İçindekiler AKP Çözülürken… Şenol Karakaş
4
Günümüzde Avrupa’da Faşizm Mark L Thomas
14
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi Çağla Oflas
34
Yükselen Faşist Tehdide Direnmek Panos Garganas
43
1936 İspanya Yenilgisi Tuncay Kumcu
47
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek Alex Callinicos
54
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken Erkin Erdoğan
63
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet Meltem Oral
71
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler Faruk Sevim
79
Üst Akıl, Gezi Direnişi ve Komplo Teorileri Ozan Ekin Gökşin
87
Irkçılığın Ekonomik Kökleri Sinan Özbek
91
Sosyal Medya ve Devrim Ozan Tekin
95
Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız Roni Margulies
105
Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim Sibel Erduman
110
Enternasyonal Sosyalizm | MAYIS 2019 | ISSN: 1301-0204 | 10 TL Sahibi: Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti adına Ozan Tekin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Meltem Oral Editörler: Atilla Dirim, Can Irmak Özinanır, Canan Şahin, Gül Dönmez, Faruk Sevim, Şenol Karakaş Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad., Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No:230, Topkapı/ İstanbul Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yılda iki kez yayınlanır | İletişim: 0555 637 24 50
1
“Doğa üzerinde kazandığımız zaferden dolayı çok fazla böbürlenmeyelim. Böyle bir zafer karşısında doğa, bizden öcünü alır.”
Friedrich Engesl’in bu sözü, Marksizm’in doğaya ilişkin tartışmalarında dile getirilen en ünlü yaklaşımlarından birisidir. İklim krizinin boyutları bu sözü bir kez daha hatırlamayı gerekli kılıyor. Kapitalizm, doğa karşısında böbürlenmeden duramayan, yakıp, yıkıp, yok eden bir üretim tarzı olarak gezegen üzerinde süren canlı yaşamını kritik bir eşiğe taşıdı. Bu eşik o kadar kritik ki yepyeni, gençlerin liderliğini yaptığı bir iklim aktivizmi milyonlarca insanı harekete geçirdi. 20-27 Eylül Küresel İklim Grevi haftasında dünya çapında yaklaşık 7 milyon kişi, “İklimi değil sistemi değiştir!” sloganıyla sokaklara çıktı. Dünyada 160 ülkede 6100 noktada eylemler gerçekleşti. 2000’li yılların başında ABD’nin liderliğinde emperyalist ülkelerin Irak işgaline karşı yükselen küresel savaş karşıtı hareketin eylemler zincirinden sonraki en büyük küresel eylem zinciriyle karşı karşıyayız. Üstelik, hareket çok genç ve daha yeni başını kaldırıyor. Çok kısa sürede on milyonların antikapitalist ve yaşanabilir, ezilenler, yoksullar ve sesi olmayan tüm canlılar adına adaletli bir dünya için harekete geçeceği çok açık. Enternasyonal Sosyalizm’in 5. sayısı küresel iklim adaleti eylemlerinin hemen ardından okurlarıyla buluşuyor. Derginin “AKP çözülürken…” başlıklı ilk yazısında Şenol Karakaş, 31 Mart seçimlerinin tekrarlanmasının ardından 23 Haziran’da İstanbul’da açığa çıkan seçim sonuçlarıyla AKP’nin çözülme sürecinin geri dönüşü olmayan bir şekilde başladığını ve bu sürecin hem bir devlet yönetme kriziyle hem de MHP’nin siyasal sistemde ağırlık kazanmasıyla paralel ilerlediğini tartışıyor. Çözülme sürecinde direnişlerin oynadığı rol de yazarın değindiği noktalardan. “Günümüzde Avrupa’da Faşizm” başlıklı kapsamlı yazısında Mark L Thomas Avrupa çapında yükselen faşist hareketlerin dinamiklerini, faşizmin sınıf karakteriyle birlikte tartışıyor. Sayısız antifaşist deneyimin aktarıldığı makalede faşistlerin stratejilerinin ve
2
antifaşist deneyimlerin taktiklerinin tartışıldığı bölümler özellikle dikkat edilmeyi hak ediyor. Çağla Oflas, “Faşizm tartışmalarına tarihsel bir bakış: Avrupa’da faşizmin önlenebilir yükselişi” başlıklı makalesinde Nazilerin iktidara geldiği Almanya’yı ve dönemin Avrupa sınıf mücadelesini mercek altına alıyor. Otoriter rejimlerle faşizm arasındaki ilişki de yazı boyunca tartışılıyor. Yunanistan’da Altın Şafak isimli faşist-ırkçı örgütlenmeye karşı başlayan kampanyanın örülmesinde merkezi bir rol oynayan Sosyalist İşçi Partisi’nin üyelerinden ve ırkçılık karşıtı hareketin aktivistlerinden Panos Garganas, faşizme ve ırkçılığa karşı yapılan kampanyaları, deneyimleri aktarmakla kalmıyor sadece. Bunun yanında, Yunanistan’da hareketin başarısının faşizm konusunda doğru fikirlere sahip olanların örgütlenmesinin önemini gösterdiğine de vurgu yapıyor. Tuncay Kumcu’nun 1988 yılında kaleme aldığı “1936 İspanya Yenilgisi” başlıklı makale bir çok açıdan çok önemli. Yazı hem o yıllarda yayınlanan İşçiler ve Toplum dergisinin teorik olarak aynı dönemde yayınlanan diğer dergilerden ne kadar önde olduğunu gösteriyor. Yazı, bir yandan da Uluslararası Sosyalizm Akımı’nın Türkiye’de kuruluşu için mücadele eden Doğan Tarkan ve arkadaşlarının Staliznizmin devrimci eleştirisini çoktan yapmaya başladıklarının da bir ifadesi. Kumcu, yazısında, 1936’da İspanya’da başlayan ve işçi sınıfı ve köylülüğün sosyal devrimine doğru ilerleyen hareketin bastırılmasında Stalinist Komintern’in yanlış faşizm analizlerinin belirleyici olduğunu tartışıyor. Alex Callinicos ise “Sonsuz kayıp üzerine bahse girmek” başlıklı yazısında iklim krizinin boyutlarını ele alıyor. Küresel kapitalizmin fosil yakıta dayalı mekanizmalarının yerine gezegeni iklim krizinden çıkartacak adımların neler olduğunu ele aldığı makale sosyalistlerin genç iklim aktivistlerinin hareketine nasıl yaklaşması gerektiğini de İngiltere deneyiminden yola çıkarak tartışıyor. “İklim değişikliği: Kapitalizm gezegeni öldürürken” başlıklı yazısında Erkin Erdoğan ise iklim krizinin ve krizden çıkış önerilerinin Marksist bir eleştirisini yapıyor. Yazının sonundaki şu vurgu tartışmanın önemini de gösteriyor: “Küresel iklim değişikliğini doğuran ve şiddetlendiren şeyin kapitalizme içkin olan birikim ve rekabet mekanizmaları olduğu tespitini yapmak, bizi, iklim krizini durdurmak için yürütülen mücadelenin aynı zamanda bu mekanizmaların yıkılması için verilen mücadeleyle bir arada gitmesi gerektiği sonucuna götürüyor.” Meltem Oral, “Milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet” başlıklı kapsamlı makalesinde güncel ve tarihsel referanslarla hem kadın ezilmişliğinin sınıfsal kökenlerine
değiniyor ama aynı zamanda son yıllara damgasını vuran otoriter figürlerin kadınları hedefleyen cinsiyetçi yaklaşımlarının birbirinin kopyası bir şekilde kapitalist sistemin çıkarları için uygulanmaya çalışılan politikalar anlamına geldiğinin altını çiziyor. Yazı, milliyetçi otoriter siyasetlerin kadın düşmanlığının tesadüfi olmadığını gösteriyor. “Grev neden işçi sınıfının en önemli silahıdır: Güncel ve tarihsel deneyimler” başlıklı yazısında Faruk Sevim grevin işçi sınıfının diğer mücadele araçlarından farkını ve önemini ele alıyor. İşçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı andan beri grevin en önemli mücadele silahı olduğunu vurgulayan yazar, Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin deneyimlerinde grevin tuttuğu yeri ve son AKP iktidarının ve sermaye sınıfının grev karşıtı tutumlarını tartışıyor. Ozan Ekin Gökşin, “Üst Akıl, Gezi Direnişi ve Komplo Teorileri” başlıklı yazısında sağda ve ulusalcı solda komplo teorileri üretme konusundaki güçlü eğilimin nedenlerini ele alıyor. Yazar antisemitizm olgusunda, Gezi direnişi ve 15 Temmuz darbesinin ardından yaşanan baskıcı gelişmelerde komplo teorilerinin konumunu ve bu teorilerin arkasına gizlenen öğeleri tartışıyor. Sinan Özbek ise “Irkçılığın ekonomik kökleri” başlıklı makalesinde Karl Marx’ın kapitalist üretim tarzını açıklamakta kullandığı bir dizi anahtar kavramın bizatihi ırkçılığı kavramak için de kullanılması gerektiğini öneriyor. Ekonominin derinlerinde kökleşen ilişkilerden bağımsız bir ırkçılık tartışması yapmanın doğru sonuçlara ulaşmayı imkansızlaştıracağı yazarın tartıştığı konular arasında. Ozan Tekin, “Sosyal medya ve devrim” başlıklı yazısında iletişim teknolojilerinin sosyal hareketlerde, aktivizm örgütlenmesinde, ayaklanmalarda oynadığı rolü çeşitli ülkelerdeki hareketleri kıyaslayarak, farklı yayınlar arasındaki ilişkileri değerlendirerek tartışıyor. Roni Margulies, “Vakti nakittir: Kapitalizm, zaman ve hız” başlıklı yazısında “hız ve zaman”ın kapitalist üretimin doğasında oynadığı rolü geniş bir çerçevede, kapitalist üretim ve yeniden üretim süreçlerinin bir dizi mekanizmasını ele alarak tartışıyor. Yazı, bir yandan da hızın insan ihtiyacı mı kapitalizmin ihtiyacı mı olduğu sorusuna yanıt arıyor. Sibel Erduman, dergimizin son makalesinde Stefo Benlisoy ve Foti Benlisoy’un kaleme aldığı Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim kitabını tanıtıyor. Nisan 2020’de 6. sayımızda buluşmak üzere. Enternasyonal Sosyalizm
3
AKP Çözülürken… Şenol Karakaş
T
ürkiye’de otoriter bir rejimin bütün göstergelerinin mevcut olduğunu ortaya koymak için dünyanın bazı ülkelerinde kurulmuş olan otoriter hükümetlerle aynı eğilimi paylaştığını söylemek mümkün, ancak Türkiye’deki eğilimin özgün bir niteliğinin tespit edilmesi de yaşamsal öneme sahip. Enternasyonal Sosyalizm’in bir önceki sayısında bu tartışmayı yapmaya çalışmıştım. Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek başladığı aşamanın ürünü olan başkanlık sistemi, gündeme geliş tarzından referanduma sunuluş tarzına, referandum sürecindeki ağır baskı koşullarından referandumun sonuçlarının ele alınışına kadar, OHAL dönemini kavramak isteyenler için hazırlanmış küçük bir rehber gibiydi. 24 Haziran seçim süreci aynı rehberin yeni baskısı olarak görülebilir. AKP liderliği en başından beri otoriter bir yönetim kurmak için yola çıkmış olmasa da, devlet-MHP-AKP koalisyonu ancak otoriter bir siyasal eksende bir araya gelebilirdi ve böyle de oldu. Bu bir araya gelişin en önemli unsurlarını şöyle sıralayabiliriz: Kürt sorununda çözüm sürecinin hatıralarından bile kurtulmak, beka kaygısına çözüm üretmek, Suriye politikasında hızla makas değişikliğine gitmek, Fethullahçı darbecilerin devlette yarattığı krizi çözmek, emperyalist rekabetin tetiklediği bölgesel rekabette güçlü bir müdahaleci dış politika izlemek, ekonomik krizi en az hasarla atlatmak ve faşist partiyi sürekli olarak tatmin etmek (…) Kürt sorununda 2013-2015 yılları arasında yaşanan barış süreci geleneksel devlet aygıtının tüm ezberlerini bozan bir özellik taşıyordu. Üç buçuk sene önce bu toplumun yaptığı temel tartışmalar ve soluduğumuz havayla bugünkü tartışmalar ve soluduğumuz hava arasında uçurum var. Türkiye’nin dış politikası açısından da aynı uçurum söz konusu. Hem içeride hem dışarıda yaşadıklarımızın kökeninde, Çözüm Süreci’nin sonlanması yatıyor. Yarım kalmış devrimlerin karşı devrimlerin kalkış noktası olması gibi, çözümü yarım kalmış ulusal sorun süreçleri de çözüm sürecinde elde edilen tüm kazanımların ve özgürlüklerin ilgasına ve çözüm süreci başlamadan önceki koşullardan daha karanlık koşulların hegemonya kurmasına yol açıyor. Devlet içinde Çözüm Süreci’ne karşı olan, egemen sınıf saflarında sürecin hemen sonlanması gerektiğini düşünen, siyasî partiler arasında Çözüm Süreci’nin akamete uğraması için varını yoğunu ortaya koyan güçler,
4
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
süreç akamete uğradıktan sonra hem sürecin bir daha gündeme gelmemesi hem de süreç günlerinde biriken öfkelerini boşaltmak için sürece dair, süreci hatırlatan tüm gelişmeleri gündem dışına itmeye çalışıyorlar. Üç buçuk sene önce sonlanan süreç, beka kaygısı gerekçesiyle özgürlüklerin yerine güvenlik eksenli politikaların, yarım yamalak demokrasi yerine başkanlığa dayalı yukarıdan aşağıya devlet gücünün merkezîleştirilmesinin ve dostluk temelli dış politika yerine sınır ötesi askerî müdahalelere bağlı güce dayalı politikanın hayata geçmesini kolaylaştırdı. Bugün ölüm perendesi atmaya meyleden devlet koalisyonunun kuruluşunda Kürt sorununda diyalog yöntemi dışında yöntemlerin devreye girmesi esas belirleyicidir. Bir diğer belirleyici etken ise, bizzat MHP’dir. MHP, şu anda dünyadaki en deneyimli ve kitlesel faşist partilerden biridir. Türkiye’de otoriter yönelimin hızla daha da tehlikeli maceralara doğru yönelmesinde, diğer bir deyişle Türkiye’deki siyasal yapının özgünlüğünde en önemli etken, iktidarı liderinin ellerinde merkezîleştiren merkez sağ bir partinin koalisyon ortağı faşist parti tarafından şekillenmeye başlamasıdır. Kendi başına asla cüret edemeyeceği yöne doğru sınırlarını zorlayarak ilerlemesinde MHP’nin yönlendirmesi, cesaretlendirmesi ve bütün bu adımların atılmasında devletin gelişmelere müdahil olmayacağının güvencesini vermesi, bu güvenceyi verebilecek bir asli iktidar pozisyonunu sık sık öne sürmesi yaşanan değişimin neden göründüğünden daha tehlikeli olduğunu gösteriyor. Bu tehlike Türk usulü otoriterizmin Türk usulü faşizmden aldığı destekte düğümleniyor.1 “Yerli-milli ve otoriter” koalisyon ya da devlet iktidarı 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından bir büyük depremin öncü sarsıntılarıyla sallanırmış gibi sallandı ve şimdi asıl depremin ne zaman geleceğini düşünüyor. Bu, aynı zamanda sayısız politik fırsatın kapısının aralanması demek. Sınıf mücadelesinin ve siyasal dengelerin yeni olasılıklara kapı araladığı 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin üzerinden geçen sürede, bu olasılıkların gerektiği gibi ele alınamadığı ve işçi sınıfının ve mücadele halindeki tüm ezilenlerin yeni bir antikapitalist sol odağa duyduğu ihtiyaç belirginleşiyor. Özetle böyle bir odak acil, zira otoriter rejim beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde krize girdi. Hem faşist partinin hem devletin geleneksel kanadının verdiği destekle inşa edilen, kurulan ve yaşayan iktidarın, kritik oluşumunun adımı esas olarak 15 Temmuz darbe girişiminin ardından atıldı. 15 Temmuz’un neden lütuf olarak görüldüğü Erdoğan liderliğindeki devletin, 1
Karakaş, 2019.
MHP ve aşırı ulusalcı, ırkçı yapıların da desteğini alarak darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarında açığa çıktı. Siyasal haklara, hukuki haklara, ekonomik haklara, demokratik haklara, daha birkaç sene önce örneğin Kürt sorununda elde edilen türden kritik haklara yönelik görülmemiş bir devlet saldırısıyla ahlaki ve ideolojik alanlarda da görülen yozlaşmayı hızlandırarak bir korku imparatorluğunun inşasını hedefledi. İşçilerin, Kürtlerin, kadınların, LGBTİ+’ların, Ermenilerin, ekolojik mücadele verenlerin, sivil toplum aktivistlerinin, barışseverlerin, savaş karşıtlarının, nükleer karşıtlarının, ırkçılığa karşı direnenlerin, kutuplaşma siyasetine karşı ezilenlerin birleşik mücadelesini savunanların, darbelere karşı göğüs gerenlerin, insan hakları mücadelesini sürdürenlerin, soykırımla yüzleşme mücadelesi verenlerin, işçi ölümlerini durdurmak için çabalayanların yıllar içinde tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri kazanımların bütününe birden siyasal bir saldırı başladı. Kaybedilen her demokratik hak, demokrasi alanlarının birisinde yaşanan şiddet ve baskı, otoriter iktidarın ayakta durmak için her gün yeniden inşa edilmesini zorunlu gördüğü korku imparatorluğunun sınırlarını genişletmeye yaradı. OHAL döneminde ve OHAL uygulamalarının kalıcı hale geldiği “OHAL sonrası” dönemde yaşanan hak kayıplarını ve uygulanan baskının şiddetini şöyle toparlamak mümkün: 20 Temmuz 2017’de ilan edilen OHAL’le, 134 bin 144 kişi ihraç edildi, hakkında işlem yapılan öğretmen sayısı 61 bini aştı, görevden alınan subay astsubay sayısı 17 bin 498, OHAL ve sonrası ihraç edilen akademisyenlerin sayısı 6 bin 81, 5 binden fazla hakim/savcı görevden alındı, Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun (P24) verilerine göre, şu anda cezaevinde 150’den fazla gazeteci ve basın çalışanı bulunuyor, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasının ardından 4 Kasım 2016’da düzenlenen operasyonla HDP Eşbaşkanları da dahil olmak üzere 12 milletvekili gözaltına alındı, sonrasında 9’u tutuklandı. İlerleyen aylarda tutuklanan HDP’li milletvekili sayısı 15’e yükseldi, Ocak 2018’deki İçişleri Bakanlığı verilerine göre HDP’li 102 belediyeden 94’üne kayyum atandı.2 Bu tabloya yasaklanan grevler, eylemlerde yapılan gözaltılar, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinin yasaklanması, kadın yürüyüşlerine, LGBTİ+ eylemlerine yönelik yasaklar, Kürt illerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları gibi veriler eklendiğinde, AKP-MHP ve devlet koalisyonunun inşa etmeye çalıştığı korku imparatorluğunun boyutları biraz olsun anlaşılabiliyor. OHAL ve MHP 16 Nisan referandumuyla kabul edilen tuhaf ve baskıcı başkanlık hamlesi, asli içeriğine OHAL koşullarında 2
https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44799489
5
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
kavuştu. 16 Nisan referandumu bir perendenin ilk adımıysa, OHAL, perende atanın yerden yükselmeye başladığı evresi olarak antidemokratik sıçramayı karakterize etti. 2015 yılında dillendirilmeye başlanan “yerli-milli olmak zorunluluğu”, içte ve dış politikada her sert gelişmede yeniden içeriklendirilen bir beka kaygısı anlatısıyla birleşti ve karşımıza otoriter iktidar ve koalisyonun bir önceki dönemde düşman olan parçalarını bir arada tutmaya yarayan ideolojik zamk haline geldi. Bu dönemi karakterize eden bir başka önemli gelişme de, sadece otoriter bir rejim baskıcılığının her düzeyde inşa edilmesinin yanı sıra, dünyanın en kitlesel ve en eski faşist partilerinden MHP’nin, siyasi tarihinin hiçbir aşamasında yakalayamadığı “oyun kurucu” işlevini edinmesi oldu. 12 Eylül’de tutuklanan faşistlerin, Kenan Evren rejimi için “fikirlerimiz iktidarda” demesinden çok daha farklı bir durumla karşı karşıyayız. İktidar, MHP’nin bir dediğini iki etmeyecek kadar bu partiye bağımlı hale gelmiş vaziyette. İktidarın zirvelerinden, sözcülerinden yaşanan ağır baskıcı gelişmelere karşı sesler yükseldiğinde, bu seslere en sert yanıtı MHP liderliği veriyor. MHP, iktidar ortaklığının tüm nimetlerinden faydalanırken, hatta seçimlerde AKP’nin aşırı sağa meyilli seçmenlerini kendi saflarına çekerken, iktidarda olmanın hiçbir zararını da görmüyor. Hemen her konuda dile getirdiği antidemokratik uygulama hayata geçirilen ama bu devlet uygulamalarının yıpratan etkisinden de sonuçta iktidardaki parti olmadığı için muaf kalan MHP, OHAL koşullarının en önemli destekçisi değil sadece, aynı zamanda bu koşulların kurucusu ve fırsatçısı olarak “partili cumhurbaşkanlığı sisteminin” en önemli kazananı durumunda. Kısa süre önce bölünen, daha da küçüleceği açık olan bir parti için, OHAL koşulları bulunmaz bir fırsat sundu. Türkiye’de muhalefet arasında rejimin, son bir kaç yılda yaşanan seri değişimlerin adlandırılmasına dair tartışmalarda komik olan bir öğe var. Bu öğe, AKP’ye ezelden ebede kadar “faşist” damgası basmak için üretilen “teorilerin” MHP’nin karakterini es geçmeyi bir kural haline getirmiş olmasıdır: MHP ve Ülkü Ocakları ideolojik bir değişim sürecinden geçmiş değil. Hâlâ sıkı sıkı ideolojik kökenine bağlı, hâlâ soy Türkçü. Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesi temel bir ilke olarak sahiplenilmeye ve Ülkü Ocakları’nda bu çerçevede ideolojik-politik eğitime devam ediliyor. Ülkü Ocakları merkezi tarafından hazırlanan bin kitaplık bir okuma listesi bu eğitimlerin bir parçası olarak ülkücülere veriliyor. Söz konusu ideolojik sıkılığı yıllardır kesintisiz yayınlanan ülkücü yayınlarda takip etmek mümkün. Ülkücü hareketin “doğası olan yoğun mücadeleyi” yürütebilmek için çelik bir iradenin gerektiği söyleniyor. “Ülkücü Hareket’in çelikten
6
iradesini inşa eden yegâne şey ise Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesidir” deniyor. Üçlemenin Turan’ı gerçekleştirebilmenin de tek yolu olduğu anlatılıyor. Bu üçlemenin Nihal Atsız’ın eserlerine atıfta bulunarak anılan Göktürk Devleti’nin yapılanışının devamı olduğu vurgulanıyor. Hareketin bütün mensuplarına bu üçlemeyi özümsemeleri, kayıtsız şartsız bağlı olmaları ve yaşam biçimlerini buna uyumlu hale getirmeleri salık veriliyor. Doktrinden dışarı taşmak, ihlal etmek cezalandırılması gereken bir davranış. Doktrinden kastedilen hareketin tıpkı Führer gibi konumlandırdığı ve ‘Dünya Türkülüğünün değişmez Lider’i’ olarak tanımladığı ‘Başbuğ’ Alparslan Türkeş’in ‘Dokuz ışık doktrini’. Teşkilatlı olmak “benliğinden vazgeçmeyi” gerektiriyor. “Kendi benliğinden vazgeçerek mensubiyet şuuruna erişen ve bütünün parçası olan bu bireyler, zenginliklerini bütüne yani teşkilata katarak daha da değerli bir mertebeye ulaşmışlardır. Benliğinden vazgeçerek teşkilatın mensubu olmak, teşkilat için yaşamak, her insanın erişemeyeceği bir mutluluktur.” Kısaca, teşkilat “liderin izinde, doktrinin ışığında, son neferinin son nefesiyle mücadele edecek” yapılanmadır.3
Üstteki alıntı, 2015 yılının yaz aylarında ama özellikle 7-8 Eylül günlerinde HDP binalarına yönelik sayısız linç girişiminin yaşandığı dönemi analiz etmek için kaleme alınan bir yazıdan. O dönemde de saldırıların içindeki faşist odak gözden kaçırılıyor ve saldırıları AKP’ye bağlı faşist birliklerin gerçekleştirdiği söyleniyordu. “Osmanlı Ocakları” böyle meşhur oldu.7 Haziran 2015-1 Kasım 2015 seçimleri arasında yaşanan ve neredeyse her biri bir facia olan ve daha sonra OHAL döneminde inşa edilen korku imparatorluğunun temellerinin atıldığı dönemde iktidar olan gücün, gelişmelerin asli sorumlusu olduğunu tartışmak bir şeydir, bu iktidarın faşist bir iktidar olduğunu dile getirirken ırkçı linç girişimleri içinde motor rolü oynayan gerçek, kitlesel, deneyimli faşist odağın görmezden gelinmesi ilginç bir ikilem yaratagelmiştir. Her kötü, nobran, baskıcı uygulamayı faşizmin bir tezahürü olarak gören siyasal yaklaşımı eleştirip, faşizmin ne olduğunu anlatmaya çalışmak, tartışmanın diğer kutbundakilere iktidarın uygulamalarını görmezden geldiğimiz ya da aklamaya çalıştığımız yönünde, tartışmayı sönümlendiren, koflaştıran ve eksenini kaydıran sahte teorik çıkarsamalar yapma zemini sunuyor. Örneğin Bolsonaro’nun kurduğu rejimin faşist olmadığını söylemek, Bolsonaro ne kadar “düzgün” bir yöneticidir demek değildir. Tersine, bu, Bolsonaro’nun uygulamalarının ancak bir girizgâhı olabilecek bir faşist rejimin ne kadar korkunç olduğunun altını çizmektir. Bolsonaro, siyasal bir figür olarak faşist olabilir, faşist hayallere sahip olabilir ama Brezilya’nın faşist rejim tarafından teslim alındığını iddia etmek, kitlesel, açık-demokratik alanda milyonları kapsayacak bir mücadelenin de zemininin kalmadığını ilan etmek anlamına gelir. 3
Oral, 2016.
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
Liderlerinin siyasi görüşlerinden farklı olarak otoriter rejimlerin açık zaafları vardır ki bu zaaflar faşist rejimlere özgü değildir. Faşist bir iktidarın çelişkileri, başka bir düzlemde açığa çıkar. Otoriter-popülist bir rejim sonsuza kadar aynı dengede var olamaz. Tek bir liderin etrafında kümelenen bir siyasal odak, oy temelli siyasal meşruluğu yani büyük kitleler, sermaye sınıfları, devlet ve küresel sermaye çevreleri tarafından zımni onayı sonsuza kadar sürdüremez. Eğer sürdürmeye çalışırsa, bunu ancak rejimin oy desteğine dayalı otoriter bir rejim olmaktan çıkıp devlet şiddetiyle “toplumun söndürüldüğü” total bir baskı evresine ve sandık meşruiyetini artık önemsemediği yeni bir evreye geçmesiyle yapabilir. Olduğu şey olmaktan çıkıp başka bir şey olmadan olduğu şey olamayan bir yönetim ilişkisi tartıştığımız! Bu rejimlerin geçiciliğinin bir başka nedeni daha var: Kendilerinden önce emekçi sınıflar açısından pek de matah olmayan siyasal ve hukuksal kuralları darmadağın etmeye başlıyorlar. Bir yandan yıkarken bir yandan da yenisini yapmaya çalışıyorlar. Fakat yapamıyorlar. Bunun nedeni, keyfi bir otoriterliği hâlâ en kenarda köşede de kalmış olsa demokratik bazı kurallara göre inşa etmeye çalışmaları; siyasal ve toplumsal konsensüs aramaları. Tek kişi etrafında örgütlenen antidemokratik bir sistemi bir önceki antidemokratik ama yine de içinde kısmi demokratik öğeler barındıran mimarisi içinde inşa etmeye çalışıyorlar. Seçimlerde verilen oyu yüceltirken, bu oyla oluşan meclisleri küçültmeye, demokrasinin bazı yanlarına zorunlu olarak yaslanırken bazı yanlarını kopartılıp atılması gereken ayak bağı olarak görmeye başlıyorlar. Bu açıdan Erdoğan’ın, AKP’nin evrimi ve özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra geçirmekte olduğu değişim çok açıklayıcı bir örnek oluşturuyor.4 Faşist bir rejim, bir krizi atlatmak için değil, bu krizi faşist bir dönüşümle atlatmak dışında başka hiçbir çare kalmadığına, bu çarenin maliyetinin burjuvazi açısından kabul edilebilir olduğuna ve üstelik faşist çarenin karşısına işçi sınıfının sosyalist çözümünün kaçınılmaz olarak dikildiğine egemen sınıf ikna edildiğinde gündeme gelebilir. Bu derin bir ekonomik, toplumsal, siyasal, psikolojik kriz, tam bir parçalanma, küçük burjuva kitleleri saran dehşetli bir yok oluş korkusu, burjuvaziyi çevreleyen şok edici bir mülksüzleşme paniği, ordu, polis ve yargı gibi devletin omurgasında yaşanmaya başlanan önüne geçilemez bir dağılma hissinin günlük yaşamın hiçbir zaman alışılamayan bir parçası haline gelmesiyle kuvvetli bir ihtimal olarak belirebilir. Üstelik, ortada, yıllar içinde örgütlenmesini geliştiren, kadrolaşan, kitleselleşen, kanlı eylemler zinciriyle deneyim kazanan ve kriz içinde ciddiye alınabilir bir güç olduğuna ordunun, polis teşkilatının ve devletin zirvelerini ikna edebilecek yetenekte olduğunu gösteren ama en önemlisi krizden bunalan küçük burjuva yığınların aşağıdan yukarıya 4
Karakaş, 2019, a.g.e.
doğru devlet içinde devlet gibi ve reaksiyoner temelde örgütlenmesini sağlamış bir faşist partinin olması gerekir. Otoriter rejimler, başlı başına korkunç uygulamalara imza attıkları için kötü değiller sadece, aynı zamanda daha sağa, daha ırkçı ve yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım işçi sınıfını atomlarına kadar dağıtmayı hedefleyen faşist güçlere kapıyı araladığı için de çok tehlikelidir. Türkiye’de ise rejime özgün karakterini veren ve çok daha tehlikeli hale getiren öğe, yani “Yerli-milli ve otoriter” iktidarın üzerinde yükseldiği koalisyonunun bileşenlerinden birisinin faşist parti olmasıdır. Ama bu (ve aynı zamanda devletin derinlikleriyle koalisyona girilmesi) aynı zamanda özgün otoriter rejimin beklenmedik bir hızla krize girmesinin de nedenlerinden birisi, hatta başlıca nedenidir. Rejimin Çelişkileri AKP’nin ırkçı ve milliyetçi partilerle kurduğu yerli-milli-otoriter eksenindeki ittifak bir dizi çelişkiye sahip. Çelişkinin en net göstergesi, Doğru Perinçek’in hem AKP’nin 2007 yılındaki kapatılma davasını hem de 28 Şubat darbesini bugün hala savunmasında açığa çıkıyor. Yerli-milli-otoriter koalisyon kuruluşunun her aşamasında, çelişkilerle yüklüydü. Fakat 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri bu çelişkilerin büyük bir gerilemeyle beraber her yönden ortaya saçılmasına neden oldu. AKP liderliği büyük bir gerileme içinde olduğunu biliyordu fakat tekrarlanan İstanbul seçimleri, artık söz konusu olanın bir gerilemeden ibaret olmadığını, yaşananın apaçık bir çözülme olduğunu gösterdi. AKP liderliği bir kısırdöngünün içinde. Parti tabanında kitleler halinde bir kopuş yaşanıyor. Erdoğan AKP üyelerine yolladığı bayram mesajında “Birçok ayrılıklar, şunlar bunlar vesaire gibi kampanyalar içerisine girenler olabilir. Kardeşliğimizi böldürtmeyeceğiz”5 demişti. Bu, AKP içindeki çözülmenin, ayrışmaların bir kampanya halinde sürdüğünü gösteren bir çıkıştı. AKP genel başkan vekili Numan Kurtulmuş ise, “Biz muhafazakâr Kürtlerden, Cuma cemaatinden, şehirli milliyetçi kesimden oy kaybettik. Ama bunları geri alabilmek için de vakit var, bu sürede yapacaklarımız da belli”6 dedi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mucitleri muhtemelen sadece AKP-MHP-devlet gruplarının ittifak yapabileceğini ve özellikle AKP tabanının blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vereceğini sanıyordu. Oysa muhalefet de ittifak kurdu ve AKP tabanı blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vermedi. 7 5
https://www.ntv.com.tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-kardesligimizi-boldurtmeyecegiz,biW-TeOlGkejewznsjUWyQ
6
https://www.milligazete.com.tr/haber/2995290/kurtulmus-turkiye-ittifakina-donulmeli-kaybettigimiz-kesimler-var
7
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
Haziran seçimlerindekine benzer bir şekilde AKP tabanının bir bölümü AKP’ye oy vermedi. Üstelik bu kez sadece AKP’ye oy vermemekle kalmayıp bazı ilçelerde 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin mukayesesinin gösterdiği gibi İmamoğlu’na oy verdi. Milliyetçi muhafazakâr Karadenizliler ile muhafazakâr entelektüellerin bulunduğu semtlerden İmamoğlu’na önemli oranda oy çıktı. Yasin-i Şerif okuyan, cuma namazına giden, dini değerlerle bir sorunu olmayan CHP adayı imajıyla muhafazakâr seçmenin yoğun olduğu Bağcılar’da yüzde 42, Başakşehir’de yüzde 47, Sultanbeyli’de yüzde 32, Fatih’te yüzde 49, Güngören’de yüzde 48, Üsküdar’da yüzde 54 oranında oy almayı başardı.7
İstanbul seçimlerinin sonuçları, birkaç ayda unutulacak, etkisi kısa sürecek bir gelişme olarak görülmemelidir. Bu sonuçlar, iktidar blokunu şok etti ve bu geçici bir şok değil. Tüm karar alma süreçlerini temelden etkileyen ve bir panik duygusunu her an tetikleyebilecek bir sonuçtu yaşanan. İstanbul’da 800 binden fazla oy farkı, ülkede büyükşehir belediye başkanlıklarının büyük çoğunluğunun kaybedilmesi, AKP’de net bir şekilde görülen ve geri döndürülmesi hemen hemen imkânsız olan çözülme sürecinin başlamış olması hükümet ve çevresindeki kurum ve bireylerin beklenmedik ölçüde yanlış tutumlar almalarına, yanlış kararlar vermelerine ve garip açıklamalar yapmalarına neden oluyor. 23 Haziran tekrar seçimde, AKP liderliğinin tabanına demir attığını, ölse de kendisine oy vermekten vazgeçmeyeceğini sandığı kitlelerin partiden kopup gitmeye başlaması, bu partide hangi hızla süreceği tahmin edilemez olan çözülme sürecinin temelini oluşturuyor. Hem devlet hem de AKP liderliğini kısırdöngüye sokan temel bu aynı zamanda. KONDA araştırma şirketinin genel müdürü Bekir Ağırdır, Independent Türkçe’ye verdiği röportajda bu çözülmenin altını şöyle çiziyordu: Ayrıca, yeni kurulacak partiler öyle hedeflemeseler de, şimdiye kadar verdikleri imaj ve toplumun onları konumladıkları yer itibariyle öncelikle AK Parti’den oy alacaklarını söyleyebiliriz. Çünkü AK Parti’de bir çözülme var. Bir zamanlar AK Parti tek başına yüzde 52’leri, 53’leri görebilen bir partiyken, bu oranın yüzde 38’i, kafasına tabanca dayasan partisini değiştirmeyecek olan çekirdek seçmendi. Yüzde 38’in üzerine yüzde 13-14 civarında sempatizan seçmen oy verirdi. AK Parti, sempatizan seçmeni ciddi bir biçimde kaybetti… AK Parti için vahim olan çekirdek seçmen sayısında yaşadığı kayıp. Yüz kişiden 38’i kendini çekirdek seçmen kategorisinde değerlendirirken, şimdilerde 27 kişi bu tanımı yapıyor. Çözülme yaşayan seçmenin 4-5 puanlık bir kısmı tepkisini sandığa gitmeyerek gösterdi. 7
8
Selvi, Abdulkadir, “CHP’de cumhurbaşkanlığı hesapları”, Hürriyet, 25 Eylül 2019.
Kalan kısmı ise muhalefet yerine, iktidar blokunda yer alan MHP’ye oy verdi.8
Bu çözülme, ne teşkilat yenilenmesiyle ne herhangi bir reforma benzemeyen yargı reformuyla engellenebilir bir gelişmedir, ne de zaten bu gelişmeyi engellemek yönünde adım atma ihtimali, imkânı, yeteneği ve arzusu olan bir liderlik vardır. AKP liderliği, 2015’ten beri adım adım inşa ettiği ve OHAL’le pekiştirdiği otoriter rejimi güçlendiren siyasetlere son verme yeteneğinde değil. Olayların denetimi, bu liderliğin elinden kaçıp gitti. Artık herkesin farkına vardığı gibi “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” tek bir siyasi figürü öne çıkartmış gibi görünse de aslında bu sistem istenilen otoriter yönetime yavaş yavaş ayak bağı olmuş durumda. AKP, başkanlığı kazanmak için kendisinden çok daha küçük partilerin oyuna muhtaç. Bu partilerse kendi gündemleri olan ve AKP’yle şimdilik yani geçici bir uyum içinde olan partiler ve kurumlar. Başkanlığı kazanmak ve sürdürmek için bu partilerin desteği şart. Ama bu destek AKP liderliğinin de ufkuna çok uygun olduğu kanıtlanan daha sağ, daha da sağ, daha da devletten yana politikaların uygulanmasına bağlı. Numan Kurtulmuş muhafazakâr Kürtlerden oy kaybettiklerini açıklarken, Diyarbakır’daki muhafazakâr Kürtlerin de oy verdiği büyükşehir belediye başkanının yerine kayyum atanabiliyor. Bu ise tabandaki oy kaybını derinleştiriyor. Ama bu duruma AKP’nin çözülme sürecini hızlandırırken yerli ve milli koalisyonun parçaları olan partiler kayyum operasyonlarından çok memnun. Devlet Bahçeli, Süleyman Soylu’yu arayarak kayyum operasyonlarına desteğini sunuyor.9 AKP’nin Kısırdöngüsü İşte, AKP’yi devamlı güç gösterisi yapmaya iten güçsüzlüğün altında yatan çaresizlik böyle bir kısırdöngünün ürünü. AKP’nin kapatılma davasının o zamanlar için doğru olduğunu savunanlarla AKP’lileri “aynı davanın” partnerleri haline getiren kısırdöngü bu işte. Bu kısırdöngünün nasıl işlediğine dair bir kaç örnek, aynı zamanda faşist tehdidin otoriter rejimden farkını da gösterecektir. AKP liderliğiyle neredeyse, üstten bir üslupla konuşan ve Erdoğan’ı arada ağır bir şekilde eleştiren Doğu Perinçek’in iddiaları hayli ilginç. Yukarıda Perinçek’in AKP’nin kapatılmasını savunmasına değinmiştim. Şöyle diyordu Perinçek: 8
https://www.independentturkish.com/node/51366/haber/ konda-genel-m%C3%BCd%C3%BCr%C3%BC-a%C4%9F%C4%B1rd%C4%B1r-ak-partinin-kendini-toparlamas%C4%B1-%C3%A7ok-zor-%C3%A7%C3%BCnk%C3%BC-fel%C3%A7-oldu
9
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1539504/Bahceli_den_Soylu_ya_kayyim_tebrigi.html
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
HDP terör örgütü PKK’nın bir kolu. O zaman onlara demokrasi yok ve kapatılması gerekir. AK Parti kapatılma davası bizim dilekçemiz üzerine açıldı. 7’ye 6 çoğunluk kapatılmaya karar verdiği halde daha vasıfla bir çoğunluk arandığı için maalesef kapatılmadı. O gün kapatılması doğru olurdu ama bugün değil.”10
17 yıldır AKP’ye oy veren birisi olduğunuzu düşünün, Erdoğan’ın bugünkü ittifaklarından birisi, AKP’nin kapatılması davasını biz başlattık diyor ve kapatılması gerekirdi diye ekliyor. Aynı adamın HDP’nin kapatılması için canını dişine takmış olduğu konumuz değil. Ama Perinçek, çok daha önemli bir şey söylüyor. Bir televizyon programında, bir dizi AKP’li konuşmacının da olduğu bir tartışma programında 28 Şubat darbesini savunuyor. Programda dedikleri şöyle: “28 Şubat’ın bildirisini okuyalım, 28 Şubat’ın hedefinde Erbakan yoktu, Fethullah vardı, Çiller vardı, Amerika vardı.”11 Perinçek aynı konuşmasında 28 Şubat darbesi ile gündeme gelen ikna odalarını da savunuyor, programın moderatörünün şaşkın bakışları arasında. Perinçek daha da kendisinden geçerek ve nereden aldığı belli olmayan güçle elini daha da yükselterek şöyle şeyler söylemeye başladı. Bir gazetecinin sorduğu, “Cumhur İttifakı’nın gayri resmi üyesi diyebilir miyiz Vatan Partisi’ne? sorusuna Perinçek şu yanıtı veriyor: “O ittifakın üyesi değiliz ama Vatan Partisi programıyla, stratejisiyle Türkiye’nin sorunlarını çözdüğü için hükümetler Vatan Partisi’nin arkasından geliyor. 2014 sonrasının sürecini şöyle tanımlayabiliriz: 2014’ten bu yana Tayyip Erdoğan Türkiye’yi yönetmiyor. Türkiye Tayyip Erdoğan’ı yönetiyor.”12 Erdoğan’ı yöneten Türkiye’nin kim olduğu sorusuna ise “Ordu, polis, sanayici, işçi, çiftçi, Vatan Partisi, esnaf…” diyerek yanıt veriyor. AKP liderliği, “yerli-milli ve otoriter” bir koalisyonda Perinçek’le birlikte durmakta sakınca görmüyor, ama bu isim, hem 28 Şubat darbesinin metnini, hem 1960 darbesini, ikna odalarını savunuyor ve daha da önemlisi Erdoğan’I yöneten “ortak aklın” merkezi olduğunu gizlemeye, saklamaya gerek duymadan ifade edebiliyor. Seçim meydanlarında ve AKP’nin gündelik propagandasında “başörtüsü özgürlüğünden”, “darbelere karşı olmaktan” söz eden AKP liderliğinin kurduğu ittifakın 10 https://www.internethaber.com/perincekten-ak-partiye-kayyum-destegi-2044883h.htm 11 https://www.thmhaber.com/dogu-perincekin-ikna-odalarini-savunmasi-didem-arslan-yilmazi-da-sasirtti-video-226186 12 https://www.independentturkish.com/node/73551/r%C3%B6portaj/do%C4%9Fu-perin%C3%A7ek-2014-y%C4%B1l%C4%B1ndan-beri-tayyip-erdo%C4%9Fan-t%C3%BCrkiye%E2%80%99yi-y%C3%B6netmiyor-t%C3%BCrkiye
siyasal içeriği, gerçekten de bu partinin içine girdiği kısırdöngünün derinliğini gösteriyor. Biraz sükûnet, biraz demokrasi, biraz eşitlik, biraz barış ve kardeşlik isteyenler, ana çelişkinin ABD’ye karşı milliyetçi bir sözde meydan okuyuş olduğunu ilan edip, tüm siyaseti bu çelişkiye göre formüle etmeye çalışan odaklarla aktif bir işbirliğinin aradıkları şey olmadığını görebiliyorlar. AKP’nin çekirdek oylarında erimenin nedenlerinden birisi bu. Bir diğer ise MHP’yle kurulan ilişki. MHP’yle AKP arasındaki ilişki her zaman bugün olduğu gibi değildi. 2015 yılının 1 Kasım seçimlerinin ardından devlet Bahçeli şu zehir zemberek açıklamayı yapabiliyordu henüz: Koalisyon kurmaktan korkan, ülkeyi uçurumun kenarına kadar sürükleyen AKP’nin, toplumsal korkuyu tetikleyerek, tehdit ve şantajları silah gibi kullanarak milli iradeyi çarpıttığı çok açıktır. 7 Haziran- 1 Kasım arasında Türkiye’de yaşanmadık rezalet, planlanmadık kumpas, oynanmadık oyun kalmamıştır.13 Daha ağır suçlamaları ise 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce dile getiriyordu AKP’ye karşı: Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetinin, Türk milletinin onurunu, itibarını ve varlık haklarını müzakerelerle lekelettiğini ve ezdirdiğini kaydeden Bahçeli, eleştirilerini şöyle sürdürdü: Bunun vebali büyüktür. Bu sorumsuzluğun, bu art niyetin ve bu kepazeliğin karşılığı mutlaka ağır olacaktır. Başbakan ve hükümeti anayasa suçu işlemekte, ihanete tam teşebbüs etmektedir. Varlığımızı, birliğimizi torpillemeye başlamıştır. Türkiye beka düzeyinde tehdit altındadır. Rejim çökmenin sınırında, devlet tükenmenin arifesindedir.14
Perinçek, söyleşisinde Erdoğan’ı 2014 yılından beri Türkiye’nin yönettiğini söylüyor. Bu, devletle AKP liderliği arasında görüşmelerin o tarihlerde başladığı anlamına geliyor. 2015 yılında çözüm sürecinin önce buzdolabına kaldırılıp ardından da bütünüyle çöpe atılmasından sonra, Bahçeli AKP’yle yan yana gelmeye başladı. Fakat bu iki parti arasındaki yakınlaşmada en önemli adım 15 Temmuz darbe girişiminden sonra atıldı. Darbe girişimi hem MHP’nin AKP’ye bakış açısını değiştirdi hem de AKP liderliğini MHP’yle ilişkilenme konusunda cesaretlendirdi. Darbenin liderliğini Fethullahçı darbecilerin yaptığı kesinleştikçe, bu liderliğin dışında kalanlar açısından şöyle bir tablo oluştu: MHP, Vatan Partisi ve devletin geleneksel kanatları açısından darbeyi püskürten halk hareketi içinde büyük bir desteği olan Erdoğan, göz ardı edilemeyecek siyasi figür olarak 13 Sosyalist İşçi, 2019, Sayı 645 14 a.g.e
9
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
öne çıktı. Erdoğan açısından ise devlet bürokrasisinin bu kesimiyle çok güvenilir olmasa da devlet yönetimi açısından işbirliği yapılması zorunluluk olarak görüldü. 2015’ten beri zoraki bir şekilde inşa edilmeye başlanan yerli-milli koalisyon 15 Temmuz darbesinin tetiklemesiyle hızlanarak, en azından tavanda inşa edilmeye başlandı. MHP bu inşa sürecinin her bir aşamasına oyun kurucu olarak katıldı. Bölünen bir parti olmasına rağmen yeniden güç topladı, devlet bürokrasisi içerisinde eskisinden çok daha hızlı kadrolaşma şansını yakaladı, AKP hükümetinin çoğunluğu elde etmesinde kilit parti oldu, Kürt sorunu ve siyasal demokrasinin alanının daraltılmasında bütün özel talepleri dikkate alınan bir parti olarak, çok önemli bir siyasal konuma ulaştı. 15 Temmuz darbe girişimini hemen arkasından düzenlenen Yenikapı mitinginde hükümete koşulsuz desteğini açıklayan Bahçeli, dört ay sonra sürpriz bir çıkış yaparak parlamenter rejime vurulan kilidin sahibi olarak öne çıktı. 11 Ekim 2016’da grup toplantısında yaptığı “sürpriz” açıklamayla, AKP’ye, dolayısıyla Erdoğan’a “başkanlık önerisini Meclis’e sunması” çağrısı yaptı. Bahçeli, “Fiili duruma hukuki boyut kazandırmak gerek” diyerek başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini söyledi.15 Bundan sonraki her bir siyasi gelişmede, MHP, siyasal alanı giderek daha ağır bir şekilde domine etmeye başladı. Daha sonra erken seçim çağrısı yaparak 24 Haziran 2018 seçimlerinin gerçekleşmesini de MHP sağladı. MHP, çok açık bir şekilde iktidarın ortağı durumunda. Neredeyse bir dediği iki edilmeyen, “beka anlatısı” etrafında örülen politikaların doğrudan üreticisi olduğu açık olan, devletin baskı politikalarını sakınmaksızın dile getiren ama bir yandan da hükümetin ortağı gibi görünürken iktidar olmanın hiçbir sorununu yaşamayan, çok özel bir konumda bu parti. Bu partinin müdahaleleri, hem tüm muhalefet hatta iktidarın bazı kesimleri tarafından hem de uluslararası demokratik kurumların sözcüleri tarafından dile getirilen Türkiye’de ağırlaşan hukuksuzlukta siyasetteki MHP efektinin ciddi bir etkisi var. Bahçeli, Erdoğan’a başkanlık yolunu açan ve OHAL koşullarının her yanıyla haksız bir rekabet anlamına gelen karanlığında yapılan referandum önerisini dile getirirken, “Fiili duruma hukuki boyut kazandırmak gerek” demişti. Erdoğan, gerçekten de her siyasi gelişmeye müdahil olan, hem parti başkanı gibi davranıp hem de cumhurbaşkanlığı yaparak fiili bir durum yaratmıştı. Önemli olan Bahçeli’nin bu fiili durumun sona ermesi için, demokrasiye değil, bu durumun yasallaşmasına odaklanmasıydı. Bu odaklanma son olmayacaktı. Anayasa Mahkemesi (AYM) “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan ve bu 15 https://www.bbc.com/turkce/43799117
10
yüzden işten atılan, mesleğinden uzaklaştırılan, her hangi bir iş bulması imkânsız hale getirilen ve bunlar yetmezmiş gibi pasaportlarına el konulduğu için yurtdışına çıkışları engellenen akademisyenlerden 10’unun aldıkları cezalarda “hak ihlali” olduğuna hükmetti. Gerçekten de bu karar emsal oldu ve birçok barış imzacısı akademisyene beraat verildi. Devlet Bahçeli, AYM’nin aldığı karara karşı mahkemeleri hukuksuz bir adım atmak için yüreklendirdi. Şöyle dedi: Yurt içinden ve yurt dışından sözde akademisyen ve entelektüellerin imza attığı PKK bildirisinde sokağa çıkma yasakları eleştirilmiş, devlet katliamcı olarak gösterilmişti. Anayasal düzeni yıkmak için kan döken, eylem yapan bir terör örgütüne destek olan sözde akademisyenlerle ilgili verilen cezaların neresinde hak ihlali vardır? Bunlar haklı değil, haysiyetsizdir. Bu nasıl bir haktır? Bu halde hak nedir, nasıl tarif edilecektir? Hainlerle ilgili hak ihlali kararı verenler maşeri vicdanda vebal altındadır. Geldiğimiz bu aşamada Anayasa Mahkemesi’nin bu hak ihlali kararına ilk derece mahkemesinin riayet etmemesi adaletin ruhuyla çelişmeyecektir.16
MHP, sadece hukuksuzluğa çağrı yapmakla yetinmedi, en koyu milliyetçi açıklamaları, en sert şekilde, neredeyse sokak ağzıyla dile getirmeye başladı. Bahçeli’nin üslubu, hem MHP kadrolarının üslubu haline gelmeye hem de başlı başına tüm demokratik alana yönelik tehdidin adresi olarak öne çıkmaya başladı. Bugünkü CHP, Atatürk’ün CHP’siyle yollarını ayırmış, Kandil muhipliğine, Pensilvanya muhbirliğine soyunmuştur. CHP, emperyalizmin gece bekçisi, Türkiye düşmanlarının kule nöbetçisidir. Karşımızdaki CHP siyaseti, tarihsel çizgisinden vahim bir sapma haline delalettir. Bu CHP’nin aklı kiralık, siyaseti rehinli, istikameti aşırı risklidir. Yenikapı’ya otomobil sergisi açacak kadar çıldıran kırık sandalyeliler nereye varmak istemektedir? Türk milletine kafa tutmanın akıbeti kafanın kopmasıdır, terör örgütünü bekleyen son da budur. CHP yönetimi de terör örgütüyle ortaklığından bir an önce vazgeçmelidir.17 Bahçeli bu tür konuşmalara hiç ara vermedi. Bu tür olağanüstü rejimleri hedefleyen ve burjuva demokrasisinin sınırlarını ezilenler aleyhine topyekûn darlaştırmayı hedefleyen partiler ve sözcüleri, tesadüfî konuşmalar yapmazlar. Bahçeli, bu türden konuşmalarla soğukkanlı bir şekilde aynı anda birden çok adımı atmayı hedefliyor. Öncelikle devletin çekirdek kadrosu üzerinde koyu bir milliyetçilikle sürekli bir hegemonya kurmaya çalışıyor. 15 Temmuz’da dağılan devlet işleyişinin hangi temelde 16 Evrensel, 2019, “MHP lideri Bahçeli, ilk kademe mahkemeleri ‘AYM kararına uymama’ya çağırdı”, 23 Ağustos. 17 https://www.sabah.com.tr/gundem/2019/09/14/mhp-genel-baskani-devlet-bahceli-chp-ve-imamoglunu-elestirdi
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
birleşik kalması gerektiğini, devletin kendisine sürekli hatırlatıyor. Bunu yaparken, egemen sınıfa da sürekli olarak aynı mesajı veriyor. “İstikrara benzeyen ne varsa bu MHP’nin sayesinde var” mesajı, egemen sınıfın yerli-milli-otoriter ittifak dışında bir ittifaka meyletmesine karşı bir barikat görevi görüyor. Fakat Bahçeli bu mesajlarıyla, hem AKP liderliği hem de esas olarak bizzat Erdoğan üzerinde “adam adama markaj” uyguluyor. AKP’ye sürekli olarak, iktidarda kimin sayesinde kalabildiğini, Erdoğan’a ise başkanlık macerasının sürmesini istiyorsa sürekli olarak sağ ve milliyetçi bir politik hat üzerinde ilerlemesi gerektiği mesajını veriyor. Kuşkusuz, Bahçeli’nin her çıkışı, AKP tabanında da çeşitli şekillerde karşılık buluyor. MHP liderliği, şimdilik, bu çağrıların AKP tabanında olumlu karşılık bulduğu tabanla ilgileniyor. Son iki seçimde yaşanan oy kaymalarına bakıldığında, AKP tabanından MHP’ye geçiş olduğu görülüyor. Bekir Ağırdır bunu çekirdek seçmenin yüzde 5’I olarak dile getirmişti. AKP tabanının geniş kesimleri ise MHP’ye kaymasa da ‘reislerinin’ iktidar macerasının en çok borçlu olduğu siyasetçinin koyu milliyetçi, sürekli düşman üreten görüşlerinin tortusuyla daha sağa çekilmiş oluyor. Kuşkusuz Bahçeli her konuşma ve manevrasında MHP’nin politik çizgisinin hükümet üzerinde bağlayıcı bir etki yapması için çabalıyor. Bu, özetle, iç ve dış politikada “yerli-milli ve otoriter” siyasetin aralıksız, mevcut tüm devlet işleyiş kurallarını darmadağın etse de hatta darmadağın etme pahasına, hakim olması anlamına geliyor. Bu politika, çok açık ki demokrasinin kılcal damarlarına kadar imha edilmesi anlamına gelen ve hak gaspı, meydan okuma ve düşmanlaştırmaya dayalı bir tarzın ifadesi. Türk milliyetçiliğinden bir milim bile taviz verilmemesini garanti altına alma hedefi, MHP açısından mevcut konforlu koşullarda siyasi beyanlarla hayata geçmesini sağlama aldığı ve çoğu kez başarılı olan bir stratejinin ürünü. Fakat Bahçeli’nin açıklamaları sadece bu kadarını hedeflemiyor. MHP, muhalefeti her hücresine kadar korkutmak istiyor. Bunu, beka kaygısı temelli politikaların esaslı savunucusunun MHP olduğunu ilan edip devlete kendisini göstererek ve bu politikalara karşı çıkanları bekleyen sonu sık sık ima ederek yapıyor: Sayın Cumhurbaşkanı’nın düşmesi, milletin devletin düşmesi anlamına geldiği için yanındayım” diyen Bahçeli aynı konuşmasında dantel örer gibi inşa edilmeye çalışılan korku imparatorluğunu temellerini atan esas argümanı şöyle dile getirdi: Erdoğan düşerse demek Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi çökerse demektir. Ondan sonra ne olacağını tahmin edebiliyor musunuz? İç savaş nasıl çıkar, karşılıklı olaylar nasıl olur, hangi parti ne yapar...18 18 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/asil-devlet-ve-millet-sorunuBu, en başta işçi sınıfına ama kuşkusuz giderek tüm budur-53270yy.htm
muhalefete verilen korkunç bir gözdağıdır. Burada,
“Erdoğan düşerse” lafı, özel bir anlama sahip. Zira iki tür düşmeden söz edebiliriz. Birisi, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında olduğu gibi, siyaset dışı bir müdahaleyle düşürülmesi var. Böyle bir düşürülmeye toplumun kahir ekseriyetinin karşı çıktığı 15 Temmuz darbe girişimini izleyen haftalarda görüldü. Fakat Bahçeli’nin bu türden bir düşürülmeden söz etmediği anlaşılıyor. MHP liderliği, Erdoğan’ın seçimlerde yenilmesini, AKP-MHP ittifakını seçimlerde yenmek üzere çeşitli ittifaklar kurulmasını da sonu iç savaşa kadar gidebilecek bir sürecin tetiklenmesi olarak gördüğünü ifade ediyor. Muhalefeti iç savaşla korkutmanın dışında, bu yaklaşımı iki açıdan ele almak mümkün. Birisi otoriter rejimlerin açmazı açısından MHP sözcülerinin19 yaklaşımı ele alınabilir: Demokrasiyi birçok kusurun başı ve sonu gibi görmelerine rağmen, bu liderlerin birçoğu, temel meşruluklarını eleştiri oklarını yönelttikleri demokrasinin genel seçimlerinde aldıkları oylara dayandırıyorlar. Neoliberalizmi eleştirip neoliberal politikaları iktidar oldukları her yerde uygulamaları, emperyalizmi eleştirir görünüp emperyalist dev blokların şu ya da bu kesimiyle sürekli askerî ve ekonomik işbirliği geliştirmeye çalışmaları, demokrasiyi eleştirip sandıktan çıkmayı meşruluklarının ana kaynağı olarak görmeyi sürdürmeleri otoriterizmin çelişkilerinden bazıları. Bu çelişkiler bu dönemin neden geçici olduğunu da gösteriyor: kitlelerden aldığı oy desteğiyle kitlelerin temel çıkarlarına da karşı olan iktidar gücünü elinde merkezileştirmesi ve siyasal-hukuksal ve geleneksel kuralları atacağı adımların önünde engel olarak kodlaması sürekli endişe içinde bir rejimin kurulmakta olduğuna işaret eder.20 Bunun yanı sıra, MHP’nin bu yaklaşımlarını ikinci bir açıdan, buraya kadar yapmaya çalıştığım Vatan Partisi’nin yanı sıra bu MHP’nin ittifakı olan AKP’nin oy kaybını devam ettirecek çelişkileri, dolayısıyla hangi hızda seyrettiğini bilemediğimiz çözülme sürecini kavramak 19 MHP’de bu üslup giderek temel yaklaşım biçimi haline geldi. En son MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın da Twitter hesabından İYİP Genel Başkanı Meral Akşener hakkında hakaret ve tehdit dolu mesajlar yayınladı. Mesajlar MHP’nin AKP liderliğinin eliyle siyaseti savurmaya çalıştığı alanın koyuluğunu gözler önüne seren örnekler arasında: “Bu tahrikkâr ve tahripkâr gidişin sonu yıkım, enkaz ve çukurdur. Kavga, kaos ve istenmedik olaylara yol açabilecek; masum insanların birbirine girmesine, kan akmasına yol açabilecek kışkırtmalar tehlikelidir, ateşle oynamaktır… Son olarak İP müdiresine tavsiyemiz; Himayesine girdiğin HDP ile arana mesafe koy, Sırtını yasladığın Kandil ile arana mesafe koy, Kucağına oturduğun CHP ile arana mesafe koy, Talimat aldığın FETÖ ile arana mesafe koy.” https:// tele1.com.tr/mhpli-yalcindan-meral-aksenere-cok-sert-sozler-kucagina-oturdugun-86913/ 20 Karakaş, 2019, a.g.e.
11
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
açısından da ele almak mümkün. AKP liderliğinin bir yandan çözülme, kopma gibi parti içi süreçlerden şikâyet edip öte yandan da bu gelişmelerin köklerini kavrayamaması, içinde oldukları hızlı iktidarlaşma sürecinin kazandığı otoriter ivmenin baş döndürücü etkisiyle açıklanabilir ancak. Zira sorunun teknik değil bütünüyle siyasal bir kökeni olduğunu görmemenin başka hiçbir nedeni olamaz. Sadece Doğu Perinçek’in yaklaşımlarının AKP tabanında yarattığı çelişkiler değil, Devlet Bahçeli’nin vurgularının yarattığı çelişkiler de AKP’de yaşanan kopuşun tetikleyici unsurlarından. Üstte değindiğim örneğe bir kez daha yakından baktığımızda bu çelişkiyi göreceğiz. Bahçeli, Anayasa Mahkemesi’nden (AYM) ‘barış akademisyenleri’ hakkında çıkan “Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri başvurusu” kararını şöyle değerlendirmişti: “Hainlerle ilgili hak ihlali kararı verenler maşeri vicdanda vebal altındadır.”21 AKP’li Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, AYM kararını şöyle ele aldı: “Bireysel başvuru hakkını açan AK Parti hükümetidir. Kararı tasvip etseniz de etmeseniz de Türkiye bir hukuk devletidir, Anayasa Mahkemesi kararı herkes için bağlayıcıdır.”22 Fakat ne Adalet Bakanı’nın bu türden çıkışları durumu kurtarıyor, ne de AKP liderliği kurtarılması gereken bir durum olduğunu düşünüyor. “Yargı reformu” olarak adlandırılan paketin AKP tarafından hazırlandıktan sonra değerlendirilmesi için MHP’ye gönderilmesi, bu partinin kilit konumunu gözler önüne seriyor. MHP’nin belirlediği sınırların ötesinde bir esneme yapması, sadece AKP liderliği de son yıllarda benzer antidemokratik eğilimlere sahip olduğu için mümkün olmamakla kalmıyor, aynı zamanda MHP’nin vetosunu yeme korkusu, AKP liderliğini kendisine taban ve oy kaybettiren bu politikaları ısrarla uygulamak zorunda bırakıyor. Sürekli Direniş Duruma değil de sürece bakıyorsak, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin işlemez halde olduğunu görmemek mümkün değil. Erdoğan’ın kendisi “Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yürüttüğümüz kapsamlı bir çalışmayla tüm eksikleri belirledik ve çözüm yollarını ortaya koyduk”23 diyerek sistemin kilitlendiğini ifade etmişti farkında olmadan. Yargı, emniyet, ordu, güvenlik, medya, üniversiteler, ekonomi, ticaret, kurumlar arası ilişkiler gibi her bir 21 Ergin, Sedat, 2019, “‘Barış akademisyenleri’ne beraat süreci hızla ilerliyor”, Hürriyet. 22 a.g.e 23 https://www.timeturk.com/ak-parti-genisletilmis-il-baskanlari-toplantisi/haber-1194146
12
alanda keskin bir yönetim sorunu var. Görevden alma, Cumhurbaşkanlığı kararı alma, göreve atama gibi bir kısırdöngü devlet işleyişinde hakim eğilim haline geldi. İçeriği kof da olsa yargı reformu gibi gelişmelerin gündeme gelmesi, AKP liderliği içinden hükümet sisteminin rehabilite edilmesinin gerekebileceğinin söylenmesi bu durumun göstergesi. Yargı alanında yaşananlar ise devlet işleyişinin halini ortaya seriyor. En son Selahattin Demirtaş hakkındaki karar yargı alanında derin krizi açığa çıkartmaktan başka hiçbir işleve sahip değil.24 2015’ten beri adım adım ve zaman zaman da çeşitli sıçrama anlarıyla inşa edilen rejim hem bu rejimin kendisini yasladığı ana gövdelerden birisi olan AKP’nin gerilemesiyle ve ittifak ortaklarının iç çelişkileriyle ama hem de inşa edilen korku imparatorluğuna gösterilen sürekli bir direnişle kriz yaşamaya başladı.25 Kürt siyasilere yönelik ağır bir baskı ortamı oluşturuldu. Ama ne Kürt siyasiler ne de Kürtler geri adım attı. Barış imzacısı olan ya da muhalif olan akademisyenlere yönelik baskı, tutuklama, gözaltı ortamı akademisyenlerin direnişini yavaşlatmadı. Gazetecilere yönelik baskı ortamı ve medya tekelleşmesi gazetecilerin seslerini duyuracakları ayrı mecralar oluşturmalarını engellemedi. Karanlık siyasi atmosfer on binlerce kadının sokaklara çıkmasını engellemedi. Çevre hareketlerinin, 24 Demirtaş’ın avukatları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Daire kararında, davada incelenmeyen, kabul edilemez bulunan ve ihlal bulunmayan hakların, AİHM Büyük Daire’ce yeniden incelenmesi talebiyle 19 Şubat 2019’da başvuru yapmıştı. Demirtaş’ın avukatları AHİM’de oldukça güçlü bir şekilde savunma yaptılar. Fakat AHİM Büyük Daire yeniden inceleme sürecinde avukatların konuya açıklık getiren fikirleri daha duyulmadan, Türkiye’de yargının ne kadar siyasi iktidara bağımlı olduğunu gösteren bir gelişme yaşandı. Avukatlarının Demirtaş için denetimli serbestlik başvurusu yaptığı gün, 26. Ağır Ceza Mahkemesi mahsup kararı verdi. Bugün denetimli serbestlik başvurusu yapıldı. Olası tahliyesini engellemek için Ankara Savcılığı Demirtaş’ın yargılandığı davayla aynı konudan ayrı bir soruşturma başlatıp tutuklamaya sevkini istedi. Demirtaş’ın avukatlarından Ramazan Demir’in sosyal medyadan duyurduğu gibi, Demirtaş yeniden tutuklandı. 25 Sayısız gelişme ve alınan bir dizi karar çözülmenin sadece AKP’yi etkilemediğini, devletin de zaman zaman tam anlamıyla kilitlendiğini gösteriyor. Yargıda, Osman Kavala davasının iddianamesinin kabul edilmesi değil sadece, Kavala’nın aylar sonra gerçekleşen davasında mahkeme başkanının tutukluluğa son verilmesini istemesinin ardından mahkemeye ikinci bir heyetin daha atanması devlet işleyişinin idari tedbirlere alınan idari tedbirlere alınan idari tedbirlerle yürümesinin artık sınırlarına gelindiğini gösteriyor.
AKP Çözülürken… | Şenol Karakaş
köylülerinin direnişlerinin sonunu getiremedi. Avukatlar, doktorlar, öğrenciler, işçiler, kadınlar… Herkes baskıdan payını aldı ama herkes baskıya karşı kararlı bir direniş sergiledi. İşlerin “yerli-milli-otoriter” koalisyon için iyi gitmediği, özellikle OHAL koşullarında gerçekleşen 16 Nisan referandumunun sonuçlarında açığa çıkmıştı. 31 Mart ve 23 Haziran’da ise öfke sandıkta patladı. Korku imparatorluğu bir iki ay içinde yerle yeksan oldu. AKP liderliği içindeki çelişkiler, AKP içindeki çeşitli gruplaşmalar arasındaki çelişkiler, AKP’nin kurduğu ve 15 Temmuz’dan sonra bütünüyle belirginleşen yerli-milli-otoriter koalisyonun kendi içindeki çelişkiler, ekonomik sarsıntının yaratacağı çelişkiler, AKP liderliğinin 31 Mart seçimlerinden sonra moral üstünlüğü yitirmesinin yaratacağı çelişkiler, S-400 gibi başlıklarda hem NATO’dan yana hem NATO’ya karşı, hem AB’den yana hem AB’ye karşı açıklamaların depreştireceği uluslararası ilişkiler alanında yaşanacak çelişkiler ve bütün bu çelişkilerin ortasında AKP liderliğiyle AKP tabanı arasında derinleşeceği çok açık ve temel sorun olan çelişkiler, önümüzdeki dönemin siyasal çatlaklarının bir alanını oluşturacak. İşçi sınıfının AKP’den umut besleyen kesimleri, bu partiden kopmaya başladı. Erdoğan tüm seçim kampanyası boyunca çok ilginç bir tutum takındı: Gezi döneminden beri, muhalefet saflarında ve kendi karşısında gördüğü kesimleri sürekli aşağılayarak sadece kendi tabanına, yüzde 50’lik kesime sesleniyordu. 31 Mart seçim kampanyasında ise kitlelere çay, çanta dağıtmak gibi işleri bir kenara bırakırsak, bu kez kendi tabanının da sadece bir kesimine seslenmeye başladı, hatta kampanyanın bazı aşamalarında kendi tabanının bazı kesimleriyle kavga etti. Yoksulların bir kesimi kendisiyle yüksek sesle konuşulmasından, sadece hakaret duymaktan, ekonomik krizin etkilerinden, hızlı fakirleşmeden, üç simit üç çaylık insanlar ilan edilmekten, zengin ve fakir arasındaki uçurumun derinleşmesinden ve daha birçok nedenle ama esas olarak adaletsizliklerin göze çarpma hızını tayin eden ekonomik krizin belirleyici etkisiyle AKP’den kopmaya başladı.
• Hem küresel hem de bölgesel ve Türkiye’de aktif bir barış siyasetinin örgütlenmesi. • Göçmenlerle dayanışmanın ve ırkçılığa karşı mücadelenin kitlesel ağlarının örülmesi. • Kadın cinayetlerinin durdurulması ve kadınların özgürlüğünün sağlanması için mücadelenin güçlendirilmesi, desteklenmesi. • İklim krizini gezegen ve tüm canlı yaşam lehine çözmek üzere küresel, kitlesel ve acil eylemlerin örgütlenmesine yardımcı olunması ve rekabete dayalı enerji politikalarına derhal son verilmesi için kalıcı bir kazanım elde edilmesine yardımcı olunması. • Özellikle son bir yılda yaşanan hızlı fakirleşmenin faturasının yeniden işçilere kesilmeye çalışıldığı uygulamalara hiçbir taviz vermeden, krizin yükünün ve faturasının patronlara kesilmesi için, işçi sınıfının tüm mücadelelerinin aktif bir parçası olacak, bu harekete yardımcı olacak bir inisiyatif haline gelinmesi. Düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engelleri aşmak için bu konularda duyarlı olan tüm güçlerle tam çaplı bir dayanışmayı örgütlerken, OHAL karanlığının bir ölçüde kaçınılmaz bir şekilde yarattığı yanılsamalara son verecek bir alternatifi inşa etmemiz geerktiği çok açık. Gerçekte sol olmayan alternatiflerin sol gibi görüldüğü, işçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarlarına tekabül etmeyen ittifakların örgütlendiği, sağa karşı sağcı ittifakların ehven-i şer olarak öne sürüldüğü alternatifler değil, antikapitalist, özgürlükçü ve enternasyonalist gerçek bir alternatif ihtiyacını hep birlikte inşa etmeliyiz.
Kaynakça Karakaş, Şenol, 2019, “Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm”, Enternasyonal Sosyalizm Sayı 4. Oral, Meltem, 2016, “MHP değişti mi? Kuzu postunda kurt”, AltÜst, Sayı 17.
Antikapitalist, Özgürlükçü, Enternasyonalist Bir Alternatif Bu kopuş kadınlar, gençler, köylüler, Kürtler ve çevre aktivistlerinin haksızlıklar karşısında daha da bileylenmesiyle el ele gitti ve bu dinamik hala devam ediyor. Bu dinamik, kitlesel, demokratik, aşağıdan örgütlenen ve tüm hareketleri şu beş başlık altında birleştiren antikapitalist bir odağın inşa edilmesini her zamankinden daha önemli hale getiriyor:
13
Günümüzde Avrupa’da Faşizm Mark L Thomas
Z
or zamanlarda yaşıyoruz. Avrupa’nın bir ucundan diğerine aşırı sağ yükseliyor ve güven kazanıyor.
Fransa’da Ulusal Cephe’nin adayı Marine Le Pen, 2017’de yapılan iki turlu Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girdi, bu seçimler partinin ikinci turuna katılabildiği ikinci Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Marine Le Pen 10,6 milyon oy alarak babasının 2002’de aldığı oyu ikiye katladı.1 Avusturya’da eski SS subayları tarafından kurulan bir parti, Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), merkez sağ ile koalisyon yaparak hükümete girdi. Almanya’da, henüz altı yıl önce kurulan Almanya için Alternatif (AfD) radikalleşerek sağa kaydı. 2017 genel seçimlerinde üçüncü büyük parti oldu. Bir zamanlar sosyal demokrasinin kalesi olarak görülen İsveç’te geçtiğimiz yılın Eylül ayında yapılan genel seçimlerde 1980’lerde Nazi sokak hareketleri tarafından kurulan bir parti olan ve son beş genel seçimde oylarını arttıran İsveç Demokratları %17,5 oy aldı. İtalya’da göçmen karşıtı Lega (Birlik) ülkedeki koalisyon hükümetinin büyük ortağı oldu. Macaristan’da Victor Orbán ve partisinin giderek otoriterleşen rejimi Müslüman karşıtı ırkçılıkla, Yahudi filântrop George Soros aleyhtarlığında ifadesini bulan, üstünkörü gizlenmiş Yahudi düşmanlığını birleştiriyor.2 Britanya’da, ülke tarihinin muhtemelen en büyük aşırı sağ sokak hareketi, İngiliz Savunma Birliği (EDL)’nin eski lideri Tommy Robinson’un etrafında birleşirken, radikalleşen Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) kendisini bu tür güçlerin doğal siyasal çatısı olarak sunmaya çalışıyor. Manzara bundan ibaret değil. Radikal sol, Avrupa’nın büyük kısmında önemli bir güç. Donald Trump’a karşı kitlesel eylemler, Belçika’daki grevler, Portekiz’de kamu çalışanlarının ve İrlanda’da hemşirelerin grevleri, Fransa’da Gilets Jaunes’un (Sarı Yelekliler) uzun süreli eylemlilikleri, iklim değişimi konusunda eyleme geçilmesini talep
14
1
Haziran 2018’de Ulusal Cephe, Rassemblement National (Ulusal Birlik) adını aldı.
2
Bk. Sereghy, 2018, sf. 305 – 323.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
eden lise öğrencilerinin Avrupa’nın bir ucundan diğerine yayılan eylem dalgası… Bu hareketlerin tümü direniş potansiyelini ortaya koyuyor. Siyasal kutuplaşma ve bir zamanlar siyaset sahnesine egemen olan büyük partilerin desteğinin aşınması yeni bir gelişme değil. Ancak bu on yılın ilk bölümünde, sola kayış baskın eğilimmiş gibi gözüküyordu. Syriza ve Podemos’a yönelik umutlar bu eğilimin bir göstergesiydi. Bugün ise Avrupa Birliği’nin şiddetli müdahalesi tarafından beli bükülmüş olan Syriza, kemer sıkma önlemlerini uyguluyor3 ve Avrupa solunun umutlarının kaynağı olmaktan çıkmış durumda. Podemos ise bölünmüş ve kararsız gözüküyor. Egemen olan ve gündemi belirleyen sol değil, aşırı sağın yükselişi. Son 20 yıldır yoğunlaşan İslamofobiyle, göçmenlere karşı tırmanan savaşla ve Trump’ın dünyanın en güçlü devletinin başına geçmesiyle körüklenen aşırı sağ, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde hiç olmadığı kadar siyasal meşruiyet kazanmış durumda. Böylesi gelişmeler panikletici olsa da, faşizm tehlikesinin bu yükselen ırkçılık ve gericilik dalgasının önemli bir parçası olmamasından teselli bulup rahatlayabilir miyiz? Bazıları birkaç alenen faşist grup dışarıda bırakıldığında, Fransa’daki Ulusal Cephe gibi partilerin artık sadece saf parlamenter stratejiyi benimseyen ve gerçekte daha geniş radikal sağdan farklı olmayan aşırı sağ partiler olduğunu iddia ediyor. Örneğin Enzo Traverso kendisinin “post faşizm” olarak adlandırdığı bir olgu ile karşı karşıya olduğumuzu öne sürüyor. Post-faşist partiler ve hareketlerin kökleri tarihsel faşizmde olabilir ancak o zamandan beri “dönüşüme uğramış”lardır ve “nihai sonucunun önceden kestirilemediği bir yönde ilerlemektedirler”. Bu nedenle Traverso Ulusal Cephe’nin “kabuk değiştirdiğini” iddia ediyor: “Her şeyi değiştirmek isteyen klasik faşizmin aksine, Ulusal Cephe’nin arzusu artık sistemi içeriden dönüştürmek.”4 Bu makale böylesi bir analizin, 21. yüzyıl faşizminin kendisi hakkındaki iddialarının gereğinden çoğunu kabul ettiğini savunuyor. Geniş anlamda aşırı sağın yükselişi ile bunun içinde bulunan daha iyi tanımlanmış faşist akımı ayırt etmek gerekiyor. Bu da faşizmin ve onun modern kapitalizm şartlarına nasıl uyum sağladığının kavranmasını gerektiriyor. Faşizm Nedir? “Eğer bugün burada bir devrimci olarak duruyorsam, devrime karşı bir devrimci olarak duruyorum.” Adolf Hitler, 1924’te yargılanırken yaptığı konuşma. 3
Yazı, Syriza’nın seçimleri kaybetmesinden kısa süre önce kaleme alınmıştı.
4
Traverso, 2019, sf 7-8.
1. ve 2. Dünya Savaşı arasındaki dönemde, 19141923 arasında sanayileşmiş emperyalist devletler arasında eşi benzeri olmayan bir savaş ve bunu izleyen pek çok devrimci meydan okuma ile amansız karşı devrimci seferberliklerle sarsılan Avrupa’da, çok sayıda faşist hareket ortaya çıktı. Bunu izleyen yıllarda, 1920’lerin ortasında kısa bir siyasal ve ekonomik soluklanma dönemi yaşansa da hemen ardından gelen Büyük Bunalım, milyonlarca insanın hayatını çalkantılı bir hale getirdi ve var olan siyasal yapıların parçalanması tehlikesini getirdi. Böylesi koşullarda faşist güçler siyasal sistemin uçlarından gelerek kendilerini toplumun içine yerleştirdiler ve bazı durumlarda iktidara meydan okudular. İki ülkede, İtalya ve Almanya’da faşizm devlet iktidarına erişmeyi başardı. Bu faşist zaferlerin bedeli iyi biliniyor; demokrasinin ortadan kaldırılması, işçi sınıfı örgütlenmelerinin ezilmesi, yeni bir emperyalist savaşa giden yolda hız kazanılması ve Avrupalı Yahudilerle diğer ezilen grupların Auschwitz ve diğer ölüm kamplarında endüstrileşmiş bir soykırıma uğratılması. Faşizmin günümüzde anlamlı olup olmadığını belirlemek için, bu iki savaş arası dönemin faşizmini en gelişmiş “klasik” biçiminde teşhis etmeli ve bugün ile olan süreklilik ve kopuş unsurlarını incelemeliyiz. O dönemde faşizmin en önemli analizi Rus Marksist Lev Troçki tarafından yapılmıştı. Troçki faşizmin özgün niteliğini tanımlayarak, onda cisimleşen ve diğer otoriter gericilik biçimlerinden farklı olmasını sağlayan, kendine has tehdidi teşhis etmişti. Troçki asıl olarak, faşizmin kapitalist sınıfın çekirdeğinin doğrudan siyasal temsiliyeti olmadığını kavramıştı. Faşizm Stalinist komünist partilerin iddia ettiği gibi “büyük sermayenin aracı”ndan ibaret değildi.5 Troçki’nin analizi birbiriyle bağlantılı bir dizi unsuru birleştiriyordu. Faşizm, Karşı Devrimin Aşırı Bir Biçimidir Faşizmin amacı, devrimci olanlardan muhafazakâr olanlara kadar tüm işçi sınıfı örgütlenmelerinin kalıcı olarak yok edilmesidir. Bu saf baskı ve terörün, hatta işçi sınıfının en militan kesimlerinin fiziksel olarak imha edilmesinin ötesine geçer. Dolayısıyla faşizm en esaslı karşı devrimi hedefler. Troçki’nin yazdığı gibi: Faşizm, sadece bir misilleme, zorbalık ve polis terörü rejimi değildir. Faşizm, burjuva toplumu içindeki bütün proleter demokrasisi öğelerinin köklerinin kazınmasına dayanan belirli bir hükümet sistemidir. (…) Bu amaç için, işçilerin en devrimci kesiminin fiziksel yok edilişi yeterli değildir. Bütün bağımsız ve gönüllü örgütleri ezmek, proletaryanın 5
Bu Stalinist görüş bugün akademik analizlerin çoğunda faşizmin Marksist analiziyle aynı kefeye konmaya devam ediyor. Robert Paxton bile, bunun dışında olağanüstü olan kitabı Faşizmin Anatomisi’nde, Stalinist görüşü Ortodoks Marksist yorum olarak ele alır. Paxton, 2005.
15
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
bütün siperlerini yıkmak ve son çeyrek yüzyıl içinde Sosyal Demokrasi ve sendikaların elde ettiği ne varsa kökünden kazımak da gereklidir.6
Troçki’nin Alman işçi sınıfına yaptığı uyarıların trajik bir biçimde ileri görüşlü olduğu görüldü. 30 Ocak 1933’te Hitler’in şansölye olmasını izleyen dört ayda yalnızca Alman Komünist Partisi değil, Sosyal Demokrat Parti (SPD) de yasaklandı, kahverengi gömleklilerin ve devletin bu örgütleri yok eden terör dalgasına maruz bırakıldı. Naziler; Hıristiyan sendikalar da dâhil olmak üzere sendikaların yönetimlerini üstlendiler ve onları bağımsız örgütler olmaktan çıkararak tasfiye ettiler.7 Naziler tüm “proleter demokrasi kurumlarını” “köklerine kadar kazımakta” başarılı olmuştu.8 Faşizm Bir Kitle Hareketi Şeklinde Gelişir Bu amaca ulaşmak için, mevcut devlete dayanan geleneksel otoriter gericilik araçlarından –polis, ordu, vb– fazlası gereklidir. Bu amaç için sokaklarda solla fiziksel olarak rekabet edebilecek ve nihai olarak, devletten bağımsız her örgütlenmeyi ezip atomize edebilecek olan bağnazlardan oluşan paramiliter bir ordu yaratılması gerekiyordu. 1930 yılında Naziler genel seçimlerde atılım yaptıklarında, paramiliter kanatları olan SA (Sturmabteilung) çoktan 100.000 kişiye ulaşmıştı. Bu örgütlenmenin büyüklüğü 1933’te 400.000’e ulaşacak, Nazi Partisi’nin kendisi de hızla büyüyerek 1928’in başındaki 100.000 üyeden 1933’te 850.000 üyeye ulaşacaktı.9 Faşizm destekçilerini birleştirmek için, yenilenmiş homojen bir ulus içinde, “ulusal” sermaye ve emeğin uzlaştırılabildiği, küçük üreticilerin baskın oldukları ve böylece ulusal gerilemeyi tersine çevirdikleri bir ideolojik tasavvurda bulunur. Bu gerici ütopyaya ulaşmanın tek yolu, bu hayali ulusal birliği tehdit eden unsurların –sınıfsal karşıtlığı besleyen işçi örgütlenmeler, bu karşıtlığı tolere eden liberal demokratik kurumlar ve Nazilerin “yabancı” olarak gördüğü, Yahudi halkı gibi ırksal azınlıklar– tasfiye edilmesidir. Troçki böyle bir kitle hareketinin çekirdeğinin küçük burjuvaziden oluşacağını savundu. Örgütlü işçiler ile büyük sermaye arasında kalan küçük üreticilerden ve bağımsız profesyonellerden müteşekkil olan bu kesimler, kriz döneminde altlarındaki işçi sınıfına doğru itilmekten korkuyor, üstlerindeki büyük sermayeye içerliyorlardı.
16
Böyle bağımsız gerici bir kitle hareketinin gelişimi faşizme Ugo Palheta’nın ifadesiyle egemen sınıftan “göreli özerklik” sağlıyordu.10 Faşizm Kendisini Devrimci Bir Hareketmiş Gibi Gösterir Nazilerin küçük burjuva bir kitle hareketini kaynaştırmak için kullandıkları retorik, yalnızca “Marksist” işçi örgütlerini hedef almıyordu, aynı zamanda büyük sermaye ve “gerici” Alman siyasal düzenine karşı yöneltilen bir “ulusal devrim” çağrısı yapıyordu. Bu dil hem demagojik hem de seçiciydi. Nazilerin kapitalizme karşı kökten bir karşıtlıkları yoktu, bunun yerine üretici olan ve ulusal çıkarlara tabi kılınan “sağlıklı” bir kapitalizm ile ulusal çıkarlara yabancı ve spekülatif olarak tanımlanan, onların Yahudi karşıtı dünya görüşünde “Yahudi sermayesi” olarak görülen sermaye arasında ayrım yapıyorlardı. Böylece Naziler karşı devrimci bir hareketi, devrimci ve antikapitalist bir güç olma iddiasıyla gizliyorlardı. Böyle radikal bir dilin, bazı kapitalist bireylerden destek alsa da kapitalist sınıf yapılarının dışında gelişen bağımsız bir kitle hareketiyle birleşmesi, Nazilerin egemen sınıfın ilk tercihi olmaktan çok uzak oldukları anlamına geliyordu. Gerçekten de Almanya’nın yöneticileri, Hitler’in verdiği güvenceler ne olursa olsun, Fırtına Birlikleri’nin sadece işçi hareketini ve Yahudi işadamlarını değil egemen sınıfın geniş kesimlerini de hedef alabileceğinden korkmuştu. Onlar aynı zamanda Hitler’in işçi hareketine karşı giriştiği topyekûn saldırının aşağıdan bir patlamaya neden olmasından çekinmişlerdi. 1934-36 yıllarında Fransa’da tam da bu gerçekleşmiş, Fransız faşist “birlikler” hükümeti düşürünce işçiler muazzam bir seferberliğe girişmişlerdi. Benzer şekilde General Franco 1936’da İspanya’da yönetime el koyduğunda aşağıdan bir ayaklanmaya sebep olmuştu. Troçki şöyle yazıyordu: Burjuvazi, sorunlarını çözmenin bu (avamca) biçimini sevmemektedir. (…) Zira burjuva toplumunun çıkarına da olsa, sarsıntılar, hiçbir zaman kendisi için risksiz değildir. Faşizmle geleneksel burjuva partileri arasındaki antagonizma buradan gelmektedir. (…) Nasıl çenesi ağrıyan bir adam dişlerinin çekilmesinden hoşlanmazsa, büyük burjuvazi de faşist yöntemleri beğenmemektedir.11
Hitler’e yönelmek bir kumardı ve böyle risklerin alınabileceği olağanüstü bir kriz gerektiriyordu. Geleneksel sağ partilerin oylarının aşınması ve Almanya’nın eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik çöküş yaşaması faktörlerinin birleşimi, egemen sınıfların Hitler’i iktidara getirmelerine neden oldu.
6
Troçki, 1932. [Faşizme Karşı Mücadele kitabından yapılan alıntılarda, aksi belirtilmedikçe Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yayınları, 1998, Orhan Koçak ve Orhan Dilber çevirisi kullanılmıştır-çn]
7
Evans, 2004, s. 347, s. 358.
8
Troçki, 1932.
10 Palheta, 2017.
9
Evans, 2004, sf. 208-211; Wilde, 2013.
11 Aktaran Gluckstein, 1999, s. 38.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Naziler Nasıl Örgütlendi: İkili Strateji Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP veya Nazi Partisi) geniş bir Yahudi düşmanı, völkisch (aşırı milliyetçi) örgütlenmeleri çevresinin içinden ortaya çıktı. Hitler’in stratejisini diğerlerinden ayıran, yalnızca propagandaya yoğunlaşmak yerine, kendisini Weimar siyasal sistemini devirmeye adamış bir Kampforganisation (mücadele örgütü) yaratmaya odaklamış olmasıydı. Naziler aynı zamanda, Alman Ulusal Halk Partisi (DNVP) gibi burjuva aşırı sağ partileri de, hem yeterli kitle tabanından yoksun oldukları hem de parlamenter uzlaşmalara fazla bulaştıkları için reddettiler. Onların aksine NSDAP kitlelere seslenmekle Hitler’in sözleriyle “en şiddetli acımasızlıkla hareket etmeyi” birleştirmeyi amaçlıyordu. Başlangıçta tamamen anti-parlamenter ve militarize bir hareket olarak tasarlanmıştı. Aslında Hitler 1922’deki Nazi Kongresinde, seçimlere katılıma karşı çıkan bir kararı kabul ettirmişti.12 Ancak Hitler ve müttefiklerinin doğrudan silahlı eylemlilik yoluyla bir darbeye yol açmaya çalışıp başarısız oldukları 1923 Münih Birahane Darbesi’nin ardından, Hitler yeniden değerlendirme yapmak ve tutum değiştirmek zorunda kaldı. Hitler Nazilerin seçimlere katılmaya yönelik amansız karşıtlığını terk etti. Artık ona göre Naziler: yeni bir eylem çizgisi izlemeliler… İktidara silahlı komplo ile ulaşmaya çalışmak yerine, burnumuzu tutarak Katolik ve Marksist vekillere karşı Reichstag’a girmek zorundayız. Onlardan daha fazla oy almak, onlardan daha iyi ateş etmekten daha uzun sürse de en azından sonuçlar onların kendi anayasalarının güvencesi altında olacaktır.13
Seçimleri ve paramiliter sokak hareketini birleştiren bu ikili strateji hiçbir şekilde Nazilerin hedeflerini terk etmeleri anlamına gelmiyordu. SA’nın lideri Hermann Göring’in sözleriyle: “Bu devlete ve şu anki düzene karşı savaşıyoruz çünkü biz onu tümüyle yok etmek istiyoruz, ama yasal bir yolla… Biz bu devletten nefret ettiğimizi söyledik, [şimdi] onu sevdiğimizi söylüyoruz ama hâlâ herkes ne kastettiğimizi biliyor.”14 Naziler karşı devrimci programlarını devrimin diliyle gizlemelerinin yanı sıra artık “yasalcılık” maskesi ve bir saygınlık cilası altında ilerlemeye çalışıyorlardı. Tarihçi Joachim Fest’in dikkat çektiği gibi: [Hitler’in] arzusu değişmemişti: iktidarı ele geçirmek. Bunun için otokrat, askeri bir parti inşa etmesi gerekiyordu; ama aynı zamanda güçlü grupların ve kurumların, kaybettiği güvenini yeniden kazanmalıydı. Bu yüzden aynı anda 12 Noakes, 1971, s. 66.
hem devrimci hem de var olan koşuların savunucusu gibi gözükmesi, aynı zamanda hem radikal hem ılımlı olması gerekiyordu. Hem sistemi tehdit etmeli hem de onun koruyucusu rolünü oynamalı, hem yasayı ihlal etmeli hem de onun savunucusu olarak itibar kazanmalıydı.15
1929-1932’deki büyük ekonomik çöküş, Nazilerin nasıl atılım yaptığını anlamakta kritik bir öneme sahip olsa da, bunun öncesinde Hitler’in saygınlık ve daha geleneksel muhafazakâr çevrelerle ittifaklar arayışı sonuç getirdi. Hitler bu sayede meşruiyet kazandı, basında yer aldı ve Büyük Bunalım milyonlarca kişinin hayatını paramparça ederken Nazilerin avantajlı olmasını sağlayacak kaynaklara ulaştı. En önemli gelişmelerden biri, Weimar Almanya’sındaki ana muhafazakâr parti olan DNVP’nin radikalleşmesiydi. 1918 yılında savaş öncesindeki başlıca muhafazakâr partilerin mirasçısı olarak kurulan DNVP son derece gericiydi; monarşi yanlısıydı, Yahudi düşmanıydı ve Weimar Cumhuriyeti’ne düşmandı. 1920’lerin ortasına gelindiğinde, Weimar Cumhuriyeti’ni kabullendi, çünkü devrim tehdidi geçmişti ve ekonomi büyüyordu. Ancak 1928’de partinin liderliğine geçen, medya patronu ve sanayici Alfred Hugenberg’in yönetimi altında DNVP hızla sağa kaydı, Nazilerin de dâhil olduğu geniş Weimar sağında bir odak olmaya çalışıyordu. Parti Nazilerin yöntemlerini ve programını benimsemeye başladı, bunun sonradan görme Hitler’e değil kendilerine fayda sağlayacağını umuyorlardı. Hugenberg Nazilerle birlikte, 1. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’ya dayatılan felç edici borçların iptal edilmesi yerine yeniden yapılandırılmasına dair bir tasarı olan Young Planı’na karşı bir kampanya başlattı. Kampanya ve Hugenberg ile olan ittifak Hitler’e siyasetin uç noktasından kurtulma şansı verirken aynı zamanda Nazilerin radikal sağdaki en zinde güç olduğunu kanıtladı. Sağdaki bu birlikten asıl kazançlı çıkan Naziler oldu. Fest Young Planı’na karşı yürütülen kampanyayı ve onun sağladığı meşruiyeti Hitler’in “ulusal siyasete nihai atılımı” olarak tanımlar. Eylül 1930 genel seçimlerinde Nazi oyları yalnızca iki yıl önceki %2,6’dan %18,25’e çıktı, parti dokuzunculuktan ikinciliğe yükseldi. Hugenberg ve DNVP yine Hitler ile flört ettiler ama artık zayıf olan güç onlardı; DNVP’nin seçmenlerinin yarısı Nazilere katıldı. Ekim 1931’de Bad Harzburg’da yapılan ve milliyetçi muhalefetin birliğini göstermeyi amaçlayan bir kitle gösterisinde Hitler Hugenberg’in ve “sağda gücü, parası ve itibarı olan herkes”in yanında durmaya davet edildi.16 Bu gösteri, binlerce SA üyesinin Stahlhelm (Çelik Miğferler) ve DNVP’nin silahlı kanadı gibi başka milliyetçi paramiliter örgütlerle birlikte yürüdüğü bir geçit törenini de içeriyordu.
13 Aktaran Gluckstein, 1999, s. 50.
15 Fest, 1977, s. 333.
14 Aktaran Gluckstein, 1999, s. 50.
16 Fest, 1977.
17
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Hitler’in “yasalcılığa” dönüşü, düzene karşı daha saygın bir tavır takınması, 1923’ten sonra seçim siyasetine katılması ve var olan sağın bir kesiminin radikalleşmesinin bir araya gelmesi, Nazilerin uçlardan ulusal siyasetin merkezine geçmelerinde önemli bir rol oynadı. Aynı zamanda Hitler, Nazilerin yaptığı daha geniş ittifaklar içinde bağımsız bir güç olarak kalmasını sağlamak için çaba gösterdi ve destekçilerine Nazilerin Cumhuriyet’in en radikal düşmanları olmaya devam ettiği sinyallerini verdi. Bad Harzburg toplantısında SA’nın yürüyüşü biter bitmez Hitler göstere göstere sahneden indi ve Stahlhelm’in yürüyüşünü görmezden geldi. Bir hafta sonra Brunswick’te 100.000 SA üyesinin Leipziger Neueste Nachrichten’in editörüne “sen bizim savaştığımız burjuvazinin bir parçasısın” dediği devasa bir yürüyüş örgütledi.17 Saygınlık arayışı ile bağımsızlığını ve karşı devrimci radikalizmini gösterme ihtiyacı arasındaki gerilim, Nazilerin içinde sürekli çatlaklara neden oluyor, zaman zaman örgütü parçalanma tehlikesi altında bırakıyordu. Alman solunun trajedisi, Alman işçi hareketinden gelen etkili bir kitle muhalefetinin yokluğunda, Nazilerin böyle krizlerin üstesinden gelebilmesiydi.18 Faşizmin Yeniden Ortaya Çıkması: 1970’ler – 1990’lar 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki on yıllarda faşizm itibarsızlaştırılmış ve marjinalleştirilmişti. Hitler’in ve Benito Mussolini’nin rejimlerinin yenilgisi ve yarattıkları yıkım ile Holokost gerçeğinin keşfedilmesi, faşizmin açık savunucularının toplumdan dışlanmasına neden oldu. Dahası 1950’ler ve 60’lardaki uzun ekonomik büyüme döneminde yaşanan tam istihdam, yükselen yaşam standartları ve refah devletinin genişlemesi, faşizme kök salabileceği çok az verimli alan bıraktı. Sosyolog Micheal Mann’ın ifadesiyle “Avrupa faşizmi yenilmiş, ölmüş ve gömülmüş” gibi gözüküyordu.19 Yine de, 25 yıl önce International Socialism dergisinin eski editörü Chris Harman Avrupa’nın farklı yerlerinde faşizmin canlanmasının işaretlerini belirtmişti. Harman, Ulusal Cephe lideri Jean Marie Le Pen’in 1988 Fransa başkanlık seçimlerinde aldığı %14 oya ve Almanya’daki aşırı sağ Republikaner’in yükselişine işaret etmişti. Bu oylar hem Mussolini’nin hem de Hitler’in iktidara gelmeden hemen önce aldıkları oylarla karşılaştırılabilir.20 Ancak Harman benzerlikler kadar farklılıkları da 17 Fest, 1977, sf. 452-453. 18 Wilde, 2013. 19 Mann, 2004, s. 370. 20 Harman, 1994.
18
göstermişti. En önemlisi faşistlerin iki savaş arası yıllarda olandan çok daha zayıf bir eylemci tabanı vardı ve Mussolini ile Hitler’in iktidara gelmeden önce sahip olduğuna benzer kitlesel sokak savaşı örgütlerinden yoksunlardı. Yeni faşistlerin seçimlerdeki artan gücü ile sokaklardaki daha mütevazı varlıkları arasındaki bu dengesizlik, savaş sonrası büyümenin bitmesiyle ekonomik krizlerin ve kitlesel işsizliğin geri dönüşüne tanık olunsa bile, gelişmiş sanayi ülkelerindeki bu krizlerin hiçbir şekilde 1930’ların başlarında gerçekleşen krizle aynı ölçekte olmadığını gösteriyordu. Sonuç olarak modern faşistler seçimlerdeki başarılarını, sola ve işçi hareketine yönelik topyekûn bir saldırı başlatmaya hazır daha büyük bir eylemci kadrosuna dönüştürmekte sorun yaşadılar. Ancak Harman aynı zamanda “sandık tabanlı faşizm”in eğer ona meydan okunmazsa “sokak savaşlarının olduğu faşizmin” büyümesi için bir temel oluşturabileceği uyarısında bulunmuştu. Savaş sonrası büyüme döneminin sona ermesi ve ekonomik krizin dönüşü, faşizmin şansını döndürmek için yeterli değildi; iki koşulun daha sağlanması gerekiyordu. İlki, faşistlerin büyüyebilecekleri bir siyasal alanın yaratılmasıydı. Sosyal demokrasinin savaş sonrası büyüme döneminde mümkün olan reformları gerçekleştirmekte giderek artan bir oranda başarısız olması bunu sağladı. Ayrıca reform olasılıkları azaldıkça, göçmenlik ve ırkçılık siyaseti ana gündem olmaya başladı. Ancak ikinci bir koşul daha gerekliydi. Bu da faşizmin toplumdan dışlanmışlığını kırmak için yeniden icat edilmesinin gerekliliğiydi. Burada Fransa’daki Ulusal Cephe’nin oynadığı rol çok önemliydi. Almanya’da faşist NPD (Almanya Ulusal Demokrat Partisi) ve Britanya’da NF (Ulusal Cephe) kitlesel anti-faşist eylemlerle yenilgiye uğratıldı ama Fransa’da Ulusal Cephe, Sosyalist Parti’nin başkanı François Mitterrand’ın yarattığı hayal kırıklığının açtığı alanda bir atılım yapabildi. Etkin bir direnişle karşılaşmayan Ulusal Cephe kendini tahkim edebildi. Fransız faşizmi 1960’larda, savaş sonrası dönemin değişmiş koşullarında kendini nasıl yeniden dikkate değer hale getirebileceği konusunda geniş kapsamlı bir tartışma yürüttü. Jim Wolfreys’in açıkladığı gibi: Fransız aşırı sağı 1960’larda, savaş sonrası faşizmin uyum sağlaması gereken üç faktörü kabullenmeyi öğrenmeye çalıştı. Nazi destekçisi Vichy rejiminin yenilgisi, hızlı ekonomik modernleşme ve sömürgelerden çekilme faktörleri faşizmin geçerliliği sorununu ortaya çıkardı. Kuzey Fransa’daki Vichy milislerinin eski liderlerinden biri olan François Gaucher 1961’de bu konuda bir kitap yazdı. Gaucher Le Fascisme est-il actuel? kitabında dogmaya esnek yaklaşmanın faşizmin karakteristiği olduğunu savunuyordu. Bu, faşistlerin iki savaş arası dönemdeki gibi faaliyet göstermek zorunda olmadıkları anlamına geliyordu.21 21 Wolfreys, 2002.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Bu dönemin faaliyeti, iki savaş arası faşizmle açıkça özdeşleşmekten vazgeçilmesini, saygıdeğer bir imaj kazanmaya çalışmayı, görünüşte parlamenter demokrasiye bağlı olmayı ve iktidara giden yolun uzun olduğunu kabullenmeyi içeriyordu. Bu aynı zamanda ırkçılığı, biyolojik üstünlüğe gözden düşmüş referanslarda bulunmak yerine “kültürel farklılık” üzerinden ifade eden Alain de Benoist gibi Fransız yeni sağının düşünürlerinden yararlanmak demekti.22 Ulusal Cephe’nin ilk dönemlerindeki önemli şahsiyetlerden olan François Duprat “faşizm hiçbir şekilde yalnızca dış görünüşte –diktatörlük, lider ilkesi, tek parti, üniformalar, selam, paramiliter eğitim, gençliğin denetimi– yatmaz” diye diretiyordu.23 Görünüşteki saygıdeğerlik ve üstü kapalı bir dil kullanması, Le Pen’in ve Ulusal Cephe’nin faşist projeden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Amaç, yeni hedef kitlesini “kendi suretlerinde” dönüştürmek, seçimlerde bu partilere destek olan ırkçı oy tabanından daha çok sayıda faşist kadro yaratmaktı.24 Bu yüzden Le Pen, bir yandan itibar kazanmaya ve anaakım sağ partilerin bazı kesimlerini kendine çekmeye gayret ederken, diğer yandan Ulusal Cephe’nin dışarlıklı konumunu sürdürmeye ve partinin destekçilerini sertleştirmeye çalışmıştı. 1987’de Holokost’u “tarihin bir detayı” olarak adlandırdığı kötü şöhretli radyo konuşması bu yüzden yapılmıştı. Basının ve rakiplerinin her zaman gaf diyerek yanlış yorumladığı açıklamalar kasıtlı ve planlı hamlelerdi. Ulusal Cephe’nin bir iç broşürü şöyleydi: Eğer insanları ikna edeceksek onları korkutmaktan ve gücendirmekten kaçınmalıyız. Yumuşak ve ürkek toplumumuzda ölçüsüz yorumlar nüfusun geniş kesimlerinin endişe, güvensizlik ve hoşnutsuzluk hissetmesine neden oluyor. Bu yüzden, herkesin önünde kendimizi ifade ederken kaba veya aşırılıkçı görünen yorumlardan kaçınmak çok önemli. Bir biçimde söylenebilen her şey, halkın kabul ettiği yerleşik biçimde de aynı derecede güçlü şekilde söylenebilir. Dolayısıyla örneğin “haydi zencileri denize dökelim” yerine “üçüncü dünya ülkelerinden gelen mültecilerin evlerine dönmesi organize edilmelidir” ifadelerini kullanın.25
Bu durum Fysh ve Wolfreys’in ifadesiyle bir “ikili söylemin” gelişmesine neden olur: Ulusal Cephe kasıtlı olarak ikili bir söylem kullanıyor, biri kendisini siyasal düzenin meşru bir parçası olarak sunduğu resmi ve aleni söylem, diğer ise anti-demokratik, otoriter amaçlarını gösteren gayri resmi ve örtük söylem. 22 Bk. Wolfreys, 2013, s. 23.
Saygıdeğerlik cilası rakipleri ve gözlemcileri kandırmaya yetecek kadar mat ama kendi üyelerinin aldanmasını engelleyecek kadar saydam olmalı.26
Bu değişikliklerin sonucu olarak, modern faşizmin yalnızca kamusal programına odaklanmak, onun dışa karşı kullandığı maskeyi gerçek niteliği ile karıştırma riskini taşır. Ancak çağdaş radikal sağ konusundaki çalışmaların çoğuna, örgütlenme ve stratejiye kıyasla doktrine, altta yatan gerçekliğe kıyasla yüzeysel görünüşe öncelik veren ve faşizmin artık dikkate değer bir güç olmadığı sonucuna ulaşan, böyle idealist bir yaklaşım egemendir. Dahası, tarihçi Robert Paxton’ın faşizm konusundaki ferasetli çalışmasında gözlemlediği ve tarihin de gösterdiği gibi, faşizm diğer ideolojilerden çok daha fazla “hakikatin radikal bir biçimde araçsallaştırılması”dır. Diğer bir deyişle, belirli bir anda programının hangi taraflarını ileri süreceği konusunda son derece esnektir.27 Elverişli Bir Ortamda Kök Salmak Paxton ayrıca faşizmin sabit, statik bir öze sahip olmadığını, gelişip evrimleştiğini savunur. Faşizmin beş aşamasını tanımlar: 1) faşist hareketlerin oluşumu; 2) siyasal sistemlerde başarılı bir şekilde kök salmaları; 3) iktidarın ele geçirilmesi; 4) iktidarın kullanılması; 5) ya muhafazakâr-otoriter bir rejim olarak “normalleşme” veya daha da radikalleşme olarak uzun dönemli yazgıları.28 Neyse ki, üçüncü aşamanın eşiğine yakın değiliz. Ama faşist hareketlerin “kök saldığı” yani oy kazandıkları, parlamentolara girdikleri, ülke çapındaki siyasi tartışmaya girip onu etkiledikleri, tartışmayı sağa çektikleri, daha büyük ve kendine daha güvenli faşist kadrolar oluşturdukları Paxton’ın ikinci aşaması hızlanıyor. 2007-2009 yıllarında ileri sanayi ülkelerini sarsan finansal ve ekonomik krizi izleyen on yılda bu sürecin daha da hızlandığına tanık olundu. Başlangıçta Avrupa’da az sayıda ülke kayda değer bir faşist mevcudiyete sahipken, bugünkü durum –ileride göreceğimiz gibi çağımızın faşistlerinin önemli zayıflıkları olsa da– evrensel bir deneyime yaklaşmaya başlıyor. 2009’dan bu yana bir dizi ülkede, faşist partilerin ulusal meclislere girdiği görüldü: Macaristan’da Jobbik (2010), Almanya’da Almanya için Alternatif (2017), İsveç Demokratları (2010), Yunanistan’da Altın Şafak (2012), Kıbrıs’ta Altın Şafak’ın kardeş partisi ELAM (2016), Fratelli D’Italia “İtalya’nın Erkek Kardeşleri” (2018), Halk Partisi-Bizim Slovakya’mız (2016). Harman’ın 1994’deki gözlemi; alınan oyların Nazilerin 1930’larda aldığı oyla
23 Palheta, 2017.
26 Fysh ve Wolfreys, 1998.
24 Fysh ve Wolfreys, 1998, sf. 96-97.
27 Paxton, 2005, sf. 18-19.
25 Aktaran Palheta, 2017.
28 Paxton, 2005, s. 23.
19
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Tablo 1: Faşist ve aşırı sağ partilere verilen oylarla (oran) Nazilere verilen oyların karşılaştırılması (oran) Parti
Yıl
Oy Oranı
NSDAP (Almanya)
1930
18.3
Flaman Çıkarı (Belçika)
2014
3.67
Federal Parlamento
5.98
Flaman Parlamentosu
Altın Şafak (Yunanistan)
2015
7.0
FPÖ (Avusturya)
2016
35.1
Başkanlık seçimleri (Birinci Tur)
46.2
Başkanlık Seçimleri (Aralık 2016 İkinci Tur Seçimleri)
Ulusal Birlik/Cephe (Fransa)
2017
26.0
2017
13.2
Milletvekili Seçimleri (Birinci Tur)
8.75
Milletvekili Seçimleri (İkinci Tur)
21.3
Başkanlık Seçimleri (Birinci Tur)
33.9
Başkanlık Seçimleri (İkinci Tur)
Almanya için Alternatif (Almanya)
2017
12.6
İsveç Demokratları (İsveç)
2018
17.53
Jobbik (Macaristan)
2018
19.06
Kaynak: Yazarın derlemesi
karşılaştırılabilir olması, çeyrek yüzyıl sonra çok daha doğru. (Tablo 1)29 Aşırı sağın oylarındaki artış yalnızca ekonomik krizin, kemer sıkma önlemlerinin ve artan eşitsizliğin neden olduğu otomatik bir tepki değil. Ekonomik krize karşı muhtemel tepkilerden biri, zenginlere ve egemen sınıfa yöneltilmiş sınıf dayanışması ve öfke. Dahası, aşırı sağın ve faşistlerin yükselişi için bulunan kaba ekonomist açıklamalar, ekonomik büyüme yeniden sağlanıp bu güçler çökmediğinde silahsız kalıyor; hem Macaristan’da hem de Polonya’da GSYİH yılda %5 oranında artıyor, ama her iki ülkede de büyük faşist hareketler bulunuyor. Ekonomik indirgemeci açıklamalar aynı zamanda dar ekonomist siyasal tepkilere –yalnızca ücretler, çalışma şartları ve ücret kesintilerine odaklanmaya veya kemer sıkma önlemlerine karşı çıkan hükümetleri seçtirmeye– yol açıyor, faşist örgütlenmelere veya onların yayıp besledikleri ırkçı fikirlere meydan okumayı önemsiz gibi gösteriyor. Ekonomist açıklamaların aynadaki yansıması, aşırı sağın yükselişini “beyaz işçi sınıfının” varsayılan krizi gibi “kültürel faktörlere” bir tepki olarak konumlandırmak. 29 Vlaams Belang’ın (Flaman Çıkarı) Belçika genelinde yapılan federal seçimlerde aldığı en büyük oy oranı 2007’deki %12. Flaman Parlamentosu’nda aldığı en yüksek oy ise 2004 yılında bu seçimlerde birinci parti olduğunda aldığı %24,2’lik oy.
20
Ancak bu, yalnızca ırkçı savların neden siyasal gündemin merkezine yerleştiğini veya bu tepkinin neden faşist partilere oy vermeye dönüştüğünü açıklamakta yetersiz kalmıyor, aynı zamanda ırkçı savlara meydan okunamayacağını, onlarla yalnızca uzlaşılabileceğini ima ediyor. Burada ne ekonomist iddia, ne de idealist yaklaşım yeterli. Toplumun neoliberal yeniden yapılandırılmasının ekonomik etkisiyle, aşırı sağın büyümesi için ideolojik olarak daha uygun olan atmosfer arasındaki bağdaştırıcı halka siyaset; temelde egemen sınıfın büyük kısmının, özellikle de rıza üretmekten en çok sorumlu olan kurumların, neoliberal hegemonyanın krizine ırkçılık konusunda sağa doğru radikalleşerek tepki vermiş olmaları. Sonuç, neoliberal merkezi desteklemek bir yana, aşırı sağın fikirlerini daha kabul edilebilir hale getirmek oldu. Parti Sisteminin Krizi Neoliberal saldırıların ve eşitsizlik sarmalının etkisi, bunun yarattığı basınç ve kemer sıkma önlemleriyle birlikte, neoliberalizmin pazarın ve iş dünyasının çıkarlarını teşvik etmenin nüfusun büyük kısmına fayda sağlayacağı iddiasının içini boşalttı. Bu da bir siyasal sistem krizine dönüşerek, kendisini neoliberalizmle en çok özdeşleştiren partilerin –ister muhafazakâr ister sosyal demokrat olsun– toplumsal temellerinde ve seçmenlere ulaşımında zayıflamaya neden oldu. Bu bir yandan
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
soldaki “dışarlıklılar” için alan açarken diğer yandan aşırı sağın büyüyebileceği bir ortam yarattı. Kriz sosyal demokrat partileri özellikle ağır etkiledi. 2017 yılında yapılan Almanya federal seçimlerinde SPD 1949’dan beri aldığı en düşük oyu aldı. %20,5’luk oy oranı 1998’de aldığı oyun yarısıydı. 2012-2017 yılları arasında Fransa devlet başkanlığını elinde bulunduran Fransız Sosyalist Partisi’nin 2017 parlamento seçimlerinde aldığı oy %7,5’a geriledi. 2. Dünya Savaşı sonrası Hollanda’sında pek çok kez hükümette bulunan Hollanda İşçi Partisi’nin oyları 2017 yılında %6’nın altına düştü. İsveç’te ise Sosyal Demokratlar 2018 genel seçimlerinde birinci olsalar da, oyları 1920 yılından bu yana ilk kez %30’un altına düştü. Ancak muhafazakâr partiler de bu krizden etkilendi. Alman Hıristiyan Demokratları da 2017 seçimlerinde 1949’dan beri görülen en kötü sonucu alırken, Fransa’da sağın ana partisi olan Les Républicains (Cumhuriyetçiler) 2017 başkanlık seçimlerinde son tura kalamadı. 2. Dünya Savaşı Avusturya’sının ana muhafazakâr partisi olan Avusturya Halk Partisi, partiye olan desteğin azalmasını durdurmak için, yeni lider Sebastian Kurz’un önderliğinde –şimdi koalisyon kurup ülkeyi birlikte yönettiği– faşist FPÖ’nün programını benimsediği bir sağa kayış kumarı oynadı. Büyük partilerin krizi, onları azalan desteklerini korumak için ırkçılığa başvurmaya yöneltti ancak bu, aşırı sağa olan desteğin altını oymak bir yana, onların görüşlerini çok daha kabul edilebilir hale getirdi. İslamofobinin Yoğunlaşması 2000’li yılların başında ABD’nin öncülüğünde “Teröre karşı Savaş”ın başlamasından bu yana İslamofobi daha da kemikleşti ve çağdaş ırkçılığın en keskin ucu haline geldi. Ölçü olarak Müslüman kadınların giyimi konusunda bir tür yasal kısıtlama getiren AB devletlerinin sayısını alırsak bu rakam dokuza ulaştı. Bazı ülkelerde ulusal –Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Danimarka, Fransa, Hollanda ve İspanya– bazı ülkelerde ise yerel –Almanya ve İtalya– kısıtlamalar getirildi.30 Almanya’da “İslam Almanya’ya uygun değildir” sloganını ilk kullanan AfD değildi. 2011 yılında bunu söyleyen muhafazakâr Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU)’nun Federal İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich’tı.31 CSU’nun kendi evi olan Bavyera eyaletinde AfD ile rekabete giren, bir dönem Alman İçişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan CSU lideri Horst Seehofer de bir kez daha ilan etti: “İslam Almanya’ya ait değil”.32 2010 yılında, daha önce Berlin eyaletinin Maliye Bakanlığı
ve Bundesbank yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunmuş olan SPD’li Thilo Sarrazin yazdığı Deutschland schafft sich ab (Almanya Kendini Yok Ediyor) isimli kitabında savaş sonrasında Müslümanların Almanya’ya göç etmesini eleştirdi. Kitap bir milyondan fazla sattı. Fransa’nın 2007-2012 yılları arasında görev yapan sağcı cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin son derece ırkçı çağrışımları olan bir kelime olan racaille (pislik) olarak bahsettiği Arap ve Roman gençlerin kaldıkları evleri tazyikli suyla temizleyeceğine söz vermesi herkesçe biliniyordu. Sarkozy bir “Göç, Entegrasyon, Ulusal Kimlik ve Geliştirme Bakanlığı” bile kurdu. 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hem Sarkozy, hem de seçimin nihai galibi olan Sosyalist Parti’li rakibi François Hollande, Lille şehrinde belediyeye bağlı bir yüzme havuzunun, bazıları Müslüman olan bir grup kadına, yalnızca kadınlara özel bir su jimnastiği sınıfı açmasını “cumhuriyetçi değerlere” bir tehdit olarak nitelendirdi.33 Britanya’da sözde liberal-muhafazakâr olan Başbakan David Cameron, 2011 yılında Münih’te yapılan bir güvenlik konferansında “devlete dayalı çok kültürlülüğün” başarısız olduğunu söyledi ve “daha az pasif hoşgörüye” ve “çok daha aktif, kuvvetli bir liberalizme” ihtiyaç olduğunu söyleyerek Müslümanları “İngiliz değerleriyle” özdeşleşmeye çağırdı.34 Hem basın hem de anaakım siyasetçiler ve devlet, aşırı sağın fikirlerini meşrulaştırarak defalarca kez İslamofobiyi tırmandırdılar. Avrupa Kalesi ve Göçmenlere Karşı Savaş Irkçılığın yoğunlaşmasını daha da arttıran bir etmen de AB’nin sınır düzenlemelerinin genişlemesi ve tahkimatıydı. Stathis Kouvelakis AB’nin dış sınırlarının ve iç göçmenlik düzeninin gerçekliği konusunda etkileyici bir açıklama sunuyor. Kouvelakis “Avrupa Birliği sınırlarının çok içlerinde, AB devletlerinin onayladıkları uluslararası anlaşmalar tarafından korunan hakların artık uygulanmadığı “yersizleşmiş” bölgelerin –havaalanlarına ve diğer geçiş noktalarına yakın gözaltı merkezleri, şartların savaş bölgelerini hatırlattığı ‘geçici’ kamplar– çoğaldığını” kaydediyor.35 Göçmenlere, haklar hiyerarşisinde belirgin biçimde aşağıda konumdaki yabancılar olarak muamele etmek ırkçılığı besliyor ve aşırı sağın önerdiği otoriter çözümleri meşrulaştırıyor. Aşırı sağın yükselişi de, seçmenlerinin daha büyük kesimlerinin ırkçılara kaymasını engellemenin yolunun ırkçılığın tırmandırılması olduğuna inanan anaakım siyasal güçleri buna daha çok uyum sağlamaya itiyor.
30 Açık Toplum Adalet Girişimi, 2018.
33 Wolfreys, 2018, s. 34.
31 BBC, 2017; Davison, 2016.
34 BBC, 2011.
32 Independent, 2018.
35 Kouvelakis, 2018.
21
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Neoliberalizm, Irk ve Kültür Toplumun bir yandan neoliberal temelde yeniden biçimlendirilirken diğer yandan buna kemer sıkma önlemlerinin eşlik etmesi ve “herkese yetecek kadar yok” düşüncesinin yerleşik hale gelmesi, işçiler arasındaki rekabetin kızışmasına neden olabilir. Böyle düşünceler, özellikle onlara kolektif eylemin deneyimi ile meydan okunmadığında ırkçı bir doğrultuda seferber edilebilirler. Bu yalnızca işçi sınıfını etkilemez. Belirsizliğin ve eşitsizlik sarmalının fırtınasında, orta sınıfın bazı kısımlarını da sosyal statülerinin düşmesi korkusu sarabilir. Marksist sosyolog Oliver Nachtwey’e göre Almanya’da orta sınıf on yıllar süren yukarı yönlü sosyal hareketliliğin ardından şimdi “aşağı inen bir yürüyen merdivenin” tehdidi altında olduklarını görüyor: “Alman orta sınıfının geniş kesimleri için… artan gerçek bir felaketin tehdidi değil, bu felaket hakkındaki endişe. ‘Statüsünden endişe eden orta direk’ özellikle bir tür panikten mustarip. Pek çok insan kendi hayatlarındaki istikrarın sonuna gelindiği ve ‘çöküşün… tümüyle muhtemel olduğu’ düşüncesini taşıyor.”36 Bu düşünce, statüyü korumak için daha sert bir mücadeleyi getiriyor: Orta sınıf bir dereceye kadar, zayıflarla dayanışmayı bıraktı; kendini içeriye hapsederek güvenliğini oluşturdu. Daha önce belirli bir serbestlik varken şimdi ahlak, kültür ve davranış konularında daha sert fikirler geri döndü. “Kirlenme” ve “bulaşma” korkuları artan insanlar, alt sınıfların “paralel toplumu”yla aralarına mümkün olan en fazla mesafeyi koymaya ve ondan katı bir biçimde izole olmaya çalışıyorlar.37
Nachtwey’e göre: “Alt orta sınıflar için bu sert bir sosyal rekabet, müreffeh bir hayat mücadelesi ve yükselmekle güvenliğe dair hüsrana uğratılmış beklentiler, aşağı yönlü sosyal hareket korkusunun çok spesifik bir otoriterizm üretmesine ve sosyal çatışmanın ‘acımasızlaşmasına’ neden oluyor.”38 Daha genel anlamda, egemen sınıfların neoliberalizmi kabul etmesi ırkçılık tartışmasını yeni bir çerçeveye oturttu. Neoliberalizmin temel prensibi piyasanın, bireyin çabası ve yeteneği sayesinde ödüllendirildiği meritokratik bir toplum yarattığıydı. Başarısızlık bireyin hatasıyken, daha düşük gelir seviyeleri veya mahkûmların daha yüksek bir oranını oluşturmak gibi kolektif eşitsizlikler kapitalist toplumun ırkçı kurumlarından değil, belirli toplulukların içerisindeki kültürel pratiklerden kaynaklanıyor olmalıydı. Neil Davidson ve Richard Saull’un işaret ettiği gibi “‘Meritokratik’ neoliberal öznelliğe uygun olmadığı aşikâr olan davranışsal özellikleri açıklamak için geriye yalnızca kültür kaldı.”39 36 Nachtwey, 2018, s. 133. 37 Nachtwey, 2018, s. 150.
Trump’ın Desteği Aşırı sağ bir retoriği ve katı milliyetçi bir ekonomik programı benimseyen Donald Trump’ın Beyaz Saray’a seçilmesi de Avrupa’daki aşırı sağcılara ve faşistlere muazzam bir destek verdi. Dahası, Macaristan’da Orbán’ın hükümeti, Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi veya Rusya’da Vladimir Putin’in otoriter rejimi gibi “liberal olmayan” hükümetlerin ortaya çıkması, liberal demokrasiye meydan okumak için daha başka referans noktaları sunuyor. Uluslararası manzara ile bu partiler arasındaki ilişki geçmişte çok daha farklıydı. Örneğin Britanya’daki Ulusal Cephe (NF)’nin 1970’lerdeki gelişimi sırasında dünyada faşizm geriliyordu; İspanya’da Franco’nun diktatörlüğü ve Portekiz’deki otoriter hükümet 1970’lerde devrilmişti, Fransız Ulusal Cephesi ise 1981 başkanlık seçimlerine katılmak için toplaması gereken imzaları toplamayı başaramamıştı. NF 1970’lerde çevresindeki ülkelere baktığında izole olmuş hissediyordu.40 Bugünkü faşistler ise onlara öğrenecekleri ve taklit etmeye çalışacakları paha biçilemez deneyimler sunan bir uluslararası manzara görüyorlar. 21. Yüzyılda Faşizm Marine Le Pen: Faşizmden Vazgeçilmesi mi? Geniş kesimlerin sahip olduğu bir düşünceye göre, 2011’de babasının yerini alarak Ulusal Cephe’nin lideri olan Marine Le Pen’in yönetimi altında parti eski faşizm yardakçılığından koparak daha geleneksel “ulusal-popülist” bir parlamento partisi haline geldi. Ancak Marine Le Pen FN’nin kamuoyundaki konumunu yeniden düzenleme girişiminde bulunmuş olsa da, bu, partinin itibarını arttırmak ve partinin potansiyel desteğini genişletmek için yapılan tamamen taktiksel bir hareketti. FN’nin başkan yardımcısı ve Marine Le Pen’in partneri olan Louis Aliot 2013’te şöyle demişti: “Sokakta parti broşürü dağıtırken cam tavanın ne göçmenlik ne de İslam olduğunu fark ettim… İnsanların bize oy vermesini engelleyen şey Yahudi düşmanlığıydı… Marine Le Pen de onu tanıdığımdan beri buna katılıyordu.”41 Le Pen, Ulusal Cephe ile Yahudi düşmanlığı arasına mesafe koymaya çalıştı ve hem Fransız Cumhuriyeti’ni hem de “cumhuriyetçi değerleri” benimsediğini iddia etti. Ancak Le Pen’in konuşmalarını ve röportajlarını incelemeye girişen Fransız filozof Michel Eltchaninoff, onun Yahudi düşmanlığını lafta reddederken, konuşmalarında “Yahudi düşmanı söylemin çeşitli retorik unsurlarının” bulunduğuna işaret ediyor. İlk olarak, Le Pen’in ana temalarından biri, ulusal devlet ile Nazizm ve Stalinizmle benzer bir liberal “totaliterizm” olarak 40 Rosenberg, 1988.
38 Nachtwey, 2018, s. 198. 39 Davidson ve Saull, 2017, s. 715.
22
41 Palheta, 2017.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
tanımlanan “küreselciliğin” güçleri arasında olduğunu düşündüğü karşıtlık. Le Pen, 2012’de şunları söylüyordu: Sağdan ve soldan küreselciler, piyasanın yasaları tarafından yönetilen evrensel bir imparatorluk planını oldukça açık bir şekilde el üstünde tutuyorlar. Düşmansız bir dünya ruhani mitinin ve yalnızca maddiyatçı olarak hayal edebildikleri mutluluğun arkasında acımasız bir ideoloji, totaliter bir ideoloji, canavarca planı tüketimin kölesi kılınmış, üretimin ise yalnızca onların kâr edebildiği birkaç büyük şirket ve bankanın yararına yapıldığı bir gezegen olan, piyasa temelli bir ideoloji yatıyor.42
Le Pen görünüşte antikapitalist olan bu argümanı, piyasanın zaferinin insanları kitlesel göçlerle köklerinden kopardığı, kimliklerini ve kolektif tarihle bağlantılarını parçalayıp onları zayıf ve “birbirinin yerine geçebilir” hale getirdiği iddiasına bağlıyor.43 Sonuç ise “ulusun sulandırılması, ailenin zayıflaması, ulusal dayanışmanın ortadan kalkması, kimliğimizin ve köklerimizin reddedilmesi, hafızamızın silinmesi, çaba, iş, erdem, cesaret ve doğruluk değerlerinin hor görülmesi.”44 Bu demagojik sahte antikapitalizm neoliberalizm çağında işçilere dayatılan ıstıraplara olan hoşnutsuzluğu kontrol altına almaya ve onu küreselleşmenin yüzü olduğunu anlattığı göçmenlere yöneltmeye çalışıyor. Ancak sağlıklı, homojen ulusları kitlesel göç yoluyla yozlaştırmaya çalışan “küreselci” hamlenin arkasında kim var? Onlar demokrasi sahtekârlığının arkasındaki gizemli “baskı grupları” ve “özel çıkar grupları” tarafından kontrol edilen finans dünyası. Eltchaninoff, Le Pen’in Yahudi isimlerden bahsederek, böyle gizemli ve kudretli güçlerin kim olduğunu düzenli olarak ima ettiğini de belirtiyor. Dolayısıyla Le Pen açıkça Yahudi hâkimiyeti iddiasında bulunmaktan kaçınsa da, neredeyse tamamen “Yahudi karşıtı retoriğin söylemlerini” kullanıyor: Açık olan şu ki, onun sözlerinde Yahudi düşmanı dinleyici veya okuyucu kendi takıntılarını besleme ihtiyacını bulacak. Düşüncelerini saklamaya alışkın olduklarından imaları ve çağrışımları sezmekten hoşlanacaklar ve boşlukları kendileri dolduracaklar. Aynı zamanda, Yahudi düşmanı olmayan dinleyici de bu söyleme katılabilir, ancak sosyo-ekonomik Yahudi düşmanlığına dönmeye yalnızca bir adım uzaktadır.45 42 Eltchaninoff, 2018, s. 66. 43 Marine Le Pen, Aktaran Eltchaninoff, 2018, s. 67.
Le Pen’in açık ve merkezi hedefi Fransa’nın Müslüman nüfusuyken, Ethan B Katz’in gözlemlediği gibi Müslümanlara saldırırken, tekrar tekrar Yahudi “farklılığını” hatırlatır, hem Müslümanları hem de Yahudileri bölmeyi amaçlar. Örneğin Le Pen Ekim 2016’da ve tekrar Şubat 2017’de “dikkat çekici dini işaretlerin” yasaklanması çağrısı yaptığında, yalnızca Müslümanların başörtüsünden değil aynı zamanda Yahudilerin kipasından da bahsetti, bunun pek çok Fransız Yahudisinin İslam’ı yenmek için yapmaya hazır olacağı “küçük bir fedakârlık” olduğunu söyledi. O aynı zamanda Avrupa dışındaki bir ülkeden çifte vatandaşlığı olan Fransız vatandaşlarının bu vatandaşlıklardan ya birini ya diğerini seçmeleri talebinin, ilk olarak Kuzey Afrika bağlantılı Müslümanlara yöneltilse de İsrail çifte vatandaşlığına sahip Fransız Yahudilerini de kapsadığını açıkça belirtti.46 Böyle sadakat testleri, Fransız Yahudilerinin başka bir ulusa sadık olduğu şüphesini sürdürmek için tasarlanıyor. Le Pen’in Siyonizme açık desteği, Yahudi düşmanlığı suçlamasını saptırmak için bir strateji, ama yalnızca hileden ibaret değil. Yerleşimci-sömürgeci, ırksal olarak dışlayıcı ve batı emperyalizminin son derece militarize olmuş bir müttefiki olan, “radikal” İslamcı hareketlerden ve devletlerden alışıldığı şekilde varoluşsal tehditler alan İsrail, Le Pen’in dünya görüşüne son derece elverişli. Dahası, Yahudi İsrail vatandaşları, sözde “küreselleşme” güçlerini teşvik eden habis ve “kozmopolit” Yahudilerin karşısına, kendi ulus devletlerine yerleşmiş iyi ve “ulusal” Yahudiler olarak konulabilir. Böylelikle, Siyonizme destek hiçbir şekilde Yahudi düşmanlığına engel olmaz. Le Pen’in “zehirli bir parti olmaktan çıkma” stratejisinin ikinci ayağı cumhuriyetçi retoriği benimsemek oldu. Tarihsel olarak Fransız faşist geleneği Fransa cumhuriyetine karşıtlık içinde olmuştu. Le Pen şimdi 2007 başkanlık seçimlerinde babası tarafından kullanılmaya başlayan bir temayı sürdürüp güçlendirerek, FN’nin “büyük bir cumhuriyetçi parti” olduğunu iddia ediyor.47 Yukarıda da belirtildiği gibi otoriter ırkçılığa giderek daha fazla uyum sağlayan anaakımın radikalleşmesi böylesi bir hamleyi mümkün kılıyor.48 Tüm bunların yanı sıra Marine Le Pen hâlâ belirli aralıklarla kasıtlı provokasyonlarda bulunuyor. Camilerde yeterli yer olmaması nedeniyle sokaklarda namaz kılan Müslümanları Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesine benzetti ve aynı yıl içinde hükümet sokakta namaz kılmayı yasakladı.49 Elbette böyle açıklamalar
44 Eltchaninoff, 2018, s. 69.
46 Katz, 2017.
45 Eltchaninoff, 2018, s. 117. Ethan B Katz 2014’te yapılan bir araştırmanın 2012’de Le Pen’e oy verenlerin Yahudilerin ekonomide, medyada ve siyasette çok fazla gücü olduğuna ve dünya çapında Siyonist bir komplonun varlığına, diğer Fransızlara kıyasla iki kat fazla inandıklarını gösterdiğini belirtiyor. Katz, 2017.
47 Eltchaninoff, 2018, s. 81. 48 Wolfreys, 2017. 49 Daily Telegraph, 2010.
23
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
yalnızca Müslümanları şeytanlaştırmaya değil aynı zamanda Nazi işgalini önemsizleştirmeye de hizmet ediyor. 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Le Pen, Vichy rejiminin 1942 yılında 13.000’den fazla Yahudi’yi yakalamasından –yakalananlar nihai olarak Auschwitz’e gönderilmişti– Fransa’nın hiçbir şekilde sorumlu tutulamayacağını açıkladı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyası sırasında böyle bir argüman kullanmak saygıdeğerlik ile tabanı sertleştirmeye yönelik planlı müdahalelerin birlikte kullanıldığı bir stratejiyi akla getiriyor. Böyle çıkışlar oy kayıplarına neden olsa da Jean Marie Le Pen’in Ulusal Cephe liderliğinden ayrılması onlara son vermedi. Almanya İçin Alternatif: Bir Melez Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif) hızla büyüdü ve sağa doğru radikalleşti. 2013 yılında Avro’ya karşı olan ve AB’yi eleştiren sağcı akademisyenler tarafından kurulan partide en baştan beri faşistlerden oluşan küçük bir çekirdek vardı ama başlangıçta açıkça ırkçı bir söylemden kaçınmıştı.50 AfD ile siyasal hayatına AB karşıtı bir parti olarak başlayan Britanya’daki UKIP arasında paralellikler bulunuyordu. AfD dışındaki Naziler tarafından 2014 yılının sonlarında başlatılan kitlesel ırkçı ve İslamofobik bir sokak hareketi olan Pegida’nın yükselişi, ırkçılığı AfD’nin siyasal çağrısının merkezine yerleştirmek isteyenleri canlandırdı ve partinin ilk lideri Bernd Lucke’nin görevden çekilmesini ve yerini açık açık sınırı geçen mültecilerin vurulması gerektiğini söyleyen Frauke Petry’nin almasını sağladı.51 Pegida ve AfD’nin radikalleşmesi, etkisi ve kendine güveni artan partinin faşist kanadını güçlendirdi. Mart 2015’te AfD’nin faşist kanadının liderleri Björn Höcke ve André Poggenburg “Erfurt Bildirgesi”ni yayınlayarak parti üyeliklerinin açık Nazilerin alanına açılması çağrısında bulundular. Eski bir Hıristiyan Demokrat siyasetçi ve AfD’nin faşist kanadının önde gelen şahsiyetlerinden biri olan –şimdi AfD’nin eş liderlerinden biri– Alexander Gauland bildirgeyi vakit geçirmeden imzaladı. Bildirge AfD’nin giderek daha fazla “düzen siyasetine” uyum sağladığını iddia ediyor ve bunun yerine onun “düzen partilerine karşı yurtsever bir alternatif… geçtiğimiz on yıllardaki sosyal deneylere –toplumsal cinsiyet perspektifinin anaakım hale getirilmesine, çok kültürlülüğe, gelişigüzel çocuk yetiştirmeye vb– karşı çıkan halkımızın hareketi ve… Alman egemenliğinin ve kimliğinin içinin daha da boşaltılmasına karşı bir direniş hareketi” olması gerektiğini iddia ediyordu.52 Bu AfD’nin sert bir faşist çekirdek geliştirme kapasitesi olan radikal bir dışarlıklı olma
24
konumunu sürdürmesi çağrısıydı. Erfurt Bildirgesi’yle eşzamanlı olarak AfD’nin faşist kanadını örgütlemek ve bu görüş için mücadele etmek amacıyla, parti içinde bir grup; “Der Flügel” (Kanat) kuruldu. AfD’nin 2015 kongresi, partiye katılmaları daha önce engellenen Nazi NPD’nin veya Republikaner’in eski üyelerinin AfD’ye katılmalarının önünü açtı.53 Faşistlere bu şekilde açılmak, 2018 yılında Gerard Batten parti lideri olana ve partiyi Futbol Delikanlıları İttifakı (FLA) ve Tommy Robinson etrafındaki İslamofobik bir sokak hareketine yöneltene kadar, UKIP’te gerçekleşmedi. Bu partinin kuruluşundan çeyrek asır sonra oldu. AfD’de ise bu gelişme birkaç yıla sıkıştı. Şimdi AfD faşist kaynıyor ve onların varlığı neoliberal ve Avro karşıtı kanadı daha da önemsizleştiriyor. Ancak parti melez olma özelliğini koruyor, ırkçı neoliberallerin, ulusal muhafazakârların ve faşistlerin birleşimi. Ama sonuç olarak ilk iki grup faşistlerle birlikte çalışmaya istekli. Faşist kanadın destekçilerini sertleştirmek için yaptığı provokatif açıklamalar onların artan güvenlerini gösteriyor. Örneğin Höcke 2017 yılının başlarında partinin gençlik örgütüne yaptığı kasıtlı olarak provokatif konuşmada “hatırlama siyaseti” olarak adlandırdığı kavrama saldırdı ve Berlin’deki Holokost Anıtı’nı kastederek: “Biz Almanlar … dünyada başkentlerinin merkezine bir utanç anıtı diken tek halkız” dedi.54 Gauland da benzer bir şekilde AfD’nin gençlik örgütüne “Bin yıldan fazla süren başarılı Alman tarihi içinde Hitler ve Naziler yalnızca kuş pisliğidir” demişti. Nazi döneminin önemsizleştirilmesinin ve görecelileştirilmesinin klasik bir örneği.55 Faşistlerin artan etkisi, Petry’nin partinin seçmen desteğini tehlikeye düşüreceği korkusuyla faşist kanatla çatıştıktan sonra istifa etmesine neden oldu. Partiyi akademik açıdan izleyen Matthias Quent, Petry ve Höcke arasındaki gerilimin iki rakip stratejiyi yansıttığını savunuyor: Petry partiyi olası bir koalisyona yönlendirmeye çalışıyor ve Höcke ise AfD’yi, bir hareket partisi, yeni sağcı kavramları toplumsal olarak kabul edilebilir kılmakta kullanılabilecek bir araç olarak görüyor. … Ona göre parlamentarizm amaca götüren bir araç… Bu basit bir “onlara karşı biz” mantığının ötesine geçip, doğrudan Nasyonal Sosyalizm’in retoriğine giriyor.56 53 AfD konusunda zihin açıcı bir tartışma için bk. Suzi Weissman’ın Volkard Mosler, Gabi Engelhardt ve Einde O’Callaghan ile yaptığı röportaj, “Yüzeyin Altında”, www.kpfk.org (16 Eylül 2018)
50 Mosler, 2013.
54 Dearden, 2017; Deutsche Welle, 2017.
51 Deutsche Welle, 2015.
55 Deutsche Welle, 2018.
52 Henning, 2016.
56 Taube, 2017.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Parti liderliğinde Petry’nin yerini, partinin iki farklı kanadını, sırasıyla faşist ve ulusal muhafazakâr kanatlarını temsil eden Gauland ve Alice Weidel aldı. Ancak şart, ikincinin ilkini kabul etmesiydi. AfD’nin faşist kanadı işçiler arasında da örgütlenmeye çalışıyor. Örneğin Höcke Nisan 2018’de Eisenbach’taki fabrikalarının kapanması ihtimaliyle karşı karşıya kalan otomotiv işçilerinin yaptığı bir eylemde ortaya çıktı. İşçiler onu kovaladılar. Onlar aynı zamanda önemli fabrikalardaki iş konseyi seçimlerinde de aday çıkarmaya çalışıyorlar ama sınırlı bir başarı sağlayabildiler.57 Yakın zamanda Höcke ile yapılan röportajlardan oluşan bir kitap; Nie Zweimal in Demselben Fluss (Aynı Nehirde İki Kere Asla) faşist kanadın projesi hakkında daha büyük bir netlik sağlıyor. ABD’deki Jacobin dergisindeki bir yazıya göre kitapta Höcke “demokrasinin dejenerasyonunun son aşamasını yaşıyoruz … ve bunu mutlakçı bir otokrasi aşaması izleyecek.” iddiasında bulunuyor.58 Höcke bu amaca ulaşmak için üçlü bir strateji öneriyor: 1) Seçim temelli bir siyasal partinin inşası, AfD, 2) Pegida veya 2018 yazında Nazilerin liderliğinde Chemnitz’de sokaklara dökülen güruh gibi sokak hareketleri, 3) Devletin ve güvenlik aygıtının, harekete yakın olan kesimleri. AfD’nin yükselişi ve hızla sağa doğru radikalleşmesi, anaakım partiler tarafından ırkçı siyaset için yaratılan son derece uygun atmosferin bir yansıması. Bu atmosfer daha sert faşist projelerin büyümesi için alan açarken, onların etrafındaki “güvenlik kordonunu” da, muhafazakâr partilerin bazı kesimlerinin yalnızca bu partilerin ırkçılığını taklit etmekle kalmayıp, işi faşistlerle örgütsel olarak işbirliği yapmaya ve hatta aynı parti içinde birlikte var olmaya kadar götürebilmesine olanak sağlayacak kadar yıprattı. Sandıklarda Ve Sokaklarda Faşizm: Nabız Yoklamak Bugünün seçim odaklı faşistleri, Mussolini veya Nazilerin 1920’lerde ve 1930’larda geliştirdiği paramiliter örgütlenmelere benzer kurumlara sahip değiller. İstisnalar da var. Hem Yunanistan’da Altın Şafak hem de Macaristan’daki Jobbik kayda değer paramiliter örgütlenmeler geliştirdiler ve bunun sonucu olarak klasik faşizm modeline çok daha yakınlar. Gerçi son zamanlarda Jobbik bir “Avrofaşist dönüş” gerçekleştirip daha saygıdeğer bir imaj çizmeye çalışıyor.59 Ancak bu seçim odaklı faşist partilerin sokakları ele geçirmek için bir çaba göstermediği veya daha küçük Nazi sokak çeteleriyle hiçbir ilişkileri olmadığı anlamına gelmiyor. Fransa’daki Ulusal Cephe/ 57 Bk. Blauwhof, 2018.
Ulusal Birlik açıktan sokak savaşına giren ekipleri seferber etmiyor ama görünüşte parti toplantılarını ve liderlerini korumak amacıyla kendine ait oldukça büyük bir güvenlik gücünü muhafaza ediyor. Bu güç en az yüzlerce kişiden oluşuyor ve paramiliter temellerde örgütleniyor. Aynı zamanda bu güvenlik gücünün Groupe Union Défense ile veya 2013’te Nazilerin genç antifaşist Clément Méric’i öldürmesinin ardından yasaklanan Jeunesses Nationalistes Révolutionnaires gibi daha küçük Nazi gruplarıyla da bağlantısı bulunuyor. AfD aynı zamanda kendi bayrağı altında sokak eylemlilikleri için nabız yoklayarak, örneğin 1 Mayıs gösterileri örgütledi. AfD’nin Mayıs 2018’de Berlin’deki eyleminin örgütleyicisi Guido Reil, bunun ikili bir strateji olduğunu açığa kavuşturdu: “Biz alternatif bir partiyiz ve bu yüzden bazı şeyleri diğer partilerden farklı şekilde yapıyoruz. Parlamentoya paralel olarak sokaklara çıkıyor ve üyelerimize ve destekçilerimize aktif bir şekilde katılım şansı veriyoruz.”60 Geçtiğimiz on yılda aynı zamanda İslamofobiyi merkez alan ırkçı sokak hareketlerinin ortaya çıkışına tanık olundu. Britanya’da bu ilk olarak EDL daha yakın zamanda FLA biçimini alırken şimdi hareket giderek artan bir oranda Tommy Robinson’a odaklanıyor. Başlangıçta FLA Robinson’u uzak tutmaya çalıştı, bunun nedeni temel bir anlaşmazlık değil, Robinson’ın aşırı sağ ile bağlantılı olmama iddialarını baltalayacağı düşüncesiydi. Ancak hareket hızla radikalleşti ve Robinson merkezi bir figür olarak öne çıktı. UKIP ise hareketi kendi eksenine çekerek yeniden örgütlenmeye çalışıyor.61 Robinson’un etrafındaki bugünkü hareket uluslararası aşırı sağ ve faşist gruplarla daha açık bağlantılara sahip ve öncüllerinden daha ideolojik. Alternatif sağ gençlik hareketi Kimlik Kuşağı’nın üyeleri pek çok gösteriye katılırken, Hollandalı İslamofobik Geert Wilders, Vlaams Belang partisinin lideri Filip Dewinter ve Steve Bannon mitinglerinde konuşma yaptı. Günümüzde faşistler Hitler’in ve Nazilerin geçmişte sokakta olduğundan çok daha zayıflar ama bu seçim odaklı faşistlerin embriyo düzeyinde de olsa sokağa dönmeye ve daha büyük sosyal krizin ve burjuva siyasetinin sağa doğru daha radikalleşmesinin yaratacağı daha uygun koşullarda paramiliter kanatlar geliştirmeye çalışmayacağı anlamına gelmiyor. Muhafazakârlar, Aşırı Sağ ve Faşizm Bugünkü faşistlerin çoğunun seçimlerdeki gücüyle sokaklardaki genel güçsüzlükleri arasındaki orantısızlık, onların liderliklerinin bir bölümü için liberal demokrasinin altını oymayı ve onu ezmeyi hedefleyen uzun dönemli stratejilerini terk etme ve bu düzende bir yere razı olmaya yönelik bir cazibe yaratabilir.
58 Tschekow, 2018.
60 Chase, 2018.
59 Bk. Byrne, 2017; Bíro-Nagy ve Boros, 2016.
61 Walker ve Halliday, 2019.
25
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
İtalya’da eski İtalyan Sosyal Hareketi (MSI) 1990’larda buna benzer bir süreç yaşadı. 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında benzeri olmayan bir vaka olan MSI, açıkça Mussolini’nin rejimi ile özdeşleşti ve İtalya’nın güneyinde kendisine bir oy tabanı yaratmayı başardı, genel seçimlerde düzenli olarak %5-8 oranında oy alıyordu. Ancak Hıristiyan Demokratlar’ın egemenliği nedeniyle bir makam elde edemediler. 1990’ların başında, tüm eski egemen partilerin çöküşüyle aniden MSI için elli yıllık dışlanmışlığı son erdirerek siyasete ve hükümete girme fırsatı oluştu. Adını Alleanza Nationale (AN) olarak değiştirerek Silvio Berlusconi’nin Forza Italia partisi ve Kuzey Birliği ile birlikte koalisyona girdi. Bunun bedeli demokrasiye sadık olduğunu ilan etmekti. AN kendisinin “post-faşist” muhafazakâr bir parti olduğunu açıkladı. Ancak onun dönüşümü ile ilgili her zaman bir muğlâklık vardı, üyelerinin çoğunluğunun eski davaya bağlı kaldığına dair kanıtlar bulunuyordu.62 Daha sonra AN dağılırken ondan ayrılan gruplardan biri olan, İtalya’nın Erkek Kardeşleri (FdI) faşist partinin yeniden inşası görevinin sürdürücüsü olarak ortaya çıktı. Avusturya’daki FPÖ’de 2000’lerin ilk yarısında, Jörg Haider’in liderliğinde hükümete girdi, bunu partiye olan desteğin hızla düşmesi ve partinin bölünmesi izledi. O zamandan beri parti kendisini çok daha katı bir temelde yeniden inşa etti ve partinin önde gelen faşist kadroları onun daha sonraları Avusturyalı muhafazakârlarla kurduğu iktidardaki koalisyonda merkezi bir rol oynadılar. Avusturyalı sosyalist David Albrich’in açıkladığı gibi, FPÖ gelecekte sokak savaşı yürütecek kanadının örgütlenmesine daha uygun bir ortam sağlamak için, devleti daha otoriter ve açıktan ırkçı bir hatta yeniden biçimlendirmeye çalışma stratejisi izliyor.63 Muhafazakârlarla faşistlerin etkileşimi ve birbirlerini etkilemeleri, karşılıklı bir durum. İtalya’da seçimleri temel alan faşist bir gücün yeniden ortaya çıkışı veya Avusturya’da iktidarda bulunan koalisyonun bir parçası olan FPÖ’nün son zamanlardaki daha başarılı çabaları, hareketinin yönünün, anaakımın radikalleşmesinin faşistleri projelerinden vazgeçirmesi yerine onlara ilerlemek için daha fazla alan açtığının bir ifadesi. Faşist Örgütlerin Zayıflıkları Kök salmaya çalışan faşist partilerin temellerinde yer alan, yerleşik bir zayıflıkları var. 1. ve 2. Dünya Savaşı arasındaki dönemde bile faşizmin; egemen sınıfı faşistlerle iş yapabileceği konusunda rahatlatmak da dâhil olmak üzere, saygıdeğer bir dış görünüş öne sürmesi ile kendi örgütlerini inşa etmesi ve kendi destekçilerini harekete geçirmesi arasında bir gerilim mevcuttu. Faşistler ilerleme kaydederken, anaakımın içerisinde faaliyet göstermeleri 62 Bk. Wolfreys, 2013. 63 Bk. Albrich, 2019.
26
ve faşist kadrolar yaratmak için dışarlıklı konumlarını korumaları çok daha kolaydır. Eğer elde edilen kazançlar açık ve elle tutulur ise, siyasal ittifaklar oluşturmak için bulunulması gereken fedakârlıklara veya destek toplamak için anaakıma girmek için ödenecek bedele tahammül edilebilir. Ancak içinden çıkılmaz bir duruma girildiği veya desteğin kaybedildiği duygusu, birbiriyle çatışan unsurların örgütü iki uçtan çekiştirmeye başlamasına neden olur. 1933’te iktidara gelmelerinin bile öncesinde, Hitler ve Naziler bir dizi iç isyanla sarsılmışlardı. Bunu iki olay özetler, bunlardan ilki Stennes isyanıydı. Bu isyan, parlamentoya erişim sağlayabilmek için yasal bir cilaya -en azından şifahen- bağlı kalarak, geleneksel muhafazakârlarla uzlaşmaya yönelik istek ile partinin siyasal liderliğine karşı sabırsız bir yaklaşım benimseyen SA’nın sokak çeteleri arasındaki gerilimi gösteriyordu. Bu gerilim 1930 Reichstag seçim kampanyasında açık çatışmaya dönüştü. Walter Stennes’in liderliğindeki Berlin SA’sı, kendilerine para ile özerklik verilmemesinden ve seçimlerde partinin aday listesinde yer almamalarından duydukları kızgınlığın etkisiyle parti liderliğine karşı isyan ettiler. SS muhafızlarının hakkından geldikten sonra Nazi partisinin Berlin’de bulunan bölgesel bürolarını yağmaladılar. Ian Kershaw’ın kaydettiği gibi: Kriz, parti örgütü ile SA arasında olan, NSDAP’ye içkin yapısal çatışmayı, yalnızca taşma noktasına getirdi, bu son kez olmayacaktı. Bu “parti neferlerinin” “sivillere” karşı hissettiği küçümseme… daimiydi. Onların parti örgütüne tabi olduğuna dair yapılan düzenli hatırlatmalar, gidişatın en sert olduğu yerlere gidenlerin, Komünistlerle ve Sosyalistlerle olan sokak savaşlarında zayiat verenlerin kendileri olduğunu hisseden fırtına birlikleri tarafından her zaman sineye çekilmiyordu.64
Hitler isyanı bastırmak için doğrudan SA’nın liderliğini devralmak ve kendi kişisel otoritesini onları pasifleştirmek için kullanmak zorunda kaldı. Nazilere desteğin yükseldiği koşullarda böylesi gerilimler kontrol altına alınabilirdi. Ancak Nazi partisini sarsan en büyük kriz, parti iktidarı almanın eşiğindeyken meydana geldi. Naziler Temmuz 1932’de yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıkmış ve oylarını neredeyse iki katına çıkarmış olsalar da, başkan Paul von Hindenburg’un başlangıçta Hitler’i şansölye yapmayı reddetmesiyle iktidar yolu tıkandı. Kasım ayında yapılan ve partinin kaynaklarının muazzam ölçüde kullanılmasına neden olan ikinci bir seçimde Nazi oylarının 1928’den beri ilk kez düştüğü gözlendi. Bu koşullarda Nazi liderliğindeki ikinci en önemli figür olan Gregor Strasser, Nazileri iktidardaki koalisyonda tali bir konuma sokmaya çalışan muhafazakâr otoriter Franz von Papen ile bağımsız müzakereler başlatmaya çalıştı. 64 Kershaw, 1998, sf. 346-347.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Strasser Nazi partisinin Münih darbesi bozgununun ardından, 1924-25’ten itibaren gerçekte sıfırdan yeniden inşa edilmesinin sorumlusuydu. Nazilerin çabalarının karşılığında bir sonuca ulaşılamadığını gördüklerinde dağılmaya başlayacaklarına inanıyordu ve Hitler’in kendi şansölyeliğinin kabul edilmesi konusunda Alman egemen sınıfıyla giriştiği ya hep ya hiç kumarının başarısızlığa mahkûm olduğu sonucuna varmıştı. Strasser yanılıyordu ve Hitler onu istifaya zorladı.65 Eğer Alman Komünist Partisi (KPD) Nazileri yalnızca muhafazakâr-otoriter partilerden biri olarak görmek ve sosyal demokratik SPD’yi “sosyal-faşist” diye nitelendirerek reddetmek yerine onun bazı kesimlerini Nazilere karşı birleşik bir cephede seferber edebilseydi, böylesi gerilimler büyüyebilirdi. Bu Nazilerin gelişmesini frenleyebilir, onları açık bir krize iterek iktidar yollarını tıkayabilirdi. Bunun yerine KPD’nin sekterliğinin ve SPD liderliğinin Alman devletine ve onun demokratik debdebesine dair yanılsamalarının bileşimi Nazilerin her krizden kurtulmasını sağladı. Eğer bu durum “klasik faşizm” için geçerliyse, aktif tabanı seçimlerdeki çeperine oranla çok daha küçük olan günümüzün seçim temelli faşizmi çok daha korunmasız durumdadır. Onlar saygın bir imaj çizerek oy kazanmaya çalışmakla, eylemci faşist çekirdeğin daha radikal ve provokatif bir tutum alarak gerçek programlarını açıkça ilan etmesi veya en azından eylemcilerin bunu ifade etmelerine izin verilmesi talebi arasında sıkışmış haldeler. Faşist çekirdek, kamusal olarak söz söylemesinin bir süre engellenmesini kabullenmeye razı gelebilir. Ancak anti-faşistlerin uzun süreli ve etkili eylemliliklerinin, faşistlerin itibar iddialarını aşındırdığı ve daha ılımlı seçmen çeperi ile daha sert faşist çekirdeği arasında bir ayrım yarattığı ve böyle bir kısıtlamanın sonuç vermediği bir durumda hayal kırıklıkları patlak verebilir; seçim stratejisi ile en çok özdeşleşenler ile kendisini faşist projenin sürdürülmesine en çok adayanlar arasındaki iç gerilim açığa çıkarak örgütün parçalanması tehdidini yaratabilir. Nasıl Bir Antifaşizm? Liberal Merkezle İttifaka Hayır Aşırı sağın ve faşistlerin yükselişine verilen tepkilerden biri, sol ve neoliberal merkez arasında daha büyük bir tehlikeye karşı gerekli olan “ehvenişer” bir ittifaka gitme isteği. Solcu bir yazar olan ve Jeremy Corbyn’i destekleyen Paul Mason sosyalistlerin “merkez ile taktiksel ittifaklar kurduğu yeni bir stratejinin” uygulanması gerektiğini savunuyor. Mason’a göre sosyal adaletin esas düşmanı artık neoliberal seçkinler değil, “mültecileri denizde boğan, Müslümanlara pedofil diyerek kara çalan ve kürtajı suç haline getirecek olan insanlar.”66 65 Kershaw, 1998, sf. 395-403. 66 Mason, 2018.
Böyle bir yaklaşımda üç sorun var. İlk olarak mültecileri Akdeniz’de boğan ve aşırı sağın içerisinden geliştiği uzun süreli bir İslamofobi kampanyası yürüten tam da bu neoliberal seçkinlerdi. Onlar, bunu toplumun neoliberal temellerde yeniden biçimlendirilmesini yönetip, nüfusun büyük kesimleri için devasa hoşnutsuzluk ve belirsizlik alanları yaratarak yaptılar. Liberal merkezle ittifak kurmak, faşistlerin ve aşırı sağın solu düzenle özdeşleştirmesine ve kendilerini yanlış bir biçimde tek gerçek alternatif olarak sunmasına imkân verir. İkincisi, neoliberal merkezle uzlaşmak, kitlesel eylemlilikleri önemsiz gibi göstermek ve faşistleri durdurmak için devlet gibi var olan kurumlara bel bağlamak anlamına gelir. Oysa devlet derinlemesine bir biçimde ırkçılık üzerinden biçimlendirilmiştir ve neredeyse her zaman solu faşistlerden daha büyük bir tehdit olarak görür. Bu argümanın daha güncel bir versiyonu, Avrupa Birliği’nin öldürücü ırkçılık ve faşizme karşı bir savunma duvarı olduğu inancı. Ancak gördüğümüz gibi AB’nin kendisi de, neoliberalizm, kemer sıkma ve ırkçılığın zehirli bileşimini gerçekleştirmeye çalışması yüzünden, ırkçılığın ve faşizmin ürediği etkili bir kuluçka makinesi işlevi görüyor. Bu durum çoğunlukla aşırı sağdan korktukları için AB’ye yönelik böyle yanılsamaları olan insanların anti-faşist bir hareketin merkezinde olamayacaklarını anlamına gelmiyor, ancak hareket böyle fikirleri temel alamaz. Örneğin Brexit travmalarının işçi sınıfını ve solu böldüğü Britanya’da “Başka Bir Avrupa Mümkün” gibi AB yanlısı sol gruplara karşı, ırkçılık ve faşizm karşıtı hareketin “Brexit’i Durdurmak” temelinde seferber edilemeyeceğini tartışmak gerekliydi. Bunu yapmak hem antifaşist hareketi böler, hem de eşzamanlı olarak Tommy Robinson ve UKIP gibilerinin AB’den ayrılma yönünde oy veren 17 milyon insanın savunucusuymuş gibi ortaya çıkmasına imkân verir. Üçüncüsü liberal merkez, her zaman solun neoliberalizme ve kemer sıkma önlemlerine karşı savaşından aşırı sağa karşı “birlik” adına vazgeçmesini talep edecektir. Liberal merkez soldan gelecek her türlü meydan okumayı durdururken, aynı zamanda aşırı sağın meydan okumasına karşı kendi sağ kanadının çökmesini engelleyeceği inancıyla ırkçılığa taviz verecektir. Etkili bir antifaşizmin kritik şartlarından biri, neoliberal merkezden siyasal bağımsızlıktır. Irkçılığa Tavize Hayır Solun bazı kısımları, ırkçıların ve faşistlerin çekiciliğinin altını oymak için, onların argümanlarına taviz vermenin cazibesine de kapılabilirler, bu tutum asıl olarak seçimlere odaklanan partilerde daha güçlü bir şekilde görülür. Almanya’daki Die Linke’nin iki önde gelen figürünün, Sahra Wagenknecht ve Oskar Lafontaine’in başlattığı Aufstehen (Ayağa Kalk) hareketi bunun güncel ve etkili
27
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
bir örneği.67 Wagenknecht Die Linke’nin parlamento grubunun eş başkanı, Lafontaine ise Die Linke’nin kuruluşuna katılmak için SPD’den ayrılan deneyimli bir sosyalist siyasetçi. Wagenknecht, Die Linke’nin açık sınır politikasına olan bağlılığının partiye oy kaybettirdiğini ve AfD’nin ona üstünlük sağlamasına olanak verdiğini iddia ediyor. Wagenknecht “pek çok kişinin serbest dolaşımı ve göçü, düşük ücretli işler için artan rekabetin ana kaynağı olarak gördüğünü” ve “mülteci krizinin fazladan bir belirsizlik yarattığını” savunuyor.68 Bu argümanlar AfD’nin atılımına, 2015’te Almanya’ya çok sayıda mültecinin gelmesinin neden olduğu iddiasıyla destekleniyor. Ancak Marx21 grubunun destekçisi ve başka bir Die Linke milletvekili olan Christine Buchholz’un savunduğu gibi bir nüfusun içindeki göçmenlerin oranıyla, ırkçılığın yayılması arasında otomatik bir bağlantı olduğu varsayımı tamamen yanlış. Örneğin Macaristan’da ırkçılık ve İslamofobi her tarafa yayılmış durumda ancak 2015’te ülke hemen hemen hiç mülteci almadı ve çok az bir Müslüman nüfusu var. Buna karşın 2015’te Yunanistan’a çok sayıda mülteci ulaştı ama Altın Şafak bundan kazançlı çıkamadı. Aradaki fark, Yunanistan’da etkili bir ırkçılık karşıtı ve antifaşist hareketin varlığı ve Macaristan’da bunun görece eksikliği ile açıklanabilir.69 Irkçılığa taviz vermek; sorunun göçmenler, Müslümanlar veya diğer ırksal azınlıklar olduğu şeklindeki yanlış söylemi destekleyerek aşırı sağı meşrulaştırır ve onların rakiplerinin bile buna katıldığını söylemesine olanak sağlar. Aşırı sağa verilen desteğin bazı kısımlarını koparmak şöyle dursun, onun daha da pekişmesine hizmet eder ve böyle fikirlerin örgütlü işçi sınıfı hareketi içine daha yaygın bir şekilde nüfuz etmesine imkân sağlar. Ekonomik Mücadeleyi, Irkçılık Karşıtlığının Karşısına Koymaya Hayır Yukarıda tartışıldığı gibi, aşırı sağın yükselişini yalnızca ekonomik nedenlere bağlamak ve solun ırkçılık karşıtlığına değil sadece ekonomik ve sosyal meselelere odaklanması gerektiğinde ısrar etmek bir hata. Toplumun neoliberal temelde yeniden şekillendirilmesinin aşırı sağın büyümesinin nedenlerinden biri olduğu ve kolektif direniş seviyesinin yükselmesinin ırkçılığa meydan okumak için bir temel sağlayacağı doğru. Ancak daha fazla ekonomik mücadele, hiçbir şekilde otomatik olarak aşırı sağın zayıflayıp yok olmasına neden olmayacak. Irkçılığın derinlere uzanan kökleri var ve aşağıdan gelen meydan okumalar karşısında egemen sınıf bunu seferber etmeye 67 Irkçılık karşıtı koalisyon Aufstehen Gegen Rassissmus (Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk) ile karıştırılmamalıdır. 68 Kimber, 2018. 69 Buchholz, 2018.
28
çalışacaktır. Daha yoğun bir sınıf mücadelesi zemininde bile, ırkçı argümanlara meydan okunan aralıksız bir kampanyaya ve faşist örgütlenmelerin hedef alınmasına ihtiyaç var. En açık olumsuz örneği Fransa sunuyor. 1990’ların başından itibaren birçok militan toplumsal hareket Fransa’yı silip süpürdü, ancak aynı dönemde Ulusal Cephe’ye verilen destek de arttı. Fransız solu, 1970’lerin sonlarında Britanya’da Ulusal Cephe (NF)’yi parçalayan ve daha sonra 1990’ların başında, Britanya Ulusal Partisi (BNP)’yi yenilgiye uğratan Anti-Nazi Birliği (ANL)’ye veya 2000’lerde ve 2010’ların başlarında seçimlerde BNP’yi, sokaklarda ise İngiliz Savunma Birliği’ni yenmek için örgütlenen ANL’nin mirasçısı Faşizme Karşı Birleş (UAF) kampanyasına benzer, birleşik bir kampanyayı inşa etmekte başarısız oldu. Fransa’da böyle bir yaklaşımın uygulandığı bir dönem vardı. Ulusal Cephe 1990’ların sonunda, partinin Jean-Marie Le Pen’den sonraki en kıdemli lideri olan Bruno Mégret’in ona rakip bir örgüt kurmak için FN’den ayrılmasıyla sona eren şiddetli bir kriz ve tahripkâr bir bölünme yaşadı. 1990’ların ikinci yarısında iki şey durumu değiştirdi. İlk olarak, Kasım ve Aralık 1995’te gerçekleşen kamu çalışanlarının devasa grevleri siyasal atmosferi dönüştürerek, bir önceki on yılın demoralizasyonunun yerine geçen yaygın bir işçi sınıfı dayanışması havası yaratarak ülke çapındaki siyasal tartışmada Ulusal Cephe’yi marjinalleştirdi. İkincisi bu durum, göçmenlerin günah keçisi haline getirilmesine meydan okumayı teşvik ederek ırkçılık karşıtlığının canlanmasını sağladı. İki örgüt; Le Manifeste contre le Front National ve Ras l’Front Ulusal Cephe’ye karşı çok daha militan bir kampanya yürüttü. 1997’de Strazburg’da yapılan Ulusal Cephe kongresine karşı 50.000 kişi yürüdü. İlk kez Ulusal Cephe’yi doğrudan hedef alan ülke çapında bir yürüyüş yapılıyordu ve binlerce kişinin “Nazi’nin N’si, Faşist’in F’si, Ulusal Cephe’yi (FN) ezelim” sloganları attığı eylemde Ulusal Cephe açıkça faşist olarak hedef gösterilmeye başlanmıştı.70 Ulusal Cephe daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hedef alınıyordu: Bu [durum] FN’yi oluşturan eğilimleri açığa serdi ve birbiriyle çatışmaya soktu. Le Pen FN’nin düzen karşıtı bir güç olarak kalmasının gerekliliğini vurguladı, Mégret ise geleneksel sağ ile ittifak yapmanın FN’nin en zayıf unsurlarından kurtulmasını sağlayacağını savundu. Bu kısmen, FN’nin hem liberal demokrasi içinde itibar kazanmaya çalışıp hem de demokrasiyi ezmeyi arzuladığı ikili görevinin bir yansımasıydı… 1990’ların ortalarında örgütün 1.500 seçilmiş temsilcisi vardı… Seçimlerdeki başarı örgütün 70 Morgan ve German, 1997
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
kadrolarının geniş bir tabakasının bürokratikleşmesi için bir potansiyel yarattı ve üyelerin çoğunluğunun daha sistem karşıtı tutumları ile çelişen bir işletmecilik kültürü üretti… Mégret, Le Pen ile aynı bakış açısına sahipti, ama onu anaakım partilerle ittifakın güvence altına alacağı kısa vadeli seçim kazanımlarını sağlayabilecek en muhtemel kişi olarak gören parti kadrolarının desteğine güvenebileceğini biliyordu… Bunun karşısında Le Pen ise geçmişte Mégret’nin Charles de Gaulle destekçisi olmasına ve onun temsil ediyor gibi gözüktüğü “parlamenterizm” tehlikesine şüpheyle yaklaşan eylemcilerin desteğini aldı. FN yükselirken kontrol altında tutulan bu gerilimler, ırkçılık karşıtı tepkinin etkisiyle kopma noktasına kadar yükseldi.71
1998’nin sonunda Mégret partiden ihraç edildi ve kısa süre sonra parti bölündü, parti kadrolarının önemli bir bölümü FN’den ayrıldı. Bu Ulusal Cephe’nin krizinin derinleşebileceği potansiyel bir dönüm noktasıydı. Ancak iktidardaki Sosyalist Parti ile bağlantılı olan Manifeste contre le Front National’in Ulusal Cephe’nin bittiği sonucuna varmasıyla ırkçılık karşıtı eylemlilikler sona erdi. Bu Le Pen’e toparlanması ve partiyi yeniden inşa etmesi için ihtiyaç duyduğu alanı sundu. Nazileri Durdurmak İçin Birleşik Bir Cephe İnşa Etmek Faşistleri yenmenin yolu, faşizm dışındaki farklı konularda aynı şekilde düşünmek zorunda olmayan insanlardan kitlesel bir birleşik cephe oluşturulmasından geçiyor. Bu birleşik cephe yalnızca devrimcilerden oluşmamalı, bunun yerine çok daha geniş kesimleri ve özellikle sendikalar ve sosyal demokrat partiler gibi reformist örgütlere umut bağlayanları kapsamaya çalışmalıdır. Bu birleşik cepheyi kurma sürecine, bu türden örgütlerin liderlikleriyle ilişkilenmek ve mümkün olduğu durumlarda onlarla birlikte çalışarak onları harekete çekmeye çalışmak da dâhildir. Bu cephenin nesnel temeli tam da faşizmin doğasında yatar, faşizm ister devrimci isterse reformist olsun, işçi sınıfı temelli tüm örgütlerin karşısında bir tehdittir. Saygınlık iddialarının altında yatan Nazi çekirdeği ifşa etmek ve onun maskesini düşürmek çok önemlidir. Bu önde gelen bireylerin ve örgütlerin geçmişlerini ortaya çıkarmak ve onların açıktan söylediklerinin ötesindeki dünya görüşlerini ifşa etmek anlamına gelir. Onların gerçek yüzünü göstermek propagandanın ötesine geçmeli, faşist partilerin kamusal alana ulaşımlarını engelleyerek, onların halka açık toplantılar, konferanslar ve yürüyüşler yapmalarının veya sosyal medya da dâhil olmak üzere kitle iletişim araçlarında yer almalarının önüne geçerek faşist partilerin “normalleşmesine” meydan okuyan aktif girişimlere yol açmalıdır. Bu, “ifade özgürlüğünün” görüşleri ne kadar uygunsuz olursa olsun faşistler için geçerli olması gerektiği argümanına 71 Wolfreys, 2002.
meydan okumayı gerektirir. Faşistler kamusal alana ne kadar girerse, onların destekçileri ırkçılıklarını açıkça ifade etmek için o kadar güven kazanır ve daha anaakım güçleri faşist argümanlara uyum sağlamaya çekme yetenekleri de artar. Faşistler daha başarılı oldukça, kendilerine daha fazla güven duymaya başlarlar ve nihai amaçları olan tüm toplanma ve ifade özgürlüğünü ezmeye ulaşmadan çok önce rakiplerinin ifade özgürlüğünü aşındırmaya koyulurlar; solcuların veya sendikaların toplantılarına, grev gözcülerine saldırırlar veya sokaklarda ırkçı taşkınlıklar çıkarırlar. Bazen faşistlerin kamusal alana ulaşımlarını engellemek için –1997’de Güney Londra’da bulunan Lewisham’da Sosyalist İşçi Partisi ve yerel siyah gençlerin ittifakının bir Ulusal Cephe yürüyüşünü dağıtmasında olduğu gibi– doğrudan fiziksel müdahalede bulunmak, bazen ise 2011’de Tower Hamlets’deki Faşizme Karşı Birleş eylemlerinde ve 2012’de Walthamstow’da İngiliz Savunma Birliği karşısında olduğu gibi yürüyüş güzergâhlarını bloke etmek veya toplanma noktalarını işgal ederek onların sokaklara egemen olmasını engellemek gibi yöntemler de kullanılır. Böyle bir strateji, kitlesel güçler gerektirir. Otonomculuktan veya anarşizmden etkilenmiş pek çok eylemcinin yaklaşımı, çoğu zaman kitlesellik ne kadar olursa olsun, kararlı bir grup eylemcinin faşistlerle fiziksel çatışmaya girmesine odaklanmıştır. Böylesi bir yaklaşım antifaşizmi fiziksel çatışma riskini göze almaya hazır bir azınlığa indirger ve onların dışındaki geniş kesimleri mücadeleye çekecek bir strateji önermez. Gerçekten de böyle bir yaklaşım antifaşist hareketi sadece antikapitalist perspektife sahip olanlarla sınırlayan veya beyaz işçilerin çoğunu ırkçı olarak görüp reddeden bir karamsarlıkla da birleşebilir. Antifaşist hareket radikal bir azınlıkla başlasa da, sabırlı bir şekilde birleşik cepheyi inşa etme yoluyla daha geniş güçleri kazanmaya çalışmalıdır. Bu, sokakları faşistleri kapatacak ve onları kamusal alanın dışına itecek kitlesel eylemler ve kitlesel çatışmalar için gereken nesnel temeli sağlayabilir. Bu aynı zamanda faşistlerin durdurulamaz olmadığını ve ırkçılık karşıtlarıyla antifaşistlerin yalıtılmış bir durumda bulunmadıkları göstererek, hareketin daha fazla yerelde ve işyerinde kök salmasını sağlayan güveni yaratabilir. Yalıtılmışlığa ve dışlanmışlığa itilen faşistlerin ikili amaçları arasındaki gerilim açık çatışmaya dönüşür ve örgütlerini paramparça eder. Sorun yalnızca böyle bir strateji uygulayacağını beyan etme sorunu değildir, bu pratik içinde sınanmalıdır. Hem yakın tarih hem de güncel örnekler, Nazileri ifşa eden, onların kamusal alandaki varlıklarını hedef alan ve aynı zamanda daha yaygın ırkçı fikirlere meydan okuyan birleşik cephelerin etkili olduğunu gösteriyor.
29
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Almanya AfD yükselirken ona meydan okuyanlar da vardı. Geçtiğimiz yaz Almanya’da mültecilerle dayanışma için ve ırkçı sağa karşı yapılan bir ırkçılık karşıtı eylem dalgası sonbahar ve kış aylarında yapılan AfD karşıtı eylemliliklerdeki artışı besledi. Mayıs ayında Berlin’de yapılan AfD’nin eylemine 5000 kişi katılırken, ona karşı yapılan eyleme 70.000 kişi katıldı. Chemnitz’deki Nazi eylemleri bir şok dalgası yarattı ve ivedilik hissini yeniledi. Chemnitz’de bir hafta sonra yapılan karşı eylem Höcke’nin ve ona eşlik edenlerin yürümesini engelledi. İki gün sonra şehirde yapılan antifaşist bir konsere 65.000 kişi katıldı. Daha sonra 500 örgütün 13 Ekim’e “Unteilbar” (Bölününemez) sloganıyla yaptığı sağa karşı yürüyüş çağrısının ardından Berlin’de 250.000 kişi yürüdü. 72 Bu AfD’li siyasetçilerin kamusal eylemlerine veya konuşmalarına karşı protestoların yaygınlaşmasına katkıda bulundu. Aufstehen Gegen Rassismus (Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk) gibi gruplar böyle protestoları ya başlattılar veya başka örgütlerle birlikte onları organize ettiler. Örneğin Eylül ayının sonlarında Rostock’ta 6000 antifaşist Höcke’yi bloke etti ve Chemnitz’deki Nazi taşkınlığından bir hafta sonra Hamburg’da 178 faşistin karşısına 10.000 antifaşist çıktı. Sonbaharda bölgesel seçimlerin yapılacağı iki Alman eyaletinde, Hesse ve Bavyera’da AfD aralıksız karşı eylemlerle karşılaştı: Bavyera’da… Ağustos’tan Ekim ayına kadar süren seçim kampanyası döneminde on binlerce kişinin AfD’ye karşı yürüdüğü en az dört eylem gerçekleşti. Onlar çok, çok uzun yıllardır Bavyera’da gerçekleşen en büyük ırkçılık karşıtı eylemlerdi. AfD Münih’te eylem çağrısı yaptığında az sayıda AfD destekçisi binlerce karşı eylemciyle yüz yüze geldi. Hesse’de de aynısı yaşandı, karşı eylemler nedeniyle bütün seçim dönemi süresince AfD halka açık eylemler gerçekleştiremedi.73
AfD’nin “normalleşmesi” sürecini bu kitlesel antifaşist militanlık dalgası frenledi, onu savunmaya geçmeye zorladı ve parti içinde gerilimler yarattı. Bunun etkilerinden biri Alman iç istihbarat servisinin başkanı olan Hans-Georg Maaßen’nin AfD ile buluşup, onlarla bilgi paylaştığının ortaya çıkmasının ardından devlet aygıtı içerisinde yaşanan krizdi.74 AfD şimdi saygıdeğer imajını desteklemeye, üyelerinin kullandığı dili denetleyerek kendisinin faşizmle bağdaştırılmasından uzaklaşmaya çalışıyor. Parti, “AfD’li Yahudiler” grubu kurdu ve daha sonra bu 72 Tengely-Evans, 2018 73 Haller, 2018. 74 Knight, 2018.
30
hareketi kamuoyu önünde eleştiren Holokost inkârcısı Wolfgang Gedeon’ı ihraç etti. Hem Höcke hem de Gauland, “AfD’de Nazilere yer yok” dedi. Oysa 2015’te Höcke Gedeon tarafından yazılmış Yahudi düşmanı bir çalışmaya, AfD üyelerine tavsiye edilen okumalarda yer veriyordu. Partinin faşist kanadının kamuoyuna yönelik açıklamalarını dizginlemek içeride muhalefete neden oldu. “Stuttgart Bildirgesi’ni” imzalayan 1200 AfD üyesi “düşünce ve konuşmalarına” getirilen bu tür kısıtlamaları kınadığını açıkladı. Bunlar hiçbir şekilde AfD’nin dağılmak üzere olduğunu göstermiyor olsa da, özellikle faşistleri hedef alan geniş ırkçılık karşıtı bir hareket inşa etme yönteminin, kitlesel eylemlerle birleştiğinde faşist örgütleri çatlatabildiğini gösteriyor. Britanya Britanya’da ciddi bir aşırı sağ sokak hareketi tehdidi yeniden ortaya çıktı. Oysa 2000 yılından bu yana antifaşistler hem seçimlere dayanan faşist bir projeyi hem de bir Nazi sokak hareketini yenilgiye uğratmışlardı. BNP, Avrupa’daki diğer faşist örgütler gibi 2000’li yıllarda sokaklardan seçimlere doğru bir kayış gerçekleştirmiş, Fransız Ulusal Cephe’sini taklit etmeye çalışmıştı. BNP, Oswald Mosley’in 1930’lardaki İngiliz Faşistler Birliği (BUF) veya 1970’lerdeki Ulusal Cephe’den çok daha başarılı oldu. 2008-2010 yılları arasındaki zirve noktasında BNP’nin 55 belediye meclisi üyesine, 2 milletvekiline ve Geniş Londra Meclisi’nde bir üyeye sahipti. Onlar 2010 genel seçimlerinde yarım milyon, bir yıl önceki Avrupa seçimlerinde ise 950.000 oy almışlardı. Bu kazanımların hepsi UAF’in ve başkalarının aralıksız ve sistematik kampanyası tarafından yok edildi. UAF’nin içinde devrimci sosyalistler, İşçi Partisi’nin sol kanadı, BNP’nin kazanım elde ettiği bölgelerde yer alan ve mutlaka sol kanatta yer alması gerekmeyen yerel İşçi Partisi örgütleri, sendikacılar, yerel camiler, kiliseler ve diğer mahalle örgütleri bulunuyordu. UAF BNP’nin saygıdeğer maskesini düşürmeyi ve Nazi yüzünü ifşa etmeyi amaçladı. Böyle bir birleşik cephe, tartışma ve çekişme olmadan bir arada tutulamayacağı gibi, bunlar olmadan onun stratejisinin ne olacağı konusunda bir hegemonya da kurulamazdı. BNP’nin hızlı yükselişi bazılarının onu, terk edilen “beyaz işçi sınıfının” adına konuşan ve yalnızca “ilerici” bir Britanya ve İngiliz ulusal kimliği teşvik edilerek kazanılabilecek olan durdurulamaz bir güç olarak görmesine neden olmuştu. Milliyetçilik ile olan bu uzlaşmayı reddetmek ve bunun yerine çoğunluğun ırkçılık karşıtı ve antifaşist argümanlara kazanılabileceğinde ısrar etmek çok önemliydi. Göç ve İslamofobi konusunda tavizler verilmesi için de basınçlar vardı.75 75 Bennett, 2013.
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
Aynı zamanda, etkili bir antifaşist hareket bu tavizler temelinde kurulamayacak olsa da, bir birleşik cephe bu tür fikirlerden etkilenmiş olan insanları dışlayamaz. UAF bir yandan eylemde birlik konusunda ısrar ederken, diğer yandan kendi yönteminin etkili olduğunu zaman içinde pratikte ispatlayarak geniş bir eylemci grubunu kendi stratejisine kazanmak zorundaydı. Kesintisiz bir basınç altında kalan BNP oy tabanını kaybetti. Parti iç gerilimler nedeniyle parçalandı ve dağılmaya başladı. Ancak BNP’nin, bir kısmı saygınlık arayışıyla sokak eylemlerinden kaçınmaları sağlanarak frenlenen kadrolarının ve destekçilerinin bir bölümü yeniden sokaklara çıktılar. Bunun sonucu olarak Britanya’daki antifaşistler 2009’dan itibaren İngiliz Savunma Birliği (EDL)’nin yükselişini ele almak zorunda kaldılar. EDL kendisini faşist olmayan, hatta antifaşist bir örgüt olarak sunarak, biyolojik ırkçılığa referans vermekten kaçındı. Bunun yerine insanları İslamofobi üzerinden seferber etmeye çalıştı. BNP’den çok daha gevşek bir örgütlenmeye sahipti, futbol fanatikleriyle örgütlü ırkçıları ve bazı Nazileri bir araya getiriyordu. En azından başlangıçta çok daha az tanınan bir liderliği vardı. EDL düzenlediği yürüyüşlerde 2000 ile 5000 arasında kişiyi harekete geçirebilirken, UAF tarafından örgütlenen karşı eylemlere başlangıçta daha az kişi katılıyordu. Sokaklara dönüş antifaşist hareketin geniş kesimlerinin yeniden oryantasyonunu gerektiriyordu ve bunu sağlamak için de sabırlı bir tartışmanın yürütülmesi elzemdi. 2011 yılında EDL’nin Tower Hamlets’teki Doğu Londra Camisine yürümeye çalışması bir dönüm noktasıydı. Yerel Müslümanlar, sol ve sendikalardan oluşan bir ittifak binlerce kişiyi sokaklara çıkardı, İşçi Partisi’nin yerel belediye meclisi de eylemi destekledi. EDL Tower Hamlets’e ayak basamadı, bu bütün amacı Müslümanlara haddini bildirmek olan bir örgüt için son derece moral bozucu bir deneyimdi. EDL yürüyüşlerine katılan ve Tommy Robinson da dâhil, örgütün destekçileri ile röportaj yapan iki akademisyenin hazırladığı bir çalışma UAF’nin etkisine göz atmamızı sağlıyor. Onlar “başlangıçta EDL eylemlerinin geniş katılımlı, 2.000’den fazla eylemcinin düzenli olarak yer aldığı protestolar” olduğunu ancak “2011’in sonundan itibaren, eylemlere katılımın sonraki 18 ay boyunca süren belirgin bir düşüşe geçtiğini ve bazı eylemlere az sayıda kişinin - Ağustos 2012’de Keighley’de 150 ve Şubat 2013’te Cambridge’de 50 gibi- katıldığını” kaydediyorlardı. Robinson acı acı şikâyet ediyordu: “Polis yaptığında başarılı oldu, günler oldukça sıkıcı hale geldi… Tower Hamlets’de herkesi altı saat boyunca yolda tuttular, sıkıntıdan patladık. Newcastle’dan buraya kadar, bira bile olmadan bir yolda altı saat beklemek için mi geldim sence?”76 76 Morrow ve Meadowcroft, 2018.
Bu durumu yaratan polis değil, UAF’in örgütlediği karşı eylemin yarattığı kitlesel basınçtı. Çalışmanın yazarlarının “marjinal” olarak adlandırdığı, kendisini daha az adamış EDL destekçileri çekildiler ve eylemlere gelmeyi bıraktılar. “Bu, örgüt içerisinde birbirini suçlamaların artmasına neden oldu, böylece örgütte kendine saygı ve dayanışma daha da azaldı.” Daha sert olan faşist çekirdek daha disiplinliydi ve “marjinal üyelerin ayrılması, beyaz üstünlüğü ideolojisini savunan EDL’nin biyolojik ırkçılarının göze çarpmasını görece arttırdı.”77 2012 yılında Walthamstow’daki ve 2013’de yine Tower Hamlets’deki devasa eylemler EDL’nin tabutuna çakılan son çivi oldu. Yunanistan Yunanistan’da Altın Şafak 2009 genel seçimlerinde 20.000’den az oy alırken, 2012’de 440.000 oy ile oyların %7’sini aldı. Altın Şafak, şiddetli kemer sıkma önlemleri uyguladığı için yaşadığı derin meşruiyet kaybından sersemlemiş bir siyasal sistemin yoğunlaştırdığı mülteci karşıtı ırkçılıktan beslendi. Irkçılık karşıtı ve antifaşist kampanya KEERFA 2009 yılında başlatıldı. Kampanyada Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEK) yerel sendikalarla ve Yunanistan’ın Pakistanlılar gibi göçmenlerini, farklı topluluklarla diğer sol partileri Altın Şafak’a meydan okumak için bir araya getirerek önemli bir rol oynadı. Antifaşist rapçi Pavlos Fyssas’ın Altın Şafak’ın paramiliter ekibi tarafından Eylül 2013’te öldürülmesi bir dönüm noktası oldu. KEERFA daha önceki çabalarını büyük eylemlerin gerçekleştiği muazzam bir antifaşist harekete dönüştürebildi. Bu da Yunan sendikalarının Nazi tehdidine karşı 60.000 kişinin Altın Şafak genel merkezine yürüdüğü bir genel grev ilan etmesini sağladı. Bu genel grev Yunan devletini harekete geçmeye zorladı, bir hafta içinde Altın Şafak’ın bütün liderliği tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Hareketin sonucunda devlet televizyonundaki medya çalışanları da Altın Şafak’a yayın süresi verilmesini engellemek için greve gidecek güveni kazandılar. Naziler 2015 yılında, mülteci çocukların okullara girmesini engelleyerek mültecilerle dayanışma hareketini yok etmeye çalıştığında KEERFA öğretmenleri, velileri ve başkalarını örgütleyerek onları başarıyla durdurdu. Bir kez daha, spesifik olarak Altın Şafak’a karşı çıkma gereksinimi üzerinden örgütlenen birleşik eylem hamlesi, Nazilere kamusal alanı kapatmak ve onların beslendiği ırkçılığa meydan okumak Altın Şafak’ı savunmaya itmekte başarılı oldu. Bunun bir sonucu olarak Altın Şafak, Syriza’nın Ocak 2015’te seçilirken savunduğu kemer sıkma önlemleri karşıtı politikaya ihanet etmesinden faydalanamadı. Büyümekte, oylarını 77 Morrow ve Meadowcroft, 2018.
31
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
arttırmakta veya 2015’te Yunan sahillerine çok sayıda mültecinin gelmesine karşı ırkçı bir tepki örgütlemekte başarısız oldu.78 Antifaşizm, sosyalizm ve devrimci parti Geçmişin hayaletleri yeniden beliriyor. Naziler yeniden büyüyor, parlamentolara giriyor, milyonlarca oy alıyor ve siyasal atmosferi ırkçı zehirleriyle kirletiyorlar. Auschwitz’in özgürleştirilmesinden ve Mussolini ile Hitler’in rejimlerinin imha edilmesinden sonra ilk kez böyle güçlerin zaferini tahayyül etmek mümkün. Bugün faşistler, özellikle sokaklarda 1. ve 2. Dünya Savaşı arasındaki dönemde olduklarından hâlâ çok daha zayıflar ama yenilenen ekonomik kriz ve onun neden olduğu siyasal altüst oluşlar onları harekete geçirip, büyümelerini daha da hızlandırabilir. Eğer harekete geçersek ve etkili bir şekilde hareket edersek, zamanımız var. Bu durum devrimci sosyalist örgütlere, genel siyasal programlara dayanmayan veya kendini antikapitalist olarak tanımlayanlarla sınırlı kalmayan, bunun yerine ırkçıların ve faşistlerin yükselişinden dehşete düşen herkesi seferber etme temeline dayanan faşizme karşı birleşik cepheler kurma sorumluluğu yüklüyor. Gerçekten de devrimci örgütler tam da parlamento dışındaki eylemlere odaklandıkları ve ırkçılık karşısında yürüttükleri mücadelede taviz vermedikleri için böylesi birleşik cepheleri oluşturabilirler. Uluslararası Sosyalist Akım Avrupa’nın dört bir yanında bu göreve atılmış durumda. Britanya’da bu, hem toplumdaki daha yaygın ırkçılığa meydan okumak, hem de Robinson’un etrafındaki sokak hareketini geri püskürtmek için Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk kampanyasının inşa edilmesi anlamına geliyor. Ancak devrimciler, faşistlere karşı birleşik eylemin içinde yer alırken, aynı zamanda daha fazla insanı, faşist barbarlığın geliştiği koşulları kapitalizmin yarattığı ve faşizme karşı mücadelenin aynı zamanda böyle dehşetleri üreten sistemi devirme mücadelesi olduğu argümanına kazanmalıdırlar. Kendi egemenliklerine karşı olağanüstü tehditlerle karşılaşan egemen sınıflar, sadece parlamenter oylarla asla yenilemeyecek, yalnızca kitlesel devrimci altüst oluşlarla yıkılabilecek faşistlerin iktidara gelmelerini destekleyeceklerdir. International Socialism Journal’ın 162. sayısından Onur Devrim Üçbaş çevirdi.
BBC News, 2011, “State Multiculturalism has Failed, Says David Cameron” (5 February), www.bbc.co.uk/news/uk-politics-12371994 BBC News, 2017, “German Election: How Right-Wing is Nationalist AfD?” (13 October), www.bbc.co.uk/news/world-europe-37274201 Bennett, Weyman, 2013, “Anti-Fascism and the Spirit of the United Front”, Socialist Review (November), http://socialistreview.org. uk/385/anti-fascism-and-spirit-united-front Blauwhof, Frederik, 2018, “Germany: Resisting the Nazis on the Shop Floor”, Morning Star (12 August), https://morningstaronline. co.uk/article/germany-resisting-nazis-shop-floor Bíro-Nagy, András, and Tamás Boros, 2016, “Jobbik Going Mainstream: Strategy Shift of the Far-Right in Hungary”, in Jérome Jamin (ed), L’Extreme Droite En Europe (Bruylant). Byrne, Andrew, 2017, “Hungary’s Far-Right Jobbik Party Tries to Soften Image”, Financial Times (5 March), www.ft.com/content/43137b62-ff25-11e6-96f8-3700c5664d30 Buchholz, Christine, 2018, “Hat der Asylkompromiss 1992 die Nazis gestoppt?”, Die Freiheitsliebe (5 September), https://diefreiheitsliebe.de/politik/meinungsstark-politik/hat-der-asylkompromiss-1992-die-nazis-gestoppt/ Chase, Jefferson, 2018, “Berlin Braces for Pro- and Anti-AfD Demonstrations”, Deutsche Welle (25 May), www.dw.com/en/berlin-braces-for-pro-and-anti-afd-demonstrations/a-43917727 Daily Telegraph, 2010 “Marine Le Pen: Muslims in France ‘like Nazi Occupation’” (12 December), www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/france/8197895/Marine-Le-Pen-Muslims-in-France-like-Nazi-occupation.html Davidson, Neil, and Richard Saull, 2017, “Neoliberalism and the Far-Right: A Contradictory Embrace”, Critical Sociology, volume 43, issue 4-5. Davison, Kate, 2016, “Atheism, Secularism and Religious Freedom: Debates Within the German Left”, International Socialism 150 (spring), http://isj.org.uk/atheism-secularism-and-religious-freedom/ Dearden, Lizzie, 2017, “German AfD Politician ‘Attacks Holocaust Memorial’ and Says Germans Should be More Positive About Nazi Past”, Independent (19 January), www.independent.co.uk/ news/world/europe/germany-afd-bjoern-hoecke-berlin-holocaust-memorial-shame-history-positive-nazi-180-turnaround-a7535306.html Deutsche Welle, 2015, “Founding Member of German Euroskeptic Party to Withdraw Membership” (8 July), www.dw.com/en/founding-member-of-german-euroskeptic-party-to-withdraw-membership/a-18571440 Deutsche Welle, 2017, “Leading German Politician Calls AfD’s Höcke a ‘Nazi’” (25 February), www.dw.com/en/leading-german-politician-calls-afds-höcke-a-nazi/a-37714558 Deutsche Welle, 2018, “AfD’s Gauland Plays Down Nazi Era as a ‘Bird Shit’ in German History” (2 June), www.dw.com/en/afds-gaulandplays-down-nazi-era-as-a-bird-shit-in-german-history/a-44055213 Eltchaninoff, Michel, 2018, Inside the Mind of Marine Le Pen (Hurst). Evans, Richard J, 2004, The Coming of the Third Reich (Penguin). Fest, Joachim, 1977, Hitler (Pelican).
Referanslar Albrich, David, 2019, “Austria: Fascism in Government”, International Socialism 161 (winter), http://isj.org.uk/austria-fascism-in-government/ 78 Ayrıca Katalonya’daki Unitat Contra el Feixisme I el Racisme’nin (UCFR) tartışılması için bk. Karvala 2018.
32
Fysh, Peter, and Jim Wolfreys, 1998, The Politics of Racism in France (Macmillan). Gluckstein, Donny, 1999, The Nazis, Capitalism and the Working Class (Bookmarks). Haller, Martin, 2018, “Why the Demise of Merkel?”, Socialist Review (December), http://socialistreview.org.uk/441/why-demise-merkel Harman, Chris, 1994, “The Beast is Back”, Socialist Review
Günümüzde Avrupa’da Faşizm | Mark L Thomas
(February), http://marxists.anu.edu.au/archive/harman/1994/02/ fascism.htm Henning, Dietmar, 2016, “Electoral success of AfD Strengthens Far-right Forces in Germany”, World Socialist Web Site (24 March), www.wsws.org/en/articles/2016/03/24/afds-m24.html Independent, 2018, “‘Islam Does Not Belong to Germany’, Says Country’s New Interior Minister” (16 March), www.independent. co.uk/news/world/europe/islam-germany-not-belong-muslims-interior-minister-horst-seehofer-angela-merkel-afd-a8259451.html Karvala, David, 2018, “¿Qué es VOX y Cómo lo Podemos Derrotar?” (“What is Vox and How Can We Defeat it”) Marx21.net (8 October), https://marx21.net/2018/10/08/que-es-vox-y-como-lopodemos-derrotar/ Katz, Ethan B, 2017 “How Marine Le Pen Relies on Dividing French Jews and Muslims”, The Atlantic (19 April), www.theatlantic. com/international/archive/2017/04/marine-le-pen-national-front-jews-muslims/523302/ Kershaw, Ian, 1998, Hitler 1889-1936: Hubris (Penguin). Kimber, Charlie, 2018, “Fight The Far Right By Challenging Racism—Not Conceding To It”, Socialist Worker (16 September), https://socialistworker.co.uk/art/47198/Fight+the+far+right+by+challenging+racism+not+conceding+to+it Knight, Ben, 2018, “German Spy Chief Passed Info to AfD: Report”, Deutsche Welle (13 September), www.dw.com/en/german-spy-chief-passed-info-to-afd-report/a-45472180 Kouvelakis, Stathis, 2018, “Borderland: Greece and the EU’s Southern Question”, New Left Review, II/110 (March-April), https://newleftreview.org/II/110/stathis-kouvelakis-borderland Mann, Michael, 2004, Fascists (Cambridge University Press). Mason, Paul, 2018, “Spain’s Far-Right Turn Shows the Left Needs a New Strategy to Defeat Fascism”, New Statesman (3 December), www.newstatesman.com/world/2018/12/spain-s-far-right-turnshows-left-needs-new-strategy-defeat-fascism Morgan, Peter, and Lindsey German, 1997, “France: Struggle Gains Currency”, Socialist Review (May), http://pubs.socialistreviewindex.org.uk/sr208/france.htm
wp-content/uploads/2018/04/Hungary.pdf Taube, Friedel, 2017, “Höcke’s Apology is Part of a Strategy”, Deutsche Welle (19 February), www.dw.com/en/höckes-apology-is-part-of-a-strategy-expert-says/a-37624221 Tengely-Evans, Tomáš, 2018, “Some 250,000 Join Unteilbar Anti-Racist Demonstration in Berlin”, Socialist Worker (16 October), https://socialistworker.co.uk/art/47352/Some+250%2C000+join+Unteilbar+anti+racist+demonstration+in+Berlin Traverso, Enzo, 2019, The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right (Verso). Trotsky, Leon, 1932, “What Next?: Vital Questions for the German Proletariat”, www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1932-ger/ next01.htm Tschekow, Marcel, 2018, “The Far-Right Uprising”, Jacobin (6 September), www.jacobinmag.com/2018/09/chemnitz-germany-far-right-afd-immigration Walker, Peter, and Josh Halliday, 2019, “Revealed: Ukip Membership Surge Shifts Party to Far Right”, Guardian (3 March), www. theguardian.com/world/2019/mar/03/new-ukip-members-shifting-party-far-right Wilde, Florian, 2013, “Divided They Fell: The German Left and the Rise of Hitler”, International Socialism 137 (winter), http://isj.org. uk/divided-they-fell-the-german-left-and-the-rise-of-hitler/ Wolfreys, Jim, 2002, “‘The Centre Cannot Hold’: Fascism, The Left and the Crisis of French Politics”, International Socialism 95 (summer), www.marxists.org/history/etol/newspape/isj2/2002/ isj2-095/wolfreys.htm Wolfreys, Jim, 2013, “The European Extreme Right in Comparative Perspective”, in, Andrea Mammone, Emmanuel Godin, and Brian Jenkins (eds), Varieties of Right Wing Extremism in Europe (Routledge). Wolfreys, Jim, 2017, “The Dangers of Detoxification”, Jacobin (20 April), www.jacobinmag.com/2017/04/national-front-detoxification-marine-le-pen-fascism-france-elections/ Wolfreys, Jim, 2018, Republic of Islamophobia: The Rise of Respectable Racism in France (Hurst).
Morrow, Elizabeth A, and John Meadowcroft, 2018, “The Rise and Fall of the English Defence League: Self-Governance, Marginal Members and the Far Right”, Political Studies. Mosler, Volkard, 2013, “Germany: Discontent Below the Surface”, Socialist Review (October), http://socialistreview.org.uk/384/germany-discontent-below-surface Nachtwey, Oliver, 2018, Germany’s Hidden Crisis: Social Decline in the Heart of Europe (Verso). Noakes, Jeremy, 1971, The Nazi Party in Lower Saxony 1921-1933 (Oxford University Press). Open Society Justice Initiative, 2018, “Restrictions on Muslim Women’s Dress in the 28 EU Member States: Current Law, Recent Legal Developments, and The State of Play” (9 July), www. opensocietyfoundations.org/reports/restrictions-muslim-women-s-dress-28-eu-member-states Palheta, Ugo, 2017, “Fascism By Another Name”, Jacobin (15 February), www.jacobinmag.com/2017/02/france-national-front-marine-le-pen-fascism-antisemitism-xenophobia/ Paxton, Robert, 2005, The Anatomy of Fascism (London). Rosenberg, Chanie, 1988, “The Labour Party and The Fight Against Fascism”, International Socialism 39 (summer), www.marxists.org/ history/etol/writers/rosenberg/1988/xx/antifascism.html Sereghy, Zsolt, 2018, “Islamophobia in Hungary: National Report 2017”, in, Enes Bayrakli and Farid Hafez (eds), European Islamophobia Report 2017 (SETA), www.islamophobiaeurope.com/
33
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi Çağla Oflas
Eğer komünist partisi devrimci umudun partisi ise, bir yığın hareketi olarak faşizm de karşı devrimci umutsuzluğun partisidir. Lev Troçki
A
şırı milliyetçilik, göçmen düşmanlığı, ırkçılık, yürütmenin yasama ve yargıdan bağımsızlaşarak merkezileşmesi, hukuk ve parlamenter sistemin zayıflatılması, medyanın baskı altına alınması, militarizm ve savaş politikalarının öne çıkması… Tüm bunların üzerine kitlelerle popülist bağlamda kurulan ilişkiler. Son yıllarda iktidara gelen tüm otoriter figürlerin ortak yönünü oluşturan özellikler. Tüm dünyada “liberal demokratik” sistemin zayıflamasına paralel olarak otoriterleşmenin yükselişe geçmesi, faşizm tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Trump ya da Bolsanoro gibi otoriter sağcı figürleri Musolini ya da Hitler’le aynı kefeye koymak, yaygın olarak görülen bir durum. Oysa kötülükleri tanımlamak için kullanılan faşizm, kapitalist sistemde özgül bir siyasal konjonktürde, özgül bir yönetim biçimine denk geliyor. Bu bağlamda 1920’li ve 1930’lu yıllarda İtalya ve Almanya ortaya çıkan faşist hareketin yükseldiği ve iktidara geldiği süreci yakından incelemekte fayda var. Günümüz koşulları 1920’li ve 30’lu yıllardan farklı koşullara sahip olmakla birlikte, ortak özellikler de taşımakta. Ancak bu yazı, söz konusu iki dönem arasındaki ortak ve ayrı yönleri tartışmaktan ziyade, 2. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da yükselen faşizmi ve faşizme karşı mücadelede yaşanan zafiyetleri anlatmayı hedefliyor. Zira bugün yaşanan faşizm tartışmalarında da hâlâ geçmişin karanlık izlerine rastlamak mümkün. Nikolay Poulantzas, “Faşizm ve Diktatörlük” adlı kitabının girişinde Max Horkheimer’in “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” sözünü eleştirerek “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerektiğini” söyler. Gerçekte emperyalizm kapitalizmin geldiği bir aşamayı tarif eder. Kapitalist sistemde serbest rekabet ve sanayinin gelişmesi, üretimin yoğunlaşmasına yol açtı. Özellikle kriz dönemlerinde büyük ve orta ölçekli sermaye, büyük sermaye tarafından yutularak, sermayenin
34
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
merkezileşmesine neden oldu. Üretimin yoğunlaşması sürecinin belirli bir aşamasında ise üretimin büyük kısmını gerçekleştiren ve pazarın neredeyse tümüne hakim olan devasa işletmeler, tekeller ortaya çıktı. Lenin, kapitalizmin emperyalist aşamasını şöyle tarif eder: Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.1
Sermaye ihracı süreci, birbiriyle politik, ekonomik ve jeopolitik anlamda rekabet eden, aynı zamanda hiyerarşik olarak birbirine bağlı devletler sistemini meydana getirdi. Kapitalizmde devlet her zaman ekonomik yaşamda merkezi bir rol üstlendi. Emperyalizm döneminde büyük sermaye kuruluşlarıyla devlet tekelleri iç içe geçti. Bunun sonucunda, ekonomik rekabet ve jeopolitik rekabet de benzer şekilde iç içe geçti. Bu durum kapitalist devletler arasında dünyanın ekonomik yönden paylaşılması esasına dayanan ilişkilerin doğmasına yol açtı. Lenin, 20. yüzyılın başında kapitalist gruplar arasındaki rekabetin kaçınılmaz olarak savaşlara yol açacağını tespit etmişti. Faşizm, tarih sahnesine, kapitalizmin jeopolitik krizlerinin ekonomik krizleri tetiklediği, savaşlara yol açtığı emperyalizm aşamasında çıktı. Ancak faşizmi sadece emperyalizmle açıklamak yeterli olmaz. Çünkü faşizm çok daha özgül koşullarda, dünya kapitalist devletler sisteminde jeopolitik bir krizin yaşandığı, buna derin bir ekonomik buhranın eşlik ettiği, bu iki krizin etkisiyle burjuvazinin derin bir politik hegemonya krizine girdiği koşullarda, krizi büyük sermayenin lehine çözmek amacıyla ortaya çıktı. Burada kısa bir not: 2008 ekonomik krizi sonrası neoliberal konsensüsün sona ermesiyle birlikte iktidarların “güçlü devlet” vurgusunun öne çıktığı artan otoriter eğilimleri faşizmle karıştırmamak gerekir. Çünkü faşizm sadece burjuva devletin yürütme gücünü daha da kuvvetlendiren bir yönetim biçimi değil, güçlü yürütmenin ve açık diktatörlüğün özel bir biçimidir. Faşizmin özgül yanını, işçi sınıfının reformist örgütleri de dahil bütün yapılarını parçalayıp, işçi sınıfının her türlü öz savunma mücadele biçimini ortadan kaldırmak oluşturur.
durum daha da netleşecektir. Dünya ekonomisinin en tepesinde yer alan İngiltere’nin gücü aşınmaya başlamıştı. Sanayi verimliliğinin artmasına rağmen, İngiltere’nin dünya üretimi içindeki payı nispi olarak azalıyordu. Serbest rekabet koşullarında korumasız iç piyasaya dışarıdan gelen malların artmasıyla, İngiliz kapitalizmi zayıfladı, rekabet edemez hale geldi. İngiltere 1880 yılında dünyadaki toplam imalat sanayinin yüzde 22,9’unu elinde tutarken, bu rakam 1913’de yüzde 13,6’ya düştü. 1880’de dünya ticaretindeki payı, yüzde 23,2’yken, 1913’de yüzde 14,1 oldu. Almanya ise Avrupa’da sanayi, askeri ve ticari açılardan yükselen bir güç haline geldi. Almanya’nın artan askeri gücü Avrupa devletlerini tehdit etmeye başladı. Dünya ekonomisinin başında bulunan İngiltere düşüşe geçerken, ABD kapitalist dünya sisteminin liderliğine doğru yükselişe geçti. 1900’lü yılların başında ABD’nin mısır, şeker, buğday, kömür vb. üretimleri geçmiş 30 yıla göre 10 kat arttı. Kömür üretiminde Almanya’nın 277, İngiltere’nin 292 milyon tonluk üretiminin önündeydi. Bunun yanı sıra dünyanın en büyük bakır ve petrol üreticisiydi. Çelik üretimi diğer dört büyük devletin (İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) üretiminin toplamına eşitti. ABD’nin olağanüstü büyümesi uluslararası ilişkileri de etkiledi. Öte yandan tarım ve sanayi üretiminde İngiltere ve ABD’nin rakamlarına ulaşamayan Fransa, Japonya ve İtalya, rekabet edebilirlik düzeylerini yükseltmek için hâkimiyet alanlarını genişletme mücadelesine girdiler.2 Devletler arasındaki jeopolitik rekabet ve kapitalist üretim tarzında yaşanan çelişkiler sonucunda mali sermaye 1914’te dünya üzerinde korkunç bir savaş örgütledi. Dünya pazarlarını yeniden paylaşıma açan savaş, milyonlarca emekçinin birbirini öldürmesine, üretici güçlerin tahrip olmasına yol açtı. Ama sistemde yaşanan çelişkiler çözülmedi, aksine katlanarak büyüdü ve sistemde derin bunalımlara yol açtı. Emekçi kitlelerin savaşın içine çekilmeleri, savaşın yarattığı sefalet ve açlık, kitlelerin sisteme yönelik öfkesinin daha da artmasına yol açtı. Egemen sınıflar emekçi kitleler üzerindeki etkilerini kaybettiler. Rüzgarlar soldan esmeye başlamıştı.
Jeopolitik Rekabet 20. yüzyılın başında kapitalist rekabet, tekeller düzeyine yükselerek şiddetli bir jeopolitik mücadeleyle karakterize oldu. 1. Dünya Savaşı öncesindeki dünyanın büyük ekonomilerinin durumuna kısaca baktığımızda
Devrimci Koşullar 1917’de Rusya’da işçi sınıfı Çarlık rejimini yıkarak işçi iktidarını kurdu. Ekim Devriminin etkisi başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’ya yayıldı. Avrupa’nın hemen her yerinde kitlesel gösteriler, protestolar ve grevler yaşandı. Avusturya Macaristan İmparatorluğu parçalandı, Macaristan bir konseyler cumhuriyetine dönüştü. İtalya’da 1919 ve 1920 yılları tarihe “iki kızıl yıl” olarak geçti. İngiltere genel grevlerle sallandı.
1
2
Lenin, 1998, s.101
Sevim, 2014, s. 5-14.
35
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
9 Kasım 1918’de Almanya’da işçilerin ve askerlerin kitlesel eylemi, yüzlerce yıllık köhnemiş monarşi sistemini tarihin çöplüğüne attı. Devrimden kısa bir zaman önce kurulan işçi ve asker konseyleri siyasal iktidarı eline almıştı. Ancak konseyler ağırlıklı olarak Sosyal Demokrat Parti’nin etkisi altındaydı. SPD tüm süreç boyunca işçi sınıfının iktidara yöneldiği her kalkışmada devrimi boğdu. Ocak 1919’da Berlin’de SPD’nin kışkırtması sonucu ortaya çıkan erken ayaklanma, SPD hükümeti tarafından ezildi. Devrimin önderleri Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht katledildi. 1921’de Orta Almanya’da Zinovyev, Buharin ve Radek önderliğinde hazırlıksız ve zamansız bir devrim girişimi daha yapıldı, o da başarısızlıkla sonuçlandı. 1923’teki ayaklanma yine Komintern önderliğince harcandı. Almanya’da devrimin yenilgisi Rusya’daki devrimin izolasyonuna yol açtı. İç savaş nedeniyle atomize olduğu koşullarda, devrim yerini, bürokrasinin kendini yeni sömürücü sınıf olarak örgütlediği, Stalinist karşı devrime bıraktı. Liberalizmin Çöküşü, Otoriterleşmenin Yükselişi Kapitalist sistemin çelişkilerinin ürünü olan 1. Dünya Savaşı, sonuçları açısından çok daha derin buhranlara yol açacak sonun bir başlangıcıydı. Almanya yenilmişti. İtalya her ne kadar yenen tarafta yer aldıysa da sonuçları açısından Almanya ile aynı kaderi paylaşıyordu. Savaş ertesinde İtalya’ya verilen sözler tutulmadı. Toprak vaatleri yerine getirilmedi. İtalya’da büyük patronlar, çözümü dış ilişkilerde saldırgan, içte ise milliyetçi politikalar izlemekte buldu. Almanya’da ise savaş tam bir yıkım oldu. Almanya’nın elinden sanayisi için önemli hammadde kaynağı olan bölgeler alındı. Silahsızlanmaya zorlanan ülke, savaş tazminatı olarak 132 milyar altın mark ödemeye mahkûm edildi. Hem tazminatın yükünden hem de silahsızlanma yaptırımından kurtulmak isteyen büyük patronlar milliyetçi ve saldırgan politikalara başvurdu. Her iki ülkede de yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi istemediği devrimci durumlar yaşandı. İtalya’da devrimci gelişmeler ise 1920’de zirve noktasına ulaştı. Eylül ayında başlayan fabrika işgalleri ve grevler birbirini izledi. 1919’da 1663, 1920’de 1881 grev gerçekleşti. Cenova’nın büyük limanlarındaki dok işçileri taleplerini armatörlere kabul ettirdiler. 1920 Eylül’ünde metal iş kolunda yaşanan basit bir ücret uyuşmazlığı büyük bir sınıf kavgasına dönüştü. Ağır sanayi patronları işyerlerinde lokavt kararı alınca, 600 bin işçi fabrikaları işgal ederek fabrika konseylerini kurdu. Köylülerin mücadelesi de işçilerinkinden geri kalmadı. Köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyuyordu.3 Ancak İtalya’da devrimci durum 3
36
Guerin, 1975, s.30
işçi sınıfını, devrimci liderliğin olmaması nedeniyle Rusya’daki gibi iktidara taşıyamadı. Alman devrimci Clara Zetkin: “Faşizm, Rusya’da başlamış devrimi devam ettirmediği için, proletaryanın ödemek zorunda kaldığı bir faturadır” demişti.4 Gerçekten kaybedilen devrimlerin faturası ağır oldu. Avrupa’da liberal demokrasi yerini otoriter yönetimlere bıraktı. Kısa ömürlü Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin devrilmesinden sonra Macaristan’ın başına kral olduğunu iddia eden Amiral Horthy geçti. Macaristan artık parlamentosu olan ama demokrasisi olmayan otoriter bir devletti. İngiltere’de güçlü sağcı muhafazakâr Tory Partisi’nin lideri Winston Churchill’di. Churchill de Almanya’nın İngiltere’yi tehdit ettiği döneme kadar Mussolini’nin İtalya’sına sempati duydu. Portekiz’de Oliviera Salazar 1927-1974 yılları arasında ülkeyi açık diktatörlükle yönetti. Almanya’da Sosyal Demokrat Müller yerini Brüning’lere, Papen’lere bırakmış, Hitler iktidara gelene kadar parlamenter sistem askıya alınmıştı.5 Aslında liberal demokrasi, kapitalizm açısından en az maliyetli olanıdır. Kapitalist toplum, azınlık olan sömürücü sınıfın, sömürülen büyük çoğunluğun üzerindeki hegemonyasına dayanır. Bu durum sürekli bir ordunun varlığını ve bürokrasiyi zorunlu kılar. Kamu işleri, burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlar tarafından yürütülür. Devlet, geniş kesimlerin sisteme entegrasyonunu sağlayan cezaevleri ve polis gibi zor mekanizmalarının yanı sıra, sistemle bütünleştirici parlamenter yapılara sahiptir. Gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar burjuva toplumda çeşitli biçimlerde güvence altına alınmış haklardır. Ancak bu hakların kullanılması “kamu düzeni”yle sınırlanır. Kamu düzeni ise burjuvazinin güvenliğini ifade eder. Devletin işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin önüne koyduğu engeller, sınıf mücadelesindeki tarafların ağırlığına göre azalır ya da çoğalır. Kapitalist toplumda seçme, seçilme, toplantı, gösteri ve grev hakları dâhil tüm kazanımlar, işçi sınıfının aşağıdan mücadelesi sonucu elde edilmiştir. Öte yandan büyük emekçi yığınlarının sistemle entegrasyonunu sağlayan demokratik haklar devletin demir yumruğunu gizlemeye yarar. Dünya ekonomisinin geliştiği emperyalist aşamada, rekabetin keskinleşmesi sonucu ortaya çıkan militarizm hem iç hem de dış siyasette belirleyici oldu. İşgücü maliyetlerinin dünya ölçüsünde azaltılmasını sağlamak amacıyla emek hareketinin baskılanması ihtiyacı arttı, bu da demokrasiyi gereksiz hale getirdi. 1. Dünya Savaşı devletler arasında yaşanan jeopolitik sorunları 4
Aktaran, a.g.e., Clara Zetkin 1923’de İtalyan ve Alman komünistlerini faşizmin yarattığı terörizme karşı uyarır.
5
Hobsbawm, 1994, s. 149-150-151.
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
çözmediği gibi, düşen kâr oranlarının artmasını da sağlamadı. Üstelik hemen her yerde işçi sınıfının öfkesi kendi burjuvazisine yönelmişti. Burjuvazi iktidarını kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Bu koşullar altında sermaye sınıfı liberal sistemi kolayca terk ederek, Troçki’nin dediği gibi, “anneannelerinin ve dedelerinin sandıklarında ne varsa” getirdi. Artık dünya sosyal demokrat Müller’lerin dünyası değil, diktatör Brüning’lerin, Hoover’lerin, Horthy’lerin dünyasıydı.
Savaş sonrasının kargaşası, zanaatkârlara, küçük tüccarlara ve memurlara da işçilerden daha hafif bir darbe indirmedi. Tarımdaki ekonomik bunalım köylüleri yıkıma uğratıyordu. Orta tabakaların çöküşü bunların proleterleşmelerini sağlamadı: Çünkü proletaryanın kendisi de sürekli olarak bir işsizler ordusu üretiyordu. Kravatları ve suni ipek gömlekleriyle ancak örtünebilen küçük burjuvazinin yoksullaşması, bütün resmi inançları ve hepsinden çok da demokratik parlamentarizmi aşındırıp yok etti.7
Faşizmi doğuran koşulların sadece büyük sermayenin isteği doğrultunda ortaya çıktığını söylemek, meseleyi açıklamak için yeterli değildir. Faşizmi finans kapitalin bir icadı olarak gördüğümüzde, ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz ve onunla nasıl baş edeceğimiz konusunda yeterli donanıma sahip olamayız. Ayrıca durumu böyle tarif etmek sınıflar mücadelesinde yer alan güçlerin konumlanışını anlamaya yetmez.
Ekonominin yükseliş dönemlerinde kendilerini büyük sermayeye daha yakın gören küçük burjuva kesimler, kriz döneminde, toplumsal statülerini kaybettiler.
Aslında faşizm burjuvazi açısından hiç istenmeyen ama katlanılmak zorunda kalınan bir durumdur. Almanya’da büyük sermaye 1930’lu yılların başında Nazi’leri istemedi. O döneme kadar Brüning gibi otoriter yönetimlerle idare etti. Ancak 1929’da meydana gelen büyük ekonomik çöküş, iş dünyasının Hitler’i desteklemesine yol açtı. Sermaye 1920’de Kapp Darbesi ve Hitler’in adının duyulduğu 1923 Münih Ayaklanması’nda Naziler karşısında duraksadı. 1924’te ekonominin iyileşmesi sonrasında Nasyonal Sosyalist Parti’nin oyları yüzde 2,5-3’e indi. 1928’de yüzde 2,6’ıydı. Bu oran büyük buhran sonrası 1930 yılında yüzde 18’e çıktı. Nazi Partisi iki yıl sonra oyların yüzde 37’sini alarak en güçlü parti haline geldi. Ancak yine de seçimler sürerken bu desteği muhafaza edemedi.6 Öte yandan kapitalist devletler arasındaki eşitsiz gelişim ve ulusların ekonomik ve politik gelişmelerindeki farklılıklar, sermayenin krizi çözme yöntemlerinde de farklılıklara yol açtı. Örneğin 1929 bunalımından sonra ABD, önce New Deal politikasını uygulayarak, ardından tüm toplumu savaş için seferber ederek krizi sermaye lehine çözebildi. Ancak Almanya ve İtalya’da 1. Dünya Savaşı’nın yenilgisinin sonuçları ve 1929’da yaşanan büyük ekonomik çöküşün üstesinden gelemeyen burjuvazi, kendi kurduğu parlamenter sistemi imha etmek pahasına faşizmi destekledi.
İşçi sınıfı küçük burjuva kesimlerin desteğini alma yeteneğini gösterip iktidarı alamadığı için, bu kesim umutsuz yığınlar olarak karşı devrimin tabanını oluşturdu. Öte yandan hem İtalya’da hem de Almanya’da savaş sonrası terhis olan askerler üzerinde savaşın yıkıcı etkisi vardı. Subay ve astsubaylar da dahil uzun yıllar savaşan bu askerler, toplumla bağ kurma yeteneklerini yitirmişlerdi. Sayıları yüz binlere ulaşan terhis askerler, köylerine dönüp çalışmak yerine şehirlerde huzursuz bir halde, başıboş dolaşıyorlardı. Mart 1920’de karşı-devrimci bir hareket olarak gelişen Kapp komplosunun başında bu subay-astsubay ve askerler vardı. Rus Kornilov’unun karşılığını Almanya’da Prusya valisi Kapp almıştı. Her iki hareket de işçi devrimini ezmek, işçi örgütlerini dağıtmak, burjuva düzenin egemenliğini yeniden tesis etmek istiyordu. Eski askerlerden ve küçük burjuva kesimlerden oluşturulan faşist çeteler büyük sermayenin paralarıyla beslendi. Faşist çeteler İtalya ve Almanya’da işçi örgütlerine, grevlere, sendika ve sosyalist liderlere saldırılar düzenliyor, işçi sınıfının moralini bozuyor ve mücadele etme yeteneğini aşındırıyorlardı. İşçi hareketini sokakta ezdiği ölçüde faşist çeteler büyük sermayeye güven vererek iktidarla arasındaki mesafeyi yakınlaştırdı.
Faşizmin Kitle Tabanı: Küçük Burjuvazi 1.Dünya Savaşı, toplumsal tüm sınıflar gibi küçük burjuvazi ve orta tabakaların yaşam koşullarında da büyük bir bozulmaya yol açtı. Troçki, faşizmin kitle tabanını oluşturan küçük burjuvazinin siyaset sahnesine çıkış koşullarını şöyle tarif ediyordu:
Faşizm ve “Antikapitalizm” Orta sınıflarda kapitalist sistemin olağan dönemlerinde bile büyük sermaye arasında hem bir nefret hem de bir özenme durumu, karışık şekilde yaşanmıştır. 1918 sonrası orta sınıflar antikapitalist bir tavır aldı. Ancak bu karşı çıkış, iş gücünün sömürülmesi, artı değerin çalınmasına karşı gelişen bir tepkiden çok, rekabetin ve kredinin örgütleniş şekline duydukları bir tepkiden ibaretti. Bu anlamıyla işçi sınıfıyla taban tabana zıt bir konuma sahiptiler. Faşist hareket orta sınıfların sermaye ile işçi sınıfının arasında kalan çıkarlarına seslendi. Orta sınıflar kendi çıkarlarının sözcülüğünü yapacak sınıflar üstü bir devlet istediler. Faşist hareket, sınıfların iş birliği maskesi altında sınıflar üstü, korporatif bir devlet tarifi ile orta sınıfları kazandı. Öte yandan Marx’ın “işçi sınıfının vatanı yoktur” sözünün tam karşısında,
6
7
Troçki, 1993, s. 57-264
a.g.e, s.404
37
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
faşizm, küçük burjuvazinin sahip olduğu mal mülk ne varsa, tüm bunları vatan savunusuyla eş tutan bir milliyetçilikle orta sınıfları arkasına aldı. Vatan savunusu ile kapitalizm karşıtlığını en iyi şekilde sentezleyen isimlerden faşist Gregor Strasser şöyle yazmıştır: Alman sanayisinin ve Alman ekonomisinin uluslararası mali sermayenin emrinde olması, her türlü sosyal kurtuluş yolunun tıkanması demektir. Biz savaş Almanya’sının gençleri, biz nasyonal sosyalist devrimciler, Versailles Anlaşmasında somutlaşan kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele bayrağını açıyoruz. Biliyoruz ki, halkımızın milli kurtuluşu ile Alman işçi sınıfının iktisadi kurtuluşu arasında bizzat kaderin emrettiği bir bağ vardır. Alman sosyalizmi ancak Almanya hür ve serbest olduğunda mümkün olabilecek ve ayakta kalabilecektir.
Nazi Partisinin ideoloğu Goebbels de durumu şöyle özetler: Alman nasyonalizminin hedefi nedir? O da ister ki, geleceğin Almanya’sı yeryüzünün bir proleteri olmaktan çıksın.8
Faşizm ağır ekonomik çöküşün yaşandığı, burjuvazinin hegemonyasını yitirdiği, işçi sınıfının ise iktidarı alamadığı koşullarda ortaya çıktı. Kapitalist topluma ait kurumların işlevini yitirmesi, toplumsal yaşamdaki çürüme, kitlelerde umutsuzluğa yol açtı. Faşist hareket umutsuzluğa düşen kitleleri yeni bir düzen kuracağına inandırdı. Otorite olmadan düzen olmazdı. İtalya ve Almanya’daki faşizm ideolojisi kişi kültleri üzerine kuruldu ve kendi uluslarından olan her şey kutsallaştırıldı. Alman ırkı ari ırktı ve saf Alman olmayanlar Alman olmayı hak etmiyordu. Almanlar ve elbette İtalyanlar en güçlü, en üstün ve en uygar milletlerdi. 1922’nin Ekim ayında Mussolini büyük sermayenin saçtığı paralarla Roma yürüyüşünü başlattı ve iktidarı ele geçirdi. Böylelikle karşı-devrim İtalya’da başarıya ulaştı ve tüm işçi örgütleri ve siyasal önderlikleri yok edildi. Faşizm yeni bir burjuva diktatörlük biçimiydi ve tekelci sermayenin açık baskıcı diktatörlüğü olarak kendini örgütledi. İtalyan modeli, Nazi liderliğine örnek teşkil etti ve faşizm Almanya’da saf haline büründü. Almanya’da Naziler Nasıl İktidara Geldi? Almanya’da politik koşulların ister istemez Nazileri iktidara getirdiğine, işçi sınıfının Nazileri durdurabilecek güce sahip olmadığına ilişkin kanaat liberal ve reformist saflarda oldukça yaygın. Hatta “Her ulus hak ettiği şekilde yönetilir” eski sözü sık sık bu kesimler tarafından dile getirilir. Oysa bu söz Marx’ın “tarihsel ilerlemenin motorunu sınıflar mücadelesi oluşturur” sözüyle taban tabana zıt anlam ifade eder. Evrimci düşüncenin aksine 8
38
Aktaran: Guerin, 1975, S.177
hükümetler, despotizmden özgürlüğe doğru tek yönlü ilerlemezler. Her ulus birbiriyle çelişen farklı sınıflardan oluşur, her sınıf da farklı liderliklere karşılık gelen, birbirine zıt tabakalardan meydana gelir. Troçki şöyle der: Hükümetler bir ulusun sistematik bir biçimde yükselen “olgunluk” seviyesinin ifadesi değildir. Onlar aynı sınıf içerisindeki farklı tabakaların ya da farklı sınıfların mücadelesinin ve dış güçlerin eyleminin –ittifaklar, anlaşmazlıklar, savaşlar vs.-ürünüdür. Bütün bunlara bir hükümetin bir kere oluştuktan sonra kendini oluşturan güç ilişkilerinden daha uzun ömürlü olduğu da eklenmelidir. İşte bu tarihsel çelişkiden devrimler, darbeler, karşı devrimler doğar 9
Bu noktadan hareketle liderlik, reformistlerin ve liberallerin söylediği gibi sınıfın bir yansıması değildir. Farklı sınıflar arasındaki ya da bir sınıfının farklı tabakaları arasındaki çatışmalarla şekillenir. Ne yazık ki Almanya’da, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve Komünist Parti (KP) liderleri sınıflar mücadelesindeki bu türden çelişkilerin yarattığı fırsatları ve riskleri kavrama yeteneğine sahip değildi. Daha vahimi, SPD daha 1. Dünya Savaşı esnasında tarafını değiştirerek işçi sınıfının burjuva partisi haline dönüşmüştü. KP ise Rusya’da gerçekleşen karşı devrime paralel işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan bir parti olmaktan çıkmıştı. Stalinizmin İcadı: Sosyal Faşizm “Teorisi” 1920’lerin sonundan itibaren Rusya’da karşı devrimle iktidara gelen yeni bürokratik sınıf, Stalin’in diktatörlüğünde tüm muhalefeti ezdi. Birinci beş yıllık plan yürürlükteydi. Sendikalar devlete tabi kılındı, işçi sınıfı tamamen iktidardan uzaklaştırıldı. 1923 yılında Almanya’da devrimci ayaklanmanın dramatik bir şekilde yenilgisi, Bulgaristan ve Estonya’daki yenilgiler, 1927 yılında Çin’de Komintern’in burjuva milliyetçi devrimi desteklemesi sonucunda işçi sınıfının yenilgisi, Stalin’i “tek ülkede sosyalizm” tezine daha da yaklaştırdı. Lenin ve Troçki Rusya’daki devrimin kaderini Avrupa’daki devrime bağlamıştı. Stalin ne devrimin kalıcılaşmasını ne de Avrupa’da bir devrim istiyordu. Almanya’daki gibi bir devrim kapitalist dünyanın Rusya’ya müdahale tehlikesini yaratmaktan başka bir işe yaramazdı. Stalin Marksizmi tahrif ederek, “tek ülkede sosyalizm” doktrinini geliştirdi. Dolayısıyla artık komünistlerin öncelikli görevi “sosyalist anavatan” Rusya’nın çıkarlarını savunmaktı. 1922-23 yıllarında Zinovyev’in görüşleri Komintern ve Stalin’in üzerinde etkiliydi. 1924 yılında Zinovyev şunları söyledi: Şu anda uluslararası durum faşizmle, sıkıyönetimle ve proletaryaya karşı yöneltilen beyaz terör dalgasıyla 9
Troçki, 2000, s. 367
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
karakterize olmaktadır. Ama yakın gelecekte en önemli ülkelerde, burjuvazinin açık gericiliğinin yerini “demokratik pasifist” çağın alacağı olasılığını dışlamaz.10
Zinovyev’in bu sözlerinde kapitalist gelişim sürecine evrimci bir yaklaşımın izlerini görmek mümkün. Aslında Almanya’da faşizmin iktidar olacağı beklenmiyordu. Faşizm, ekonomik gerilik nedeniyle ortaya çıkmıştı. Ve son derece sanayileşmiş bir ülke olan Almanya’da gelişemezdi. 4. Kongre’ye Zinovyev’in faşizmin toprak ağalarını temsil ettiğini açıklayan görüşleri egemen oldu. Emperyalist gelişim sürecine ekonomist bir şekilde yaklaşan bu görüş, eşitsiz ve birleşik gelişmenin yarattığı çelişkili durumları kavramaktan uzaktı. Oysa Avrupa’daki kapitalist devletler sistemine en son eklemlenen ülke İtalya çoktan olağan üstü bir aşamaya geçerek emperyalist bir karaktere bürünmüştü. Ne yazık ki, Komintern’de Naziler iktidara geldikten sonra faşizmin gelmemesi için neden olarak görülen şey, faşizmin nedeni olarak görülecekti. Daha da vahimi Lenin’in emperyalizmin “çürüyen kapitalizm” olduğuna ilişkin değerlendirmesi mahkûm edilmiş bir üretim tarzının şimdiden sonuna gelindiği yorumlarına yol açtı. 1928’de yapılan Kongrede bu fikirlerin izleri vardır. Kapitalizmin stabilizasyonunun sarsıldığı ve yeni bir devrimci atılımın söz konusu olduğu savunuldu. Lenin’in dönemindeki birleşik işçi cephesi politikaları terk edildi. Sosyal demokrasiye karşı savaş açılarak “sosyal faşizm” politikaları hayata geçirildi. Komintern Troçki’nin deyimiyle “cenaze evine düğün havasıyla” gidiyordu. Oysa Avrupa’da işçi hareketleri yenilmişti ve genel bir geri çekilme söz konusuydu. Aynı Komintern, 1934’ten itibaren “düğün evine cenaze havasıyla” gidecekti. Bu kez dümeni tam sağa kırıp, burjuvaziyle birlikte halk cephesi politikalarını savunacaktı. Aynı yaklaşımdan hareketle sosyal demokrasiyi faşizmin sol kolu ilan etti. Stalin Pravda’da şöyle yazıyordu: “Faşizmin yalnızca burjuvazinin bir savaş örgütü olduğu yanlıştır. Faşizm sadece askeri-teknik bir kategori değildir.” Yani, “Sosyal demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır.” 11 KP’nin yayın organı “Die Rote Fahne” de Stalin’in sözlerini aynen tekrarlıyordu: “Faşizm aktif destek için Sosyal demokrasiye dayanan burjuvazinin askeri örgütüdür. Sosyal demokrasi nesnel olarak burjuvazinin ılımlı kanadıdır.”12 Milyonlarca işçi üyeye sahip olan SPD, sadece parlamentodaki sandalye sayısından değil, sendikal 10 Troçki, 2000, s.99 11 A.g.e, s.101 12 Troçki, 1977, s.161
hareket üzerindeki hâkimiyetinden de gelen büyük bir siyasi güce sahipti. Ne yazık ki, KP, faşizme karşı birleşik işçi cephesi politikalarını genişletmek yerine sosyal demokrasiyi, faşizmin ikiz kardeşi ilan ederek, sosyal demokrasinin tabanındaki işçileri kendisinden uzaklaştırdı. Oysa bu iki partinin matematiksel anlamda birleşimi bile Nazileri durdurmaya yeterdi. Tüm gelişmeleri Büyükada’daki sürgün yerinden takip eden Troçki ise sürekli yazdığı makalelerle, Komintern ve KP’yi uyardı. Geç kalmadan harekete geçmeleri, birleşik işçi cephesini kurmaları için çağrı yaptı. Komintern uyarılara kulak vermek yerine, Troçki’nin “hain ve karşı devrimci” olduğuna ilişkin itibarsızlaştırma kampanyaları yaptı. “Sosyal demokrasi, faşizmin ikiz kardeşidir” fikrini yaygınlaştırdı. Oysa parlamenter sistem sosyal demokrasinin kendi varlığını sürdürmesinin teminatıdır. Burjuvazi için parlamenter sistem ve faşizm sadece egemenlik araçlarıdır. Ama sosyal demokrasi ya da faşizm için bunlardan birinin seçilmesi arasında önemli bir fark vardır. Faşizm, parlamenter sistemi yıkmak ister. Parlamenter sistem aynı zamanda işçi sınıfının partilerinin, sendikalarının örgütlenme zeminini yaratır. Faşizm tüm bunları yok etmeyi hedefler. Faşizmin hedefinin sadece devrimci sol olduğu yanıltıcıdır. Aksine faşizm her türlü reformun hayat damarlarını ortadan kaldırmayı hedefler. Ne yazık ki, KP, Sosyal Demokrasiyi faşizme karşı mücadeleye kazanıp, işçi sınıfının birliğini sağlamak, tehlikeyi bertaraf etmek yerine, Sosyal Demokrasiye karşı mücadeleyi seçerek, işçi sınıfın en geniş kesimini karşısına aldı. Oysa Rusya’da 1917 Ağustos’unda Kornilov darbesine karşı Lenin, işçi örgütlerini yok etmek isteyen Kerenski hükümetinin darbeyle yenilmesine karşı çıkarak işçi sınıfının darbeye karşı birleşmesini sağladı. Birleşik işçi cephesi politikası Kornilov darbesini durdurmakla kalmadı, işçi sınıfını iktidara taşıdı. Almanya’da 1920’de Kapp Darbesi SPD ve KP’li işçilerin birlikte mücadelesiyle durduruldu. Bunlar hem Komintern hem de KP tarafından unutulup, “sosyal faşizm” gibi uyduruk bir teori geliştirildi. Troçki’nin incelemeleri, yazıları birkaç yıl gibi kısa bir zaman diliminde haklı çıktı. Faşizm iktidara geldiğinde SPD, KP ve işçi sınıfının tüm örgütlerinin kökünü öyle bir kuruttu ki, bugün hala, bir zamanlar Avrupa’nın en güçlü işçi örgütlerine sahip olan Almanya’da işçi sınıfı Nazi iktidarı dönemi öncesi gücüne ulaşabilmiş değil. Geliyorum Diyen Tehlike 1928, 1929 ve 1930 yılları, yükselen faşizm tehlikesinin farkına varılarak gerekli politik müdahalenin yapılması açısından en kritik yıllardı. Almanya ekonomisi 1924’ten itibaren, ABD sermayesi sayesinde biraz düzeldi. Bu dönemde Nazi partisinin oyları düşüktü. Ancak 1929 yılında ABD’de meydana gelen kriz Almanya’yı
39
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
da etkisi altına aldı. Amerikan sermayesi alacaklarının peşine düştü. Yabancı sermaye ülkeden gitti. 1930 yılında bankalar battı, küçük işletmeler birbiri ardına iflasa sürüklendi, işsiz sayısı o yıl 3 milyona, ertesi yıl 4 milyona fırladı. Bu durum politik dengeleri de altüst etti. 1930’a gelindiğinde Nazilerin oyları yüzde 700 artışla 810 binden, 6 milyon 400 bine çıktı. 1928’de Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD)’nin oyları 9.153.000, Komünist Parti (KP)’nin oyları 3.264.800’dü. 1929 buhranı ertesinde 1930’da ise, SPD’nin oylarının düşmesine karşılık, KP 4.592.100 oy aldı.13 1929 krizi büyük sermayenin tutumunun değişmesine yol açtı. Ekonomik krize eşlik eden siyasal kriz ve kaos ortamında büyük sermaye, Nazileri el altından destekledi. 1930 yılı sonunda Nazilerin silahlı kolu SA’ların (Fırtına Birlikleri) üye sayısı 100 bine ulaştı. SA’lar grevlere, fabrikalara, komünistlere saldırıyorlardı. Hitler, hoşnutsuz ve tepkili küçük burjuva yığınlara düştükleri durumun sorumlusu olarak sendikaları, sosyalistleri gösteriyordu. “Son gazete yok edilene, son örgüt tasfiye edilene, son eğitim merkezi kaldırılana kadar durmayacağız” diyordu. Burjuva toplumunun kendilerine artık hiçbir şey sunmadığı koşullarda faşizm “demagojik antikapitalist” söylemle güç kazanıyordu. Sosyal Demokrasi Gözden Düşerken 1930 ayında seçimler yapıldı ama Brünnig parlamentoyu feshetti. İki yıl boyunca kararnamelerle yönetilen Brünnig döneminde demokratik haklar sınırlandı, toplu sözleşmeler feshedildi. Hitler yükselirken SPD ve KP liderleri faşizmin yükselişini küçümsedi. İtalyan usulü faşizm Almanya’da olamazdı! KP, seçimlerde artan bir milyon civarındaki oyunun Komintern’in tezlerini doğruladığını savundu, seçimleri kendisi için “büyük zafer”, Naziler için ise “sonun başlangıcı” olarak değerlendirdi. Oysa arttırdığı oyların önemli bir kısmını işsizlerden almıştı. Seçimler KP’nin fabrikalarla bağlarının zayıfladığını gösterdi. Buna rağmen Stalin’den gelen talimatlar doğrultusunda, işçileri sosyal demokrat sendikalardan çekip, KP’nin örgütlü olduğu sendikalara yönelttiler. Böylece işçi hareketini bölerek, “Tabandan” bile olsa birleşik cephe taktiğini hayata geçirme ihtimalini dinamitlemiş oldular. SPD için de Brünnig hükümeti ehven-i şerdi. 1918’de monarşinin yıkılmasından Hitler’in iktidar olduğu 1933 yılına kadar ya iktidar ortağı ya da iktidar olan SPD kendini anayasal cumhuriyetin kurucu unsuru olarak görüyordu. SPD “Hitler, hiçbir zaman polise ve Reichswehr’e karşı iktidara gelemez. Anayasaya göre Reichswehr Cumhurbaşkanının komutası altındadır” diyordu. SPD’ye göre hükümetin başında anayasaya sadık bir cumhurbaşkanı olduğu sürece faşizm tehlikesi 13 A.g.e, s.57
40
yoktu. Bu nedenle Brünning hükümetini destekledi. Parlamenter burjuvaziyle bir ittifak yoluyla anayasal bir cumhurbaşkanı seçebileceğini düşünüyordu. KP ise Brüning hükümetini “faşizmin iktidara gelişi” olarak ilan etti. Nazileri küçümsemeye devam etti. KP’nin Lideri Thälmann’a göre “Hitler faşizminin teşkil ettiği tehlikeyi oportünist bir biçimde abartmaktan daha ölümcül bir şey olamazdı.” Naziler İktidara Yürüyor 1932’de ekonomi tam bir çöküş yaşadı. Üretim 1928’e göre %41 oranında azaldı. İşsiz sayısı 5,6 milyona ulaştı. Resmi olmayan rakamlara göre durum çok daha vahimdi. Kayıt dışı işsizler ve yarı zamanlı çalışanlarla birlikte gerçek rakamlar iki katını aşmıştı. Çalışanlar ise Brünning rejiminin ağır kemer sıkma politikaları altındaydı. Vergiler artmış, ücretler düşmüş, emeklilik primleri dört katına çıkarılmış, kamu çalışanlarının maaşları %25 oranında azaltılmış, bekârlara ek vergiler getirilmiş, sosyal harcamalar üçte iki oranında azaltılmıştı. 1932 seçimleri emekçi kitlelerin düzene yönelik öfkelerinin göstergesi oldu. İşçi sınıfının bölünmesi Nazilere yaradı. Propagandasında krizin, sefaletin sorumlusu olarak cumhuriyeti, parlamenter sistemi, Yahudileri, komünistleri hedef gösteren Hitler’in popülaritesi doruğuna çıktı. 1932’de Nazi partisinin oyları 13 milyon 800 bine ulaştı. 1932 Haziran’ında başbakanlığa atanan von Papen, sosyal demokrat hükümete darbe yaparak parlamentoyu feshettiğinde krizi iyice derinleştirdi. SPD darbe karşısında herhangi bir şey yapmadı. KP ise von Papen hükümeti için “faşist diktatörlüğün kurulduğunu” tespit ederek, Nazi tehdidini göz ardı etmeye devam etti. 30 Ocak 1933’de SPD’nin çok güvendiği Hindenburg, Hitler’i von Papen’in başbakan yardımcısı olduğu kabinenin başına getirdi. Hitler başbakanlık koltuğuna oturmak için kabinedeki on yedi koltuktan üçünün kendisine verilmesine razı oldu. Bundan sonra hiçbir engelle karşılaşmadan hedefine ulaştı. Hitler başbakanlık koltuğuna oturduğunda KPD şöyle demişti: “Hitler’den sonra biz iktidara geleceğiz!” SPD liderliği ise Hitler’in atanmasının anayasaya uygun olduğunu savundu. Hitler 23 Mart’ta parlamentodan çıkarttığı diktatörlük yetkisinin ardından hızla faşist rejimi yerleştirmeye koyuldu. İşçi hareketine yönelik amansız bir saldırı başlattı. Yüzlerce üyesi tutuklanan Komünist Parti kapatıldı. 1 Mayıs’ta “Ulusal Emek Günü” yürüyüşüne katılma çağrısı yapan SPD Haziran ayında kapatıldı. Almanya’nın en kitlesel işçi partileri olan SPD ve KPD, hiçbir direnç gösteremeden bir kararnameyle çökertildi. Temmuz ayına gelindiğinde Nazi partisinin mutlak iktidarı kuruldu. Sosyalist hareketin faşizm tarafından yenilmesiyle birlikte Hitler’in 2. Dünya Savaşı’nı başlatmasının
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
önündeki en büyük engel ortadan kalktı ve 2. Dünya Savaşı insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkımla sonuçlandı. Rusya’daki egemen sınıfı desteklemek için varlığını sürdüren Komintern ise artık dünya devriminin ilerletici gücü değil, işçi hareketinin kapitalizme karşı her ayağa kalkışında, devrimin önünde tıkaç oldu. Sol Sekterlikten Sağa, Halk Cephesi Politikalarına Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Almanya’nın artan gücü ve saldırganlığı Avrupa’da tedirginlik yarattı. 1935’te saldırganlıktan en çok tedirgin olan devletler İngiltere, Fransa ve Rusya’ydı. Rusya ve Fransa arasında birbirlerine yardım edeceklerine ilişkin pakt imzalandı. Böylece Komintern’de ihtiyat havası çalınmaya başlandı. Bu sefer tam tersi “sabırsız” ve “devrimci” heyecan, “sol” ya da “sekter” olmakla suçlandı. Stalin için yeni olan durum şuydu: Rusya’yı savunmanın, başka ülkelerdeki güçsüz komünist partiler eliyle mümkün olamayacağını gördü. Bunun yerine Nazi tehdidine maruz kalan kapitalist devletlerin hükümetlerine yaslandı. Bu durumda komünist partilerin yapması gereken en iyi politika kendi hükümetlerini desteklemekti.14 Böylece 7.Kongre’de rota tam sağa kırıldı, “sosyal faşizm” teorisi yerini “halk cephesi” teorisine bıraktı. Rusya, batıdaki kapitalist devletleri ürkütmek istemiyordu. İspanya’da gelişen bir devrim, batının Rusya’ya karşı tavrını değiştirebilirdi. Bu koşullar altında burjuva ittifakını savunmasında şaşılacak bir şey yoktu. Halk Cephesi politikalarıyla birlikte Lenin ve Karl Liebnecht’in “asıl düşman içerde” siyaseti terk edildi. Yerine uzlaşmaz çıkarlara sahip işçi sınıfı ve burjuvazinin ittifakı savunuldu. Oysa faşizm burjuvaziye karşı değildir. Faşizm, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini sınırsızca kullandığı bir araçtır. Bu nedenle işçi sınıfı faşizme karşı mücadeleyi burjuvaziyle birlikte değil, burjuvaziye karşı mücadele ederek yapmak zorundadır. İspanya’da ise devrimci bir durum vardı ve işçi sınıfının yapması gereken tek şey, burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devleti parçalamak ve onun yerine işçi konseylerini koymaktı. Ancak İspanya’da işçi sınıfının talepleriyle, köylülüğün toprak reformu taleplerini birleştirebilecek devrimci bir liderlik yoktu. Ne yazık ki, bu eksiklik, işçi sınıfı açısından ölümcül sonuçların doğmasına yol açtı. Faşizmin Panzehiri İşçi Sınıfı 1930’lar militarizmin ve faşizmin dünya ölçeğinde yükseldiği yıllar oldu. 2. Dünya Savaşı öncesinde, 1. Dünya Savaşı’nda kendi egemen sınıfını destekleyen, parlamenter hayallere sahip işçi sınıfının reformist 14 Carr, 2010, s.189
liderliklerine, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin şekillendirdiği, “Stalinist” liderlikler eklendi. Bu liderlikler tehlikeyi küçümsediler. Hitler’in iktidara gelemeyeceğini, gelse bile iktidarının geçici olduğunu düşündüler. Hitler ve Mussolini gibi faşistleri iktidara taşıyan, küçük burjuva ve lümpen unsurların işçi sınıfını ezmek üzere harekete geçmesine yol açan kapitalist sistemin içinde bulunduğu derin krizin yarattığı olağanüstü koşulları görmezden geldiler. Hitler’i durdurmak için müesses nizama güvendiler. Liderlikleri tarafından bölünmüş olduğu koşullarda işçi sınıfı, faşizmin önlenebilir yükselişini engelleyemedi. İspanya’da ise birleşik işçi cephesi yerine kurulan halk cephesi politikaları işçi sınıfının felaketine yol açtı. Bugün sosyal demokrat ve Stalinist liderliklerin etkisi oldukça cılız. Özellikle batıda liberal demokrasinin kurumlarının iyice yerleştiği, bu nedenle 1930’lu yıllardaki gibi bir faşizmin iktidara gelemeyeceğine ilişkin iddialar oldukça yaygın. Oysa bugün bu iddiaları çürüten pek çok gelişmeler yaşanıyor. Dünya ekonomisinin en büyük ülkesinin başında bulunan Trump başta olmak üzere bir dizi ülkede otoriter liderler açıkça ırkçı-faşist söylemlerde bulunmakta ve buna uygun tutumlar almakta. Bu söylemlerin her dönem ortak özelliği; ırkçılık, göçmen düşmanlığı, sol düşmanlığı ve cinsiyetçilik. Örneğin Trump seçim stratejisini “Amerika’yı yeniden büyük yap”, “Amerikalı işçi çalıştır” gibi söylemlerle işçi sınıfını bölmeye yönelik demagojik bir antikapitalist söylem üzerine kurdu. Başta Trump olmak üzere bu otoriter figürler liberal kurumları aşındırarak, sistemi daha da istikrarsız hale getirmekte. Trump ABD’nin dünya çapında yükselmesini sağlayan tüm kurumlara savaş açmış vaziyette. Erdoğan’ın liderliğindeki AKP-MHP koalisyonu tarafından kararnamelerle yönetilen Türkiye’de ise hukuksuzluk norm haline geldi. Meclis etkisizleşti. Darbe dönemindeki katliamları öven Brezilya’nın başkanı Bolsanoro ise kolluk kuvvetlerine yargısız infaz için yasal güvence veren yasa çıkardı. Tüm bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama burada altı çizilmesi gereken asıl mesele şu; bu figürler sıra dışı değil. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu çoklu kriz böylesi habis figürlerin ortaya çıkması için gereken uygun zemini yaratıyor. Bugünün dünyasının Trump’ları, Putinleri, Erdoğan’ları, 1930’lu yıllardaki gibi ekonomik kriz karşısında statülerini kaybetmiş küçük burjuvazi ve orta sınıfları tahkim etme kabiliyetine sahip değiller. İşçi sınıfına ve toplumsal mücadeleye karşı, ellerinde tuttukları devlet mekanizmasını harekete geçiriyorlar. Ancak faşist partiler, bu iktidarlar sayesinde 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana popülaritelerinin doruğuna ulaşmış vaziyetteler. Avrupa’da faşist partiler iktidar ortağı ya da ana-muhalefet partisi haline gelmiş durumda. Sanki bir dünya
41
Faşizm Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış: Avrupa’da Faşizmin Önlenebilir Yükselişi | Çağla Oflas
partisi kurmuşçasına koordineli hareket eden otoriter figürler faşist partilere cesaret veriyor. Viktor Orban’ın göçmenlerin Avrupa’nın Hıristiyan değerlerini tehdit ettiğini söylemesi, Trump’ın Meksika sınırına duvar örmesi, 11 milyon göçmeni geri göndereceğini söylemesi, Erdoğan’ın Suriyeli göçmenleri geri gönderme politikaları en çok faşist partilerin gelişmesini ve güçlenmesini sağlıyor. Avrupa’da, Yeni Zelanda ve ABD’deki ırkçı katliamlar, Trump’gillerin ırkçı kampanyasının bir ürünü. İnternette yapılan küçük bir araştırmayla bile bu katliamların arkasında, içinde eski ordu mensuplarının bulunduğu faşist yapıları görmek mümkün. Öte yandan kapitalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik bunalım ve onu daha da derinleştiren emperyalizmin krizi ve ortaya çıkan savaşlar, işçi sınıfının öfkesinin sisteme yönelmesine yol açıyor. Kasım ayında akaryakıt zammını protesto eden Sarı Yelekliler kitlesel bir harekete dönüşerek Fransa’da hükümete zor anlar yaşattı. Ardından Bulgaristan’da kitlesel akaryakıt zammı protestoları oldu. Cezayir ve Sudan’da yaşanan devrimler, Ortadoğu’da henüz son sözün söylenmediğini gösterdi. Hindistan’da 200 milyon işçi greve çıktı. Hong Kong’da Çin yönetiminin baskılarına karşı kitlesel grevler ve gösteriler ülkede tarihindeki en büyük siyasal krize yol açtı. Kadınların, iklim değişikliğine karşı mücadele eden, göçmenlerle dayanışan tüm toplumsal hareketlerin hedefinde kapitalist sistem var. İçinde bulunduğu krizden bir türlü çıkamayan kapitalist sınıf, işçi kitlelerinin mücadelesini, milliyetçilik, militarizm, göçmen düşmanlığı ve otoriterleşen yapılarla kesmek istiyor. Dünya genelinde tanık olduğumuz otoriterleşme eğilimleri çürüyen sistemin, çürüyen burjuva rejimler yarattığının en açık göstergesi. Trump gibi liderlerin artmasıyla paralel bir şekilde yükselen faşizmi ciddi bir tehlike olarak görmek gerekir. Bu aynı zamanda içinde bulunduğumuz kapitalist sisteme karşı mücadele etmemiz gerektiği anlamına da gelmektedir. Trump’ları, Erdoğan’ları durdurmak için müesses nizama güvenmek yerine, demokrasi isteyen herkes kapitalizme karşı mücadele etmelidir. Tarihsel hafızamız aşağıdan harekete geçen kitlesel işçi hareketinin demokrasi mücadelesini kazanmakla kalmayıp kendi iktidarına giden yolu açtığını defalarca gösterdi. Ama aynı zamanda ayaklanan işçi kitlelerine rehberlik eden devrimci partinin olmadığı, işçi sınıfının iktidarı alamadığı, devrimin yarım kaldığı koşullarda, hareketin trajik bir sonla yenildiğini de gösterdi. O nedenle kapitalizme karşı mücadele eden geniş işçi kitlelerini, işçi sınıfının çıkarlarını savunan politikaları ekseninde birleştirme yeteneğine sahip, devrimci partinin inşası günümüzün en acil ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç vicdan ve akıl tutulmasının yaşandığı günümüz dünyasında kapitalizme karşı mücadele eden geniş işçi kitlelerinin de kazanmasının tek koşuludur.
42
Kaynakça Lenin, Vladimir Ilyiç, 1998, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara. Hobsbawm, Eric, 1994, Kısa 20. Yüzyıl, 1994-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Everest Yayınları. İstanbul. S.149-150-151 Troçki, Lev, 1993, Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, Yazın Yayınları, İstanbul. Sevim, Faruk, 2014, “100. Yıllık Felaket, Birinci Dünya Savaşı 1914-2014”, Büyük Savaş Öncesi Dengeler, Küresel BAK Broşürü. Guerin, Daniel, 1975, Faşizm ve Büyük Sermaye, çev. Bülent Tanör, Suda Yayınları, İstanbul. Troçki, Lev, 2000, İspanyol Devrimi(1931-1939), çev. Emrah Dinç, Umut Konuş, Yazın Yayıncılık, İstanbul. Troçki, Lev, 2000, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, çev. Ufuk Demirsoy, Tarih Bilinci Yayınları. Carr, Edward Hallet, 2010, Komintern’in Alacakaranlığı, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul. Orwell, George, 2011, Katalonya’ya Selam, çev. Jülide Ergüder, BGST Yayınları, İstanbul.
Yükselen Faşist Tehdide Direnmek Panos Garganas
S
on birkaç yıldır, aşırı sağa ve onun faşist bileşenlerine karşı verilecek mücadele, artık görmezden gelinemeyecek bir gereklilik halini aldı. Neo-Nazi ya da “post-faşist” partilerle açık ya da örtük ilişkilere sahip siyasi formasyonlar, pek çok ülkede birbiri ardına seçim başarıları elde etti. Brezilya’da Bolsonaro’nun, biraz da Donald Trump’ın Beyaz Saray’daki varlığı sayesinde mümkün olan zaferi, aşırı sağın Avrupa’da uzun süredir devam eden yükselişine yeni bir ivme kazandırdı. Fransa’da baba-kız Le Pen’ler, Avusturya’da FPO, Hollanda’da Wilders, uzun süredir siyaset sahnesindeler. Daha yakın zamanlarda Almanya’da AfD’nin yükselişine, İtalya’da da Salvini’nin yükselişinden cesaret alan faşistlerin hareket alanlarının genişlemesine şahit olduk. Bütün bunlara ek olarak, faşist çeteler geleneklerine uygun bir şekilde ve sandıkta elde edilen başarılardan aldıkları cesaretle, sokaklarda saldırılar organize etmeye başladı. Neyse ki yükselen faşist hareket karşısında, yükselen bir karşı dalga da var. Trump’ın cinsiyetçi ve ırkçı provokasyonlarının her biri, başını kadınların, siyahların ve gençlerin –ve bazen o kadar da genç olmayanların- çektiği öfke patlamalarıyla karşılaştı. Almanya’da Chemnitz, Berlin’de ve daha yakın zamanlarda Dresden’de düzenlenen kitlesel gösteriler muhteşem görüntülere sahne oldu. Avusturya’da FPO’nun yeni kurulacak hükümetteki olası varlığı, ortaya saçılan skandallar sonucu askıya alındı. İngiltere’de Anti Nazi Ligi geleneği tüm canlılığıyla ayakta. Yunanistan’da Altın Şafak günbegün parçalanıyor. Tüm bu gelişmeler, sol içinde antifaşist mücadelenin stratejilerine ve taktiklerine ilişkin tartışmaları besleyen bir nitelikte. Faşist hareketin yükselişi karşısında rehavete kapılmak gibi bir lüksümüz yok. Öte yandan, faşizme karşı verilecek mücadeleye ilişkin çıkarımlarımızı dayandıracağımız çokça deneyimimiz oldu. Bu çerçevede genel resmi çok iyi özetleyen yazılardan biri, Mark L. Thomas imzasıyla Uluslararası Sosyalizm dergisinin 2019 Bahar sayısında ve okumakta olduğunuz Enternasyonal Sosyalizm’in bu sayısında yayınlandı. Thomas’ın da ifade ettiği gibi: Geçmişin hayaletleri yeniden gün yüzüne çıkıyor. Naziler yeniden yükselişte: meclise giriyor, milyonlarca oy alıyor, ırkçı zehirleriyle siyasi atmosferi kirletmeye devam ediyorlar. Auschwitz’in
43
Yükselen Faşist Tehdide Direnmek | Panos Garganas
özgürleşmesi ve Mussolini ve Hitler rejimlerinin yıkılmasından bu yana ilk kez, bu güçlerin yeniden zafer kazanabilmeleri bir ihtimal haline geldi. Bugünün faşistleri, iki savaş arası dönemle kıyaslandığında çok daha zayıf, hele de sokaktaki varlıkları çok daha cılız. Ancak yeniden patlak verecek bir ekonomik kriz ve bunun yön vereceği siyasi başkaldırılar, faşistlerin yükselişini hızlandırabilir ve onlara ivme kazandırabilir. Eyleme geçersek ve eylemlerimiz yeterli etkiye sahip olursa, [faşist hareketin yükselişine karşı] vaktimiz var. Bu da devrimci sosyalist örgütlenmelere faşizme karşı ortak cepheler inşa etme sorumluluğu yüklüyor. Bu cepheler, ne genel politik programlara dayalı olmalı ne de yalnızca kendini antikapitalist olarak tanımlayanları bünyesinde barındırmalıdır. Bu cephelerin en önemli özelliği, ırkçı ve faşistlerin yükselişini dehşetle izleyen herkesi harekete geçirecek olmasıdır. Devrimci örgütlenmelerin alametifarikası meclis dışında kalan alanlarda harekete geçme perspektifine sahip olması ve ırkçılığa amasız, fakatsız karşı çıkmalarıdır. Tam da bu sebeple, bu türden birleşik cepheleri ancak devrimci örgütler inşa edebilir. Uluslararası Sosyalist Akım, Avrupa çapında bu tür cepheler kurma sorumluluğunu üstlenmiştir.1
Bu makalede, Yunanistan’da Altın Şafak’a karşı verilen mücadele deneyimini paylaşmak istiyorum. Bu çerçevede değinmemiz gereken ilk nokta, ekonomik durgunluk, yoksulluğun artışı ve Neo Naziler de dâhil olmak üzere aşırı sağın yükselişi arasında kaçınılmaz bir ilişki olmadığıdır. Yaşananlarda siyasi kriz ve solun bu siyasi krize ne tür yanıtlar ürettiği de kritik öneme sahiptir. Eğer ırkçı söylem ve programlara karşı koyamazsak, faşistlerin hareket alanı genişleyecektir. Bunu vurgulamak özellikle önem taşıyor zira solun bazı kesimleri, indirgemeci bir bakış açısıyla, kemer sıkma programlarına karşı verilecek kavganın ve “ekmek” mücadelesini büyütmenin doğal olarak faşistleri meydanlardan temizleyeceğini ileri sürüyor. Yunanistan’da aşırı sağın 1977 yılından beri ilk kez kayda değer bir seçim başarısı kazandığı yıl 2007 yılı oldu. O seçimlerde LAOS, oyların %3,80’ini alarak meclise girdi. Resmi istatistiklere göre, 2007 yılında Yunanistan’da kişi başına düşen gelir zirve noktasına ulaşmıştı. Öte yandan mülteci ve göçmenleri hedef alan ve resmi ağızlarca dolaşıma sokulan ırkçı kampanya da giderek büyüyordu. 2009 yılında LAOS oylarını %5,63 seviyesine çıkardı. Bundan üç yıl sonra yapılan seçimlerde ise LAOS meclis dışında kalırken, Altın Şafak oyların %6,97’sini aldı. LAOS, bünyesinde barındırdığı çok sayıda faşist gruba meşruiyet kazandırmayı hedeflemiş bir aşırı sağ koalisyondu. Sokakta Neo Nazi çeteler kurmayı savunan (ve o zamana kadar kayda değer bir başarısı bulunmayan) Altın Şafak’la mücadele halindeydi. LAOS
44
2012 yılında, liderliğini eski bir bankacının yaptığı ana akım partilerden oluşan koalisyona katılınca itibarını kaybetti. Faşizmin “saygıdeğer” kanadının çöküşü, Altın Şafak’a aradığı fırsatı sağladı. Onlar da bu fırsatı kullandılar. LAOS ve Altın Şafak arasındaki bu bağlantı, aşırı sağın farklı kesimleri arasındaki etkileşimin mahiyetini ortaya koyduğu gibi, faşist tehdidi hafife almanın tehlikelerine de işaret ediyor. Yunanistan’da tam adı Irkçılığa ve Faşist Tehdide Karşı Ortak Hareket olan KEERFA, bundan on yıl önce, 2009 yılının yaz aylarında kuruldu. Aktivistler, sendikacılar, göçmenler ve başta SEK olmak üzere sol partilerden genişçe bir grup insanın bir araya gelerek oluşturduğu bu hareket, başlangıçta iki itirazla karşılaştı. Bu itirazlara göre hareket, (a) faşizm tehlikesini abartıyor ve (b) antifaşizm vurgusuna ırkçılık karşıtlığını da ekleyerek hareketin kapsama alanını “daraltıyordu”. O zamandan bu yana yaşananlar, KEERFA’yı haklı çıkardı. Bu dönem, Altın Şafak’ın yükselişini durdurmak için verilen zorlu mücadelelere şahit oldu. KEERFA olmadan bu mücadele yürütülemezdi. Birkaç somut örnek üzerinden ilerleyelim. 2013 yılında Irkçı Şiddeti Raporlama Ağı (IŞRA), en az 320 kişinin etkilendiği 166 ayrı vaka raporladı. Bu olaylarda hedef alınan kişilerin çoğunluğunu kayıt dışı göçmenler, sığınmacılar ve mülteci statüsü verilmiş kişiler de dâhil olmak üzere göçmenler ve mülteciler oluşturuyordu. Ayrıca bu kişilerin çoğu Müslümandı. Pek çok vakada bu kişilere yasal oturma iznine sahip olduklarını gösterir bir belge ibraz etmeleri söylenmiş, bu tür bir belgesi bulunmayan kişiler saldırıya uğramıştı. Saldırıların pek çoğu, sayıları iki ile yirmi arasında değişen çeteler tarafından kamusal alanlarda gerçekleştirilmişti. 15 vakada saldırıya uğrayanlar ya da olayın görgü tanıkları, Altın Şafak üyelerinin ya da Altın Şafak’la ilişkili kişilerin saldırganlar arasında olduğunu ya da Altın Şafak amblemini gördüklerini belirtiyordu. Yunan Polisi İç Olaylar Dairesi tarafından yürütülen bir incelemeye göre, 2009 ve 2013 yılları arasında, özellikle de 2012 yılında yaşanan saldırılarda, polisin olaylara dahlinin hatırı sayılır ölçüde artmış olduğu ortaya kondu. Toplamda 203 polis memuru ve 3 sivil, ırkçı şiddet içeren olaylara karışmıştı.2 KEERFA üyeleri, yaşanan bu gelişmeler karşısında, göçmenleri savunan ve Altın Şafak’ın eylemlerini engelleyip bunların giremeyecekleri güvenli bölgeler oluşturmayı hedefleyen sayısız eylem düzenledi. 2011 yılında Atina’nın merkezinde yer alan Aghios Panteleimonas’ta, 2012 yılında Pire yakınlarındaki Nikaia’da, 2017 yılında da Atina’nın güneybatısında yer alan Aspropyrgos’ta geniş katılımlı gösteriler düzenlendi. Öte yandan KEERFA, göçmenlerin sendikalara üye
Yükselen Faşist Tehdide Direnmek | Panos Garganas
olmalarını da sağladı. AB ve IMF tarafından dayatılan “kurtarma paketlerine” karşı düzenlenen genel grevlerde, çok sayıda göçmen işçilerle yan yana alanlarda yer aldı. Bu perspektif 2013 yılında antifaşist hareketin büyük bir atılım yapmasına imkân tanıdı. Pavlos Fyssas’ın öldürülmesini takip eden dönemde, devlet görevlilerini Altın Şafak’ın lider kadrosunu tutuklamaya iten basınç bu sayede yaratılmıştı. KEERFA 2013 yılının Ocak ayında, Altın Şafak mensubu çeteler tarafından öldürülen Pakistanlı işçi Şehzad Lokman’ın ardından çok önemli bir protesto gösterisi organize etti. Yine aynı yılın Eylül ayında, Neo Nazi katilleri dokunulmazlıkla ödüllendiren devleti nihayet harekete geçirmeyi sağlayan kitlesel gösterilerin merkezinde de KEERFA vardı. SEK Merkez Komitesi’nin o dönem yayınladığı açıklamada durum şöyle ifade ediliyordu: Michaloliakos’un tutuklanması, katil Neo Nazi mekanizmanın ve onun koruyucularının parçalanmasına giden yolun ilk taşıdır! Michaloliakos, Kasidiaris ve diğer Altın Şafak liderlerinin tutuklanması, Pavlov Fyssas cinayetinden sonra sokaklara dökülen muhteşem antifaşist hareketin bir zaferidir. Neo Nazi katilleri dokunulmazlıkla ödüllendiren provokatif sessizlik nihayet kırılmıştır. Şimdi bu katilleri koruyanlar, geç tecelli eden adaletin taşıyıcıları rolüne bürünmüştür. Tutuklamaları memnuniyetle karşılıyor ve eylemlerimize devam edeceğimizi duyuruyoruz. Birinci talebimiz, bu cinayet şebekesinin yatay ve dikey olarak parçalanmasıdır. Katiller ve bunların akıl hocaları, [tutuklanan] 34 kişiyle sınırlı değildir. Altın Şafak’ın faal olduğu bütün mahallelerde, Altın Şafak bürolarının bulunduğu her yerde bu ağların üzerine gidilmesini ve sorumluların açığa çıkarılmasını talep ediyoruz. Antifaşist temizlik, katillerle cömertçe işbirliği yapan polis memurlarını, görevlerini ihmal eden savcıları ve bu katil çeteleri besleyip sokağa salan para babalarını içine alacak şekilde genişletilmelidir. Bunlara ek olarak, bu çetelere bonkörce arka çıkan ve Neo Nazilerin devlet içinde bağlantı kurmalarında siyasi sorumluluğu bulunan tüm üst düzey yöneticilerin de istifasını talep ediyoruz. 2005 yılında eski bakan Voulgarakis adına Pakistanlıların kaçırılması skandalına karışan ve bir Altın Şafak üyesinin kuzeni olan kişiyi Ulusal İstihbarat Örgütü (EYP)’de üst makamlara getiren, bizzat Samaras değilse kimdir? Polis teşkilatının başındaki isim Dendias değilse kimdir? Yeni Demokrasi koalisyonu PASOK, “anayasal mutabakatın” liderliğini temsil etme iddiasını bir kenara bırakmalı ve istifasını sunmalıdır. PASOK, yalnızca Neo Nazilerin korunmasına doğrudan katkı vermekle kalmamış, kemer sıkma dayatmalarıyla yoksulluğun yaygınlaşmasına da zemin hazırlamış, her zaman ırkçılık kartını oynamıştır. Okulları ve hastaneleri kapatıp toplama kampları açan hükümet bu hükümettir. Bu hükümet için artık yolun sonu gelmiştir.
Sol, bu mücadelenin en ön saflarında olmak ve işçilerin kemer sıkma dayatmasının yol açtığı işten çıkarmalara, işyeri kapatmalarına ve özelleştirmelere karşı yürüttüğü mücadele ile antifaşist mücadeleyi birleştirmek zorundadır. Yerel kapitalist işbirlikçilerle birlikte krizlere, yoksulluğa, ırkçılığa ve Neo Nazilere yol açan IMF – AB – Avrupa Merkez Bankası üçlüsüne karşı güçlü bir işçi hareketi inşa etmek durumundadır. Bugün grevler ve antifaşist gösterilerle birlikte atılan adımlar, binlerce aktivistin böyle bir harekete yöneldiğini ortaya koymaktadır. ANTARSYA’nın hem grevlerde, hem de antifaşist ayaklanmada oynadığı öncü rolü selamlıyoruz. Herkese antifaşist hareketin bugünlere gelmesinde çok önemli rol oynayan KEERFA saflarında birleşme çağrısı yapıyoruz. Ulusal Meclis ve 5-6 Ekim’de düzenlenecek Uluslararası Antifaşist Buluşma, zafere giden yolun köşe taşlarından birini oluşturacaktır. Atina, 28 Eylül 2013. Sosyalist İşçi Partisi (SEK) Merkez Komitesi3
Mücadele bu tarihten sonra da ısrarla sürdürüldü. Altın Şafak üyelerinin yargılama sürecinin usulüne uygun olarak belgelenmesini ve bütün delillerin mahkemece kabul edilmesini sağlamak üzere antifaşist avukatları örgütledik. Bu pek de kolay olmadı. 2015 yılının Eylül ayında Yunanistan Meclis Başkanlığına getirilen SYRIZA’nın önde gelen milletvekili Nikos Voutsis, 2014 yılında “Yunanistan Devletinin topladığı deliller gülünç derecesinde yetersiz ve mahkemece kabul edilme şansı yok” diyordu.4 SYRIZA 2015 yılının Ocak ayında seçimleri kazandığında, sola doğru kitlesel kaymalar görüldü. O zaman şu ifadeleri kullanmıştım: “Seçimden sonra sola yönelim sürüyor. Son anketler Syriza’nın muhafazakârlara karşı 20 puanlık bir üstünlük kurduğunu gösteriyor. Yeni Demokrasi %20’nin altında, Syriza’nın oyları ise %40’ı aştı. Eğer bu seçim sonuçları bize bir şey söylüyorsa, bu radikalleşmenin bir adım ileri taşındığıdır.”5 Ne var ki SYRIZA seçimi kazandığı sırada meclis başkanlığını yürütmekte olan Zoe Konstantopoulou “hapisteki Altın Şafak milletvekillerinin oylamaya katılmasının engellenmesi” sebebiyle Yeni Demokrasi Partisi milletvekili Adonis Georgiades’in dokunulmazlığının kaldırılmasına yönelik oylamayı erteleme kararı verince yoğun bir tepkiye sebep oldu. 5 Mart’ta, bazı milletvekillerinin hapiste olmaları sebebiyle Meclisin son birkaç aydır hukuksuz bir şekilde çalışmalarına 3
https://socialistworker.co.uk/art/34511/Greek+fascists+arrested+by+police+read+statement+from+Socialist+Workers+Party+in+Greece+(SEK)
4
http://indefenseofgreekworkers.blogspot.com/2015/03/syriza-and-golden-dawn-parliamentary.html
5
http://isj.org.uk/syriza-and-the-crisis/
45
Yükselen Faşist Tehdide Direnmek | Panos Garganas
devam ettiğini ileri sürdü. Aynı gün ERT Open’a verdiği bir röportajda, Altın Şafak’ın bazı üyelerinin suç teşkil eden eylemlerde bulunmasının ‘Altın Şafak’ın siyasi olarak gayrimeşru bir parti olduğunu göstermediğini, Nazi yanlısı fikirlerin desteklendiğine yönelik iddiaların demokraside istisnalar yapabileceğimiz anlamına gelmeyeceğini’ söyledi. Sonradan “Yunanistan-Türkiye ilişkilerini ele almak üzere toplanan Ulusal Dış Politika Konseyi toplantısına, Yunan ordusuna alenen İstanbul’u işgal etme çağrısı yapan Altın Şafak üyeleri de davet edildi! Toplantıya başkanlık eden Kotzias, Altın Şafak üyelerinin Meclis Başkanı Zoe Konstantopoulou’nun uygulamalarına istinaden bu toplantıya dâhil edildiklerini söyledi”. Irkçılık karşıtı ve antifaşist KEERFA, kolektif özgürlüklerimize yönelik bu saldırıyı kınayan açıklamada, “bu davet, suç yuvası Nazi örgütlenmesinin yargılanması ve Altın Şafak’ın katil çetelerinin cezalandırılması için mücadele eden antifaşist hareketin sırtına saplanmış bir bıçaktır”6 ifadelerini kullandı. Özetle bizler, insanların sola yöneldiği, ancak bu durumdan faydalanarak iktidara gelen partinin halkın umutlarına ve beklentilerine ihanet ettiği bir bağlamda mücadelemizi yürüttük. Hem SYRIZA’ya oy veren insanları, hem de SYRIZA liderliğindeki hükümetin politikalarını eleştiren insanları aynı çatı altında bir araya getirmek için uğraştık. Devrimcileri ve reformistleri aynı çatı altında birleştiren bir antifaşist hareket inşa etmek, doğrusal bir hat izleyen, zorluklardan azade bir süreç değildir. Bu bizlere, seçimler yoluyla elde edilen yanıltıcı zaferlerin faşistlere karşı kısa yoldan zaferi müjdeleyen başarılar olmadığını gösteren önemli bir uyarıydı. Pek çok insan, SYRIZA’nın politikalarına muhalefet etmenin Altın Şafak’ın işine geleceğinden endişe ediyordu. SYRIZA liderliği, açıkça insanların bu korkularını kullandı ve SYRIZA hükümetinin düşmesi halinde bundan en çok faydayı faşistlerin devşireceğini söyledi: “Hükümet politikalarını protesto etmeyin, greve gitmeyin, bunun tek sonucu Neo Nazilerin büyümesi olacaktır”. Solda bazı insanlar bu tutum karşısında öylesine öfkelendi ki, SYRIZA aktivistlerinin antifaşist gösterilere katılmaması gerektiğini söylemeye başladı. Başka hatalı stratejilerin de etkisiyle, sekterlik gerçek bir problem olarak ortaya çıktı. Genç anarşistler, el altından kendi sokak gruplarını oluşturup kendi bölgelerindeki faşistleri zor yoluyla etkisiz hale getirmeyi önerdi. Neo-Stalinistler “üçüncü dönem” politikalarına dönüp 1930’larda Alman işçi sınıfına kaybettiren sürecin derslerini unutuverdi. 6
46
http://isj.org.uk/manoeuvres-from-above/
Bütün bu sorunlara karşın, KEERFA’nın liderliğindeki antifaşist hareket Altın Şafak’ı geriletmeyi başardı. Mahkeme, ertelemelere rağmen sürdü ve Neo Nazi hareketin lider kadrolarına ağır bir darbe indirdi. Michaloliakos suçlamalar nedeniyle adeta yaylım ateşi altında kaldıklarını iddia etti. Giderek daha fazla sayıda insan yereldeki Altın Şafak bürolarının faşistlerin bir araya gelip saldırı planı yaptıkları yerler olduğuna ikna oldukça, bu bürolar birer birer kapanmaya başladı. Bu yılın Temmuz ayında yapılan seçimlerde ise Altın Şafak ağır bir yenilgi aldı ve hiçbir üyesi meclise giremedi. Mahkemede sona yaklaşılırken, faşistler arasında da bölünmeler ve sürtüşmeler sürüyor. Faşistlere karşı deliller o kadar açık ki, cevap bekleyen tek soru cezaların süresinin ne kadar olacağı. Henüz mücadele bitmiş sayılmaz. Başka bir sağ grup, “Yunan Çözümü” meclise girmeyi başardı. Bu grubun Altın Şafak benzeri sokakta örgütlenmiş faşist çeteleri yok, fakat rehavete kapılmak büyük bir hata olur. Yunanistan’daki antifaşistler, bugüne kadarki başarılarından gurur duyabilir. Ancak uluslararası düzeyde antifaşist hareketlerle işbirliği yapmayı sürdürmeli ve faşizm tehdidini dünyanın her yerinde ezmeliyiz. Çeviri: Melih Mol
1936 İspanya Yenilgisi Tuncay Kumcu
1
936 İspanya iç savaşının üzerinden seksen üç yıl geçti. 1936-39 arasındaki olaylara dönüp bakmak, sadece tarihi anmak için değil, o dönemde olanların arka planını kavramak için de gerekli. O yıllarda İspanya’da yaşanan olaylar sadece cumhuriyetçi saflar ile faşistler arasındaki bir iç savaş değil, aynı zamanda, işçi sınıfı ve yoksul köylüler ile toplumun diğer sınıf ve katmanları arasındaki bir iktidar mücadelesiydi. Üstelik bunlar birbirleri ile son derece iç içe geçmiş ve birbirinin sonucunu büyük ölçüde tayin eden iki mücadeleydi. Başta Madrid ve Barcelona olmak üzere cumhuriyetçi saflardaki tüm şehir ve kırsal yerleşme merkezlerinde yaşanan o sosyal değişikliği Uluslararası Tugaylarl’la İspanya’ya gitmiş olan İngiliz gazetecisi ve edebiyatçısı George Orwell şöyle anlatıyordu: İşçi sınıfının iktidarda olduğu bir yerde ilk defa bulunuyorum. Neredeyse her çapta bina işçiler tarafından ele geçirilmiş ve kızıl bayraklarla, ya da anarşistlerin kırmızı siyah bayrakları ile donatılmıştı; hemen hemen her kilise kundaklanmış ve putlar yakılmıştı. Yer yer kiliseler işçi grupları tarafından sistematik bir biçimde yıkılıyordu. Her dükkânın ve kahvehanenin üzerinde, kolektifleştirildiğini belirten bir pano vardı; hatta ayakkabı boyacılarının kutuları bile kolektifleştirilmiş, kutular kırmızı ve siyaha boyanmıştı. Garsonlar ve dükkânlarda çalışanlar karşılarındaki müşterinin yüzüne bakıyor ve bunlara eşitleri gibi davranıyorlardı. Aşağılayıcı ve hatta resmiyetçi konuşma biçimleri ortadan kalkmıştı... Bahşiş vermek yasaklanmıştı ve ilk deneyimlerimden biri asansördeki çocuğa bahşiş vermeye çalıştığım için otel müdüründen ders dinlemek oldu. Hiçbir özel otomobil kalmamıştı, hepsi müsadere edilmişti. Tüm tramvaylar, taksiler ve diğer araçların çoğu kırmızı ve siyaha boyanmıştı. Her yer duvarlardan temiz kırmız ve siyah renklerde sarkan devrimci afişlerle kaplıydı ve geriye kalan birkaç reklam afişi bunların yanında çamur lekesi gibi duruyordu. İnsan kalabalıklarının sürekli aşağı-yukarı gelip geçtiği şehrin geniş merkez caddesi Ramblas’da hoparlörlerden bütün gün ve gece geç saatlere kadar devrimci şarkılar kükrüyordu. Ve en garip şey kalabalığın görünümüydü. Dış görünüşü itibarıyla burası zengin sınıfların neredeyse tamamen ortadan silindiği bir yerdi... Her şeyden öte devrime ve geleceğe güven, birdenbire bir eşitlik ve özgürlük çağına ermişlik hissi vardı. İnsanlar kapitalist düzenin çarkları gibi değil, insan gibi davranmaya çalışıyorlardı.1
Kısacası toplumsal düzen tamamen değişmişti. Bu durumda akla ne oldu da bunlar
47
1936 İspanya Yenilgisi | Tuncay Kumcu
korunamadı sorusu gelir. Üstelik bu durumun değişmesi, daha Franko ordularının buralara erişebilmesinden çok öncesine, cumhuriyetçi Halk Cephesi hükümeti dönemlerine rastlar. Bu yazının iddiası 1936 İspanyasındaki kazanımların yitirilmesinin sorumlusunun Halk Cephesi politikası ve pratiğinin olduğudur. Özellikle de PCE’nin (İspanya Komünist Partisi) bu cephe hükümeti içindeki kendi rolünü, orta sınıfları cephede tutmak adına, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin kazanımlarını frenlemek ve nihayet açıktan baltalamak olarak saptamış olmasıdır. Yine bu yazının iddiası, İspanya olaylarının o dönemdeki dünya olaylarından ayrı düşünülemeyeceğidir. Özellikle Komintern’in bu dönemdeki perspektifleri ve Stalin’in dış politikası, bu olayların yönünü ve nihai sonucunu tayin eden başlıca unsurlar olmuştur. İlk İspanya Cumhuriyet Hükümeti Dönemi İspanya’da 1936 olaylarının arka planını yüzyılın başından beri hızla gelişen bir sınıf mücadelesi oluşturur. 1917-1930 arasında iki misli artan sanayi işçileri başlıca dört bölgede yoğunlaşmıştır. Bunlardan Bask bölgesi tüm ülkenin demir çelik ve tersane kapasitesinin yüzde 70’ine sahiptir. Asturya bölgesi ise kömür üretiminin büyük çoğunluğunu üstlenir. Başkent Madrid başlı başına büyük yerleşim merkezlerinden biridir. İşçi sınıfının en yoğun olduğu Katalonya bölgesi ise işçilerin yaklaşık yarısını barındırır. Ayrıca Andalusya kırsal bölgesinde büyük çiftliklerde çalışan çok yoğun bir tarım işçisi kesimi vardır. İşçi sınıfı hareketi iki büyük konfederasyon tarafından örgütlenmiştir. Bunlardan büyüğü PSOE (Sosyalist İşçi Partisi)’nin önderliğini yaptığı Genel İşçi Sendikası (UGT)’dir. Katalonya’daki işçilerin çoğunluğu Anarko sendikalistlerin önderliğindeki Ulusal İşçi Konfederasyonu (CNT)’de örgütlüdür. PCE’nin de bir konfederasyonu vardır. Ama bu konfederasyon pek etkinlik kazanamamış, sonunda 1939’da UGT ile birleşmiştir. İspanya’nın bir diğer özelliği ise sanayileşmenin nispeten geç başlaması nedeniyle ve bunun genelde yabancı sermaye ile yürümesi sonucu, ulusal burjuvazinin sahnede kendine daha pek yer edinememiş olmasıdır. Nitekim ülke 1931’e kadar monarşi ile yönetilmiş, bu yılın başlarındaki genel seçimlerin ve büyük şehirlerdeki grev hareketlerinin sonucu monarşi Nisan ayında devrilmiş ve yerine İspanya Cumhuriyeti kurulmuştur. Nisan 1931’den Ekim 1934’e kadar süren ilk cumhuriyet hükümeti ülkede sağlam bir burjuva demokrasisinin temellerini atmayı başaramamıştır. Vaat edilen köklü toprak reformu gerçekleşmemiş, köylü gösterileri zorla bastırılmıştır. Ulusal sorun çözümlenememiş, Katalonya’ya özerklik verirken milliyetçiliğin daha güçlü olduğu Bask bölgesi bundan mahrum bırakılmıştır.
48
Yine bu dönem boyunca işçi sınıfının yaşam düzeyi düşmüş, işsizlik giderek artmış ve hükümet işçi sınıfı mücadelesinin önüne geçmek için grevleri yasaklamış ve yeni iş kanunları çıkarmıştır. İşçi sınıfının bütün bunlara karşı giriştiği mücadeleler ise örneğin Haziran 1931, Ocak 1932, Ocak 1933’teki grevlerde olduğu gibi polis ve ordu tarafından zorla bastırılmıştır. Aynı şekilde Ocak 1933’te Barcelona’da anarşistlerin önderliğinde başlayan bir ayaklanma hükümet tarafından amansızca bastırılmıştır. Bu ilk cumhuriyet hükümeti toplumdaki hemen hemen her kesimi karşısına almayı başarmıştır. İşçi sınıfı bu kısa burjuva hükümeti döneminde bile burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü görmeyi ve böyle bir düzenin işçi sınıfına vereceği pek bir şey olmadığı sonucunu çıkarmaya başlamıştır. Köklü bir toprak reformundan mahrum bırakılan köylülük de aynı şekilde hayal kırıklığına düşmüştür. Öte yandan orta sınıflar ve hâkim sınıfın önemli bir kesimi de hükümete karşıdır. Orta sınıflar, işçi sınıfı ve köylüleri sindirecek daha köklü bir çözüm peşinde aşırı sağa kayarken, Katolik kilisesi ve burjuvazinin bir kesimi de hükümete karşı açık bir kampanya başlatmıştır. Nihayet Ekim 1934’de hükümet düşer, ancak bu defa iktidarın faşist partiye geçme olasılığı belirir. PSOE bu olasılığa karşı genel grev ve ayaklanma çağrısı yapar, fakat işçi sınıfını sonradan frenleyemeyeceğini kestirince bundan son anda vazgeçer. Her şeye rağmen bu çağrıya cevap verenler olur. Örneğin 20 bin Asturyalı maden işçisi yerel UGT, CNT ve PCE kadrolarının önderliğinde silaha sarılır ve General Franko’nun ordusu ile 2 hafta kıyasıya çarpışırlar. Ayaklanma çağrısının ardından tek başlarına kalan Astoria maden işçileri sonunda yenilir ve teslim olurlar. Franko teslim olan işçilerin 3 binini öldürerek intikam alır. Acı sonuna rağmen bu eylem İspanya devriminin ilk önemli mücadelesi olur. Bunun ardından yer yer çeşitli mücadeleler olur, fakat hükümet ve ordu bunlara her zamanki zorbalıkları ile cevap verir. Bu altı ay içinde 40 bin kişi siyasi nedenlerle hapse atılır. Bütün bu baskıya rağmen işçi sınıfı mücadelesi hızını kaybetmez ve örneğin 1935’in 1 Mayıs’ı genel grev ile kutlanır. Grevin baş talebi, siyasi mahkûmların serbest bırakılmasıdır. Aynı Yıllarda Sovyetlerde Durum İspanya’da olaylar böyle gelişirken dünyanın bir başka yerinde, Sovyetler Birliği’nde tüm dünya sol hareketine damgasını vuracak çok önemli bazı gelişmeler yaşanmaktadır. Daha sonra sadece İspanya’da değil, birçok ülkede yaşanan olayları anlamamıza yardımcı olması için bu gelişmeleri ayrıntılı olarak incelemekte yarar var. Ocak 1934’te Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 17.Kongresi toplanır. Tarihe “galiplerin kongresi” adı ile geçen bu kongrede resmi olarak “ulusal ekonominin tüm dallarında, kişinin kişi tarafından sömürülmesine
1936 İspanya Yenilgisi | Tuncay Kumcu
son veren sosyalizmin zaferi” kutlanıyor olmasına rağmen, “galiplerin” burada asıl kutladıkları şey, kulakların bir sınıf olarak tasfiyesi, köylü kitlelerin zorla kolektifleştirilmesinin tamamlanması ve sanayi üretiminin devrimden bu yana kaydettiği büyük artıştır. Resmi olarak kutlanmayan bir diğer gelişme ise bürokrasinin iktidarını pekiştirmesidir. Bütün bu kutlamaların altında yatan asıl neden ise, Stalin’in artık muhaliflerini harcamak için gereken konuma gelmiş olmasıdır. Ve bunu takip eden yıllarda Stalin artık tüm muhalefeti, bütün eski Bolşevikleri yavaş yavaş saf dışı bırakacaktır. Ağustos 1936, Ocak 1937 ve Mart 1938 Moskova mahkemeleri bu çabanın doruğu olacaktır. Sovyetler Birliği’ndeki bürokrasi aynı zamanda uluslararası düzeyde iktidarını pekiştirmek için Komintern partilerindeki sol muhaliflerin de saf dışı bırakılması gerektiğinin farkındaydı. Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” ilkesi, artık 1934’te Sovyetler Birliğinde sosyalizmin kurulduğunun ilanı ile şimdi tek sosyalist ülkeyi korunma ilkesine dönüşmüştür. Bunu arkasından, artık Komintern Sovyetler Birliği’nin dış politikasının -üstelik başka muhtemel devrimleri satmak pahasına- ve Sovyetler Birliği’ni korumanın aleti oldu. Stalin, özellikle bu dönemde Alman faşizmine karşı korunmanın yolunu, devrimi Avrupa’da yaymak olarak değil, Almanya ve İtalya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile cephe kurmak olarak tespit etmişti ve Mayıs 1935’te Fransa ile bir karşılıklı güvenlik anlaşması imzaladı. İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile anlaşmanın faturası ise, Avrupa’da ve başka yerlerde devrimleri desteklemekten uzak durmak, buralardaki Komintern partilerini burjuvazinin peşine takmak idi. Komintern Yürütme Kurulu 1936’daki kararında bunu şöyle ifade eder: Bugünkü durum 1914’teki durum değildir. Barışı sağlamak isteyenler artık sadece işçi sınıfı, köylülük ve tüm çalışanlar değil, aynı zamanda bağımsızlıkları savaş ile tehdit altında bulunan ezilen ülkeler ve zayıf uluslardır. Dünya proletaryasının ve tüm ezilenlerin yıkılmaz kalesi olan Sovyetler Birliği, barış için mücadele eden tüm güçlerin odak noktasıdır. Mevcut dönemde barışı korumak bazı kapitalist ülkelerin de lehinedir. Böylece emperyalist savaş tehlikesine karşı, işçi sınıfından, tüm çalışanlardan ve bütün uluslardan bir cephe oluşturma olasılığı vardır.2
kurmalarıydı. Temmuz-Ağustos 1935’teki 7. (ve son) Komintern Dünya Kongresi, üçüncü dönemin bittiğini ve girilen yeni dönemi şöyle anlatıyordu: Barış mücadelesi en geniş cepheleri kurmak için en büyük olanakları sunmaktadır. Barışı korumaya meraklı herkes bu cepheye çekilmelidir. Her verili anda savaş kışkırtıcılarına karşı (ve şu anda faşist Almanya ve onunla iş birliği içinde olan İtalya ve Japonya’ya karşı) güçlerin bir araya toplanması en önemli taktiksel görevi oluşturmaktadır. Sosyal demokratik ve reformist örgütlerle kitlesel, ulusal kurtuluşçu, dini devrimci, pasifist örgütlerle ve bunların taraftarlarıyla birlik cephesi kurmak, savaşa ve her ülkede bunun faşist kışkırtıcılarına karşı mücadelede belirleyici önemdedir.3
İspanya’da Halk Cephesi Politikası Komintern’in yeni halk cephesi politikası çerçevesinde, PCE de kendi ülkesinde anti faşist gördüğü her unsurla cephe kurmaya çalıştı. Komintern’in uluslararası parti olarak işlev görmeye çalıştığı ilk dört kongresini kapsayan 1.döneminde savunulan cephe anlayışı farklı idi. O zaman birleşik cepheden kast edilen şey, komünist partilerin tartışılmaz örgütsel bağımsızlığı temelinde işçi sınıfı mücadelesi eksenindeki eylemde bir cephe anlayışı idi. 1935’ten sonra Komintern’in halk cephesi anlayışı ise sosyal demokratların sağındaki liberal burjuvaziyi bile kapsayan (hükümet olmak için) bir cephe anlayışıdır. Bu cephe işçi sınıfı mücadelesi ekseninde değil, bir dış politikanın belirlediği eksendeki bir cepheydi ki, bu dış politika faşizme karşı emperyalist İngiltere ve Fransa’yı kendi saflarına çekmeye çalışıyordu. Komünist partilerin herhangi bir devrimci mücadelesi de bu emperyalist güçlerin hoşuna gitmeyen dolayısıyla durdurulması gereken bir şeydi.
Komintern bu politikası ile üçüncü dönemde sosyal faşist diye lanetlediği sosyal demokrat partilerin bile sağına kaymış oldu. Şimdi Komintern partilerinin uygulamaları beklenen sınıf uzlaşma politikası, Komintern’in kurucularının reddettiği 1.Dünya Savaşı başında sosyal demokrat partilerin takındıkları sınıf uzlaşma politikalarından farksız idi. Artık Komintern partilerinden beklenen kendi burjuvazileri ile halk cepheleri
İspanya olaylarına dönecek olursak, burada her şeye rağmen yükselen işçi sınıfı mücadelesi sayesinde Halk Cephesi 16 Şubat 1936 seçimlerini kazandı. Cumhuriyetçi partiler ve işçi sınıfı partileri arasındaki bu cephede, burjuva partileri safında Cumhuriyetçi Sol Parti (bunun başkanı Manuel Azana başbakan olur) Cumhuriyetçi Birlik, iki Katalonya Milliyetçi Partisi ve Bask Ulusal Eylem Partisi. İşçi sınıfı safındaki partiler ise PSOE, PCE ve Katalonya bölgesindeki Katalan Birleşik Sosyalist İşçi Partisi (PSUC) vardı. İşçilerin Marksist Birlik Partisi (POUM) ise çeşitli itirazlarına rağmen sonunda Cephe anlaşmasına imzasını attı. CNT (anarşistler) cepheyi dışarıdan desteklediğini belirtti ve aslında Halk Cephesinin seçimleri az farkla kazanabilmesi ancak CNT’nin seçimlerde oy kullanmama politikasını değiştirerek taraftarlarını oy kullanmaya çağırması ile mümkün oldu. Cephe hükümetinin
2
3
Hallas, 1985, s. 142.
Degras, 1965, s. 375.
49
1936 İspanya Yenilgisi | Tuncay Kumcu
programını sol bir program olarak düşünmek yanlış olur. Bu programa göre Cephe’nin kurmak istediği toplumsal yapı: Sosyal veya ekonomik sınıf motifleri ile yönlenmiş bir Cumhuriyet değil, bundan ziyade toplumsal ve sosyal ilerleme motifleri ile hareket eden bir demokratik rejim idi.4
Ancak işçilerin beklentileri bundan çok öteydi. Nitekim seçim sonuçlarının açıklanması ile birlikte işçi sınıfı harekete geçti. Seçimlerin ertesi günü (17 Şubat) işçiler Valencia, Ovideo ve diğer büyük hapishaneleri basarak ilk cumhuriyet hükümeti döneminin sonlarında tutuklanmış binlerce militanı, siyasi tutukluyu serbest bıraktılar. Tüm ülkeyi bir grev dalgası sardı. 10 Haziran ve 24 Haziran günlerinde ve yine Temmuz 1936 başlarında, 1 milyonun üzerinde işçi, ücret artışları için, fakat aynı zamanda 1934’te işten atılanların yeniden işe alınması gibi taleplerle greve çıktılar. Güney ve doğu İspanya’nın topraksız köylüleri, toprak sahiplerinin topraklarına el koydular. Mayıs ve Temmuz 1936 arasında tarım işçileri ücret artışı ve daha iyi çalışma koşulları için sürekli greve çıktılar. Bütün bunlar Cephe hükümeti programını aşan olaylardı. Dönemin tarihçilerinden Carr bunu şöyle anlatır: Hükümet programının belki de en olağan üstü tarafı, herhangi bir ciddi sosyal ve ekonomik talepten yoksun oluşuydu. Köylülerin toprağa, işçilerin fabrikalara el koyması için ajitasyon, solun gayretle sürdürdüğü bir faaliyetti. Fakat bu Halk Cephesi programının yansıttığı ya da teşvik ettiği bir şey değildi. Hükümetin programı o günlerin ateşli tartışmaları ölçüsü ile belli ki, ancak cumhuriyete ve bir çeşit demokratik hükümet ilkesine bağlılıklarıyla birleşmiş, farklı çıkarları ve görüşleri geniş bir koalisyonda toplamayı hedefleyen ılımlı ve yatıştırıcı bir belgeydi.5
İşçi ve köylü hareketi bu programı fazlası ile aşıyordu. Cephe hükümeti işçileri frenleyebilmek için elinden geleni ardına koymadı. Ve tabii ki, bu görev hükümet içindeki işçi sınıfı partilerine düşüyordu. Örneğin PSOE’nin gazetesi kadın işçilerin eylemlerine karşı tavır aldı: Bu yöntem gerçekten anarşistliktir ve sağcıların öfkesini provoke etmektedir.6
PCE’nin gazetesi ise örneğin Madrid inşaat işçilerinin grevine karşı şöyle bir tavır alıyordu: Herkes bilir ki, 16 Şubat’tan beri faşist patronlar mücadele biçimlerine, işçileri anlaşmazlık çıkarmaya itmeyi dahil etmişlerdi. Bu, işçileri hükümet ile karşı karşıya bırakır.
50
Çünkü bir askeri darbenin ön koşullarından biri de budur... Grevi sona erdirmeyi öğrenmenin zamanı gelmiştir.7
PCE, işçi ve köylülerin mücadelelerini frenleyerek orta sınıfların kalbini kazanmak görevini, Cephe hükümetinde bulunmanın sorumluluğu olarak görüyordu. PCE ve PSOE’nin bütün gayretlerine rağmen, 16 Şubat’tan 16 Temmuz 1936’ya kadar geçen 5 ay boyunca işçi hareketleri gelişmeye devam etti. Franko Ayaklanması Bu süre içinde burjuvazi ve toprak ağaları Cephe hükümetinin işçileri durdurabileceğinden ümitlerini çoktan kesmişlerdi ve çareyi orduda ve faşistlerde arıyorlardı. Küçük burjuva gençlik yoğun bir şekilde faşist Falanj Partisi’ne akmaya, sokaklarda devrimciler ve işçilere karşı silahlı mücadelelere girmeye başladı. Hükümet dışında herkes bir iç savaşın kaçınılmaz olduğunun farkındaydı. Sonunda 17 Temmuz 1936 günü General Franko, Fas’taki İspanya askeri karargâhında bir ayaklanma başlattı. (Bu 25 bin kişilik karargâhın çoğunluğunu Faslı yoksul köylüler oluşturuyordu.) Ve İspanya yarımadasındaki diğer karargâhlara da ayaklanmaya katılma çağrısı yaptı. Haber ordu içindeki hükümet taraftarlarınca derhal hükümete iletildi. Ancak hükümet tam bir gün boyunca olayı ört bas etmeye ve gizlemeye çalıştı. Sonunda ise sadece haberi yalanlayıcı bir mesaj yayınladı. 18 Temmuz günü Sevilla, Saragossa ve Navara vilayet garnizonları Franko’ya destek çıktı. Bu arada her türlü işçi örgütünden hükümete yağan destek ve savunma taleplerine karşın, Cephe hükümeti şu mesajı yayınladı: Hükümet işçi örgütlerinden aldığı destek tekliflerine teşekkür eder. Bunlara minnettarlığını belirtmekle birlikte, hükümete yapılabilecek en iyi yardımın, sükûnetin ve devletin askeri gücüne güvenin en büyük örneğini vererek, günlük hayatın düzenini garanti etmek olduğunu ilan eder... Düzeni yeniden sağlamak için hükümet yeterlidir.8
PSOE ve PCE her şeyin hükümete bırakılması çağrısı yaptı. Hatta Cephe hükümeti Franko’ya taviz vermek için koşuşturdu. Darbenin bu ilk iki günü birçok bakımdan çok önemli idi. Bazı garnizonlar Franko’ya katılmamışlardı ama çoğu hükümetin önderliğini bekliyordu. Örneğin deniz kuvvetlerinin tümü ayaklanmaya katılmayı reddetti ve denizciler sağcı subaylarını tutukladılar. Fakat hükümet donanmayı Cebelitarık boğazına gönderip, Franko’nun Fas’tan İspanya yarımadasına asker nakli yapmasını önlemeyi reddetti. Çünkü boğazın kapatılması, İngiliz ve Fransız ticaret yollarını kapatmak ve bu ülkeleri gücendirmek
4
Hore, 1966, s. 7.
5
Carr, 1984, s. 5.
7
a.g.e., s. 9.
6
Hore, a.g.e., s. 9.
8
Morrow, 1976, s. 271.
1936 İspanya Yenilgisi | Tuncay Kumcu
anlamına gelecekti. Franko ise bu arada ordularını Fas’tan İspanya’ya nakletmekte önemli bir yol kat etti. Zaten Hitler ve Mussolini’nin nakliye uçakları da bunu nispeten kolaylaştırmıştır.
Halk Cephesi’nin sonu ve Sovyet İspanya’sının başlaması demektir. İspanya’daki muzaffer sosyal devrim kaçınılmaz olarak Avrupa’nın her tarafına yayılacaktır. Bu İtalya’nın, Almanya’nın faşist cellâtları için her bir diplomatik anlaşmadan ve her askeri ittifaktan defalarca daha kötüdür.10
İşçi sınıfının cevabı 19 Temmuz günü işçi sınıfı, hükümetin önderlik etmesinden ümidi kesip kendi savunmasını hazırlamaya başladı. Madrid ve Barcelona’daki askeri karargâhlar işçiler tarafından kuşatıldı. Ve bir günlük bir savaşın ardından bu karargâhlar teslim alındı. Parti veya sendika üye kartı gösteren işçilere karargâh silah depolarından silah dağıtılmaya başlandı. Bu iki büyük şehirdeki işçi hareketlerini diğer şehirler takip etti. Sendikalar ve sol partiler işçi milisleri kurarak bunları kırsal alanlara savaşmaya gönderdiler. Tarım işçileri ordu ile savaşa girdiler ve teker teker birçok köyü düşürerek topraklara el koydular. Temmuz ayı sonlarına gelindiğinde, orta ve doğu İspanya’da kuzey ve güney sahilinin çoğu kesiminde askeri darbe işçi ve köylülerin mücadeleleri sonunda mağlup edilmişti. Hükümet ayakta kalmayı böylece başardı ama bütün devlet kurumları dağılmıştı. Ordu ya Franko ya da işçi direnişi saflarına geçmişti.
Faşizme karşı direniş saflarında yaşanan gerçekten bir sosyal devrimdi. Örneğin Barcelona’da fabrikalardan sinemalara kadar her şey kamu malı ilan edilmişti. CNT çeşitli iş kollarında tüm şehri kapsayan kolektifler kurdu, ücretler arttı, çalışma saatleri düşürüldü. Kadınlar mahalle komitelerinde ileri görevler aldılar, milislere katıldılar, kürtaj serbest bırakıldı. Yeni serbest evlenme yöntemleri getirildi, sendika ve parti toplantılarında yapılan bu evlilikleri her iki taraftan biri dilediği an bozma özgürlüğüne sahip oldu. Katolik kilisesi bütün prestijini yitirdi. Halk kitleleri kiliseleri yaktı. Faşizme karşı direnişin ve sosyal devrimin başlaması ile sadece İspanya’da değil tüm Avrupa’da sosyalistlerin yüzü gülmeye başladı. Faşizmin durdurulabileceği görülüyordu. Avrupa’dan mali yardım yağmaya başladı. Ve devrimciler Uluslararası Tugayları kurarak İspanya’ya, cepheye gelmeye başladılar.
Her yerde işçi komiteleri ortaya çıktı, bunlar sağlık, taşıma, yiyecek dağıtımı ve milis kurma görevini üstlendiler. Fabrikalarda üretim işçilerin denetimi altında devam etti. Köylüler tarım kolektifleri kurdular, toprak bunların denetiminde işlenmeye, şehirlere yiyecek dağıtımı bunların denetimi altında sürmeye başladı. Savaş cephelerinde milisler kendi subaylarını seçtiler, selam verme zorunluluğu gibi şeyler kalktı. Askeri strateji, tartışma ve oy kullanma yoluyla saptanmaya başladı. Gerçekten toplumsal bir değişiklik yaşanıyordu. Faşizme karşı şehirlerde ve kırsal alanlardaki tepkinin en kızgın anlarının yaşandığı, işçi sınıfının ve yoksul köylülerin mücadeleci bir durum yaşadıkları bu günlerde, PCE gazetesinin editörü, 6 Ağustos 1936 tarihli gazetede şunları yazıyordu:
İspanya’da İşçi Sınıfı Partilerinin Durumu Tabanda şekillenmeye başlayan sosyal devrimi pekiştirmek ve kurumsallaştırmak için nesnel koşullar mevcuttu. Gerçekten ikili bir iktidar durumu yaşanıyordu. Cephe hükümeti her türlü devlet kurumlarını yitirmiş ve yönetmekten acizdi ama ortada işçileri ve köylüleri yönlendirecek bir parti yoktu. PSOE’nin sağ kanadını hükümetteki diğer burjuva partilerinden ayırt etmek giderek imkânsız oluyordu ve tüm parti sınıf içerisinde büyük bir prestij kaybetti. Zaten Mayıs 1936’da partinin gençlik örgütü PCE’nin gençlik örgütü ile birleşmişti; Kasım ayında ise bu birleşik gençlik örgütünün PCE’ye geçmesi ile tüm PSOE giderek önemini yitirdi.
Savaşa katılmamızın sosyal bir motifi olduğu söylenemez. Bu varsayımı her şeyden önce biz komünistler yalanlarız. Bizi hareket ettiren tek isteğimiz demokratik cumhuriyeti korumaktır.9
Aynı günlerde Troçki ise şunları yazıyordu: Radikal burjuvazinin önünde, dizlerin üzerinde sürünmeye son verilmelidir. Radikaller de dahil olmak üzere burjuvaziye karşı gerçek bir işçi köylü birliği oluşturmak gerekir. İşçi sınıfının gücüne, inisiyatifine ve cesaretine güvenmek gerekir. Ve işçiler orduyu yanlarına çekmesini bilecektir. Bu sahte değil, gerçek bir işçi, köylü, asker ittifakı olacak. İşte bu birlik şu anlarda İspanya’da iç savaş ateşinin içinde yaratılmakta ve kurulmaktadır. Halkın zaferi demek, 9
a.g.e., s. 34.
Öte yandan PCE de ortada olan sosyal devrimi yalanlamaya çalışıyordu. PCE’nin tavrı şuydu: Sosyalizmin lafını şimdi etmek yerine önce savaşı kazanmak gerek. Ama savaşı kazanmak için en geniş anti faşist cephe gerekli. Dolayısıyla orta sınıfları ve liberal burjuvaziyi kazanmak için işçi sınıfının ve yoksul köylülerin taleplerinin burjuvaziyi ürkütmesi engellenmeliydi. Böylelikle PCE özellikle 1936’dan itibaren bütün gücünü sol ile uğraşmaya ayırdı. PCE’nin solundaki en önemli örgüt, anarko sendikalist CNT (Ulusal İşçi Konfederasyonu) ve bunun siyasi kanadı olan FAI (İberya Anarşist Federasyonu) idi. Fakat bunların sözlüğünde devrim demek patronu fabrikadan atmak, orduyu sokakta yenmek ve hemen yeni toplumu –nasıl olacaksa- kurmak demekti. Onlara göre her türlü iktidar ve devlet baş belası idi. Üstelik 10 Trotsky, 1973, s. 239.
51
1936 İspanya Yenilgisi | Tuncay Kumcu
örneğin Katalonya’da pratikte iktidarı elinde tutan aslında CNT idi. Ama onlar bunu kurumsallaştırmaya karşıydı. Solda önemli bir diğer örgüt daha vardı. POUM Halk Cephesi politikasını açık ve doğru bir şekilde eleştirdi, ama sonunda CNT’nin peşinden Cephe’ye katıldı ve bölgesel hükümetlerde yer aldı. Merkezi hükümete katılamamasının tek nedeni ise PCE’nin vetosuydu. Her şeye rağmen işçi iktidarı sloganı altında temmuz ve ağustos ayları içinde üye sayısını 10 bine çıkardı. Katalonya’da CNT’den sonra en büyük işçi örgütü oldu ancak POUM’un stratejisi CNT’ye rakip çıkmak değil, onun önderliğini kazanıp böylece büyümek şeklindeydi. Bunu beceremedi ve her dönemeçte CNT’nin peşine takılıp gitti. Madrid Olaylara dönecek olursak iç savaş giderek Halk Cephesi’nin aleyhinde gelişti. Franko yavaş yavaş ilerledi. Kasım ayının başında başkent Madrid’in yakınlarına kadar geldi. Madrid’in kimin elinde kalacağı bir bakıma iç savaşın sonucunu tayin edecekti. Buna rağmen hükümet kendini başka bir şehre, Valencia’ya taşıdı. Sonunda PCE’nin yerel kadroları önderliğinde şehrin savunması başladı. İşin geçmek üzere olduğunu gören Sovyetler Birliği nihayet ilk büyük silah naklini yaptı. Ayrıca 25 bin kişilik Uluslararası Tugaylar Madrid savunmasına katılmaya geldi. O ana kadar Halk Cephesi’ne dışarıdan silah gelmemesinin en büyük nedeni Fransa’daki Halk Cephesi hükümetinin diğer ülkelere Ağustos’ta sunmuş olduğu “İspanya’ya müdahale etmeme” anlaşması idi. Fakat en başından beri Almanya ve İtalya’nın ihlallerine rağmen bu öneriye Fransa, İngiltere, ABD ve aralık ayına kadar da SSCB uydu. Faşistlerin Madrid’den püskürtülmesi ilk önemli zafer oldu. Bu aynı zamanda PCE’nin Cephe içerisindeki prestijini artırdı. PCE bu yeni prestijini yine her yerde sola saldırmak için kullandı. Örneğin Katalonya dışında her yerde POUM’un gazeteleri kapatıldı. Ardından aynı uygulama, Şubat 1937’de Valencia’da ve mart ayında da Bask’ta CNT’ye yapıldı. Üstelik CNT’li basın işçileri ve önderleri tutuklandı. Gazetelerin mal varlığı PCE’ye devredildi. POUM ve CNT üyelerine karşı PCE’nin başlattığı saldırıda sayısız ölenler oldu. Çok geçmeden Madrid ve Valencia işçi milislerinin silahları ellerinden alındı. Fabrika işçi komitelerinin yetkileri daraltıldı. Fabrika sahiplerine savaş sonunda mallarının iade edileceği sözü verildi. PCE, işçi ve köylü milislerinin merkezileştirilmiş bir halk ordusuna dönüştürülmesine başladı. Amaç mücadelenin daha etkinleştirilmesi değil, tüm iplerin PCE’nin elinde toplanmasıydı. Önce Ocak 1937’de sadece PCE milislerinden oluşan bir Halk Ordusu kuruldu. Devrimin başında ordudan temizlenmiş olan ve milislere ise hiç
52
sokulmayan her türlü işleyiş Halk Ordusu içinde teşvik edildi. Subaylara yüksek maaş ve selam zorunluluğu, subayların emirlerine tartışmasız itaat ve benzeri. Sonunda Şubat 1937’de her milisin bu Halk Ordusu’na katılması zorunlu kılındı. İşte bütün bunlar orta sınıfları ve işverenleri Cephe hükümetinde tutmak ve onlara güven vermek adına yapıldı. CNT ve POUM ise bunlara karşı koyabilecek siyasi ve toplumsal güçte değillerdi. Katalonya Devrimin çarklarının geri çevrilmesinin bir diğer örneği de Katalonya olaylarıdır. Ekim 1936’da o ana kadar iktidar organları olarak işleyen mahalle komitelerinin dağıtılmasına karar verildi. Bunların yerine bölgesel hükümetteki oranlar korunarak yerel belediye meclisleri atandı. (Orta sınıf partilerinden 5, CNT’den 3, PSUC’den 2, POUM’dan 1 temsilci). Ardından Kasım ayında işçi milislerinin dağıtılması ve silahların belediyelere teslim edilmesi emredildi. Bütün bunlar solun tabandaki gücünü dağıtmaya yönelik girişimlerdi. Nitekim Aralık ayında bu defa POUM hükümetten atıldı. Bölgesel hükümet Ocak 1937’de tüm yiyecek dağıtım yetkisini Katalon partisi PSUC’a verdi. PSUC bu yetkisini işçi yiyecek dağıtım komitelerini feshederek, bu görevi iplerini kendi elinde bulundurduğu küçük iş sahipleri birliğine devrederek kullandı. Bunu sonucunda çok geçmeden yiyecek fiyatları yükselmeye başladı. Bölgesel hükümetin yayınladığı bir kararname sonucu, Mart ayında ilk kez yeniden sokaklarda polis devriye gezmeye başladı. Ve Nisan ayından itibaren silahlarını geri vermeyi reddeden işçi milisleri ile polis arasında Barcelona sokaklarında silahlı çatışmalar yaşanmaya başlandı. Giderek artan baskıya karşı tereddüt eden CNT önderliğinden ümidi kesmeye başlayan bir grup CNT’li, sonunda Nisan ayında örgütten ayrılarak, işçileri CNT önderliğine karşı açık tavır almaya çağırdı ve işçi konseyleri kurulması çağrısı yaptı. Ancak hükümet hiçbir şeyi tesadüfe bırakmak niyetinde değildi. İşçilerin yeniden güç toparlamasını önlemek amacıyla 1 Mayıs gösterileri yasaklandı. Ardından 4 Mayıs günü PSUC’lu bir bakanın önderliğindeki komando birlikleri Barcelona’da devrimin simgesi olarak görülen ve devrimin ilk gününden beri işçilerin denetimindeki merkez telefon dairesindeki CNT’li işçileri zorla çıkarmak üzere harekete giriştiler. Bu saldırı, Barcelona işçileri için, kendi iktidarlarından geriye kalan bir yere yapılan bir saldırıydı. Anında tüm işçi semtlerinde barikatlar kuruldu. Akşam olduğunda şehir merkezi hariç bütün Barcelona işçilerin denetimindeydi. Diğer Katalonya şehirlerinde de polislerin silahları ellerinden alındı, PSUC ve hükümet binaları işçiler tarafından işgal edildi. Ancak hareket devrimci bir önderlikten yoksundu. CNT’den ayrılan
1936 İspanya Yenilgisi | Tuncay Kumcu
önemsiz bir grubun ve bir avuç Troçkist’in bu önderliği sağlaması beklenemezdi. CNT hala çok güçlü ve sınıf içinde büyük prestiji olan bir örgüttü. Hükümet içindeki yerini korumanın cazibesine kapılmıştı. Üstelik ayaklanmanın sürdüğü 5 gün boyunca tekrar tekrar barikatların kaldırılması çağrısı yaptı. POUM kadroları, işçi sınıfından ayrı düşülmemesi gerektiği ilkesi ile barikatlardaki işçilere katıldılar, ancak yine de ümitlerini esas olarak bu karar anında CNT’nin önderliğini ve dolayısıyla kadrolarını kazanmaya bağladılar. CNT önderliğinin buna niyeti yoktu ve devrime önderlik etmeyi bu kritik anda reddetti. POUM her şeye rağmen CNT’nin kuyruğuna takılmaya devam etti. CNT’yi kazanamamasını ardından ayaklanmanın dördüncü günü çatışmayı durdurmak üzere CNT ile iş birliğine girerek kendi kadrolarına barikatlardan ayrılmalarını emretti. Böylece güçler dengesi tamamen değişmiş oldu. Katalonya işçileri her şeye rağmen mücadeleyi bir süre daha sürdürdüler. Sonunda 8 Mayıs günü yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldılar. Komando ve Ulusal Güvenlik Birlikleri Barcelona’yı ele geçirdi. POUM derhal yasadışı ilan edildi. POUM ve CNT militanları sokaklarda kurşunlandılar. Hükümet birlikleri aynı şekilde Aragon Tarım Kolektiflerini bastı. PCE’nin öncülüğündeki “Halk Ordusu”, tarım işçilerini amansızca ezdi. Bütün bu olaylar işçilerde ve köylülerde büyük hayal kırıklığı ve usanmışlık yarattı. Ve sonunda devrimin kalıcı bir şekilde hayata geçmemesinin ötesinde iç savaş ta yavaş yavaş kaybedilmeye başlandı. Aslında Franko’ya karşı savaş 1939’a kadar sürdü ama, 1937 Mayıs’ında İspanya işçi sınıfının Halk Cephesi hükümeti eli ile bozguna uğratılmasından sonra tüm cumhuriyetçi saflar teker teker faşist orduya yenik düştüler.
Cephe içindeki liberal toprak ağalarını ürkütmekten çekinmek, faşist işgal altındaki yoksul köylülüğü de kaybetmek sonucunu üretti. Bir başka büyük yanlış da Fas konusunda işlenmiştir. Franko’nun ilk ordusunun çoğunluğu açlıktan kurtulmak için askere yazılmış yoksul Fas köylülerinden oluşuyordu. 1937’de Fas Ulusal Kurtuluş mücadelesi önderi Abd-el Kerim, Fransız Halk Cephesi (o günün başbakanı sosyalist parti başkanı Blum idi) hükümetinin hapishanelerinde çürüyordu. Hapisten Fransız ve İspanya Halk Cephesi hükümetlerine şu çağrıyı yaptı: “Bırakın beni, gidip Fas’ta bağımsızlık hareketini örgütleyeyim ve Franko’nun ordusunu kökünden dağıtayım.” Ancak buna ne PCE ne PCP (Fransa Komünist Partisi), ne Komintern ne de Stalin taraftardı. Çünkü İspanyol Fas’ının bağımsızlığı şüphesiz Fransa Fas’ına da sıçrayacaktı. Bu ise Stalin’in Fransa ile uzlaşma girişimlerine taş koyar, Fransa burjuvazisi Fransa Halk Cephesi hükümetine gücenirdi. Sonuç olarak İspanya İç Savaşı tarihi sadece faşizm karşısında yenilginin değil, aynı zamanda İspanya Devriminin de doğarken ölmesinin tarihidir.
Kaynakça Carr, E.H., 1984, The Comintern and Spanish Civil War, Pantheon Books, Londra. Degras, Jane, 1965, The Communist International 1919-43: Documents, Cilt: 3, Oxford University Press, Londra. Hallas, Duncan, 1985, The Comintern, Bookmarks, Londra 1985. Hore, Charlie, 1966, Spain 1936: Popular Front or Workers’ Power, Socialist Workers Party, Londra. Morrow, Felix, 1976, Revolution and Counter-revolution in Spain, Pathfinders Publications, Londra. Orwell, George, 1970, Hommage to Catalonia, Folio Society, Londra. Trotsky, Leon, 1973, The Spanish Revolution 1931-39, New York.
Sonuç İspanya iç savaşının yenilgisi, sonuç olarak Halk Cephesi hükümetinin ve bunun içindeki en önemli işçi sınıfı partisi olan PCE’nin stratejisinin sonucudur. Mevcut düzeni Franko’nun faşist emellerine karşı korumaya çalışırken, bu mevcut düzene öylesine bağlandılar ve mücadelenin mevcut düzenin sınırları içinde verilmesi gerektiğine öylesine körce tutuldular ki, o mevcut düzeni işçilere karşı kıyasıya korumak zorunluluğu hissettiler. Liberal burjuvazi ile cephe kurma mantığı PCE’yi liberal burjuvaziyi ürkütmemek için işçi sınıfını frenleme ve gerekirse satma durumuna getirdi. Oysa faşizmi yenmek, İspanya’daki o tarihi koşullarda, tabanda beliren sosyal devrime önderlik etmekten ve onu hızlandırmaktan geçiyordu. Örneğin işçi sınıfının Madrid ve Barcelona’da ve diğer büyük şehirlerde Temmuz 1936’da Cephe hükümetine rağmen elde ettiği kazanımları pekiştirmek gerekiyordu. Aynı şekilde Franko’ya karşı
53
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek Alex Callinicos
1
7. yüzyıl Katolik düşünürü Blaise Pascal, Tanrı’ya inanmayı bir tür bahis olarak düşünmemizi önermişti:
Tanrı’nın var olduğuna dair bahse girmenin kazanç ve kayıplarını tartalım. İki durumu değerlendirelim: Kazanırsanız, her şeyi kazanacaksınız; kaybederseniz hiçbir şey kaybetmeyeceksiniz. O yüzden Tanrı’nın var olduğuna dair bahse girmekte tereddüt etmeyin... Burada kazanılacak sonsuz mutlu bir hayatın sonsuzluğu, sınırlı sayıda kaybetme şansına karşı bir kazanma şansı söz konusu ve bahis için ortaya koyduğunuz şey sonlu. Bu durumda başka seçenek kalmıyor: Sonsuzluk söz konusuysa ve kazanma şansına karşı kaybetme şansı sonsuz değilse, tereddüde yer yoktur; her şeyinizi ortaya koymalısınız.1
Pascal’ın argümanı, sosyalizmin zaferine kesin gözüyle bakmak istemeyen Marksistlere cazip gelmiştir. Éric Rohmer’in filmi Ma nuit chez Maud’de karakterlerden biri, bir Marksist olarak, sosyalist devrimi Pascal’ın Tanrı hakkındaki düşünceleri gibi gördüğünü söyler: Kesin olmayan ama kişinin yine de sanki gerçekmiş gibi hareket etmesini gerektiren bir şey. Çünkü eğer gerçekse, tarih anlam kazanacaktır. İki durumda da, arzu edilen bir şey üzerine bahse giriyoruz. Peki bahis “sonsuz mutlu hayat” hakkında değil, mutlak kayıp hakkında olsaydı? Greta Thunberg ve Yokoluş İsyanı (XR) tarafından başlatılan okul grevlerinin sembolize ettiği yeni çevresel aktivizmin böyle olduğu söylenebilir: Politik olarak iklim felaketi yakınmış gibi hareket etmek, onu önlemek için en büyük umudumuz. İklim felaketinin yakınlığı, akademisyen Jem Bendell tarafından yazılan ve geniş kitleler tarafından indirilen bir makalede canlı bir şekilde ifade ediliyor. Bendell “bugün yaşayan insanların hayatları esnasında gerçekleşecek küresel bir çevre felaketini önlemek için çok geç kalmış olmanın sonuçlarını düşünmemizi” öneriyor. Bendell’e göre bunu yapmak zorundayız çünkü: Ne yazık ki, 2014’ten beri toplanan veriler, çevreyle ilgili doğrusal olmayan değişikliklerle genel olarak tutarlı. Doğrusal olmayan değişiklikler, iklim değişikliğini anlamak için başat öneme sahip çünkü hem etkilerin doğrusal öngörülere dayanan tahminlerden çok daha hızlı
54
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
ve ağır olacağını hem de değişikliklerin artık antropojenik [yani insan kaynaklı] karbon emisyonlarının oranıyla ilişkili olmadığını gösteriyorlar. Başka bir deyişle “kontrolsüz iklim değişikliği.”2
aşina olduğumuz distopya görüntülerinden epey farklı: Modern tarihte, iklim değişikliğinin yol açacağı “toplumsal çöküşün” neye benzeyeceğini bilmemize yetecek kadar korkunç deneyim var. Altmış milyon insanın öldüğü yirminci yüzyılın ortalarını düşünün. Muhtemelen karşı karşıya kalacağımız duruma kıyasla küçük bir sayı ama üzerine düşünmek açısından faydalı... Bu vahşetlerin neredeyse hiçbiri, yıkıntılar arasında dolanan küçük barbar gruplar tarafından gerçekleştirilmedi. Devletler ve kitlesel siyasi hareketler tarafından gerçekleştirildiler. Toplum çözülmedi. Parçalara ayrılmadı. Pekişti. Güç yoğunlaştı ve ayrıldı ve bu güçler bize birbirimizi öldürttü. İklim sebepli toplumsal çöküşün de böyle olacağını varsaymak mantıklı görünüyor. Fakat bu kez, şanslıysak beş, değilsek 25 kat fazla ölüyle birlikte. Bunu unutmayın çünkü kontrolsüz iklim değişikliği yaşadığınız yere vardığında, birkaç başıboş tehlikeli motorcu şeklinde gelmeyecek. Sokaklarda tanklarla ve ordu ya da faşistlerin iktidarı ele geçirmesiyle gelecek. Bu generaller yoğun yeşil bir dil kullanacaklar. Küçülmeden ve gezegensel ekolojinin sınırlarından bahsedecekler. Çok fazla tükettiğimizi, çok açgözlü davrandığımızı ve artık Toprak Ana’nın iyiliği için kemerlerimizi sıkmamız gerektiğini söyleyecekler... Yeni hükümdarlarımız yeni ırkçılığın alevlerini körükleyecek. Aç evsizler ordusunu neden duvarın öteki tarafında tutmamız gerektiğini açıklayacaklar, neden -ne yazık ki- onları vurmamız ya da boğulmalarına izin vermemiz gerektiğini.6
Doğrusal olmayan süreçler, değişim her zaman aşamalı artışlar şeklinde gerçekleşmediği, bunun yerine kendi kendine güçlenerek hızlanabildiği karmaşık sistemlerin özelliğidir.3 Kuzey Kutbu’nun ısınması buna bir örnektir. Bu ısınma artan sıcaklıklarının sonucudur ama güneş ışınlarını geri yansıtan buz tabakasının miktarını azaltarak küresel ısınmayı hızlandırmakta, böylece tabakanın daha da azalmasına yol açmaktadır. Kutup bölgesinin ısınması, şu anda yüzey veya deniz altı permafrost (donmuş toprak) altında sıkışmış olan metanın -CO2’den daha güçlü bir iklim gazı- serbest kalmasına da yol açabilir. Bendell’in verdiği en korkutucu örnek, “Kuzey Kutbu’nun ısınmasının, sadece birkaç yıl içerisinde atmosfer ısısının 5 dereceden fazla artmasına yol açacak hızda ve ölçekte bir metan salınıma neden olarak Dünya üzerindeki yaşamı felakete sürükleyebileceğine”4 dair uyarıda bulunan 2010 tarihli bir çalışma. Ancak Bendell’in aşağıdaki sonuçlara varmasına yol açan şey tek bir çalışma değil, farklı alanları kapsayan farklı kaynaklardan -örneğin biyoçeşitliliğin yok edilmesi ve artan sıcaklıklar ile deniz seviyelerinin tarım üzerindeki etkileri- elde edilen kanıtların birikimi: Önümüzdeki kanıtlar, açlık, yıkım, göç, hastalık ve savaşlara yol açacak, yıkıcı ve kontrol edilemez seviyelerde bir iklim değişikliğine doğru yol aldığımızı gösteriyor. Önceki paragrafta kullandığım sözcükler, en azından bilinçaltında, televizyonda ya da internette tanık olup üzüleceğimiz bir durumu tarif ediyor gibi görünebilir. Fakat açlık, yıkım, göç, hastalık ve savaşlar derken, sizin hayatınızdan bahsediyorum. Elektrik kesildikten bir süre sonra, musluğunuzdan su akmamaya başlayacak. Yiyecek ve ısınmak için komşularınızdan medet umacaksınız. Yetersiz besleneceksiniz. Kalmak mı yoksa gitmek mi gerektiğini bilemeyeceksiniz. Açlıktan ölmeden önce vahşice öldürülmekten korkacaksınız.5
Jonathan Naele, Bendell’in makalesine verdiği mükemmel yanıtta, “toplumsal çöküşün kaçınılmaz, felaketin muhtemel ve neslimizin tükenmesinin mümkün» olduğuna katılıyor. Ancak yıkım ve felaketin sosyo-politik kapsamından çok daha somut bir şekilde bahsediyor. Bu, Mad Max filmlerinden veya Cormac McCarthy’nin The Road romanı ve bu romandan uyarlanan filmden 2
Bendell, 2018, s6.
3
Prigogine ve Stengers, 1984.
4
Bendell, 2018, s11.
5
Bendell, 2018, s12-13.
Başka bir deyişle, kapitalist iktidar yapıları iklim felaketi karşısında öylece kendiliğinden parçalanmayacak, adapte olup kendilerini devam ettirmeye çalışacak ve sıradan insanlar için bunun maliyeti yüksek olacak. Neale’in üzerinde durduğu, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan toplu katliam örneklerinin yanı sıra, İngiliz emperyalizminin tarihini mimleyen korkunç kıtlıklardan da ders çıkarabiliriz; özellikle de 1845-49 İrlanda ve 1943-44 Bengal. Bu korkunç olayların hepsinde ortak olan şey, ıstırabın sınıf tarafından belirlenmesiydi: Yoksullar muazzam ölçekte can verirken, zenginler -toprak sahipleri, kapitalistler, sömürge yöneticileri ve komutanlar- için mesele basitçe işlerin gereğini yapmaktan ibaretti. Bildiğimiz üzere kıtlıklar doğal felaket değil, toplumsal ilişkilerin, özellikle de yoksulların hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları kaynaklara erişememesinin ürünüdür. Bunlar bize geleceğimizin -veya çocuklarımız ve torunlarımızın geleceğinin- nasıl olacağına dair fikir veriyor.7 6
Neale, 2019.
7
Woodham-Smith, 1991 ve Mukerjee, 2010’daki etkileyici anlatımlara ve Sen, 1981’deki klasik kıtlık çalışmasına bakın.
55
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
İklim Değişikliğini Körüklerken Ondan Kâr Etmek Kapitalizmin iklim değişikliğine uyum süreci çoktan başladı. Kapitalizm, yalnızca kâr elde etmenin yolu buysa gezegeni yakmakta sakınca görmeyen fosil yakıt şirketlerinden ibaret değil. Çok daha çelişkili bir sürecin gerçekleşmekte olduğunu görüyoruz. Bir yanda, gezegen yakıcılar hâlâ meşgul, özellikle de petrol ve gaz çıkarmaya yönelik, gelişen hidrolik kırılma endüstrisinde. Bu sektörün gelecek yıl ABD’yi 1953’ten bu yana ilk kez net enerji ithalatçısı hâline getirmesi bekleniyor.8 Büyük ABD bankaları -muhtemelen günümüz dünyasındaki en önemli kapitalist kâr kümesi-, fosil yakıt yatırımlarının finansmanıyla derinden ilişkili. Yağmur Ormanları Eylem Ağı’nın başını çektiği bir STK koalisyonu, -küresel sıcaklıkların, bu yüzyılda, sanayi öncesi seviyelerinin 2°C’den fazla üzerine çıkmasını engellemek için CO2 emisyonunu yeterince azaltması gereken- Aralık 2015 tarihli Paris Anlaşması’ndan bu yana fosil yakıtların banka finansmanının istikrarlı bir şekilde artarak 2016’da 612, 2017’de 646, 2018’de 654 milyar dolara çıktığını gösteren bir rapor hazırladı. Rapora göre “en kötü bankalar” dört Amerikan devi: PMorgan Chase, Wells Fargo, Citi ve Bank of America (listenin en üst sırasında yer alan Avrupa bankası altı numaradaki Barclays). JPMorgan, fosil yakıt çıkarılmasını artırmayı amaçlayan projelerin finansmanında lider konumda. Katran kumu petrolünün, Kuzey Kutbu ve ultra derin deniz petrol ve gazının ve sıvılaştırılmış doğal gazın bir numaralı bankeri. Hidrolik kırılma konusundaysa hemen Wells Fargo’nun ardında, iki numarada.9 En büyük yatırım bankalarının faaliyetleri, çok daha büyük bir buzdağının görünen kısmından ibaret. Carol Olson ve Frank Lenzmann, fosil yakıt tedarik zincirinin derinlemesine finansallaştırıldığını ve gölge bankacılık sisteminin -geleneksel bankalardan çok daha az denetime tabi olan serbest yatırım fonları, özel sermaye şirketleri ve başka çeşitli yatırım fonları-, petrol, gaz, kömür ve uranyum çıkarma ve dağıtım sürecinin çeşitli aşamalarında spekülatif ticarette son derece aktif olduğunu iddia ediyorlar: 2008’den sonra bankalar tarafından gerçekleştirilen finansal ticaret daha çok denetime tabi tutulmaya başlandığı için, bankaların emtia ticareti azaldı ve bu işi “gölge bankalar” devraldı. Mega bankalar tarafından aracı olarak da kullanılan gölge bankalar, petrol ve doğalgaz değer zincirinin her aşamasında gölge bankacılık anlaşmalarıyla varlık biriktirmeye devam ediyor. 2014 yılında 52 özel sermaye fonu, petrol ve enerji sektöründeki yatırımlar için 39 milyar topladı; bu bir önceki yıla göre %20 fazla ve 2008’den beri
56
8
DiChristopher, 2019.
9
Yağmur Ormanları Eylem Ağı ve diğerleri, 2019.
en büyük miktar... Rekabet avantajını kaybetmek istemeyen petrol ve doğalgaz şirketleri ve kamu kuruluşları, bankacılık, yatırım ve/veya emtia ticareti yapan yan kuruluşlar oluşturdular. Dev sermaye varlıklarına sahip olan ve imtiyaz tanınan bankalarla paraya erişebilen fosil yakıt tedarikçileri, diğer şirketlere göre çok daha elverişli koşullara sahip oldu. Fransız enerji kuruluşu EDF’nin bir birimi, finansal kriz sırasında Lehman Brothers’ın fiziksel ticaret birimini satın aldı ve 2008’den bu yana gelirlerinde yüzde 60 artış yaşandı... Kurumsal ticaret birimlerinin önemli avantajlarından biri, bankaların aksine, kendi paralarıyla ticaret yapmalarının yasaklanmaması. BP ve Royal Dutch Shell’in birimleri 2013 yılında “swap takası” yapan birimler olarak kayıt olduklarında, türev takas açısından mega bankalarla aynı ligde oldukları düşünüldü. Kurumsal ticaret yapanların, 2013’te ABD petrol ve gaz piyasasında riskten korunma (hedging) sektörünün yaklaşık %40’ını oluşturduğu tahmin ediliyor; bu, sadece birkaç yıl içerisinde neredeyse yoktan var olan bir oran. Charles ve David Koch’un sahip olduğu, multi-milyar dolarlık “Koch Tedarik ve Ticaret” adlı holdingin, 25 yıldan uzun bir süredir ilk defa bir petrol swap işlemi gerçekleştirdiğini iddia eden bir birimi var. Şimdi dünya çapında yaklaşık 500 kişi istihdam ediyor ve kendini Wall Street’e alternatif olarak tanıtıyor. 2013’te Dr. Markus Krebber, Alman kamu hizmeti kuruluşunun ticaret birimi RWE Tedarik ve Ticaret’i, RWE’nin ticari kalbi olarak tanımladı ve aşağı yukarı bankaların hazinesiyle aynı işlevi gördüğünü, yani tüm mal akışının buradan geçtiğini söyledi.10
Dolayısıyla kapitalizm fosil yakıt endüstrilerine yoğun bir şekilde yatırım yapmaya devam ediyor ve Donald Trump, bu çıkarlar için megafon görevi görüyor. Tüm bunlar Andreas Malm’ın şu iddialarını destekliyor: Küresel sermaye güçlendikçe, CO2 emisyonlarının artışı hızlandı. Hatta kapitalizmin yirminci yüzyıl boyunca emeğe karşı verdiği mücadeledeki belirleyici zaferin, 2000 sonrası küresel ısınma felaketine doğru bir yarışla taçlandırıldığı iddia edilebilir. 1870’den 2014’e kadar gerçekleşen toplam CO2 emisyonlarının dörtte biri, bu dönemin son on beş yılında yaşandı.11
Öte yandan şirketler, karbonsuz bir ekonomiye 10 Olson ve Lenzmann, 2016, s9-10. 11 Malm, 2016, s353. Malm, buhar döneminden bu yana, sermayenin emek üzerinde egemenlik sağlamak ve aralarındaki ilişkiyi esnek bir şekilde yönetmek için fosil enerjiyle çalışan makinelere bel bağladığını savunuyor. Dolayısıyla bugün: “Küresel olarak mobil sermaye, muazzam miktarda fosil enerji tüketerek, fabrikaları işgücünün ucuz ve disiplinli olduğu -artı değer oranının en yüksek olacağı- yerlere taşıyacak. Sermayenin artan fosil niteliği yasası diye bir şey varmış gibi görünüyor.” - Malm, 2016, s333, 354. Her ne kadar Malm’ın argümanı çok güçlü bir vaka çalışmasının -Birinci Sanayi Devrimi sırasında buharın zaferi- genelleştirilmesi olsa da, bu metinde tartışılan karşı eğilimleri fazla küçümsüyormuş gibi görünüyor.
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
yönelmek için gösterilen resmi ve yavaş çabalara yeni kâr fırsatları keşfederek cevap veriyorlar. Bu, mevcut enerji kompleksine daha az yatırım yapmış olan, nispeten yeni şirketler için daha kolay. Bu da ABD’nin bilişim devleriyle -FAANG (Facebook, Amazon, Apple, Netflix ve Google)- Barack Obama’nın iklim değişikliğini tanıma ve yönetme politikası arasındaki uyumu açıklamaya yardımcı oluyor (bilişim şirketlerinin sunucu bankaları ve Amazon’un teslimat araçları yüksek miktarda CO2 emisyonu üretse de.) Daha kısıtlı bir seviyede, İngiliz Endüstri Konfederasyonu’yla birlikte 120’den fazla İngiliz işletmesinin patronu, Theresa May’e* İklim Değişikliği Komitesi’nin hükümetin 2050’ye kadar, yasal olarak bağlayıcı bir sıfır net emisyon hedefi benimsemesi önerisini desteklediklerini yazdılar.12 Uyum sağlama dürtüsü, bazı fosil yakıt şirketlerini de etkiliyor. Otomobil endüstrisi, devasa bir CO2 emisyonu kaynağı olmaya devam ediyor. BBC 2018’in sonunda şunları aktarıyordu: Zengin ve fakir ülkelerde ortak bir etken, ulaştırma sektöründe petrol tüketiminin artışının devam etmesi oldu. AB’de hava ve karayolu taşımacılığı için kullanılan yakıt miktarı yüzde 4 arttı. ABD’de otomobil yolculuklarında kullanılan fosil yakıtlar yüzde 1,4 oranında artarken, kömür kullanımı azaldı.13
Ancak otomobil endüstrisi de, kısmen Çin pazarının hızla büyümesi ama daha temel olarak dizel emisyon skandalının teşvik olduğu, elektrikli ve sürücüsüz otomobil geliştirme çabaları nedeniyle, yeniden yapılanma konusunda büyük bir baskı altında. Bu muazzam teknolojik dönüşüm, uzun zamandır bir avuç uluslararası devin egemen olduğu bir endüstriye yeni isimlerin -örneğin Tesla, Google ve görünüşe göre şimdi de Apple- giriş yapmasına imkân tanıyor. İngiltere’de otomobil fabrikalarının kapanma duyurularının ve Renault-Nissan’ın patronu Carlos Ghosn’nun Japonya’da tutuklanması ve Fiat Chrysler’in Renault ile birleşmek için verdiği beyhude teklif gibi dramların altında bu değişim süreci yatıyor. Kapitalizmin iklim değişikliğine adaptasyonun aynı zamanda büyük jeopolitik sonuçları da var. Kuzey Kutbu’nun ısınması sadece insanlığın ve diğer birçok türün geleceğini tehdit etmekle kalmıyor, okyanusu ticari trafiğe ve kaynak çıkarılmasına açarken, onu çevreleyen kapitalist devletler arasındaki rekabeti yoğunlaştırıyor.14 Kuzey Kutbu Konseyi’nin Mayıs ayındaki toplantısında, Trump’ın dışişleri bakanı Mike Pompeo, kapanış *
Makale kaleme alındığında Theresa May henüz başbakandı. (ç.n.)
12 Hook ve Pickard, 2019. 13 McGrath, 2018. 14 Astrasheuskaya ve Foy, 2019.
konuşmasında iklim değişikliğine herhangi bir referansta bulunulmasını engelleyerek ve hem Rusya hem de Çin’in bölgedeki politikalarına saldırarak, konseydeki diğer ülkeleri öfkelendirdi. Daha geniş anlamda, istihbarat web sitesi Stratfor 2018’de şöyle iddia ediyordu: Yenilenebilir enerji tüketim oranı, şu anda genel enerji talebinden üç kat daha hızlı artmaktadır. Artık yenilenebilir kaynakların tüketilen toplam enerjinin örneğin üçte birini oluşturduğu bir dünya, önümüzdeki iki ya da üç on yıl içerisinde tamamen mümkün, hatta muhtemeldir. Değişim çoktan başladı ve odundan kömüre, kömürden petrole geçiş kadar dönüştürücü bir süreç olacak.
Stratfor, yenilenebilir enerjiye geçişin kaybedenleri olacağını savunuyor: Suudi Arabistan ve Rusya gibi büyük petrol üreticileri. Ancak kazananlar da olacak: Örneğin Almanya ve ABD, bu alandaki liderlikleri ve ABD pazarının büyüklüğü sayesinde yenilenebilir enerjinin gelişmesinden yararlanmak için iyi bir konumdalar. Ama Çin’in durumu daha da iyi. Çin, geçtiğimiz on yılda güneş hücresi ve pilleri -ki bunların küresel arzının yarısından fazlasını Çin üretmektedir- de dahil olmak üzere, temiz enerji ürünleri üretiminde rakipsiz dünya lideri olmak için atağa geçti. Aynı zamanda nadir bulunan madenlerin çıkarılması ve tedariki, yenilenebilir enerji kapasitesinin kullanılması konularında dünya lideri ve elektrikli araçlar için en büyük pazar. Yenilenebilir enerjiye yönelmek için yurtdışında önemli miktarda lityum ve kobalt madeni satın alırken, Avrupa, Afrika ve Güney Amerika da dahil olmak üzere dünya çapında elektrik tesislerine yatırım yaptı.15 Daha yakın bir zamanda Financial Times şöyle diyordu: Çinli şirketler birkaç yıl içinde dünyanın en büyük lityum -piller için temel bir hammadde olan hafif bir metal- üreticilerinden bazıları hâline geldi. Avustralya’dan Güney Amerika’ya kadar pek çok yerde maden satın aldılar ve Çin’de lityum kimyasalları ve pil üretmek için fabrikalar kuruyorlar.
Çin’in hızla büyüyen endüstrilere muazzam miktarda sermaye aktarma kabiliyetinin son örneği şu: Benchmark Mineral Intelligence’a göre, Nisan ayında dünyadaki lityum üretiminin %60’dan fazlası Çin tarafından gerçekleştirildi. ABD’nin üretim oranıysa %1’den az. Çin’in elektrikli otomobil tedarik zincirindeki hâkimiyeti, ticaret savaşı konusunda takıntılı olan 15 Stratfor, 2018. Lityum madenciliğinin genişlemesinin de insan ve çevre açısından maliyeti yüksektir.
57
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
Washington ve Brüksel’in endişelerinin artmasına neden oldu. İkisi de endüstrinin bir sonraki neslinin dışında bırakılacağından korkuyor. Mayıs ayının başında iki ABD Senatörü -Lisa Murkowski ve Joe Manchin- ABD’nin lityum gibi kritik madenleri üretimini artırmaya yönelik bir tasarı önerdi. Avrupa Yatırım Bankası, İsveç’te pil fabrikası kurmayı ve Avrupa’dan lityum gibi ham maddeler almayı hedefleyen İsveçli pil şirketi Northvolt’u desteklemek için 350 milyon euro taahhüt etti.16 Trump’ın başlattığı, ABD ve Çin arasındaki jeo-ekonomik mücadelenin önemli bir boyutu, Washington’ın Pekin’in endüstrilerini düşük ücretli, son montaj fabrikalarından, iklim değişikliğine uyum sağlayan kapitalizm için elzem olan yeni ürünler de üreten ileri teknoloji fabrikalara yükseltme planlarını engelleme çabası.17 Pil örneği, Trump’ın iş işten geçtikten sonra önlem almaya çalıştığını gösteriyor ancak önemli olan nokta, sermayenin iklim değişikliğine yanıt olarak yeniden yapılandırılmasının, Trump’ın kendisi iklim değişikliğini inkar etse de, bu mücadeleyle derin bir şekilde iç içe geçmiş olması. ABD savunma politikasında da aynı görüntüyle karşılaşıyoruz. Savunma Bakanlığı 2014 yılında iklim değişikliğini “tehdit çoğaltıcı” olarak nitelendiren bir İklim Değişikliğine Uyum Yol Haritası hazırladı: Değişen iklim, operasyon ortamlarını etkileyebilir ve ABD’nin çıkarları açısından mevcut riskleri artırabilir veya yeni riskler yaratabilir. Örneğin deniz seviyesinin yükselmesi amfibi çıkarmaların gerçekleştirilmesini etkileyebilir, değişen sıcaklıklar ve uzayan mevsimler operasyonların zaman aralığını etkileyebilir ve ağır hava koşullarının sıklığının artması üst geçiş uçuş imkânlarının yanı sıra istihbarat, gözetleme ve keşif kabiliyetini etkileyebilir. Daha önce donuk durumda bulunan Arktik deniz şeritlerinin açılması, bakanlığın kaynak bakımından zengin bu alandaki olayları izleme, navigasyon özgürlüğünü muhafaza etme ve istikrarı sağlama ihtiyacını artıracaktır. Diğer uluslar içindeki ve bu uluslar arasındaki istikrarı korumak, büyük ölçekli askeri çatışmaları önlemenin önemli bir yoludur. İklim değişikliğinin etkileri, gıda ve suya erişimi engelleyerek, altyapıya zarar vererek, hastalıkları yayarak, çok sayıda insanı yerinden edip kitlesel göçe zorlayarak, ticari etkinliklere sekte vurarak veya elektriğe erişimi kısıtlayarak diğer ülkelerde istikrarsızlığa neden olabilir. Bu gelişmeler, onlara etkili bir şekilde yanıt veremeyen ve zaten kırılgan durumda olan hükümetleri zayıflatabilir veya şu anda istikrarlı olan hükümetlere zorluklar çıkarabilir. Ayrıca sınırlı kaynaklar için yarışan ülkeler arasındaki rekabet ve gerginliği artırabilir. Yönetimde oluşan bu boşluklar, radikal ideolojiler ve terörizmi besleyen
koşullara yol açabilir.18
Bu elbette Obama yönetimi sırasında gerçekleşti. Trump göreve başladıktan sonra selefinin iklim politikalarını fesheden bir başkanlık kararnamesi yayınladı. Ancak Pentagon pragmatik bir şekilde örneğin iklim değişikliğinin sıklığını artırdığı ağır hava koşullarına hazırlanmaya devam etti.19 İklim değişikliğini daha geniş ölçekteki planlara dahil etmemeleri çılgınlık olurdu. Başka bir deyişle iklim değişikliği normalleştiriliyor, kapitalizmi yönlendiren rekabetçi birikim süreçlerinin günlük işleyişine entegre ediliyor. Bu Bendell’in öngördüğü felaketin önüne geçileceği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. İlk olarak, Karl Marx’ın adlandırdığı şekliyle “birçok sermaye” arasındaki kör bir mücadelenin etrafında örgütlenmiş bir ekonomik sistemin, ekonomik önceliklerini kaotik iklim değişikliğini önleyecek kadar hızlı ve köklü bir şekilde değiştirmesi pek olası değil. Bunun maliyeti, doğası gereği kısa vadeye odaklanan ve hâlâ büyük bir krizin etkilerinin üstesinden gelmek için mücadele eden bir sistem için çok yüksek görünüyor. Aynı zamanda bu maliyeti üstlenen bir devlete bağlı sermayeler, diğer yerlerdeki rakiplerine kıyasla dezavantajlı konuma düşmekten korkuyor ve fosil yakıtlardan elde edilen kâr, gördüğümüz gibi, hâlâ sağlam bir şekilde kapitalist sistemin özünde yer alıyor.20 2050 yılına kadar (XR’a göre bu 25 yıl geç kalmış bir tarih) net sıfır karbon hedefinin kabul edilmesine karşı başarısız bir şekilde lobi yapan maliye bakanı Philip Hammond iyi bir örnek. Financial Times, bakanın May’e yazarak şu uyarıda bulunduğunu bildiriyor: “Sıfır karbonlu bir ekonomiye geçmenin toplam maliyetinin bir trilyon poundun üzerinde olması muhtemel”... 2050 hedefi iş dünyasının bazı liderleri tarafından desteklense de, Hammond sanayinin düşük karbonlu metotlara geçişinin “önemli maliyetler” yaratacağını savundu. Rakip ülkeler aynı politikayı benimsemediği sürece, bu geçişin -çelik sanayi gibi- “anahtar endüstrileri” ekonomik olarak rekabet edemez duruma veya sürekli devlet desteğine bağlı hâle getirebileceğini belirtti.21
İkincisi, sanayi kapitalizmi altında üretilen CO2 emisyonlarının yarattığı doğal süreçler, herhangi bir insan müdahalesi tarafından durdurulamayacak kadar ilerlemiş olabilir. Yukarıda tartışılan geri besleme döngüleri burada önem kazanıyor çünkü bu döngüler iklim değişikliğini öyle seviyelere taşıyabilirler ki, insan yaşamı 18 Savunma Bakanlığı, 2014, s4. 19 Copp, 2017.
16 Sanderson, 2019. 20 Neale, 2010’da bu konular hakkında yararlı bir tartışma var. 17 Jeoekonomi ve ilgili kavramların ayrıntılı bir tartışması için, bkz. Glassman, 2018, bölüm 1.
58
21 Pickard, 2019.
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
geçmiş yüzyıllarda aldığı biçimlere benzer herhangi bir biçimde sürdürülemez hâle gelebilir. İnsan topluluklarının da bir parçası olduğu ancak onları fazlasıyla aşan doğal dünya da ortaya çıkacak sonuçta söz sahibi olacak.22 İklim değişikliğini gezegensel felakete ve toplumsal çöküşe dönüştürebilecek doğrusal olmayan süreçlerin doğası, ancak bu konuda herhangi bir şey yapmak için çok geç olduğu zaman gerçekleştiklerinden emin olabileceğimiz anlamına geliyor. Pascal’ın bahsi burada devreye giriyor. Sonsuz kayıp olasılığı, insanı umutsuz bir duyarsızlığa sürükleyebilir. Avrupa Komisyonu gibi kurumlarda sunumlar yapan “sürdürülebilirlik liderliği” profesörü Bendell, ağırlık olarak “derinlemesine adaptasyon” adını verdiği ve “çöküşün kaçınılmaz, felaketin muhtemel ve neslimizin tükenmesinin mümkün” olduğunu kabullenmeye olumlu tepkiler veren psikolojik süreçlere odaklanıyor.23 Devrimci Bir Bahis Yeni iklim aktivizmi farklı bir hamlede bulunarak felaketin yakınlığını kolektif mücadele için itici güç hâline getiriyor ve bu mücadele genellikle devrim olarak görülüyor. Tecrübeli aktivist George Monbiot bunu çok iyi ifade ediyor: Yaşım ilerledikçe iki şeyi fark etmeye başladım. Birincisi, bizi dosdoğru felakete doğru sürükleyen şey, sistemin belirli bir çeşidi değil, kendisi. İkincisi, kapitalizmin başarısız olduğunu söylemek için, kusursuz bir alternatif üretmek zorunda değilsiniz... Sonuçta şu seçimi yapmamız gerekiyor: Kapitalizm devam etsin diye yaşamı mı yok edeceğiz yoksa yaşam devam etsin diye kapitalizmi mi?24
XR bu değişimi daha somut politik terimlerle ifade ediyor. Doğru bir şekilde “iklim acil durumu” olarak tanımladığı meseleyle ilgili gerçekler ve eğilimleri ortaya koyuyor ve bunlara dayanarak hükümetleri 2025 yılına kadar net sıfır emisyon hedefini benimsemeye zorlamak için toplu sivil itaatsizlik çağrısında bulunuyor. XR’ın kurucuları, bu yaklaşımı barışçıl kitlesel protestoların, eğer yeterince büyük bir ölçeğe ulaşırlarsa, devletlerin üzerinde ya müzakere etmelerine ya da baskıya başvurmalarına yol açacak ekonomik bir baskı oluşturacağını öne süren sosyolojik bir teoriyle gerekçelendiriyor. Baskıya başvurulması da yenilginin işareti olarak görülüyor: XR hükümetleri baskı altına almak için temel bir taktik olarak, bilfiil toplu gözaltıların peşinde koşuyor. Mart ayında bu teorinin temel savunucusu Roger Hallam, “önümüzdeki iki yıl içinde sistemin kaybedeceğini” ve
neoliberalizmin yerini “faşizmin mi yoksa biraz daha ilerici bir şeyin mi alacağının temel seçim” olduğunu öne sürdü.25 Bu tür bir bakış açısında kusurlar bulmak epey kolay. Sınıf iktidarının kapitalist toplumdaki yerleşik yapılarını ve devletlerin bu yapıları devam ettirmeye hizmet eden yoğunlaşmış şiddetini hafife alıyor. Hallam, Küresel Güney ülkelerindeki hareketlerin deneyimlerine güvendiğini öne sürüyor. Ancak bu ülkelerde tehlikede olan şey, tüm toplumsal ve siyasal sistemin değil, belirli bir hükümetin devamlılığıydı. Sistemin kendisi tehlike altında olduğunda nasıl tepki verdiğini görmek için, Haziran 2013’ten bu yana Mısır’da ve şu anda Sudan’da olanlara bakın. Şu anda iklim felaketinin yarattığı tehlike de, son derece köklü bir sistem değişikliği. Dahası, sivil itaatsizlik hareketlerinin tarihsel deneyimi, Amerikalı akademisyen Erica Chenoweth tarafından ileri sürülen ve XR tarafından tekrarlanan, “gaddar diktatörlükleri devirmek için nüfusun yüzde 3,5’inin sürekli, şiddetsiz direnişe katılması gerektiğini”26 söyleyen mekanik yasayı desteklemiyor. Barışçıl direnişin başarılı olduğu yerlerde, diğer faktörler bu başarıda kritik önem taşıyordu. Gandhi’nin 1942-4’teki Quit India (Hindistan’ı terk edin) hareketi, hızla yaygın bir şiddete dönüştü ve yoğun bir baskıyla zapt edildi. Sömürgeci gücün artık alt kıtada kurduğu devasa askeri makinenin sadakatine güvenemeyeceğini ispatlayan, Şubat 1946’daki Hint Donanması isyanıydı. Aynı zamanda 2. Dünya Savaşı sırasında orada biriktirdiği borçlar nedeniyle, Britanya artık Hindistan’ı maddi olarak da sömüremiyordu.27 ABD’de 1950 ve 1960’lardaki Sivil Haklar hareketi, Güney’deki segregasyon rejiminin kaldırılmasını 25 Hallam, 2019. Hallam daha önceki bir yazısında şöyle iddia ediyordu: “Elimizdeki politik kaynaklar ve mekanizmalar ile, yinelenen herhangi bir mücadele vasıtasıyla kazanılabilecek azami gerçekçi siyasal kazanımların, gerçekçi ve pragmatik bir analizi, reform ile devrim arasındaki soyut ve bayat tartışmanın ötesine geçti. Bu hesaplama, hiç bitmeyen bir tekerrür serisi olarak devam ediyor.” - Hallam, 2015, s45. Fakat şimdi, kitlesel protestoların hükümetleri hızla müzakerelere zorladığı, daha hızlı bir değişim süreci öngörüyor gibi görünüyor.
23 Bendell, 2018, s20.
26 Chenoweth, 2017. Bu iddiayı kanıtlayan ayrıntılı monografi, burada belirtilen örneklerin hiçbirini içermiyor ve saçma bir şekilde, Şubat 1979’da sol ve İslamcılar tarafından düzenlenen ve Pehlevi rejimini nihayet yıkan ayaklanmayı görmezden gelerek, 1978-9 İran Devrimi’ni “şiddetsiz bir direniş” olarak tasvir ediyor - Chenoweth ve Stephan, 2011. Kitap, farklı siyasal mücadeleleri şekillendiren belirli tarihsel bağlamları sistematik olarak silmek için istatistiksel verilerin analizinin kullanıldığı, ana akım Amerikan “karşılaştırmalı siyasetinin” klasik bir örneği. Alasdair MacIntyre’nin bu yöntemi yıkan müthiş eseri hâlâ geçerliliğini koruyor - MacIntyre, 1971.
24 Monbiot, 2019.
27 Ahmed, 2019, bölüm 6; Mukerjee, 2010, bölüm 11.
22 Foster ve Burkett, 2018, kapitalizm altında değer ve doğal biçimlerin özgüllüğü ve karşılıklı ilişkisi hakkında haklı olarak ısrar ediyor.
59
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
Jim Crow yasalarını* muhafaza etmekle ilgilenmeyen bir egemen sınıfı temsil eden federal hükümete baskı uygulayarak başardı. Hemen hemen aynı zamanlarda, Güney Afrika’daki Ulusal Parti hükümeti, Afrika Ulusal Kongresi ve müttefikleri tarafından oluşturulan sivil itaatsizlik hareketi Defiance Campaign’i acımasızca ezdi. Bu yenilgi, yine vahşice dağıtılan gerilla mücadelelerine yönelinmesine yol açtı. Apartheid rejimini müzakere masasına oturmak zorunda bırakan ise, Haziran 1976’da Soweto ayaklanmasıyla başlayan ve şiddete başvuran kasaba isyanları, kitlesel grevler ve militan bir siyah işçi hareketinin doğuşunu içeren yeni bir mücadele dalgası oldu.28 Yine de XR’ın değişimi zorlamaya başlamak için yeterli karışıklığı yaratacak kitlesel seferberlikler düzenlemeye kararlı olduğu bir gerçek. Daha da önemlisi, sözünü tuttu da. Nisan ayında Londra’da gerçekleşen kitlesel protestolar haftası, muhtemelen İngiltere tarihindeki en büyük doğrudan eylemdi. 1961’de Committee of 100 tarafından nükleer silahlara karşı düzenlenen kampanyadan daha büyüktü. Bu, geleneksel solda biraz tevazu yaratmalı. En son ne zaman Londra’da hayatı durdurduk? Hallam, 2003’te Irak işgalinden sonra Savaşı Durdur Kampanyası’na yöneltilen, “A’dan B’ye yürüyüşlere” dair tanıdık eleştirileri tekrarlıyor. Ancak bu eleştirmenlerin alternatif olarak savundukları doğrudan eylemler, genellikle elitist bir şekilde özel olarak eğitilmiş küçük gruplara bel bağlıyordu. XR doğrudan eylem eğitimi verse de, Nisan ayında vurgulanan kapsayıcı, kitlesel bir eylemdi ve Londra’daki protesto haftası boyunca daha fazla insanın katılım sağlaması için herkese açık, ilgi çekici etkinlikler düzenlendi. Dahası, güncel iklim protestoları işçi hareketininkinden çok farklı bağlamlardan doğsa da, geleneksel olarak örgütlü işçilerin gerçekleştirdiği eylemlerle benzeşen eylem biçimleri içeriyor. Hallam kitlesel sivil itaatsizliğin etkisini Londra metrosundaki grevlerle kıyaslarken, Thunberg 20 Eylül’de yapılması planlanan küresel iklim grevine çağrıda bulunuyor. Devrimci solun yeni iklim militanlığına tepkisi oldukça basit olmalı. Yerel XR grupları oluşturmaya yardım ederek, okul grevlerini destekleyerek, gelecekteki eylemlerde yer alarak ve iklim grevini hayata geçirmek için çalışarak bu harekete dört elle sarılmalıyız. XR içindeki sosyalistler, yeni iklim hareketleri ve sendikalar arasında ilişkiler kurmalı. İngiltere’de Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası (UCU) ve fırıncılar birliği BFAWU *
Amerikan İç Savaşı’nın sonrasında, 19. Yy. sonunda Güney’deki resmi segregasyonu başlatan ve düzenleyen yasalar. Bu düzenlemenin feshi, sivil haklar hareketinin en temel taleplerinden biriydi. (ç.n.)
28 Güney Afrika mücadelesinin Marksist analizleri için bkz. Wolpe, 1988 ve Callinicos, 1988.
60
iklim değişikliğiyle ilgili grev çağrılarına zaten destek vermiş durumda ve diğer sendikalar, özellikle de Ulusal Eğitim Sendikası, okul grevcilerini destekledi. Elbette hareket geliştikçe çeşitli stratejik ve taktiksel problemler ortaya çıkacak. Ancak önemli olan, iklim değişikliği politikalarının artık hükümetler arası müzakerelerin ve STK lobiciliğinin tekelinde olmaması. Umutsuzluk eyleme dönüşüyor. Bunun bir parçası olmak zorundayız. İngiltere’deki ana akım siyasetin Brexit ölüm sarmalının hâkimiyetinde olmaya devam etmesi, bunu daha da gerekli kılıyor. May, Avrupa Konseyi’ni İngiltere’nin AB’den ayrılmasını 31 Ekim’e kadar ertelemeye ikna ederek vazgeçme anlaşması için zaman kazanmayı umuyordu. Bunun yerine, anlaşmasız bir Brexit’i neredeyse kaçınılmaz hâle getirmeye yardımcı oldu. AB’de altı ay daha kalmak, İngiltere’nin Avrupa parlamentosu seçimlerine katılması anlamına geliyordu. Brexit’in ertelenmesi ayrılmak isteyenleri kızdırırken kalmak isteyenlerin tekrar umutlanmasına yol açtı; bu yüzden seçimler her iki tarafta da ödün vermeyen unsurlara yaradı: bir tarafta Nigel Farage başkanlığındaki yeni Brexit Partisi, öteki tarafta Liberal Demokratlar. Bu, büyük şirketlerin çaresizce arzuladığı uzlaşmanın sağlanmasını daha da zor hâle getirdi ve Farage’a aşırı sağı, diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, ana akım İngiliz siyasetinin ön saflarına yerleştirmek için ikinci bir şans verdi.29 May, Muhafazakar Parti’nin Avrupa seçimlerindeki feci performansından önce zaten kendi kazdığı kuyuya düşmüştü. Onun halefi olma yarışına, kaçınılmaz olarak anlaşmasız Brexit meselesi yön veriyor. Hem son sözü söyleyecek olan kitlesel Tori üyeliğinin doğası gereği, hem de Farage ve Brexit Partisi’ne kaptırılan seçmenleri geri kazanma baskısı sebebiyle. Eski Tori lider adayı Dominic Raab gibi isimler, Avam Kamarası’nın anlaşmasız Brexit’i engellemesini durdurmak için parlamentonun askıya alınmasına dair bütünüyle anti demokratik fikrin propagandasını ciddi şekilde yapmaya başladı bile. Muhtemel galip Boris Johnson*, AB’den böyle yöntemlerin yardımı olmadan ayrılmaya son derece muktedir. İngiltere kötü hazırlanırsa AB-27 blöfünü görebilir ve Cadılar Bayramı’nda AB’den çıkabilir. Manş Tüneli’nin her iki tarafında oluşacak uzun ve kısa vadeli zararın boyutunu tahmin etmek zor ancak zarar yaşanacağı ve İngiltere ile eski ortakları arasındaki ilişkilerin yıpranacağı kesin. Johnson’ın sunduğu alternatif, yani İngiltere’yi Trump’ın çılgınca yalpalayan savaş arabasının arkasına bağlama fikri, tehlikeli bir 29 Brexit’in yarattığı karışıklıklar hakkında daha fazla bilgi için bkz. Callinicos, 2019a ve 2019b. Matteo Salvinini’nin Lega’yı başarıyla dönüştürerek İtalya’da baskın bir konuma getirmesi için bkz. Pucciarelli, 2019. * Boris Johnson Temmuz gerçekten de 2019’daki liderlik seçimlerinden May’den sonraki Muhafazakâr Parti lideri ve BK başbakanı olarak çıkmıştı. (ç.n.)
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
kumar gibi gözüküyor. Brexit belirsizliğinin sürmesinin yatırım kararlarını etkilediğine dair kanıtları göz ardı etmek imkânsız. 2019’un ilk çeyreğine gelene kadar geçen üç yılda, AB-27’de yabancı yatırım %43 artarken İngiltere’de %30 azaldı.30 Daha da kötüsü, Johnson’ın çirkin bir ırkçılık geçmişi var: Bazen gelişigüzel, genellikle planlı. Farage Avrupa seçimleri sırasında ırkçılığı körüklememeye dikkat ederken, Johnson İşçi Partisi’nin Peterborough ara seçimlerindeki başarısı için “Pakistanlı” seçmenleri suçlamakta tereddüt etmedi ve göçmen karşıtı kışkırtmalar konusunda epeyce sabıkası var. Tommy Robinson ve UKIP’teki müttefiklerinin seçimlerde rezil olması ırkçılık karşıtı hareket için gerçek bir başarı olsa da, yeni Tory lideri Farage’a kaybedilen tabanı geri kazanmaya çalışırken, Avrupa seçimlerinin genel etkisi, İngiltere’deki hâlihazırda boğucu ırkçı iklimi güçlendirmek olacak. Peterborough İşçi Partisi’nin Toriler’den daha az zarar gördüğünü (en azından İngiltere’de) gösterse de, Avrupa seçimleri İşçi Partisi’ne de zarar vererek, Jeremy Corbyn’i partinin sağ kanadından gelen saldırılara karşı iyice savunmaya geçmeye zorladı. Yani Brexit, İngiltere siyasetini bayrağı aşırı sağın taşıdığı bir ortamda istikrarsızlaştırmaya devam ediyor. Bu ırkçılığa karşı mümkün olduğunca geniş ve güçlü bir hareketi devam ettirmenin hayati önem taşıdığı anlamına geliyor. Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk (Stand Up to Racism), böyle bir hareketin temel çerçevesi olarak kendini ispatladı, ancak gelecekte pek çok sınavla karşılaşacak.
Bendell, Jem, 2018, “Deep Adaptation: A Map for Navigating Climate Tragedy”, IFLAS Occasional Paper 2 (27 Temmuz), www. lifeworth.com/deepadaptation.pdf Callinicos, Alex, 1988, South Africa: Between Reform and Revolution (Bookmarks). Callinicos, Alex, 2019a, “Brexit Blues”, International Socialism 161 (kış), http://isj.org.uk/brexit-blues/ Callinicos, Alex, 2019b, “Shambling Towards the Precipice”, International Socialism 162 (bahar), http://isj.org.uk/shambling-towards-the-precipice/ Chenoweth, Erica, 2017, “It May Only Take 3.5 Percent of the Population to Topple a Dictator—with Civil Resistance”, Guardian (1 Şubat), www.theguardian.com/commentisfree/2017/feb/01/ worried-american-democracy-study-activist-techniques Chenoweth, Erica ve Maria J Stephan, 2011, Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict (Columbia University Press). Copp, Tara, 2017, “Pentagon is Still Preparing for Global Warming Even Though Trump Said to Stop”, Military Times (12 Eylül), https://tinyurl.com/y3wksoux DiChristopher, Tom, 2019, “US to Become a Net Energy Exporter in 2020 for First Time in Nearly 70 years, Energy Dept Says”, CNBC (24 Ocak), www.cnbc.com/2019/01/24/us-becomes-anet-energy-exporter-in-2020-energy-dept-says.html Empson, Martin (ed), 2019, System Change, not Climate Change: A Revolutionary Response to Environmental Crisis (Bookmarks). Foster, John Bellamy ve Paul Burkett, 2018, “Value Isn’t Everything”, International Socialism 160 (sonbahar), http://isj.org.uk/value-isnt-everything/ Glassman, Jim, 2018, Drums of War, Drums of Development: The Formation of a Pacific Ruling Class and Industrial Transformation in East and Southeast Asia, 1945-1980 (Brill). Hallam, Roger, 2015, “How to Win! Successful Procedures and Mechanisms for Radical Campaign Groups”, https://radicalthinktank. files.wordpress.com/2015/12/how-to-win-10-15.pdf
Böyle bir ortamda farklı biçimlerdeki iklim protestoları, adeta bulutların arasından süzülen bir güneş ışınını temsil ediyor. Bu yeni hareket, son birkaç yıldaki bölünmelerden ağır bir şekilde zarar görmüş olan solu, daha güçlü bir anti-kapitalist temelde yenileyebilir. Daha önemlisi, yüzyılın en önemli savaşını vermek için gerekli güçleri bir araya toplamaya başlayabilir. Bu şekilde kolektif ve en nihayetinde devrimci eylemlilik, umutsuzluğu umuda dönüştürebilir.31
Hallam, Roger, 2019, “Non Violent Direct Action”, XR Talks (Şubat), www.youtube.com/watch?v=jSOlRNCO9L8
International Socialism Journal’ın 163. sayısından Irmak Yavlal çevirdi.
McGrath, Matt, 2018, “Coal and Cars Help Drive ‘Strong’ CO2 Rise in 2018”, BBC News (5 Aralık), www.bbc.com/news/science-environment-46447459
Kaynakça Ahmed, Talat, 2019, Mohandas Gandhi: Experiments in Civil Disobedience (Pluto). Astrasheuskaya, Nastassia ve Henry Foy, 2019, “Polar Powers: Russia’s Bid for Supremacy in the Arctic Ocean”, Financial Times (28 Nisan), www.ft.com/content/2fa82760-5c4a-11e9-939a-341f5ada9d40 30 Romei ve Jackson, 2019. 31 Bkz. Empson, 2019’da ortaya konan anti-kapitalist devrim olasılığı.
Hook, Leslie ve Jim Pickard, 2019, “Businesses Urge UK to Set Net Zero Emissions Target for 2050”, Financial Times (31 Mayıs), www.ft.com/content/19a0ba7a-82d0-11e9-b592-5fe435b57a3b MacIntyre, Alasdair, 1971, “Is a Science of Comparative Politics Possible?”, Against the Self-Images of the Age: Essays on Ideology and Philosophy (Duckworth). Malm, Andreas, 2016, Fossil Capital: The Rise of Steam Power and the Roots of Global Warming (Verso).
Monbiot, George, 2019, “Dare to Declare Capitalism Dead—Before It Takes Us Down With It”, Guardian (Nisan), www.theguardian. com/commentisfree/2019/apr/25/capitalism-economic-system-survival-earth Mukerjee, Madhusree, 2010, Churchill’s Secret War: the British Empire and the Ravaging of India during World War II (Basic Books). Neale, Jonathan, 2010, “Climate Politics after Copenhagen”, International Socialism 126 (bahar), http://isj.org.uk/climate-politics-after-copenhagen/ Neale, Jonathan, 2019, “Social Collapse and Climate Breakdown”, The Ecologist (8 Mayıs), https://theecologist.org/2019/may/08/ social-collapse-and-climate-breakdown Olson, Carol ve Frank Lenzmann, 2016, “The Social and Economic
61
Sonsuz Kayıp Üzerine Bahse Girmek | Alex Callinicos
Consequences of the Fossil Fuel Supply Chain”, MRS Energy & Sustainability, sayı 3. Pascal, Blaise, 1995 [1670], Pensées (Harmondsworth). Pickard, Jim, 2019, “UK Net Zero Emissions Target Will Cost ‘More Than £1tn’”, Financial Times (5 Haziran), www.ft.com/content/036a5596-87a7-11e9-a028-86cea8523dc2 Prigogine, Ilya ve Isabelle Stengers, 1984, Order Out of Chaos: Man’s New Dialogue with Nature (Heinemann). Pucciarelli, Matteo, 2019, “Salvini Ascendant”, New Left Review, II/116/117 (Mayıs-Haziran). Romei, Valentina ve Gavin Jackson, 2019, “Brexit Uncertainty Drives Investment Boost for Other EU Countries”, Financial Times (10 Haziran), www.ft.com/content/93c681ca-7c9c-11e9-81d2f785092ab560 Sanderson, Henry, 2019, “Electric Cars: China Powers the Battery Supply Chain”, Financial Times (22 Mayıs), www.ft.com/content/455fe41c-7185-11e9-bf5c-6eeb837566c5 Savunma Bakanlığı, 2014, “FY 2014 Climate Change Adaptation Roadmap” (Haziran), www.acq.osd.mil/eie/downloads/CCARprint_wForward_e.pdf Sen, Amartya, 1981, Poverty and Famines: An Essay on Entitlement and Deprivation (Clarendon Press). Stratfor, 2018, “How Renewable Energy Will Change Geopolitics” (27 Haziran), https://worldview.stratfor.com/article/how-renewable-energy-will-change-geopolitics Yağmur Ormanları Eylem Ağı ve diğerleri, 2019, “Banking on Climate Change: Fossil Fuel Finance Report Card 2019” (20 Mart), www.ran.org/wp-content/uploads/2019/03/Banking_on_Climate_Change_2019_vFINAL1.pdf Wolpe, Harold, 1988, Race, Class and the Apartheid State (James Currey). Woodham-Smith, Cecil, 1991 [1962], The Great Hunger: Ireland 1845-1849 (Penguin).
62
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken Erkin Erdoğan
K
üresel iklim değişikliği bugüne dek insanlığın karşısına çıkan en can alıcı ve zorlu sorunların başında geliyor. Eğer içinde yaşadığımız küresel ekonomik sistemi hemen ve şimdi kapsamlı bir dönüşüme tabi tutmazsak hâlihazırda iklim değişimi nedeniyle başımıza gelen felaketlerin şiddetlenerek süreceği aşikâr. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin yayınladığı raporlar sera gazı emisyonlarının artmaya devam etmesi durumunda dünya yüzeyindeki ortalama sıcaklığın 2°C’nin üzerinde artacağını, sıcak dalgalarının çok muhtemelen (yani yüzde 90 ila yüzde 100 arasında bir olasılıkla) daha sık ve uzun sürelerle yaşanacağını, aşırı yağışların birçok bölgede şiddetleneceğini, küresel su çevrimindeki değişim nedeniyle sulak ve kurak alanlar arasındaki eşitsizliğin artacağını, buzullardaki erimeyle birlikte denizlerdeki su seviyesinin yükseleceğini, bir başka ifadeyle dünyadaki doğal sistemlerin ve canlı yaşamının büyük bir risk altına gireceğini gösteriyor.1
Dünya Bankası’nın Nobel ödüllü eski baş ekonomisti Nicholas Stern, İngiltere hükümeti için hazırladığı raporda iklim değişikliğinin yaratacağı tahribatın iki dünya savaşının ve 1929 Büyük Buhranı’nın toplamına yaklaşacağını öngörmüş ve bu sorunu serbest pazar ekonomisinin ortaya çıkardığı en büyük arıza olarak tespit etmişti.2 İklim bilimcilerinin yaptığı çalışmalar, hızla önlem alınmazsa yaşanacak yıkımın boyutlarının çok daha korkutucu bir hal alabileceğini ortaya koyar nitelikte. Büyük ölçüde son iki yüzyıl boyunca fosil yakıtların kontrolsüz biçimde tüketilerek atmosfere salınması nedeniyle ortaya çıkan ve kapitalist pazar ekonomilerinin elinde vahameti giderek artan bu krizin nedenleri ve çözüm yolları üzerine kafa yormak, dünyayı değiştirmek isteyen aktivistlerin ve geniş anlamda tüm politik aktörlerin yapması gereken en önemli işlerden biri. İklim krizi 1992 yılında imzaya açılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden ve devamında üzerinde anlaşılan Kyoto Protokolü’nden bu yana uluslar arası devletler sisteminin üzerinde durduğu bir olgu. Ancak çarpıcı olan gerçek şu ki bugüne dek yapılan sayısız zirvenin ve devletlerarası görüşmenin sonucu hemen hemen koca bir sıfır. Hükümetler, politikacılar ve bir bütün olarak içinde yaşadığımız kapitalist ekonomik yapı iklim değişikliğinin bir vaka olarak görülmeye başlandığı
63
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
1990’lı yıllardan bu yana konuya gerçekçi bir çözüm getirmek şöyle dursun, adım adım krizi şiddetlendirdi. Bilim insanlarının yaptığı bunca uyarıya ve aktivistlerin çığlığına rağmen bir avuç kapitalistin kısa vadeli çıkarı uğruna içinde yaşadığımız doğal sistemler büyük bir yıkımın eşiğine kadar getirildi. Sorunun büyük bir bölümü, çıkarlarından vazgeçmek istemeyen bir avuç kapitalist ve fosil yakıt endüstrisinin milyonların hayatı uğruna oynadığı kumar olarak ifade edilebilir, fakat mesele bununla bitmiyor. İklim krizi karşısında insanlığın elini kolunu bağlayan bir dizi sistematik olgu var. Ancak içinde yaşadığımız ekonomik ve toplumsal yapıdaki bu mekanizmaları analiz edip gerekli sonuçları çıkarabilirsek, bugüne kadar yapılan hataları tekrarlamadan dünyanın ihtiyaç duyduğu adil ve büyük dönüşümü başlatabiliriz. Kapitalizm ve İklim Krizi İklim krizini kapitalist ekonomiler için görece karmaşık ve baş edilemez hale getiren birkaç faktörden bahsetmek mümkün. Bunların başında iklim sistemlerinin kendi doğal yapısı geliyor. Dünyadaki canlı yaşamının temel yapıtaşlarından olan karbonun atmosfer-biyosfer-hidrosfer ve litosfer halkaları arasındaki yolculuğu yüz milyonlarca yılı bulabilen bir süreç. Karbon döngüsü ve buna bağlı geri besleme mekanizmalarının zincirleme etkisi, iklim sistemlerini kendi kompleks yapısı içinde anlamayı zorunlu hale getiriyor. Bu yapıya ekonomik faaliyetlerimizle yaptığımız etki doğrudan bir tepki yaratmadığı veya bu tepki karmaşık bir sürecin sonunda ve beklenmedik biçimlerde gerçekleştiği için kapitalizmin rekabete dayalı mekanizmaları iklim krizi karşısında büyük ölçüde işlevsiz. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun Green Jobs raporunda altını çizdiği şu dört temel etmen, küresel kapitalizmin bugüne dek iklim değişikliği konusunda neden adım atamadığına dair önemli ipuçları içeriyor: Bu türden bir dışsallığın yani CO2 emisyonlarının üstesinden gelmek verili dinamik yapı nedeniyle oldukça karmaşık bir iştir. Birincisi, kirleticiler günümüzde veya geçmişte kirletmekte, ancak tahribatın büyük bölümü gelecekte ortaya çıkmaktadır. İkincisi, mağdur edilen taraf büyük ölçüde henüz doğmamış kuşaklardır. Üçüncüsü, gelecekte ortaya çıkacak tahribatın boyutu, iklim sistemlerinin kapsamı tam olarak anlaşılamadığı için büyük ölçüde belirsizdir. Başka bir ifadeyle, dışsallığın maliyetini ölçmek zordur. Son olarak, sera etkisi küresel bir meseledir ve kirleticiler ile mağdurlar dünyanın farklı bölgelerine ve farklı milli sınırlara dağılmıştır.3 Dolayısıyla ILO da iklim değişikliğinin yol açtığı yıkımın gecikmeli olarak ortaya çıkması ve sorumlular 3
64
EC-IILS Joint Discussion Paper Series, 2011b, s. 4
ile mağdurlar arasındaki mekânsal-zamansal mesafe karşısında küresel kapitalizmin ve serbest piyasa mekanizmalarının ellerinin büyük ölçüde bağlı olduğunu kabul etmiş durumda. IPCC iklim değişikliğini aynı zamanda bir “küresel müşterekler” problemi olarak tanımlıyor.4 Bu anlamda belirli konularda küresel işbirliğinin yerel, ulusal ve bölgesel politikalarla peş peşe bir gereklilik olduğunu belirtiyor. Bu noktada ise karşımıza kapitalizmin küresel ölçekteki bir müşterek için harekete geçmeyi neredeyse imkânsız kılan ekonomi politik yapısı çıkıyor. Harvard Üniversitesi’nden Joseph E. Aldy’nin de belirttiği gibi,5 emisyonların azaltılması küresel bir fayda sağlayacak, ancak hiçbir birey, şirket veya devlet bunu tek başına hayata geçirmeye muktedir değil. Dolayısıyla tam bir küresel işbirliğine ihtiyacımız var. Birbiriyle rekabet halindeki blokların, devletlerin, endüstrilerin ve şirketlerin bu işbirliğini nasıl sağlayacağı tam bir muamma. Bir başka paradoks ise düşük karbon ekonomisine geçişin (on yıllarla ifade edilebilecek uzun vadede ekonomik fayda sağlasa bile) kısa vadede maliyetli oluşu. Neredeyse geride bıraktığımız otuz yılı bulan iklim müzakereleri özünde bu maliyeti kimin nasıl karşılayacağı konusuna ve buna dair mekanizmalar yaratmaya odaklandı, ancak henüz ortaya çıkartılabilmiş gerçekçi bir çözüm yok. İklim krizinin tam olarak öngörülemez yapısı, yeni koşullarda ortaya çıkacak küresel rekabetin şirketlere etkisi hakkındaki belirsizlikler ve pazar ekonomilerinin plansız, kaotik kompozisyonu dönüşümün maliyetinin üstlenilmesindeki temel zorluklar olarak karşımıza çıkıyor. Ana akım iktisadın bize sağladığı araçlarla oluşturacağımız iklim politikalarının ihtiyaç duyduğumuz ekonomik dönüşümü başarıya ulaştırabileceğini düşünmek, krizin ciddiyetini ve derinliğini göz önüne getirirsek en hafif deyimle naiflik. Şimdi kapitalizmin bize sağladığı dönüşüm mekanizmalarının neler olduğuna bakalım ve buradan nasıl bir iklim politikasına doğru yol almamız gerektiğiyle ilgili ipuçları çıkarmaya çalışalım. Karbon Vergisi Ekonomideki ana akım eğilim, iklim krizini ortaya çıkaran temel faktörün karbon emisyonlarının fiyat mekanizması tarafından içerilmemesi olduğu tezinden yola çıkıyor. Bu görüşe göre, belirli bir ekonomik faaliyet eğer doğa ve insanlar üzerinde negatif bir etki yaratıyorsa, piyasalar hâlihazırda dışsal olan bu faktörü fiyat mekanizmasına dahil ederek sorunun üstesinden gelebilir. Bu mantığın iklim değişikliğine uyarlanması ise şu şekilde vuku buluyor: Eğer atmosfere karbon salmanın hemen olmasa bile zaman içerisinde doğa ve 4
Edenhofer vd., 2014, s. 38
5
Aldy, 2016.
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
ekonomik sistemler üzerinde negatif bir etki yarattığını biliyorsak, atmosfere sera gazı salmanın bedava olduğu durum değiştirilmelidir. Yani kirleten bunun parasını ödemeli, zaman içerisinde iklim değişikliğine sebep olan ürünler diğerleri karşısında fiyat dezavantajı kazanmalı ve bu yolla da tercih edilmez hale gelmelidir. Bu doğrultuda oluşturulmuş iki temel mekanizmadan bahsedilebiliriz, karbon vergisi ve karbon piyasaları. Bir üçüncü iklim politikası aracı ise doğrudan düzenlemeler ve kanun koyucu tarafından oluşturulmuş standartlar olarak ifade edilebilir. Bu üçüncü yol oldukça etkin ve hızlı sonuç alma potansiyeline sahip, ancak hükümetler doğrudan düzenleme getiren mekanizmalar kullanmanın ekonomilere yük getireceği kaygısı ile genelde ilk iki seçeneğe odaklanıyor. Karbon vergisi yaklaşımının ekonomik kökeni Arthur Cecil Pigou’unun 1920’de yazdığı Refahın Ekonomisi kitabında ortaya attığı görüşlere dayanıyor. Pigou toplumsal refah üzerine yazarken, çevreye ve insanlara zarar veya yarar getiren ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu dışsallık üzerine de fikirler öne sürdü. Cambridge’de Alfred Marshall’ın ardından politik ekonomi dalında profesör olan ve kendisi de bir ana akım iktisatçı olan Pigou, bu dışsallığın bir marjinal sosyal maliyet veya sosyal fayda yaratacağını düşünüyordu. Dolayısıyla devlet eğer toplumsal refahı yükseltmek istiyorsa negatif dışsallık yaratan faaliyetlere ek bir vergi uygulamalı, pozitif dışsallık yaratan faaliyetlere ise teşvik vermelidir. Yani fiyatların göreceli olarak ayarlanması, toplumsal refaha etki eden bir dizi dışsal faktörün pazar mekanizması tarafından içerilmesini sağlar. Karbon vergisi Avrupa’da 1990’lı yıllardan beri var olan bir uygulama. Çevre Vergi Reformu adı altında bu düzenleme ilk olarak Danimarka, Finlandiya ve İsveç’te, ardından Almanya, Hollanda ve İngiltere’de hayata geçirildi.6 Birçok ülke aynı zamanda bu vergiden topladığı geliri istihdamı ve düşük karbon emisyonuna sahip sektörleri teşvik etmek için kullandı. Vergi politikasının avantajı hem esnek bir enstrüman olarak farklı biçimlerde hedeflenebilmesi (örneğin karbon vergisi enerjinin belli bir türüne, tüketime veya üretime dönük uygulanabilir), hem de doğrudan bir fiyat sinyali verdiği için etkin bir araç olması.7 Vergilendirme büyük bir idari maliyet getirmediği için de tercih ediliyor. Ancak bu politikanın uygulandığı ülkelerde ne düzeyde bir dönüşüme yol açtığı bir soru işareti. Küresel bir iklim politikasının geçerli olmadığı durumda tek tek ülkelerde ve olması gerekenden düşük seviyede belirlenen ekolojik vergiler ihtiyacımız olan dönüşümü sağlamanın oldukça uzağındalar. 6
EC-IILS Joint Discussion Paper Series, 2011b, a.g.e.
7
EC-IILS Joint Discussion Paper Series, 2011a. s. 10.
Almanya bu açıdan çarpıcı bir örnek olarak değerlendirilebilir. Çevre ile ilgili vergiler ülkede 2014 yılında toplanan toplam verginin yüzde 8,9’una kadar ulaştı. 2002-2014 yılları arasında Almanya’da toplanan çevre vergileri yıllık olarak 55-60 milyar avro gibi rakama tekabül ediyordu. Gelişmekte olan ülkelerle kıyaslarsak bu çok büyük bir rakam. Lakin piyasa mekanizmaları dediğimiz şeyin ülke sınırları içinde düzenlemelere tabi olduğunu, piyasaların ise küresel ölçekte çalıştığını unutmamak gerekiyor. Firmaların sadece belirli ülkelerde uygulanan bir karbon vergisinden kaçması günümüz koşullarında zor değil. Avrupa’da bir çok şirketin karbon emisyonu yoğun olan ekonomik faaliyetlerini, ki bu genellikle imalatın gerçekleştirildiği fabrikalar oluyor, böylesi ekolojik vergilerinin uygulanmadığı yerlere kaydırması bir vaka olarak karşımızda. Türkiye gibi karbon vergisi uygulamayan yerler bu anlamda Avrupalı şirketlerin en çok tercih ettiği ülkeler arasında yer alıyor. Karbon vergisinin gelişmekte olan ekonomilerde de uygulanabileceği son dönemde literatürde daha sık tartışılmaya başlandı. Sonuç itibariyle küresel ısınmayı durdurmak için gelişmiş ülkelerin karbon emisyonlarını azaltması, gelişmekte olan ülkelerin ise yüksek karbon emisyonuna sahip bir büyüme patikası izlememesi gerektiği açık bir gerçek. Bu noktada hükümetler tarafından karşımıza konan en önemli karşı argüman rekabet edebilirlik oluyor. Gelişmekte olan ülkeler yoksulluk ve yüksek işsizlikle mücadele etmek için yatırım maliyetlerini olabildiğince düşük tutma eğilimindeler. Dolayısıyla karbon vergisi gibi uygulamaların büyümeye ve toplumsal refaha zarar vereceği algısı yaygın. Oysa bu gerçei yansıtmıyor. Aksine karbon vergisi gelişmekte olan ülkeler için muadillerine göre daha etkin bir iklim politikası aracı.8 Ayrıca emisyondan elde edilecek vergi gelirinin doğru şekilde kullanılması ile hem düşük karbon ekonomisine geçişi sağlamak hem de istihdama destek olmak mümkün. Hamburg Üniversitesi’nde yürüttüğüm doktora çalışması kapsamında oluşturduğum bir makro-ekonometrik model ile Türkiye’de olası bir karbon vergisinin büyümeye ve istihdama etkisini araştırıyorum. 19882012 yılları verilerine dayanarak otoregresif vektör analizi yöntemiyle yaptığım çalışmada karbon vergisini ve eş zamanlı olarak vergiden elde edilecek gelirin farklı iklim politikası varyasyonlarında kullanılmasını analiz ettim. Ulaştığım sonuç, karbon vergisinden elde edilecek gelirin düşük karbon emisyonu olan sektörlerdeki istihdamı desteklemek için kullanılmasını durumunda bu politikanın kısa vadede hem düşük karbon ekonomisine geçiş yönünde gerçekçi bir yapısal dönüşümü başlatacağı, hem de toplamda büyümenin ve istihdamın bu dönüşümden negatif etkilenmeyeceği yönünde. Benzer bir çalışmayı ILO 2009 yılında sanayileşmiş 9 ülke için 8
Pegels, 2016.
65
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
yayınlamış, karbon vergisi ve istihdamın desteklenmesi programıyla ekonomilerin küçülmeyeceği, aksine hafif bir iyileşme görüleceği bulgusuna ulaşmıştı.9 Karbon Piyasaları Bir diğer yaygın uygulama alanı olan politika ise emisyon ticareti sistemi. Bu yaklaşım özünde karbon vergilerinin yeterince etkin olmadığı tezinden yola çıkıyor. Şöyle ki, çevre vergileri topluma zarar veren bir ekonomik faaliyetin yarattığı dışsallığı düzeltmeyi hedefleyen ve doğrudan hükümet eliyle, çoğunlukla sektör bazında uygulanan bir enstrüman. Ancak ana akım iktisat düşüncesinden türemiş bu öneri bile, 1960’lı yıllardan itibaren akademi dünyasında egemen hale gelmeye başlayan neoliberal yazın tarafından aşırı merkezi ve etkin olmayan bir yöntem olarak eleştirilmeye başlandı. Bu eleştiriyi 1960’da kaleme aldığı “Sosyal Maliyet Problemi” isimli makalede dile getiren Nobel ödüllü ekonomist Ronald Coase, Pigou’nun sorunu yanlış koyduğunu, bu nedenle de yanlış bir sonuca ulaştığını iddia ediyordu. Coase’a göre sorun A’nın B’ye zarar vermesi, dolayısıyla A’nın faaliyetlerinin engellenmesi olarak konmamalıdır. Aslında mesele karşılıklıdır ve amaç en ciddi olan zarardan korunmaktır. Dolayısıyla karar vermek gereken şey A’nın mı B’ye, yoksa B’nin mi A’ya zarar vermesine müsaade edileceğidir. Coase’un bunu açıklamak için verdiği örneklerden biri üretim tesisi nedeniyle kirlenen bir nehir. Eğer üretim nehirdeki balıkların ölümüne sebep oluyorsa, karar verme kriteri ölen balıkların ekonomik değeri ile üretimin yarattığı değerin karşılaştırılması olmalıdır.10 Karar toplam ve marjinal fayda seviyelerine bakarak alınacaktır. Bir diğer örnek ise konfeksiyon atölyesindeki makinelerin gürültüsü nedeniyle rahatsız olan bir komşu doktor muayenehanesi. Konfeksiyon atölyesi o kadar gürültülü çalışmaktadır ki, doktor hastalarını stetoskop ile dinlemekte zorlanıyor. Eğer bu durumda doktoru korumak ister isek, konfeksiyon atölyesinin üretimini azaltacak önlemler alacağız, veya tam tersi bir durum yaşanacak. Coase bu tür durumlarda sosyal optimumu bulmak için tarafların birbiriyle müzakere etmesini sağlayacak bir sorumluluk paylaşımı ve mülkiyet hakları tesisi metodu önerir. Coase teoremi olarak ifade edilen bu yaklaşım, ancak şu dört temel varsayım altında geçerlidir: Mülkiyet hakları net olarak tanımlanmalı, işlem masrafları sıfır veya sıfıra yakın olmalı, etkilenen tarafların sayısı sınırlı olmalı ve son olarak tarafların zenginliğinden bağımsız olarak aynı etkin sonuca ulaşılılabilmeli, yani bir servet etkisi olmamalıdır. 9
“Green Policies and jobs: A double dividend?” World of Work Report 2009: The Global Jobs Crisis and Beyond. International Labour Organization (ILO)
10 Coase, 1960.
66
Coase teoreminin iklim politikasına uygulanması bir anlamda havanın devletlerin mülkiyeti temelinde tanımlanmasına ve sera gazı emisyonlarına belirli sınırlar ve kotalar getirilmesine dayanıyor. Buna göre oluşturulan karbon piyasalarında devletler kabul edilebilir buldukları emisyon oranlarını belirliyor, devamında bu izinleri ticareti yapılabilir küçük sertifikalar haline getirip satıyor veya dağıtıyor. Her bir şirket sistemde kirletici olarak değerlendirildiği ve ancak belirli bir miktara kadar emisyon yapma hakkına sahip olduğu için, firma düzeyinde ek emisyon hakkı alımı yoluyla atmosferi kirletme veya düşük karbon sistemlerine yatırım yapma arasında tercih gerçekleştiriliyor. Ana akım iktisat düşüncesi bu yolla firma düzeyinde en etkin kaynak dağılımı kararlarının alınacağını iddia ediyor. Kyoto Protokolü’nde bu yaklaşımdan yola çıkılarak gönüllü ve zorunlu karbon piyasaları tanımlandı. Zorunlu karbon piyasaları içinde ise Ortak Uygulama, Temiz Kalkınma Mekanizması ve Emisyon Ticareti mekanizmaları oluşturuldu. Avrupa Birliği 1995 yılında yayınladığı İklim Stratejisi içerisinde karbonun vergilendirilmesini ve maliyet etkinliği olan politikalar ile sera gazı emisyonlarını azaltmayı hedefliyordu. Büyük şirketler 1990’lı yılların ortalarından itibaren küresel iklim değişikliğini kabul etmeye ve yeşil ekonomi odaklı işlere odaklanmaya başlamıştı. Fakat aslında şirketlerin yaptığı şey yeni koşullara uyum sağlamaktan ve iklim değişikliğini geriletmek için aktif politikaların uygulanmaya başlandığı bir döneme kendi çıkarları ekseninde müdahale etmekten ibaretti.11 Böylelikle büyük oyuncular bu süreçte iklim politikasının oluşturulmasında söz sahibi oldular ve hükümetlere neoliberal, piyasa temelli çözümleri dayattılar. Emisyon ticaret sistemlerinin popülerleşmesi de bu sürece denk geliyor. ABD’de ve Avrupa’da Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın (OECD), Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD)’ın ve Uluslararası Enerji Ajansı’nın da desteklediği karbon ticaret sistemleri 1990’lı yılların ikinci yarısında iklim politikasının ana enstrümanlarından biri haline geldi.12 İşverenlerin stratejisi bu yeni süreçte sadece kapasitelerini geliştirmeye ve kendileri açısından daha zahmetli olan etkin iklim politikalarını işlevsizleştirmeye değil, aynı zamanda iklim değişikliği çerçevesinde yeni bir ticari söylem oluşturmaya ve kendi ürünlerini piyasaya ‘yeşil’ ürünler olarak sunmaya odaklanıyordu. Kyoto Protokolü 1997 yılında böylesi bir arka planda, ABD’nin ve AB’nin istediği gibi esnek mekanizmaları ve karbon ticaret sistemini içerecek şekilde düzenlendi. 11 Matt, 215, s. 119. 12 a.g.e., s. 120.
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
Temiz Kalkınma Mekanizması Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir çerçeve olan Temiz Kalkınma Mekanizması (TKM), görünürde endüstrileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerde düşük karbonlu bir kalkınma patikası izlenmesine katkı sağlaması amacını güdüyor. TKM sayesinde endüstrileşmiş ülkeler arzu ederlerse kendi ekonomik faaliyetlerini düşük karbon emisyonu yapacak şekilde düzenlemek yerine, gelişmekte olan ülkelerin düşük karbon emisyonlu kalkınma programlarına maddi katkı sağlayarak geleneksel üretim patikalarına devam edebiliyorlar. Bu da TKM yoluyla sağlanan karbon emisyon düşüşünü, fona katkı sağlayan ülkelerin karbon ticaret sistemindeki sorumluluklarını azaltarak yapılıyor. İklim değişikliğinden büyük ölçüde endüstrileşmiş ülkelerin sorumlu olduğu gerçeğinden yola çıkan gelişmekte ülkeler, kalkınmanın yoksulluğu önlemek ve refahı sağlamak için bir zorunluluk olduğunu iklim müzakerelerinde sıklıkla ifade ettiler. Buradan yola çıkarak iklim politikalarının küresel adaletsizliği önleme gibi bir sorumluluğu olduğu dile getirildi. TKM asıl olarak gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferi sağlaması ve maliyet etkinliği olan karbon azaltım politikalarını teşvik etmesi açısından önemseniyordu. Ancak uygulamaya baktığımızda başka bir gerçekle karşılaşıyoruz: Bu mekanizma her ne kadar iklim krizine bir çözüm yaratmak için ortaya atıldıysa da, bugüne dek daha çok sorunun bir parçası oldu. Birleşmiş Milletler raporlarına göre (Türkiye’de de uygulama sahası bulan) TKM’nin dengeleme yaklaşımı karbon emisyonlarını azaltmak yerine artırdı.13 Türkiye ölçeğinde söylersek TKM ile çok sayıda hidroelektrik santral (HES) projesine destek sağlandı. Yani ekonomik olarak zaten kârlı olan HES gibi enerji yatırımları daha da düşük maliyetlerle hayata geçirilmiş oldu. Bir çok gelişmekte olan ülkede TKM ile mega projeler fonlandı. Fakat bu, kapitalist mekanizmaları akla getirdiğimizde çok da garipsenemeyecek bir durum. Maksimum düzeyde sermaye hareketi yaratmak isteyen fon yöneticileri ister istemez en kârlı yatırımlara yönelmek, işe ‘ağacın yere en yakın meyvelerini toplayarak’ başlamak zorunda. 2008 yılında 63 milyar dolarlık bir değerle dünyanın en büyüğü haline gelen Avrupa Birliği Karbon Ticaret Sistemi’ne baktığımızda da karbonun ticari bir meta haline getirilmesinin doğa için olumlu sonuç yaratmadığını, aksine iklim sistemlerine zarar veren şirketlerin ve endüstrilerin bu mekanizmalar sayesinde korunduğunu görüyoruz. İşveren lobileri devletleri ve Avrupa Birliği’ni etkileyip bu süreç içinde çıkarlarını maksimize etmekte başarı sağladılar ve böylelikle karbon emisyon sertifika fiyatları zaman içinde düştü. Çeşitli manevralarla durumu geçiştirmek ve iklim 13 Reyes, 2011.
krizini derinleştirmek daha ucuz bir iş haline gelince de sistem anlamsız bir mekanizma haline geldi. 2008 ekonomik krizinin ardından popüler hale gelen yeşil büyüme perspektifinin de asıl amacının iklim krizini çözmek değil, düşük karbon emisyonlu teknolojik inovasyonlar yoluyla kapitalist büyüme paradigmasına yeni soluklanma alanları açmak olduğu aşikâr. İklim Politikaları, Küresel Adaletsizlik ve Antikapitalist Mücadele Newell ve Paterson böylesi mekanizmaları iklim kapitalizmi olarak değerlendiriyor ve bunların sınırlılıklarına dikkat çekiyor. Karbon ekonomisi denilen şeyin bir sahtekârlıktan ibaret olup olmadığını inceledikleri kitapta ifade ettikleri şu nokta önemli: “Birçok eleştiri size karbon ticaretinin, dengelemenin ve TKM çerçevesinde hayata geçirilen projelerin bir bütün olarak kurnazca planlanmış muhasebeye, kanıtlanamaz varsayımlara ve para kazanma güdüsüyle kendi ülkesindeki sorumluluklardan kaçmanın yeni ve özenli yollarına dayandığını söyleyecektir.”14 Tüm tekil örneklerde bunun izlerini görebiliyoruz, çünkü iklim kapitalizminin asıl amacı küresel ısınma vesilesiyle kâr sağlamak. Ayrıca TKM içerisinde bir küresel denge mekanizması da yok, dolayısıyla yatırımcılar en kârlı gördükleri gelişmekte ülke pazarlarına yöneliyorlar. Böylelikle toplam TKM destekli projelerinin yüzde 60’ı Çin, Hindistan ve Brezilya gibi üç ülkeye yönelirken, Afrika kıtası toplamda projelerin yüzde 1,86’sını alabildi.15 TKM projeleriyle ilgili kararın, yani fonun hangi ülkeye ve hangi projelere aktarılacağının tek taraflı olarak endüstrileşmiş ülkeler tarafından belirleniyor olması karbon kolonyalizmi eleştirisini de beraberinde getirdi. Newell ve Paterson, ‘Kyoto Protololü’nün babası’ olarak bilinen büyükelçi Raul Estrada-Oyuela’nın anlaşma ile ilgili tek rezervinin müşterek uygulama içinde değerlendirilse de TKM’nin tek taraflı tasarlanmış yapısı olduğunu aktarıyorlar. “Böylesi bir eşitsizlik Antik Yunan döneminden beri gördüğümüz tüm kolonileştirme örneklerinin kökeninde yatıyor.”16 Bu sömürü mekanizmasını açıklayan en iyi kavramın kolonyalizm olup olmadığı tartışmasını şimdilik bir kenarda tutalım. Vahşi kapitalizmin nasıl bir iştahla saldırıya geçtiğini Norveçli bir şirketin Uganda’da hayata geçirdiği 13 köyde yaşayan 8000 kişiyi yerinden eden bir karbon depolama projesinde görebiliyoruz. 17 Dünyanın yoksul ve gelişmemiş bölgelerinin iklim değişikliği gerekçesiyle 14 Newell, Peter and Paterson, 2010. s. 129 15 a. g. e., s. 130 16 R. Estrada-Oyuela, 1998. 17 Bachram, 2006, s. 12.
67
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
yatırım alanına çevrilmesi kime ne kadar yarar ne kadar zarar getirir, bu şekilde iklim adaleti sağlanabilir mi soruları bütün çıplaklığıyla ortada duruyor. Küresel kapitalizmin bugüne dek ortaya attığı araçlar ile iklim sistemlerine verilen zararı durduracak köklü bir toplumsal dönüşüme öncülük etme potansiyelimizin olmadığı açık. Var olan mekanizmalarda çok sayıda boşluk bulunuyor ve kâr etmek isteyen şirketler bu boşluklardan kolaylıkla sızabiliyor. Ancak yine de altını çizerek belirtmeliyiz ki, içinde yaşadığımız bu akıl dışı koşullarda bile sistemin sınırları zorlanabilir ve birçok iyileştirme (en azından teorik olarak) yapılabilir. Örneğin küresel çapta bir karbon vergisi uygulanabilir ve böylelikle tüm sektörlerin ihtiyacımız olan zaman dilimi içerisinde dönüşümü sağlanabilir; adil ve etkin bir geçiş sürecini garanti altına almak için ekonomi planlı hale getirilebilir; iklim dostu yeni standartlar belirlenebilir; düşük karbon teknolojilerini geliştirmek için daha büyük araştırma bütçeleri ayrılabilir... Yerel ve küresel düzlemde uygulamaya konabilecek daha birçok şey sayabiliriz. Can alıcı nokta şu ki bu adımlar ancak içinde yaşadığımız sistemi bu politikaları uygulamak zorunda bıraktığımız koşulda hayata geçirilebilir. Dolayısıyla bir yandan böylesi bir hareketi inşa etmeye odaklanmamız, bir yandan da bu hareket içinde kapitalist mekanizmaların insanlığı neden iklim krizinin ucundan alabilecek politikaları hayata geçiremediğini tartışmamız gerekiyor. Bu tartışma ister istemez bizi karbon ticareti gibi boş çözümlerin ötesine götürecek ve radikal bir toplumsal dönüşümün temellerini atmamızı sağlayacaktır. İklim değişikliği doğrudan kapitalizmin bir ürünü. Sorun sadece şu veya bu patronun iklim değişikliğini umursamamasından veya siyasetçilerin duyarsızlığından değil, içinde yaşadığımız sisteme içkin olan mekanizmalardan kaynaklanıyor. Küresel sermaye ve devletler tam da bu nedenle iklim krizi söz konusu olduğunda tökezleyip duruyorlar. Kapitalist sistemde geçerli olan temel prensip üretimin ihtiyaçlar için değil, sermaye birikimi için yapılması. Düzenin ekonomik öğretisi diyebileceğimiz klasik iktisat akımı serbest piyasa koşullarında kendi çıkarlarını maksimize etmek isteyen şirketlerin ve bireylerin otomatik olarak üretim faktörlerinin etkin dağılımını sağlayacağı varsayımından hareket ediyor ve bu şekilde isteyen herkesin çalışabileceği bir tam istihdam çarkı kurulabileceğini iddia ediyor. Oysa gerçekte olan şey bunun tam tersi. Kârlarını maksimize etmek isteyen ve birbirleriyle kıyasıya rekabet içinde olan şirketler toplumu düzenli aralıklarla ekonomik krizlere sürüklüyor. Birçok sektörde firmalar kâr avantajı sağlamak için anlaşmalı olarak fiyat seviyelerini yükseltiyor, üretim maliyetlerini düşürmek için çalışanların ücretlerini baskı altına alıyor. Çalışanların daha düşük ücretlere ve daha kötü koşullara ikna edilebilmesi için yapısal işsizlik kasıtlı olarak korunuyor ve işsizlik oranı belli
68
bir seviyenin altına indirilmiyor. ‘Talebi düşürmemek’ için kartellerin 1900’lü yılların başından beri adına ‘planlı eskitme’ denilen bir yöntemle fazla sağlam mal üretmemek üzerine mühendislik çalışması yaptırdığı, yani ürünleri belli bir zaman içinde bozulacak şekilde tasarladığı; satılmayan fazla ürünlerin piyasa fiyatlarını düşürmemek için parçalanarak yok edildiği bir sistem kapitalizm. Chris Harman’ın dediği gibi tam bir tımarhane ekonomisi. Kapitalizm Altında Küçülme Mümkün mü? Bununla beraber büyümeye odaklı olan endüstriyel kapitalizmin doğal kaynakları sınırlı olan bir dünyada sonsuza kadar bu büyüme oranlarını sürdüremeyeceğini sezgisel olarak kolaylıkla söyleyebiliriz. 1972’de yayınlanan ‘Büyümenin Sınırları’18 raporuyla başlayan bu tartışma günümüz iklim adaleti hareketi içerisinde çeşitli boyutlarıyla devam ediyor. Herman Daly ve Robert Constanza gibi ekolojik iktisat çerçevesinden konuya yaklaşan yazarlar sürdürülebilir bir gezegenin ancak ekonomik büyümenin durdurulmasıyla mümkün olabileceğini ileri sürüyorlar. Daly’den aktarırsak: “Durgunluk ekonomisini sabit bir nüfusa sahip, sabit bir sermaye stoğu olan, ekolojik sistemlerin absorbe edip dönüştürebileceği kadar az üretim yapan bir ekonomi olarak tanımlayabiliriz.”19 Küçülme ekonomisi önemli ölçüde doğal sermayenin sistem içerisinde tam ve doğru olarak tanımlanmasına ve kapitalizmin sıkı bir regülasyona tabi tutulmasına dayanıyor.20 Bir başka deyişle yeni büyüme konsepti Gayri Safi Milli Hasıla’nın artması ve daha çok ürün imal etmek ile değil, insan hayatındaki ve ürünlerdeki niteliksel gelişmeyle ifade ediliyor. Daly’nin böyle düşünmesinin sebebi artık ‘ekonomik olmayan büyüme’ döneminde olmamız, yani doğal sermayedeki yıkımın tüketimdeki artışın yarattığı faydayı geçmiş olması.21 Doğal sermaye sistem içinde tanımlandığında var olan büyüme ekonomisinin optimal olmadığı ortaya çıkacak ve kapitalizm küçülme veya durgunluk noktasında bir dengeye gelecek. Hollandalı sosyalist Frederik Blauwhof az önce referans verdiğim Ecological Economics dergisindeki makalesinde Richard Smith ve Philip Lawn arasındaki tartışma üzerinden küçülen bir kapitalizmin gerçekleşme olasılığını tartışıyor. İfade etmek istediklerimi çok iyi özetlediği için o yazıdan aktaracağım. Smith “Büyümenin mi, kapitalizmin mi ötesinde?” başlıklı makalesinde “kapitalizm üretici güçleri geliştirmeden, daha 18 Meadows, Meadows and Randers,2004. 19 Daly, 2008. 20 Blauwhof, 2010. 21 Blauwhof, 2012.
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
çok pazar elde etmeden ve daha çok kaynak tüketmeden var olamaz” diye yazıyor.22 Marx’ın kapitalist üretim modelini analiz ederken vardığı sonuç da buydu. Smith bu argümana üç gerekçe öne sürüyor. Birincisi, üretim sürecinde emeğin giderek daha fazla uzmanlaşması. Bu süreç ister istemez üretkenliği ve üretim bantlarındaki ürün sayısı artırıyor. Bir diğer faktör teknolojiye ve inovasyona daha çok yatırım yapmak için daha fazla pazar payı mücadelesine girme zorunluluğu. Üçüncüsü ise belirli bir büyüklüğün üzerindeki tüm şirketlerde yatırımcıların ve ortakların şirket yöneticileri üzerinde uyguladıkları daha fazla kâr baskısı. Eğer kazara büyük bir şirketin kârlarında düşüş olursa, başta üst düzey yöneticiler olmak üzere geniş bir çalışan kesim işlerinden oluyor. Şirketlerde kimse bu sonuçla karşılaşmak istemediği için büyümenin sınırları zorlanıyor. Smith’e göre 2008 krizi bir anlamda küçülme ekonomisinin test edildiği bir süreçti. Ortaya çıkan şey şu oldu ki büyümenin olmadığı bir ortamda kapitalizm kendisi açısından işlevsel olmayan üretici güçleri tasfiye yoluna gidiyor. Ayrıca Daly’nin iddia ettiği gibi üretimin giderek niteliksel bir görünüm kazandığını doğrulayan bir verimiz yok. Kaynakları daha az kullanma yoluna gittiğimizde bunun sonucu fiziksel üründeki azalma olacak. Dolayısıyla işsizlik artacak ve sistem tekrar krize yuvarlanacak. Lawn bu makaleye verdiği cevapta kapitalizmin kutsal parolasının “ya büyü, ya öl” değil, “ya kâr et, ya öl” olduğunu yazıyor. Öyleyse rekabetin şiddetlendiği bir ortamda büyümeden de kâr edilebileceğine göre Smith’in eleştirisi Daly’yi haksız çıkarmaz. İş bölümü ve uzmanlaşma konusunda ölçeğe göre getirilerin olduğu piyasalarda firmaların büyümelerinin bir aşamada kendiliğinden duracağı savını ifade eden Lawn, son olarak da firma yöneticilerinin kârlılığı artırmak için üç yol izleyebileceğini söylüyor. “Şirket (1) daha fazla üretmeyi ve satmayı seçebilir; (2) daha kaliteli ürünler ortaya koyarak aynı miktarda ürünü daha yüksek bir fiyata satabilir (ciro artarken maliyet sabit kalır); ve (3) aynı miktar üretimi daha verimli yapabilir.”23 Yani izlenebilecek üç yoldan ikisinde büyüme olmadan kârlılığı artırmak mümkündür. Eğer şirketler bazında bu mümkünse toplam büyümeyi artırmadan aynı yol makro ekonomik ölçekte de izlenebilir. İşsizlikle ilgili ise Lawn’ın argümanı, küçülen kapitalizm zaten regüle edilen bir sistem olacağı için onlara devletin iş garantisi verilebileceği. Blauwhof ’a göre Lawn’ın öne sürdüğü birinci senaryoda milli hasılada büyüme yaşanırken, üçüncü senaryoda büyüme olmayacağı açıkça görülüyor. Ancak 22 Smith, 2010. 23 Lawn, 2011.
üçüncü senaryoyu makro ölçekte düşündüğümüzde verimlilik artışı daha az işgücü anlamına geleceği için, bu durum toplam talepte bir azalma yaratacak, yani üretilen malların bir kısmının depolarda kalması pahasına küçülme yaşanacaktır. Lawn’ın öne sürdüğü ikinci senaryo ilk bakışta üretimi artırmadan milli hasılayı artıracak gibi görünse de, ücretlerin sabit kaldığı makro ekonomik tabloda daha pahalılaşan ürünlerin nasıl satın alınacağı sorusu açıkta kalıyor. Blauwhof böylesi bir ekonomide ya ücretleri fiyatlar düzeyinde artırıp birikim yapmama yoluna gidilebileceğini, ya da elde edilen birikimin yatırım yerine tüketime yönlendirilmesiyle dengenin korunabileceğini vurguluyor. Blauwhof ’un ileri sürdüğü argümanlara bir de uluslar arası rekabet faktörünü eklersek, aynı ürün için uzun süre fiyatları sabit tutmanın veya daha kaliteli bir ürünü daha pahalıya satmaya çalışmanın firmalar ve ülke ekonomileri için ölümcül bir risk olduğunu daha iyi görürüz. Bu nedenle küçülme argümanı açgözlü üretim ve tüketim çılgınlığına karşı radikal bir itiraz olsa da, kapitalist birikim ve rekabet mekanizmaları içerisinde kaldığı sürece gerçekçi bir alternatif değil. Ancak işçi sınıfının kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderdiği bir alternatif içerisinde üretimi ve tüketimi ihtiyaçlar ve gezegenin limitleri temelinde planlayabiliriz. İklim adaleti hareketi olarak eğer gezegeni gerçekten kurtarmak istiyorsak kapsama alanımızı genişletmek, devletlerin ve şirketlerin –mış gibi yapan politikalarını ve politikacılarını radikal alternatiflerle değiştirmek, bunun için de toplumsal değişimin aktörleriyle uzun vadeli işbirliği zeminleri kurmak zorundayız. Kapitalizmin iklim değişikliği konusundaki ufku atmosfer gibi bir bakıma küresel müştereğimiz olan bir varlığı karbon piyasaları yoluyla metalaştırılmaktan ve ticarete açmaktan öteye gitmiyor. Nasıl ki suyun, doğanın ve yaşam alanlarının özel sermayeye açılması bir felaket getirdiyse, kapitalist iklim politikaları da kaçınılmaz olarak bizi aynı yere götürecek. Küresel iklim değişikliğini doğuran ve şiddetlendiren şeyin kapitalizme içkin olan birikim ve rekabet mekanizmaları olduğu tespitini yapmak, bizi, iklim krizini durdurmak için yürütülen mücadelenin aynı zamanda bu mekanizmaların yıkılması için verilen mücadeleyle bir arada gitmesi gerektiği sonucuna götürüyor. İklim krizini aşabilmek için bir an önce varmak istediğimiz düşük karbon yoğunluklu toplumun dayanması gereken ekonomik, siyasal ve kültürel temeller tartışması ile devrimci Marksist literatürün 150 yıllık deneyimden süzüp bugüne getirdiği sınıfsız, sınırsız ve paylaşımcı toplum tahayyülü arasındaki benzerlikler görünenden çok daha fazla. İşçi sınıfının ve iklim hareketinin giderek gelişen birlikteliği dünyayı aşağıdan yukarı bambaşka bir gezegen haline getirmeye muktedir.
69
İklim Değişikliği: Kapitalizm Gezegeni Öldürürken | Erkin Erdoğan
Kaynakça Aldy, Joseph E., 2016, “Mobilizing Political Action on Behalf of Future Generations”, Future of Children, v26 n1 s. 157-178. https://eric.ed.gov/?id=EJ1101430 Bachram, H., 2006, “Climate fraud and carbon colonialism: the new trade in greenhouse gases”, Capitalism Nature Socialism, 15(4). Blauwhof, Frederik, 2010, The limits to capital accumulation – Radical analysis and strategy., https://www.degrowth.info/wp-content/ uploads/2016/06/Blauwhof.pdf Blauwhof, Frederik, 2012, “Overcoming accumulation: Is a capitalist steady-state economy possible?”, Ecological Economics Volume 84, s.254-261. https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/ S0921800912001267 Coase, Ronald, 1960, “The Problem of Social Cost”, Journal of Law and Economics, Vol. 3 s. 1-44. http://www2.econ.iastate.edu/ classes/tsc220/hallam/Coase.pdf Daly, H. E., 2008, A Steady‐State Economy. Sustainable Development Commission, United Kingdom. EC-IILS Joint Discussion Paper Series No. 12, 2011a, The Policy options and instruments for a green economy. s. 10. https://www. ilo.org/wcmsp5/groups/public/---dgreports/---inst/documents/ publication/wcms_194182.pdf EC-IILS Joint Discussion Paper Series No. 13, 2011b, The double dividend and environmental tax reforms in Europe, International Institute for Labour Studies. Edenhofer vd., 2014, Climate Change 2014: Mitigation of Climate Change. Contribution of Working Group III to the Fifth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, Der. Edenhofer vd. Cambridge University Press, Cambridge, United Kingdom and New York. IPCC, 2014, Climate Change 2014 Synthesis Report – Summary for Policymakers. https://www.ipcc.ch/site/assets/uploads/2018/02/ AR5_SYR_FINAL_SPM.pdf Lawn, P., 2011, “Is steady-state capitalism viable?”, A review of the issues and an answer in the affirmative. Der. Costanza, R., v.d. Ecological Economics Reviews, 1219. Annals of the New York Academy of Sciences, New York, 2011. s. 1–25. Matt, Elah. Okereke Chukwumerije, 2015, “A neo-Gramscian account of carbon markets”. The politics of carbon markets , Der. Benjamin Stephan and Richard Lane. Routledge. Meadows, D. H., Meadows, D. L. and Randers, J., 2004, Limits to Growth, the 30‐year Update, Chelsea Green Publishing, White RiverJunction. Newell, Peter and Paterson, Matthew, 2010, Climate Capitalism— Global Warming and the Transformation of the Global Economy . Cambridge, UK : Cambridge University Press. Pegels, Anna, 2016, “Taxing Carbon as an Instrument of Green Industrial Policy in Developing Countries”, Discussion Paper / Deutsches Institut für Entwicklungspolitik. 2016. s. 7 https:// www.die-gdi.de/uploads/media/DP__23.2016.neu.pdf R. Estrada-Oyuela, 1998, “First approaches and unanswered questions”, Der. J. Goldemberg, Issues and Options: The Clean Development Mechanism , s. 23–9. Reyes, O. 2011, “Zombie carbon and sectoral market mechanisms”, Capitalism Nature Socialism, 22 (4), s. 117–135. Smith, R., “Beyond growth or beyond capitalism?”, Real-World Economics Review 53, 2010. 28–42. Stern, Nicolas, 2006, Stern Review: The Economics of Climate Change.
70
World of Work Report 2009: The Global Jobs Crisis and Beyond. International Labour Organization (ILO) “Green Policies and jobs: A double dividend?”.
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet Meltem Oral
A
BD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Orban veya Türkiye’de Erdoğan gibi liderler, içeriği farklı tonlarda da olsa sık sık kadınlara dair cinsiyetçi açıklamalarıyla gündeme geliyor. Söz konusu liderlerin cinsiyetçi söylemlerinin hedefinde bazen doğrudan gazeteciler veya rakip siyasetçiler olabildiği gibi, genel olarak tüm kadınlar yer alıyor. Bir kadın muhabire “sen tecavüz etmeye bile değmezsin” diyen Bolsonaro veya “güzel kadınlar oldukça tecavüz de olur” diyen Filipinler lideri Duterte gibi tecavüzü meşrulaştıran da var, “kocasını tatmin edemeyen ülkesini nasıl tatmin edecek” diyen Trump gibi siyasi rakibini güya aşağılamaya çalışan da. Ancak bu liderlerin hepsi ve daha fazlası, kadınların kendi bedenlerine dair kendi kararlarını vermesine ve sistemin dayattığı geleneksel rolleri reddetmesine karşı. Hepsi kürtaj hakkına karşı ve kadınların doğal rolünün annelik olduğunu düşünüyor. “Kürtaj olan kadınlar bir şekilde cezalandırılmalı”, “kürtaj annelere ve doktorlara idam etme hakkı vermek demektir”, “doğum kontrolü ile halkımızı kısırlaştırdılar”, “kürtajı bir cinayet olarak görüyorum, buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı” gibi cümlelerin tamamı yukarıda bahsedilen liderler tarafından son yıllarda ifade edildi. Ancak kadınların kazanılmış hakları söz konusu olduğunda günümüzde karşı karşıya kaldığımız tehlike sadece sağ muhafazakâr liderlerin cinsiyetçi açıklamalarından ibaret değil. Aile ve annelik vurgusu tüm dünyada yükselen sağ siyasetin en önemli enstrümanlarından. Sağ partilerin politik programları, propagandaları, iktidarda olanların icraatları kadın bedenini denetleyen ve doğum kontrol yöntemlerini kısıtlayan girişimlerle, önceki yıllarda kazanılmış olan hakların törpülenmesine yol açıyor. Elbette milliyetçilik ve militarizmin toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkisi yeni bir mefhum değil. Milliyetçi söylemin kadına yaklaşımının merkezinde her zaman “annelik” yer alıyor. Kadın esas olarak annelik kimliğiyle tanımlanırken, zorla dayatılan diğer tüm roller de bu kimliğin uzantıları olarak eşlik ediyor. Kadınların doğurganlığı ulusun, milletin devamlılığının garantisi olarak görülürken, anneliğe atfedilen özellikler sadece doğurganlıkla sınırlı kalmayıp ulusal aidiyetin, milli bilincin nesillere aktarımında, yani milletin yetiştirilmesinde öncelikli kaynak olarak kabul ediliyor.
71
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
Bu noktada faşist rejimlerin ve ulus devletlerin kadınların doğurganlığı üzerinden inşa ettiği toplumsal cinsiyet rollerinin bizzat kapitalist üretim modeline içkin bir özellik olduğuna dair geniş bir parantez açmak gerekir. Aslında cinsiyetçi işbölümünün tarihi sınıflı toplumlar kadar eskidir ve kadın bedenini kontrol altına almak isteyen nüfus politikalarının kurumsallaşması son derece köklüdür. Siyasi otoritenin yasalar yoluyla evliliği ve doğurganlığı düzenleme girişimleri Roma İmparatorluğu’nda bile görülür. İmparator Augustus çıkardığı bir dizi yasayla evliliği ve cinsel birliktelikleri düzenlerken, nüfusu arttırmaya dönük tedbirler almıştır. Özgür vatandaşların seks işçileriyle, pezevenklerle veya zinayla suçlanmış kişilerle evlenmesi yasaklanır, 20-50 yaş arası kadınların ve 25-60 yaş arası erkeklerin evlenmesi zorunlu hale getirilir, çocuk yetiştirmek hukuki olarak “teşvik edilir”.1 Jus trium liberorum, en az 3 çocuk sahibi olan vatandaşlara ve en az 4 çocuk sahibi olan azat edilmiş kölelere sosyal haklarda ayrıcalık tanıyarak nüfus artışını hedefleyen bir uygulamaydı. Cadı Avı Ve İlkel Sermaye Birikimi IV. Henry’nin söylediği iddia edilen “bir kralın gücü ve zenginliği, vatandaşlarının sayısına ve refahına bağlıdır” ifadesi, Ortaçağ’da da muktedirler arasında hakim olan bir görüşü yansıtır.2 Nüfusun çokluğu aynı zamanda zenginliğin ve gücün ölçütüdür. İtalyan Marksist feminist Silvia Federici, kapitalizmin ilkel sermaye birikimi sürecinin sadece ortak alanların çitlenmesi yoluyla köylülerin topraksızlaştırılmasıyla gerçekleşmediğini, aynı zamanda kadın bedeninin disipline edilmesiyle de sağlandığını iddia eder. 15. yüzyılın sonlarından itibaren köylülerin zorla topraksızlaştırılması, kapitalist üretim tarzının temelini atmıştır.3 “Koca bir sınıfın üretim araçları üzerindeki kontrolü şiddete dayalı mülksüzleştirme yoluyla sona erdirilmiş; bunun için önce yasadışı eylemlere, ama nihayetinde Britanya’daki çitleme yasalarında olduğu gibi, devletin eylemlerine başvurulmuştur.”4 İlkel sermaye birikimi ve modern proletaryanın oluşumunun, köylülerin ortak alanlarının gasp edilerek toprağın özelleştirilmesinin yanı sıra, cadı avları ve kitlesel kadın kıyımlarıyla birlikte gerçekleştiği öne sürülür. Bu yüzyıllar aynı zamanda büyük veba salgınlarının, savaşların, kıtlığın, ekonomik krizin ve köylü isyanlarının eşlik ettiği bir nüfus krizine tanık olmuştur. Cadı avları, ilk olarak Kara Ölüm olarak bilinen veba salgınının tüm Avrupa kıtasını yerle bir ettiği dönemde
72
heretiklik bağlamında başlamış, 16.-17. yüzyıllara gelindiğinde ise feodal ekonominin krizi ve kapitalizmin kendisini örgütlemesiyle zirvesine ulaşmıştır. Bir yüzyıl içinde heretiklik artık doğrudan “kadınlık” olmuştur. Cadı avlarının arka planında ekonomik kriz ve artan yiyecek fiyatları karşısında topraksızlaştırılan köylülerin feodal otoritelere karşı isyanı vardır. Tırmıklarla, küreklerle silahlanan kadın, erkek, çocuk köylüler muktedirlere karşı isyanlar başlatır. Bu isyanlar birçok kez kadınlar tarafından başlatılmıştır. Vahşice bastırılan isyanlardan kısa bir süre sonra, isyanın yaşandığı her yerde bir cadı avı furyası başlamıştır. Hem ayaklanmaların bastırılmasında, hem de ayaklanan yoksulların kadınların günah keçisi ilan edilerek bölünmesinde bir araç olarak kullanılır. Federici’ye göre nasıl kapitalist üretim için gerekli ilkel birikim toprakların çitlenmesiyle sağlandıysa, nüfus kontrolünün kurumsallaşması, yani kadınların kendi bedenleri üzerindeki tayin hakkının kontrol altına alınması da cadı avıyla sağlanmıştır. “Sonuçta toprak özelleştirmeleri ve ortak alanların etrafının çitlerle çevrilmesiyle gerçekleştirilen fiziksel çitlemeye, işçilerin yeniden üretiminin açık alanlardan eve, toplumdan aileye, kamusal alandan (ortak alan, kilise) özel alana kaymasıyla birlikte bir de toplumsal çitlenme eklenmiş oldu.”5 Buradaki kilit mesele, kadınların doğurganlığıdır. Batı Avrupa’da Kara Ölüm’ün ardından en büyük nüfus krizi, 16. – 17. yüzyıllar arasında yaşanır. Nüfusun üçte birinin yok olduğu Almanya gibi ülkelerde nüfustaki azalış sadece salgın hastalıklara değil, azalan doğum oranlarına ve yoksulların çocuk sahibi olmamasına bağlanır.6 Ortaçağ’da yoksulluk, toprak ve zanaatkârlıktaki kısıtlar gibi faktörlerin sonucu olarak köylüler arasında çocuk sayısının kontrol altına alınması, çocukların terk edilmesi veya evliliğin geciktirilmesinde artış yaşanır. Ayrıca sonradan katı yasaklarla cezalandırılacak farklı doğrum kontrol yöntemleri uygulanmaktadır. Ancak 17. yüzyılla birlikte doğurganlığın kontrolü, cinselliğin disipline edilmesi devlet politikasıyla kurumsallaşır ve Michel Foucault’nun deyişiyle “Viktoryen burjuvazinin tekdüze gecesi”7 başlar. Avrupa genelinde zamana yayılarak, üretken olmayan cinsel ilişkiler, yaş ve sınıf farkına sahip olanların birlikteliği, kolektif cinsellik, çıplaklık, dans, hatta halk festivalleri yasaklanır. Kilise tarafından eşcinselliğin yasaklanması ve hangi cinsel birleşme pozisyonlarının geçerli olacağının belirlenmesi gibi uygulamalar cinselliğin, bedenin ve evliliğin üzerindeki otoritenin kurumsallaştığı örneklerdir. Cinsel ilişki ehlileştirilir. Avrupa ülkelerinde daha önce yoksul kadınların ekonomik nedenlerle tercih ettiği düşünüldüğü için görece hoşgörü ile yaklaşılan kürtaj ve doğum kontrolüne yönelik yasak ve cezalandırmalar bu yüzyıllara damgasını vuracaktır.
1
van Galen, 2016, s. 186.
2
Federici, 2012, s. 129.
5
Federici, 2012, a.g.e., s. 123.
3
Marx, 2009, s. 682.
6
a.g.e., s. 127.
4
Harvey, 2012, s. 309.
7
Foucault, 1986, s. 9
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
Kitlesel cadı avlarının esas motivasyonu, cadıların şeytana çocuk kurban ettiği iddiası ve üreme normlarının çiğnenmesidir. İşgücünün devamını, yani kapitalist üretim modelinin sürekliliğini garanti altına alan kadınların doğurganlığıdır. Dolayısıyla kadınların kendi bedenleri üzerinde bu garantiyi zedeleyecek her türlü tasarrufu cadılıkla özdeşleştirilir. Ayrıca cadılık suçlamasının dışında da çocuk öldürmek iddiasıyla kadınlar yüzyıllarca cezalandırılır. Hatta “istatistikler aynı zamanda bebek öldürmenin cadılık suçundan daha sık cezalandırıldığını ortaya koymaktadır…Avrupa’da kadınlar 18. yüzyıla değin bebek katli suçundan idam edilmiştir.”8 Devletin doğurganlığı düzenlemek üzere yasalar çıkarması ve kadınların kendi doğurganlıkları üzerindeki denetimini ortadan kaldırmak için zorun kullanılması bu dönemde yaygınlaşır. Sadece kürtaj ve doğum kontrolünün yasaklanması değil, hamileliğin kayıt altına alınmasının zorunlu hale getirilmesi gibi yasalar da meselenin Engizisyon’un katı dindar yaklaşımının ötesinde bir nüfus kontrolü müdahalesi olduğunu ortaya koyar. Hatta cadı avlarının geneli Engizisyon’un geçerli olduğu ülkelerle sınırlı değildir. “Kalıplaşmış fikirlerin aksine, cadı avı yalnızca Katolik bağnazlığın ya da Roma Engizisyonu’nun kumpaslarının bir ürünü değildir. Cadı avı zirvesine ulaştığında davaların çoğunu seküler mahkemeler görürken, Engizisyon’un işlediği ülkelerde (İtalya ve İspanya) idamların sayısı nispeten daha azdı.”9 Bu yüzyıllarda kadınlar Avrupa mahkemelerinde en çok ‘bebek katletmek’ suçuyla cezalandırılır.
mutlak bir biyolojik kadınlık ve erkeklikten bahsedemeyeceğimiz gibi annelik de toplumsal koşullara göre farklı anlamlar içeren, farklı misyonlar atfedilen tarihsel ve kültürel bir kavramdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte ulus devletler ve milliyetçi ideoloji kader ortağı oldukları sistemin geleceğini garantileyecek bir kadınlık ve erkeklik üretmiştir. Milliyetçilik ve ulus analizlerine toplumsal cinsiyet perspektifinden katkıların yoğunlaştığı 1990’lı yıllarda, Nira Yuval Davis ve Floya Anthias ulusal söylemin kadına yaklaşımını özetleyen beş maddelik genel bir çerçeve oluşturur. Buna göre kadınlar; “etnik toplulukların mensuplarının biyolojik üreticileri olarak, etnik ve ulusal grupların sınırlarının yeniden üreticileri olarak, topluluğun ideolojik yeniden-üretiminde merkezi bir rol alarak ve kültürün aktarıcısı olarak, etnik ve ulusal farklılıkların gösterenleri olarak yani etnik ve ulusal kategorilerin dönüşümü, yeniden üretimi ve inşasında kullanılan ideolojik söylemlerin merkezinde yer alan semboller olarak, ulusal ekonomik, politik ve askeri mücadelelerde katılımcı olarak”12 ulusla ilişkilendirilirler.
Ulusun bizzat kendisi gibi, kadınlık, erkeklik, annelik, aile gibi kavramlar da üretilmiş olgulardır. Sabit,
Türkiye’deki ulus devlet inşa süreci bu ilişkiye dair en sarih örneklerden birisidir. Cumhuriyet tarihi boyunca farklı mecralarda tekrarlanan “ordu-millet miti” Türklerin en iyi askerler olduğu iddiasına dayanır. Sürekli bir tehdit algısıyla pekiştirilen milliyetçilikle militarizm iç içe geçmiştir. Ulusla orduyu özdeşleştiren bu anlatı toplumsal cinsiyet rollerini de belirler. Kutsal vazife olan askerlik pratiğiyle erkeğin toplumsal konumu tayin edilirken, kadınların doğal misyonu ise kutsal annelik olarak belirlenmiştir.13 Mustafa Kemal Atatürk’ün “ev işleri kadının en ufak ve önemsiz görevidir. Kadının en büyük görevi analıktır”14 sözleriyle ifade ettiği gibi Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının kadına biçtiği rolün merkezinde annelik vardır. Bu dönemde ulusun erkeği zaten doğal olarak Mehmetçik’tir ve ulusun geleceğini korumak için bir aile kurmak, tıpkı askerlik gibi, vatani bir hizmettir. “Mehmetçik’in en büyük insanlık özelliklerinden biri de erkekliği, babalığıdır… Çoluksuz çocuksuz Mehmetçik düşünülemez… Mehmetçik doğar, büyür, erginleşir, hemen evlenir ve çocuk yapar. Dünyaya gelen çocuklardan 10-12 tanesi ebesizlik, hekimsizlik, hastalık ve sıtmadan ölür. Yine de 2-3 çocuk sahibi olur. Mehmetçik onları besler, sağlar, her biri birer Mehmetçik, yahut Ayşecik, Fatmacık oluncaya kadar Mehmetçik her şeyden önce kocadır, babadır.”15 Kısaca kadının ve
8
Federici, 2012, a.g.e., s. 186.
12 Walby, 2016, s. 38.
9
a.g.e., s. 241.
13 Altınay ve Bora, 2002, s.144-145.
Üremenin garanti altına alınması için tıpkı Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi aileyi düzenleyen farklı yasalar çıkartılır. Kısaca “mülkiyet devrinin ve işgücünün yeniden üretiminin temel kurumu olarak aileye yeni bir önem verilmeye” başlanır.10 Milletin Anaları Kadının doğurganlığı buna bağlı olarak da annelik kavramı, sınıflı toplumların tarihindeki serüveninin veya kapitalist üretim ilişkilerindeki öneminin yanı sıra 19. yüzyıldan itibaren milliyetçilik ve ulus devletler bağlamında ele alındığında farklı tartışmaları da beraberinde getirir. “Milliyetçiliğin gelişimini anlamak için siyaset meydanına veya meclis kürsüsüne bakmak yeterli değildir. Mutfağa ve yatak odasına bakmak da bir o kadar önemlidir.”11
10 a.g.e., s. 130.
14 Şerifsoy, 2016, s.177.
11 Enloe, 2016, s. 208.
15 a.g.e., s. 184.
73
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
erkeğin ayrı rollerle hizmet ettiği bu ulusta, aile kurmak da vatani bir görevdir.
ulus arasında kurulan ilişki milliyetçi ideolojinin yükseltilmesinde önemli bir rol oynar.
Bu anlayışa göre Cumhuriyet’in “yeni kadını” asli görevi olan anneliği doğru bir şekilde icra edebilmek için bilinçli olmalıdır. Çünkü kadınlar milleti sadece biyolojik olarak üretmez aynı zamanda kültürün ve ideolojinin aktarımında birincil kaynak annedir. Milletin anası16;
Kadın ve vatan metaforuyla kurulan ilişkinin birçok farklı yönü de vardır. Ulusun namusu, onu iğfal etmek isteyen düşman erkeklere karşı korunmalıdır veya bu anlayışın tam tersi olarak düşmanın kadınının bedeni işgal edilecek bir alan olarak görülür. Kadınlara tecavüzün bir savaş yöntemi olarak kullanılması farklı coğrafyalardaki çatışmalarda sıklıkla karşılaşılan, yakın tarihte en çok Bosna savaşıyla zihinlerimize kazınan bir mefhumdur. Milliyetçiliğin kadınları vatan gibi korunması gereken analar, bacılar olarak görmesiyle, kadınlar üzerinden düşmandan intikam alma pratiği aynı madalyonun iki farklı yüzüdür. Son yıllarda tanık olduğumuz, Kürt illerinde yatak odalarındaki aynalara rujlarla “kızlar biz geldik” yazılması bu durumun en sembolik örneklerinden birisidir.
“…Bilgisizliğin karanlığından kurtulmuş, aklını kullanabilen, yurtsever, sorumlu, ırkçı-dinci bağnazlıktan uzak, yalnızca ev içinde değil dışında da varlığını ve üretkenliğini sürdürebilen, eğitim görme, çalışıp para kazanabilme, malmülk edinebilme haklarının bilincinde, erkeklerin üstlendiği toplumsal işlevlerin altından kalkabileceğine inanan, tekeşliliği savunan, Cumhuriyet’e borçluluk duyan ve ona hizmet edebilme arzusu ile güçlenmiş bir…vatandaştır.”
Ayrıca resmî ideolojide ulusun biyolojik devamlılığının sigortasına indirgenen kadınlar, tıpkı vatan gibi erkekler tarafından korunması gereken, sahiplenilecek, uğruna fedakarlıklar yapılacak edilgen varlıklar olarak kabul edilir. Milliyetçi anlatıda kadınlara doğurganlığı nedeniyle “milletin anaları” olma vasfı yüklenirken vatan ve aile kavramları çokça birbirinin metaforu olarak kullanılır. Anayasa’da da açıkça ifade edildiği üzere; Türk toplumunun temeli ailedir. “Aile küçük ölçüde bir hükümete benzer. Baba onun başkanı, ana bakanı, çocuklar da tebaasıdır.”17 Kadının, ailenin ve vatanın bekası, birliği, namusu, varlığı birbirini temsil eder. Cumhuriyet’in ilk yıllarında okutulan ders kitaplarında aile ve vatan birliği sıkça işlenir. “Tıpkı bir ana ve baba gibi bizi bağrına basan; canımızı, istiklalimizi ve varlığımızı koruyan devletimize karşı da bazı borçlarımız olmalıdır: Kanunlara boyun eğmek ve vergi vermek”.18Aileler hayırlı evlatlar yetiştirmeli, vatanın evlatları ise ana babalarına itaat etmeli ve vatani vazifelerini yerine getirmelidir. Kuşkusuz Cumhuriyet’in “10 yılda 15 milyon genç yaratmak” için kadına ve aileye yüklediği misyonun temel faktörü, savaştan çıkmış yeni ulusun iş gücünün sağlama alınması gibi ekonomik gerekçelerdi. Ancak nüfusun artması sadece iş gücü olarak değil aynı zamanda “milli güç” için de önemlidir. Ayrıca milliyetçiliğin yükseltilmesinde aile kurumu kritik bir öneme sahiptir. Ulusun inşasında merkezi önemde olan annelik, sadece biyolojik üretimle değil gelecek kuşakları ideolojik olarak yetiştirdiği için de devletin bekasının sigortasıdır. Aile ve devlet/millet/ 16 Atasü, 1998, s. 132’yden aktaran Ağduk, 2016, s. 305.
74
Faşizm, Aşırı Sağ ve Otoriterizm Anneliğin kadınların vatani görevi olarak görülmesi 1930’larda Almanya ve İtalya’daki faşist rejimlerin de sahip olduğu bir politikadır. Almanya’da Weimar Cumhuriyeti yıllarında kamusal alanda yeni bir figür haline gelen, o zamana dek sadece erkeklere açık olan piyasada iş gücü olarak yer almaya başlayan, siyasette aktif rol oynayan, saç kesiminden giyimine alışık kalıpları yıkan kadınların kazanımları Nazi iktidarıyla birlikte son bulur.19 Boşanma, doğum kontrolü ve kürtaj oranlarında artış yaşanır. Ancak geleneksel aile içerisinde kadının alışıldık rollerini yerine getirmemesi ve nüfus üretiminin azalması Naziler tarafından ideolojik ve ekonomik olarak tehlikeli görülür. Ekonomik krizle birlikte Nazilerin kadınlara yönelik temel sloganı “Kinder, Küche, Kirche” yani “Çocuk, Mutfak, Kilise” dir.20 Nazi rejimi için de aile ve kadınların doğurganlığı merkezi önemdedir. Doğum oranlarını arttırmak için sadece aile propagandası yapılmaz ayrıca yasalar da buna göre düzenlenir. Evliliği ve doğumu teşvik etmek için Roma İmparatorluğu’ndan günümüze dek karşılaştığımız uygulamalara devreye sokulur. 1933’te yeni evli çiftlere, kadının çalışmayı bırakması karşılığında devlet tarafından kredi verilmeye başlanır ve doğacak her bir yeni çocukla birlikte çiftin geri ödemesi gereken miktar kesilir. 1939’dan itibaren çocuk sahibi olmayan beş yıllık evli çiftlerin vergileri arttırılır. İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimi toplumda doğurganlığı teşvik etmek için birçok yol dener. Bunlardan en çarpıcı olanı, 1933’ten itibaren diktatörlüğün kutladığı anneler günüdür. O zamana kadar, 25 Mart’ta Meryem’e Müjde Günü* vesilesiyle anneler günü kutlayan birkaç şehir dışında ülke çapında özel bir önem atfedilen bir
17 Şerifsoy, 2016, a.g.e., s. 178.
19 Rühle-Gerstel, 1994, s. 218’den aktaran Orr, 2019, a.g.e.
18 a.g.e., s. 181.
20 a.g.e. (Erişim tarihi 21.09.2019).
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
gün değildir. Faşist rejim anneler günü için Noel arifesini uydurur, böylece Tanrı’nın annesi, bakirenin iffeti gibi olgular vurgulanır. Roma’da Mussolini’nin liderlik ettiği bir gösteri düzenlenir. Ülkenin dört bir tarafından en doğurgan kadınlar geçit töreninde yerlerini alırken, kürsüden her birinin doğurduğu çocuk sayısı anons edilir.21 Doğum kontrol ilaçları ve kürtaj yasaklanır. Almanya’da olduğu gibi evliliği maddi yardımla teşvik eden ve bekarlığı yüksek vergilerle cezalandıran yasalar uygulanır. Çok çocuk sahibi olmak vatani görev ilan edilir.
programlarına ve bakanlığın raporlarına kadar üretilen hiçbir metinde “kadın” kelimesinin geçmiyor olması bile, siyasi önceliğin kadınlar değil aile kurumunun devletin, sermayenin, milletin, muhafazakarlığın bekası için korunması olduğunu gösteriyor. Parti programındaki “sadece toplumumuzun yarısını oluşturdukları için değil, her şeyden önce birey ve sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede etkin oldukları için” ifadesi kadınların öncelikle doğurganlıklarıyla tanımlandıklarını ve siyasi olarak salt bu nedenle önemsendiklerini açıklamaktadır.22
Ekonomik, ekolojik, siyasi krizlerin bir sonucu olarak dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağ ve faşist hareketlerin yükselişe geçtiği günümüzde yine aile, doğurganlık, annelik vurguları siyasetin merkezinde yer alıyor. Geleneksel aile yapısı ve kadınların toplum içerisindeki rollerinin bu yapı üzerinden tanımlanışı devam ediyor. Devletler tarafından evliliğin teşvik edilmesi ve nüfus kontrolü için kadınların bedenlerinin denetlenmesi için yasaların düzenlenmesi konusunda yüzyıllar önceki pratiklerin çok da uzağında değiliz. Küresel çapta otoriterlik arttıkça milliyetçiliğin ve muhafazakarlığın yükseltilmesinde “aile” hâlâ kritik bir rol oynuyor. Sağ otoriter siyasetler tarafından siyasi söylem olarak üretilen devletin, milletin tehlike içerisinde olduğu iddiası aile kurumunun tehlikede olduğu propagandasıyla birlikte ortaya atılıyor. Dolayısıyla devletin/milletin bekasıyla ailenin bekasının ortak olduğuna dair söylemin yarattığı korku iklimi aşırı sağ fikirlerin daha geniş kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasına neden oluyor. Aynı zamanda sermayeye, içinde bulunduğumuz küresel kriz koşullarından yükü kadınların ve tüm emekçilerin omuzlarına atarak çıkmanın güvencesini vermeye çalışıyorlar.
Son yıllarda tonu artmakla birlikte ailenin devletle ve milletle özdeşleştirilmesi yine AKP iktidarında sıkça karşımıza çıktı. 2004 yılında Erdoğan’ın yanına giderek “8 yetimim var. Hepsi aç, işsiz. İş bulun” diyen vatandaşa Erdoğan’ın yanıtı “Bende 70 milyon yetim var, ben ne yapayım”23 demesi veya Başbakan olduğu dönemde Ahmet Davutoğlu’nun “doğum yapan kadın aslında vatani bir görev yapıyor”24 açıklaması Cumhuriyet’in kurucu Kemalist kadrolarının vatanın=aile şiarından hiç de uzak olmadığımızı gösteriyor. Erdoğan kendisini milletin babası veya ailenin reisi olarak konumlandırırken veya anneliğin vatana hizmet olarak görüldüğü açıkça ifade ediliyor. AKP’nin iktidar ittifakı faşist MHP’nin “kadın vatandır, kadın ülkedir, kadın gelecektir”25 sloganı tarihsel ve güncel yaklaşımın özetidir. Kadın milleti yeniden üretmektedir, devletin devamlılığı ve vatanın bütünlüğü kadının doğurganlığının elindedir denmektedir.
Aile ve doğurganlık siyasetinin “yeniden doğuşu” ülkelere göre farklı şekilde gerçekleşiyor. Türkiye, İtalya, Brezilya gibi ülkelerde, önceki yılların kadınlar lehine kazanımlarının ulusu ve aileyi tehlikeye attığı daha doğrudan ifade ediliyor. Kadınların haklarını gasp eden yasalar birer beka meselesi olarak ele alınıyor. Türkiye’de AKP’nin siyasi ajandasında aile kurumu her zaman önemli bir role sahip oldu. Kadın Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar olarak değiştirilmesi, yeni evli çiftlere devlet kredisi verilmesi, “en az 3 çocuk” sloganı, kürtajın yasaklanmaya çalışılması ve pratikte devlet hastanelerinin kürtaj yapmayı reddediyor olması, doğum kontrol yöntemlerine erişimin zorlaştırılması, son dönemde nafaka hakkı, 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi’nin hedef alınması yıllar içerisinde AKP iktidarıyla yaşanılan dönüşümlerin sadece bir kısmı. Tüm bu hamlelerin temel noktası “ailenin korunması” önceliği. AKP’nin seçim beyannamelerinden hükümet *
Meryem’e Müjde: İsa’nın doğumunun Cebrail tarafından Meryem’e bildirilmesi.
21 de Grazia, 1993, s. 72.
Son dönemde yerli-milli ittifakın ırkçı ve milliyetçi söylemini yoğunlaştırmasının sonucu olarak göçmenlerin hedef haline gelmesinde de yine kadınlar üzerinden bir propaganda görmek mümkün. Suriyeli göçmenlere yönelik ırkçı linç ve pogromlarda çoğu zaman “analarımıza, bacılarımıza” diye başlayan ve çoğu zaman asparagas olduğu kanıtlanan provokasyonlar başlangıç oluyor. Dost mu düşman mı olduğuna karar verilemeyen yabancı bir milletin erkeklerine karşı ulusun ve milletin kadınlarının namus bekçiliği yapılıyor tabiri caizse. Hatta bu yazı yazılırken, Adana’da bir çocuğa cinsel istismar haberiyle başlayan provokasyon, sokaklara ellerinde kürekler ve baltalarla “Suriyeli” avına çıkanların saldırılarıyla devam etti. En sonunda istismarın failinin 15 yaşında bir Türkiyeli olduğu ortaya çıktı.26 22 AKP’nin iktidar olduğu yıllar boyunca ürettiği “ailenin güçlendirilmesi” politikası ve kapitalizmle ilişkisi için Oral, 2017, s. 12-23. 23 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8-yetime-karsi-70-milyon-yetim-38553599 (Erişim tarihi: 21.09.2019) 24 https://www.cnnturk.com/turkiye/davutoglu-dogum-yapan-kadin-vatani-gorev-yapiyor (Erişim tarihi: 21.09.2019) 25 http://www.mhpkadinkollari.org/ (Erişim tarihi: 21.09.2019) 26 https://tr.euronews.com/2019/09/21/adana-da-cinsel-istismar-iddiasi-turkiye-cumhuriyeti-vatandasi-zanli-tutuklandi
75
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
Aşırı sağcılar ve faşistler tarafından kadın meselesinin göçmen düşmanlığına bahane olarak kullanılması, farklı bir bağlamda Avrupa’da da gerçekleşiyor. Bazı Avrupa ülkelerinde Müslüman göçmenlerin kadınların özgürlüğünü garanti altına alan “Batı değerlerini” tehdit ettiği propagandası yapılıyor. Fransa’nın kadın özgürlüğüne ve cinsiyet eşitliğine çok değer verdiği ancak kültürünü bozmaya çalışanlar olduğu anlatılıyor. Son yıllarda Fransa’da yükselişe geçen Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, kadınların özgürlüğünü savunuyormuş gibi görünüp Müslümanlara karşı ırkçılığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Le Pen’e göre göçmenler kültürleriyle aileye ve cinsiyet eşitliğine tehdit oldukları kadar, toplumdaki kadınlar için de cinsel bir tehdidi oluşturuyorlar. 27 Müslüman göçmen erkeklerin, batının “ilerici” değerlerini sembolize eden modern kadınına yönelik doğrudan bir tehdit olduğu ırkçı söylemi sanki kadınların özgürlüğü meselesiymiş gibi lanse ediliyor. Le Pen bu fikirlerini, Avrupa basınında “çakma feminist” olarak adlandırılmasına vesile olan bir söylemle savunuyor, bekar bir anne olarak yaşadığı zorlukları anlatarak toplumdaki sıradan kadınlara “ben de sizdenim” diyor ve ardından göçmenleri sorumlu ilan ediyor. Destekçilerinden bir kadının, hamile ve bekar bir kadın olarak maddi sıkıntı içinde yaşadığını ve sosyal yardım için başvurmaya gittiğinde yanında tercümanıyla birlikte “her şeye hakkı olan Pakistanlı bir kadının” oturduğunu anlattığı hikayesi Le Pen propagandasının kusursuz bir tezahürü.28 Göçmen düşmanlığının cinsiyetçilikle harmanlandığı bir başka sağcı argüman ise “kadınlar daha çok doğurursa göçmenlere gerek kalmaz”. Özellikle Macaristan’ın liderlik ettiği bu görüşe göre Avrupa ülkeleri nüfusun yaşlı olması gibi nedenlerden dolayı ekonomik olarak göçmen emeğine ihtiyaç duyuyor, bu yüzden Avrupa’nın kapılarını göçmenlere açarak Müslümanların gelmesine ve Hıristiyan nüfusun azalmasına neden oluyor. Bu görüşe göre göçmen sorununun çözümü, kapıları kapamak ve kadınların daha fazla doğurmasını sağlamak. Macaristan Başbakanı Victor Orban yakın zamanda “bize daha fazla Macar çocuk lazım” diyerek dörtten fazla çocuğu olan kadınların gelir vergisinden muaf tutulacağını ve genç çiftlere 3 çocukları olduğunda kesilmek üzere faizsiz kredi verileceğini açıkladı.29 Orban’ın aile vergisi politikası, doğacak her çocuk için gelir farkı gözetmeksizin, hanede çalışan bir kişinin vergisinden tek seferlik kesinti uygulanmasına dayanıyor. Tek çocuklu bekar ebeveynler (Erişim Tarihi: 22.09.2019) 27 Francesca, 2017, s.135’ten aktaran Orr, 2019. 28 Chrisafis, 2017. 29 https://marksist.org/icerik/Dunya/11476/Gocmen-dusmani-Orbandan-Macar-annelere-cocuk-dogurma-tesvigi (Erişim tarihi: 22.09.2019)
76
tabi ki bu indirimden faydalanamıyor. Macaristan’ın aile politikası harcamaları AB ortalamasının üzerinde. Siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda karar alma mekanizmalarındaki cinsiyet eşitliği konusunda ise AB ülkeleri arasında en altta yer alıyor. Orban’a hükümetinde neden hiç kadın üye yer almadığı sorulduğunda kadınların “Macaristan siyasetinin stresini kaldıramadıklarını” söylemişti.30 Macaristan’da 2013’ten beri müfredatta olan din ve ahlak bilgisi dersleri cinsiyetçi ve ırkçı metinler içeren ders kitaplarıyla eleştiriliyor. Kitaplarda “evlilik dışı ilişki günahtır, eşcinsel ilişkinin günahı çok ağırdır, erkekler ve kızlar fiziksel ve zihinsel yetenekleri bakımından farklıdır, görünüşte kızlar okumayı daha erken öğrense de erkekler matematikte daha başarılıdır, kızlar anne ve karı, erkekler baba ve koca rolünde daha iyi hisseder” gibi ifadelerin, aileye dair cinsiyetçi ve homofobik metinlerin, kadınlara dair aşağılayıcı şakaların yanı sıra “embriyonun perspektifinden kürtaj dehşetini anlatan” bir propaganda filmi yer alıyor. Söz konusu metinler Orban’ın gündelik seksizminin ders kitaplarındaki ifadesi olarak görülüyor. Kitaplarda ayrıca Batı ülkelerine yönelik düşmanlık içeren, güçlü millet mitini pekiştiren, ayrıca göçmenlere dair ırkçı ifadeler yer alıyor.31 Sağın Toplumsal Cinsiyet “Kâbusu” Macaristan aynı zamanda geleneksel “aileye saldırdığı ve toplumsal cinsiyet felsefesini naklettiği” gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmuyor. Toplumsal cinsiyet ve cinsiyet eşitliği kavramları son dönemde sağın önemsediği başlıklar. Türkiye’de önce 2018’de Milli Eğitim Bakanlığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Programı’nı iptal etmiş, ardından Şubat 2019’da Yüksek Öğretim Kurumu “toplumsal değerlerimize uygun değil” diyerek projenin yükseköğretimde de durdurulduğunu açıklamıştı. Aileyi yıktığı, erkekleri mağdur ettiği, hatta kadın cinayetlerine neden olduğu gibi argümanlarla İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çekilmesi gerektiğini savunan sağ muhafazakâr çevreler, benzer gerekçelerle toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına karşı çıkıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtlığına hayatını adayan ve militan bir anti feminist olan Sema Maraşlı’ya göre İstanbul Sözleşmesi’yle birlikte gelecekte bizi bir “kadın terörü” bekliyor, kadınlar cinsiyetlerinden ötürü değil katil ile aralarında bir problem olduğu için öldürülüyor. 23 Haziran seçimlerinin ardından attığı tweete göre “Hazret’i Allah’ın tokadı olabilir mi seçim sonucu Ak Partiye? Ak Parti Lanetli İstanbul Sözleşmesini imzalandığı gün İstanbul Bizansa geçmişti şimdi sadece el değiştirdi. Eşcinselliği meşrulaştıran, kadını putlaştıran, binlerce aileyi dağıtan bu sözleşme acilen iptal edilmeli.” Kısaca Maraşlı için toplumsal cinsiyet eşitliğini savunanlar “din, devlet düşmanı ve LGBT 30 Pivarnyik, 2018. 31 Diószegi-Horváth, 2017.
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
destekçisi”.32 Aynı fikirler, bazen aynı bazen farklı cümlelerle Saadet Partisi’nin farklı organlarından, Yeni Akit gibi yayınlardan, bir kısmı hükümet destekli “boşanmış mağdur babalar” benzeri derneklerin açıklamalarından son zamanlarda sıklıkla boca ediliyor. Söz konusu çevreler bu konuda etkinlikler, basın toplantıları düzenleyerek, bir toplumsal talep atmosferi yaratmaya çalışıyorlar. 21 Eylül 2019’da “ahlak ve maneviyatı” korumak için kurulan “şuurlu öğretmenler derneği ÖĞ-DER” isimli kurum katılımcılarının tamamı erkek olan ve açılışını Temel Karamollaoğlu’nun yaptığı “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Problemleri” başlıklı bir sempozyum düzenledi. Feministlerin protesto ettiği sempozyumun sonunda “toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarının eşcinselliği meşrulaştırdığına” karar verildi. Cumhurbaşkanı’nın “kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” cümlesini motto haline getirdiğini ve en son İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilebileceğini söylediğini hatırlamakta fayda var bu noktada. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına düşmanlık, Brezilya’da Bolsonaro’nun yükselişinde önemli bir rol oynadı. Bolsonaro’nun seçim kampanyasında etrafında oluşan ittifak, eşcinsel evliliğine, kürtaja ve toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı olanların ittifakıydı. 2016’da İşçi Partisi’nin devrilmesi ve Dilma Rousseff ’e görevden el çektirilmesi sırasında toplumsal cinsiyet meselesi de önemli başlıklardan birisiydi. İşçi Partisi’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine dair politikaları, sağ muhafazakarların partiye karşı öfkeyi harlamasında ve sağcı kitle gösterilerinin mobilizasyonunda kullanıldı. 2017’de LGBTİ+ ölümlerinin bir önceki yıla göre yüzde 30 arttığı söyleniyor. Seçim kampanyası sırasında yaşanan 50’den fazla şiddet olayı, Bolsonaro destekçilerinin kadınlara, siyahlara ve LGBTİ+’lara saldırmasıydı.33 Tanrı, Vatan, Aile İtalya’da yakın zamana kadar İçişleri Bakanlığı yapan ırkçı Matteo Salvini’nin iktidar ortağı partisi Lig ise kadınlara yaklaşımında geleneksel faşist hareketlerin devamcısı niteliğinde. Geçen 8 Mart’ta partinin bir biriminin yayınladığı cinsiyetçi bildiri, aynı zamanda kadın konusundaki faşist bir manifesto gibi. Kamuoyunda büyük tepki çekmesinin ardından yayından kaldırılsa da hareketin ideolojik ufkunun sabitliğini tahmin etmek güç değil. Bildiride “kadınların haysiyetine saldıranların” 32 Maraşlı, 2019. 33 Assis ve Ogando, 2018. *
2011’de İtalya Parlamentosu’nda onaylanan ve kadınların halka açık şirketlerin yönetimindeki temsiliyetini düzenleyen quote rosa (pembe kota) yasası kastediliyor.
altı maddeden oluşan bir listesi sıralanıyor; kısaca “utanç verici taşıyıcı annelik pratiğini destekleyenler, anne ve baba yerine ebeveyn denmesini destekleyen ve bölgesel bile olsa kanun olmasını önerenler, pembe kotaya* ihtiyaç duyulduğuna inananlar, kadınların yaşam ve aileyi korumalarına yönelik doğan rollerine karşı çıkanlar, devrim ideolojisiyle göçmenler ve eşcinseller gibi kadını suistimal edenler”. Ayrıca Salvini’nin Lig’inin “kadının milletimizin uzun yaşaması ve gelecek için yerine getirmesi gereken büyük bir sosyal misyonu olduğuna ve bu yadsınamaz rolün kanunlar ve davranışlarla aşağılanmaması gerektiğine inandığı” ifade ediliyor.** Mart 2019’da faşist Salvini’nin İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde İtalya, Dünya Aileler Kongresi düzenleyerek küresel çapta kürtaj ve LGBTİ+ karşıtı tüm aşırı sağcı Hıristiyan muhafazakâr siyasetçi ve aktivistleri “nefrette” buluşturdu. Üç günlük kongrede tartışılan başlıklar arasında “evliliğin güzelliği”, “çocuk hakları”, “büyüme ve demografik düşüş”, “kadın itibarı ve sağlık” gibi temalar yer alıyordu.34 Kongrenin gerçekleştiği Verona kenti, Romeo ve Juliet’in şehri olduğu için “aşk kenti” olarak tanınsa da tarihsel olarak politik iklimi namı kadar sempatik değil. Ülke çapında 40 yıldır kürtaj yasal bir hak olarak kabul ediliyor ancak son yıllarda tüm dünyada olduğu gibi İtalya’da da kürtaja erişim sınırlandırılıyor. Bu durumun adreslerinden birisi de Verona. 2018’de “Verona yerel meclisi, belediye çapında “kürtajın önlenmesine”, kamu fonlarının kürtaj karşıtı grupların desteklenmesine ve kadınların hamileliklerini sonlandırmaması yönünde ikna edilmesi için kullanılmasına izin veren önergeyi onayladı”.35 Caludia Torrisi’nin aktarımına göre önergenin onaylandığı gün, Salvini’yle birlikte kürtaj karşıtı bir toplantıda olan İtalyan ve ABD’li aktivistler, Verona’dan sağduyu ve aklın öncülüğünde bir karşı devrimin doğacağını söylüyordu. Homofobik, islamofobik ve kadın düşmanı aşırı sağ grupların yoğun olduğu kentin, ulusal çapta bir model olmasının hedeflendiği ve tüm İtalya’nın Veronalılaşmasının arzulandığı iddia ediliyor. Belediye Meclisi’nde kürtaj karşıtı önergeyi sunan Lig üyesi Alberto Zelger, kürtajın savaştan daha kötü olduğunu savunan ve İtalyan kadınları daha fazla çocuk yapmazsa ülkenin Müslümanlar tarafından ele geçirileceğini öne süren, aynı zamanda eşcinselliği felaket olarak tanımlayan bir isim.36 Dünya Aileler Kongresi’nin kürtaj, kadın, göçmen, LGBTİ+ karşıtı kutsal ittifakı yanıtsız kalmadı. İtalya’da 30’dan fazla şehirde gösteriler düzenlendi. En önemlisi 34 Giuffrida, 2019. 35 Torrisi, 2019.
** Bildirinin İtalyancadan çevirisi için destek olan Pelin Pırnal’a teşekkür ederim.
36 a.g.e.
77
Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet | Meltem Oral
ise üç günlük eylem çağrısı yapılan Verona’da yüz binden fazla kadının, faşistlerin sloganına karşı “tanrı, vatan, aile: ne boktan bir hayat” gibi pankartlarla sokağa çıkmış olmasıydı. Aşırı sağın tarihsel olarak güçlü olduğu bir kentte ilk kez böylesi bir gösterinin gerçekleştiği söyleniyor.37 Aslında yükselen sağın aileyi merkeze alan kürtaj karşıtı siyasetine yanıt veren kitle gösterileri Verona deneyimiyle sınırlı değil.
Chrisafis, Angelique, 2017, “We feel very closa to her: can ‘fake feminist’ Marine Le Pen win the female vote?”, https://www. theguardian.com/world/2017/mar/18/front-national-anger-marine-le-pen-female-supporters (Erişim tarihi: 21.09.2019) De Grazia, Victoria, 1993, “How Fascism Ruled Women: Italy1922-1945”, University of California Press, USA. Deng, Denzi, 2019, “Tanrı, vatan, aile: Ne boktan bir hayat”, https:// catlakzemin.com/tanri-vatan-aile-ne-boktan-hayat/ (Erişim tarihi: 21.09.2019)
Son yıllarda sağ politikaların kadınlara saldırılarına dünyanın birçok ülkesinde güçlü yanıtlar veriliyor. 8 Mart 2017’de 50 ülkede gerçekleşen kadın grevleri etkisini sürdürmeye devam ediyor. Sonraki yıllarda grev çağrılarına yeni ülkeler eklendi, eklenmeye devam ediyor. 2016’dan bu yana ABD, İzlanda, İtalya, İrlanda, Fransa, İsviçre, Şili, İspanya, Polonya, Almanya, İngiltere, Brezilya gibi ülkelerde kitlesel kadın grevleri gerçekleşti. Türkiye, Hindistan, İran, Arjantin gibi ülkelerde kadınlar defalarca on binler, yüz binler, milyonlar olarak sokağa çıktı. Sosyal medyada gündelik hayattaki tacizin, şiddetin, cinsiyetçiliğin kadınlar tarafından gözler önüne serildiği çok sayıda olay yaşandı. ABD ve Avrupa ülkelerinde #MeToo, Türkiye’de #SenDeAnlat veya #SusmaBitsin, Lübnan’da #MeshBasita, Japonya’da #KuToo, Hindistan’da #pinjratod, Afganistan’da #WhereIsMyName, Filistin’de #AnaKaman sosyal medyada bir anda ortaya çıkan ve hızla rüzgâr estiren kampanyalar oldu. 2020 8 Mart’ında yine birçok ülkede kadın grevlerinin ve kitlesel gösterilerin yaşanacağı aşikar. Son dönemde yükselen kadın hareketinde, sağ muhafazakârlığın kadınlara küresel çapta savaş açmış olmasının etkisi çok büyük. Ancak sağ otoriterizm ve faşist hareketler sadece kadın ve LGBTİ+ düşmanı değil. Göçmenlere, gezegene ve işçilere de savaş açmış durumdalar. Dolayısıyla tüm bu başlıkların kaderi birbirine bağlı. Kadın düşmanı politikaları devreye sokanların yenilip yenilmeyeceği veya nasıl geri püskürtüleceği bütünlüklü antikapitalist bir sol siyasetin küresel çapta ne kadar güçleneceğine bağlı.
Diószegi-Horváth, Nóra, 2017, http://politicalcritique.org/cee/ hungary/2017/sexism-and-racism-the-new-hungarian-schoolbooks-teach-everything-you-dont-want-your-child-to-learn/ (Erişim Tarihi: 22.09.2019)
Kaynakça
Rühle-Gerstel, Alice, 1994 [1933], “Back to the Good Old Days?”, in Anton Kaes, Martin Jay, and Edward Dimendberg (eds), The Weimar Republic Sourcebook, University of California Press, California.
Ağduk, Meltem, 2016, “Cumhuriyet’in Asil Kızlarından 90’ların Türk Kızlarına: 1990’lardan bir Türk Kızı Tansu Çiller”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul. Altınay, Ayşe Gül ve Bora, Tanıl, 2002, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt IV, Der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İstanbul. Assis, Mariana Prandini ve Ogando, Ana Carolina , 2018, “Bolsonaro, ‘gender ideology’ and hegemonic masculinity in Brazil”, https:// www.aljazeera.com/indepth/opinion/bolsonaro-gender-ideology-hegemonic-masculinity-brazil-181031062523759.html (Erişim Tarihi: 22.09.2019) Atasü, Erendiz, 1998, “Edebiyattaki Kadın İmgelerine Cumhuriyet’in İzdüşümleri”, 75 Yılda 37 Deng, 2019.
78
Kadınlar ve Erkekler/Bilanço 98, İş Bankası ve Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,
Federici, Silvia, 2012, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden, İlksel Birikim çev. Öznur Karakaş, Otonom Yayıncılık, İstanbul. Enloe, Cynthia, 2016, “Feminizm, Milliyetçilik ve Militarizm”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul. Foucault, Michel, 1986, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Turan, AFA Yayınları, İstanbul. Francesca, Scrinzi, 2017, “A ‘New’ National Front? Gender, Religion, Secularism and the French Populist Radical Right”, in Michaela Köttig, Renate Bitzan, Andrea Petö (eds), Gender and Far Right Politics in Europe, Palgrave Macmillan. Giuffrida, Angela, 2019, “City of love? Christian right congress in Verona divides Italy”, https://www.theguardian.com/world/2019/ mar/29/city-of-love-christian-right-congress-in-verona-divides-italy-league-extremism (Erişim tarihi: 21.09.2019) Harvey, David, 2012, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, çev. Bülent O. Doğan, Metis Yayınları, İstanbul. Maraşlı, Sema, 2019, “İstanbul Sözleşmesi Acilen İptal Edilsin”, http:// www.anadolugenclik.com.tr/istanbul-sozlesmesi-acilen-iptal-edilsin-189 (Erişim Tarihi: 22.09.2019) Marx, Karl, 2009, Kapital, Cilt I, çev. Alattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara. Oral, Meltem, 2017, “Neoliberal otoriterizmin kadınlarla imtihanı”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı 1. Orr, Judith, 2019, “Women and the Far Rigt”, International Socialist Journal, http://isj.org.uk/women-and-the-far-right/ , (Erişim Tarihi 21.09.2019) Pivarnyik, Balazs, 2018, Family and gender in Orban’s Hungary, https://www.boell.de/en/2018/07/04/family-and-gender-viktor-orbans-hungary (Erişim Tarihi: 22.09.2019)
Torrisi, Claudia, 2019, “Verona nasıl aşırı sağ ve ultra-katolik ittifak için model bir şehir haline geldi?”, çev. Deniz İnal, https://catlakzemin.com/verona-nasil-asiri-sag-ve-ultra-katolik-ittifak-icin-model-bir-sehir-haline-geldi/ (Erişim tarihi: 21.09.2019) Şerifsoy, Selda, 2016, “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi: 19281950”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul. Van Galen, Cornelis Willem, Women and citizenship in the late Roman Republic and the early Empire, (Basılmamış doktora tezi), 2016. Walby, Sylvia, 2016, “Kadın ve Ulus”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul.
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler Faruk Sevim
Giriş Milet’te Haziran 1969’da kazı yapan Alman Arkeoloji Profesörü Kreiner, kazılarda elde edilen tarihi kalıntı ve taş yazıtların çözümlemesinden yola çıkarak, dünyada ilk grevin, 2 bin 500 yıl önce Milet’te yaşandığını tespit etmiş ve şu sonuca ulaşmıştı: “Haklarını alma direnişine giden işçiler, belki de yasa dışı bir grev ile ücretlerinin artırılmasını sağlamış, sosyal birçok olanak elde etmiştir.” Görüldüğü gibi insanlığın grev ile tanışması ve işçilerin yasal sınırları zorlayarak grev silahına başvurmasının tarihi, modern zamanların çok öncesine dayanıyor. İlk genel direniş MÖ 494-287’de Antik Roma’da görülürken, ilk örgütlü genel grev 1842 yılında İngiltere’de gerçekleşti. Beyoğlu Telgrafhanesi işçilerinin 1872’deki grevleri Türkiye’deki ilk grev hareketi sayılır. Cumhuriyet döneminde, Takrir-i Sükûn Kanunu, grevlere ağır bir darbe vurmuş, 1936’da çıkarılan ilk İş Kanunu ise grevleri açıkça yasaklamıştır. Ancak Türkiye işçi sınıfı 1963 Kavel grevi ile o yasakları tarihin çöplüğüne atmıştır. İşçi Sınıfının En Önemli Silahı “Grev Yapabilmesi”dir İşçi sınıfı, kapitalistler tarafından bütün karar mekanizmalarından dışlanır. Tek yapabildiği, o da bazı ülkelerde ve bazı dönemlerde, hangi parti daha iyi sömürsün diye 4-5 yılda bir oy vermektir. 5 dakikalık demokrasi deneyi genellikle işçilerin lehine sonuçlanmaz, çünkü seçilen partiler kapitalistlerin çıkarlarını gözetir. İşçi sınıfının bu sömürü düzenine karşı elindeki en önemli silahı, üretim sürecini durdurabilmesi, yani grev yapabilmesidir. İşçilerin grev yapabilme özelliği, patronların, kapitalistlerin en çok korktuğu özelliğidir. Bazen sendikalar olmaksızın da grevler örgütlenmiştir ama işçiler grevi genellikle sendikal örgütlenmeleri aracılığı ile yapar. Türkiye’de Sendikalar ve Grev Bugün Türkiye’de toplam 32 milyon çalışabilir insan içinde, 1 milyon işveren, 22 milyon işçi, 4,5 milyon köylü, 4,5 milyon da kendi işini yapan emekçi var. İşçilerin
79
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
yaklaşık yarısı asgari ücret alır. Köylülerin ve kendi işini yapan emekçilerin de gelir durumu işçilerden farklı değildir. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir, asgari ücretin beş katıdır. Tüm bu eşitsizlikleri ve olumsuzlukları bir parça da olsa gidermek için, diğer emekçi sınıflardan farklı olarak işçi sınıfının elinde önemli bir silah vardır: Grev. Üretim sürecini asıl olarak gerçekleştirenler işçilerdir. İşçiler grev yaptığında eğitim aksar, ulaşım durur, çöpler sokaklarda kalır, patronlar pazarda satacak ürün bulamaz, sömürü çarkları işlemez olur. Bu yüzden grevler patronlar için büyük bir tehdittir. Grevler aynı zamanda işçi sınıfının geniş kesimlerinin birleştiklerinde neler başarabileceklerini herkese gösterir. Kapitalist sistemde grevlere karşı patronların işçileri ne yapıp edip üretimin başına döndürmek dışında seçenekleri yoktur. Çünkü çok açık bir gerçek vardır: İşçi olmazsa üretim de olmaz. Grev yasaklarına ilişkin yasaların sınırlarının genişletilmesi patronların sürekli tekrarlanan talebidir. Grev silahı kullanıldığında patronlar grevi bastırmak için tüm imkânlarıyla işçilerin üzerine gider. Patronlar grevleri etkisizleştirebilmek için, grevlerin tüm yurttaşlara zarar verdiğini, işçilerin hak ettiklerinden çok daha fazlasını istediklerini söyler. Patronlar grevler için “bedeli millet öder, bu yüzden olmaz” diyorlarsa bilinmelidir ki, milletten kastettikleri kendileridir. İşçiler kazanırsa patronlar, patronlar kazanırsa işçiler kaybederler. Yoksa grevler nedeniyle toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıfların gerçekte bir kayba uğraması söz konusu olamaz. Aksine başarılı bir grevin sonunda işçilerin elde edeceği kazanımlar, diğer emekçi sınıflar için de bir kazanıma dönüşebilir. İşçilerin ve emekçilerin içinde bulundukları olumsuz koşulların sorumlusu sermaye sınıfı ve onun düzenidir. Bu yüzden işçilerin patronlara karşı bir hak arama yöntemi olarak grev yapması, üretimden gelen gücünü kullanması işçi sınıfının en önemli silahıdır. Grev Hakkı İşçilerin, bir işkolu veya bir işyerinde haklarını elde etmek için, faaliyeti durdurmak veya işin niteliği çerçevesinde işi önemli ölçüde aksatmak şeklinde kendi aralarında veya bir sendika tarafından alınmış karara uyarak işi bırakmalarına grev denir. İşçiler çalışma koşullarını kendi lehlerine değiştirmek için grev yaptıkları gibi demokrasi mücadelesini desteklemek amacıyla, bir yasanın değiştirilmesi, politik iktidarın etkilenmesi, emek ve demokrasi karşıtı kararlara karşı da grev yapabilirler. Grev bir işyerinde, işkolunda ya da ülke çapında olabilir. Greve çıkan işçiler belirli ya da belirsiz bir süre çalışmayı durdurabilirler. Grev işçi sınıfının patronlara
80
karşı üretimden gelen gücünü kullanarak yürüttüğü kolektif bir eylemdir. Grev, amaçlarına ve uygulanma biçimlerine göre değişiklik gösterir ve farklı adlarla isimlendirilir: Ekonomik grev: Toplu sözleşmenin yasal prosedürü içinde ortaya çıkan grevdir. Hak grevi: Yürürlükteki toplu sözleşmenin hükümlerinin uygulanmaması durumunda yapılan grevdir. Genel grev: Yalnızca bir işletmede ya da işkolunda değil, tüm işkollarında üretimin topluca bırakılması eylemidir. Dayanışma grevi: Ulusal veya uluslararası düzeyde demokratik kazanımları korumak ve geliştirmek amacıyla başlatılan bir ya da birçok grev veya eylemle dayanışma göstermek amacıyla gerçekleştirilen grevdir. Grevin bir hak olduğu, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun 50 yıllık faaliyetinde yerleşmiş bir kuraldır. ILO’nun 1983 yılında yaptırdığı bir araştırma raporunda, Uzmanlar Komitesi, Sendika Özgürlüğü Komitesi’nin varmış olduğu sonucu şöyle tekrarlamıştır: “Grev hakkı, işçilerin ve onların örgütlerinin sosyal ve ekonomik çıkarlarını korumak için kullandığı asli araçlardan biridir”. “Grev hakkının ve sendikal eylemin sendika özgürlüğü ilkelerinin ayrılmaz bir parçası olduğu” 1997’de bir kez daha teyit edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2009’da Türkiye’yle ilgili bir vakada, grev hakkının varlığını, ILO Sözleşmesi’nin koruduğu sendika özgürlüğünün asli bir unsuru olarak kabul etmiştir. Dünyada en az 90 ülkede grev hakkı anayasalarda yer almaktadır. Türkiye’de Grev Hakkı Bir dizi ülkede grev hakkı farklı tanımlanmıştır. Türkiye’de grev kararı sendikalı bir işyerinde ve toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşamama sonucunda alınır. Toplu sözleşme dışında gerçekleşen iş bırakmalar direniş olarak tanımlanabilir. İşçilerin ülkenin bir bölümünde veya tamamında iş bırakmaları demek olan genel grev, Türkiye’de yasaklanmıştır. Yine dayanışma ve hak grevleri Türkiye’de yasaklanan grev biçimleridir. İşyeri terk etmeme, işgal gibi eylemler de yasal olmayan eylem biçimleridir. İş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma da hakları korumak için yapılan eylemlerden bazılarıdır. Toplu sözleşmede anlaşma sağlanamamış bile olsa, grev kararı ancak belli bir sürecin sonucunda alınabilir. Ayrıca işverene de lokavt hakkı, yani işçileri çalıştırmama hakkı verilmiştir. Greve çıkan işçiler işyeri önünde gösteri yapma olanağına sahip değildir. Sadece grev yazısını asabilirler, işe giriş çıkışı engelleyemezler. Tüm bunların da gösterdiği gibi grev haktır ancak uygulamak hiç de kolay değildir. Yasal zorluklar grevleri olumsuz etkilemektedir. Grev hakkı 12 Eylül askeri darbesinden sonra daha da zorlaştırılmıştır.
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
Grev ve Patronlar İşçiler çalışmadığı zaman duran üretim, patronların sömürü mekanizmasının sekteye uğramasına yol açar. Bu yüzden doğru biçimde kullanılan grev silahı patronlar için büyük bir tehdittir. Grevler aynı zamanda işçi sınıfının geniş kesimlerinin birleştiklerinde neler başarabileceklerini onlara gösterir. Bunların bilincinde olan kapitalist sınıf elinden geldiğince işçi sınıfının bu önemli silahının teklemesi için uğraşır; mümkünse de grev silahını işçilerin elinden alır. Bilhassa kapitalizm için kritik önemdeki üretim faaliyetlerinin gerçekleştiği işletmelerde grev hakkının olmaması için elinden gelen her şeyi yapar. Kapitalist üretimi sekteye uğratan grevler karşısında kapitalistlerin işçileri ne yapıp edip üretimin başına döndürmek dışında seçenekleri yoktur. Çünkü çok açık bir gerçek vardır: İşçi olmazsa üretim de olmaz! Ancak işçilerin taleplerini tam olarak karşılamak da hem kapitalistler arasındaki giderek dozu yükselen rekabet, hem de sermayenin sürekli büyüme ihtiyacı yüzünden mümkün değildir. Bu yüzden işçilerin kapitalistleri zora sokacak grevleri gerçekleştirmemesi için açık-gizli tüm tedbirler patronlar tarafından alınmaya çalışılır. Grev yasaklarına ilişkin yasaların sınırlarının genişlemesi, kapitalistlerin sürekli tekrarlanan talebidir. Grev silahı kullanıldığında, patronlar sınıfı grevi bastırmak için tüm imkânlarıyla işçilerin üzerine gider. Kapitalistler grevleri etkisizleştirebilmek için grevlerin tüm yurttaşlara zarar verdiği, işçilerin hak ettiklerinden çok daha fazlasını istedikleri iddialarını ortaya atarlar. Örneğin 2012’deki THY grevinden sonra Başbakan Erdoğan şunları söylemişti: “Düşünün ki bu grev kanunsuz değil, kanunlu olarak da yapıldığında, uzun süreli bir grev olduğu zaman bunun bedelini kim ödeyecek, kim öder? Millet ödeyecek, millet öder. Bu stratejik bir kurum ve bu stratejik kurumda atılacak bu tür adımlar ciddi manada ülkemizde çöküşün habercisi olur ki, buna fırsat vermemek gerekir.” Kapitalistler “bedeli millet öder, bu yüzden olmaz” diyorlarsa bilinmelidir ki, milletten kastettikleri kendileridir. İşçiler kazanırsa patronlar, patronlar kazanırsa işçiler kaybederler. Yoksa toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilerin, grevci işçilerin ekonomik ve sosyal haklar kazanması yüzünden kayba uğraması asla söz konusu olamaz. Aksine işçilerin bir kısmının kazanımları, sınıfın tüm kesimlerinin kazanımına dönüşme potansiyelini içinde barındırır. Gerek devleti yönetenlerin sözleri gerekse de meclisten çıkan yasaların gösterdiği tablo, işçi sınıfına dönük tüm diğer saldırılarla birlikte zaten işçilerin elini kolunu alabildiğine bağlamış haldeki grev yasaklarının sürekli genişletildiğidir.
TC Yasalarında Grev Yasakları Bugün pek çok sektörde greve çıkmak yasalar tarafından engellenmiştir. 12 Eylül darbesinin ürünü olan 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunuyla; can ve mal kurtarma işlerinde, cenaze işlerinde, su, elektrik, havagazı, termik santralleri için kömür çıkarma, doğalgaz ve petrol sondajı, üretimi ve dağıtımı işlerinde, nafta veya doğalgazdan başlayan petrokimya işlerinde, banka ve noterlik hizmetlerinde, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye ile şehir içi deniz, kara, demiryolu ve diğer raylı toplu yolcu ulaştırma hizmetlerinde grev yasaklanmıştır. Ayrıca ilaç imal eden işyerleri hariç olmak üzere, aşı ve serum imal eden müesseselerle, hastane, klinik, sanatoryum, prevantoryum, dispanser ve eczane gibi sağlıkla ilgili işyerlerinde, eğitim ve öğretim kurumlarında, çocuk bakım yerlerinde ve huzurevlerinde, mezarlıklarda, Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığınca doğrudan işletilen işyerlerinde grev yapılması yasaktır. Kamuda çalışan memur statüsündeki işçiler için toplusözleşme hakkı tanınmış olsa da grev yasaktır. Havayolu işçilerine 2012 yılında yapılan yasa değişikliği ile grev yasaklanmıştır. Tüm bu anılan sektörlerde çalışan işçiler için grev yasaktır ama örtülü grev yasakları bunlardan çok daha geniş kesimleri kapsar. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’na göre savaş halinde veya kısmi seferberlik süresince grev yapılamaz. Ayrıca; yangın, su baskını, toprak veya çığ kayması veya depremin sebebiyle genel hayatı felce uğratan felaket hallerinde Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğü işyerleri veya işkollarında grevleri yasaklayabilir. Bunların yanı sıra olağanüstü hal uygulamasında mülki amir bir ay süre ile grevi erteleyebilir. Grev yasağı kapsamına girmeyen işlerde ise patronlar için devreye son merci olarak hükümet girer. Aslında son dönemlerde en yaygın biçimde kullanılan ve en etkili olan yol da budur. 2822 sayılı yasanın 33. maddesine göre, karar verilmiş veya başlanılmış olan kanuni bir grev “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte” ise, hükümet grevi altmış gün süre ile erteleyebilir. Bu cümle bize aslında şunu söylemektedir. Bundan önce tek tek sayılan grevin yasak olduğu yerler boşuna belirtilmiştir. Hükümet isterse her yerde grevi yasaklayabilir. Çünkü “genel sağlık” ve “milli güvenlik” kavramları o kadar kolayca her tarafa çekiştirilebilir ki, istenen bütün grevler ertelenebilir. Bunun birden fazla kez yapılabilmesinin önünde bir engel de olmadığına göre siz rahatlıkla “ertelenebilir” kelimesini “yasaklanabilir” diye okuyabilirsiniz. Nitekim özellikle önemli pek çok grev bu gerekçeyle yıllardır ertelenmekte, fiilen yapılamaz hale getirilmektedir. Üstelik devlet yöneticileri çoğu zaman grev
81
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
ertelemesi kararının genel sağlık ya da milli güvenlik değil ekonomik gerekçelerle alındığını açık açık söylemektedirler. Örneğin 2003-2004 yıllarındaki Şişe Cam grevleri ertelenirken resmi gerekçe milli güvenlik olarak belirtilmiştir, ama hükümet sözcüsü Cemil Çiçek basına “söz konusu kararı otomotiv sektörüne ve ekonominin geneline verdiği zarar nedeniyle aldık” demekte bir problem görmemiştir. Bu karar alınmadan önce patron örgütlerinin hükümet nezdinde yaptıkları ricalar, yazılan mektuplar medyada yayınlanmıştır. “Milli güvenlik” kavramı güçlü ekonomiyi gerektirdiğine göre her grev milli güvenliğe, yani kapitalistlerin güvenliğine zarar verecektir. Bir başka çarpıcı örnek de Lastik-İş Sendikası’nın toplu iş sözleşmesi görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanan Goodyear, Türk Pirelli ve Brisa lastik fabrikalarında aldığı grev kararının Bakanlar Kurulu tarafından, “milli güvenliği bozucu nitelikte” görülerek 60 gün süreyle ertelenmesidir. Bu işyerlerinde sendikanın grev kararı alması karşısında yapılan erteleme 12 Eylül’den sonra dördüncü kez uygulandı. Yani fiilen sendikaya aldığı grev kararlarının hiçbiri uygulatılmadı. Bu kararlar ve onların dayandıkları yasa maddeleri bizlere açıkça “kapitalistleri zora sokacak grevler yaparsanız, grevi erteleriz” demektedir. Grevler çok uzun yıllar boyunca yasadışı eylem sayıldı. Ama işçi sınıfı grevi bir mücadele silahı olarak kullanmaya başladığı yıllarda, mücadeleci işçiler iş bırakmak yasal mı değil mi diye düşünerek hareket etmiyordu. Çünkü onları yasalar değil haklı olup olmadıkları ilgilendiriyordu. Tıpkı 1963 yılında “yasadışı” olarak greve çıkan ve militanca mücadeleleriyle grevi yasalara hak olarak yazdıran Kavel işçileri gibi. Bugün de işçiler haklar elde etmek istiyorlarsa mücadelelerini yasaların belirlediği sınırlarda sürdürme çekingenliğiyle davranmamalı, Kavel işçilerinin gösterdiği cüreti gösterebilmek için güç toplamalıdır. Çünkü grev yasaklarını aşmanın yolu örgütlü bir biçimde militanca mücadele etmekten geçiyor. Türkiye’de Önemli Grevler, İşçi Eylemleri Kavel Grevi Türkiye’de grevin yasak olduğu bir süreçte yapılan ve grev hakkının kazanılmasında çok önemli bir rol oynayan grevleri ile Kavel işçileri bir yandan tarih yazarken, öte yandan kendilerini de işçi sınıfının tarihine yazdırmıştır. Peki, o dönem bu grevin başındaki sendikacılar, yasa dışı olarak grev yapıyor olmaları gerçeği kendilerine hatırlatıldığında nasıl yanıt vermişlerdir? Dönemin Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler’in bir gazeteciye verdiği yanıt tarihseldir: “Evet, grevimiz yasa dışı ama anayasa içi.”
82
1963 yılı başında İstanbul’un İstinye semtinde Kavel kablo fabrikasında işçilerin çalışma koşulları ağır ve ücretler düşüktür. Buna razı olmayan işçiler patronla görüşmek için 3 temsilci yollar. Ancak patron, bu 3 temsilciyi işten çıkarır. Hemen arkasından da fabrikadaki işçilere sendikadan istifa etmeleri için baskı uygulanır. Bunun üzerine 170 işçi, 8 Ocak 1963 günü tezgâh başında 5 günlük oturma eylemi kararı alırlar. Patron işçilerin bu mücadeleci tutumu üzerine 10 işçiyi daha işten çıkarıp lokavt ilan eder. Artık işçilerin canına tak etmiştir. Fabrikanın önünde çadırlar kurulur, oturma eylemi direnişe dönüşür. Fabrikaya işçi alınacağına dair gazeteye verilen ilan üzerine işçiler gece-gündüz fabrika kapısında nöbet tutmaya başlar. O dönemdeki yasalara göre grev yasaktır. Patron ve hükümet grevin yasadışı olduğu bahanesini ileri sürerek işçiler üzerinde baskı kurar. Fakat tüm baskılara rağmen Kavel işçileri direnişe kararlılıkla devam ederler. 62 günün sonunda grev başarıya ulaşır. Ve o zamana kadar yasak olan grev, Kavel işçilerinin mücadelesi sonunda yasal bir hak haline gelir. Böylece grevden dolayı tutuklu bulunan bütün işçiler de serbest bırakılır ve haklarındaki davalar düşer. 15-16 Haziran İşçi Eylemleri 15-16 Haziran 1970 işçi eylemleri, 1991 Zonguldak işçi yürüyüşü ve 2013 Gezi eylemleriyle birlikte Türkiye’de toplumsal hareketler tarihinin en görkemli anlarından birini oluşturur. O iki gün, İstanbul, Kocaeli ve Sakarya’da on binlerce sanayi işçisi kurulan bütün barikatları aşıp fabrikalardan caddelere ve meydanlara akmış, bir sınıf olarak örgütlenme yeteneğini ve gücünü herkese göstermiştir. İşçi sınıfının en nitelikli unsurlarını harekete geçiren gelişme, Sendika, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt kanunlarında yapılmak istenen değişikliklerdi. Yapılmak istenen değişikliklerle sendikal haklar tırpanlanıyor, DİSK yok edilerek Türk-İş tek sendikal örgüt haline dönüştürülmek isteniyordu. Getirilmek istenen değişiklikler, sendika kurma hakkını önemli ölçüde kısıtlamakta; işçilerin, istedikleri sendikaya üye olma hak ve özgürlüğünü ortadan kaldırmakta; siyasal iktidarın çıkar ve görüşlerine ters düşen sendikaların baskı altında tutulmalarına imkân hazırlamakta, grev ve toplu sözleşme haklarını işlemez duruma getirmekteydi. DİSK’in aldığı direniş kararı üzerine, 15 Haziran 1970 Pazartesi günü İstanbul ve Kocaeli’ndeki fabrikalarda bulunan DİSK üyesi işçiler direnişe geçti. Direniş öncesi işçi temsilcileri, direniş süresince yapacakları yürüyüşlerde eğer topluca vasıtalara binmeleri gerekiyorsa bilet almamak, hazırlayacakları broşür ve bildirilerde sendikalardan direktif ve görüş almadan
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
tamamen bağımsız davranmak, eğer bu direnişler sırasında tutuklananlar olursa bizzat fiilen müdahale ederek arkadaşlarını nerede olursa olsun kurtarmak, yürüyüş kollarına gelecek saldırıları önlemek için hazırlıklı olmak gibi konularda oybirliği ile kararlar almışlardı. Direnişe DİSK üyesi işçilerin yanı sıra, yer yer Türkİş üyesi işçiler de katıldı. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel direnişe büyük tepki gösterdi. İlk gün işçilerin yaptığı eylemleri ve yürüyüşleri genellikle izlemekle yetinen, müdahale ettiği durumlarda da çoğunlukla yumuşak davranan polis ve askeri birlikler, 16 Haziran 1970 Salı günü işçileri durdurmak için neredeyse bütün güçlerini kullandılar. 16 Haziran 1970 Salı günü saat 21’den itibaren İstanbul ve Kocaeli illerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetime rağmen, işçilerin direnişi devam etti, İstanbul’daki Derby, Sungurlar Adapazarı’daki Uni-Royal Lastik fabrikalarında işçiler işbaşı yapmadılar. 15-16 Haziran, o günlere kadar yalnızca işyerleri ölçeğinde ve ekonomik gerekçelerle harekete geçen Türkiye işçi sınıfının ilk defa işyeri, işkolu hatta sendika ayrımı gözetmeksizin harekete geçtiği günler oldu. Bu iki günlük eylemlilik, işçi sınıfının siyasal ve toplumsal gücünü gösterdi. Bu gelişmeler üzerine Ankara’da ODTÜ öğrencileri iki günlük boykot kararı alacaklar, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Magirus, Rabak, Bahariye Mensucat, Demir Çekme, AUER fabrikalarındaki işçiler fabrika içinde direnişlerini sürdürürlerken, İzmir’deki 12 işyeri de direnişe geçecektir. 15-16 Haziran, o günlere kadar yalnızca işyerleri ölçeğinde ve ekonomik gerekçelerle harekete geçen Türkiye işçi sınıfının ilk defa TBMM’de görüşülen bir kanun teklifini engellemek için, işyeri, işkolu, hatta sendika ayrımı gözetmeksizin harekete geçtiği günlerdir. Bu iki günlük eylemlilik, sonunda amacına ulaşamasa ve kanunun çıkmasını engelleyemese de, işçi sınıfının siyasal ve toplumsal gücünü göstermiştir. NETAŞ Grevi 12 Eylül Darbesi ile birlikte grevler yasaklandı, toplu iş sözleşmeleri Yüksek Hakem Kurulu’nun insafına terk edildi. İkramiyeler sınırlandırıldı, kıdem tazminatına tavan getirildi. 1983 yılında çıkarılan sendikal yasalar işçilerin hak kayıplarını daha da yaygınlaştırdı. Hak grevi yasaklandı, yasal olarak tanınan ekonomik grev hakkı sınırlama ve kısıtlamalarla etkisizleştirildi. Yasa yetmedi, tüzük ve yönetmeliklerle grev yerinde asılacak pankarttan, barınılacak çadıra, çalınacak davula kadar herşey, ince ince yasak ve sınırlamalara tabi tutuldu. Sendikal çevrelerde, bu yasalarla grev yapmanın olanaksız olduğuna dair bir kanaat hakim oluştu.
1980 ile 1986 arasında işçiler ekonomik olarak önemli kayıplara uğramış, satın alma güçleri gerilemiş olmasına rağmen, grev eğilimi düşüktü. Ufak bir kaç girişimi saymazsak, kimse greve cesaret edemiyordu. 1986 Netaş grevi, böyle bir ortamda cesaretin, kararlılığın ve sınıfa güvenin eylemi olarak gündeme geldi. 1963 yılında Kavel’de yasağa rağmen grev yaparak, grev silahını etkinleştiren metal işçileri, bu kez de adı var kendi yok bir hakkı kullanılabilir hale getirmek üzere kolları sıvamıştı. DİSK ve DİSK üyesi sendikaların faaliyetlerinin 12 Eylülce durdurulduğu bir ortamda bağımsız Otomobil-İş çatısı altında toplanan Maden-iş üyesi Netaş işçileri, İstanbul Ümraniye’de kurulu ve 2650 işçinin çalıştığı fabrikada 18 Kasım 1986’da greve başladı. 12 Eylül sonrasının ilk büyük grevi, grev silahını yeniden kullanılabilir hale getirdi. Netaş grevi, 1989 Bahar Eylemleri ve 1991 Zonguldak maden grevi gibi eylemler için esin kaynağı işlevi gördü. Bahar Eylemleri: Dipten Gelen Dalga Kamu kesiminde çalışan işçilerin 1989 yılı Mart, Nisan ve Mayıs aylarında başlattıkları ve Bahar Eylemleri olarak bilinen protesto eylemleri, 12 Eylül 1980 sonrasının ilk büyük işçi hareketi dalgasıydı. Bahar eylemleri 1990’ların hak mücadelelerinin yükselişinde önemli bir rol oynadı. Toplumsal muhalefetin kendine güvenini yeniden kazanmasını sağladı. Bahar Eylemleri’yle çeşitli yaratıcı eylem biçimleri gerçekleştirildi. Eylemler, zaman zaman genel grev havasına büründü. Eylemler süresince işçiler bilinen eylem türlerinin yanı sıra, bazıları ilk defa uygulanan ilginç eylemler de yaptılar: İşi durdurma, işi yavaşlatma, toplu yürüyüşler, trafiği kapatma, işyeri işgali, işbaşında oturma, işe gitmeme, fazla mesaiye kalmama, servis araçlarına binmeme, yemek ve sakal boykotu, çocuklarını evlatlık verme, toplu boşanma davası açma, çıplak ayakla yürüyüş, açlık grevi, vezne önünde bekleme, vizite eylemi, siyah çelenk bırakma, basın bildirisi, ücret almama, alkışlı protesto, fabrika önünde soğan ekmek yeme, bordroları postalama, bordroları balona bağlayıp uçurma, tüm ailenin katıldığı yürüyüş, başlıca eylem türleriydi. 1989 başında 600 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmelerinin yenilenmesinin gündeme gelmesi üzerine,Türk-İş sözleşme görüşmelerini ortaklaşa yürütmek ve ortak tutum almak için kamu kesiminde örgütlü olan 26 üye sendikanın içinde olduğu bir Koordinasyon Kurulu oluşturmuştu. Müzakerelere kamu işletmelerini temsilen 3 kamu işveren sendikası katılıyordu. Ancak, kamu işveren sendikalarıyla yapılan görüşmelerde hiçbir ilerleme sağlanamadı. Kamu işveren sendikaları, görüşmelerde ücret teklifi dahi vermedi. Sözleşme görüşmelerinde hiçbir ilerleme sağlanamaması üzerine kamu işyerlerinde çalışan yüz binlerce işçi 1989 Mart ayında Bahar Eylemleri’ni başlattı.
83
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
Eylemler devam ederken yapılan 27 Mart 1989 yerel seçimlerinde ANAP’ın oyu yüzde 35’ten yüzde 22’ye geriledi. Seçim sonuçları hükümetin uyuşmazlıkla ilgili tutumunu etkiledi ve 18 Mayıs 1989 günü anlaşma sağlandı. Eylemlerle işçi ücretlerinde önemli bir reel artış sağlandı. Bu eğilim 1990 ve 1991 toplu iş sözleşmelerinde de devam etti. Eylemler, memurların Temmuz 1989 zammını ve özel sektör işçilerinin sözleşmelerini olumlu yönde etkiledi. Bahar Eylemleri, katılan işçi ve sendika sayısıyla eylem yoğunluğu açısından Türkiye işçi hareketinde, 1980 sonrasının en geniş çaplı eylemiydi. Bahar Eylemleri’nin en önemli yönü kendiliğinden karakteriydi. Eylemlerde sendikaların ve sendikacıların rolü, yönlendirmesi ve öncülüğü zayıftı, kimi durumlarda ise hiç olmadı. Bahar Eylemleri dipten gelen bir dalgaydı. Bahar Eylemleri ile 12 Eylül askeri yönetimi ve ANAP tarafından uygulanan neoliberal iktisat politikalarında önemli bir gedik açıldı. Mart 1989 seçimlerinde başlayan ANAP’ın gerilemesi 1991 Genel seçimlerinde ANAP’ın iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Zonguldak Madenciler Grevi ve Yürüyüşü 30 Kasım 1990’da greve çıkan 48 bin maden işçisi, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya doğru yürüyüşe geçti. Aileler ile birlikte 70 bin kişiye ulaşan yürüyüş tamamlanamasa da, etkisi çok büyük oldu. Süreç, Zonguldak Maden İşçileri Sendikası’nın 30 Kasım 1990’da greve çıkmasıylabaşladı. Grevin 15.gününde çeşitli sendikalara üye 100 bin işçi, maden işçilerine destek vermek amacıyla iki saatlik iş bırakma eylemi yaptı. 3 Ocak 1991’de Türk-İş tarafından bir günlük işe gitmeme eylemi yapıldı. 4 Ocak’ta işçileri Ankara’ya götürecek olan otobüslerin Zonguldak’a girişi yasaklandı. Bunun üzerine sendika, işçilere Ankara’ya yürüyerek gidileceğini duyurdu ve yürüyüş aynı gün başladı. İşçi ailelerinin de katılımıyla sayıları 70 bine ulaşan yürüyüşçüler, güvenlik kuvvetlerinin çeşitli engellemelerine rağmen 112 km yol yürüdüler ve Mengen’e ulaştılar. 6 Ocak’ta Mengen’den hareket eden yürüyüşçülerin yolu tekrar kesildi. 7 Ocak’ta barikata yakın noktada bekleyen 201 işçi güvenlik güçlerince gözaltına alındı. 8 Ocak’ta Ankara’da hükümet ile görüşen sendika başkanı Şemsi Denizer, yürüyüşe son verildiğini açıkladı. Zonguldak›a dönen işçiler greve devam ettiler. Zonguldak Maden işçileri ekmek parası için, hakları için yollara düşmüş, dondurucu soğuklarda canını ortaya koymuştu. Madenciler, eylem yapma biçimleri ile geniş kitlelerin sempatisini kazandı, gönül bağı kurdu. Yürüyüş sırasında Türkiye’nin dört bir tarafından işçilere destek amacı ile battaniye, ilaç ve yiyecek gönderildi.
84
90’Lı Yıllarda Genel Grevler, Yürüyüşler, Direnişler 1990’larda yoğun “kanuni” grevlerin yanında çok sayıda “kanunsuz” direniş ve eylem de yapıldı. Türk-İş’in 12 Eylül sonrası en önemli eylemlerinden biri, 3 Ocak 1991 tarihinde uygulanan “işe gitmeme eylemi” oldu. 3 Ocak eylemi 1980 sonrasının ilk “iş bırakma” eylemi ve genel grevidir. 3 Ocak eyleminin, bu tür eylemlerden kaçınan Türk-İş tarafından yapılmış olmasının altını çizmek gerek. Sınıf hareketindeki kabarma Türk-İş yönetimini de önüne katmış ve Türk-İş’in kendini aşmasını sağlamıştı. Türk-İş tarafından 20 Temmuz 1994 tarihinde bir başka genel eylem kararı alındı. Türk-İş’in bu kararı DİSK ve kamu çalışanları sendikaları tarafından desteklendi. Genel eylem kararı kısmen uygulanabildi, genel grev önündeki yasal engeller fiilen bir kez daha aşıldı. 1990’lardaki iş bırakma eylemleri genel grevin yasayla engellenemeyeceğini, işçilerin örgütlü gücüyle bu engelin aşılacağını gösterdi. İş bırakma eylemlerinin yanında 1990’larda devasa işçi mitinglerine tanık olduk. 26 Kasım 1994 yılında Türk-İş’in çağrısıyla Tandoğan meydanında büyük bir miting yapıldı. 1990’lı yıllarda sosyal güvenlik haklarında yapılmak istenen değişikliklere karşı da büyük işçi eylemleri yapıldı. 5 Ağustos 1995’te Ankara’da büyük bir miting ve 8 Ağustos’ta iş durdurma eylemi yapıldı. 15 Ekim 1995 tarihinde Ankara’da büyük bir miting düzenlendi. Bu miting Tansu Çiller azınlık hükümetinin güvenoyu alamamasında etkili oldu. 5 Ocak 1997’de Ankara’da Türk-İş tarafından Susurluk kazası ile ortaya çıkan mafya-devlet ilişkilerini protesto etmek için düzenlenen mitinge büyük bir katılım oldu. Mitingde özleştirilmelerinin durdurulması, SSK’nın demokratikleştirilmesi ve çetelerin yargılanması istendi. 1990’ların ve 12 Eylül sonrasının en büyük yürüyüş ve mitinglerinden biri, 24 Temmuz 1999’da Ankara’da gerçekleştirildi. “Mezarda emeklilik” yasası olarak bilinen sosyal güvenlik yasalarındaki değişikliklere karşı Emek Platformu tarafından düzenlenen eyleme 200 bini aşkın emekçi katıldı. Dönem boyunca irili ufaklı yüzlerce işçi eylemi ve direnişi içinde Paşabahçe Cam Fabrikası’nda 1991 yılında toplu işçi çıkarmaya karşı yapılan, 21 gün ve 21 gece süren direnişin altını çizmek gerekir. Paşabahçe işçilerinin bu direnişi Beykoz’da yaşayanların yanı sıra geniş bir kamuoyu desteği sağladı. Direniş sonucunda işten atılan işçiler işlerine geri alındı. 1990’ların iz bırakan bir diğer işçi mücadelesi ise SEKA İzmit Fabrikasının kapatılmasına karşı 2 Ekim 1998 tarihinde başlayan ve 30 gün süren direnişti.
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
İşçilerin SEKA’nın kapatılmasına karşı fabrikayı işgal ettikleri eylem işçilerin ailelerinin desteğiyle büyük bir direnişe dönüştü. Fabrika işgali sonunda hükümet fabrikanın kapatılmasından vazgeçti.
Metal işçileri Mart 2015’te Bursa’da otomobil fabrikalarında ve yan sanayilerinde yine ayağa kalktı, haklarını istedi. Sendikal örgütlenmeleri de aşan bu işçi direnişi, işçilerin kendi aralarında kurdukları Fabrika Kurulları aracılığı ile yürütüldü.
2000’li yıllarda Direnişler: Seka, Paşabahçe, Yatağan, Seydişehir, Tekel... 2000’li yıllarda sendikal nedenli işten çıkarmalar yanında işyeri kapatmalara ve özelleştirmelere karşı bir dizi eylem yaşandı. Seka’nın kapatılmasına karşı 2005 yıllarında yapılan ikinci direniş, Muğla’nın Yatağan ilçesinde 1990’ların ikinci yarısında başlayan ve 2000’li yıllarda da devam eden direniş zinciri, Paşabahçe Cam Fabrikası’nın kapatılmasına karşı 2002 yılında yapılan direniş, Tekel işçilerinin 2009-2010 kışında Ankara’da gerçekleştirdikleri 78 günlük direniş, dönemin iz bırakan eylemlerinden bazılarıdır.
Türk Metal’in işveren örgütü MESS’le imzaladığı 3 yıllık sözleşmeyi protesto eden ve ilk olarak Renault‘da başlayan direniş Tofaş’a ve Coşkunöz’e sıçradı. Mücadele dalga dalga yayıldı. Renault, Tofaş, Mako, Coşkunöz, Delphi, Valeo, SKT, Nobel Automotive, Arçelik Beylikdüzü, Ototrim, Arçelik Tuzla, Otosan, Borusan, Borçelik, Farba, Ford Otosan, Çimtaş, Ficaso, K motor işçileri Türk Metal’e tepki göstererek sendikadan istifa ettiler. Talepleri imzalanan 3 yıllık, düşük zam oranlı toplu sözleşmenin iptali ve yeniden toplu sözleşme imzalanmasıydı.
AKP iktidarı süresince işçiler pek çok grev ve direniş gerçekleştirdi, 2013 yılının başlarından itibaren artan sayıda grev ve direniş yapıldı. 2013 yılı Şişecam işçilerinin fabrika işgal eylemiyle başlamıştı. Kasım 2013’te başlayan Greiff direnişine 1500 işçi katıldı. 2013’ün son aylarında Fen-İş işçileri direnişe başladı. Kazova işçilerinin fabrikayı işgal ederek üretimi sürdürmeleri, bu sürecin önemli deneyimlerinden biri oldu. Yatağan Termik Santrali’nde ve bağlı kömür ocaklarında 2013 Ağustos’unda 1500 işçinin başlattığı özelleştirme karşıtı direniş, Aralık 2014’te sonuçlandı. İşçiler özelleştirmeyi engelleyemediler ama işverenle bir sözleşme yaparak işten atılmaların önüne geçtiler. Mayıs 2013’te başlayan THY grevi, işverenin yoğun baskısı nedeniyle başlangıçta düşük katılımla devam etti, sonrasında da sendika yönetiminin değişmesi ile Aralık 2013’te sonlandırıldı. Grev süresince THY işçileri ile dayanışma sürdü. 12 Mayıs 2013’te Soma’da maden işçilerinin katledilmesi, son yılların en önemli işçi eylemlerini başlattı. Soma’da maden işçilerinin katledilmesine karşı işçiler sokaklara çıktı, çeşitli gösteriler yapıldı. Katliamın büyüklüğü kadar, madenlerdeki kötü çalışma koşulları da bu öfkeyi patlattı. Arkasından Eylül 2014’te Torunlar inşaatta ve Ekim 2014’te Ermenek madenlerinde yaşanan iş cinayetleri işçi sınıfının öfkesini en üst noktalara çıkardı. Hükümet iş güvenliği ile ilgili çeşitli yasal düzenlemeler yapmak zorunda kaldı. Metal Fırtına Metal grevi Ocak 2015’te 14 şehir, 42 fabrika, 15 bin işçi ile başladı, 25 yıl sonra ilk defa metal sektöründe bu kapsamda bir grev gerçekleşiyordu. Grevin bu özellikleri, patronları da hükümeti de korkuttu. Patronların güvenliği yine devreye girdi ve grev, milli güvenlik gerekçesi ile ertelendi.
Mücadeleyi tetikleyen, Bosch işçilerinin MESS’in dayattığı toplu sözleşmeyi kabul etmeyerek kendi işverenleri ile daha iyi bir toplu sözleşme imzalamayı başarmaları oldu. Bu sözleşme ile ücretlerine yüzde 60’a yakın zam alan Bosch işçilerinin mücadelesi diğer işçilere örnek oldu. Birleşik Metal-İş’in grev kararının işçilerde yarattığı umut, grevin yasaklanması ile geri çekilir gibi olmuştu, ama Türk Metal üyesi işçilerin eylemleri ile yeni bir çıkış yakalandı, böylece hem patronları hem de patron yanlısı sendikaları dize getirecek eylemler süreci başladı. İşçi sınıfı ve emekçiler metal işçileriyle dayanışma içinde oldu. Bursa metal işçilerinin eylemi Beylikdüzü, Gebze, Trakya, Çerkezköy, Eskişehir, Kayseri, İskenderun, İzmir, Ankara gibi metal işçilerinin yoğun olduğu bölgelere yayıldı. İşçiler, hem hakları için mücadelede hem de sendika bürokrasisine karşı mücadelede sahip oldukları yaratıcılığı bir kez daha gösterdiler. Flormar Direnişi Gebze’de kurulu, kozmetik üreticisi Flormar patronu 125 işçiyi işten attı. 12 işçi sendikal örgütlenmeye önderlik ettiği için, diğerleri ise ilk atılan işçilere alkışları ile destek oldukları için atıldılar. Atılan işçiler OHAL koşullarına rağmen 11 ay fabrika önünde direnişlerine devam ettiler. Flormar işçilerinin tek “suçu” sendikaya üye olmak. Yasal haklarını kullanıp Türk-İş’e bağlı Petrol-İş sendikasına üye oldular, sendika işyerinde toplu sözleşme imzalama yetkisini aldı. Ama sendikanın yetki aldığını öğrenen patron işçi kıyımına başladı. Direniş devam ederken bir yandan da Flormar ürünlerinin boykotu sürdü. Flormar ürünlerinin satıldığı reyonlara, işçilerin sendikal örgütlenme sonrası işten çıkartıldığına dair notlar yapıştırılarak kamuoyu bilgilendirildi.
85
Grev Neden İşçi Sınıfının En Önemli Silahıdır: Güncel ve Tarihsel Deneyimler | Faruk Sevim
Flormar direnişi önemliydi, çünkü Flomar direnişi şu gerçeğe parmak basıyordu: OHAL koşulları bütünüyle işçi düşmanıdır. Petrol-İş üyesi olduğu için işten atılan işçilerin eylemi bu gerçeği teşhir ediyordu ama aynı zamanda OHAL koşullarında direnişin mümkün olduğunu da gösterdi. Metal İşçileri Grevi Metal işçilerinin 2018 yılı sözleşme zaferinin arka planını incelemek önemli. İşçilerin kazanmasını sağlayan en önemli etken, grev yasağına rağmen fiilen grev yapacaklarına dair tüm kamuoyunda ve özellikle patronlarda uyandırdıkları kararlı tutumdur. Metal işçilerinin grevleri Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmıştı. Neredeyse rutin bir uygulama haline gelen ve işçilerin grev hakkını tamamen hükümetlerin iznine bağlayan bu uygulamaya karşı işçiler mücadeleye devam kararı aldı. 2015 yılında Türk Metal sözleşme imzalamış olmasına rağmen işçiler fiilen greve çıkmıştı. 2018 yılında da işçilerin fiilen greve çıkabileceğinden, en azından üretimi yavaşlatabileceğinden çekinen işverenler geri adım atmak zorunda kaldılar. Grev yasağı metal işçileri tarafından fiilen ortadan kaldırılmış oldu. Grev hakkına sahip çıkan işçiler, onlara destek olan diğer işyerlerindeki işçiler, ilk günden itibaren bu mücadelede metal işçilerinin yanında olan emek dostları elbette bu mücadelenin kazanmasını sağlayan asli unsurlar. Aynı günlerde Almanya’da 3,9 milyon metal işçisini ilgilendiren toplu sözleşme görüşmesinde anlaşma sağlandı. Buna göre ücretlere yüzde 4,3 zam yapılacak. Haftalık çalışma süresi isteyen işçiler için esnek şekilde 28 saate düşürülecek. Hem Türkiye’deki metal işçilerinin hem de Almanya’daki metal işçilerinin kazanımları işçi sınıfının birçok kesiminin odaklandığı bir sonuç oldu. Bütün bunlar diğer işyerleri ve işçiler için ilham verici olabilir. Sonuç Pek çok yasakla işlevsiz hâle getirilen grev hakkına işlerlik kazandırılması için grev yasaklarının ve grev hakkının kullanımını engelleyen bütün yasal düzenlemelerin kaldırılması için mücadele etmeliyiz. Dayanışma grevi, Hak grevi ve Genel grev hakkının sınırsız kullanılabilmesini sağlamalıyız. Sendika içi demokrasiye işlerlik kazandırmalıyız, üyelerin söz ve karar sahibi olduğu bir anlayış sendikalara egemen olmalıdır. İşçi ve kamu emekçisi ayrımına son verilmesini savunmalı, tüm işçilerin tek sendikal yapıda örgütlenmesi için mücadele edilmelidir. Bir başka mücadele alanı da, sermayeye karşı emeğin küresel düzeyde işbirliğinin ve enternasyonal dayanışmanın sağlanmasıdır. Marx ve Engels, çalışmalarının başından itibaren, işçi sınıfının grev eyleminin sınıfın mücadelesindeki belirleyici
86
rolüne vurgu yaptılar. Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabında, grevleri, işçi sınıfının savaş okulu olarak niteler. Grev sırasında çekilen sıkıntıların işçi sınıfını bilediğini ve onun dayanma gücünü arttırıp sınadığını anlatır. Grev hakkı, yani işi durdurma hakkı, esas olarak sendikalaşma ve toplu sözleşme hakkı ile bağlantılıdır. Grev hakkı olmaksızın, sendikal örgütlenmeler zayıf kalır, toplu sözleşme hakkı “toplu dilenme” hakkından başka bir anlama gelmez. Bir işyerinde grev yapmak, sadece grev kararını ilan etmekle bitmez. Grev hazırlıklarının çok daha önce başlaması, grev öncesi çeşitli eylemlerle işçilerin greve hazırlanması gerekir. Fazla mesaiye kalmama, yemek boykotu, öğle arasında toplu yürüyüşler yapma, akşam servislerin önünde eylemler yapma, bazı greve hazırlık yöntemleridir. İşçilerle işyeri dışında, evlerde toplantılar yapma, grevin nasıl yapılacağı, yasaklama benzeri saldırılar karşısında ne yapılacağı konusunda işçilerin görüş ve önerilerini alma, sürecin şeffaf yürütüldüğü konusunda işçiye güven verme ve başka pek çok uygulama, grevin başarıyla sonuçlandırılması için olmazsa olmaz koşullardır. Her demokratik hak gibi grev hakkı da asıl olarak işçi sınıfının kendisi tarafından korunmalıdır. Siyasal iktidarlar herhangi bir demokratik hak gibi grev hakkını da kolaylıkla ortadan kaldırabilmektedir. Grev hakkını ortadan kaldıran “grev ertelemesi düzenlemesi”ne karşı mücadele, işçilerin hak mücadelesinin ana hedefleri arasına alınmalıdır. Bu konuda tüm emek örgütleri bir araya gelmeli ortak bir mücadele sergilemelidir. Kendiliğinden olabilir, ekonomik, siyasal, ulusal, bölgesel ya da bir işkolunda olabilir ama aslolan kazanana kadar grev örgütlemektir. Önümüzdeki dönemde grev silahını daha çok hatırlamalıyız. Ekonomik krizin bedelini ödemek istemiyorsak grev hakkımıza daha fazla sahip çıkmalıyız. Son yıllarda işçilerin mücadele aracı olarak grev yapmak yeterince başvurulan bir yöntem olamadı. Bunda iktidarın grevlere karşı takındığı yasakçı tutumun büyük rolü var. Ama artık grev hakkımızı tekrar kullanmaya başlamak, kazanan grevler örgütlemek zorundayız. Kaynakça ILO Uzmanlar Komitesi, Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Özgürlüğü, ILO Uluslararası Çalışma Konferansı 81. Oturumu’na Sunulan Rapor, 1994 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, R.G. Tarih: 7.11.2012, Sayı: 28460. Balcı Şebnem Gökçeoğlu, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ‘Türkiye’ Kararı”, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2008/2 Dünya’da ve Türkiye’de Sendikal Örgütlülük, Birleşik Metal-İş Yayınları, 2002, İstanbul. “DİSK Bu Sabah Direnişe Geçiyor”, Cumhuriyet, 15 Haziran 1970. “70 bin İşçi Direnişe Geçti”, Cumhuriyet, 16 Haziran 1970 “İşçi Yürüyüşünde 3 Ölü Var”, Cumhuriyet, 17 Haziran 1970.
Üst Akıl, Gezi Direnişi ve Komplo Teorileri Ozan Ekin Gökşin
S
iyasetle tanışıklığı 2000’ler sonrasına denk düşenler için komplo teorileri, AKP’nin iktidara gelişini, iktidarda kalışını açıklamak için oldukça popülerdi. Sadece AKP için değil, askeri vesayetin gerilemesini, Kürt sorununun barışçıl çözümünü, Ermeni soykırımının tanınmasını arzu eden liberal ve sol çevreler de bu komplo teorilerinden nasibini alıyordu. Bu teoriler, dünyadaki örneklerine benzer şekilde, antiemperyalizm soslu, çoğu zaman antisemit, kitlelerin mücadelelerine kör, halktan ümidini kesmiş, karamsarlık yayan bir hüviyete sahipti. Bu dönemin komplo teorisyenleri, emperyalizmi, kapitalizmin bir aşaması görmekten ziyade, mutlak gücü elinde bulunduran bir grup seçkinin tüm dünyayı kukla gibi oynattığı bir sistem olarak algılamaktaydı. AKP, işte bu seçkinler tarafından, Türkiye’de bir dönüşüm gerçekleştirmek amacıyla operasyonla iktidara getirilmişti. Nihai amaç, ulusalcılığın dozuna göre, ülkeyi bölüp Sevr Antlaşması’nı gerçeğe dönüştürmekten, piyasanın hüküm sürdüğü neoliberal bir düzen kurmaya, Müslüman Kardeşler yahut Selefi tarzda bir şeriat getirmekten, İran tipi bir molla rejimine geçişe farklılık gösterebiliyordu. Bunların bir kısmı, tüm çelişkileri ile birlikte aynı anda savunulabiliyordu. Ulusalcı solun bayraktarlığını yaptığı komplo teorisyenleri, Türkiye’deki darbeler zincirini, Müslümanların tepesine çöken postmodern 28 Şubat darbesini, bu darbeye olan öfkeyi, on yıllardır süregiden demokratikleşme arzusunu ve Kürt sorununda çözüm için barış mücadelesini, bu kaos dönemine eşlik eden ekonomik kriz, enflasyon, devalüasyon, hortumlanan bankalar sürecini es geçerek, “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklara karşı” sloganıyla AKP’nin iktidara gelişini, halkın tercihlerinden soyutlamaya çalıştılar. Devran döndü ve yolsuzlukları ortaya serilen, yoksulu daha yoksul kılan politikaların mimarı, en ufak özgürlüğün yasakçısı haline gelen AKP, bu komplo teorilerini siyasi diskurunun merkezine yerleştirdi. Tarihin bir cilvesi, bu dönüşümü Türkiye’deki ilk kitlesel halk ayaklanmasının ardından, Gezi direnişini açıklayabilmek ve seçmenlerinin gözünde küçük düşürebilmek, toplumu kutuplaştırmak için gerçekleştirdi.
87
Üst Akıl, Gezi Direnişi ve Komplo Teorileri | Ozan Ekin Gökşin
Komplo Teorisi ve Marksizm Komplo teorileri, en kısa ve objektif haliyle, bir grubun giriştiği eylemin niteliğini ve amacını açıklamaya çalışan teorilerdir. Fail genellikle gizli bir cemiyet, bir örgüt yahut istihbarat servisidir. Giriştikleri eylem, toplumun iradesini hiçe sayan, toplumu manipüle eden, suikast, savaş, darbe ve devrim gibi suçlardır. Komplo teorisyenleri ve bu teorilere inananlar genellikle sağcılar olsa da, bilhassa kapitalist sisteme eleştirileri bakımından Marksizmle benzeşen, bu vesileyle de kendisini solcu olarak tanımlayan insanları da cezbeden bir yanı bulunur. Marksistler dinine, ırkına bakmaksızın bir avuç kapitalistin milyarlarca insan adına kararlar aldığını anlatır. Komplo teorisyenlerine göre ise bu bir avuç aile Yahudi’dir. Bu yüzden Yahudi olmayan Rockefeller ailesini Yahudi ilan eder, herhangi bir servete sahip olmayan her Yahudi’yi de büyük bir planın parçası olmakla suçlayabilirler. Komplo teorisyenler için, gerçekleşmiş, gerçekleşmekte olan ve gerçekleşecek tüm olaylar tepeden inmedir. Toplumun etkisi yoktur. Marksistler içinse gerçekleşmiş, gerçekleşmekte olan ve gerçekleşecek tüm olaylar sınıf mücadelesidir. Toplum, örgütlülüğü oranında müdahale eder ve yönlendirir. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki tarifiyle tarih boyunca sınıf mücadelesi vesilesiyle, “ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.”1 Komplo teorileri ile Marksizmin bir diğer önemli farkı da stratejiye dairdir. Komplo teorileri, eleştirdiği sistemi değiştirmek için bir öneriye sahip değildir. İnsanların, dünyayı yöneten sekiz aileden nasıl kurtulacağı muammadır. Oysa Marksizmin, “kapitalizmin nihai çöküşünü sağlama perspektifi ve işçi sınıfının etkisini arttırabilmek için bugün ve yarın somut olarak ne yapılmasını gerektiğini söyleyebilme yeteneği gibi büyük avantajları” bulunmaktadır.2 Bu farkla birlikte, Marksizm, işçi sınıfı ve ezilenleri mücadeleye çağırır, kitlelerin sistemi değiştirebileceğini anlatır. Komplo teorileri ise insanların güçsüzlüğünü, iradesizliğini, etkisizliğini anlatır. Bu yönüyle komplo teorileri Marksizmin düşmanıdır. Yerli ve Milli Komplo Teorileri Her ne kadar bu teoriler yurtdışından ithal ve tercüme olsa da, sağcıların icat ettiği ve sol görünümlü sağcıların devam ettirdiği yarı özgün komplo teorileri
88
de bulunmakta. Örneğin Sabetaycılık, yakın zamana kadar en gözde komplo teorisi konularından birisiydi. Teoriye göre, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar, Selanik göçmeni, Yahudilikten Müslümanlığa ihtida etmiş, fakat gizli saklı kendilerine has dini ritüelleri gerçekleştiren elit kesimden oluşur. Bu teorinin bayraktarlığını geçmişte Mehmet Şevket Eygi ve Kadir Mısıroğlu gibi sağcılar yapmaktayken, 90’ların başında bayrağı devralanlar Yalçın Küçük ve Soner Yalçın olmuştu. Onomastik isimli bir teknikle, mezarlıkları gezerek, gazetelerdeki ölüm ilanlarını takip ederek, sadece Türkiye’yi yönetenlerin değil, hasbelkader ünlü olmuş insanların Sabetaycı, yani özünde Yahudi olduğunu iddia etmişlerdi. Örneğin, Yalçın Küçük’e göre Hülya Avşar da Mehmet Ağar da Sabetaycıdır.3 Orhan Pamuk’un başarısı da, iyi bir yazar olduğu için değil, dönme olduğu için Yahudi Lobisi katkısıyla gerçekleşmiştir.4 Soner Yalçın da, Efendi-Beyaz Türklerin Büyük Sırrı kitabında Türkiye’yi Sabetaycıların yönettiğini anlatmıştı.5 Hem Soner Yalçın hem de Yalçın Küçük yöntem olarak kitaplarına doğru veya yanlış binlerce isim, akrabalık bağları örgüsü ve ima dolu yorumları tıka basa doldurmayı, vardıkları sonucu açıkça yazmayıp yoğun isim ve imalı yorum bombardımanına tabi tuttukları okurun kendiliğinden bir sonuca varmalarını tercih etmektedirler. Yüksek derecede bilgi birikimi gerektiren bir konuda fazla bilgisi olmayan sıradan okurun bu yoğun veri bombardımanında varacağı sonuç bellidir: Türkiye Cumhuriyetini Yahudiler yönetmektedir.6 Nitekim Yalçın Küçük, Abdullah Gül ve eşinin, Ahmet Davutoğlu’nun ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Yahudi olduğunu iddia etmişti. Gül iddiaları yalanlamış, Erdoğan ise mahkemeye gitmişti. Henüz Davutoğlu’nun bir yalanlamasına şahit olmadık. Ki bu komplocuların gözünde kesin kanıt teşkil eder. Davutoğlu’nun AKP’ye karşı parti kurması ile birlikte, bu iddialar yeniden canlanabilir. Ancak Sabetaycı avcılığının komplo teorisyenleri arasında artık eski cazibesi kalmadı. AKP’ye yakın basın kuruluşlarında, 24TV, Beyaz TV, TVNET gibi kanallarda Ramazan Kurtoğlu, Abdullah Çiftçi, Ertan Özyiğit gibi teorisyenler daha büyük bir anlatıya sahipler. Bu anlatı, Erdoğan’ın üst akıl, faiz lobisi gibi dış güçler propagandasını tamamlayacak şekilde, İlluminati, Masonlar, Siyonistler, Haçlılar, Soros, Rothschild ailesi, Evanjelizm 3
Ördekçi, 2006.
4
Bali, 2009, s. 33.
1
Marx ve Engels, 1848.
5
Hür, 2005.
2
Molyneux, 2019.
6
Bali, 2004.
Üst Akıl, Gezi Direnişi ve Komplo Teorileri | Ozan Ekin Gökşin
gibi tüm dünyada popüler olan, dünyayı medeniyetler çatışması olarak gösteren, Batı’daki Müslüman karşıtlığını da delil kabul ederek Müslüman dinleyicilerin daha kolay ikna olabileceği bir niteliğe sahip. Komplo teorisyenliği, TV programları ve basılan kitaplarla reyting ve kâr getiren ticari bir sektör. Ortalama bir araştırma kitabından daha çok baskıya ulaşıyorlar, TV şovları nitelikli akademisyenlerin katıldığı programlara nazaran daha çok izleniyor. Bu teoriler, sadece hükümetin işine yarayacak siyasi çıkarımlar yapmanın ötesinde deli zırvaları ile topluma korku salıyor. Bu teorilere göre, aşılar çocukları otizm sendromlu yapıyor, uçakların ardından atılan gazlarla topraklar ve canlılar zehirleniyor, çizgi filmlerle, filmlerle, müzik klipleriyle insanlar hipnotize edilerek zombilere dönüştürülüyor, tüm hareketlerimiz akıllı telefonlar sayesinde izleniyor, gıda terörü ile sağlıksız bireyler yetişiyor vs. Teorisyenlere göre bunlar, dünya nüfusunun azaltılması, kalanların köleleştirilmesi için gerçekleştirilen bir İlluminati planı. Halbuki Türk televizyonlarından önce The X-Files’ta da aşağı yukarı aynı konu işlenmişti. Gezi Davası ve Soros Popülist sağ ve ulusalcı solun komplo teorilerini aralarında takaslaması, Marksizmden uzaklaşarak, gelişmeleri sınıf temelinden yoksun açıklamaları bakımından kolayca gerçekleşebiliyor. Gezi davası da bu durumun en güncel örneklerinden birisi. Zira Gezi davasının fitili, eski bir TKP üyesinin savcılığa verdiği bilgilerle yakılmıştı. İddianamede de yer alan ifadeye göre eski TKP’li Murat Papuç, farklı siyasi meseleleri dert edinenlerin ortaklaştırılarak bir rejim değişikliği hedeflendiğini, bu operasyonun tankla tüfekle değil, psikolojik savaş teknikleriyle gerçekleştirileceğini söylemişti.7 Osman Kavala’yı Türkiye’nin Soros’u olarak nitelendirirken, Gezi sonrası TKP’nin bölündüğü süreçte TKP dışında kalanları da Osman Kavala ile birlikte hareket etmekle suçlamıştı. Hakkında olumlu konuştuğu tek isim olan TKP üyesi Hüseyin Karabulut’u “olayların şiddet boyutuna varmaması kararını ve halkın sırf zarar görmemesi adına parkın bir basın açıklaması sonrası boşaltılması kararını toplantılarda dile getiren kişi” diye tarif etmişti. Murat Papuç, savcılığa verdiği ifadenin açığa çıkmasından sonra, psikolojik rahatsızlıkları sebebiyle askeriyeden kovulmuş olduğunu ve sözlerine riayet edilmemesi gerektiğini ifade etti.8 Varsayalım Papuç deli, anlattıklarını nereden öğrenmişti? Soros heyulası 2000’li yılların ortasında, AKP’nin iktidara gelişiyle yaratılmıştı. Demokrasi ve barış mücadelesi verenler ve darbe karşıtları Sorosçu olmakla 7
Gezi Parkı İddianamesi, 2018, s. 241.
8
Artı Gerçek, 2018.
itham edilmişti. İkonik bir örneği Sol gazetesinin internet portalında yayınlanan, Orhan Aydın’a ait “Beşinci Kol…” yazısı.9 Bu yazıda, Baskın Oran için seçim kampanyası gerçekleştiren isimleri bir bir fişliyor. Ona destek veren dernek, vakıf ve partilerin nereden para bulduğu sorgulanıyor. Aydın’a göre: İstanbul 2. Bölgedeki, 18 adet yüksek kiralı, seçkin seçim ofisine ve tüm bilgisayar donanımlarına, ofislerde çalışan Bilgi Üniversitesi›nden oy avcılarına ödenen para, sokaklardaki el ilanlarını dağıtan gençlere, bölgeyi kuşatan büyük reklam panolarına verilen miktar, ulaşım için kullandığı son model araçlara aktarılan para, TV ekranlarında boy göstermek için basın tekellerine ödenen yüklüce dolarlar, dağıtılan el ilanları, afişler, bez afişler için yapılan harcamalar, yıldızlı otellerde yenilen yemekler, yatılan otel giderleri, konuşma yapmak için tutulan gösterişli salonlar, otel lobileri, dostlarına ikram ettiği kokteyller, tanıtımı için kullanılan müzik gruplarının aldığı astronomik rakamlar, ulaşım ve iletişim hizmetlerinin tamamı, arkasındaki, «dönek solcu» reklam ajansının aldığı kabarık miktar, uçak gel-gitleri, SINIRI OLMAYAN bir fondan yapılıyor.
Herhangi bir seçim kampanyasında bulunmuş bir aktivist, yukarıda abartı ile bahsedilen kalemlerin finansmanı için sınırı olmayan bir fona ihtiyaç olmadığını bilir. Baskın Oran kampanyası sayısız gönüllü aktivistin emeğiyle, dişinden tırnağından artırdığı bağışlarla gerçekleşmişti. Örneğin Orhan Aydın’ın aday olduğu 2018 seçimlerinde TKP, on yedi bağımsız milletvekili adayı ile seçime girmişti. Bağımsız milletvekili olmanın bedeli 14 bin TL. Komplocu mantığa göre toplamda sadece adaylık için 238 bin TL’nin çöpe atıldığı bu seçim kampanyası da “sınırı olmayan bir fondan” nemalanmakla suçlanabilirdi. Ülkemizde ise; önceleri, küresel barış ve adalet diye ortaya çıkan bir grubun sınırsız destekçisi oldu. Sayesinde birtakım adamlar «barışçılık» adı altında AB propagandaları yaparak ceplerini doldurdu. Bir genç delikanlıyı ortalara sürerek, onun ‘yakışıklı› duruşunu, ranta tahvil etti ve sonunda delikanlıyı aynı fondan beslenen bir tiyatronun ortağı yaparak ortalardan çekti. Orhan Aydın, bu sözleriyle de Irak’ta savaşa karşı çıkan, Türkiye’nin işgalini engelleyen eylemleri inşa edenleri hedef tahtasına oturtarak bugünden geçmişe baktığımızda iftihar etmemiz gereken bir mücadeleye kara çalıyor. Fakat aynı zamanda “yakışıklı, genç, delikanlı, tiyatrocu” sözleriyle Gezi davasında müebbetle yargılanan ve bu yüzden Türkiye dışında yaşamak zorunda Memet Ali Alabora’yı işaret ediyor. Türkiye’yi bölüp parçalamaya çalışan bu örgütün her bir üyesinin deşifre edilmesi gerektiğine inanan Aydın, tüm kadroyu sıralıyor. Aralarında Gezi davası 9
Aydın, 2007.
89
Üst Akıl, Gezi Direnişi ve Komplo Teorileri | Ozan Ekin Gökşin
sebebiyle hâlâ tutuklu bulunan Osman Kavala da bulunmakta. Yani, Murat Papuç emniyetteki ifadesinde, kendi gözlemlerini değil, mensubu olduğu partide geçtiği tedrisatın birikimini ortaya sermişti. Şu anki TKP’nin liderliği parti içi tartışmalarda Gezi direnişini “Seferberlik Tetkik Kurulu adlı bir devlet içi örgütlenmenin AKP’yi iktidardan indirmek üzere planı” olarak görmüştü.10 Gezi’yi terk etmek isteyenler ve sokakta mücadele etmek isteyenler arasındaki makas açılmış ve bu komplocu bakış yüzünden TKP ikiye bölünmüştü. Sonuç olarak devlet, AKP’nin ulusalcı solculardan devraldığı bu teoriyle Gezi’deki barışçıl protesto gösterilerine katılan sıradan insanları müebbet hapisle yargılayabiliyor. Buradaki işlevsellik kutuplaşmayı derinleştirmesinden ibaret değil, aynı zamanda halk kitlelerine olan inançsızlığın da pekişmesini sağlıyor: Yoksul, emekçi kitleleri küçük gördükleri için, halkı aptal zannettikleri için, bu kitlelerin kendi başlarına örgütlenebileceğine, mevcut duruma itiraz edebileceğine, eyleme geçebileceğine inanmıyorlar. Dolayısıyla, büyük kalabalıklar düzene karşı harekete geçtiğinde mevcut düzenin siyasetçileri gerçekten de “düğmeye basan birilerini” aramaya başlıyor. Doğu Avrupa’da 1989 devrimleri, Gezi, Tahrir Meydanı, şimdi Fransa... Hep kitleleri harekete geçiren “gizli odak” aranıyor.11
Mücadele Komplo teorileri dünyayı açıklamaya mahir değil. ABD’nin güdümündeki AKP, Türkiye’nin Suriye’yi karadan işgal edip Esad rejimini devirmesini sağlayamadı, bilakis Rusya ve Çin’le flört halinde Suriye devletinin bölünmez bütünlüğünü savunuyor. Şeriat devleti ilan etmek için uçakla ineceği havalimanında Humeyni gibi karşılanması beklenen Fethullah Gülen şu an terör örgütü lideri olarak devletin en büyük düşmanı. Çözüm süreci ülkenin bölünmesini sağlamadı, aksine çözüm konusunda gelinen aşamanın da gerisindeyiz. Her kritik dönemeçte AKP’yi gizliden desteklemekle suçlanan HDP’nin liderleri hapiste, seçilmiş belediye başkanları görevlerinden alınıyor. Son on yılda anlatılan korku senaryoları gerçekleşmedi. Fakat popüler komplo teorilerinin revaçta olmasının, dünyanın acı gerçeklerini görmezden gelmeye yaradığı da aşikar. Sürüngenimsi yeşil yaratıkların yer altı mahzenlerinden dünyayı yönetmesi, İlluminati’nin müzik endüstrisi ve Hollywood’la bizlere verdiği sübliminal mesajlar, 3000 yıllık dini mezheplerin perde arkasında yürüttüğü savaş, uzaylıların melez ırkla dünyayı ele geçirmesi sıkıcı yaşantımızı renklendirebilirdi. 10 Altan, 2019. 11 Margulies, 2019.
90
Komplo teorileri bir edebiyat türü değil. Toplumun pasifize olmasını vaaz eden, insanları edilgen kılan bir işlev görüyor. Her bir teorinin yanlışlığını ispat etmekle sınırlandırıldığında, komplo teorileri ile mücadele etmek hiç kolay değil. Bu teoriler de kapitalist sistemin bir ürünü ve Fransız Devrimi’nden, Holokost’a, 1917 devriminden Doğu Bloku ve Sovyet Rusya’nın yıkılışına kadar her vakada kitlelerin rolünü küçümsemek ya da toplumun bir kesimini şeytanlaştırmak için kullanıldı. Bugün en yetkili mercilerden dış güçlerin bir oyunu olarak anlatılan Gezi direnişine katılan hiçbir birey, bulunduğu eylemlerin uluslararası bir komplonun parçası olduğuna inanmaz. Bir yerlerden fonlanmadığını, birilerinin düğmeye basmasıyla sokağa fırlamadığını, Gezi Parkı’nın AVM olmasını engellemek, polis şiddetini protesto etmek için orada olduğunu bilir. Troçki’nin ifadesiyle “halk yığınlarının ayaklanması, başkalarının onu doğrulamasına muhtaç değildir.” AKP hükümeti ve komplo teorisyenleri suçu dış mihraklara ata dursun, devrimci Marksizm geleneği için antiemperyalizm, suçu dış güçlere bağlamak, burjuvaziyle milli birlik ve bütünlük içinde olmak değildir. Çünkü asıl düşman içeridedir. Kaynakça Altan, Birtan, 2019, “Komünistlik ne değildir?”, Türkiye İşçi Partisi web sitesi, http://tip.org.tr/2019/06/29/komunistlik-ne-degildir/ Aydın, Orhan, 2007, “Beşinci kol…”, Sol Haber Portalı, http://arsiv. sol.org.tr/index.php?yazino=12488 Bali, Rıfat N., 2004, “Efendi neyi anlatmakta?”, Birikim, sayı: 182 http://www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/efendi_neyi_anlamakta.pdf Bali, Rıfat N., 2009, “A Scapegoat for All Seasons : The Döonmes or Crypto-Jews of Turkey” s.23-40, Andras Kovacs, & Michael L.Miller (ed) Jewish Studies at the CEUV , 2005-2007 http:// www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/a_scapegoat_for_ all_seasons0001.pdf Gezi Parkı İddianamesi, 2019, “Bilgi Sahibi Murat Papuç İsimli Şahsın İfadesi”, sf 241 Hür, Ayşe, 2005, “Küreselleşen Anti-Semitizm ve Türkiye”, Birikim, https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/865/kuresellesen-anti-semitizm-ve-turkiye#.XYJcT9IzZdg “Kavala operasyonunda 26 ihbar etmişti: Bugün dilekçe verdi”, 2018, Artı Gerçek, https://www.artigercek.com/haberler/kavala-operasyonunda-26-kisiyi-ihbar-etmisti-bugun-dilekce-verdi Margulies, Roni, 2019, “Üst akıl ve birileri”, Marksist.org, https:// marksist.org/icerik/Yazar/10990/mobileRedirect Marx, Karl ve Engels Friedrich, 1848, Komünist Parti Manifestosu https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm Molyneux, John, 2019, “Komplo teorilerinin nesi yanlış?” https://www.dsip.org.tr/index.php/yayinlar/85-marksistorg/1093-komplo-teorilerinin-nesi-yanlis Ördekçi, Mehmet, 2006, “Sabetaycılar, Küçük Hoca ve ‘Usturuplu Faşizm’” https://mehmetordekci.wordpress.com/2006/10/30/ sabetaycilar-kucuk-hoca-ve-%e2%80%98usturuplu%e2%80%99-fasizm-2/
Irkçılığın Ekonomik Kökleri Sinan Özbek
I
rkçılık günümüzün en sık duyulan, üzerine çok konuşulan, yazılan ideolojilerinden biri. Öyle ki milliyetçilik, cinsiyetçilik tartışmalarını geride bırakıyor. Kuşkusuz bu, bugün yaşanan sosyal olaylarla ilgili bir durum. Irkçılık tartışmasının ve olgusunun böylesine acil bir önem kazanması artık doğrudan göç ve göçmenlik olgusuna bağlanıyor. Bugünü karakterize eden en önemli sosyal hareketlilik, göç gibi görünüyor. Göç ve göçmenlik olgusu da savaşlar ve ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor. Ancak göçe ve dolayısıyla göçmenliğe yol açan nedenin kendisi, ırkçılığın nedeni değil. Bunun gibi çoğu zaman hayatını kurtarmak için göç etmiş insanların varlığı da ırkçılığın dolaysız nedeni değil. Yani yabancı olanın yaşanılan ülkeye gelmesi ırkçılığın dolaysız nedeni değil. Bir ideolojinin neden ortaya çıktığını kavramak, o ideolojiyi anlamanın olmazsa olamaz koşuludur. Bu ise ilk bakışta görüldüğü kadar kolay değildir. Nedenleri, niçinleri bilinmeden ideolojiler üzerinde konuşmak, en iyi ihtimalle gazetelerde okunanları tekrar etmek anlamına geliyor. Bu da çoğu zaman yanlış, yanlı bir düşünce içinde olmaktır. Dahası yaygın düşüncelerden hareket etmek ideolojinin, buradaki tartışma açısından ırkçılığın, savunucusu haline gelmektir. Öyleyse ırkçılığın nasıl ortaya çıktığını araştırmak gerekiyor. Tarihsel Ekonomik Kökler Sanıldığı gibi insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış olan her türlü yabancı olanı dışlama, aşağılama pratiği ırkçılık değildir. Irkçılık bir ideoloji olarak 16/17. yüzyılda ortaya çıkıyor. Asıl olarak 16. Yüzyılda İspanyolların Amerika’yı işgal ederken kullandıkları argümanlarda karşımıza çıkıyor. Temellendirme şöyle: İşgale bir engel yoktur çünkü yapılan bir “uygarlık misyonu”dur. Amerikan yerlileri doğal olarak daha aşağı düzeyde olan varlıklardır ve üstelik bir de ahlakî olarak bozukturlar… Bu öylesine öne sürülmüş argüman da değil. Dönemin filozofları bunu anlatmak, kabullendirmek için epey ter döküyor. Bu aşamada ırkçılık işgali meşrulaştırmanın ideolojisi olarak iş görüyor. Sömürgeciliği haklı çıkarmayı sağlıyor. Bu dönemin ırkçılığı biyolojik gösterene dayanıyor ve son derece saldırgan…
91
Irkçılığın Ekonomik Kökleri | Sinan Özbek
Bir kez işgal gerçekleştikten sonra da ırkçılık verimli bir ideoloji olarak işliyor. İşgal edilen topraklarda, öncelikle Amerika’da, geniş plantajlar oluşturuluyor ve bu plantajlarda çalıştırılacak emek gücüne ihtiyaç duyuluyor. Bu emek gücünü sağlamanın yolu olarak da kölecilik devreye sokuluyor. Bu da Afrikalı insanların köleleştirilerek Amerika’ya taşınması sonucunu doğuruyor. Kuşkusuz bu insanlık tarihindeki en trajik olaylardan biridir. Bu kez ırkçılık, köle emeği kullanılmanın açıklanması için kullanılıyor. Irkçılık, bu orijinal haliyle plantaj aristokrasisinin ideolojisi oluyor. Bu noktada bir soru cevap bekliyor: Antikçağ’da da köle emeği kullanıldı, neden o dönemde ırkçı ideolojiye gerek duyulmadı? Bu soru doğrudan emeğin niteliğiyle ilgili. Emek değişik toplumlarda, ekonomik sistemlerde farklı niteliklere sahiptir. Kapitalizm öncesi sistemlerde emek özgür değildir. Köleci toplumlarda kölenin bizzat kendisi özel mülktür. Feodalizmde eşit olmayan gruplar vardır ve eşit olmayış hukuksal olarak belirlenmiştir. Kapitalizmde ise sömürü özgür emeğe dayanır. İşçi emek gücünü satıp satmamakta özgürdür. Tabii ki bunun sonuçlarına katlanarak. İşte tam olarak burası ırkçı ideolojinin kaynaklandığı, temellendiği noktadır. Hatırlanacağı üzere; eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ifadesi burjuva devriminin temel ilkeleridir. Bir kez bu ilkeler büyük harflerle yazıldıktan sonra, hakikatteki eşit olmayış büyük bir çelişkidir. Köle emeği kullanmak kapitalizmin şizofrenik yanıdır. İşte kapitalizm, içinde taşıdığı bu çelişkiye cevap bulmak, kendi içindeki köle emeğini açıklamak zorundadır. Bunun en kestirme ve etkili yolu “zenci”nin insan olmadığını ilan etmektir. Hiç kuşku olmasın ki “zenci”nin insan olmadığının anlatmak için bilim de çok yoğun çaba veriyor. Burada Bernier, Linnaeus, Buffon, Blumenbach ve Kant teorinin ağababaları olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlatılanlar ırkçılığın tarihi seyrini kavramamızı sağlıyor. Ancak olguya bugünden bakınca yeni bir soru ortaya çıkıyor: Kölecilik tarihin derinliklerinde kaldığına göre bugünkü ırkçılık nasıl açıklanacak? Irkçılık, kölecilik döneminden arta kalan bir ideolojik artık mı? Irkçılık ideolojik bir artık olsaydı, onu eğitimle bertaraf etmek mümkün olurdu. Böyle olmadığı için de eğitim yoluyla ırkçılığı bertaraf edeceğini düşünmek komediye dönüşüyor. Bugünkü ırkçılık kültürler arasındaki farklılığı aşılmaz bir engel olarak görüyor. Bu haliyle biyolojik ırkçılığın yerine geçen bir kültürel ırkçılıktan söz ediliyor. Ama kültürler arasındaki farkın aşılmazlığı, tıpkı siyah olmanın aşılmazlığını anlatmaktaki muhkemlikte anlatılıyor. Irkları bilimsel olarak anlatma çabalarının çökmesi, sahte bilim olarak nitelenmesi ve Nazilerin biyolojik ırkçılığı bir ideoloji olarak kullanmış olması, biyolojik ırkçılığın önemli oranda geri çekilmesini getiriyor. Buna rağmen modern kapitalizm kendi içinde ırkçılığın yaşamasını
92
gerektiren nedenler taşıdığından, kültürel ırkçılık biçimiyle devam ediyor. Bu nedenler şöyle sıralanabilir: 1. İşçiler arasındaki ekonomik rekabet: kapitalist üretim sürecinde işçi ücretleri farklıdır. Örneğin kalifiye işçi ve vasıfsız işçi ayrımıyla farklı ücretler ödenir. Bu tür bir ücret farklılığı başka ulustan işçiler için söz konusu olduğunda, ırkçılığın ortaya çıkması için zemin oluşuyor. 2. Egemen ulusun üyesi (çoğu zaman beyaz) işçi ırkçı ideolojinin etkisine açıktır: Irkçılık egemen ulus işçisinin kendisini aynı ulusal kökene sahip olduğu patronla özdeşleştirmesini sağlar. İşçinin patronla aynı aidiyette olduğu hissini yaratıyor. 3. Irkçılık kapitalist için, işçiler arasındaki bölünmüşlüğü sağlamlaştırmaya yarayan bir ideolojidir: Bu işleyişiyle ırkçılık işçi sınıfını bölüyor ve güçsüz kılıyor. Irkçılık Doğudan Kapitalist Ekonomiye Bağlanır Kuşkusuz bu üç madde de yerli yerinde birer tespittir. Irkçılığın neden gerekli olduğunu anlatmak için epeyce iş görüyor. Ancak ırkçılığın bir ideoloji olarak neden gerekli olduğunu açıklamakla sınırlı kalıyor. Böyle olduğu için kapitalizmin bugün de ekonomik bir gereklilikten dolayı ırkçılığa başvurup vurmadığını açıklamakta yetersiz kalıyor. Bir başka ifadeyle ırkçılık ile burjuva toplumun ortaya çıkması arasındaki paralelliğin gösterilmesi, yine ırkçı ideolojinin kapitalist ekonomiyle dolaysız olarak bağlı olduğunu göstermeye yetmiyor. Dolayısıyla ırkçı ideolojinin burjuva toplumuyla bağını gösterebilmek için, onun kapitalist ekonomiyle bağını açık bir şekilde göstermek gerekiyor. Bunun için de iki farklı olguya hatırlamak gerekiyor. Bunlardan ilki, daha önce de belirttiğim kapitalist sistemde emeğin özgür olmasıdır. İnsanlık tarihinde ilk defa kapitalizmle birlikte işgücü pazara sürülüyor. Artık işgücü fiyatı piyasada belirlenen ve özgürce satılabilen bir metadır. Kapitalizmle birlikte işgücü bir meta olmuştur ama bu meta diğer metalardan farklı bir niteliğe sahiptir. Bu nitelik, işgücünün değerin de kaynağı olmasıdır. İşgücünün bir ücretle satılması sadece görünüşte eşdeğer olan bir değişimdir. İşgücünü satın alan patron, bu işgücünün yarattığı değerin tam karşılığını verirse bu, artı değerin yok olması anlamına gelir. Ücretli emek ilişkisinde manzara, işçinin yaptığı işin karşılığını ücret olarak aldığıdır. Durum buysa eş değerde bir alışveriş var demektir. Ama ortada eş değerde bir alışveriş yoktur. Zira meta olarak işgücünün bedeli, ürünle ölçülmemektedir. Aksine metanın değeri pazarda belirleniyor. Durum buysa; ücret, bir aldatma, mistifikasyon olur. Çünkü işçi, emeğini üretim araçlarının sahibine sattığı süre içinde bir de artı emek üretmiştir. İşte tam da bu artı emeğin içinde yaratılan değer, artı değerdir. Bu artı değere de üretim araçlarının sahibi el koyar.
Irkçılığın Ekonomik Kökleri | Sinan Özbek
Irkçılığın ekonomik bağını araştırırken ele alınacak ikinci olgu değer yasasıdır. Bu, Marx’ın Kapital’inden de bildiğimiz değer yasasıdır. Özetle burada anlatılan; değişken sermaye (v) ile sabit sermaye (c) ilişkisi dolayısıyla artı değerin ortaya çıkmasıdır. Detaya girmeden ırkçı ideolojinin değer yasasıyla nasıl ilişkilendiğini anlatmayı deniyorum: Bir metanın değeri, bu metanın üretimi için gerekli toplumsal, ortalama genel emeğe karşılıktır. Bu demek ki bir metanın değeri, o metayı üretmek için zorunlu olan, toplumsal ortalama gerekli emek zamanıyla belirlenir. Böylece değer yasası kaçınılmaz olarak sermayenin organik terkibiyle ve kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasıyla ilişkilenir. İmdi, işçi çalıştığı süre içinde ücret olarak ödenen değerden, daha fazla bir değer yaratır. Bu artı değere el koyan patronun iki seçeneği vardır: ya el koyduğu artı değeri yeni üretim araçları almak için kullanır, ya da yeni işgücü satın alır. Kural olarak, teknik nedenlerden ötürü yeni işgücü almak akıllı olan seçenek değildir. Buradaki teknik sorun, makinelere haddinden fazla yüklenilecek olmasıdır. Bunun yerine patron daha fazla işçin çalışmasını sağlayacak yeni makineler alır. İşte bu da sermayenin organik terkibinin değişmesini getirir. Yani artık sabit sermaye, değişken sermayeyle oranla daha büyümüştür. Bir başka ifadeyle makine kapasitesi, işçilere ödenen ücrete oranının çok üstünde büyümüştür. Bu durumda da ücretli işçilerin sayısının artırılacağı ya da ödenen ücretlerin genel miktarının artacağı düşünülebilir. Sermayenin organik terkibinin c büyüktür v’den şeklini almasıyla, artı değer düşme eğilimine girmiştir. Çok açık: Çünkü sadece işçiler artı değer üretir. Bu tabloda sermeyenin artı değer üreten kesimi değişken sermaye, diğer bölüm olan sabit sermayeye oranla küçülmüştür. Bu durumda da metanın değeri düşer. Ama sermayenin organik terkibini c’nin lehine büyüten ilk patron, pazar avantajını ele geçirir. Bu aşamada da bir rasyonelleştirme baskı başlar. Rasyonelleşme sürecini ilik başlatan patron, önemli bir avantaj yakalar. Bu durumda söz konusu patron, ürettiği metaları ya “ortalama fiyata” satar ya da aynı metayı daha yüksek fiyatlara mal eden patronları pazarda sıkıştırır. Bu baskı, rakiplerin mallarını maliyetine satmaya kadar zorlayabilir. Tahmin edileceği gibi bu aşama bir yandan iflasların diğer yandan da tekelleşmenin başladığı yerdir. İmdi yukarıda artı değerin sabit sermayeye çevrilmesinden söz edildi. Ama patron hep bu yolu tutmak zorunda değildir. Bir başka yol da denenebilir: Yazdığım gibi, sermayenin artı değer üreten kısmı değişken sermayedir. Bu demektir ki artı değerin artırılması, temel olarak değişken sermaye giderlerinin düşürülmesine bağlıdır. Değişken sermaye giderlerinin düşürülmesinin de birçok yolu vardır. Mesela: 1. Ücretlerin düşürülmesi: Örneğin yükselen işsizlik nedeniyle iş gücü arzının artması, işçilerin iş
2.
3. 4.
5.
güçlerini daha ucuza satmaya zorlar. Bu durumda ortalama ücretler düşer. İş gücü arzının satılık ucuz iş gücü ithaliyle arttırılması: Bu da yine ortalama ücretlerinin düşmesini sağlar. Burada ırkçılık diskursu için son derece önemli olan göçmen işçi olgusu gündeme gelir. İş gününün yani iş saatlerinin uzatılması: Bu durumda da genel ücretler düşer. Sürekli bir şekilde akor standartlarının yükseltilmesi: Bu durumda da görünüşte verime göre bir ücret alındığı sanılır ama hakikatte belirli bir zaman biriminde üretim verimliliğinin temposu ağırlaşır. Sonuç yine genel ücretlerin düşmesidir. Üretimin ücretlerin ucuz olduğu alanlarda toplanması: Bu durumda da ortalama ücretler düşer.
İmdi bu anlatılanlar; kapitalist üretim tarzının daha yüksek bir düzeye çekilmesinin yolunun sermeyenin organik terkibinin sürekli olarak değiştirmek olduğudur. Bu da kapitalist üretim tarzının aslıdır, özüdür. Kapitalistler arasındaki asıl rekabet pazar aşamasında olmaz. Değerin yaratılması aşamasında olur. Öyleyse kapitalist, dikkatini değerin yaratılması aşamasına yoğunlaştırmalıdır. Yani değişken ve sabit sermaye ilişkisi öyle kurulmalıdır ki, artı değer üretimi en verimli şekilde gerçekleşsin. Bunun sağlanmasına bağlı olarak da pazar düzeyinde sürecek rekabette de uygun koşul elde edilir. Pazarda fiyatlar düzeyinde süren rekabet görünüştedir, sermayenin organik terkibine bağlı olarak değer yaratılmasında süren rekabet ise asıl belirleyici olandır. Bu değerin yaratılması da tamamen meta olarak iş gücünün fiyatına bağlıdır. İş gücü kendi değerine değil, bir fiyata satılır. İşgücünün de diğer metalar gibi nesnel bir değeri vardır. İş gücünün fiyatı, iş gücünün yeniden üretimini, yani gelecekte iş gücü olarak kullanılacak çocukların yetiştirilmesini ve eğitimini de içerir. Olgunun bu boyutuna bakınca iş gücünün değeri ve fiyatı ve emeğin uluslararasılaşması sorununa varılır. Yine aynı nokta, kapitalist üretim tarzında ırkçılık olgusunun temelleneceği yerdir. Bir kez sermayenin organik terkibi değişti mi, artık daha az ama daha yüksek nitelikli iş gücüne ihtiyaç duyulur. Bu durumda da iş gücünün üretiminin ve yeniden üretiminin giderleri artar. Aynı zamanda sermayenin terkibinin sürekli olarak gelişmesi ve değişmesi, üretim sürecinim daha detaylanmış, incelmiş bölümlere ayrılmasına neden olur. Hatırlanacağı gibi bu süreç Taylorizm kavramıyla tanımlanıyor. Bir toplumun, bütün olarak kapitalist topluma dönüştürme sürecinde meta olarak iş gücünün değerinde nesnel bir artış gözleniyor. Bu da sonunda sermeyenin organik terkibinin değişmesine ve buradan da kâr oranları eğilimine etki yapıyor. Kâr oranını artırma çabası, işçilerin tüketim gücünü artırmakla, yani ücret artışıyla sağlanamaz. Zira bunu yapmak
93
Irkçılığın Ekonomik Kökleri | Sinan Özbek
kapitalistin kâr etmesini olumsuz etkiler ve bu özel girişimin gerçekleştireceği bir şey değildir. Ücret artışı yapmaya kalkan kapitalist, rekabet sürecinin dışın düşer. İşte bu durumda yapılacak en akıllı şey ya iş gücünün ucuz olduğu yere taşınmak ya da iş gücünü ucuz olduğu yerden çekip almaktır. Bu iki durumda da ırkçılık gerekli zemini bulmuş olur. Bütün bunlardan sonra tekrar sorulabilir: Değer yasasının, kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasının, yeni uluslararası iş bölümünün, iş gücü göçünün ırkçılıkla ne ilgisi var? Kapitalist için istenilir olan, ücreti ödenen emekle ödenmeyen emek arasındaki farkın sürekli arttırılmasıdır. Bu sorun en kestirme olarak iş gününün yani çalışma saatlerinin uzatılması ve meta olarak iş gücünün sürekli olarak değerinin altına çekilmesiyle aşılabilir. Her iki durumda da buna maruz kalanların “alt insan” olarak tanımlanması gerekir. Bu insanlar “alt insan”dır çünkü iş gününü tarihsel olarak denenmiş süresini aşan sürelere taşmak gerekiyor. Bu insanlar “aşağılıktır” çünkü iş gücünün çok altında bir ücrete çalışmaları gerekiyor. İşte tam da burası ırkçılığın yerleşeceği odak noktasıdır. Irkçılık tam olarak tarihsel-ahlaksal yeniden üretimle, fiziki yeniden üretim arasındaki farklılıktan ortaya çıkıyor. Sonuç Yerine Sermayenin artı değer yaratan kesimi değişken sermayedir. Bu demektir ki artı değer artışını sağlamak veya artı değerin düşüşünü engellemek için değişken sermaye giderlerinin düşük tutulması gerekir. Bunun başarılmasının birçok yolu vardır. Ama ırkçılık olgusuyla bağlayacağımız nokta ucuz emek gücü ithalidir. Ucuz emek gücünün ithaliyle yani göçmen işçilerle, işçi piyasasında yaratılan talebe dayanarak ücretler aşağıya çekiliyor. Bu ithal ucuz emek, genellikle bir eğitim gerektirmeyen işleri yapmak zorunda olduğundan, eğitim masrafı da yapılmaz. Benzer şekilde sonraki kuşak göçmen işçi olacak çocuklar da kayda değer bir eğitim masrafı çıkarmaz. Vurgulu bir ifadeyle: kapitalizmin kendi krizini aşmak için başvurduğu yöntemlerden biri olan ucuz emek ithali, bugün ırkçı ideolojinin bağlanacağı yerdir. Buna bir ek yapmak gerekiyor: kapitalistler ucuz emeği ithal etme masraflarından dahi mültecileri işçiye çevirerek kurtuluyor. Mülteciler işçileştirilirken, ırkçılığın yukarıda anlattığım bütün dinamikleri işliyor. Daha önce ithal işçi almış ülkeler bu tecrübelerine dayanarak bir program çerçevesinde mülteci kabul ediyor ya da etmiyor. Sonra bu mültecileri bir program çerçevesinde işçiye dönüştürüyor. Bu tecrübeye sahip olmayan ülkeler ise kardeşlik, dayanışma retoriğinin arkasından, mültecileri gerçek bir vahşi kapitalist pazara salıyor. Bugün mültecilik olgusunun kazandığı boyut, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu işçi ithal etme pratiğini nerdeyse
94
ortadan kaldırıyor, onun yerine geçiyor. Mültecilerin gelişinde bir ithal talebi olmadığı için de ırkçılığın eski ahlakî temellendirmelerine dahi ihtiyaç duyulmuyor. Mültecilerin hayata kalabilmek için sınırı geçilmesine izin verilmesine, sadece minnettar kalmaları isteniyor. Bu minnettar kalma baskısı, kişinin onurunu kıran giderek onu köleleştiren bir niteliğe bürünüyor.
Sosyal Medya ve Devrim Ozan Tekin
B
ilişim dünyasındaki gelişmeler ve yenilikler baş döndürücü bir hızda ilerliyor. Bundan yirmi yıl önce, bilimkurgu sinemasında çığır açtığı genel kabul gören Matrix filminde, başrol oyuncusu olan hacker hâlâ tüplü bir monitörün önünde sabahlıyordu. Bugün internete erişimimizi sağlayan cihazların hacmi o monitörün yüzde birine inmiş durumda. Dahası, mobil internetin yaygınlaşması, dünyanın en ücra köşesinden dahi online olmayı olanaklı kılan bir çağı başlattı. İnternet erişimi artık bir bilgisayarın başına oturarak zaman ayrılacak bir şey olmaktan çıktı. Küçük bir ekran vasıtasıyla otobüste, işyerinde, hatta bir toplantıyı dinlerken bile olup bitenleri takip edebiliyoruz. Bu durum, sosyal medya denilen uygulamalar bütününün yaygınlaşmasını hızlandırdı. Global Web Index’in 45 ülkeden 278 bin kişiyle yaptığı anketin Ağustos 2019’da yayımlanan sonuçlarına göre, internet kullanıcıları günde ortalama 2 saat 23 dakikalarını sosyal medya araçlarını kullanarak geçiriyorlar.1 Son 20 yılda internetin, son 10 yılda ise internetin etkileşimli iletişim gücünü ifade eden sosyal medyanın hayatımızın bu denli göbeğine oturması, bunların geleneksel iletişim ve medya kanallarının yerini alma potansiyeliyle ve tüm bunların siyasete, sosyal mücadelelere etkileriyle ilgili bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi. Bu yazıda, bu tartışmaları olabildiğince detaylı olarak ele almaya, sosyal medyanın ve internetin gücüyle ilgili abartılı yorumlara yanıt vermeye ve teknolojinin bu alanındaki gelişmelerin eşitlik ve özgürlük arayışı amacıyla inşa etmek istediğimiz kitlesel hareketlere nasıl güç verebileceği üzerine fikir beyan etmeye çalışacağım. Facebook Devrimi Sosyal medyanın etkisi kendisini ilk olarak, ABD’de 2008’in son dönemlerinde Barack Obama’nın seçim kampanyası ve İran’da 2009 yılındaki Yeşil Hareket’in protesto gösterileri sırasında göstermeye başladı. Ancak tam bir fenomene dönüşmesi, 2011’in başındaki Arap devrimleriyle oldu. Özellikle Mısır’da devletin kolluk kuvvetleriyle sokağa çıkan göstericiler arasında haftalar süren köşe kapmaca ve mücadele sırasında, Twitter kullanıcılarının hızlı bilgi paylaşımı yapabilmeleri, hem sahada mücadele edenler için hem de uluslararası kamuoyu için bilgi akışını inanılmaz bir şekilde ivmelendirdi. Öyle
95
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
ki, Mübarek’i deviren süreç için “Facebook devrimi” veya “Twitter ayaklanması” yorumları yapanlar dahi oldu. Sahadaki aktivistlerden biri, Fawaz Rashed, şöyle diyordu: “Gösterileri planlamak için Facebook’u, koordine olmak için Twitter’ı, dünyaya anlatmak için Youtube’u kullanıyoruz”.2 #Egypt (Mısır) Twitter’da 2011’in en çok kullanılan etiketi olurken, Foreign Policy dergisi Mısır Devrimi’nin yıl boyunca Twitter’i domine ettiğini anlatıyordu.3 Türkiye’de de Gezi direnişinde, sosyal medya kanallarının vermek istediğiniz mesajı ne kadar kolay yaydığı, göstericilerin koordine olmasına nasıl yardımcı olduğu ciddi bir konu hâline geldi. Sosyal medyanın “gücü” bugün hâlâ, örneğin Türkiye’de Emine Bulut’un vahşice öldürülmesi veya Pendik’teki iki baklavacının trafikteki magandalığı gibi meselelerde sosyal medya kullanıcılarının kitlesel tepki vermesiyle devletin hukuki adımlar atmasının sağlandığı durumlarda, yeni dönemin öne çıkan bir özelliği olarak sunuluyor. Bu hususa yazının ilerleyen bölümlerinde döneceğiz.
kaldı. Tayyip Erdoğan da Gezi direnişi sonrası farklı röportaj ve konuşmalarında defalarca, “Twitter denilen bir bela var”, “Bu Facebook filan bu tür sayfalar, bunlar çirkin, berbat. Herkes adına buralarda her türlü ahlaksızlık yapılabilir”, “Şimdi mahkeme kararı açıktır, Twitter mwitter hepsinin kökünü kazıyacağız”, “Bu sosyal medya denilen şey şu anda bana göre toplumların baş belasıdır”, “Biz bu milleti Youtube’a, Facebook’a, şuraya buraya yediremeyiz” demişti. Gezi direnişinin aktivistlerinden biri, sosyal medyanın bizim için nasıl bir işlev gördüğünü ise şöyle özetlemişti: Ana akım medyanın rezil bir oto sansür içinde kontrpiyede kaldığı bir zamanda direnişin temel mecrası sosyal medya oldu. Dolayısıyla haber alma ve haberleşme özgürlüğünün de ayrıcalıklı mecrası sosyal medyaydı. Sadece ülke içine değil, uluslararası basına, uluslararası sivil toplum kuruluşları, insan hakkı örgütleri, gazetecilik, hukuk, sağlık örgütleri, eylemci inisiyatiflerine yönelik çok dilli içerik aktarıldı ve bu akışın ne kadar farkındalık yarattığı da yabancı basının olayları verme şeklinden, uluslararası kuruluşların uyguladığı baskıdan görüldü. Bu tür durumlarda şiddeti tek başına durduramasa da ülkeyi dışarıya karşı şeffaflaştırmanın otoriter, baskıcı, faşizan uygulamalara karşı ne kadar etkili olduğu bilinir. Protesto eylemlerine katılan kitleye, sağlık yardımı, hukuki destek, polis şiddetinin durumu ve coğrafyası gibi konularda acil mesajların ulaştırılması sosyal medya üzerinden sağlandı. Sosyal medyanın diğer iletişim kanallarından farklılığı, gerçek zamanlı akışıyla sadece bir medya olmaktan öte bir örgütlenme, harekete geçirme, kolaylaştırma aracı da olmasıdır ve Türkiye direnişi bu bakımdan çok ciddi bir etkililik düzeyine ulaştı.4
Olanaklar Öncelikle meseleyi teknik boyutuyla ele alalım. Genel olarak internetin ve özelde sosyal medyanın, insanoğlunun haberleşme kapasitesini çarpıcı bir şekilde arttırdığı ortada. Televizyon son yarım yüzyıldır bunu ekranlar vasıtasıyla zaten sağlıyordu, ancak yazılı habercilikte de insanlar artık olayları ertesi günün gazetesinden öğrenmek zorunda kalmıyorlar. Dünyanın herhangi bir köşesinde olan bir şey, dünyanın herhangi başka bir köşesine saniyeler içerisinde iletilebiliyor. Bir anlamda, bu tarz teknolojik gelişmelerin, toplumsal mücadeleler bağlamında her sınıfa hizmet ettiği söylenebilir. Ancak en azından erken aşamalarında, bu gelişmelerin, hem maddi hem de entelektüel üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun bırakılmış toplumsal gücün, yani işçi sınıfının işine daha fazla yaradığı da doğrudur. Bütün bir medyanın kapitalist tekellerin elinde olduğu bir dünyada, bilgiyi ücretsiz ve hızlı bir şekilde yayma olanağını herkese sunan bir araç, en azından egemen sınıf bu aracın kontrolünü eline alacak bir formül bulana kadar, her türlü mücadelede bizim işimizi çok daha kolaylaştıracaktır. Sosyal medyanın politik mücadelelere dahil olduğu erken örneklerin hepsinde, egemen sınıfların ona olan düşmanlığında bunu görmek mümkün. Mısır’dan örnek vermeye devam edelim: Gösterilerin başladığı 25 Ocak’ı simgeleyen #jan25 etiketi Twitter’da popülerleşince Kahire’de 80 bin kişi sokağa fırlamış, Mübarek diktatörlüğü çareyi Twitter’a erişimi yasaklamakta bulmuştu. Gösteriler her geçen gün kitleselleşirken, Mısır’da Twitter erişimi bir hafta kesintisiz olarak yasak
96
2
Rashed, 2011.
3
Friedman, 2011.
Dezavantajlar Fakat erken döneminden sonra, sosyal medyanın yaygınlığı artıp kullanımı çeşitlendikçe, ezilenlerin mücadelesine zararı olabilecek her tür faktör de işin içine girmeye başlıyor. Her ne kadar sosyal medya, meydana gelen olaylarla ilgili egemen sınıf medyasının diskuruna alternatif bir anlatı geliştirilmesine olanak tanısa da, diğer yandan iletişime getirdiği baş döndürücü ivmelenme, aynı şekilde olası dezenformasyonların da kolayca yayılıvermesine yol açıyor. Gezi direnişi günlerinde Marksist.org internet sitesinin editörlüğünü yaptığım için buna çokça tanık olmuştum. Polisin uyguladığı şiddete karşı duyulan haklı öfke, kaynağı belirsiz bilgilerin coşkuyla paylaşılmasına yol açıyordu. Gezi protestoları sırasında her gün farklı şehirlerden aktivistlerin ölüm haberleri geliyor, bunlar daha sonra doğru çıkmıyordu. Ancak bilgi kirliliği tüm bunlara rağmen devam ediyordu. 4
Uçkan, 2013.
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
Toplamda yüzlerce kişinin öldüğü iddia edildi. Gerçek sayının bundan çok çok daha küçük olduğunu biliyoruz. Böylesi bilgilerin yayılması, hükümete muhalefet eden kitle hareketinin inandırıcılığının düşmesine yol açıyor, hükümete kendi tabanını konsolide etme şansı veriyordu. Dezenformasyon meselesi belirli bir aşamadan sonra bütün toplumsal olaylar için geçerli olan, sistematik bir hâle büründü. Örneğin 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminde, savaş uçaklarının alçak uçuşunda ses hızının aşılmasıyla yaşanan “sonik patlama” olgusu henüz geniş kitlelerce bilinmiyorken, büyük gürültüyü duyan herkes kendi yaşadığı bölgenin hava saldırısıyla bombalandığını iddia ediyordu. Bu durum, darbeyi püskürtmek için sokağa çıkanların moralini bozmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sosyal medya dezenformasyonunun Türkiye’de zirve yaptığı konu ise göçmenlerle ilgili iddialar. Suriyelilerin “devletten para aldığı”, “üniversitelere sınavsız girdiği”, “fatura ödemediği” gibi yalanlar göçmen düşmanlığını büyük ölçüde körükledi ve onlara yönelik fiziki saldırıların zeminini hazırladı. Sosyal medya kullanıcılarının Suriyelilere ilişkin görüşlerini araştıran akademik bir çalışma, yanlış kaynaklardan sağlanan bilgilerin göçmenlerle ilgili önyargıları pekiştirdiği sonucuna varıyordu.5 Diğer yandan, örneğin bu yalanlara karşı gerçekleri anlatan Mülteciler Derneği’nin Twitter hesabı gibi hesaplar, yalancıların saldırısıyla sosyal medya siteleri tarafından engellenebiliyor.6 Çünkü son tahlilde, maddi olanakları büyük olan egemen sınıf kuvvetleri, bu güç aracılığıyla sosyal medyada da çok daha büyük yankı bulacak işler yapabiliyorlardı. Takipçi satın almak, troller ordusu kurmak gibi yöntemler geliştirildi. Sosyal medyada yanlış bilginin yayılması öylesi bir boyuta geldi ki, Teyit.org gibi bilgilerin doğru olup olmadığını araştıran profesyonel siteler bir anda popülerleşmeye başladı. Cambridge Analytica skandalı ise egemen sınıfların manipülasyon gücünün sosyal medya dahil her yere ne kadar hakim olabileceğini gösteren örneklerin zirvesiydi. Buna göre, 50 milyon Facebook kullanıcısının gizli kalması gereken verileri, 2016 yılında ABD seçimlerini Donald Trump lehine etkilemek için kullanılmıştı.7 Olay ABD mahkemelerine taşınırken, internette kişisel verilerin güvenliğiyle ilgili yoğun tartışmaları da beraberinde getirdi. 5
Özdemir vd, 2016
6
Aktaş, 2019.
7
Habertürk, 2018.
Bunun dışında, Rusya hükümetinin aktivistlerin ağlarına sızdığı, ABD’de teknoloji devi Yahoo’nun kullanıcıların gizli bilgilerini hükümetle paylaştığı biliniyor.8 Ve dezenformasyonun yanı sıra, son olarak, internet patronları da dev şirketlerin sahipleri olan kapitalistler ve egemen sınıfın artık organik birer parçası olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Gerek internet servis sağlayıcılarının, gerekse sosyal medya şirketlerinin çıkarları, bu kapitalist sınıfın çıkarlarıyla göbekten bağlı. Dolayısıyla bu hizmetlere erişimin olup olmaması da tepeden, egemenler tarafından belirlenebiliyor. Özetle, bu yazıdaki ilk iddiam şudur: Sosyal medyanın yarattığı olanaklar, bilgi paylaşımını ücretsiz ve çok daha hızlı hâle getirmesiyle başlarda işçi sınıfına yarıyor gibi görünse de; son tahlilde maddi üretim araçlarının sahibi olan sınıf bu mecrayı da çekip çevirmenin yollarını üretmiş, onu kendi çıkarlarına hizmet eden medya sektörünün bir parçası yapmayı önemli ölçüde başarmıştır. Politik Aktivizm Teknik meselenin yanı sıra, internet ve sosyal medyanın kullanımıyla ilgili tartışmaların bir diğer boyutu ise siyasi. Buradaki “yenilikçi” argümanları iki ana başlıkta toplamak mümkün. Birinci iddiaya göre, sosyal medyanın iletişimde açtığı çığırla, artık buradan bir tür “dijital aktivizm” faaliyeti yürütmek, geleneksel anlamda siyasi mücadelelerle ve aktivizm ile uğraşmanın yerini almıştır. İkinci iddiaya göre ise devrimci hareketleri ve/veya örgütleri sosyal medya/internet araçlarını kullanarak örgütlemek gerekir, çağın gereksinimi budur, matbu yayınlar veya klasikleşmiş rutin faaliyetlerin yerini sosyal medya propagandası almalıdır. Dijital/online aktivizmin daha etkili olduğu iddiasına birçok yanıt verilebilir. İlk yanıt ise sorunu ortaya koyan örneğin kendi aktörlerinden geliyor. Daha 2011 yılında, Mısır’da devrim sürecinde çok etkili olan gençlik grubu 6 Nisan Hareketi’nin aktivistlerinden birine, bir televizyon programında sosyal medyayı ne kadar etkili kullandıkları soruluyordu. Aktivist, çağrılar için Facebook’u kullandıklarını söyledikten sonra uzun uzun nasıl bildiriler bastıklarını, bunları mahallelerde nasıl yaygınlaştırdıklarını, bu sayede nasıl bir ağ kurduklarını anlatıyordu. Programcı tekrar tekrar “sosyal medyanın gücü” ile ilgili sorular sorsa da hep aynı yanıtı alıyordu. Bu tekil bir örnek değildi. Tahrir Meydanı’nda yemek dağıtımından tacizi önleme timine kadar tüm kolektif faaliyetlerin içerisinde yer almış bir aktivist olan Leil Zahra, devrimden beş yıl sonra, The Guardian gazetesinin “Bu gerçekten bir sosyal medya devrimi miydi?” sorusuna, bu terimin 8
Chenoweth, 2016.
97
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
indirgemeci ve onur kırıcı olduğunu söyleyerek şöyle yanıt veriyordu:
baskıları, “online aktivizm” muhaliflerinin başta gelen gerekçeleri arasında yer alıyor.
Twitter ve Facebook’a erişimi olanlardan çok daha fazlasını ifade eden bir olaydı. İşçi sınıfı olmasaydı, marjinalleştirilmiş binlerce kişi olmasaydı bu devrim olmazdı. İnsan güzelliğinin müthiş bir şekilde sergilendiği bir dönemdi. Dayanışmayı ve daha iyi yarınlar için insanların hayatlarını kolektif olarak ortaya koyabildiklerini gösterdi. Diğer yandan sistemin şiddetiyle ilgili gerçekleri ve bir insanın ne kadar ileriye gidebileceğini de çıplak bir şekilde ortaya koydu. Sosyal medya bir araç ve çok da iyi kullanılabilir. Ancak kamusal alandaki özgürleşme ifadelerinin yerine konulabilecek bir alternatif değil.9
Sosyal medya başarılarına gösterilen erken örneklerden Barack Obama kampanyasında, bir internet sitesi aracılığıyla 2 milyon gönüllü kendilerine profil yaratmış ve işe koyulmuştu. Ancak sosyal medya başarıyı getiren birçok faktörden yalnızca birisiydi. Obama’nın internet stratejisini kurgulayan isimlerden biri olan Thomas Gensemer, kampanyanın başarısındaki kilit faktörün -tamamen fiziksel dünyayla ilgili bir şey olan- “insanlara mahallelerinde yapabilecekleri bir şeyler sunmak” olduğunu söylüyordu.
Leil Zahra haksız değil. 2011’in Ocak-Şubat’ında, halk devrim için sokaklardayken, 632 bin kişilik rekor bir artıştan sonra Şubat ayı sonunda Mısır’da Facebook üyesi olan insan sayısı 5 milyon 200 bin kişiye ulaşmış.10 Bu, o dönemki Mısır nüfusunun %6,46’sı ediyor. “Facebook devrimi” söylemlerine kaynaklık eden toplumsal olayda bile oran bu kadar düşüktü. Aynı dönemde yapılan bir araştırmada, halkın %87’si haberleri televizyonlardan takip ettiklerini söylüyorlardı. Benzer şekilde, Libya’da da devrim başladığında göstericiler Trablus’ta televizyon binalarını ateşe verdiler11; çünkü kendilerine karşı yayın yapan ve halkı besleyen asıl kaynağın orası olduğunu düşünüyorlardı. İsmi her ne kadar büyük bir ironi barındırsa da, ABD Barış Enstitüsü’nün 2012 Temmuz’un yayımladığı bir raporda, “yeni medya” denilebilecek kanalların Arap devrimlerini başlatmakta pek bir etkisi olmadığı, ancak bunların dünyaya duyurulmasında işlev gördüğü söyleniyor.12 İrlanda’daki Dublin City Üniversitesi’nden akademisyen Francesco Cavatorta da araştırması sonucunda benzer sonuçlara varıyor, online aktivizmin önemini teslim etmekle birlikte, sokak eylemlerinin ve yüz yüze kurulmuş ağların etkinliğini hatırlatarak Arap ayaklanmalarının “Twitter devrimleri” olduğu fikrine karşı çıkıyor.13 Üstelik, örneğin Mısır’da sosyal medya protestolarla ilgili bilgilerin hızla yaygınlaşması ve tüm dünyanın olup bitenleri tabandaki aktivistlerin gözünden izleyebilmesi açısından son derece olumlu bir işlev görse de, Libya veya Suriye gibi örneklerde bunun yanı sıra rejim karşıtı aktivistlerin bilgilerinin ifşa olmasına, bunların devlet güçleri tarafından yakalanmasına hizmet etti. Otoriter rejimlerin sosyal medya üzerindeki 9
Shearlaw, 2016.
10 Digital Republic, 2011. 11 Black vd, 2011. 12 Aday vd, 2012, s 21. 13 Cavatorta, 2012, s.79.
98
Bir diğer örnek ise İran’da 2009 seçimleri öncesi sokaklara çıkan Yeşil Hareket. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın “yaratıcılık” konusundaki danışmanı Alec Ross, bu harekette sosyal medyanın kritik bir rol oynadığını savundu. Baş emperyalist ülkenin danışmanları genellikle gerçeklikten biraz kopuk olurlar. Ross da farklı değildi. Sosyal medya analiz ve araştırma şirketi Sysomos’a göre o dönem İran’da kayıtlı 19 bin 235 Twitter hesabı vardı. Bu da İran’da her 100 bin kişiden yalnızca 27’sinin Twitter sahibi olduğunu ortaya koyuyor. Los Angeles’ta Farsça yayın yapan bir internet sitesinin sahibi olan Mehdi Yahyanejad ise “İran’da Twitter’ın etkisi sıfır” diyor ve konuyla ilgili sosyal medyada yazılanlara yakından bakıldığında, kendi aralarında konuşan Amerikalıların göründüğünü söylüyordu. Devrim Tweetlenebilecek mi? Son dönemde Türkiye’de, örneğin bir bira markasının cinsiyetçi isimler verdiği bira çeşitlerini üretmeyi gelen tepkiler üzerine bırakması, bir kez daha sosyal medyanın ne denli güçlü olduğuna dair kanaatlerin dolaşıma sokulmasına yol açtı. Oysa sosyal medya, yalnızca insanların bir mesaj yazmasına olanak tanıyor. Tabii ki bu mesajları görenler birbirinden etkileniyor ve tepki çığ gibi büyüyebiliyor. Ama bunu sağlayan sosyal medyanın sunduğu teknik olanaklar değil; verilen mesajın toplumda ne kadar yaygın kabul gördüğü, o güne gelinene kadar bunla ilgili örülen mücadelelerin ne denli etkin olduğu gibi birçok faktör var. Zira kadın hareketi çok güçlü ve böylesi bir mesaj popülerleşebiliyor. Ancak örneğin Diyarbakır, Van ve Mardin’e kayyum atanması konusunda benzer bir kitlesel tepki bulunmadığını, farklı görüşler toplumda nasıl temsil ediliyorsa sosyal medyaya da benzer oranlarda bir yansıma olduğunu ve örneğin “kayyumları püskürtmek için bir sosyal medya seferberliğinin” akla yatkın görünmediğini söylemek mümkün. Egemen sınıf kurumları sosyal medyadaki bir kampanya karşısında geri adım attıklarında, bunu o kampanyada online kanaat belirtme yöntemlerini kullanan kitlenin harekete geçme potansiyelini de gördükleri için yapıyorlar.
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
The Atlantic’te 2019 yılında yayımlanan bir makalede, internet kampanyalarının ne kadar hızlı parlayıp söndüğü anlatılırken, mahallelerde insanlar arasında karşılıklı bağımlılığa dayanan etkileşimin ve fiziksel dünyadaki yüz yüze ilişkilerin şehirle veya sivil toplumla ilgili faaliyetlere katılımda ne kadar etkin bir rol oynadığı anlatılıyor.14 Benzer şekilde, sivil toplumun baskı altında sayılabileceği Lübnan’da bile, sosyal hareketler içerisinde yapılan bir çalışmada “online aktivizmin çok az offline sonuç doğurduğu” aktarılıyor. 15 Aynı araştırmaya göre, online aktivizmi “sadece clicklere dayanarak bir şeyler yaptığı hissine kapılma” olarak küçümseme amacıyla yaratılmış bir kavram olarak “slacktivism” tehlikesinden bahsedilirken, örneğin Facebook’ta açılan bir etkinliğe katılacağını söyleyenlerin neredeyse %10 kadar azının gerçek etkinlikte boy gösterdiğinden yakınılıyor. Kanadalı gazeteci Malcolm Gladwell, meselenin bir başka boyutuna dikkat çekiyor. “Devrim neden tweetlenemeyecek?” başlıklı yazısında, sosyal medya aracılığıyla “zayıf bağlara dayalı ağlar” kurulabildiğini, oysa radikal bir değişim için daha sıkı bağların ve güven ilişkisinin gerekli olduğunu vurguluyor.16 Bu konuya işin örgütlenme kısmını ele alırken yeniden döneceğiz. Dolayısıyla, ikinci iddiam şudur: “Online” aktivizm ile sokak/işyeri tabanlı gerçek hayat aktivizmi arasında diyalektik bir ilişki vardır. Sosyal mücadelelerle ilgili gerçek sorunlar gerçek hayatta çözülecektir ve herhangi bir tür “online” faaliyet bunun yerine konulamaz. Ancak insanların çokça zaman geçirdiği sosyal medyada ve daha genel olarak internette yapılacak duyurular, tartışmalar, etkinlikler elbette çok önemlidir ve bu hâliyle sosyal medya gerçek hayattaki faaliyetleri destekleyici bir role bürünmek zorundadır. Örgütlenme Tüm sosyal hareketler ve politik örgütlenmeler, internet çağı teknolojisinin getirdiği imkanlardan maksimum düzeyde faydalanmalıdır. Fakat bunların kendilerinin, örgütlenmeyle ilgili gelenekselleşmiş teorilerin yerine ikame edileceği bir teknolojik determinizmden mutlak suretle uzak durulmalıdır. Devrimci sosyalizme örgütlenme bağlamındaki en büyük katkıyı yapanların başında, hiç kuşkusuz, tarihin ilk muzaffer işçi devrimi olan 1917 Ekim Devrimi’ne öncülük eden Bolşevik Parti’nin teorisyenlerinden Vladimir İlyiç Lenin geliyor. Kendisinin 20. yüzyılın hemen başında yazdığı Ne Yapmalı? adlı kitabı, daha sonradan Stalinizm tarafından dogmatik bir örgüt 14 Malchik, 2019. 15 Melki vd, 2014. 16 Gladwell, 2010.
teorisine indirgenmiştir. Lenin 1905 devriminden sonra burada “devrimci parti” ile ilgili görüşlerinin önemli bir bölümünü revize etmiştir. Bunda şaşılacak bir şey yok, zira Marksistler için devrimci örgüt bir amaç değil, sınıfsız topluma ulaşma mücadelesinde bir araçtır. Ve bu aracın formu dönemden döneme değişebilir; bu konuda esneğiz ve etrafımızdaki gelişmelere kayıtsız kalmıyoruz. Fakat sınıf hareketinin içinde dönemsel olarak nasıl bir aygıta ihtiyaç duyduğumuzdan bağımsız olarak, her zaman için işçilerin en devrimci kesiminin örgütleneceği bir devrimci partinin gerekliliğini savunmaya devam ediyoruz. Chris Harman, neden böyle yaptığımızı Lenin’in düşüncelerine atıf yaparak şöyle açıklıyor: Lenin’in parti anlayışının temelinde şu yatar: İşçi sınıfının içinde bilinç düzeyi hiçbir zaman homojen değildir, bütün sınıf aynı düzeyde değildir. Devrimci durumda sınıfın çoğunluğu ne denli hızlı bir eğitimden geçse de, bazı kesimler diğerlerinden ileri bir düzeyde olacaktır. Sınıfın kendiliğinden dönüşümünü göklere çıkarmak, bu dönüşüm esnasında ortaya çıkan bir yığın geçici sonuçları ve unsurları da gözü kapalı kabullenmek demektir. Oysa, bunlar, sınıfın ileriye doğru hareketini yansıttıkları gibi, aynı zamanda geriliğini de yansıtırlar. Sınıfın devrimci potansiyelinden kaynaklandıkları gibi, aynı zamanda burjuva toplumundaki konumundan da kaynaklanırlar. İşçiler kafalarında fikir olmayan birer robot değildir. Bilinçli devrimcilerin müdahalesiyle sosyalist bir dünya görüşüne kazanılmadıkları takdirde, içinde yaşadıkları toplumun burjuva ideolojisini kabullenmeye devam ederler. Bu ideoloji tüm kitle iletişim araçları tarafından yaşamın her yanına yansır üstelik. Bazı işçiler tam anlamıyla bilimsel bir bakış açısına ‘kendiliğinden’ varsa bile, yine de, buna varamayan diğerleriyle tartışmak zorunda olacaklardır.17
Lenin, daha önce bahsini ettiğimiz Ne Yapmalı? adlı eserinde, bu ihtiyacı karşılayacak devrimci partinin merkezi bir yayın etrafında örgütlenmesi gerektiğini savunuyordu. O dönemde, yerellerdeki parti güçlerinin dağınık ve birbirinden kopuk olmasını bir zafiyet ve gelişimlerinin önünde engel olarak görüyor, çarlığın merkezi güçlerine karşı merkezi bir öncü işçiler örgütünü inşa etmeyi tasarlıyordu. Gazetenin buradaki rolünü Iskra’dan alıntı yaparak şöyle tanımlamıştı: Bütün Rusya için bir siyasal gazetenin yayınlanması ana çizgi olmalıdır: bu çizgiyi izleyerek bu örgütü (yani her protesto hareketini ve her kaynaşmayı her an desteklemeye hazır devrimci örgütü) durmadan geliştirebilir, derinliğine ve genişliğine güçlendirebiliriz. Lütfen söyleyiniz, duvarcıların, şimdiye kadar görülmedik büyüklükte kocaman bir yapının çeşitli bölümlerine tuğlaları yerleştirdikleri zaman, tuğlaları koyacakları doğru yerleri bulmalarında onlara yardımcı olsun, diye, ortak işin nihai amacını kendilerine 17 Harman, 1985, s. 22.
99
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
göstersin diye, sadece her tuğlayı değil, önceden ve sonradan konulan tuğlalara harçla yapıştırıldığı zaman tam ve kesin bir çizgi teşkil edecek her tuğla parçacığını bile kullanabilmek için, bir ipten yararlanmaları “kırtasiyecilik” midir? Ve biz, parti yaşamımızda, tuğlalarımızın ve duvarcılarımızın bulunduğu, ama herkesin görebileceği ve izleyebileceği o kılavuz çizgisinden yoksun bulunduğumuz böyle bir dönemden geçmiyor muyuz?18
Lenin, politik olarak birleştirici, merkezileştirici ve eğitici yönünün yanı sıra, gazetenin dağıtımını örgütsel iletişimin ve pratik örgütlenme faaliyetinin yapıtaşı olarak görüyordu. Ona göre, güçlü parti örgütleri, ne zaman patlak vereceği belli olmayan kitle gösterilerine bel bağlayarak inşa edilemezdi. İşçi sınıfının en devrimci militanlarını bir araya getirmeyi amaçlayan örgüt, günlük siyasi faaliyet ile inşa edilmeliydi. Bu anlamda, gazete, inşa edilen örgütün “iskelesi” idi: Bir gazete, sadece bir kolektif propagandacı ve kolektif ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir de. Bu bakımdan, yapım halindeki bir binanın çevresinde kurulan iskeleye benzetilebilir; yapının dış kenarlarını belirtir ve yapıcıların birbirleriyle temasını, işbölümünü ve örgütlü çalışmalarının meydana getirdiği ortak sonuçları görmelerini sağlar.19
Lenin, partiyi inşa edecek “ajanların” ancak böyle yetiştirilebileceğini söylüyordu: Gazetenin yardımı ve aracılığıyla. Sadece mahalli faaliyetlere değil, aynı zamanda düzenli genel çalışmaya da girişecek kalıcı bir örgüt doğal olarak şekillenecek ve üyelerini siyasi olayları dikkatle izleyebilecek şekilde yetiştirecek, bu olayların halkın çeşitli tabakaları üzerindeki etkisini ve önemini değerlendirecek ve devrimci partinin bu olayları etkileyebilmesi için etkili yolları geliştirecektir. Sadece gazetenin düzenli olarak çoğaltılması ve dağıtımının sürekli olarak geliştirilmesi gibi teknik bir görev bile, birleşik partinin bir temsilciler ağını gerektirecektir; bu temsilciler birbirleriyle sürekli bir bağ kuracaklar, olayların genel durumundan haberdar olacaklar, bütün Rusya çapındaki çalışmada kendilerine düşen ayrıntılı görevleri yerine getirmeye alışacaklar ve çeşitli devrimci eylemlerin örgütlenmesinde kendi güçlerini sınayacaklardır. Bu temsilciler ağı, tam gereğini duyduğumuz türden bir örgütün, yani bütün ülkeyi kucaklayacak kadar yaygın; kesin ve ayrıntılı bir iş bölümüriü gerçekleştirebilecek ölçüde geniş ve çok yönlü; kendi çalışmasını her şart altında, bütün “ani dönemeçler”de ve her beklenmedik durumda düzenli olarak yürütebilecek kadar serinkanlı; bir yandan, düşman bütün kuvvetlerini tek bir noktada topladığında güçlü düşmana karşı açık savaşa girişmekten kaçınabilecek, öte yandan da, düşmanın acemiliğinden yararlanabilecek ve ona en
100
beklemediği zamanda ve yerde saldırabilecek kadar esnek bir örgütün iskeletini oluşturacaktır. (…) Eğer ortak bir gazete çıkarmak için güçlerimizi birleştirirsek, bu çalışma, sadece en yetenekli propagandacıları değil, aynı zamanda tayin edici mücadele için sloganı tam zamanında atabilen ve o mücadelede önderliği ele geçirebilen en yetenekli örgütleyicileri ve en yetenekli siyasi parti önderlerini de yetiştirecek ve ortaya çıkaracaktır.20
İtirazlar ve Yanıtlar Sosyalist örgüt inşasına dair bu fikirler, internet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla tartışmaya açılmış durumda. Uluslararası Sosyalist Akım geleneği içerisinde böylesi ilk iddia, Arap devrimlerinde akım içinde yıldızlaşan Mısır seksiyonu Devrimci Sosyalistler tarafından dile getirildi. Örgütün önde gelen üyelerinden Hossam el-Hamalawy, iletişim son derece hızlandığı bir dönemde web sitesinin “kolektif bir örgütleyici” olarak işlemesi gerektiğini tartışıyor, gazetenin kullanılmaya devam edilmesini istiyor ancak onun artık merkezi örgütleyici olamayacağını, ancak tamamlayıcı rol görebileceğini dile getiriyordu.21 Merkezi yayını çıkarmanın olanaklarının kalmadığını söyleyip sosyal medyaya yönelen ikinci örgüt ise İspanya’dan En Lucha olmuştu. Daha sonra Kanada örgütü Enternasyonal Sosyalistler’de benzer bir tartışma yaşandı ve web sitesinin daha dinamik hâle getirilmesi talepleriyle gazetenin yeterince müdahale olanağı sağlamadığı ve çıkmayabileceği görüşleri bir arada dile getirildi. Aşağı yukarı aynı dönemde, İrlanda’daki Sosyalist İşçi Partisi, hem matbu yayınını yeni bir web sitesi uğruna kapattı, hem de kendisini “parti” formundan “ağ” formuna çevirerek Sosyalist İşçi Ağı oldu.22 Devrimci gazetenin eskidiği yönündeki iddiaların temeli, iletişimin hızlanmasına ve insanların haber almak için artık interneti ve sosyal medyayı kullanmalarına dayanıyor. Her ne kadar devrimci gazetenin örgütleyici rolü ile bir alakası bulunmasa da, salt fikirlerimizi yaygınlaştırmaya yarayan bir araç olarak gazetenin rolünü sorgularken de bu iddialar yeterince tatmin edici değil. 30 Haziran 2019’a ilişkin tahminlere göre, dünya nüfusunun %58’i, yani yaklaşık 4,5 milyar insan internet kullanıcısı olarak tanımlanıyor.23 Bu sayının kendisi bile bütün iddiaları çürütmek için yeterli. 20 Lenin, 1961, s.13-24. 21 El-Hamalawy, 2012.
18 Lenin, 2003, s. 158.
22 Socialist Worker, 2018.
19 a.g.e., s. 159.
23 Internet World Stats, 2019.
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
Yani sosyalistler, bir gazete aracılığıyla ulaşabilecekleri herkese ulaşmayı denemek yerine, ajitasyon ve propagandalarını dünya nüfusunun %42’sinin kullanmadığı bir araç ile yapmayı mı tercih edecekler? Sosyal medyayı ve interneti örgütleyici olarak kullanıp matbu yayınları rafa kaldırmayı önerenler, örneğin halkın sadece %5,3’ünün internet erişimine sahip olduğu Burundi’de veya aynı oranın %9,8 olduğu Madagaskar’da nasıl bir devrimci parti örgütlenmesi öneriyorlar? Sadece Çin’de 566 milyon kişi internet kullanıcısı değil. İnternetin örgütlenme aracı olarak matbu yayınların yerini alması gerektiğini söyleyenlerin bir başka açmazı da zamanlamayla ilgili. İnternet kullanıcısı sayısı 2000 yılında 360 milyondu. 2010 yılında bu sayı 1,9 milyara dayandı. 2019 yılında ise 4,5 milyardayız. Şüphesiz oldukça hızlı bir artış var. Ancak nüfus da fena olmayan bir hızla artıyor. Şu ana kadarki verilere bakarak tüm dünyadaki insanların internet kullanmaya başlamasının 2035’i bulabileceği söylenebilir. Dolayısıyla şu soru yanıt bekliyor: Eğer devrimciler “zamanın gerisinde” kalmamak için internet çıktığı gibi onu örgütlenmelerinin merkezine koysalardı (ki bu en az 2009’dan beri öneriliyor), tüm dünyaya seslenmek için 35 sene beklemeleri gerekecekti. Tamam ama bu 35 sene içerisinde nasıl örgütleneceklerdi? Basılı gazete tirajlarının internetin çıkışına direndiği, hatta Türkiye’de 2000’lerin başında satışların tırmanışa geçtiği, ancak mobil internetin yaygınlaşmasından sonra sayıların düşmeye başladığı söylenebilir.24 2013’te 2 milyar 296 milyon olan yıllık toplam gazete tirajı, 2018’e gelindiğinde 1 milyar 559 milyona kadar iniyor.25 Ancak bu bile günde 4 milyon 200 bin gazete satışı anlamına geliyor. Gazetelerin kahvehaneler, berberler ve benzeri sosyalleşme mekanlarında birden fazla kişi tarafından okunduğu ve buna televizyonla ilgili istatistiklerin de eklendiği düşünülürse, milyonlarca insanın hâlâ haber almak için geleneksel medyayı tercih ettiği söylenebilir. Birçok gazete ve televizyon tekeliyle bu alanı domine eden Ak Parti’nin siyasi propagandasını halka ulaşmaktaki başarısı düşünülürse, yalnızca sosyal medyanın ne haberleşme ne örgütlenme için yeterli olamayacağı anlaşılabilir. Yüz Yüze İletişim Daha önemlisi ise gazetenin örgütleyici olarak rolünün internet siteleri veya sosyal medya tarafından asla karşılanamayacak olması. Tam da bu yüzden, örneğin Lenin Ne Yapmalı’da o dönem daha hızlı bir iletişim yöntemi olan telgraftan bahsetmeyi seçmedi! Gazete, devrimci aktivistlerin işyerlerinde, okullarında, sokakta, grevlerde ve eylemlerde karşılaştıkları insanlarla bir siyasi tartışma 24 Kayalar, 2019. 25 Diken, 2018.
başlatmasını ve bunu sistematikleştirmesini sağlayan bir araç. Dolayısıyla, devrimci gazete, aşağıdan sosyalizm geleneğindeki adıyla müdahaleci bir parti olmanın aracı. Biz kendiliğindenci değiliz. Elbette ki büyük sosyal patlamaların bir parti tarafından örgütlenemeyeceğini, kendiliğinden başlayacağını düşünüyoruz. Ancak bu patlamaların ve mücadelelerin başarıya ulaşması için geçmişin deneyimlerini bilen, bunların derslerini çıkaran ve bu yüzden her mücadelede en iyi yöntemi bulmaya yatkın kadroların bir araya geldiği bir siyasi partinin, işçi sınıfının geri kalanına müdahale ederek onları fikirlerine kazanmasını hedefliyoruz. İnternet sitesi, bu anlamda bizim istediğimiz ilişkiyi kuramıyor. Marksist.org adlı bir sitede yayın yaptığımızda, okurlarımızla etkileşime geçme şansımız son derece düşük. Sitedeki yazıları her yıl 300 binden fazla kişi okuyor. Ancak bunların sadece birkaçı mail aracılığıyla bize ulaşıyor. Yüz yüze örgütlenme araçları, yani birim toplantıları, diğer açık toplantılar ve gazete satışları ise insanlarla tanıştıktan sonra etkileşime geçmemizi, gazete aracılığıyla siyasi tartışmamızı sürdürülebilir ve rutin kılmamızı sağlıyor. Birkaç yüz satan gazetelerin arkasındaki emeği ve faaliyeti küçümsemek oldukça popüler. Ancak bugüne kadarki bütün büyük toplumsal dönüşümlerin temelinde böylesi çabalar yatıyor. Tarihteki ilk işçi hareketi olan Çartistler, 19. yüzyılda Kuzey Yıldızı (Northern Star) adlı bir gazete çıkarıyorlardı. Gazete, 1837’de Leeds, Bradford, Halifax, Huddersfield, Hull, Oldham ve Rochadale gibi kentlerde yapılan toplantıların ve işçiler tarafından oluşturulan fonun yardımıyla kuruldu. 1839’da 80 binlik tirajıyla İngiltere’nin en çok satan ikinci gazetesi oldu, sahibi 1.5 yıllığına hapse atıldı. Kuzey Yıldızı’nın şiir sayfasına bile yüzlerce işçiden katkılar geliyordu. Gazete, ilk sayfaya reklam basma adetini de kaldırmıştı. İlerleyen yıllarda sayfalarını Marx ve Engels’in makalelerine de açtı. İşçiler tarafından kurulan, işçilerin yazdığı ve işçiler için çıkan bir gazete. Çartistlerin reform mücadelelerinde bu işçi gazetesinin rolü büyüktü. 2009 yılında kaybettiğimiz Chris Harman, bir kitle hareketi inşa etmek isteyen tüm sosyalistlerin bir gazeteyle anıldığını, ancak devrim için işçi kitlelerine değil dar gruplara güvenenlerin böyle olmadığını hatırlatıyordu: Büyük devrimci sosyalistlerden bahsederken, onları her zaman çıkardıkları gazetelerle birlikte düşünürsünüz. Marx ve Neue Rheinische Zeitung, Lenin ve Iskra ile Pravda, Gramsci ve Ordine Nuovo, James Connolly ve The Workers Republic, Troçki ve Nasha Slovo, Rosa Lüksemburg ve Rote Fahne. Devrimci liderle gazete arasındaki bağlantı, derdi kitle mücadeleleri inşa etmek olan devrimcilere özgüdür. Değişim konsepti küçük, kararlı bir azınlığın çoğunluk adına
101
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
kahramanca eylemler yapması olanlarda bunu bulamazsınız. Cromwell’in, Robespierre’in, Bakunin’in, Garibaldi’nin veya Che Guevara’nın gazetesinden bahsedemezsiniz. Amaçlarını gerçekleştirmek için kitlelerin eylemine yaslanan burjuva devrimcileri bile bir gazeteye sahip olmak zorundaydı. Büyük Fransız devriminde gazetesi L’Ami du Peuple olmadan Marat hiçbir şeydi, veya Père Duchesne olmadan Hébert.26
İrlanda’dan Sosyalist İşçi Ağı’nın üyeleri, gazetenin yüz yüze iletişim konusundaki rolünü sosyal medyanın karşılayabildiğini, kendilerinin deneyimlerinin böyle olduğunu söylüyorlar. Ancak buna gerekçe olarak “sosyal medyayı çok iyi kullanmak” dışında bir şey öne sürülebilmiş değil. Uluslararası Sosyalist Akım’ın İrlanda örgütü ülkedeki siyasi arenada oldukça önemli bir yere sahip, başarılı bir yapı olduğu yadsınamayacak bir gerçek. Ancak bunun sosyal medya sayesinde olduğu iddiası kanıta muhtaç. Sayılarla konuşmak gerekirse: İrlanda’daki yoldaşlarımızın antikapitalist koalisyonu Kârdan Önce İnsan’ın (People Before Profit) Facebook’ta 48 bin, Twitter’da 11 bin takipçisi var. Örgütün resmi hesapları Facebook’ta 15 bin kişi, Twitter’da 1900 kişi tarafından izleniyor. Teorik yayın organı Irish Marxist Review’ün Facebook’ta 1140, Twitter’da ise 189 takipçisi var. İrlanda’da Sosyalist İşçi Ağı’nın öncülük ettiği ırkçılık karşıtı kampanya United Against Racism’in Facebook’ta 9 bin, Twitter’da 1569 takipçisi var. Gelelim sosyal medyayı iyi kullandığı iddia edilmeyen bir örgütün, DSİP’in hesaplarına. Irkçılık karşıtı kampanyamız DurDe’nin Facebook’ta 143 bin, Twitter’da 13500 takipçisi var. Günlük yayın yapan internet sitesi Marksist.org’un Facebook sayfası 27 bin, Twitter sayfası 21 bin 400 kişi tarafından izleniyor. Partinin resmi hesapları Facebook ve Twitter’da 3200’er kişi tarafından takip ediliyor. Üç ayda bir yayımlanan AltÜst dergisinin Facebook’ta 2 bin 200, Twitter’da 462 takipçisi var.
Sosyal medya ise insanları bireyciliğe itiyor. Facebook’ta yazılan postlar ve onlara gelen “like”lar, Twitter’da yazılan cümleler ve gelen “retweetler”, herkesi kitlelere seslenen bir Lenin havasına sokuyor. Oysa ki bunlar genellikle uçucu, hiç kimseyi örgütlemeyen, insanların bir saniye için onay verip geçtikleri yazılar olarak kalıyor. Sosyal medyanın insanda kendini çok önemli gören bir etki yaratması, yalnızca siyasetle ilgili konularda geçerli değil. Würzburg Üniversitesi ve Leibniz Enstitüsü’nden bilim insanlarının 57 ayrı araştırmayı inceleyerek yayımladıkları rapora göre, narsisizm ile sosyal medya kullanımı arasında bir bağ bulunuyor.27 Toplam 25 bin deneği kapsayan araştırmaların sonuçlarına göre, bireycilik ile sosyal medya kullanımı karşılıklı olarak birbirini besliyor. Time dergisi 2006 yılında, kullanıcıların ürettikleri içeriklerle hazırlanan sitelerin (Web 2.0) ve sosyal medya kanallarının doğuşu üzerine kapağına yılın kişisi olarak “Sen”i koymuş, görsel olarak ise bir bilgisayar ve aynayı yerleştirmişti. Başka birçok bilimsel araştırma da narsist kişiliklerin sosyal medyada daha aktif olduğunu doğruluyor. Örgütlü mücadele ise bireyciliğin yerine kolektif düşünme ve hareket etme pratiklerinin konulduğu, insanların el ele verip birleşerek bir güç oluşturmaya ve bu şekilde egemen sınıfın aygıtlarına karşı koymaya çalıştıkları bir süreç. Bütün bunları yapmak genellikle sıkıcı ve zahmetli. Bir akıllı telefondan tweet atmaktan çok daha zor işler. Ancak maalesef gerekliler.
Kolektif Faaliyet Diğer yandan, devrimci gazete, kolektif bir ajitatör, kolektif bir propagandist ve kolektif bir örgütleyicidir. Bireysel veya ticari bir uğraş olarak değil, kolektif bir
Gazete satışı, parti faaliyetlerinin inşası ve üye kazanma hırsı, daha önce bahsettiğimiz müdahaleci parti olmanın gerekleri. Bunları yapmak yerine daha kolay araçları ve kestirme yolları önermek ise zaman zaman karşımıza çıkan bir durum. Sosyal medya ve internete olduğundan fazla anlamlar yüklemenin bununla bağlantısı var. Uluslararası Sosyalist Akım içerisinde yapılmış, yukarıda sözünü ettiğimiz tartışmaların pratik sonuçlarını takip etmek bunu ispatlıyor. İspanya’da matbu yayını kapatma kararı alan En Lucha’nın liderliği, daha sonra örgütü de feshederek tarihe likidatörler olarak geçti. Şimdi İspanya’nın farklı yerlerindeki iki ayrı grup birleşti ve bir yayın etrafında yeniden örgütlenmeye çalışıyorlar. “Gazetenin efektif olmadığı” yönündeki tartışma enternasyonal sosyalizmin bu ülkedeki gelişiminde on yıllarca verilen emeklerin bir kısmının kaybına neden oldu. Kanada’da ise 2018 Ocak’ındaki konferans öncesi tartışmayı “Websitesi gazeteden daha önemlidir” başlıklı bir makaleyle
26 Harman, 1984, s. 3-44.
27 Science Daily, 2017.
Daha birçok kampanya ve yayının, partilerin önde gelen isimlerinin hesapları karşılaştırılabilir. Ancak görülüyor ki, İrlanda’daki deneyimde, sayılar Türkiye’dekinden farklı bir duruma işaret etmiyor. Eğer insanların etkileşim biçimleri açısından İrlanda ile dünyanın geri kalanı arasında ciddice bir fark yoksa, sosyal medyanın gazetenin yerini alması gerektiği iddiasının geçerliliğinin İrlanda’da da diğer yerler gibi değerlendirilebileceği, yani gazete ile sosyal medya arasında sosyal medya lehine kategorik bir fark olmadığı düşünülebilir.
102
örgütlenme faaliyetinin ürünü olarak çıkar. Yazıları kolektif olarak sağlanır, farklı yerlerdeki parti üyelerinin gayretlerini merkezileştirir, birbirlerinden haberdar olmalarını sağlar. Gazete kolektif hazırlandığı gibi kolektif olarak dağıtımı ve satışı yapılır, bu yüzden de örgütleyicidir.
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
başlatanlar, benzer argümanlarla Mayıs, Haziran ve Ağustos aylarındaki genel üye toplantılarına katıldılar. Ekim 2018 genel üye toplantısında bir öneri taslağı sunuldu ve kaybettiler. Aynı taleplerle 2019 Ocak’ındaki konferansa katıldılar, yine örgütü ikna edemediler ve sonunda Enternasyonal Sosyalistler’den ayrıldılar. Bu örnekte de gazeteye karşı tartışma, hizipleşme ve bölünme ile örgütü zayıflatmayı beraberinde getirdi. Mısır’da ise Hossam yoldaş daha önce bahsini ettiğimiz “Bir Örgütleyici Olarak Web Sitesi” adlı makalesinde, Mısır’da bir darbe girişimi olduğunu tahayyül etmemizi istiyor ve Devrimci Sosyalistler üyelerinin bunun karşısındaki tutumlarını öğrenmek için iki hafta sonra çıkacak gazeteyi bekleyemeyeceklerini, hemen internet sitesinden bunu okumaları gerektiğini söylüyordu. Bu satırlardan bir yıl sonra Mısır’da gerçekten bir darbe oldu ve Devrimci Sosyalistler darbe karşısında net tutum alamadılar. Sosyal medyadan örgütün tutumunu öğrenmek isteyen Devrimci Sosyalistler üyeleri, “bunun bir darbe değil bizim devrimimiz” olduğunu okudular.28 Örgütün internet sitesine girenler ise “ABD ve Müslüman Kardeşler’in el ele vererek devrimi darbe gibi göstermek için bir komplo kurduklarını” okudular.29 Daha sonradan bu analizi değiştirmek zorunda kaldıkları için bu açıklamaya artık örgütün kendi sitesinden ulaşılamıyor. Politik zayıflık ile örgütlenme teorisindeki savrukluk bu örnekte de el eleydi. Yani yazının üçüncü ve son iddiası budur: Devrimci parti örgütlenmesi zahmet ve sabır gerektiren bir faaliyettir, kestirme bir yolu yoktur, bunun için yüz yüze örgütlenme araçlarının yerine internet veya sosyal medya gibi kolay çözümler konulamaz. Bunların konulması önerileri, muhakkak örgütlenme ısrarındaki bir zayıflamaya veya geri adım atmaya işaret etmektedir. Sosyal medyayı sesimizi en geniş kitlelere ulaştırmak için kullanmaya devam edelim, hatta nasıl daha iyi kullanacağımızın yollarını bulmaya çalışalım. Ancak meseleyi bireyin kolektiften ne kadar daha önemli olduğuna dair yanılsamalara, buna paralel olarak sosyal medya ve internetin ne kadar önemli olduğuna dair abartılı analizlere vardırmayalım. Bolşeviklerin işçiler tarafından çıkarılan, işçiler için çıkan ve işçilerin dağıttığı gazetesi karşısında güç kaybeden Menşevikler, duruma “Pravda salgını” diyorlardı. Tarihi böylesi salgınları yaratan köstebeklerin büyük gayretleri değiştirecek.
Kaynakça Aday, Sean vd, 2012, “Blog and Bullets II: New media and conflict after Arab Spring”, Peaceworks, https://www.usip.org/sites/default/files/resources/PW80.pdf (Erişim tarihi: 02.09.2019) 28 Ibrahim, 2013. 29 Socialist Worker, 2013.
Adel, Rosette, 2019, “Filipinos spend ‘most time’ on social media in the world — poll”, Philstar Global, https://www.philstar.com/ headlines/2019/08/25/1946329/filipinos-spend-most-time-social-media-world-poll, (Erişim tarihi: 26.08.2019) Aktaş, Mehmet, 2019, ““Göçmenlerle ilgili perspektif haklar temelinde olmalı”, Gocmeniz.org, https://gocmeniz.org/f/m-aktas-g%C3%B6%C3%A7menlerle-ilgili-perspektif-haklar-temelinde-olmal%C4%B1 (Erişim tarihi: 16.09.2019) Black, Ian vd, 2011, “Libya protesters set fire to government buildings in Tripoli”, The Guardian, https://www.theguardian. com/world/2011/feb/21/libya-protesters-fire-government-tripoli (Erişim tarihi: 21.09.2019) Cavatorta, Francesco, 2012, “Arab Spring: The Awakening of Civil Society. A General Overview”, Barcelona: European Institute of the Mediterranean [IEMed], https://www.iemed.org/observatori-en/arees-danalisi/arxius-adjunts/anuari/med.2012/Cavatorta_en.pdf (Erişim tarihi: 14.09.2019) Chenoweth, Erica, 2016. “Why social media isn’t the revolutionary tool it appears to be”, Independent, https://www.independent. co.uk/news/world/politics/social-media-revolution-tech-activists-arab-spring-dictators-a7433476.html, (Erişim tarihi: 04.09.2019) El-Hamalawy, Hossam, 2012. “What is to be done: The Website as an Organizer #RevSoc”, 3Arabawy, https://arabawy.org/38405/ What_is_to_be_done%3A_The_Website_as_an_Organizer_%23RevSoc (Erişim tarihi: 06.09.2019) Friedman, Uri, 2011, “The Egyptian revolution dominated Twitter this year”, Foreign Policy, https://foreignpolicy.com/2011/12/05/ the-egyptian-revolution-dominated-twitter-this-year/ (Erişim tarihi: 10.09.2019) Gladwell, Malcolm, 2010, “Small Change: Why the revolution won’t be tweeted”, The New Yorker, https://www.newyorker.com/ magazine/2010/10/04/small-change-malcolm-gladwell (Erişim tarihi: 29.08.2019) Harman, Chris, 1984, “The revolutionary press”, International Socialism Journal, sayı: 24, çev. Ozan Tekin, s. 3-44. Harman, Chris, 1985, Parti ve Sınıf, çev. Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul. Ibrahim, Gigi, 2013. “This is NOT a coup it is our revolution”, Twitter, https://twitter.com/Gsquare86/status/353980617949585408 (Erişim tarihi: 10.09.2019) Kayalar, Evrim, 2019, “Verilerle yazılı basın: Tirajlar düşüyor, gazeteler kapanıyor; medya çıkış yolu arıyor”, Dokuz8 Haber, https:// dokuz8haber.net/manset/verilerle-yazili-basin-tirajlar-dusuyor-gazeteler-kapaniyor-medya-cikis-yolu-ariyor/ (Erişim tarihi: 08.09.2019) Lenin, Vladimir İlyiç, 2003, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev. Muzaffer Ardos, Eriş Yayınları. Lenin, Vladimir İlyiç, 1961. Lenin Collected Works, Foreign Languages Publishing House. Malchik, Antonia, 2019, “The Problem With Social-Media Protests”, The Atlantic, https://www.theatlantic.com/technology/ archive/2019/05/in-person-protests-stronger-online-activism-a-walking-life/578905/ (Erişim tarihi: 16.09.2019) Melki, Jad vd, 2014, “Digital Activism: Efficacies and Burdens of Social Media for Civic Activism”, Arab Media & Society, https:// www.arabmediasociety.com/digital-activism-efficacies-and-burdens-of-social-media-for-civic-activism/ (Erişim tarihi: 10.09.2019) Özdemir, Fatih vs, 2016, “Türkiye’de Sosyal Medya Kullanıcılarının Suriyeli Mültecilere İlişkin Sosyal Temsilleri”, Nesne Psikoloji Dergisi, Cilt 4, Sayı 8.
103
Sosyal Medya ve Devrim | Ozan Tekin
Rashed, Fawaz, 2011, Twitter, https://twitter.com/FawazRashed/status/48882406010257408 (Erişim tarihi: 01.09.2019) Shearlaw, Maeve, 2016, “Egypt five years on: was it ever a ‘social media revolution’?”, The Guardian, https://www.theguardian. com/world/2016/jan/25/egypt-5-years-on-was-it-ever-a-socialmedia-revolution (Erişim tarihi: 30.08.2019) Uçkan, Özgür, 2013, “Gezi direnişi ve sosyal medya: İletişim örgütlenmektir!”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/59472/ gezi-direnisi-ve-sosyal-medya-iletisim-orgutlenmektir (Erişim tarihi: 25.09.2019) “Facebook ile seçimleri nasıl manipüle ettiler?”, 2018, Habertürk, https://www.haberturk.com/facebook-ile-secimleri-nasil-manipule-ettiler-1893477-ekonomi (Erişim tarihi: 16.08.2019) “Gazetelerin toplam tirajı beş yılda yüzde 32 düştü”, 2018, Diken, http://www.diken.com.tr/gazetelerin-toplam-tiraji-bes-yilda-yuzde-32-dustu/ (Erişim tarihi: 19.08.2019) “Narcissism and social networking”, 2017, Science Daily, https:// www.sciencedaily.com/releases/2017/04/170418094255.htm (Erişim tarihi: 20.09.2019) “Occupy the squares: stand firm in the face of the conspiracy by the Brotherhood and America”, 2013, Socialist Worker, https:// socialistworker.co.uk/art/33818/Occupy+the+squares%3A+stand+firm+in+the+face+of+the+conspiracy+by+the+Brotherhood+and+America (Erişim tarihi: 20.09.2019) “Socialist Workers take a new direction”, 2018, Socialist Worker, http://www.socialistworkeronline.net/socialist-workers-take-a-new-direction/ (Erişim tarihi: 11.09.2019) “The Egyptian Facebook Revolution”, 2011, Digital Republic, https://www.jeffesposito.com/wp-content/uploads/2011/02/Digital-Republic_Facebook_Twitter-Revolution.pdf (Erişim tarihi: 07.09.2019) “World Internet Usage and Population Statistics, 2019 Mid-Year Estimates”, 2019, World Internet Stats, https://www.internetworldstats.com/stats.htm (Erişim tarihi: 22.09.2019)
104
Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız Roni Margulies
S
eksen Günde Devriâlem1 romanının kahramanı Phileas Fogg, arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederken iddiaya girerler. Londra’dan 2 Ekim 1872’de yola çıkacak, bütün dünyayı dolaşacak, 21 Aralık’ta, 80 gün sonra, tekrar oturdukları yere dönecektir. Becerirse arkadaşlarından £20.000 (bugünün parasıyla $2,5 milyon) alacak, bir gün bile gecikirse kaybedecektir. Başından geçen tüm talihsiz olaylara rağmen, Fogg iddiayı kazanır. Arzın Merkezine Seyahat gibi değildir Seksen Günde Devriâlem. Jules Verne bu romanda tümüyle gerçekçi bir yolculuk anlatır. Taşıt araçlarıyla ilgili hiçbir şey uydurulmamıştır. Phileas Fogg, Londra’dan trene biner, Manş Denizi’ni buharlı gemiyle geçer, indiği yerde tekrar trene binip İtalya’nın doğu kıyısında Brindisi’ye gider, vapura binip Süveyş Kanalı’nı geçerek Bombay’a ulaşır, oradan Kalküta’ya trenle gider, vapura binip Japonya’da Yokohama’ya geçer, başka bir vapurla Pasifik Okyanusu’nu aşarak Amerika’nın batı sahiline varır. California’yı New York’a bağlayan demiryolu üç yıl önce, 1869’da tamamlanmıştır; Fogg trene binip Amerika’yı bir ucundan diğerine aşarak New York’a varır, oradan da vapurla Liverpool’a gider. Ve yine trene atlayıp tam zamanında Londra’ya döner. Phileas Fogg’un yolculuğu o kadar gerçekçidir ki, romanın yayınlanmasından kısa süre sonra Amerikalı cevval bir seyahat acentesi cevval turistlere aynı seyahati sunar! Tarihçi Eric Hobsbawm, Phileas Fogg’un aynı yolculuğu 1872 yerine 1848’de yapması durumunda ne kadar süreceğini merak edip hesaplamıştır. O tarihte Avrupa’da az sayıda demiryolu vardır, kıtayı uçtan uca trenle geçmek mümkün değildir. Keza Amerika’da da demiryolları doğu ve batı sahillerinden ancak 300 km kadar içeri gidiyor ve birbirine bağlanmıyordur. Avrupa ve Amerika dışında ise hiçbir ülkede demiryolu yoktur. Dahası, deniz yolculuğu daha yavaştır ve üstelik Süveyş Kanalı’nın açılmasına daha 21 yıl vardır. Hobsbawm’un hesabına göre, 1872’de 80 gün süren devriâlem 1848’de en az 11 ay, yani dört kat daha uzun sürecekti! Bir başka ifadeyle, aynı seyahat 24 yılda dört kat hızlanmıştı.
105
Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız | Roni Margulies
Phileas Fogg’un gününde New York’tan Liverpool’a vapur yolculuğu 11-12 gün sürüyor, White Star denizcilik şirketi bunu bazı seferlerinde 10 güne indirebilmekle övünüyordu. Tam yüz yıl sonra, New York’tan Londra veya Paris’e uçakla 3,5 saatte gitmek mümkün oldu! İngiliz-Fransız ortak yapımı Concorde ve Rus yapımı Tupolev Tu-144 uçakları ses hızını aşarak (Mach 2.04) saatte 2.000 kilometre hız yapabiliyordu. 19. yüzyılın ortalarında başlayan ve günümüze kadar giderek hız kazanan hızlanmanın çok daha küçük ve daha güncel bir örneğini vermek gerekirse, kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Lisenin son sınıfında, 1972 yılında, matematik öğretmenimiz bizi ertesi yıl Boğaziçi Üniversitesi adını alacak olan yüksek okulun bilgisayar bölümüne götürmüştü. Okulda bir tane bilgisayar vardı. Dev bir odanın bütününü kaplıyordu. “Doğum yılınızı yazıp kaç yaşında olduğunuzu sorun” demişler, ben de odanın bir ucundaki klavyeye “2015 yılında doğdum, kaç yaşındayım?” yazmıştım. Birkaç dakika bekledikten sonra, küçük bir ekranda “Daha doğmadın” cevabını almıştım. Birkaç dakika bekledikten sonra! Bugün ucuz ve eski bir bilgisayarın bile birkaç dakikada neler yapabileceğini anlatmama gerek yok elbet. Intel yonga (mikroçip) şirketinin kurucusu Gordon E. Moore 1965 yılında yazdığı bir makalede2, her iki yılda bir bilgisayarlarda belli bir alana sığdırılabilen transistör sayısının iki katına çıkacağını yazar. Transistörün ne iş yaptığını bilmeyenlerimiz için söylersek, Moore bilgisayarların hızının ve kapasitesinin her iki yıl iki katına çıkacağı tahmininde bulunmuştur. Doğruluğu artık kanıtlanmış olan bu tahmin bugün Moore Yasası olarak adlandırılıyor ve hâlâ geçerli. Ama gelişme hızı Moore’un beklediğinden de yüksek: İki yılda değil 18 ayda iki katına çıkıyor bilgisayarların hızı, 55 yıldır!
Burjuvazi, üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve onlarla birlikte tüm toplumsal ilişkilerde sürekli olarak devrim yapmaksızın var olamaz. Bunun tam tersine, daha önceki tüm sanayi sınıflarının ilk varoluş koşulu eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunması idi. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal koşulların aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz belirsizlik ve hareket, burjuva dönemini tüm öncekilerden ayırt eden özelliklerdir. Tüm yerleşik ve sabitleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte silinip gider, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskir. Katı ve kalıcı olan ne varsa buharlaşır, kutsal olan her şey kirlenir ve bayağılaşır, ve insan nihayet gerçek yaşam koşullarına ve diğer insanlarla arasındaki ilişkilere ayık kafa ve açık gözlerle bakmak zorunda kalır.
“Dönüşüm”, “sarsıntı”, “belirsizlik”, “hareket” ve hız kendi başlarına amaç değil elbet. Bunlar burjuvazinin sermaye birikimi ve azami kâr peşinde koşarken sınır tanımamasından, daha çok kâr etmek için daha çok üretmek ve daha çok metayı pazara daha hızlı ulaştırıp paraya çevirmek amacıyla üretimi, tüketimi ve yaşamı sürekli dönüştürme, değiştirme, hızlandırma özelliğinden kaynaklanıyor.
Marx ve Engels, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun3 en başında konuya şöyle girer: “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır.”
“Burjuvazinin özelliği” ifadesini biraz açmak gerekir. Burada sözünü ettiğimiz sınıfsal bir özellik, bireysel bir özellik değil. Sürekli kâr-yatırım-kâr peşinde koşmak burjuva bireyin insanî bir özelliği, insan olmasından kaynaklanan bir özelliği değil, kapitalist olmaktan gelen bir özelliğidir. Birey olarak burjuva, yatırım yapmamayı seçebilir, kârını cebine atıp kişisel zevkleri için harcamayı (veya hatta işçilerine dağıtmayı) seçebilir. Böyle yaptığı takdirde, yatırım yapan rakiplerine karşı zayıf duruma düşecek, bir süre sonra pazar payını kaybedecek, zarar etmeye başlayacaktır. Sonuç olarak ya şirketini kapatmak zorunda kalacak ya da şirketi rakiplerine kaptıracaktır. Her iki durumda da zevkine düşkün (veya işçilerini seven, iyi kalpli) bir birey olarak varlığını sürdürebilir, ama artık kapitalist olma özelliğini kaybetmiştir. Kapatmak veya satmak zorunda kaldığı şirketi (yani sermayeyi) devralan rakipleri kapitalizmin gereklerini uygulayacak ve kâr-yatırım-kâr döngüsünü devam ettirecektir. Sermaye kapitaliste değil, kapitalist sermayeye hizmet ediyor gibidir. Sermaye, birey olarak kapitalistten bağımsız, kendi mantığını ve dinamiğini dayatan bir güç gibidir adeta.
Burjuvazinin “devrimci” olarak tanımlanmasının temelinde üretim araçlarını (ve bunun sonucunda insanlığın toplam üretim kapasitesini) sürekli geliştirmesi yatar. Bunu yaparken, iktidara gelişinden önceki tüm
Bu nedenledir ki, “iyi patron - kötü patron” ayırımı anlamsızdır; işverenlerin “erdemli insan” veya “iyi Müslüman” gibi davranmalarını talep etmek gerçekçi değildir; işçilerin belli bir işletmeyi devralıp “işçiden
“Sonsuz Belirsizlik ve Hareket” Niye? Ses hızından daha hızlı gitmek, her yıl daha hızlı bilgisayarlar kullanmak ihtiyacı nereden geliyor? Yolculuktan üretime, iletişimden gündelik hayata kadar her şeyin 150-200 yıldır sürekli hızlanması nereden kaynaklanıyor? İki kelimeyle ifade etmek gerekirse, “kapitalizmin doğasından” diyebiliriz. Daha ayrıntılı bir cevap vereceksek, Marx ile başlamak gerekir.
106
inançları, değerleri ve hayat tarzlarını tasfiye eder ve bunların yerine ticaret, kâr, değişim ve hızı yeni değerler olarak dayatır. Şöyle anlatır Marx ve Engels:
Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız | Roni Margulies
yana” bir kooperatif olarak yönetme girişimleri her zaman hüsranla sonuçlanır, ya eskisi gibi yönetmek zorunda kalırlar ya da batarlar. Önemli olan kapitalizmin mantığıdır çünkü, kapitalistin kişisel özellikleri değil. Devam etmeden önce, “Burjuvazi, üretim araçlarında sürekli olarak devrim yapmaksızın var olamaz” ifadesini de biraz daha açalım. Örnek olarak tarım ve gıda sektörüne bakalım.4 Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, dünyanın toplam gıda üretimi 1938 ile 1950’lerin sonları arasında yüzde 60 oranında arttı; 1950’lerin sonları ile 2001 arasında ise yüzde 100 arttı. Üstelik bu artışlar sürekli azalan sayıda tarım çalışanı tarafından gerçekleştirildi. Örneğin Amerika’da 200 yıl önce çalışan nüfusun yüzde 95’i tarımda çalışırken, bugün bu oran yüzde 2. Yine Amerika’da, 1940’ta bir çiftçinin üretimi 19 kişiyi doyurabilecek düzeydeyken, bugün her çiftçi 155 kişinin gıda ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar üretim yapıyor. Bu muazzam üretim artışları sonucunda, yine FAO’ya göre, bugün dünyanın toplam gıda üretimi toplam dünya nüfusunu kolayca besleyecek düzeyde. “Üretim araçlarında sürekli olarak devrim yapmak” sonucunda elde edilen bu üretim hızı, insanlığın elindeki maddî olanakların bu sınırsız hızla çoğalması, bu bolluk, Marx ve Engels’in “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır” demesinin nedeni. Ama takdir edilecektir ki Komünist Manifesto burjuvaziyi övmek amacıyla yazılmış bir metin değil, kapitalizmi devirmeyi amaçlayan bir örgütün manifestosu. Kapitalizmin niye devrilmesi gerektiğini anlatan bir metin. Gıda örneğinden devam edersek, evet, burjuvazinin “devrimciliği” sonucunda bugün toplam gıda üretimi toplam nüfusu kolayca besleyecek düzeyde. Besliyor mu? Hayır. FAO rakamları 2016 yılında dünya nüfusunun yüzde 11’inin kronik açlık koşullarında yaşadığını gösteriyor. Bu oran Latin Amerika’da yüzde 15’e yakın (520 milyon kişi), Afrika’da yüzde 20 (243 milyon kişi). Her beş Afrikalı’dan biri aç.5 Herkesin beslenmesi mümkün, ama herkes beslenmiyor. Üretim araçlarını geliştirerek herkesin beslenmesini tarihte ilk kez mümkün kılan kapitalizm, aynı zamanda, herkesin beslenebilmesini engelleyen üretim ilişkilerini yaratıyor. Marx bunu şöyle ifade eder: 4
5
Konuyu fast food’a getirmek istediğim için gıda örneğini veriyorum, ama sanayi sektöründeki hızlı gelişme ve üretim tarımdakini gölgede bırakır elbet. Bazen 1898 doğumlu olan dedemin hayatını düşünürüm. Doğduğunda ve çocukluğunda, yirminci yüzyıla girerken, telefon, otomobil, uçak, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, sinema, bilgisayar yoktu. Yüzyılın sonuna doğru 1990’da öldüğünde bunların hepsini kullanıyordu. Bütün bunlar bir insan ömrü içinde geliştirildi, üretildi ve piyasaya sürüldü! FAO, 2017, s. 7.
Gelişmenin belli bir aşamasında, toplumun maddî üretim güçleri o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle (ya da bu ilişkilerin hukuksal ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle) çelişmeye başlar. O güne kadar üretim güçlerinin gelişme biçimleri iken, bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen zincirlere dönüşürler. O noktada bir toplumsal devrim çağı başlar.6
Toplumun maddî üretim güçleri (traktörden tohuma, suni gübreden sulama yöntemlerine) herkesi doyurabilecek koşulları yaratmış durumda, fakat üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) bunun gerçekleşmesini engelliyor. Yüz milyonlarca insan aç, gıda mevcut, fakat kapitalizmin üretim ilişkileri uyarınca hem mülksüz hem işsiz (yani parasız) olan kişilerin gıdaya erişmesi mümkün değil. Burjuvazinin “devrimciliğinin” birinci sorunu bu: Gıda üretimi müthiş düzeylere yükseltiliyor, ama insanı beslemek amacıyla değil kâr etmek amacıyla yükseltildiği için açlık ortadan kalkmıyor. İkinci sorun, kâr amacıyla yapılan tarımın çevre, ormanlar, doğal yaşam, toprak ve su kaynakları üzerindeki tahribat etkisi.7 Üçüncü ve bu yazıda asıl ilgilendiğim sorun, gıda tüketiminin başına gelenler. Kapitalizm açısından önemli olan, gıdanın kalitesi ve insan sağlığına etkisi değil, önce üretiminin kârlı olması, sonra da ürünün hızlı tüketilmesidir. “Fast food” (“hızlı yemek”) kavramını kapitalizmden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Fast food sektörünün devi McDonald’s 2014 yılında Florida’da dükkânlarına giren her müşteriye siparişlerini verdikten sonra bir kronometre veriyordu. Ismarladığı hamburger 60 saniye içinde önüne gelmediği takdirde, müşteri dükkâna bir daha geldiğinde aldığı ürünlerden birini bedava almaya hak kazanıyordu. Sınırlı bir süre için uygulanacağı ilan edilen bu sistem devam etti mi, başka eyaletlerde de uygulandı mı, bilmiyorum. Ama McDonald’s bu girişimi duyururken, Amerika’da hamburger sektörünün bütününde dükkâna girmek ile hamburgeri eline alıp ısırmak arasında geçen ortalama süre (sırada bekleme ve sipariş verme süresi dahil) 181 saniyeydi. Sektör kaygılıydı, çünkü bir önceki dönemde bu süre 173 saniyeyken giderek uzamıştı! 6
Çeviriyi kendim yaptım, ama kaynak şu: Marx, 2011.
7
Kapitalist tarımın çevre üzerindeki etkisi gezegenin geleceği açısından canalıcı olan, ama bu yazının sınırlarını çok aşan bir konu. Burada sadece değinip geçiyorum. Ama bana en çarpıcı gelen örneklerden biri, ilkokul günlerimde dünyanın dördüncü büyük gölü olarak adını ezberlediğim Aral Gölü’nün (eskiden Sovyetler Birliği’ndeyken şimdi Kazakistan ile Özbekistan arasında), çevredeki pamuk tarlalarının sulanması için kullanılması sonucunda, bugün artık kurumuş, ortadan kalkmış olması.
107
Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız | Roni Margulies
Sektörün bir başka devi, pizzacı Domino’s, 1979 ile 1993 arasında, telefonla sipariş edilen pizzaların 30 dakikada teslim edileceği, edilmezse bedava olacağı taahhüdünü veriyordu. Pizzaları müşteriye zamanında ulaştırmaya çabalayan Domino’s kamyonlarının 1992 ve 1993’te yaptığı iki kaza bu taahhüdün sona ermesine yol açtı. Uzun mahkemeler sonucunda, Domino’s ilk kazada ölen bir kadının ailesine 2,8 milyon dolar ödemek zorunda kaldı. İkinci kazada yaralanan bir kadına ödenen ceza 78 milyon dolar olunca, şirket “Yarım saatte pizza” garantisini kaldırdı. Hindistan’da 118 şehirde 552 dükkânı ve 20.000 çalışanı olan Domino’s Hindistan şirketinin CEO’su pizzaların 30 dakikada nasıl adrese teslim edildiğini şöyle anlatmış: Siparişin telefonla alınmasından pizzanın hazırlanıp fırına girmesi dört dakika; fırında geçen süre altı dakika; kesme, paketleme ve şoföre verme beş dakika; dükkândan eve en fazla sekiz dakika - toplam 23 dakika. Yedi dakika da hata payı kalıyor. Fast food sektörünün dünya çapında toplam geliri yılda 570 milyar dolar. (Dünyadaki en zengin 25 ülke hariç, tüm diğer ülkelerin her birinin millî gelirinden daha yüksek bir rakam). Sadece Amerika’da 200.000 fast food restoranı var ve bunlar her gün 50 milyon Amerikalıya hizmet veriyor. Amerika’nın nüfusu 320 milyon kişi olduğuna göre, her gün nüfusun yaklaşık altıda biri “hızlı yemek” yiyor! Sattığı yemeklerin kalitesi, lezzeti, temizliği, sağlıklılığı ile değil hızı ile övünen bir sektörün ürünlerini yiyor.8 Üretimde ve Dağıtımda Hız Sermaye, belli bir ücret karşılığında emek gücü istihdam eder, üretim sürecinde bu emek gücü aldığı ücretten daha fazla değer üretir, üretilen ürün (ve artı değer) üreten işçiye değil sermaye sahibine aittir; artı değer sermaye sahibinin kârına denk düşer. Bu sürecin sonunda kâr üretilmiştir, ama henüz kâra dönüşmemiştir. Dönüşebilmesi için, ürünün piyasaya çıkması ve satılması gerekir. Satıldığı noktada kâr gerçekleşir, devre tamamlanmış olur ve yeniden başlar. Yeniden ve daha fazla kâr edebilmek amacıyla, yeniden ve daha fazla sermaye birikimi için. Marx’ın dediği gibi, “Biriktir, biriktir! Budur işte Musa ve peygamberler.” Bu süreçte iki aşama vardır: Ürünün üretilmesi ve üretim yerinden alıcıya ulaştırılması. Daha sık ve daha fazla kâr etmek açısından bunların ikisinin de daha hızlı, daha hızlı ve daha da hızlı yapılması gerekir. Şöyle basit bir örnek düşünebiliriz: Avrupa’da bir ürünün üretimi altı ay sürer ve Hindistan’daki pazara ulaştırılıp satılması da vapurla altı ay sürerse, yılda bir kez kâr edilir. Aynı 8
108
Hamburger sektörünün nasıl çalıştığı, McDonald’s gibi şirketlerin tarladan dükkâna kadar üretimin tüm aşamalarına nasıl hakim olduğu gibi konularda çarpıcı bir kitap: Schlosser, 2002.
ürün yeni teknolojilerle bir ayda üretilip uçakla Hindistan’a bir günde ulaştırılırsa, yılda on iki kez kâr edilir. Kapitalizm, üretim süreçlerinin sürekli geliştirilmesini, işçilerin daha çok ve daha verimli çalışmasını, ulaşım yöntemlerinin sürekli hızlandırılmasını gerektirir. Üretimin ve dağıtımın hızlandırılmasına ayrı ayrı bakalım. Üretimin Hızlandırılması Bir işgünü içinde daha fazla ürün elde edilebilmesinin üç yöntemi vardır: İşçinin daha gelişkin makineler kullanması, daha uzun saatler çalışması, daha disiplinli/etkili çalışması. Bunlardan birincisi, daha gelişkin makineler, yani teknolojinin sürekli geliştirilmesi, burjuvazinin insanlığın üretim kapasitesini inanılmaz boyutlara yükseltmiş olmasının kökenidir. İşgününün uzunluğu ve çalışma disiplini ise, sermaye ile işçinin bir işyerinde bir araya geldiği ilk günden beri sınıf mücadelesinin en temel ve doğrudan konuları olmuştur. İngiltere’de Sanayi Devrimi’yle, 1801’de köylerdeki ortak alanlarla meraların özel mülkiyete geçirilmesi ve aç kalan köylülüğün şehirlere göçüp fabrikalara doluşmak zorunda bırakılmasıyla başlayan dönemde, işgünü 10 ile 16 saat arasında değişiyor ve haftada altı gün çalışılıyordu.9 İşgününü kısaltma mücadelesi işçi sınıfının ortaya çıkmasıyla hemen hemen aynı anda başlamıştır. Ütopik sosyalist Robert Owen 1810 yılında on saatlik işgünü talebini ileri sürmüş, 1817’de bunu sekiz saate indirmiş ve “Sekiz saat iş, sekiz saat eğlence, sekiz saat dinlenme” sloganını kullanmıştır. Sekiz saat talebini Birinci Enternasyonal de 1866 kongresinde benimsemiştir. İşgününün kısaltılması İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca süren ve sendikaların kurulmasıyla taçlanan mücadelelerin de başlıca taleplerinden biri olmuştur. Fransız işçi sınıfı 1848 devrimlerinin hemen ardından 12 saatlik işgününü “kazanmış”, ama sekiz saatin kazanılması çoğu Avrupa ülkesinde ancak 20. yüzyılın ilk yarısında başarılabilmiştir. Kapitalizmin bu kadar uzun süre direnmesini anlamak zor değil: Üretilmesi sekiz saat süren hayalî bir ürün düşünürsek, işçinin günde 16 saat yerine sekiz saat çalışması bu ürünün günde iki tane üretilirken günde bir tane üretilmesi, yani üretim hızının yarıya düşmesi anlamına gelir. İşgününün kısaltılmasına direnmenin yanı sıra, kapitalizm robot gibi hızlı ve verimli çalışan bir işçi sınıfı yaratabilme hayalinden de hiç vazgeçmemiştir. Bunu sağlama girişimlerinden en iyi bilineni “bilimsel yönetim” adıyla da anılan Taylorizm olmuştur. 9
Bu dönemde İngiltere’de işçi sınıfının ortaya çıkışı, iş ve yaşam koşulları ve mücadeleleri hakkında Engels’in eşsiz klasiği muhakkak okunmalıdır: Engels, 2013.
Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız | Roni Margulies
Amerika’da Midvale Çelik Şirketi’nde ustabaşı olarak çalışan Frederick W. Taylor, 1877 yılında, yönetimi altında çalışan işçilerin üretmeleri gerektiğini düşündüğü ürün miktarının yaklaşık üçte birini ürettiklerine kanaat getirir ve bu sorunu “bilimsel” olarak çözmeye girişir. Bir işçinin yapması gereken işi mümkün olan en küçük parçalarına bölüp her bir parçanın kaç saniyede yapılabileceğini saptayarak işin ne kadar sürede tamamlanması gerektiğini belirlemeyi amaçlar. Özetle, 1940’lardan sonra fast food sektöründe gerçekleştirilen (ve yukarıda örneklediğim) zaman yönetimini başta demir çelik sektörü olmak üzere ağır sanayi işletmelerine uygulamaya çalışır. Taylorizm 1880’lerden 1920’lere kadar çok revaçta olmuş, daha sonra başka isimler altında ve farklı yöntemler kullanılarak etkisini sürdürmüş ve her zaman işçi sınıfının açık ve gizli direnişiyle karşılaşmıştır. (“Gizli” direniş derken, sabotaj, çaktırmadan iş yavaşlatma, ayak direme gibi yöntemleri kastediyorum). Dağıtımın Hızlandırılması Ürünlerin dağıtımının hızlandırılması, konuyu tekrar Seksen Günde Devriâlem ve Phileas Fogg’a getirir. Demiryollarından önce İngiltere’de taşımacılığın yaygın bir kanal ağı yoluyla yapıldığını, kanal teknelerinin motorlu olmadığını, karada yürüyen atların kalın halatlarla bu tekneleri çektiğini düşünürsek, trenlerin kâr ve sermaye birikimi açısından ne kadar önemli olduğunu kavrayabiliriz. Keza, İngiltere’den başlıca sömürgesi Hindistan’a gönderilen bir malın 19. yüzyılda (hava koşullarına ve geminin hızına bağlı olarak) denizde dört ile altı ay arası bir zaman geçirdiğini düşünmek hem demiryollarının hem hava taşımacılığının kapitalizm açısından önemini ortaya koyar. Marx konuyu şöyle özetler:
Sonuç olarak, hız bir insan ihtiyacı değil kapitalizmin bir ihtiyacıdır. Her alanda olduğu gibi, bu alanda da kapitalizmin tek bir önceliği vardır: Kâr. Kâr oranlarını yükseltmek için üretimi ve dağıtımı hızlandırırken bu hızlanmanın (ve hızlanmak için yapılanların) diğer etkileri kapitalizmin ilgi alanının dışındadır. İnsan sağlığının, çevrenin, gezegenin ve gezegeni bizimle paylaşan diğer canlıların bu hızlanmadan nasıl etkilendiği kapitalizmin kâr-zarar hesaplarının dışında kalır. Kapitalizm insan sağlığına zararlıdır. İnsan toplumunu başka ve tümüyle farklı bir biçimde örgütlemenin zamanı gelmiştir.
Kaynakça Engels, Friedrich, 2013, İngiltere›de Emekçi Sınıfların Durumu, Ayrıntı Yayınları. FAO, 2017, The State of Food Security and Nutrition in the World. Marx, Karl, 2011, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara. Marx, Karl ve Engels, Friedrich, 2018, Komünist Manifesto, çev. Celal Üster ve Nur Deriş, Can Yayınları, İstanbul. Moore, Gordon E., 1965, “Cramming more components onto integrated circuits”, Electronics. Schlosser, Eric, 2002, Hamburger Cumhuriyeti - Amerikan Fast Food Kültürünün Karanlık Yüzü, Metis Yayınları, İstanbul. Tomlinson, John, 2007, The Culture of Speed: The Coming of Immediacy, Sage Books, Londra. Verne, Jules, 2016, 80 Günde Devrialem, çev. Pınar Güzelyürek, İthaki Yayınları. İstanbul.
Girdiği biçimlerin birinden diğerine geçerken sermayenin yol aldığı devreler dolaşımın bölümlerini oluşturduğuna göre ve bu bölümler belli zaman süreleri aldığına göre (uzamsal mesafe bile zamana indirgenir; önemli olan, piyasanın uzamda ne kadar uzak olduğu değil oraya hangi hızda - yani ne kadar zamanda - ulaşılabildiğidir), dolaşımın hızı, ne kadar sürede başarılabildiği,... sermayenin belli bir zaman süresi içinde kaç kez gerçekleştirilebildiğinin belirleyicilerinden biridir.10
Ve Demek ki sermaye bir yandan karşılıklı ilişkilerin (yani mübadelenin) önündeki tüm uzamsal engelleri yıkmaya ve dünyanın tümünü piyasa olarak fethetmeye çabalarken, bir yandan da bu uzamı zaman ile imha etmeye, yani bir yerden bir yere hareket hâlinde geçirdiği zamanı en aza indirmeye çabalar.11 10 Karl Marx, Grundrisse’den alıntılayan Tomlinson, 2007, s. 5. 11 a.g.e., s. 5-6.
109
Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim Sibel Erduman Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim | Foti Benlisoy – Stefo Benlisoy | İstos Yayınları, 2016 | 368 sf.
B
u yıl, 6-7 Eylül pogromunun 64. yılıydı. Bu pogromun temel hedefi, TC vatandaşı Hristiyan ve Musevilerin demografik ve ekonomik yapıdan tasfiye edilmesiydi. Pogrom boyunca 4 bin 214 ev, 1000 işyeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. İnsan hakları örgütü Helsinki Watch’a göre, olaylarda 15 kişi hayatını kaybetti. Bu rakamların yanı sıra, çok bahsedilmeyen Rum kadınlarına tecavüz olayları da gerçekleşti. İstanbullu Rumlar, devletin dış politikada bir kozuydu. Ama 6-7 Eylül pogromu, bunun çok ötesinde gerçekleşti. Ve devletin 1915 Ermeni soykırımından kalma hafızasını devreye soktu. Böylece İstanbullu Rumlar her şeylerini geride bırakıp, bu toprakları terk etti. Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanların da politik bir koz olarak kullanılmış olması, bu anlamda devletin hafızasının o dönemden itibaren istikrarlı bir şekilde devreye sokulduğunu ortaya koyuyor. Dil ve din birliğinin oluşturulmasını da kapsayan bir uluslaşma süreci olan Milli Mücadele dönemiyle birlikte, Türkleştirme ve İslamlaştırma süreci de başlamıştı. Foti Benlisoy ve Stefo Benlisoy tarafından yazılan ve söz konusu dönemde Anadolu’da geniş bir alana yayılmış olarak yaşayan, Karamanlıca adı verilen ve Yunan alfabesi ile yazılan Türkçe konuşan Ortodoks toplulukların durumunu ele alan bu kitap, birbiriyle bağlantılı bir dizi sorunun cevabını arıyor: - Yunan ve Türk milliyetçilikleri, Türkçe konuşan Ortodoksları kendi ulusal cemaatlerine dâhil etmek adına hangi söylemsel stratejileri devreye soktular? - “Karamanlıların” Yunan milliyetçiliği açısından dilsel, Türk milliyetçiği açısındansa dinsel “anomalisi” nasıl bertaraf edilmeye çalışıldı? - Söz konusu söylemsel stratejiler, aynı milliyetçi projeye bağlı farklı ulusal kimlik tanımları arasındaki rekabet bağlamında kimin Yunan ya da Türk sayılıp sayılmaması gerektiğine dair tanımlarda hangi değişiklikleri gündeme getiriyordu? - “Hristiyan Türkler” teması Türk milliyetçiliğinin dini aidiyetle, spesifik olarak da İslam’la ilişkisinde nasıl bir kırılmaya denk düşüyordu? Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyan ahalisi, 19. yüzyılın sonundan itibaren Yunan ile Türk milliyetçilikleri arasında, bunların dilce Türkleşmiş Yunanlar
110
Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim | Sibel Erduman
mı, yoksa Hristiyan Türkler mi oldukları hakkında bir tartışma doğurdu. “Karamanlı” diye anılan bu toplulukların hangi “hayali cemaatin” parçası kılınacağına dair bu ihtilaf, Milli Mücadele esnasında Patrikhane’den bağımsız bir Türk Kilisesi’nin kurulması dolayısıyla bir «kilise ihtilafı» olarak somutluk kazandı. Bu milliyetçi rekabetin bir kilise çekişmesi biçimini alması, bir tesadüf değildi. Kitabın önemli argümanlarından birisi milliyetçiliğin, dinsel otorite ve kurumlarla ihtilaf içerisinde geliştiği, birisinin yükselişinin diğerinin gerileyişine tekabül ettiği kabulüne karşı, milli cemaatlerin genel olarak dini cemaatlerin “ulusallaşması” sonucunda ortaya çıktığı varsayımıdır. Konuşulan dilin insanların kolektif kimliğini tayin etmede asli kıstas sayılmadığı bir çağda, dilsel çeşitliliğin bugünkü anlamda bir siyasal ya da dinsel önemi yoktu. Siyasal iktidarın ve kilisenin dili, yerel dillerle rekabet içinde değildi. Ortodoks cemaatine ait olmanın herhangi bir dili kullanıyor olmakla ilgisi yoktu. Aslında bu durum tarım toplumlarının ve kapitalist modernite öncesi zamanların genel karakteristiğiydi. Bu tür devlet yapıları, kitleleri müşterek bir kültürde bütünleştirecek maddî araçlara da sahip değildi. Yunan ve Türk milliyetçiliklerinin geçmişi ulus fikri üzerinden yeniden inşa etmesi esnasında, Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks nüfusunu kendi ulusal cemaatlerinin “en saf”, “en kadim” unsurları olarak anlatmaları, bu boşluğu dolduran önemli söylemsel stratejilerden biriydi. Anadolu Hristiyanlarının esasen Türk olduğu iddiası, Anadolu’nun çok eski zamanlardan bu yana Türk olduğu fikriyle yakından bağlantılıydı. Bu teoriye göre, Anadolu’nun Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanları kadim zamanlarda Anadolu’ya yerleşmiş Türk kavimlerinin torunlarıydı. Bunlar her ne kadar Ortodoks olmuşlarsa da, ritüellerini Türkçe dilinde yerine getirmiş, gelenekleri ve halk kültürleri esas itibariyle Türk kalmıştı. Anadolu’daki “Milli Mücadele» hareketinin gayrimüslimlere baskı uyguladığı iddiaların yaygın olduğu, üstelik de Ermeni soykırımının henüz çok taze olan yaralarının uluslararası alanda büyük bir baskı yarattığı bir ortamda, Küçük Asya Hristiyanlarının herhangi bir baskıya maruz kalmaları bir yana dursun, ulusal harekete destek verdiklerini, hatta içinde görev aldıklarını göstermek, Ankara için özel bir önem taşıyordu. Yunan dili ise bu süreçte dinsel hayali cemaatin ulusal hayali cemaate dönüşmesini kolaylaştıran önemli bir faktördü. Bu anlamda modern Yunan ulusal kimliğinin ulus öncesi Ortodoks Hristiyan kimliğiyle çatışması söz konusu olmamıştı. Aksine bu durum Yunan ulusal kimliğinin kendisini ulus öncesi Ortodoks kimliğinin devamı ve tamamlayıcısı olarak takdim etmesini mümkün kılmıştı.
Kitap, Türk Ortodoks Kilisesi’nin 1919-1922 Yunan-Türk Savaşı esnasındaki kuruluşunu, böyle bir ortamda tarafların yürüttüğü propaganda savaşı içinde bir araç olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Millî mücadelenin hedef ve söylemleriyle uyum içinde olan bir Türk Ortodoks Kilisesi, iç kamuoyunda olduğu kadar, hatta daha fazlasıyla batılı kamuoyu nezdinde de, hafife alınmaması gereken bir argüman teşkil ediyordu. Bu mücadelenin bir tarafında Rum Ortodoks nüfusu o güne kadar temsil etme yeteneğine sahip olan Fener Rum Patrikhanesi, diğer tarafında ise Ankara tarafından desteklenen ve Papa Eftim tarafından kurulan Türk Ortodoks Kilisesi vardı. Papa Eftim ve Türk Ortodoks Kilisesi, bir yandan Anadolu Ortodokslarının Türk olduğu propagandasını yaparken, öte yandan Fener’i hedefine oturtuyor, siyasallaştığı için artık Hristiyanları temsil yeteneğini kaybettiğini dile getiriyordu. Türk Ortodoksluğunun İnşası Papa Eftim, 1 Mart 1922’de Anadolu’daki 68 cemaat okulunu kapattı ve Hristiyan çocukları Türk okullarına devam etmeye zorladı. Ayrıca üst düzey ruhbanın Türkçe bilmesini, Türk tebaası olmasını, son beş yılını Türkiye’de geçirmiş ve siyasete bulaşmamış olmasını mecbur kıldı. Papazların halk arasında dini kıyafetle dolaşmasını yasakladı. Papa Eftim, bu dönemde Türk Ortodoks Kilisesi girişimine Batı kiliselerinden de destek bulmaya gayret etti. Bu arada Patrikhane, Hristiyan dünyasına gönderdiği telgraflar aracılığıyla Anadolu’da cereyan etmekte olan bu eylemleri onaylamadığını ve Anadolu’daki Hristiyanların tehlikede olduğunu belirtti. Dışardaki itibar ve şöhreti ne olursa olsun, Papa Eftim bu dönemde Ankara’da hayli popülerdi. İnönü zaferinin ikinci yıl kutlamalarında halka yaptığı konuşma, yarattığı etkinin bir başka göstergesiydi. 1922 yazında geçici bir komisyon Kayseri’deki Zincidere İoanis Prodromos Manastırı’nda toplandı. Komisyon, kongre işleyişinin nasıl olacağı konusunda bir nizamname hazırlayıp kabul etti. Nizamnamenin ilk maddesinde, kongrenin amacının Anadolu Ortodoks Hristiyanlarını İstanbul Patrikhane’sinin boyunduruğundan çıkarmak ve Batı kamuoyunu Anadolu Ortodoks Cemaatleri hususunda bilgilendirmek olduğu belirtiliyordu. Kongre, 16 Temmuz’da Türk Ortodoks Hristiyanlarının politik bir kuruma dönüşmesinden ötürü Fener Patrikhanesi’yle tüm ilişkilerini kestiğini ve Anadolu’da bağımsız bir Türk Ortodoks Kilisesi kurma kararı aldığını ilan etti. Türk Ortodoks Kilisesi’nin kuruluşuna dair hükümet planının esas noktası, Fener’in onayı olmaksızın Anadolu’da yeni piskoposların seçilmesiydi. Diğer yandan Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanları vakası, Türk milliyetçiliğinin seküler ve etnik sınırlarının anlaşılması açısından da kritik öneme sahipti. Bu anlamda
111
Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol – ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim | Sibel Erduman
Türkçe konuşan Hristiyanların Türklüğünün kabul ya da reddedilişi, bizatihi Türklük tanımı üzerinde kimin Türk kabul edilip edilmeyeceğine, yani ulusal topluluğun sınırlarına dair de sonuçlar doğuracaktı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türk ordusu 26 Ağustos 1922’de başlattığı büyük taarruz ile cepheyi yardı ve Yunan ordusu karşısında tayin edici zafer kazandı. Ancak Yunan cephesinin düşmesiyle birlikte, Türk Ortodoks Kilisesi meselesi de önemini kaybetti. Hükümet, artık bütün ilgisini barış konferansına yöneltmişti. Osmanlı Müslüman Milleti ve Hristiyan Türkler Anadolu Müslümanlarının büyük çoğunluğunun Yunan kökenli olduğu söylemi, Anadolu’nun tarihsel olarak Yunanlara ait olduğunu ve Anadolu’daki Türklerin sayısının varsayılandan çok daha az olduğunu iddia eder. Yunan birliğini sağlamak isteyenler, işi “Türkler aslında Müslüman Yunanlılardır” iddialarını dile getirmeye kadar vardırır. Bu kritik devirde Türk milliyetçiliğinin ana damarı, Osmanlı Müslüman milletinin ulusallaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu anlamda Anadolu Hristiyanlarının Türk olduğuna dair teoriler, Milli Mücadele’nin genel ideolojik eğilimiyle çelişir gibi görünmektedir. ‘Türk Ortodokslarının’ inşa halindeki ulusal cemaatten dışlanması ve nüfus mübadelesinden istisna tutulmaması, Türk ulusal kimliğinin dini eksende tanımlanıyor olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. 1920’lerin ikinci yarısından itibaren daha laik ve etnisite temelli bir milli kimlik tanımına doğru kayış dahi, ‘gayrimüslim Türklerin’ milli cemaatin içine alınmalarını gündeme getirmez. Bir yandan, Cami Baykurt gibi 1918 yılında İzmir’de Anadolu’daki ‘Türk Hristiyanlar’ üzerine bir dizi makale yayınlayan, Ortodoks Hristiyanların Müslüman hemşerilerinden yegâne farklarının dinleri olduğunu, Türk devletlerinin dinî değil milli birlik üzerine inşa edildiğini söyleyen kişiler vardır. Diğer yandan İsmail Habibi, Hamdullah Suphi ve Köprülüzade Mehmet Fuat gibi dönemin önemli yazarları, Hristiyan Türklerin ırkî manada Türk olduğunu kabul etmekle birlikte, söz konusu cemaati ırkî olmaktan ziyade kültürel kavramlarla tanımlanan Türk ulusunun dışında tutarlar. Ziya Gökalp’e göre millî aidiyetin belirlenmesinde esas olan kültürdür ve burada din hayatî bir rol oynar. Dinin toplumsal yaşamdaki işlevi, toplumda birlik ve dayanışma sağlama vasfıdır. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Gaspıralı İsmail de dinin toplumsal birlik ve beraberlik sağlama rolünü kabul eder.
112
Yusuf Akçura’nın ulus anlayışı ve dine yaklaşımı, Gökalp’ten bir ölçüde farklılık gösterir. Akçura’ya göre ulusun dayanağı ırk, dil ve ortak geleneklerdir. Bu anlamda Akçura dini ortak gelenekler içerisinde görmekte ve etnisite kavramına ağırlık vermektedir. Öte yandan Türklerin büyük çoğunluğu Müslüman olduğundan, birliklerini sağlama noktasında dinin önemli ama ikincil bir rolü bulunduğunu da düşünmektedir. Ziya Gökalp düşüncesindeyse dinsel ve dilsel bağlılık arasında yakın bir ilişki vardır. Dil kültürün taşıyıcısı ve aktarıcısıdır. Aynı dili konuşanlar, aynı bilinci, hisleri ve özlemleri paylaşır. Dilin müşterek bağı insanları doğal olarak müşterek bir inanç sistemine doğru iter. Yani dinî birlik ile ulusal birlik arasında yakın bir bağlantı vardır. ‘Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise siyasal bir cemiyette yaşamıyorlar’ diye yazar. Ziya Gökalp Anadolu’da Türkçe konuşan Hristiyanların Türk milletinin bir parçası sayılması ihtimalini topyekûn yok saymaktadır, ona göre Müslüman olmak Türk olmanın önkoşuludur. Milli mücadele sırasında hâkim konumda olan milli kimlik tanımı, Türk Ortodoksları hakkında yazılıp çizilen onca şeye karşın dinî birliğe ağırlıklı bir rol veren anlayıştır. Bu anlamda, bir Türk Hristiyanlığının icat edilmesi hükümetin politik amaçlarına uygundu, ancakmübadeleden muaf tutulmamaları Türk milliyetçiliğinin dinsel içeriğinden ötürüydü. Bu durumda din paradoksal olarak gayrimüslimler ile Türkler arasında etnik bir sınır yaratmıştı, çünkü gayrimüslimler Türklüğün olmazsa olmazı olan İslam’dan yoksundu. Türk milliyetçiliği ise marjinal bir topluluk haline gelen Hristiyanlara antipati beslemeye devam etti. Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey’in ‘Onlar hiçbir vakit Türk değildir’ sözü her şeyi özetliyordu.