AĞUSTOS 1986
YURTDIŞI ÖZEL EKİ:1
Bir beyaz Afrikalının Pariste metro macerası
FRANSA’DA IRKÇILIK Mehmet GÜRDAL Mayıs ayının son günleri. Bir işgünü akşamı saat 19. Paris metrosu Les Halles istasyonu her zamanki gibi kalabalık. Turistler yerlere ya da banklara oturmuş günün yorgunluğunu çıkarıyorlar. Punklar bağıra çağıra konuşup, şarkı söylüyorlar. Genç çiftler yürüyen merdivenlerde ya da direk diplerinde öpüşüyorlar. Seyyar satıcılar tezgahlarını açmış satış yapıyorlar. Serseriler sessizce şaraplarım yudumlayıp barınakları olan metrodan el ayağın çekilmesini bekliyorlar. İşlerinden dönen insanlar ellerinde paketler, çantalar ya da dosyalarla acele acele yürüyorlar. Turnikelerin önünde genç bir Arap belirdi. Durakladı, abonman kartım aradı. Bulamadı. İşyerinde unutmuştu. Bir an kararsız kaldı. Ne yapmalıydı. İşyeri kapanmıştı. Bir bilet alabilirdi ya da turnikeleri kaçak geçebilirdi. Bilet almayı içine sindiremedi. Çok az bir geliri vardı. Abonman kartı vardı ama unutmuştu. Kararını verdi ve bir başka yolcunun arkasına yanaşıp turnikeleri kaçak geçti. Turnikeleri geçtikten sonra birden karşısında kontrolör belirdi. Kontrolöre, abonman kartım işyerinde unuttuğunu, turnikeleri bu nedenle kaçak geçtiğini anlattı. Kontrolör kimlik belgelerini istedi. O da bir an önce metroya binerim düşüncesiyle, tüm belgelerini unuttuğunu söyledi. Kontrolörün onu bırakmaya niyeti yoktu. Kontrolör, herkesin içinde üstünü aramaya çalıştı. Sinirlenen kahramanımız polis çağrılmasını istedi. İki yeni kontrolör daha geldi. Hep birlikte bir odaya gittiler. Odada aynı kontrolör üstünü aramak için saldırdı. O kendini savunurken safça polis çağrılması için
ısrar etti. Polis çağırmaya sonradan gelen kontrolörlerden birisi gitti. O, epeyce geç kaldığım düşünerek belgelerini kontrolöre göstermeyi kabul etti. Tam bu sırada üç polis ve onları çağırmaya giden kontrolör geldi. Polislerin üçü de 30’undan küçük genç polislerdi. İki polisin arasında duran tıknaz ve şişman polis hemen kinini kustu. “Burası senin memleketin mi ulan? Çabuk ceplerini boşalt.” O, ceplerim boşalttı. Tıknaz polis onun üstüne atlayarak kollarını arkaya kıvırdı, kelepçeledi. Tıknaz polis, “seni hemen komiserliğe götürmeyeceğiz, önce başka bir odaya gideceğiz” dedi. Onu, turnikeleri kaçak geçerken yakalayan kontrolör; davacı olduğunu söyledi. Bunun üzerine patladı genç Arap. Çünkü; kendisi beyaz Afrikalıydı, kendisini yakalayan ve davacı olduğunu söyleyen kontrolör siyah Afrikalı. Bağırmaya başladı: “Pis zenci, namussuz, cebine Fransız kimliği koymakla beyazlaştığım mı sanıyorsun? Köpek”. O, bağırdıkça tıknaz ve şişman olan polis kelepçeleri burdu. Burulan bileklerini kelepçe yaraladı ve bilekleri kanamaya başladı. Polisler ve kontrolörler onu sürükleyerek başka bir odaya götürdüler. Onları gören yolcuların kimisi de ona kinle bakıyorlardı. Üç polis, üç kontrolör ve sürükleyerek götürdükleri bir genç. Üstelik kelepçeli. Hiç kimse onun turnikeleri kaçak geçtiği için bu halde olduğunu düşünmüyordu. Ya bir soyguncuydu ya da terörist! Yeni geldikleri odaya girerlerken, tıknaz polis onu hızla içeriye itti. Düştü. Polis kelepçelerinden tutarak kaldırdı. Yanağı şişmişti. Öteki polisler ve kontrolörler ilgisizce bakıyorlardı.
Polis onu coplamaya başladı. O, haykırdı. “Durun, daha önce bir kaza geçirdim. Boyun kemiğim çok hassas kırılabilir.” Dişlerini sıkan polis daha şiddetli vurdu. Bir yandan da küfürlerini sürdürüyordu; “Buraya pislik yapmaya mı geldin ibne, boynunu kırayımda tümüyle iyileşsin.” Polis bir kez daha coplayınca bayıldı. Ona sonsuzmuş gibi gelen dört dakika sonra kendine gelebildi. Bir şeyler söylemek için ağzını açmıştı ki bir cop daha yedi. Polis;”kapat ağzını sesini duymak istemiyorum” dedi. Büzülmüş kalmıştı. Manzara ötekileri neşelendirdi. Siyah kontrolör daha fazla dayanamadı, onun karnına okkalı bir tekme savurdu. Siyah kontrolör, onun iniltilerim duyarken rahatlamıştı, sanki üstünden yılların yükü kalkmıştı! Artık konuşamıyordu. Sadece inliyordu. Gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Onu metrodan çıkardılar. Nereye götürüyorlardı? Nasıl götürüyorlardı? Hiçbir şey bilmiyordu. Kendine geldiğinde Les Halles karakolundaydı. Her tarafı ağrıyor ve acıyordu. Ertesi günü öğleden sonra 3’e kadar nezarette kaldı. Sonra hakkında rapor hazırlandı. O, doktor istedi. Çok geç bir saat olduğu gerekçesiyle isteği reddedildi. Saat 17’de mahkeme salonundaydı. Yargılandı ve 2040 Fransız Frangı para cezasına çarptırıldı. Mahkemeden çıktığında işyeri kapanmıştı. Gene turnikelerin önündeydi ve abonman kanını işyerinde unutmuştu... Yukarıdaki öykü ne yazık ki gerçek bir öykü. Saatleriyle, kahramanlarıyla, mekanlarıyla, Fransa’da son günlerde olağanla-
şan olaylardan yalnızca birisinin öyküsü. Polise, kimlik kontrolü ve kimliksizleri 18 saate kadar gözaltında tutma yetkisi verileli beri “nazik” Fransız polisi “kabalaşıverdi.” Polisin yeni yetkilerinden en çok etkilenenler yabancılar. Özellikle de Fransa’nın “en alttakileri” Araplar. Fransız polis örgütünün şefleri genellikle Cezayir kurtuluş savaşında asker olan kişiler. Dolayısıyla eski şefleri Le Pen gibi Araplara düşmanlar. Irkçılık, her ülkede kendisine dolaysız bir hedef seçiyor. Öteki yabancılar daha dolaylı hedefler haline getirilerek, dolaysız hedefe yönelik eylemlerde müttefik olmaları sağlanıyor. Biz komünistler, bu tuzağa düşmemek ve ırkçılığa karşı çıkışı genelleştirmek ve her ülkeden, her ulustan insanı mücadeleye çağırmak zorundayız. Sinan Poyraz yoldaşın Güney Afrika rejimine ilişkin yazdıklarım hatırlarsak; en altta siyahlar sonra Asyalılar ve onları da renklilerin izlediği ayrıcalıklı ya da ayrıcalıksız toplumsal gruplar. Güney Afrika’nın en alttakileri siyahlar, İspanya’da Portekizliler, Fransa‘da Araplar, İngiltere’de Asyalılar ve Siyahlar, Almanya’da Türkler, Latin Amerika’da Mapuşlar (Yerliler), ABD‘de siyahlar vb. “En alttakilerin‘’ üstünde sıralananlarda ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor. Örneğin Fransa’da “en alttaki” beyaz Afrikalıları, siyah Afrikalılar izliyor. Irkçılıktan tüm yabancılar paylarım alırken, kapitalist toplumda ki gelir paylaşımı gibi, her yabancı grubu payına farklı uygu-
Sayfa: 2
SOSYALİST İŞÇİ
lamalar düşüyor. Yukarıdaki öyküde örneği görüldüğü gibi Fransa’da yaşayan siyah Afrikalılar, beyazlarla (Fransızlar) bir olup beyaz Afrikalılara karşı tavır alabiliyorlar. Fransız faşistler bu ayrımcılığı bilinçli bir politika ile yürütüyorlar. “Kahrolsun Araplar” sloganı dışında yabancıları hedefleyen sloganları fazla kullanmıyorlar. Dolaysız hedef olan yabancılar bu gelişmelerden kendilerine pay çıkartarak, kendilerinden de “aşağı” olanların varlığını düşünüp teselli oluyorlar. Irkçılık, geliştiği ülkede faşizme kaynaklık etmekle, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasına darbe vurmakla kalmıyor, aynı zamanda düzünden olduğu gibi tersinde de milliyetçiliği (dolayısıyla burjuva ideolojisinin egemenliğini) geliştiriyor. Örneğin Fransa’da “Kahrolsun Araplar” sloganlarına karşı “yaşasın Araplar” sloganları da ortalığı kapladı. Almanya’da yaşayan Türkler arasında da buna benzer tepkilerin doğması kaçınılmazdı. Sanırım Türk faşistlerinin en örgütlü oldukları ülkenin Almanya olmasında, Türklerin Almanya’nın siyah yerlileri olmasının da payı var. Türkiye’nin sesi radyosu çocuk programlarım “Türk çocukları, Türk çocukları, gözler ileri başlar yukarı” şarkısıyla başlatıp, bitiriyor. Almanya’daki (ve aynı zamanda tüm Avrupa‘daki) Türk çocukları ırkçılığın aşağılamaları ve Türk milliyetçiliğinin şişirmeleri arasında büyüyorlar. Irkçılık ve milliyetçiliğin hem böbürlenenleri hem aşağılananları sürüklediği batak: ayrımcılık, düşmanlık. Irkçılığa karşı mücadele bir bütün olarak milliyetçiliği de (hem kaynaklandığı ulusun hem de hedeflenen ulusların: karşısına almak zorunda. Dolayısıyla “Arkadaşıma dokunma” benzeri kampanyalar doğru olmakla birlikte eksik. Eksik, çünkü ırkçılığa maruz kalanların milliyetçiliğini ihmal ediyor. Sonuç olarak denilebilir ki; İşçi sınıfının uluslararası dayanışması olmadan ırkçılığın tarihin çöplüğüne atılması olanaksız.
Yurtdışı Özel Eki:1
MİSAFİR MİYİZ? S.ALGAN Bölgemizde yabancıların politik haklarıyla ilgili olarak Alman Eğitim Sendikası (GEW) ve sendika içerisinde bulunan yabancı öğretmenler grubunun çabasıyla bir çalışmaya girilmiş bulunulmaktadır. Bu çalışmaların yöneldiği alan “yabancılar” ve onların sorunlarım kapsamaktadır. Şimdiye kadar neler yapıldığı, problemlere çözüm getirilip getirilmediği, belediyeler düzeyinde Yabancılar Danışma Meclisinin seçilerek (yabancılar tarafından) oluşturulup oluşturulmayacağı, uluslararası Kültür Merkezi’nin kurulup kurulamayacağı, yerel seçme ve seçilme haklarıyla ilgili düşünceler ve bunların yanında; Ev, Okul, Anaokulu ve Gençlik sorunları gibi konuları görüşmek üzere bölgede bulunan partilere;(SPD, CDU, Yeşiller, Belediye Başkanı veya belediyeden bir temsilci, Halk Yüksek Okulu (VHS) Alman Sendikalar Birliği bölge temsilciliği (DGB), Belediye Meclisinde bulunan parti veya kuruluşlar ve var olan diğer yabancı kuruluşlar veya örgütler toplantıya çağrıldılar. Şimdiye kadar bu sorunlar üzerine iki yerde üç toplantı yapıldı. 1. toplantıda “yabancıların” sorunları dile getirildi. Toplantıya katılan parti, sendika veya diğer kuruluşların sorunlarla ilgili diğer düşünceleri alındı. CDU’nun düşünce tarzı “Yabancılar Alman vatandaşlığına geçmedikleri müddetçe politik haklara sahip olamazlar” oldu. SPD; yabancılar Danışma Meclisine evet der gibi hafifçe bir tutum aldı. Yerel seçme ve seçilme
hakkıyla ilgili kesin bir cevap vermedi. Yeşiller bu isteklerimize sahip çıktılar ve desteklediler. Başka bir yerde yaptığımız 2. toplantıda yine “yabancıların” sorunları üzerine tartışıldı. Bu toplantı 1. sine göre daha olumlu geçti. Parti yetkilileri CDU’nun dışında pek fazla diretmeden sorunlara sahip çıkma çabası gösterdiler. CDU, belediyeler düzeyinde seçimle oluşturulacak olan yabancılar Danışma Meclisi diye adlandırılan, yabancıların sorunlarım belediye meclisinde bulunanlara tanıtmalarına bile “çok dikkatli olmanız” “üzerinde çok düşünülmesi gerekir” diyerek cevap veriyordu. Tartışmaların birinde henüz bize ad bulamayan, 20 yıl sonra da misafir diye hitap eden bu “insanlar”, insanız diye dolaşıyor, insan haklarına kendi çapında “sahip” çıkmaya çalışıyorlar. Sonuç olarak Yabancılar Danışma Meclisi’nin kurulup kurulmamasıyla ilgili olarak başka bir bölgede kurulmuş olan ve tecrübelerini bize aktaracak olan birilerinin çağrılması ve dinlenmesi gerektiğine varıldı. Sonradan bu tecrübelere dayanılarak parti yetkilileri bulunduğumuz bölgede de Yabancılar Danışma Meclisi’nin kurulup kurulmayacağına karar verecekler. Evet, iş sadece düzen partilerinin kararlarına kalacaksa bizler daha çok zaman sorunlarımızla baş başa çözülmemiş olarak kalırız. Almanya’da veya Avrupa’nın diğer yerlerinde yaşamakta olan göçmen işçiler sadece şu veya bu partinin neye karar vereceğine değil, kendi örgütlenmelerine daha fazla ağırlık vermeleri gerektiği düşüncesinde-
Sinan Poyraz’ın kit3bı, Güney Afrika’daki ırkçı Apartheid rejiminin krizini anlatırken ülkenin bugüne nasıl geldiğine dair önemli ön bilgiler veriyor. Güney Afrika ürerine Türkçe’de hemen hemen hiçbir önemli sayılabilecek yazının bulunmaması, kitabın okunmasını devrimciler açısından gerekli kılıyor.
İsteme adresi: BM BOX 5737 London WC1N 3XX İngiltere
96 Sayfa
yim. Örgütsüzlük, dağınıklılık, bilinçsizlik göçmen işçilerin sorunlarının yıllarca ortada yatmasına, ayaklar altında sahipsiz kalmasına neden olmuştur. Bilinçsiz, örgütsüz olduğu müddetçe de sorunlar ayaklar altında kalmaya devam edecektir. Öyleyse şimdi yapılması gereken şey, bu dağınık ve örgütsüz olan işçileri bir araya toparlayabilmek, yani örgütlenebilmek, sorunları birlikte tartışabilmek, ne gibi çalışmalar yapılabileceğine beraber karar verebilmektir. Bölgemizde böyle bir çalışmanın içerisine girebilmek için ön adımlar atılmış durumdadır. Uluslararası bir Kültür Merkezi’nin kurulması öncelikle dağınık durumda bulunan yerli yabancı işçileri, onların çocuklarını ve kadınlarım bir araya toparlamak için, sorunlarını birlikte tartışıp, neye karar vereceklerine, nasıl mücadele etmek gerektiğini öğrenmeleri için bence iyi bir araç olacaktır. Bu Kültür Merkezleri çalışmalarında sadece müzik, folklor, kütüphane, biçki, dikiş, nakış vb. gibi sorunlarla uğraşmakla kalmayıp, diğer politik haklar için de mücadele etmeleri gerekir. Bu da orada çalışmakta olanların, işçilerin ve öncülerinin bilinç ve tutarlılığıyla ilişkili olacaktır. Yoksa sadece biçki, nakış, saz, gitar vb. gibi kurslarla kalırsa ki bu da düzen partilerinin istediği bir doğrultudur, onun kuyruğuna takılacak ve istenilmediği zaman tekrar rafa kaldırılacaktır. Göçmen veya yerli işçilerin sorunları şu veya bu düzen partilerinin program ve söylediklerine bakarak değil, kendi sınıf çıkarlarına ve sınıf tüzüğüne, isteklerine bakarak diğer parti ve örgütleri zorlayarak kendi çizgilerine çekmek zorundadırlar. Düzen partilerinden koparabildiklerini koparmalı ama onunla yetinmemelidirler. Daha ileri, daha ileri atılmalıdırlar. Yoksa, yaşam bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonrada sefalet içerisinde geçecektir.
SOSYALİST İŞÇİ
Yurtdışı Özel Eki:1
Sayfa: 3
Japonya gelişirken Avrupa metalurji sanayi çöküyor mu?
FRANSA’DA 7000 GEMİ YAPIM İŞÇİSİ İŞSİZ Mehmet GÜRDAL Fransa’nın en büyük gemi yapım firmalarından Normed geçtiğimiz Haziran ayı sonlarında iflas ettiğini açıkladı. Şirket, işçilerin ücretlerini ödeyemediğini, hepsinin işlerine son verildiğini ve şirket bilançosunun mahkemeye iletildiğini bildirdi. Uzun süredir Fransa’da metalürji sanayi çöküş yaşamakta. Normed’in iflası yaşanan çöküşün son halkası. Otomobil ve uçak sanayisinde çöküşü önlemek için otomotizasyona yönelen Fransa bu yönelişin sancılarını çekiyor. Üretimde otomotizasyon işçiler açısından işsizlik anlamına geliyor. Gemi yapım şirketi Normed 1981 yılından bu yana devlet desteği ile üretimini sürdürüyor. 1981, 1982, 1983 yıllarında 1.5 milyar Franklık devlet yardımı alan şirket 1984 yılında 5 milyar, 1985 yılında ise 4 milyar Frank yardım almış. Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllık bütçesinin neredeyse üçte birine denk düşen bu yardımları almasına karşın şirketin ürettiği gemilerin, toplam tonajı (alabildiği yük miktarının toplamı) 1981’den 1985’e 405 bin tondan 146 bin tona kadar düşmüş. Chirac hükümeti, Haziran ayının sonlarında aldığı bir kararla şirkete yapılan para yardımının ölü yatırım niteliği taşıdığım, bu nedenle de yardımın durdurulduğunu açıkladı. Hükümet açıklamasını şirketin iflası izledi.
TERSANE İŞÇİLERİ DİRENİYOR Normed’in, Naval Tersaneleri denilen işletmelerindeki 7000 işçi iflas kararının ardından direniş başlattılar. Naval tersanelerinde CGT örgütlü. Tersane işçileri Fransa’nın en örgütlü ve ileri kesimlerinden. Bu satırların yazıldığı (Temmuz’un ilk haftası, güne kadar
aralıksız olarak direnişi sürdüren işçiler; polisle çatışıyor, idari binaları tahrip ediyor, otoyolları ateşten barikatlarla keserek trafiği engelliyorlar, hükümet üyelerinin maketlerini yakıyorlar vb.
CHİRAC HÜKÜMETİ “İŞE AL” KAMPAMYASI BAŞLATTI Hükümet, gemi yapım firmasına devlet desteğini keserek, 7000 kalifiye metalürji işçisini işsizliğe terk ederken, bir yandan da “işe al” kampanyası başlattı. İşin ilginci patronların işçileri işten atmasını kararlaştıran kararnamelerin ardından başlattı bu kampanyayı. Fransa’daki tüm işçi sendikalarının başlattığı eylemlerle protesto edilen işten çıkartma kolaylığının ardından hükümet; işsizliğin azaltılması özellikle 16-25 yaş grubundaki gençlerin işsizliğini azaltmak için; patronlara “işe al” çağırışında bulunuyor. TV ve radyolar çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığının ilanlarını yayınlıyor. İlanlarda “Gençlerin işsizliğini önlemek Fransa’nın görevidir, gençleri işe alınız” deniliyor. Patronların, kolaylıkla işten çıkartacakları işçiler ve Naval tersanelerinin işçileri herhalde 25 yaşının üstündeki işçiler. Sovyetler ve Yugoslavya parti ve devlet yöneticilerini gençleştirirken. Fransa’da işçilerini gençleştiriyor! Gemi yapım sanayisinin pazar paylan 1960 yılından bu yana ilginç bir grafik ortaya çıkartıyor. 1960 yılında bu sanayi dalında pazarın % 66’sı Avrupa’nın elinde (Fransa’nın payı % 6). Japonya ise aynı yıl pazarın % 22’sine sahip. 1985 yılma doğru gelirken Avrupa istikrarlı bir biçimde pazar payını yitirirken; Japonya is-
tikrarlı olarak payını arttırıyor. 1985 yılında Avrupa’nın pazar payı % 22’ye (Fransa’nın % 1.5) düşerken, Japonya payını % 48’e çıkartıyor. 1970 yılma kadar pazarda hiçbir paya sahip olmayan Kuzey Kore’nin payı ise 1985’de % 12”.
karşın, tekel kârlarının yüksekliği sayesinde Japon kapitalistlerinin artan ivme ile zenginleştikleri kanısındaydım. Kamsındaydım diyorum çünkü bunları düşünürken Japonya’da işgücünün değerinin en azından Avrapa’dakine denk olduğunu varsayıyordum.
EMPERYALİST BLOKDA TEKNOLOJİ SAVAŞI
Japonya hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi sahibi olduktan sonra bu varsayım ve kamlarımın iyice sorgulanması gerektiğini anladım.
Bilindiği gibi Haziran sonu Temmuz başında Londra’da EORAKA projesini geliştirme toplantısı vardı. Projenin amacı; Avrupa’nın, Amerikan ve Japon teknolojisine yetişmesi ve onları geçmesi olarak açıklanıyor. Gerçektende Avrupa, Amerika ve Japonya karşısında pazarlarını sürekli olarak kaybediyor. Özellikle Japonya Amerikayı da geçmeye hazırlanıyor. Günümüzün en ileri teknolojilerinin uygulandığı bilgi sayar ve uzay sanayisinde sıçrama yapmak isteyen Avrupa, Londra toplantısında bu alanlarda yapacağı araştırmaların programım ve bölüşümünü tartıştı. İkinci dünya savaşı sonrası yapılan anlaşmalarda savaş mağlubu Japonya’nın silahlanması yasaklanmıştı. Silahlanmaya para ayırmayan (ya da daha doğru deyimle ayıramayan) Japonya, ulusal gelirinden oluşturduğu fonlarla bilimsel ve teknolojik gelişme konusunda büyük sıçramalar gerçekleştirdi. Japon kapitalizmi hakkında bilgim olmamasına karşın, yukarıdaki etkenle üretim teknolojisini geliştiren Japon kapitalizminin, bu sayede palazlandığı önsezisine sahiptim. Çünkü üretim sürecinin otomotizasyonu, üretim araçlarının işgücüne oranını büyütmesi, dolayısıyla; kapitalistlerin üretim sürecinde gasp ettikleri artık değerin azalmasını doğurmasına
JAPON’YA DAKİ YAŞAMA İLİŞKİN Bu başlıkta aktaracaklarım Japonya üzerine kısa ve basit bir bilgilenmenin ürünüdür. Bu bilgileri doğrulama ya da yalanlama olanağından yoksunum. Japonya’da yasal olarak çalışma süresi 44 saat. Japonların çoğunluğu bu çalışma süresini kısa bulduğu için genellikle haftada 55 saat çalışıyorlar. Yıllık izin süresi yasal olarak 10 gün ve birçok Japon bu süreyi kullanmayarak çalışmayı tercih ediyor. Bayram günleri çok az ve tatil değil. Kadınlar, evlenip çocuk sahibi oluncaya kadar çalışabiliyorlar. Çocuk sahibi olan kadının çalışması neredeyse olanaksız. Çünkü kreş, anaokulu gibi kurumlar yok denecek kadar az ve olanlar da devlet desteğinden yoksun. Herhangi bir kişi, bir işe girdikten sonra işyerini değiştirmesi çok zor. Çünkü, işyerini değiştirmek o kişinin başarısızlığına yorumlanıyor. Herhangi bir kişi işyerini değiştirse bile, yeni girdiği işte en alt ücret basamağından başlamak zorunda. Bu kuralın istisnası yok. İşçiden, şirket yönetim kurulu üyesine kadar herkes için geçerli bir kural! Toplumsal güvenlik kurumları Avrupa’yla karşılaştırılamayacak
denli zayıf. Asgari ücretin yarısı tek odalı bir barınağın kirasını ancak karşılıyor. Pek çok Japon evinde (tek oda) yer olmadığı için; çamaşır makinası, buzdolabı gibi beyaz ev eşyalarını kapısının önüne koyuyor.
Yukarıda aktardığım yaşam biçimi, Japonya’da işgücünün yeniden üretiminin çok ucuz olduğu sonucunu veriyor. Üstelik işgücünün değeri de çok düşük. (Japonya’daki asgari ücret, Fransa’dakinin yarısına denk.) Bir de bu koşullara üretimdeki planlama ve teknolojik gelişim sayesinde işgücünün verimliliği (artı değerin mutlak olarak arttırılması) eklenince Japonya’nın gelişimindeki baş döndürücü hızın nedenleri ortaya çıkıyor. Akla gelen sorular: Avrupa Japonya’yı aşmak için işgücünün değerini düşürmeyi başarabilir mi? Avrupa’nın güçlü işçi sınıfı buna izin verir mi? Japon işçi sınıfı sessizliğini daha ne kadar korur? Avrupa Japon teknolojisini geçse bile, Japonya’da ki ucuz işgücünü kendi ülkesinde bulabilir mi? Soruları arttırmak mümkün. Cevapları ise birçok etkenin bileşkesiyle verilebilir. Ama bence çok açık olan, Avrupa’nın yalnızca teknolojiyi geliştirmekle yetinmeyeceği, işçi sınıfına saldırılarla birlikte, Japonya’ya ulaşmaya çalışacağı. Kenan BİROL Bugün Federal Alman ekonomisinde bir gelişmeden bahsetmek doğru. Ama bu gelişme kapitalistlerin kârlarının ve hisse senetlerinin değerinin artmasından ibaret. Bunun aksine işsizlik ve işçi haklarında kısıtlama gün geçtikçe artıyor. İşsizlik oranı resmi rakamlara göre 2.5 milyonun üstünde. Bir de bununla birlikte 1 milyon emekçi de “sessiz yedekler” olarak bekliyor. Önceki yazımda belirttiğim gibi, 1 Mart 1985’den itibaren yürürlüğe giren sözüm ona “İstihdamı Teşvik Yasası” toplu işten çıkarmaları alabildiğine kolaylaştırdı, emekçileri “asıl işçiler” ve “ikincil işçiler” olarak böldü. Bir dizi işçi hakkını yok etti ama işsizlik hiç de azalmadı. Tutucu - liberal karması hükümet ve işverenler yığınsal işsizliğe karşı hiçbir şey yapmıyor. Aksine emekçi yığınların kazanımlarını geri almayı birinci siyasal görev
MİLLİYETÇİLİK VE DEMOKRASİ ÜSTÜNE İNCİLER “Türk dostu” İTO başkanı Nuh Kuşçulu’ya göre Claude Cheysson artık dostumuz ! Fransa Dışişleri Bakanıyken Türkiye’de insan haklarının çiğnendiğini söylediği sıralarda aynı çevrelerce “Türk düşmanı” ilan edilen Cheysson bugün AET Akdeniz temsilcisi olunca nedense Kuşçulu ve benzerlerine pek şirin görünmeye başladı. “Ben bu Karaevli’nin (Devlet Bakanı) Rum asıllı olduğundan endişe ediyorum. Öz be öz Türk olsa, petrolü taşıtmak için hep Rum gemilerini seçer mi ?’’ Türk Armatörler Birliği Başkanı Kalkavan iste böyle yakınıyor.
« Adana Cumhuriyet Savcısı Ali Galip Dinçer tutuklulara: “Sizi bu hücrelerde çürüteceğiz. 45 milyonun rahatı için 5 milyonunuzu biçeceğiz.” ailelerine de: “Evet ölecekler” dedi. İşte bu savcı, insanlık dışı, yasadışı davranışlara karşı İstiklal Marşı söylemeyerek direnenleri vatan haini ilan ederken
İncirlik Hava Üssü’nde işçiler yerlerde sürüklendi, dövüldü, köpekler üzerlerine salındı. Ve bizim yalnızca vatanını düşünen savcımızın kılı bile kıpırdamadı. Velhasıl bir toz duman: Kim alıcı, kim satıcı? Kim dost, kim düşman? Kapitalizmin milliyeti olur muymuş?
« “Mahkeme olsa da sesimizi duyurma olanağı bulsak diye bekliyoruz. ‘’ TYS Başkam Aziz Nesin acıklı halimizi biraz da alaylı anlatmıyor mu? Bu nasıl bir demokrasiyse konuşma “özgürlüğü” ancak mahkemelerde elde edilebiliyor.
« “İçerde siyasi suçlu yok yalnızca terörist ve anarşistler var” Özal Newsweek dergisine böyle diyor.
MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM Kazananlarımızın budanmasına göz yummayalım. İşçi sınıfının en güçlü silahı, grev hakkı için mücadeleyi yükseltelim. Tüm yerli ve yabancı işçiler, görev başına!
olarak ele alıyor. Çalışmayı Teşvik Yasası‘nın 116. maddesinin değiştirilmesiyle, sendikaların zaten sınırlı olan toplu sözleşme politikalarım hayata geçirmeleri artık olanaksız hale getirildi. Grev hakkına yönelen bu saldırı
kendine “dönüşüm” hükümeti adını yakıştıran bu yönetimin şimdiden milyarlarca markı bulan sosyal hakları tasfiye politikasının bir devamıdır. Emekçilerin, işsizlerin, emeklilerin ve bakıma muhtaç sakatların bugüne kadar elde ettikleri sosyal kazanımlar budandı, budanıyor.
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent de bu yoruma katıldığını başka bir grup yabancı gazeteciye şöyle anlatıyor: ‘ ‘Politika nedeniyle şu anda cezaevinde bulunan gazeteci hatırlamıyorum. Varsa, 12 Eylül öncesi bir siyasi grup yönünde yayın yapmış olabilir. Onlar bizim üyemiz değil, basın kartı sahibi olduklarını da sanmıyorum” Anlaşılan siyaset yapanlar gazeteci olamıyor. Nasıl ki içerde yatanlar da siyasi olamıyorlarsa!
« “İyi çiftçiler alacaklarını aldı” Akfa Konserve Fabrikası İşletme Müdürü Nazım Özçiçek, geçen yıl teslim ettikleri üründen alacaklarını istemeye gelen üreticilere böyle dedi. Yani ağaların, zengin çiftçilerin paraları ödendi. Zavallı fakir köylüye de eşit olarak, yeniden ekim yapabilmek için gerekli olan mazot, gübre, tohum ve bunları alabilmek için yeni kredi yokluğunu, yani açlığı paylaşmak düşüyor . Oysa İşletme Müdürü her ne kadar şirketin zor durumda olduğunu, devletin kredi vermesi halinde ödeme yapılabileceğini söylese de Akfa’nın devletten milyonlarca kredi alıp bunlarla bir güzel yeni çay fabrikaları kurduğunu herkes eşit olarak biliyor. Alev YILMAZ
Bu yollarla elde edilen parasal kaynaklatın bir bölümü ile “vergi reformu” adı altında yüksek gelir sahiplerinin kayırılması, daha da desteklenmesi yoluna gidiliyor. Kimin çok parası varsa ona daha fazla veriliyor. Kimin azsa ondan daha çok almıyor. Hayır! Bu böyle sürüp gitmez. Artık dur deme zamanı geldi, geçiyor. Son günlerdeki sendikal eylemler kadın, erkek tüm emekçilerin istihdam politikası konusunda yapılıp edilenlere karşı hareketsiz kalmayacaklarım, sosyal adaletsizliğe ve emekçi haklarının kesilip biçilmesine seyirci kalmayacaklarını gösterdi. Ama görüldüğü gibi bu eylemler amaçlarına ulaşmadı. Kazanımlarımızın budanmasına göz yummayalım. İşçi sınıfının en güçlü silahı, grev hakkı için mücadeleyi yükseltelim. Tüm yerli ve yabancı işçiler görev başına. Hak verilmez alınır!