayı sadece iki dünya savaşına bağlıyorsunuz. Güçlü işçi örgütlenmelerinin rolü yok mudur?” sorusuna cevap verirken kimi gerçeklere değinmek zorunda kalıyor. Fakat yine de kendi mantık duvarlarının dışına çıkamıyor, ya da çıkmayı tercih etmiyor. “Görüşüm basittir, bu değişimler, Bolşevik Devrimi süreci ve Doğu’da ortaya çıkan tehlike dâhil, büyük ölçüde savaşların ve Büyük Bunalım’ın yarattığı şokların ürünüdür.” (New Left Review, a.y. s.115) Yazar, Sermaye’nin içinde “değişen sermaye”ye (iş gücüne) yer vermediği için “şoklar”ı anlatırken sermayenin bu yanının davranışlarına hemen hiç değinmez. Kitabının başında ekonomi biliminin soyut matematik formüllere indirgenmesini eleştiren yazar, aynı zamanda “ekonomik determinizme” ihtiyatla yaklaştığını, sorunun “politik” olduğunu ileri sürmüştü. Ancak “şokları” açıklarken sırf ekonomik determinizm sınırında kalıyor. “İnsanlık tarihinde ilk kez eşitsizliğin azaldığı” aralığı anlatırken savaşın yıkımı yanında, yabancı sermaye portföylerinin çöküşüne, az tasarruf olmasına ve varlık değerlerinin düşük olmasına değinir. Fakat “yeni politik koşullarda” ortaya çıkan “karma mülkiyet ve kurallar”ın içine girmez. Yazarın bakışı ekonomik nesnelerle sınırlı kalır. Oysa Marks’ın ana buluşunu açıklarken Engels politikanın, ekonominin neresinde olduğunu mükemmel bir şekilde açıklamıştır. “İktisat, nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; oysa bu ilişkiler, her zaman, nesneye bağlıdırlar ve nesne gibi gözükürler.” (F.Engels, Karl Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisi, s.39) New Left Review, “şoklarda” “güçlü işçi örgütlenmelerinin rolünü” sorduğunda, yazarın cevabı totolojiktir. “Değişimlerin, savaşlar ve büyük bunalımın sonucu olduğunu” tekrarlar. İnsanlar ya da sınıflar arası ilişki konunun dışında kalır. İşçi sınıfı mücadelesinin 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında yükselmesi, Paris Komünü’nden Bolşevik Devrimi’ne giden bir sürecin başlaması, şokların içinde işçi sınıfı örgütlenmelerinin büyük rolünün olduğu yıllardır. Oysa Piketty’nin hiç değinmemeyi tercih ettiği sosyalizm korkusu kapitalizme olmadık işler yaptırmıştır. Refah devletleri adı altında işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları tarihte olmadık ölçülerde iyileşmiştir, ayrıca sermaye getirisine büyük vergiler konabilmiştir. Elbette bütün bunlar aynı zamanda işçi ücretlerin-


136 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

de yükselme demekti. Dolayısıyla r>g eşitsizliği “uzun tarihsel dönemde” kendiliğinden işleyen bir “tarihsel gerçek” değildir. Sınıflar mücadelesinin kendini ortaya koyma biçimlerinden birisidir. Savaş şokları zaten sınıflar savaşının bir başka biçimiydi. Ortaya sosyalist bir sistem çıkınca eşitsizliğin uçurumu belli ölçülerde daraldı. Diğer şeyler bir kenara Piketty çözümü vergide gördüğü için “şok” yıllarında bu konudaki gelişmeleri nasıl yorumlayacaktır? Bu yıllarda, sermaye üzerinden yüksek oranlı vergilerin alınabilmesini, fakat bu vergi oranlarının 1980’ler sonrası yeniden azalışını nasıl açıklayacaktır? Ekonomik determinizmle değil, “politikalarla” açıklayacaksa, politikaların bu köklü değişiminin de bir izahı gerekir. Bu soruların cevabı sınıflar savaşında, işçi sınıfı mücadelesinin gücünde yatmaktadır. Fakat Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital”inde sınıflar savaşı yoktur. Piketty, İsa’dan bugüne istatistik tabloları yaparak, iki bin yılı aşkın zaman aralığında bir “tarihsel gerçeği” kanıtlamaya çalışırken, dürbünün tersiyle olaylara bakıp, özgün dönemleri silikleştirir. Eşitsizliğin dinamiğinde rantiyeleşmeyi görmek, sonuçla uğraşmak oluyor. Das Kapital’e göre, kar oranlarında düşme sermayeyi üretim alanları dışında arayışlara iter. 1975’ler sonrası yaşananlar bunun bir kez daha en iyi kanıtıdır. Sermaye üretim alanlarından spekülasyona kaymıştır. Öyle ki, kapitalizmin tarihinde spekülasyona hiç bu ölçüde kayış yaşanmamıştır.

Piketty ve Kar Oranlarında Düşme Piketty, Marks’ın kar oranlarında düşme yasasına inanmadığı için rantiyeleşmeyi r>g eşitsizliğine bağlar. Bu eşitsizliği ise istatistiklere dayanarak “tarihsel bir gerçek” olarak kabul eder. Eşitsizliğin dinamiklerinin içine doğru yolculuğa devam edebilmek için yazarın Marks’ın kar oranlarındaki düşme yasasını nasıl yok ettiğine bakmalıyız. “…kapitalistler sürekli artan miktarda sermaye biriktirirler, bu birikim sonunda kaçınılmaz biçimde kar oranlarının (yani sermaye geliri) düşmesine ve daha sonra da kendi çöküşlerine yol açar. Marks matematik modeller kullanmadı ve onun metni daima berrak değildi, bu yüzden aklında ne olduğundan emin olmak zordur.” (Piketty, s.228) Önce yazarın Marks yorumunda zorunlu düzeltmeler yapmalıyız. Kar oranlarında düşmenin nedeni “kapitalistlerin sürekli artan miktarda sermaye biriktirmesi” değildir. Sermaye birikiminin değişen yapısıdır. Ayrıca Marks kar oranlarının düşmesi yasasını bir matematik formül üzerinde açıklar. Fakat bu “model” basit bir tanımdan ibarettir. Açıklama kar oranı formülünün yapısında vardır. Marks kar oranını k=A/S olarak tanımlar; A: artı-değer miktarıdır, S: toplam sermayedir. S, yani toplam sermaye, değişmeyen (makine, diğer donanımlar ve ham maddeler) (s) ve değişen (işgücü ücretleri) sermaye(d) olarak ayrılır. Sonuçta kar oranı formülü k=A/s+d olarak ifade edilebilir. Eşitliğin pay ve paydasını (d) değişen sermaye ile bölersek k=a/b+1 olur. Burada a=artı-değer oranı, b=sermayenin organik bileşimidir. Kar oranında düşme olması için sermayenin


137 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

organik bileşiminin (b) artı-değer oranından (a) daha hızlı büyümesi gerekir. Marks kapitalist birikimin yasasını çok berrak biçimde şöyle açıklar: “Değişmeyen sermayedeki bu sürekli değer artışına… ürünlerde sürekli bir ucuzlama tekabül eder. Her tek tek ürün, kendi başına alındığında, ücretlere yatırılan sermayenin, üretim araçlarına yatırılan sermayeye kıyasla daha büyük bir yer tuttuğu daha düşük üretim düzeyine göre, daha az miktarda emek içerir... Bu üretim tarzı, değişmeyen sermayeye kıyasla, değişen sermayede gitgide nispi bir azalma, ve dolayısıyla toplam sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Bunun doğrudan sonucu, aynı ya da hatta artan bir emek sömürü derecesinde, artı–değer oranının sürekli düşme gösteren bir kar oranı ile temsil edilmesidir.” (K.Marks, Kapital III, s.225) Marks, Piketty’nin yorumladığı gibi, artan sermaye birikiminin kar oranlarını düşürdüğünü söylemiyor. Kapitalizmde sermaye birikim sürecinde, teknik ve üretim örgütlenmeleri geliştikçe, sermayenin organik bileşimi, artı-değer sömürü oranına göre daha hızlı arttığı için kar oranları düşme eğilimi gösterir. Marks’ın bu düşmeyi mutlak değil bir eğilim olarak ele almasının da bir nedeni vardır. Çünkü bu eğiliminin yanında “zıt yönde etkiler” de vardır. “Zıt yönde etkileri” çok kısa özetlersek bunlar; “sömürü yoğunluğundaki artış”, “ücretlerin, emek gücünün değerinin altına düşmesi”, “değişmeyen sermaye unsurlarının ucuzlaması”, “nispi aşırı nüfus”, “dış ticaret” ve “hisse senetli sermayenin artışı”dır. (Marks, ay. s.244-254) Kar oranlarının düşme yasası ve zıt yönde etkiler incelendiğinde Marks’ın “metninin berrak” olduğu görülür. Yazar, Marks’ın Kapital’in I. kitabında bir tekstil fabrikasının defterlerini inceleyerek “sabit ve değişken sermaye arasında aşırı yüksek -ondan büyük- bir oran bulduğunu söyler. Marks ve pek çok şüpheci diğer gözlemciler için bütün bunların (özellikle on dokuzuncu yüzyılın başından beri durgunlaşan ücretler nedeniyle) nereye gideceğini ve böyle hiper-sermaye-yoğun sanayi gelişmesinin ne tip uzun dönemli bir sosyoekonomik denge yaratacağını sormaları doğaldır.” (Piketty, s.229) “Bu önemli sezgiye rağmen problem, Marks’ın elde edilebilir istatistiklere genellikle hikâye gibi ve sistematik olmayan bir yaklaşım içinde olmasıdır. Özellikle, bazı fabrikaların hesap defterlerinin gözleminden çok yüksek sermaye yoğunluğunun bir bütün olarak İngiliz ekonomisini veya bazı sektörlerini temsil edip etmediğini bulmaya çalışmamıştır.” (Piketty,s.229) Yazar, bugün Marks’tan çok daha fazla ve gelişkin veriye sahip olmasına rağmen, rakamlarla onun hatasını kanıtlamaya kalkışmıyor. Marks’ın “sezgisine” önem veriyor, fakat metodunun “sistematik olmadığını”, dolayısıyla birkaç rakamdan böyle bir sonuca ulaşılamayacağını söylüyor. Eğer, yazar rakamlarla Marks’ı yalanlamaya kalksaydı bunu başaramazdı. Çünkü sanayi kapitalizmi Marks’ın keşfettiği yolda gelişmiştir. Sermayenin organik bileşimi sürekli büyümüştür. Hele bugünün kapitalist dünyasında bunun tersini iddia etmek sadece gülünç olur. Yazar, “sürekli sermaye birikimi yaşanırken, büyümenin sıfıra yakın olması koşullarında, sermayenin gelirdeki payının bütün ulusal geliri yutacağını” id-


138 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

dia ederek, kapitalistlerin böyle koşullarda kendi “mezarlarını kazacağını” (bu “mezar kazıcılığını” Marks proletarya için söylemiştir, ancak konu dışı kaldığı için geçelim) savunmaktadır. (Piketty, s.228) Bu tespitin ne Marks’ın kapitalist bunalımlarla ilgili söyledikleriyle, ne de üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çatışmadan çıkıp gelen devrim dönemleriyle ilgili öngörüleriyle yakından bir ilişkisi vardır. Yazara göre bu felaketten çıkış yolu “yapısal büyüme”dir, fakat Marks’ın bunu görmediğini ileri sürmektedir. “Marks’ın aklında, on dokuzuncu yüzyılın tamamında ve yirminci yüzyıl başındaki ekonomistler gibi,… sürekli ve sağlam üretkenlik artışına dayanan yapısal büyüme fikri açıklıkla tanımlanmış veya formüle edilmemişti.” (Piketty, s.228) Evet, Marks kendi döneminde “ulusal büyüme”, “ulusal gelir”le ilgilenmemiştir. Ulusal kapitalist pazarların oldukça genç ve dünya pazarlarının paylaşımının başladığı günlerde bu kavramlar henüz ortaya çıkmamıştı. İlk “ulusal gelir” hesaplama girişimleri 1800’lü yıllarda ortaya çıkmış olsa da, konunun bir ekonomik kavram olarak şekillenip kullanılması büyük bunalım (1930’lar) yıllarına kadar gider. Sonuç olarak, yazar, Marks’ın kapitalizmin çöküşü ile ilgili “kehanetini”yle, “sürekli yapısal büyüme” olgusundan habersiz olduğu için hatalı bir tespit yaptığını iddia ediyor. “Marks’ın işaret ettiği dinamik istikrarsızlık, gerçek bir zorluğa denk düşer, bundan mantıklı tek çıkış yapısal büyümedir; sermaye birikim sürecini dengeleyecek tek yol budur.” (Piketty, s.228) “Özetle, üretkenlik artışına ve bilginin yaygınlaşması temeline dayanan modern büyüme, Marks tarafından öngörülen kehanetten kaçınmayı ve sermaye birikim sürecini dengelemeyi mümkün kılar.” (Piketty, s.234) Yazar, “sürekli sermaye birikimi yaşanırken, büyümenin sıfır veya sıfıra yakın olması durumunda”, Marks’ın kapitalizmin çöküş kehanetinin gerçekleşebileceğini iddia ediyor. Bu çöküşten kaçınmak için, sermaye birikim sürecinin sürekli yapısal büyüme ile dengelenebileceğini ileri sürüyor. Ortada bir gariplik olduğu açık! Önce, büyüme sıfırken sürekli sermaye birikimi nasıl gerçekleşiyor? Diğer bir ifadeyle, sermaye birikim sürecinin yapısal büyüme ile dengelenmesi ne anlama geliyor? Bu garip paradokslardan yazarın sermaye birikim sürecinden anladığının, üretim temelli olmayıp, spekülatif veya ranta dayalı olduğu anlaşılıyor. Eğer büyüme sıfırsa, yani toplam ekonomide artı değer yaratılmıyorsa, “sürekli sermaye birikimi” ancak spekülasyonla, yani para oyunlarıyla gerçekleşebilir. Yazar bu noktada haklıdır, eğer ekonomi sadece bu kanaldan gidiyorsa bir çöküş kaçınılmazdır. Fakat böyle çöküşler genellikle kapitalist sistemin çöküşünü değil, balon yapan değerlerin patlayıp yok oluşunu getirir. Öte yandan, sermaye birikiminin tahrip edici etkisini yapısal büyüme ile dengelemekten ne anlamalıyız? Yazar, spekülatif veya ranta dayalı sermaye birikiminin yanında üretime dayalı sermaye birikimi gerçekleşirse çöküşten kaçınılabileceğini iddia ediyor. Bu bakış açısının ne Marks’ı ne de kapitalist sistemin yapısını hiç anlamadığı çok açıktır. Marks sermaye birikiminin kaynağının artı-değer


Rantiyeleşmenin Gerçek Nedenleri ve Günümüzdeki Durumu Piketty, sermayenin günümüzdeki rantiyeleşmesine veya ikinci küreselleşmenin nedenlerine fazlaca değinmez. Onun için r>g eşitsizliğinin işlemesi yeterlidir. Fakat eşitsizlik üzerine araştırma yapmış bir başka yazar, J.Stiglitz, Amerikan ekonomisini saran spekülasyon havasıyla ilgili çarpıcı bir soru sorar: “Ne zaman yoldan çıktık?” “Bu soruya kolay bir cevap yoktur, fakat Birleşik Devletlerde Reagan’ın başkan seçilmesi bir dönüm noktasıdır.” (The Price of Inequality, Joseph Stiglitz, s.xxxi)

139 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

üretimi olduğunu tespit eder ve bu süreçlerin işleyiş kanunlarını ortaya çıkartır. Aslında kapitalizmin ilk günlerinden beri burjuva iktisatçıları “zenginliğin kaynağını” araştırmışlar, “değer yaratan nedir?” sorusunun cevabını aramışlardır. A. Smith ve daha çok Ricardo, değerin kaynağında emeği bulmuşlar, böylece kapitalist üretimin gizleri çözülmeye başlamıştır. Marks daha ileri giderek, artı-değer yaratma süreçlerini ve bu süreçlerin yıkıcı çelişkilerini ortaya koymuştur. Marks, özel olarak spekülatif veya rantiye sermaye ile ilgilenmemiş, sanayi üretiminin yapısıyla ilgilenmiştir. Çünkü kapitalizmin temel çelişkileri bu üretim ve sermaye birikim süreçlerinde yatmaktadır. Piketty, “sermaye birikim sürecini yapısal büyüme ile dengelemekten” söz edince şunu da söylemiş oluyor: Kapitalizmi yıkıma götürecek olan üretim alanı dışındaki rantiye sermaye birikimidir, yoksa “yapısal bir büyümeyi” sağlayacak kapitalist üretim, Marks’ın kehanetinden kaçınabilir. Başka bir değişle, üretime dayalı sermaye birikim sürecinde yıkıcı bir çelişki yoktur. Das Kapital’le Piketty’in Kapital’inin temel ayrılık noktası budur. Yazar kapitalizmin bir kusuru ile uğraşıyor; r>g eşitsizliğinden türediğini iddia ettiği rantiyeleşmenin etkileri azaltılırsa kapitalizm pek ala “sonsuza” kadar yaşayabilecektir. Sermayenin, üretim devresi dışına kaçmasının, böylece rantiye sermayenin şişmesinin temel nedeni olan kar oranlarında düşme gerçekliği, Piketty’nin görmek istemediği, üstelik vergilendirmeyle de kurtulamayacağı kapitalist üretimin esaslı çelişkisidir. Kapitalizm, Piketty’nin sevdiği deyimle, emeğin “sınırsız” sömürüsünü gerçekleştirmek için tekniği geliştirdikçe, kar oranlarını riske sokmaktadır. Bu çelişkiden, kapitalizm, “sürekli büyüme” ile kurtulamaz. Ayrıca kapitalist üretimin yapısı gereği sürekli büyüme imkânsızdır. Yazara, kapitalizmin yapısı gereği sürekli yapısal büyümeyi gerçekleştiremeyeceğini hatırlatmak gerekiyor. Aşırı üretim, aşırı sermaye birikimi, yani değersizleşen sermayelerin bir köşeye atılmasını gerektirir. Bu da ancak büyük bunalımlarla gerçekleşebilir. Bir tanesinin içinde yaşıyoruz. Kapitalizm hala büyüyemiyor. 90’lı yıllardan beri gerçeklik olan “Japon sendromu” -sıfır büyümedünya ekonomisini sarmış durumda. Neden helikopterlerden piyasaya atılan dolarlar üretim devresine girmiyor da “rantiyeleşiyor”? Yoksa finans kapital intihar etmeye mi niyetlidir? Piketty, kapitalizmi Marks’ın “kehanetinden” kurtarmak istediğinde sadece gülünç oluyor.


140 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Stiglitz’e göre 1981’de “yoldan çıkma süreci” başlar ve hızla gelişir. 2008 öncesi Amerikan tekellerinin karlarının yüzde 40’ı finans sektörüne gidiyordu. (Stiglitz, ay) Reagan havayollarında 1981’deki grevi kırarak yeni süreçte sınıflar mücadelesinin nasıl bir zeminde yürüyeceğini gösteriyordu. Margaret Thatcher aynı yoldan giderek liman işçileri grevini kırmıştı. Stiglitz bu dönemin en tipik olgularının başında “rant arayışı”nı vurgular. (Stigtilz, s.48) Sermaye kendini büyütmek için yeni yollar aramaya çıkmıştır. Yine bu dönemde “yeni ekonomi”ye büyük umutlar bağlanmıştı. “Bilgi sanayi”si kapitalizmin geleceği için büyük imkânlar sergiliyordu. Fakat bu da uzun sürmedi. 2002 yılında büyük umutlar bağlanan “dotcom” çöktü ve 7 trilyon dolar buharlaştı. (Capitalism’s Last Stand?, Walden Bello, s. 69) “Dotcom”un çökmesinden sonra Amerikan finans kapitalinin emlak alanında balonlar yaratma yoluna çıktığı biliniyor. Onun da çöküşü 2008’de geldi. Neden Amerika ve İngiltere’nin öncülüğünde neoliberalizm yoluna çıkıldığına, kar oranları açısından baktığımızda açık bir tablo ortaya çıkar. Çin hariç kar oranlarındaki gelişim şöyledir: İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra 1965’e kadar kar oranları sürekli yükselir ve yüzde 25’e varır. 1965 yılı aynı zamanda kar oranlarında kırılma noktasıdır, düşme başlar. 1982’de yüzde 14,5’e geriler. Neoliberal uygulamalarla kısmen bir yükseliş başlar ve 1998’de yüzde 18,5’e varır. Ancak burada tutunamaz yeniden inişe geçer ve “dotcom” krizinde yüzde 16,5’e düşer. Büyük krizin ilk yılında 2009’da ise yüzde 15,5’e geriler. (A world rate of profit revisited with Maito and Piketty, Michael Robert Blog) Fortune dergisinin 500 büyük Amerikan firması için kar oranları daha da kötüdür. “Ekonomist Philip O’Hara’nın sunduğu endekse göre, 1960-69 arası %7.15 ; 1980-89 arası %5,30 ; 1990-99 arası %2,29 ; 2000-02 arası %1,32’dir.” (W.Bello, s.7) İşin bu kadarı kapitalizmin rutini içinde kalır. Piketty kabul etmese de kar oranlarında düşme sermayeyi üretim alanı dışına iter, Stiglitz’in deyimiyle “rant aramaya” yöneltir. Fakat bunlar kapitalizmin neoliberal ekonomi politikalarla 1980 sonrası kazandığı özellikleri yeterince açıklamaz. Kapitalizmin tarihinde olmadık ölçüde borsanın rolü ve hacmi 1980 sonrası artmıştır. Finans sermayesinin gücü hiç bu kadar büyümemiştir. Emekli ve sigorta fonlarındaki trilyonlar “borsaya” akmıştır ve bu kapitalizmin tarihinde bir ilktir. Ortaya ikili bir ekonomik yapı çıkmıştır: “gerçek ekonomi” ve “finans ekonomisi”. 2007 rakamlarına göre “finans ekonomisi”, “gerçek ekonomi”den 15 kat büyüktür. Öte yandan büyük 2008 krizine rağmen finansal şişme devam etmektedir. “Krizden bu yana dünyadaki merkez bankalarının varlıklarının toplamı iki kat artarak 20 trilyon doları aşmıştır.” (Mustafa Durmuş, Küresel Kapitalist Krizde Son Durum, internet, 14.08.2014) Merkez bankaları krizi aşmak için para basıyor. Dolayısıyla yarattığı bütün yıkıma rağmen “finans ekonomisi”nin egemenliği devam etmektedir. Bu anlamda 2008 krizi ve çözüm yolları da kapitalizmin tarihinde ilk olma özelliğine sahiptir. Kapitalist ekonomide büyük krizler değersizleşen sermaye yığınının süpürülmesi anlamına gelir. Schumpeter’in deyimiyle


141 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

krizler aynı zamanda “yaratıcı yıkımlardır.” Çürükler silinir. 2008 krizinde de böyle silinmeler, batışlar elbette olmuştur. Fakat yıkımın 1929 bunalımındaki gibi olmaması için Amerikan Merkez Bankası piyasaya helikopterle para yağdırmıştır. Böylece “batmayacak kadar büyük” olanlar kurtarılmıştır. O nedenle, bugün büyük bunalıma rağmen kapitalist ana yurtlarda ekonomide çürüklerle sağlamlar iç içedir. Böylece ekonomik çürüme devam ediyor. Değersizleşen sermaye yığını hala ekonomi içinde kalmaya devam ediyor. Çöp insanlar gibi kapitalizm çöpleriyle birlikte yaşamaya devam ediyor. Bu da günümüz kapitalizmine özgü bir yeniliktir. Günümüz kapitalizmine bir de Marks’ın kar oranlarının düşmesine karşı sistemin ürettiği “zıt yönde etkiler” tarafından bakalım. Kapitalizm, Piketty’nin iddia ettiği gibi “yapısal büyüme” arayışlarıyla mı çıkış yolu arıyor; yoksa düşen kar oranlarını kurtarmak için bütün gücüyle “zıt yönde etkileri” mi harekete geçirmek için didiniyor? Neoliberalizmle birlikte kar oranlarındaki düşmeyi dengelemek için uygulanan karşı tepkileri Marks’ın sıralamasına bağlı kalarak irdeleyelim: “İlk karşı tepki, “sömürü yoğunluğundaki artış”tır. Bunun temel iki yolu mutlak ve göreli artı-değeri arttırmaktan geçer. Mutlak artı-değeri arttırmanın yolu, işgününü uzatmaktır. Vardiya, fazla mesai veya doğrudan işgününü uzatma biçiminde olabilir. Günümüzde artık genellikle fazla mesailere ücret ödenmiyor ve ücretlerde bir artış yapılmıyor, işgünü çeşitli yollarla uzatılıyor; hepsinden önemlisi işgücü geçici iş bulma büroları tarafından pazarlandığı için üstündeki mutlak sömürünün arttırılmasına karşı hiçbir pazarlık gücüne sahip olamıyor. “Diğer yol nispi artı-değerin arttırılmasıdır. Ancak bu yol kendi içinde bir handikap taşır. Sömürü oranını nispi olarak arttırmak için belli bir canlı emekten mümkün olduğu kadar fazla artı-değer sömürmek gerekir, bu da onun üretkenliğinin arttırılması demektir. Bunun için de daha fazla sermaye yatırımı ve etkili iş organizasyonu gerekir. Emeğin üretkenliğini arttırmak için yapılan sermaye yatırımı ise kar oranlarını aşağına çeken bir etki yaratır. Bu handikapın çözümü işgücünün fiyatını ucuzlatmaktan geçer. “Burada, ikinci tepkiye gelinir: “ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi”dir. Bu tüketim mallarında bir ucuzlamayla da olabilir; ancak esas olarak işgücünün pazarlık gücünün kırılmasıyla sağlanır. Günümüzün en tipik olgusudur. (Kapitalizmin tarihinde ilk kez bu kadar uzun bir dönem verimlilik artmasına rağmen ücretler yerinde saymakta ve hatta gerilemektedir.) “Üçüncü tepki, “değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması”. Üretkenlik arttıkça Kesim I üretiminde de verimlilik artar, dolayısıyla makinelerin fiyatında ucuzlama olabilir. Daha çok da ham madde fiyatlarındaki ucuzlamalar bunu sağlar. Günümüzde, üretim araçlarının yenilenmesi büyük bir hız kazandığı için, makinelerin satın alınması yerine kiralanması yönteminin gelişmesi de bu konuyla ilgilidir. (Böylece değişmeyen sermaye öğeleri ucuzlatılır.) “Dördüncü tepki, “nispi aşırı-nüfus”tur. Bu ücretleri aşağıya çeken bir baskı yaratır. Bugün tüm ülkelerde (gelişmiş-gelişmemiş), büyük bir rol oynamaktadır.


142 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

(Özellikle geniş genç işsizler denizi çalışanların ücretleri için tehdittir.) “Beşinci tepki, “dış ticaret”tir. Bu ham madde fiyatlarında ucuzlama yaratabilir, aynı zamanda emeğin yaşam gereksinmelerini ucuzlatarak da, hem değişen hem değişmeyen sermayede ucuzlama yaratarak kar oranının yükselmesine yol açar. Öte yandan, sermaye ihracı da aynı yönde etki yaratır. “Son tepki, “hisse senetli sermayenin artışı”dır. Bu senetler ortalama karın altında kar sağlarlar. Bunların yaygınlaşmasına rağmen kar ortalamasına girmedikleri için, oranı aşağıya çekici bir etki yaratmazlar. Üretime çekilen bu tür sermaye artar, ancak bunlar ortalama kar oranına girmedikleri için, sonuçta değişmeyen sermayenin ucuzlatılması etkisinin aynısını yaratırlar. (Marks, s.244-253, a.y.) (Borsadan firmaların devşirdiği sermaye netice olarak, değişmeyen sermayenin ucuzlaması etkisini yaratır.) “Günümüz neoliberal politikalarına bu yönden bakınca, kar oranlarının düşmesine karşı hangi mekanizmaları harekete geçirdikleri görülebilir. Bugünün en tipik olgularından taşeronlaştırma, kar oranlarının ortalama karda eşitlenme eğiliminin önünü keserek, bu yolla ara girdilerin, yani değişmeyen sermayenin ucuzlatılmasından başka bir şey değildir. Yine bu konu içinde ele alınabilecek, tasarımının merkezlerde yapılıp bütün üretimin emek ucuz ülkelere taşınması da sermayenin organik bileşimini düşüren etkiler yaratmaktadır. Özelleştirmeler de çok düşük fiyatlarla gerçekleştirilen bu sözde yeni yatırımlar, bu özellikleriyle, sermayenin organik bileşiminin düşmesini sağlamaktadır. Artan spekülasyon ise, kar oranlarındaki düşmeye gösterilen üretim devresi dışından tepkidir. Kar kitlesinin büyük bölümünü temsil eder hale gelmeleri ise, kar oranlarındaki düşmenin kapitalist üretimin temellerini nasıl aşındırdığının iyi bir kanıtıdır.” (M.Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.255-56) Bütün bu etkilerin odak noktasında 1980 sonrası sınıf mücadelesinin yaşadığı büyük değişimler yatmaktadır. Piketty, eşitsizliği istatistik olarak sergiler, fakat onun mekanizmalarını irdelemez ya da sadece r>g eşitsizliğine indirger. Onun için de “sınıf mücadelesi mi ya da yüzdeler mücadelesi mi” başlığı altında en üst yüzde 10 en alt yüzde 50 arasındaki gelir dağılımını irdeler. İstatistik bir tablo açısından bu çok doğaldır. Ancak “eşitsizliğin” kaynak ve mekanizmalarını açıklamak açısından yeterli değildir. Kapitalizmde, üretim araçlarının mülkiyeti, sermaye birikim yasaları ve işçi sınıfın mücadele gücü dikkate alınmadan “eşitsizlik” konuşulursa, ortada sadece gerçekten “yüzdeler” kalır. Bu konuda sözü uzatmanın anlamı yoktur. Sözü “Amerika’nın 20. yüzyıldaki en başarılı yatırımcısı’ borsa yıldızı Warren Buffett’a bırakalım: “Son yirmi yıldır sınıflar savaşı yaşanıyor ve benim sınıfım kazandı.” (aktaran, J.Stiglitz, s.225) Elbette Amerika’daki sınıflar savaşı sadece son yirmi yılla sınırlı değildir. Fakat son yirmi yılda “yatırımcıların” kesin kazandığı işçi sınıfının kaybettiği bir sınıflar savaşı yaşanmıştır. Ancak Piketty, bütün günahı karların yapısal büyümeye değil de rant sağlamaya yatırılmasına bağladığı için sınıf mücadelesiyle ilgilenmez. Neoliberalizmin sınıf örgütlenmelerini güçsüz düşürmek için nasıl büyük bir savaş verdiğine fazla değinmez.


Sermaye Yapısında Değişim

143 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

“21. yüzyılda sermaye” hakkında yazınca sadece “eşitsizlik” değil onun değişen yapısının da irdelenmesi gerekirdi. Yazar bu konuda oldukça yüzeysel bir tespitle yetiniyor. “Değer yapısı açısından, yirmi birinci yüzyılda sermayenin on sekizinci yüzyıldaki sermaye ile en küçük bir ortak yanı yoktur… Basitçe koyarsak, uzun bir süreçte görünen, tarım topraklarının derece derece gayrimenkul, iş sermayesi ve firmalar ve hükümet kurumlarında yatırılan finans sermayesiyle yer değiştirmesidir.” “Sermayenin doğası değişti: bir zamanlar o topraktan ibaretti fakat artık esas olarak gayrimenkul artı sanayi ve finans sermayesine dönüştü.” (Piketty, s.118,120) Böyle bir tespit için özel bir çaba gerekmiyordu, söylenen çoktandır bilinen gerçeğin tekrarıdır. Yazar, sermayenin üç yüz yılda geçirdiği değişimlere ve özellikle bugünkü yapısının detaylarına değinmiyor. Sermayenin yapısında özellikle üç temel değişime değinmekle yetinelim. Sanayi sermayesinin yığınağı imalat sanayinden bilgi-hizmet alanına kaymıştır. Ulusal hâsılada artık bu alanın payı büyümektedir. Kapitalizmin ilk yıllarından itibaren sermaye önce topraktan sanayiye kaymış, 1970’ler sonrası imalat sanayinden bilgi-hizmet alanına kaymıştır. Bu alanın imalat sanayi kesiminden temel farkı, makinelerin insanların yerini alması bu sektörlerde daha yavaştır. Bilgi-hizmet sektöründe insanın yerini makinelerin alamayacağı kesimler oldukça çoktur. Özellikle yaratıcı düşüncenin yerini makineler hiçbir zaman alamayacaktır. Kitlesel meta üretiminden sürekli yeni meta üretimine, başka bir deyişle meta yaratımına geçilince yaratıcı emeğin üretimdeki rolü artmaktadır. Böylece, sermayenin yapısındaki “değişen sermaye”nin rolü bant sistemi günlerinden farklı bir özellik kazanmaya başlamıştır. Ancak nasıl bir gelişim izleyeceği henüz yeterince aydınlık değildir. Sermayenin yapısında ikinci çok önemli değişim, üretim dışındaki bölümünün-rant veya spekülasyon alanları-gittikçe büyümesidir. Bu büyüme kapitalizmin önceki dönemlerinden çok farklıdır. Hatta ekonomilerde artık iki ana bölüm oluşmuştur: gerçek ekonomi; finans ekonomisi! Bugünün rakamlarıyla finans ekonomisi gerçek ekonomiden değer olarak 15 kat büyüktür. Kapitalizmde karların en son dayanak noktası artı-değer üretimidir. Finans ekonomisinde karlar bu gerçekliğin dışında geliştiği için büyük balonlar ve patlamalar biçiminde akan büyük bir ekonomi alanı oluşmuştur. Aslında bu bir toplumsal çürümenin ekonomik nesnelerle kendini ifade etmesidir. Üçüncü değişim, sermaye sahipliğinde değişimdir. Büyük bir finans ekonomisinin oluşması ve bu alana dev parasal havuzların -sağlık sigortaları, emeklilik fonları gibi- akması sermayenin doğrudan sahipleri ile onu yönetenler arasında kesin bir kopma yaratmıştır. Bu elbette ilk değildir, Marks zamanındaki anonim şirketlerden beri vardır. Fakat bugünkü boyutlar önceki masum haliyle kıyaslanmayacak ölçüde büyüktür. Çılgın yönetici -CEO- ücretleri bu kopan çatlaktan çıkmıştır. Bunun en derin yaşandığı Amerika’da CEO ücretleri de en çılgın noktalara


çıkmıştır. Sermaye sahipliği ile yönetenin kopması kapitalizmin mevcut koşullarında “yatırımların” kısa vadeli yüksek karlara yönelmesini getirmektedir. “Yatırım” deyimi yanıltıcı olabilir, buradaki anlamı spekülatif yatırımlar anlamındadır. Borsa, döviz, emlak spekülasyonu alanlarında yoğunlaşır. Orta ve uzun vadeli yeni teknoloji ile donanmış stratejik doğrudan yatırım bir türlü canlanmıyor.

144

Sonuç

THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Sonuçta yazarın, uçurumlaşan eşitsizliğin yumuşatılması için çözüm önerisi vergidir: “Doğru çözüm sermaye üzerinden yıllık ilerleyen vergidir.” “Bu çözümdeki zorluk, sermaye üzerinde ilerleyen vergi, yüksek seviyeli uluslar arası dayanışmayı ve bölgesel politik entegrasyonu gerektirir.” (Piketty, s.572) Yazar, “iki kutuplu dünya yıllarında” sermaye üzerinden verginin ortalama yüzde 30 ve üzerinde iken, hatta İskandinav ülkeleri ve Amerika’da yüksek servetlerden vergilerin yüzde 80’lere kadar çıktığı dönemlerden, neden günümüzde yüzde 10’ların altına düştüğünü açıklayamadığı sürece bu önerinin hiçbir değeri yoktur. New Left Review ile konuşmasında yazar, vergi ile ilgili soruya verdiği cevapta aslında bir gerçeği de dile getiriyor. “Kademeli artan vergi… geçmişteki her büyük demokratik devrimin yüreğinde bir mali devrim vardı ve aynısı gelecek için de doğru olacaktır.” (Piketty, New Left Review, s. 113) Böylece yazar dolaylı olarak, böyle bir verginin ancak demokratik devrim ölçüsünde büyük bir gelişmeyle mümkün olabileceğini söylemiş oluyor. Bugünün dünyasında bu konuda bir uluslar arası dayanışma imkânsızdır. Her büyük gücün diğerinin kuyusunu kazmak için uğraştığı günümüzde yazarın önerisi tam bir komedidir. Kendi deyimiyle hiçbir karşılığı olmayan “faydalı bir ütopya”dır. “21. yüzyılda sermaye” üzerine koca bir kitap yazıp sonunda onu anlamsız bir öneriyle noktalamak basit bir öngörüsüzlük olarak görülebilir. Kitabın başka bir “hizmeti” olmasa dikkate almamak mümkündü. Ancak onun esas rolü kapitalizmle ilgili Marks’ın “kehanetini” boşa çıkartmaktır. Yazar, “ayrıştırıcı temel güç olarak” “kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasını” görüyor; “teknik gelişim ve üretkenlikle yapısal bir büyüme sağlandığı ölçüde, Marks’ın kehanetinden kaçınılabileceğini” iddia ediyor (Piketty, s.21,25) Böylece kapitalizmde, onun sermaye birikim süreçlerinde bir sorun yoktur. Tek sorun, “kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıyla” ortaya çıkan rantiyeleşmedir. Üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasında bir çelişki yoktur. “Zenginliğin dağılım dinamiklerinde” üretim araçlarının özel mülkiyeti bir rol oynamazken r>g eşitsizliğinden doğan rantiyeleşme rol oynamaktadır. Oysa Das Kapital’e göre zenginliğin dağılımında genel olarak özel mülkiyet, kapitalizm koşullarında ise üretim araçlarının özel mülkiyeti belirleyici bir rol oynar. Piketty’nin bundan haberdar olmaması mümkün değildir. Ancak yazar bu


145 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

noktada bir sorun görmez. “Marks özel sermayenin tümüyle ortadan kaldırıldığında bir toplumun politik ve ekonomik olarak nasıl örgütleneceği konusunda en küçük bir düşünce yürütmedi—görüldüğü gibi, özel sermayenin kaldırıldığı devletlerde trajik totaliter uygulamaların yürütülmesiyle, böyle kompleks bir sorun var olduysa.” (Piketty, s.10) Yazar dolambaçlı konuşsa da, ne demek istediği bellidir: Özel mülkiyetin kaldırıldığı toplumlar totaliter uygulamalar üretiyor ve Marks bu konu üzerine hiç akıl yormamıştır. Yazar, Marks’ın özellikle Paris Komünü deneyinden sonra bu konuda önemli görüşler geliştirdiğini biraz zahmet etse okuyabilirdi. Ancak Marks elbette ki sosyalist sistemin uygulamalarının yarattığı olumsuzlukları yaşadığı günlerden öngöremezdi. Fakat Marks çok açık bir şekilde artı-değer üretiminin sermaye birikiminin kaynağı olduğunu, bu artı-değer kitlesine de, üretim araçlarına sahip olanların el koyduğunu kanıtlamıştır. Dolayısıyla kapitalizmde “zenginliğin dağılım dinamiklerinin” temelinde, r>g eşitsizliği değil, üretim araçlarının özel mülkiyeti durmaktadır. Fakat Piketty, kapitalizmde eşitsizliğin temel kaynağı olan üretim araçlarının özel mülkiyeti konusunu r>g eşitsizliği ile örter. Eğer özel mülkiyet kaldırılırsa “trajik totaliter uygulamaların” çıkabileceği konusunda da uyarıda bulunur. Böylece özel mülkiyeti bütün kapitalistler gibi kutsamış olur. Ona göre, sorun, üretim araçlarında özel mülkiyet ve tekel değil, rantiyeleşmedir. Rantiyeleşmenin de bizzat kapitalist sermaye birikim sürecinin kaçınılmaz bir ürünü olduğunu kavramaz. Kar oranlarında düşme eğiliminin kapitalist üretim sisteminde nasıl krizler ve yıkımlar ürettiğine hiç değinmez. r>g eşitsizliğinin İsa’dan beri bir “tarihsel gerçek” olduğuna kendi yarattığı istatistik tablolar yoluyla inanır ve yedi yüz sayfa boyunca herkesi inandırmaya çalışır. Sonuç olarak, sorun kapitalizmde yatmıyor, insanlık tarihi boyunca var olan bir “gerçek”tir söz konusu olan! Sanki bir alın yazısıdır. Çıkış yolu ise “faydalı bir ütopya” olan “ilerleyen vergi”dir. Öte yandan, Marks’ın ömrü Kapital’i tamamlamaya yetmemiştir. El yazmaları “sınıflar” konusunda kalır. “21. Yüzyılda Kapital” hakkında yazan birisinden Marks’ın yarım bıraktığı konuyu ele alması beklenirdi. Ancak Piketty, sınıflar mücadelesinden özellikle kaçınmıştır. İstatistiklerle eşitsizliğin nasıl derinleştiğini anlatıp, işgücünün örgütlü mücadelesinden söz etmemek, “zenginliğin dağılım dinamiklerini” hiç kavramamak anlamına gelir. İşçi sınıfı güçlü örgütlenmelere sahip olduğunda artı-değer üretiminden daha fazla pay alabilir. Yazar’ın İsa’dan beri yaptığı tablolarda bile bu gerçeklik silik de olsa görülmektedir. İnsanlık Paris Komünü’nden 1970’li yılların sonlarına kadar böyle bir dönem yaşamıştır. Yazar bugünlere “şoklar” deyip geçmekte, altında yatan sınıf mücadelesi gerçeğini örtmektedir. Sadece bu değil, daha ileriye giderek, güçlü sınıf örgütlenmeleri yerine eşitsizliğin yumuşatılmasının ancak, “eğitim ve yeteneğe yatırım ve bilginin yaygınlaşması”yla mümkün olabileceğini savunmaktadır. Yazar, kapitalizmin ta-


146 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

rihini özel olarak fazla merak etmediği için, sermayenin ihtiyacına göre sürekli işgücünü eğittiğini, yeteneklere büyük yatırımlar yaptığını gözden kaçırıyor. Ayrıca 1980’ler sonrası kapitalizmindeki gelişmelere “bilimsel teknik devrim” adı verildi; “informatik çağı”nda bilginin herkesin ulaşabileceği hale geldiği iddia edildi. Emeğin niteliğinin yükseltilmesi için bilgi yaygınlaştırılıyordu. Fakat bizzat yazarın tablolarında 1980’ler sonrası “yüzde 1” ile “yüzde 99” arasındaki uçurumun dehşetli büyüdüğü görülüyor. Neden eşitsizlik bir türlü hafifletilemiyor? Burada işgücünün bilgi ve yeteneğinin yanında onun örgütlü gücünün rolü “elveda proletarya” şarkılarının söylenmeye başladığı postmodern dünyada unutulmaya başladı. Piketty de aynı unutkanlık hastalığından inmelidir. “Eğitim ve yeteneğe yatırım ve bilginin yaygınlaşması” ne rantiyeleşmeyi ne eşitsizliği engelleyebiliyor. Piketty burada kapitalizmin zenginliğin dağılım dinamiklerinde temel rolü olan özel mülkiyeti unutuyor. Bilgi de bir metadır ve esas sahibi onun üretim sistemlerini elinde tutan sermayedir. Daha somut olarak, devasa iletişim tekelleridir. Nasıl ki kutsal özel mülkiyetten sıradan insanlara araba, ev gibi bir şeyler düşüyorsa; bilgi konusunda da bir şeyler düşecektir. Ancak bu ne rantiyeleşmeyi ne de eşitsizliği engeller. Tam tersine derinleştirir. Sonuç olarak, bir “ilerleyen vergi sistemi” için yazar “demokratik devrim günlerini” anmak zorunda kalıyorsa; bize düşen, eşitsizliğin kaldırılmasının özel mülkiyetin tasfiyesiyle çok sıkı bağını bilerek, Marks’ın kapitalizmle ilgili “kehanetini” yeniden hatırlatmaktır. 10 Eylül 2014


147

Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kızıl elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde. “Buğdayın Türküsü” PABLO NERUDA


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.