504

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

504

26 Kasım 2014 2 TL. sosyalistisci.org

SÖZDE AÇILIM DEĞİL ÖZDE EŞİTLİK!

ALEVİLERE ÖZGÜRLÜK

n Zorunlu din dersi kaldırılsın

n Ayrımcılık son bulsun

n Cemevleri ibadethanedir, tanınsın

n Nefret söylemi cezalandırılsın

n Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilsin

n Eşitliği tanıyan yeni bir anayasa istiyoruz

ÜMİT İZMEN, DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİNDEKİ SON DURUMU ANLATIYOR sayfa 5

İDİL ÜGÜT, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINI BİTİREN ALMAN DEVRİMİNİ YAZDI sayfa 8

MEKSİKA’DAN MAKEDONYA’YA ÖĞRENCİLER MÜCADELEDE! sayfa 3


2

GÜNDEM

ALEVİLERİN TALEPLERİ KABUL EDİLMELİ İlk olarak 2010’da yapılacağı söylenilen “Alevi açılımı” yeniden gündeme girdi. Aleviler söz konusu olunca 10 Milyon TL maliyetinde bir müze yaptırılacağını söyleyen Başbakan Davutoğlu’nun anlattıkları ise gerçek bir çözümden çok uzak. Hala sonuçsuz çalıştayların, Alevi toplumunun önde gelenleriyle görüşmenin yeterli olduğunu düşünen AKP, geçtiğimiz seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun Alevi olmasını yuhalatmış, üniversite adını değiştirmekle çok iş başardığını düşünmüştü. Her defasında “büyük açılım” nidalarıyla başlayan süreçler Alevi toplumunun isteklerini yerine getirmekten uzak, göstermelik hareketlerle son buldu. Kürt sorununun çözümü sürecinde de Alevilerin talepleri, özgürlükleri üzerindeki baskıların dağıtılması sorununda da devletin çıkarlarını gözeten yaklaşım çözüm yönündeki süreçleri hantallaştırıyor. Yaratılan büyük beklentiler, beklentiyle kıyaslanamayacak adımlarla hayal kırıklığı yaratarak sonuçlanıyor. Bugün acil olan ise Alevi toplumunun, verdiği mücadele sırasında sunulan taleplerinin hükümetçe kabulü. Yıllardır dile getirilen; Cemevlerinin statüsünün tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, devlet kurumlarındaki ayrımcılığın kaldırılarak eşit yurttaşlık sağlanması ve Alevilere yönelik nefret söylemlerine son verilmesi gibi talepler henüz karşılık bulmuş değil. Devletin Alevi toplumunu tanımaması ve potansiyel tehdit olarak görmesi sorunun temelini teşkil ediyor. Gerçek bir açılım ancak Alevilerin bu taleplerinin kabulüyle mümkün. Hükümetin yapması gereken salon toplantıları, yeni binalar veya üniversite ismi değiştirmek gibi sembolik adımlar yerine bu talepleri karşılayacak adımlar atmaktır.

GEZİ PARKI PARK KALACAK AKP hükümeti, Gezi direnişi yüzünden vazgeçmek zorunda kaldığı Topçu Kışlası’ni yeniden gündeme koydu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi şu an mahkeme sürecinde olan projeye mahkemenin olur vermesi durumunda bile halk oylamasına gideceğini söylüyor. Referandum, sokakta canlar verilerek kazanılan, milyonların talebini gasp etmek için bir adım. Sokakta kazandığımızı, sandıkta vermeyiz. Hodri meydan!

EZİLEN HALK BARIŞA ZORLUYOR Geçtiğimiz iki yılda birçok saldırıya rağmen devam eden çözüm süreci, yeni yılda farklı bir aşamaya geçecek gibi görünüyor. Önceki hafta Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’la görüşen HDP heyeti, sürece devam etme konusunda iki tarafın da kararlı olduğunu söyledi. Kobanê prostestolarını bahane ederek süreci akamete uğratan AKP, barışa mecbur olduğumuzu bir kez daha anlamış görünüyor. Bu aşamada birkaç yenilik göze çarpıyor. 8’ini AKP’nin, 8’ini ise HDP’nin belirleyeceği bir “İzleme Heyeti” oluşturulması planlandı. Öcalan’la birlikte İmralı’da kalan 5 tutsak yerine PKK’li 5 mahkûmun gideceği, Öcalan’a süreçte yardımcı olacakları gündemde. Ayrıca milletvekilliği düşürülen ve yıllarca KCK davasından hapis yatan Hatip Dicle ile HDK Kadın Meclisi üyesi Ceylan Bağrıyanık’ın da Müzakere Heyeti’ne dahil edileceği konuşuluyor. Öte yandan, AKP’nin süreci ele alışı, masanın diğer tarafına MİT ve Kamu Güvenliği Müsteşarı’nı oturtmasından anlaşılıyor. Sürece hala güvenlik, devletin iradesi gibi açılardan bakan hükümet, Kürt halkının taleplerini bugüne kadar görmezden geldi. Kobanê olaylarını bahane ederek yetkili ağızlardan “Çözüm sürecine mecbur ve mahkûm de-

NASIL BİR BARIŞ KAMPANYASI Her ne kadar süreç taraflar arasında bazen düzgün bazen inişli çıkışlı devam etse de buna aldırmadan, sokakta özgürlükleri savunan bir barış kampanyası bugünkü en büyük ihtiyacımız. Bu kampanya sürecin sonuna kadar gidilmesini, hükümetin koşulsuz olarak Kürt halkının en temel haklarını ve taleplerini karşılaması gerektiğini savunmalı. Şimdilerde ortaya çıkan, demokrasi ve özgürlüklerden çok, hükümeti savunmak derdinde olan birkaç “kullanışlı aptal”ın yaptığı biçimde barış mücadelesi verilmez.

Taleplerimiz olan barış ve özgürlük aşağıdan mücadeleler sonucunda kazanılabilir. Bu talepler bir takım “hükümet destekli yapılarla” değil, sokakta inşa edilen, gücünü savunduğu değerlerden alan bir barış hareketiyle gerçekleşebilir. Motivasyonu barış, çözüm, eşitlik, adalet ve Kürt halkının özgürlüğü olan bir aktivistler ağı sürecin en büyük eksiklerinden biridir.

KEMAL GÖKHAN GÜRSES

SELAHATTİN DEMİRTAŞ

KİTAPÇILARDAN VE SOSYALİST İŞÇİ DAĞITIMCILARINDAN ALABİLİRSİNİZ

ğiliz.” açıklamaları yaparak işi yokuşa sürmeye çalıştı. Bir takım küçük iyileştirmelerin yapılmış olması süreci buraya getirmiş görünüyor. Ve tabii ki Kürt halkının barış iradesinin buna etkisi yadsınamaz.

Taraflardan biri devlet/hükümet, diğeri yıllardır özgürlük mücadelesi veren bir halkın temsilcileri iken burada egemenlerin yanında değil, ezilenlerin yanında saf tutanlar barış mücadelesi verebilirler.

KARGA KAFASI

“Sayın Öcalan bu sürecin baş müzakerecisidir, bu hareketin önderliğidir. Kendisi barışı gerçekleştirmek istiyor. Dolayısıyla ‘süreç bitti sürecin anlamı kalmadı süreci yürütmeyelim buna ne gerek var?’ şeklindeki açıklamalar hükümeti değil Sayın Öcalan’ı zorlar.”

Umut Mahir Özen, çözüm sürecini devam ettiren iradeyi yazdı.

Günaydın makul şüpheliler. Bu hafta TBMM’de sıfatımız yasalaşacak. Sonra gelsin mahkumiyetler, gitsin gözaltılar...

MUHALEFET HÜKÜMETTEN DE KÖTÜ Süreç taraflar arasında bir şekilde işlerken HDP adına Selahattin Demirtaş’ın CHP’ye yaptığı “izleme heyetine üye verme” çağrısı İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu tarafından reddedildi. Sürecin meclis odaklı yürütülmesini, Öcalan’ın muhatap alınmamasını isteyen CHP’nin barış sürecine içeriden ya da dışarıdan bir katkısı olmayacağı açık. MHP ise vatan millet edebiyatı yapıyor, ülkücü çeteler birçok şehirde barış ve özgürlük isteyen aktivistlere saldırıyor.


GÜNDEM Aleviler eşitlik taleplerini son beş yılda büyük mitingler yaparak dile getirdi.

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

BARIŞ İÇİN KİTLESEL EYLEMLER 2003 yılında ABD Irak’a saldırı için hazırlanırken tüm dünyada da savaş karşıtları savaşı engellemek için hazırlık içindeydi. Küresel savaş karşıtı hareketin etkili bir parçası Türkiye’de de örgütlenmeye başlamıştı. Bu hareket arka arkaya eylemlerle ve sokakta yarattığı güçlü bir dinamikle, savaşa karşı olanların, ABD bombardımanının yalanlar üzerinde şekillendiğini bilen aktivistlerin, toplumun savaşa karşı olan büyük çoğunluğunun desteğini kazanmıştı.

‘ACELE ETMEYİN, SIRAYLA’ AÇILIMI... Yüzleşme Derneği’nin kurucusu ve gazeteci-yazar Cafer Solgun, Başbakan’ın “Alevi açılımı”nı Sosyalist İşçi için yorumladı:

Başbakan Davutoğlu’nun Hacı Bektaş’ta yaptığı konuşma öncesinde de kamuoyunda yine yandaş medya tarafından “Alevi açılımı” ile ilgili son derece “radikal” adımlar atılacağı beklentisi yaratılmış ve sonuçta atılan adım, hala “müze” statüsünde olan Hacı Bektaş Dergahı’na ücret ödemeden girilebileceği açıklaması olmuştu. Bu sefer de benzer bir durumla karşı karşıya kaldık. Kamuoyunda Dersim tartışmaları yeniden gündemleşti. Hükümetin ciddi bir “Dersim açılımı” yapacağı beklentisi yaratıldı. Buna da bizzat sayın Davutoğlu öncülük etti... Irak ziyareti dönüşü, gazetecilere Dersim ziyaretinde Dersimlilere “sürpriz hediyeleri” olacağını söyledi... Tunceli Üniversitesi’nin adının Munzur Üniversitesi olarak

HAFTANIN IRKÇISI EDİRNE VALİSİ DURSUN ALİ ŞAHİN Edirne Valisi, İsrail’in Mescid’i Aksa saldırısını bahane ederek yaptığı açıklama ve açıklama içinde söz ettiği kin, valiyi haftanın ırkçısı yapıyor.

değiştirilmesi, şehir merkezindeki eski kışlanın “Dersim Müzesi” olarak düzenlenmesi ve ziyaret mekanlarına giden yolların ıslah edileceğinin söylenmesi, hiç kuşkusuz bir “adımdır”. Ancak Dersim, katliam, özür, Tek Parti, zulüm, Seyit Rıza (vb) diyen hükümetten beklenen en asgari adım, Dersim’e adının iade edilmesi idi. Kaldı ki bu yönde bir adıma CHP’nin de engel olmayacağı belliydi. Bu açılımın ciddiyeti yok. O üniversite bu iktidar zamanında kuruldu ve açıldı. Adının “Tunceli” olması baştan “faul” idi. O kışlanın “müze” olarak düzenlenmesi öteden beri taleplerimizden biriydi ve bugüne değin bekletilmesi ayıptır. Miting meydanlarında en çok “yol” yapmakla övünen iktidar partisinin Dersim’in yollarını yapmayı bu kadar ağırdan alması da öyle. Bunu iktidar partisi yandaşlarına söylediğiniz zaman muhtemelen “acele etmeyin, sırayla, ona da sıra gelir” diyeceklerdir... Bunun anlamı, Dersim meselesini siyaseten istismar etmeye devam edecekleridir. Ve asıl ayıp da budur. Yani insanların acılarını siyaseten kullanmak... Vali Şahin şöyle demişti: “Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgarları estiren, bizzat savaş tatbikatı yapan o eşkıya kılıklı insanlar orada Müslümanları katlederken, biz de onların burada sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu.”

Benzer bir durumu, bu sene New York’ta yüz binlerce insanın katıldığı iklim zirvesi protestosu eylemlerinde gördük. Şimdi, benzer bir adımı, çözüm sürecini desteklemek için de atmalıyız. Çözüm süreci, çok net bir şekilde toplumun ezici çoğunluğunun desteğini alan bir süreç. Süreç başladığından beri, sürecin iki ucunu oluşturan partiler seçimlerden güç kazanarak çıkıyor. Sürece karşı olan partiler ise güç kaybediyor. Sürecin en önemli eksiği, özellikle batıda, her koşulda çözümden, barıştan yana tutum alacak kitlesel bir hareketin örgütlenmemiş olması. Bir dizi siyasi bölünmüşlük ve barıştan yana olmayanların, sistemli bir şekilde çözüm sürecini yıpratma çabaları, AKP’li temsilcilerin kullandığı dilin bu çabalara zaman zaman çanak tutması, çözüm sürecini desteklemek için başlatılan girişimlerin yaygınlaşmasına izin vermiyor. Ama bu kez geri adım atmadan, savaşa karşı olan herkesi birleştirmeyi hedefleyen, en önemlisi, aktivistlerle emek örgütlerinin, bir araya gelebileceği bir kampanyayı inşa etmeliyiz. Bu, sürecin gelgitlerine aldırmadan, sürecin Kürt halkının haklı taleplerinin karşılanmasıyla son bulması için acil ve savsaklanamayacak bir adım.

Açıklama başta Türkiye Yahudi Cemaati olmak üzere çok büyük bir tepkiyle karşılandı. Tepkiler karşısında geri adım atıp özrü dileyen vali, özür dilerken deTrkiye’de yaşayan Yahudileri aslen Türkiyeli görmediğini, İspanya’dan gelen Yahudilere kapıları açan Türk ev sahipliğine vurgu yaparak anlattı.

Ankara 0532470150

Üsküdar: 05075550272

Sincan: 05397440268

İzmir 05544602111

İstanbul

Karşıyaka: 0505822991

Beyoğlu: 05368474650

Tekirdağ 05332334150

Vali şahin, daha kaç valinin kendisi gibi düşündüğü merakını da uyandırarak haftanın ırkçısı oldu.

Şişli: 05547307216

Eskişehir 05543127196

Fatih: 05053524099

Akhisar 05443270445

Kadıköy: 05334479709

Üniversiteler 05397980171

ww.sosyalistisci.org

yunda ciddi bir “açılım” beklentisi eşliğinde gerçekleşti. Tabii ki bu durup dururken ortaya çıkan bir beklenti değildi. Bizzat iktidar partisi ve “işareti” alan yandaş medyanın ortaya çıkardığı, gündemleştirdiği bir beklenti idi. Bir “açılım” yapmadan önce konuyu gündemleştirmek, neler olabileceği üzerine yorum ve tartışmaların önünü açmak siyaseten “normal” olabilir. Ama “normal” olmayan iktidar partisinin en hafif tabirle ciddiyet ve sorumluluktan yoksun tutumu.

Dünyada ve Türkiye’de savaş karşıtı kampanyaların temel bir özelliği vardı: Kitlesel hareketler örgütlemeye çalışılıyordu. Savaşı durdurmak için kitlesel bir savaş karşıtı muhalefet örgütleme çabası başarıya ulaşmıştı. Başarıda en önemli pay, hareketin sendikaları kazanma becerisiydi. Hareketin sokakta yarattığı dinamizm ve toplumdaki savaş karşıtı ruh hali emek örgütlerini, sendikaları bu hareketin aktif bir parçası haline getirmişti.

İletişim

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dersim ziyareti, kamuo-

Örgütlediğimiz kampanyalar “Savaşa karşı azimli bir kararlılığın” ifadesi olmuştu o günlerde.


4

DÜNYA

MEKSİKA’DAN MAKEDONYA’YA ÖĞRENCİLER MÜCADELEDE Meksika’da 43 öğrencinin hükümetin kırsal bölgelerdeki

lağı öğrencilerin eğitim döneminin ortasında ve sonunda, üniversite yönetiminden bağımsız olarak hazırlanan iki ek sınava girmesini öngörüyor. Bu iki sınavdan birinin geçilememesi öğrencinin eğitimine son verilmesine neden olacak. Öğrencilerin yürüyüşü hem bu sınavlara hem de öğrencilerin yetersiz barınma, gıda, ulaşım imkânlarına tepki niteliği taşıyor.

22 Ekim’de kayıp öğrenciler için ülkenin başkenti Mexico City’de 150.000 kişi sokağa çıkmış, gösterilerde Başkanlık Sarayı’nın kapısı ateşe verilmişti. Meksika Adalet Bakanı 7 Kasım’da yaptığı basın açıklamasında öğrencilerin öldürüldüğünü açıklarken toplantıyı “Bu işten yoruldum” diyerek toplantıyı bitirmeye çalışmıştı. Ülkedeki öğrenci hareketi mücadeleyi sürdürüyor. 5 Kasım’da öğrenciler 72 saatlik bir greve giderken yapılan yürüyüşe 130.000 kişi katıldı. 20 Kasım’da ise tüm ülkede yapılan eylemlere katılım yarım milyonu buldu, göstericiler genel grev çağrısı yaptılar. Polisin vahşice saldırdığı eylemlerde 31 kişi gözaltına alınırken, 11 kişi “terörizm” suçlamasıyla tutuklandı.

İngiltere’de 19 Kasım’da 2010’dan beri gerçekleşen en büyük öğrenci eyleminde on bin kişi Londra sokaklarındaydı. Öğrenciler üniversite harçlarının kaldırılmasını ve eğitim parasız olmasını talep ettiler. Eylemin sonunda polis Parlamento binasına yürümek isteyen öğrencilere saldırdı. Avrupa’da üniversite öğreniminin en pahalı olduğu ülke olan İngiltere’de öğrenciler 50 bin sterline (yaklaşık 170 bin lira) varan miktarlarda borçlandırılıyor.

okullara yönelik ayrımcılığını protesto etmek için Iguala’ya giderken kaçırılıp öldürülmelerinin yankısı sürüyor. Öğrenciler önce polis tarafından gözaltına alınmış daha sonra ise bir uyuşturucu şebekesine teslim edilmişlerdi. Şebeke üyelerinin itiraflarına göre öğrenciler daha sonra öldürülüp yakıldılar.

Meksika’da geçtiğimiz 6 yılda 50.000 kişi ölürken, 26.000’den fazla insan da kaybolmuştu. Meksika’da üst düzey politikacılar, polisler ve iş adamları, ABD’nin Nikaragua’daki Sandinistalara karşı desteklediği Kontra’larla iş yaparak güçlenen ülkedeki uyuşturucu şebekeleriyle iç içe geçmiş durumda. 2006 yılında ülkenin eski başkanı Felipe Calderon “uyuşturucuya karşı savaş” başlattı ve 2010 yılına kadar 53.000 tutuklama yapıldı. Ancak Calderon’a yakın olan Sinaloa kartelinden sadece 1000 kişi tutuklandı. Meksika devleti Sinaloa’nın rakiplerini ortadan kaldırınca örgütün lideri Joaquin Guzman Meksika’nın en zengin 10. adamı oldu. Kartel’in 3.000’den fazla işadamıyla bağlantılı olduğu ve bu şekilde para akladığı biliniyor.

Geçtiğimiz haftalarda İsrailli yerleşimcilerden bir grup bir camiyi ateşe vermiş ve geçtiğimiz 16 Kasım’da Yusuf Hasan El- Ramuni adlı bir otobüs şoförü otobüsünde asılmış olarak bulunmuştu. Geçtiğimiz yaz Gazze şeridine yapılan saldırının ardından İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki baskısı yoğunlaştı. Büyük kısmı çocuklardan oluşan 1300’den fazla kişi tutuklandı. İsrail bir yandan Doğu Kudüs’ü işgal ederken, İsrailli yerleşimciler de bölgede bulunan Filistinlileri topraklarından çıkarmaya çalışıyor. İsrail Başbakanı Netanyahu bu ayın başında “evlerin yıkılması” politikasını yeniden uygulamaya koyacaklarını açıklamıştı.

Makedonya ve İngiltere’de öğrenci eylemleri

KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

SİZİN FAVORİ İSLAMINIZ HANGİSİ? Son dönemin en moda tartışmalarından birisi Orta Doğu’da “ılımlı İslam” olarak adlandırılan modellerin çöktüğü ve bunun da İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığının bir kanıtı olduğu. Buna gösterilen örnekler Mısır’da Mursi’nin darbe ile devrilmesi, Türkiye’de AKP’nin giderek otoriter bir yönetime evrilmesi ve Tunus’ta, Müslüman Kardeşler’in Tunus’taki eşdeğeri olan Nahda’nın seçimleri kaybetmesi. Tunus’ta parlamento seçim kampanyası boyunca Nahda ve lideri Gannuşi köktenci İslam’ın temsilcileri olarak sunulurken karşısında Nida Partisi laik siyasetin temsilcisi olarak alkışlandı. Aynı şekilde seçimden sonra da Nida’nın zaferi “laiklerin” zaferi olarak sunuldu. Türkiye de dahil olmak üzere şimdi yeni İslam modeli Tunus mu diye konuşulurken yine aynı günlerde Obama da çıkıp Endonezya’yı tolerans konusunda örnek ülke olarak gösterdi. Şimdi tüm bu örnek göstermelerin, durmadan bir model arayışında olma çabasının altında yatanlara bakalım.

VAHŞET İSRAİL’İN ESERİ 18 Kasım’da Doğu Kudüs’te içinde bir sinagogun da bulunduğu Har Nof kompleksine yapılan saldırıda yedi kişi öldürüldü. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) üstlendiği saldırı Doğu Kudüs’te çatışmaların hızlandığı bir dönemde gerçekleşti.

Çeteler, işadamları ve polis iç içe

17 Kasım günü Makedonya’nın başkenti Üsküp’te sokağa çıkan yaklaşık 3000 öğrenci hükümetin getirmek istediği “dış sınav sistemi”ne karşı yürüdü. Hükümetin yasa tas-

İsrail hükümetinin Filistinlileri kovma atağı, sivilleri hedef alan intihar saldırılarını doğuruyor.

Makedonya: Öğrenciler sınavlara, yetersiz barınma, beslenme ve ulaşım koşullarına isyan etti.

Birincisi “ılımlı islam” ne demek? 2003 yılında ABD’li düşünce kuruluşu RAND “Uygar ve demokratik İslam, partnerler, kaynaklar ve stratejiler” başlıklı bir rapor yayınlar. Rapora göre, “çağdaş İslam, değerleri, kimliği ve dünyadaki yeri ile ilgili dahili ve harici çatışmaların sürdüğü istikrarsız bir vaziyettedir. Bu çatışmanın getirdiği ciddi bir maliyet vardır ve bu çatışma dünyanın geri kalanına ekonomik, sosyal, siyasal ve güvenlik açısından tesir etmektedir. ABD ve diğer sanayileşmiş memleketler ve tabii ki milletlerarası toplum, sistemin geri kalanı ile uyumlu, ekonomik olarak güvenilir, siyasi olarak istikrarlı ve milletlerarası kurallara ve normlara riayet eden bir İslam dünyasını tercih eder”. İşte ABD ve batı o gün bugündür bu İslam’ı arıyor ve tabii ki bulamıyor. Çünkü Türkiye’deki modernleşme projesinin de gösterdiği gibi toplumlar düşünce kuruluşları toplantıları ve raporları, MGK toplantıları, istihbarat örgütleri faaliyetleri ile biçimlendirilemezler ve yönetilemezler. Eğer Ortadoğu’yu anlamak istiyorsanız sadece Tunus’ta Nida Partisi’nin kazanmasını laiklerin zaferi olarak ilan etmeniz yetmez. Aynı zamanda Nahda’nın ve lideri Gannuşi’nin neden geri çekildiğini ve cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermediğini de düşünmeniz gerekir. Bunun cevabını ise Mısır’daki askeri darbede bulacaksınız.

KÜRESEL MÜCADELER

n ABD’de başta McDonalds olmak üzere çeşitli fast food şirketlerinin işçileri saat başına 15 dolar ücret ve sendika hakkı için örgütlenen işçiler New York’taki ünlü 42. Caddeyi trafiğe kapattılar. n ABD ve Çin küresel ısınma konusunda ikili bir anlaşmaya imza atarken uzmanlar taahhütlerin (ABD sera gazı salınımlarını 2025’e kadar 2005 düzeyine ineceğini, Çin ise 2030’a kadar yenilenebilir enerji kullanımını %20 arttıracağını iddia ediyor) yeterli olmadığını vurguluyorlar. n Güney Afrika’da ülkenin en büyük sendika konfederasyonu olan COSATU kendisine üye en büyük sendikalardan olan NUMSA’yı ihraç etti. İhraç sendikal hareketin 2012’deki Marikana Katliamının ardından iktidardaki ANC’ye yakın olanlarla, devletten bağımsız bir sendika örgütlemek isteyenler arasındaki çatışmayı yansıtıyor.


RÖPORTAJ

5

“Komşunuz işsiz kalmışsa, ekonomide durgunluk vardır; eğer siz işsiz kalmışsanız kriz” Ekonomist ve İstanbul Politikalar Merkezi’nde kıdemli uzman olan Ümit İzmen Sosyalist İşçi’nin sorularını yanıtladı. Ekonomik terimler, durgunluk, kriz, enflasyon, verimlilik gibi terimleri sık sık işitiyoruz. Bu terimlerin yoksullar için taşıdığı anlamı nasıl tarif etmek lazım?

nıklığı aştı. Halkın büyük bir bölümünün oyunu alarak, tek başına iktidar olarak, Türkiye ekonomisini küresel ekonomiye eklemlemek konusunda iyi bir performans gösterdi. Bu performansı gösterirken dünya ekonomisinde de hızlı bir büyüme olmasının avantajlarından yararlandı. Tabii asıl bakılması gereken bu büyümenin yaşam standartlarını nasıl etkilediği. Bu nedenle kaçıncı ekonomi olduğumuz o kadar da önemli değil. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi biraz kamuoyu imaj çalışması. İster 17. İster beşinci, kaçıncı sırada olduğumuz değil, kişi başına gelirimizin ne olduğu önemli. Aslında kişi başına gelirimizin ne olduğu da değil, aslı önemli olan yaşam standardımızın ne olduğu.

Ümit İzmen: Özellikle durgunluk ve kriz gibi terimler çoğu kez birbirinin yerine kullanılıyor. Bunlar ekonominin genel performansını anlatmak için kullanılan terimler. Sendikasızlaşmanın, bireysel çıkarların ön plana çıktığı günümüzde bu terimlerin ne anlama geldiğini çarpıcı biçimde şöyle özetleyebiliriz: eğer komşunuz işsiz kalmışsa, ekonomide durgunluk vardır; eğer siz işsiz kalmışsanız ekonomi krizdedir. Yani bütün bu ekonomik terimlerde yoksullar için önemli olan 77 milyonun toplamı değil, bu toplamı oluşturan farklı kesimlere ne olduğu. 77 milyonun toplam üretimi, ya da tüketimi arttığında iktisatçılar buna ekonomi büyüyor diyor. Halbuki bu sırada sadece en zengin binde bir için işler iyiye gidiyor, fakat geri kalan binde 999 yoksullaşabilir, yine de toplam artıyorsa biz buna ekonomi büyüyor diyoruz. Enflasyon, bizim aydan aya satın alma gücümüzün nasıl değiştiğini gösterir. Eğer enflasyon %10 ise, yani şimdiki gibi, her ay satın alma gücümüz %10 azalıyor demektir. Verimlilik ise 1 saatte ne kadar çok üretebildiğimizdir. Verimlilik artışının ücretlere de aynen yansıması gerekir. Bunun olmadığı durumlarda, çok açık ki aradaki fark patronu zengin etmeye yarar. İşçi aynı ücretle daha fazla üretirken, patron zenginleşir. Bu nedenle patron, işyerinde önceliği işçinin daha çok üretmesi üzerine kurar. İşçi ölümlerinin arkasında bu yatıyor. 2008’de dünya ekonomik krizi adı verilen süreçten çıkıldı denmesine rağmen Almanya ve Japonya gibi dev ülkelerin ekonomilerinin durgunluğa girdiği açıklandı. Hatta Japonya’da erken seçime gidiliyor? Ümit İzmen: 2008 küresel krizi gerçekten çok büyük bir kriz. Çıkışı da pek kolay olmuyor. Şu anda en iyi durumda olan dünyanın başına bu krizi bela etmiş olan ABD. Diğer ülkeler hala ekonomilerini yoluna sokmak için uğraşıyor. Avrupa hala 2008 sonbaharındaki üretim seviyesine ulaşamadı. Şu anda ekonomi 2008’in %2 altında. Japonya 1990lar boyunca çok düşük büyüme hızlarıyla uğraşmıştı. Fiyatların gerilediği, nüfusun hızla yaşlandığı, bu nedenle tüketimin düştüğü bir ülke Japonya. Bu durumu değiştirmek için çeşitli önlemler alıyorlar,

Bir yanda Aksaray bir yanda Soma ve Ermenek’te kitlesel madenci ölümleri ve yoksulluk. Buna rağmen AKP yoksulların oyunu nasıl alabiliyor?

“İşsizlik çoksa, aşırı sağ politikacılar var olan işlerin yabancı işçilere gitmemesi gerektiği üzerine bir politik söylem geliştirebiliyorlar.” para politikasını gevşetiyorlar ama ortada olumlu bir sonuç yok. Ekonomide büyüme olmazsa bunun mutlaka siyasette de bir etkisi olur. Çünkü ekonomi ve siyaset birbirine bağlı iki alan. Birbirinden kopartılarak bakıldığında anlaşılmaz. Düşük büyümenin Avrupa’daki etkilerini bu sene yapılan seçimlerde gördük. Bir yandan Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde sisteme muhalif radikal partiler oy oranlarını arttırdı. Ekonomik koşulların zor olması, milliyetçiliği ve ırkçılığı da tetikleyen bir unsur. İşsizlik çoksa, aşırı sağ politikacılar var olan işlerin yabancı işçilere gitmemesi gerektiği üzerine bir politik söylem geliştirebiliyorlar. Bunun bir benzerini biz de Türkiye’de yaşıyoruz. Suriyeli göçmenlerle ilgili haberlere bakın: “çok düşük ücretle çalışıyorlar, bu yüzden biz iş bulamıyoruz”, “Suriyeliler yüzünden kiralar yükseldi, ev bulamıyoruz”, “hastanelerde bize sıra gelmiyor” vb

söylemlerin hepsinin altında benzeri bir yabancı düşmanlığını yakalamak mümkün. Eğer ekonomi iyi olursa bu şikayetler azalır, yoksa eğer işsizlik ve enflasyon yüksek olursa bu şikayetler de artıyor. AKP döneminde Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi oldu ama aynı zamanda iş kazalarında Avrupa birincisi. AKP nasıl bir ekonomik program uyguluyor? Ümit İzmen: AKP’nin şimdiye kadar uyguladığı ekonomi politikası aslında 1980 sonrasında tüm dünyada egemen hale gelmiş olan, adına neoliberalizm dediğimiz bir politika. Türkiye bu ekonomi politikasını 1980 darbesinden sonra benimsemiş ve darbe koşullarının hüküm sürdüğü 1980’ler boyunca uygulayabilmişti. Ancak 1990’larda toplumsal ve siyasi dinamikler sonucunda bu neoliberal politikalar başarıyla uygulanamaz oldu. Ekonomi tıkandı. AKP bu tıka-

Ümit İzmen: Yoksulların oyunu alabilmek için her şeyden önce insanların karnının doyması, başını sokacak, yaşanabilir bir evinin olması ve günümüzün diğer ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelirinin olması gerekiyor. Bu koşulların sağlanmasından sonra artık sıra maddi tüketimin dışına çıkıyor. Yani sadece tüketmek yetmiyor, ne kadar sağlıklı, neşeli, mutlu, huzurlu olduğumuz, ve bizim çocuklarımızın ileride ne kadar sağlıklı, mutlu, huzurlu olacakları da önem kazanıyor. AKP şimdiye kadar hep işin bu ilk boyutu üzerinde durdu. Yani hep daha fazla tüketmeye odaklandı. Bu belki başlangıç olarak normaldi, olması gerekendi. Ama daha fazla üretmek iş kazaları ve kitlesel işçi ölümlerini getirdi. AKP’nin oylarının arka planında işin bir de kültürel boyutu var. Yani bundan önceki siyasi kadroların halktan uzak, elit kadrolar olması da oylarda etkili. Fakat yoksullarla aynı yerden geldiğini ileri süren bir partinin iktidarı altında meydana gelen kitlesel işçi ölümleri, halkta tepki uyandırıyor: bir zamanlar aynı yerden gelmiş olanlar arasına şimdi uçurumlar giriyor. Bu nedenle artık AKP’nin de ekonomi programını değiştirmesi, sadece daha fazla üretmeye değil, nasıl ürettiğimize, ne ürettiğimize, bunu üretirken çevreye ne yaptığımıza ve ürettiğimizi nasıl bölüştüğümüze de önem vermesi gerekiyor; aksi halde halkın taleplerine, tercihlerine cevap veremeyecek hale gelecek.


6

SINIF MÜCADELESİ

SON ON YILDA İŞLENMİŞ BAZI DEVLET CİNAYETLERİ 5 Şubat 2006: Rahip Santoro 2002 yılında Genelkurmay “misyonerliğe karşı” kampanya başlattı. Daha sonra ismini Hrant Dink cinayetinde duyacağımız Yasin Hayal, aynı yıl Rahip Andrea Santoro’yu kilise içinde keser sapıyla dövdü. Nedeni sorulduğunda misyonlerliğe karşı olduğunu söyledi. Santa Maria Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 2006 yılında bir ayin sırasında 16 yaşındaki bir tetikçi tarafından vurularak öldürüldü. 19 Ocak 2007: Hrant Dink Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni Hrant Dink, Ogün Samast adlı tetikçi tarafından İstanbul’da öldürüldü. Dink, Ermenilere karşı yürütülen ırkçı kampanya dahilinde devlet görevlileri tarafından sayısız kez tehdit edilmiş, mahkemelerde ırkçı suçlamalarla karşı karşıya kalmış ve hedef hâline getirilmişti. Cinayetten birçok devlet kurumunun önceden haberdar olduğu ortaya çıktı. 18 Nisan 2007: Malatya’da Zirve Yayınevi katliamı Emre Günaydın, Salih Gürler, Abuzer Yıldırım, Hamit Çeker ve Cuma Özdemir adlı katiller, “misyonlerik yaptıkları” gerekçesiyle yayınevi çalışanları Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in boğazlarını keserek öldürdü. Cinayetle ilgili davanın iddianamesinde 1 numaralı şüpheli, katliamın gerçekleştirildiği gün bir konferans için şehirde bulunan Hurşit Tolon oldu.

DERİN DEVLE CANLANIYOR OZAN TEKİN

Darbe karşıtlarının inatçı mücadelesi Ergenekon’ıu yargılamıştı.

ERGENEKONCULAR ÜSTLENMİŞTİ 2002 yılında Milli Güvenlik Kurulu, misyonerliğin “iç tehdit” olduğu kararlaştırmış, Hristiyanlara dönük sistematik nefret ve terör kampanyası başlatılmıştı. Nisan 2009 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı subaylar tarafından hazırlanan Kafes Eylem Planı adlı darbe belgesinde Rahip Santoro, Hrant Dink ve Malatya’da Zirve Yayınevi’nde üç Hristiyan’ın katledilmesinden “operasyon” olarak bahsediliyordu: “Rahip Santoro, Malatya Zirve Yayınevi ve Hrant Dink operasyonları sonrasında, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin irticai grupların hedefinde olduğu yönünde kamuoyu oluşmuş, ancak AKP tarafından, karşıt medyanın da desteğiyle, söz konusu olayların Ergenekon tarafından organize edildiği şeklinde yoğun propaganda faaliyetlerinde bulunulmuştur.”

Hükümet, Ekim ayı başındaki Kobanê’yle dayanışma eylemlerine yoğun bir şiddet uygulayarak 50’ye yakın kişinin öldüğü şiddet ortamını yarattığından beri, medyada bir dizi garip cinayet haberine tanık oluyoruz. Durum kabaca şöyle: Ya Kürt hareketinden aktivistler, ya polis teşkilatı veya TSK’dan isimler, ya da bazen Kürdistan’da PKK dışındaki kesimlerden öldürülüyor. Garip olan kısmı ise şu: Bu cinayetlere yönelik net bilgiler ortaya konulamıyor. Örneğin, İslamcı bir Kürt öldürüldüğünde bu HDP’nin üstüne yıkılmak isteniyor; ancak HDP kendilerinin bir alakası olmadığını açıklıyor ve Kürt gençleri bölgede bu yönde bildiriler dağıtıyor. Veya, Diyarbakır’da bir astsubay öldürülüyor, bu cinayetle ilgili gözaltına alınan şahsın hiç Diyarbakır’a gitmediği ortaya çıkıyor. Polis şeflerine yapılan silahlı saldırıdan kısa bir süre sonra 4 PKK’li infaz ediliyor ve Başbakan “hemen cezalandırdık” dese de PKK’lilerin saldırıyla bir ilgilerinin olmadığı tespit ediliyor. Bazı cinayetlerde ise şüpheli olarak yakalanan kişilerin başka suçlardan da arandıkları ortaya çıkıyor. Akla derin devlet geliyor “Derin devlet” kavramı kapitalist devletin doğasıyla ilgili bir yanılsamaya, devlet sanki toplumun üstünde “tarafsız” bir kurummuş algısı oluşturmaya hizmet edebilir. Fakat öte yandan da, devletler sık sık, bu algıyı yaratmak için çizdikleri yasal çerçevelerin dahi dışına çıkarak suç işleyen me-

kanizmalar oluşturuyorlar. Bu anlamıyla Türkiye’de derin devletin köklü bir tarihi var. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Türkiye’de çok sayıda siyasi cinayet işlendi, insanlar kaybedildi. NATO ülkelerinde “komünizm tehlikesine karşı” kurulan kontrgerilla yapılanmalarının en tehlikelilerinden biri Türkiye’deydi. “Derin” yapılar, MHP’nin öncülü olan hareketlerin paramiliter yapılanmalarının oluşturulması ve faşist katillerin yetiştirilmesinde de rol oynadılar. 1990’lı yıllarda Kürdistan’da binlerce faili meçhul cinayet işlendi, insanlar öldürülüp asit kuyularına atıldı. Böyle mekanizmaların, örneğin JİTEM’in varlığı daha sonradan resmi ağızlar tarafından da kabul edildi. Bu derin mekanizmalarda görev alan bazı kişiler, çeşitli itiraflarda bulundular. Hesaplaşma fırsatı Geçtiğimiz birkaç yıllık süreçte Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi darbe davalarıyla bu derin devlet çeteleriyle hesaplaşma konusunda çok önemli bir fırsat yakaladık. Ortaya saçılan pislikler, bugün devletin yaptıklarıyla ilgili bildiklerimizin önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu derin unsurlar, bir yandan da AKP gibi kemalist olmayan partilerin iktidardan devrilmelerinde rol oynayarak askeri vesayetin kurumsal olarak varlığının garantisi oluyorlardı. Darbe davaları sınırlı ölçüde bir hesaplaşmaya ve katillerin


SINIF MÜCADELESİ

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

KORKU İÇİNDE YAŞAMA HAKKI Din ve İnsan Hakları Çalıştayı’nın “Barış Hakkı” konulu konferansına katılmak için geçen hafta Konya’daydım. Her azınlıktan bir kişi olsun diye düşünülüp “Yahudi kontenjanından” davet edildiğim yerlere genellikle gitmem, “Siz dindarsınız, Yahudiliği benden iyi bilirsiniz” deyip savuştururum. Ama Konya’ya epeydir gitmemiştim, daveti kabul ettim. Konuşmacı veya dinleyici olarak davetli olan yaklaşık yüz kişinin arasında akademisyenlerin yanı sıra epeyce din adamı, müftü, müderris de vardı. Halkın mücadelesi ile yargılanan ve tutuklanan darbecileri AKP kurtardı.

AKP DARBECİLERLE ANLAŞTI

ET R MU?

AKP, yolsuzlukların üzerini örtmek ve bu operasyonların kendisine karşı kurulmuş bir komplo olduğunu kabul ettirmek için darbe davalarının yolsuzluk dosyalarını ortaya saçan aynı “paralel devlet” tarafından “milli orduya kurulmuş bir kumpas” olduğunu iddia etti. Bunun üzerine, Hrant Dink davası sanıklarından Erhan Tuncel, Ergenekon davasından suçlu bulunan ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan İlker Başbuğ ve Zirve Yayınevi’nde üç Hristiyanı saatlerce işkence yaparak öldüren katiller serbest bırakıldı. Tahliye furyası Veli Küçüklere kadar uzandı. AKP, eli kanlı bütün katilleri, darbecileri sokağa saldı.

Bana soru soranlar arasında, hacı mıdır, hoca mı, her neyse, bir adam vardı. Önce Yahudilerin bütün dünyayı kendilerine hizmetkâr etmeye çalıştığını anlattı, ardından Yahudilerin (Siyonistlerin değil, tüm Yahudilerin) Filistinlileri öldürdüklerini anlattı, sonra “Siz bu konularda ne düşünüyorsunuz?” dedi! Hacıya hocaya hakaret etmek adetim olmadığı için, cevap vermeyi reddettim.

Katiller artık AKP’nin korumasında

İnsan hakları aktivisti Eren Keskin, son dönemde yaşanan cinayetlerle Ergenekoncuların sokağa salınması arasında bağ kurarak, “Ergenekon adını verdiğiniz bir yapıyı önce tutuklayıp, sonra size yanlış yaptık diye serbest bırakırsanız, bu insanlara daha önce yaptıkları olaylarla ilgili yeniden alan açarsınız” demişti. AKP’nin Gezi-yolsuzluk-Soma sürecinden paçasını kurtarmak için katillerle kurduğu bu ittifakın sonuçları başta Kürt halkı olmak üzere tüm ezilenler için ağır olabilir. Bunun için, geçtiğimiz dönemde darbecilere ve Ergenekon çetelerine karşı mücadele edenler, bugün hedeflerine AKP’yi koyarak mücadeleye devam etmeli.

Ulu Önder Atatürk’ün “Devletin Hıristiyan ve Yahudilere karşı tedbirli davranma ihtiyacı ancak bunlar mukadderat ve talihlerini Türk milletine arzularıyla rapt ettikten sonra ortadan kalkacaktır” sözünden başlayıp günümüzün “Afedersiniz Ermeni” sözüyle bitirdim, arada da hiç ayrıntısına girmeden, Rumların mübadeleyle gönderilmesinden, 1934 Trakya olaylarından, Varlık Vergisi’nden, 6-7 Eylül olaylarından, 1964’te İstanbullu Rumların bir gecede sınırdışı edilmesinden söz ettim. Böylesi bir tarihi yaşayan, toplumsal belleklerine böylesi olaylar kazınmış olan insan topluluklarının “Ya yine olursa!” korkusundan hiç kurtulamayacaklarını, tüm bu tarihle yüzleşilmeden “barış hakkı” gibi bir şeyin söz konusu olamayacağını, ırkçılığın devam edeceğini anlattım.

bir miktar ceza almalarına neden oldu. Bunda, hükümetten çok, toplumun tabanında bu cinayet şebekeleriyle hesaplaşmaya yönelik isteklilik ve Sosyalist İşçi okurlarının da dahil olduğu bazı grupların bu yönde yarattığı sokak seferberliğinin gücü ve payı belirleyici oldu.

2013 yılının sonuna yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının yarattığı sarsıntıyla giren hükümet, bunların üstünü örtmek için kendisine kumpas kurulduğunu anlatmaya başladı. Bununla birlikte, daha önceden de “millî orduya kumpas” kurulduğunu, darbe davalarının da Gülen cemaatinin benzer bir operasyonu olduğunu savundu. Böylelikle derin devletin en kirli unsurları sokağa salındı.

Bana verilen konunun başlığını duymazdan gelip “Yahudi olarak davet edildiğime göre, ben size Cumhuriyet Türkiye’sinde Türk ve Müslüman ve Sünni olmayan azınlıkların ‘barış veya huzur hakkı’ filan olmadığını, sadece korku içinde sessizce yaşama hakları olduğunu anlatayım” dedim, anlattım.

Yok edileceği söylenen devletin gizli savaş örgütleri aklanırken “faili meçhuller” hortladı.

Yahudilerin amacı herkesi kendilerine hizmetkâr etmekse, her Yahudi Filistinli öldürme çabası içindeyse, bundan ancak tek bir sonuç çıkarılabilir: Yahudi’nin katli vaciptir, her Yahudi her görüldüğü yerde derhal katledilmelidir. Bütün dünyanın hizmetkâr olmasına, bütün Filistinlilerin öldürülmesine göz yumulamaz elbet.

DARBELER VE DEVLERİN GİZLİ ÖRGÜTLERİ

Bu düşüncelere sahip insanların bulunduğu (ve çok bulunduğu) bir memlekette Yahudilerin nasıl bir “barış hakkı” olabilir?

Derin devlet unsurları, her dönemde askeri darbelerin önüne açacak gelişmelerin planlanması ve uygulanmasında rol aldılar. Sayısız provokasyona imza attılar, özel harp operasyonları düzenlediler. 2000’li yıllarda da generaller ve eli kanlı katiller iş birliği içinde bir dizi katliam ve saldırı ile kaos ortamı oluşturmayı ve bu yolla AKP’yi devirmeyi hedefliyorlardı. Bu planların bir kısmı uygulanırken bir kısmı gerçekleştirilemedi.

Devletin bir Vali’sinin İsrail ordusunu cezalandırmak için kendi Yahudi vatandaşlarından intikam almaya çalıştığı bir memlekette, İsrail devletinin politikaları nedeniyle Edirne’deki bir sinagogu ibadete açmayı reddeden Valilerin bulunduğu bir memlekette, barış hakkı bir yana dursun, azınlıkların yaşama hakkı olduğu bile kuşkuludur.


8

TARİH

Tarihe en kanlı savaş olarak geçen Birinci Dünya Savaşı’nda 16 milyon kişi hayatını kaybetti.

SAVAŞI BİTİREN DEVRİM Birinci Dünya Savaşı, kimyasal silah kullanımından soykırıma, sivillerin öldürülmesinden tutsak erlerin infazına pek çok savaş suçunun yaşandığı, 16 milyon insanın öldüğü küresel bir savaştı. Okullarda savaşın neden başladığını, sonucunda ne olduğunu, Osmanlı’nın hangi cephede hangi devlete karşı savaştığı kahramanlık hikayeleriyle öğretilir. Öğretilmeyen ise bu savaşın sonlanmasında sıradan insanların etkisi. Örneğin savaşın esas bitmesini sağlayan Rus Devrimi başta olmak üzere, başarıya ulaşamamış olsa da Alman Devrimi’nin etkisi... Savaşın getirdiği yıkım Savaşın ilk günlerindeki heyecan kalmamıştı. Her yerde açlık, kıtlık ve sefalet kol geziyordu. Böyle bir ortamda 1915 yılında, insanlar yine sokağa çıkmaya başladılar. Ama, bu seferki gösteriler 1914 Ağustosu’nun “vatanseverliğini” değil, ekmek bulma derdini öne çıkartan barışçıl protestolardı. Bazı gösterilerse gıda fiyatlarının artması veya en basitinden dükkanlarda gıda kalmaması gibi hayati koşulların sağlanamaması üzerine öfkeyle patlak veriyordu. 1915-16 kışında ve sonrasında, bu tür gösteriler tekrarlanır olmuştu ve işçilerle polisin arasında sert çatışmalarla son buluyordu. Bu iki tür protestonun yanında bir de açıkça politik nitelikli gösteriler vardı. Halkın ruh halindeki değişim savaş karşıtlarına cesaret vermeye başlamıştı. SPD’nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) yerel toplantılarında halk, milletvekilerinden savaş kredilerine karşı oy kullanmalarını istiyor, parti gazetesinde savaş tartışmalarının yer almasını talep ediyordu. Askerler ve işçiler öfkeleniyor Belçika’nın ve Fransa’nın kuzeyinin Alman topraklarına katılması gibi genişleme politikalarıyla savaşın amacının belirginleşmesiyle, savaş karşıtı duygular ivme kazandı. 1917 Şubat Devrimi’yle Rusya’da Çarlığın yıkılması sağ Sosyal Demokrat liderlerin “ulusal savunma amaçlı savaş” argümanının inandırıcılığının daha da kaybolmasına neden oldu. Rusya artık ulusal tehdit olarak gösterilemezdi. Asıl tehdit Prusya devletinin ve büyük iş çevrelerinin yürüttükleri yayılmacı savaş politikasıydı. Ortak düşmana karşı savaşırken subayların sahip oldukları ayrıcalıklar, sıradan askerlere dayatılan düşük yiyecek tayını ve sıkı disiplinle birleşti ve donanmada isyanlara

sebep oldu. Eşitsizliğin tırmandığı bir zamanda askerler arasında, ‘yiyecek komiteleri’ seçimi için bir hareket gelişti. Deniz erleri, işçi sendikalarına benzer bir örgütlenme ve bu komitelerin yasal kabul görmesi talebiyle açlık grevleri ve iş durdurma eylemleri gerçekleştirdiler. Bunun üzerine askeri otoriteler bir grup deniz erini tutukladılar. Bu pasif, sendikal eylem anlayışı, devletin devasa silahlı gücü ve askeri adalet anlayışı karşısında etkisiz kaldı. Yiyecek komiteleri hareketi çöktü. İşçiler barışçıl “politik olmayan” protestolarla, askeri bir aygıta karşı konulamayacağını acı bir şekilde öğrenmiş oldular. Kiel’de başlayan hareket Cuxhaven ve Wilhelmshaven ilk olmak üzere Almanya’nın geneline on binlerce askerin katıldığı protesto gösterileri olarak yayıldı. İşçi ve asker konseyleri seçildi, yerel yönetimler bu konseylerin eline geçti. Hamburg’da işçi konseyi seçilmesini reddedilen toplantının ardından sendika merkezi isyancıların eline geçti, gösteri çağrısında bulunuldu ve tüm kışlalara delegeler gönderildi. 40.000 insan bu çağrıya cevap verdi. Bir “işçi konseyleri cumhuriyeti” kurulması kararlaştırıldı. İşçi konseyleri kuruluyor Hamburger Echo adlı günlük gazetenin matbaası basıldı yerine işçi ve asker konseyi adına Kızıl Bayrak adlı bir gazete çıkarıldı. Gazete bunun Alman ve dünya devriminin başlangıcı olduğunu ilan ediyor “Yaşasın sosyalizm! Yaşasın Alman işçi cumhuriyeti! Yaşasın dünya Bolşevizmi!” yazıyordu. Devrim dalga halinde yayıldı. 8 Kasım’a gelindiğinde ülkenin geri kalan büyük kentleri de devrim safında yerlerini almışlardı. Monarşinin yalıtılmış kalesi Berlin kalmıştı. Berlin’de Spartakist Birliğin kurucusu Karl Liebknecht birliğin bir diğer üyesi olan Ernst Meyer ile birlikte imzaladıkları devrim çağrısında bulunan bildiriyi dağıtmaya başlamalarının ardından Bağımsız Sosyal Demokratlar ve devrimci işyeri temsilcileri kararsızlıklarından arınıp kendi bildirilerini dağıtmaya başladılar. Tüm fabrikalar genel grev çağrısına uydu. Aç ve öfkeli insanlar silahlı askerlerin öncülüğünde ellerinde kızıl bayraklar kent merkezine akın ediyorlardı. Bu kalabalığı önceki yıllarda devletin her türlü baskısına hedef olmuş Spartakistlerle devrimci işyeri temsilcileri yönlendiriyordu. Liebknect yanındaki asker ve işçi grubuyla, Schloss diye bilinen imparatorluk

İdil Ügüt, 1. Dünya Savaşı’nın nasıl sona erdiğini anlatıyor

sarayına yöneldi; bu sırada Bağımsız Sosyal Demokratların sol kanadında yer alan Eichorn’la bir diğer grup polis merkezini işgal etti ve Eichhorn’u yeni devrimci polis teşkilatı şefi ilan etti. İktidar, doğrudan, monarşik rejimin yöneticilerinden devrimci sosyalizmin taraftarlarının eline geçiyordu. İktidar cephesinde ise Çoğunluk Sosyal Demokrat liderler, eski rejimin yöneticileriyle işbirliği içindeydi. Durumu kontrol altında göstermek isteyen Prens Max, son bir girişimle, başbakanlığı SPD lideri Ebert’e bıraktı. Sosyal Demokratlara düşen, sokaklara dökülen işçilerin yanındaymış gibi görünerek daha sonra eski rejimi savunmaya yarayacak manevrayı yapabilecek zemini elde etmek için adım atmaktı. Genel grev başladıktan beş saat sonra genel grev çağrısında bulundular. Monarşi devriliyor Kalabalık bir işçi ve asker kitlesi parlamento binasına doğru yürüyüşe geçti. SPD’li liderlerden kalabalığa konuşma yapmak ve onları sakinleştirmek amacıyla Scheidemann balkona çıktı. Aşağıda, pek çoğu silahlı, kızıl bayraklar dalgalandıran, yumrukları sıkılı aç ve öfkeli bir işçi kalabalığı gördü. Onlara, her şeyin değiştiğini, sosyalist Ebert’in şimdi başbakanlığa getirildiğini söyledi. Ne var ki, bu kalabalığı susturmaya yetmedi. Bunun üzerine, Scheidemann, sözlerini,‘Yaşasın Alman Cumhuriyeti!’ diyerek sürdürdü. Parlamento binası, kalabalıktan yükselen alkış tufanıyla sarsıldı. Cumhuriyeti ilan etmiş olması arkadaşlarının çok hoşuna gitmese de Scheidemann bunu tam zamanında yapmıştı. O sırada, iki yüz metre kadar ötede, Liebknecht, sarayın, İmparator’un milliyetçi kitlelere hitap ettiği penceresine tırmanmaktaydı. Söyledikleri, İmparator’unkilerden oldukça farklıydı: “Özgürlük günü geldi! Almanya’nın özgür sosyalist cumhuriyetini ilan ediyorum. Onlara elimizi uzatıyor ve dünya devrimini tamamlamalarını istiyoruz. Dünya devrimini isteyenler ellerini kaldırsınlar!” Binlerce el heyecanla havaya kalktı. Devrim, daha sonra yenilse de bu görkemli ilk adımıyla Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan derhal çekilmesi için güçlü bir toplumsal hareket anlamına geldi. Rus devriminin basıncıyla beraber Alman işçilerinin büyük tarihi hamlesi Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandırdı.


SINIF MÜCADELESİ

ANTİKAPİTALİST ÇALIŞANLAR’IN ZAMANI!

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

ÖNCÜ İŞÇİLER SENDİKALARI HAREKETLENDİRMELİDİR İşçiler toplu sözleşmelere müdahil olmak, işten atılmaları engellemek, özelleştirmelere karşı çıkmak, iş cinayetlerini protesto etmek, taşeron sistemine dur demek, kısaca haklarını savunmak için her gün eylemler gerçekleştiriyor. Ama çoğu zaman bu eylemler işçilerin lehine bir sonuca ulaşamıyor. Kitlesel işçi eylemleri uzun bir süredir gerçekleştirilemiyor. Son bir haftada gerçekleştirilen işçi eylemlerinin bazıları şunlar: İstanbul’da Küçükçekmece Belediyesinde, haksız işten çıkarmalara karşı işçiler iş bıraktı. Taşeron firma bünyesinde çalışırken haksız gerekçelerle işten atılan 3 işçiye arkadaşları sahip çıktı. Ancak sonrasında 47 işçi daha işten atıldı. Taşeron işçilerinin Sefaköy’deki yürüyüşüne, belediye işçileri destek verdi. Metal işçileri, İstanbul’da, Kocaeli’de, Gebze’de, Eskişehir’de, Bilecik’te, Mersin’de, İzmir’de, Konya’da, Bursa’da eylemde. ŞENOL KARAKAŞ

Her gün sayamayacağımız kadar çok işçi direnişi gerçek-

leşiyor. Ücretler, iş kazaları, madenci katliamları, sağlıkta kesintiler, sendikasızlaştırma, çalışma koşullarının berbatlığı, örgütlenme önündeki engeller gibi sayısız başlıkta işçiler kendiliğinden harekete geçiyor. Soma işçileri Ankara’ya yürüyüş yapmaya çalışıyor, Yatağan işçileri işyerlerinde direniyor. Kamu çalışanları tepkilerini sokak gösterileriyle ifade ediyor. İşçi sınıfı kıpırdıyor. Bu kıpırdanışın birleşik büyük bir işçi hareketine dönüşmesinin önünde ise dört temel engel var. Bu engellerden birisi, işçi sınıfının geri kalan kesimlerini öne çekecek, birleştirecek bir sınıf liderliği yok. 1990’lı yıllarda kamu çalışanlarının yaptığı gibi, mücadelelerin çeşitli evrelerini birbirine bağlayacak, işçi sınıfının diğer kesimlerine moral ve mücadele azmi verecek bir bölümü öne fırlayamıyor. İkinci engel ise sendikal bürokrasi ve bölünmüş sendikal yapılar. Soma’daki iş cinayetinden sonra oluşan tepkiyi kitlesel bir harekete dönüştürmek konusunda harekete geçmeyen ve merkezi bir örgütlenme ve eylemle bu katliama yanıt vermeyen sendikalara aşağıdan bir basınç uygulayacak birleşik bir aktivist işçiler ağının olmaması ise üçüncü engel. İşyerlerinde en önde duran, işçi sınıfını bölen her fikre karşı mücadele eden, işyerlerinde işçilerin geri kalan kesimlerini harekete geçirebilen işçilerin bir tartışma, eylem planlama ve ortak harekete geçme platformuna ihtiyacı MARKS DİYOR Kİ Volkan Akyıldırım

DEVRİM NEDEN ZORUNLUDUR? “Devrim (...) yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Alman İdeolojisi) Askeri darbelerin “ihtilal” olarak adlandırıldığı (yani 1789 Fransız Devrimi ile özdeşleştirildiği) Türkiye’deki sosyalistlerin bir çoğu için devrim egemen sınıfın iktidarına son vermenin başka yolu olmadığı için zorunludur.

var. Bu sendikal yönetimlere girme derdine hiçbir şekilde bulaşmayan, sadece işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını ve birleşik hareketini örgütlemeyi ve böylece sendikal bürokrasinin işçilerin mücadele içindeki birliğini zaafa uğratan tutumlarını bertaraf etmeyi amaçlayan bir platform olmalıdır. Kafa emeği-kol emeği gibi, mavi yakalı-beyaz yakalı gibi, Türk-İş’li-KESK’li gibi, dindar-dindar olmayan gibi, kadın-erkek gibi, Türk-Kürt gibi bölünmelere taviz vermeyen, işçilerin kendi içinde de daima kimliği nedeniyle ezilen, horlanandan yana olan bir işçi platformuna ihtiyacımız var. İşçi hareketinin birleşik büyük bir harekete dönüşememesinin önündeki engellerden birisi de ekonomik ve siyasi sorunlarla, işyeri temelli, doğrudan işçileri ilgilendiren sorunlarla kapitalist tahakkümün bir başka alanda yansıması olan enerji politikalarına ve çevre katliamına karşı direnişlerle bütünleşememek. Ne iklim, ne nükleer santrallar, ne HES’ler ve termik santrallar sendika yönetimleri tarafından en az işyerlerindeki ücretler kadar önemli görülüyor. Oysa sorunların kaynağı dünya kapitalizmiyle rekabet ve bütünleşme içinde örgütlenen Türkiye kapitalizminin büyüme hırsı. Bu hırs, tüm işçi sınıfına, köylülere, ağaçlara, derelere, ekosisteme aynı anda vuruyor. İşte bütün bu başlıklarda ses çıkartabilecek bir aşağıdan işçi örgütlenmesi bu yüzden çok önemli. Antikapitalist Çalışanlar tam da bu yaklaşımla harekete geçebilecek perspektife sahip. Öyleyse harekete geçelim. Evet, burjuvaziyi devirmenin devrimden başka yolu. Üretim araçlarını elinde tutan azınlığın çoğunluğu yönetmek için devlet denilen şiddet aygıtı (ordu, polis, kontrgerilla denilen özel silahlı müfrezeler, mahkemeler) ile sürdürdüğü merkezileşmiş iktidarını seçimlere katılıp, mecliste çoğunluğu elde edip, hükümete gelerek ortadan kaldıramayız. (1973’de Şili’de yaşandığı gibi) Marx’a göre devrimin zorunluluğu “yalnızca” kapitalist toplumun bu maddi yapısından kaynaklanmıyor. İşçi sınıfının “eski toplumun kendisine bulaştırdığı pislikleri” yani cinsiyetçilikten, milliyetçilikten, ırkçılıktan, mezhepçilikten, homofobiden, Yahudi ve yabancı düşmanlığı gibi burjuva fikirlerden kurtulması için devrim gereklidir. Emekçi kitleler, devrim denilen eylem içinde geçirdikleri değişim ve kolektif davranma yeteneği ile yeni bir toplumu yaratmaya uygun hale gelebilir. Marx’ın

devrimin

kitlesel

karakterine

yaptığı

vurgu,

Mersin Büyükşehir Belediyesinin işten çıkarttığı işçiler eylemlerini sürdürüyor. İşe geri dönme talebiyle eylemlerine devam eden işçiler Narenciye Festivalinde seslerini duyurdular. Harran Üniversitesi Tıp Fakültesinde ücretlerini alamayan taşeron işçileri iş bıraktı. İzmir’de Genel-iş Sendikası ve İzenerji işçileri gerçekleştirdikleri eylemde taşerona izin vermeyeceklerini kamuoyuna duyurdular. Demiryollarının özelleştirilmesi planına karşı Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası’nın beş koldan başlattığı Ankara yürüyüşü devam ediyor. Demiryolu emekçileri Balıkesir, İstanbul (Halkalı), Van, Gaziantep ve Zonguldak garlarından başlayan yürüyüşlerini sürdürüyorlar. Yatağan Termik Santrali ve kömür işletmelerinin özelleştirilmesine karşı işçi eylemleri devam ediyor. İşçiler Yatağan ilçe merkezindeki madenci anıtına yürüdüler. Sağlık Bakanlığı’nın 2015 bütçe görüşmeleri sürerken sağlık emekçileri TBMM önünde eylem yaptı, polis eyleme müdahale etti, gözaltına alınanlar oldu. Birleşik Metal-İş Sendikası, toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, örgütlü olduğu işyerlerinde eylemler gerçekleştirdi. Sendika değiştirdikleri için işten atılan Ülker işçilerinin direnişi devam ediyor. Elbette her direniş, her eylem değerlidir. Ama kazanmak için tek tek sürdürülen direnişleri birleştirmek, kitlesel eylemler düzenlemek gerekir. Bunun için işyeri örgütlenmeleri oluşturulmalıdır. İşyerlerindeki öncü işçiler diğer direnişleri izlemeli, onlarla birleşmeye çalışmalıdır. Öncü işçiler, sendikaların işçi direnişlerinde daha aktif olması için çaba göstermelidir. Birleşen işçiler yenilmezler! 1789’da Fransa’da eski egemen sınıf monarşiyi devirmek için harekete geçen yeni sınıf egemen sınıf burjuvazinin bunu yapabilmek için halkın desteğine sayısal olarak ihtiyaç duymasına benzemez. Marksizm kitlelerin destekçi/izleyici konumuna itildiği tepeden devrimleri reddeder. Azınlık eylemleriyle yeni bir toplumun yaratılmaz, eski toplum yeni bir yönetici sınıfla devam eder. (1949 Çin’de, 1959’da Küba’da olduğu gibi) Tam burada devrimin zorunlu olduğunu savunan diğerleriyle ayrılıyoruz. Marx’ı Stalin, Mustafa Kemal ve Mao gibi diktatörlerin gözlüğüyle okuyanlar için devrim bilinçli azınlığın eylemi, kendi partilerinin iktidarıdır. Devrimi emekçi kitelelerin kendi bilinçli eylemi olarak gören Marx’ın bakış açısı yeni antikapitalist solun da hareket noktası. Bayrak yarışlı yapmıyoruz, işçi sınıfının ve ezilenlerin kendi kitlesel mücadelelerini ortaya koymasına yardım etmek istiyoruz.


10 MEKTUPLAR

SORUŞTURMALARA HAYIR!

SOSYALİST İŞÇİ’Yİ NEDEN SOKAKTA SATIYORUZ? Ozan Ekin, İstanbul’dan yazdı:

Deniz Alp Uslu, İTÜ’den yazdı:

TOPLANTI DUYURULARI BEYOĞLU

27 Kasım Perşembe, 19:00 1915’DEN 2015’E TORUNLAR ANLATIYOR: SOYKIRIMLA YÜZLEŞİYORUZ İstanbul, Pangaltı metro çıkışı.

İTÜ Asistan Dayanışması eylemde.

İTÜ’lü araştırma görevlisi Ceyda Sungur’un

başı İTÜ Mimarlık dekanlığı ile dertte. Daha önce Gezi direnişine ve THY Başkanı Hamdi Topçu’nun kızı için okulda usülsüz kontenjan açılmasını protesto eden bir etkinliğe katıldığı için Ceyda Sungur’a soruşturma açan Mimarlık Fakültesi dekanı Sinan Mert Şen, bu kez de “mail atarak” fakülte dekanlarını provoke ettiği ve “izinsiz” afiş astığı gerekçesiyle kendisi hakkında tekrar bir soruşturma açtı. 19 Kasım’da Taşkışla Forumu ve Asistan Dayanışması’nın çağrısıyla yüzlerce öğrenci, soruşturmanın olduğu salonun çevresinde boy gösterip slogan atarak hocalarına sahip çıktılar. Baskının ve akademiyi her anlamda denetlemek isteyen bir zihniyetin hakim olduğu bir ortamda yeterli bilimsel çalışma yapmadıkları gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan yalnızca Sungur da

değil, göreve geldiğinden beri kantin boykotu yapmak, okulun huzurunu bozmak, dart oynamak gibi sudan sebeplerle onlarca soruşturma açan Şen, adeta göreve geldiği günden beri skandalların odağı olan İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca’nın koltuğuna göz dikmiş görünüyor. Göreve geldikleri günden beri İTÜ’lü öğrencilerin ve araştırma görevlilerin kabusu olan Rektör Karaca ise skandallarına yenilerine eklemekte kararlı. AHazırlık sınavını bir sene içersinde veremediği için ikamet etmekte olduğu Vadi Yurtlarından çıkarılacağını duyan bir öğrencinin, durumu protesto eden bir pankart açtığında özel güvenlik tarafından darp edildiğini duyan İTÜ’lü öğrenciler 17 Kasım günü ellerinde barınma haklarını savunan pankartlar ve meşalelerle rektörü protesto etti.

Sosyalist İşçi’yi yalnızca egemen düşüncelere yer vermediği için değil, aynı zamanda kitlelerle en yakın ilişkiyi kurduğu için sokakta satıyoruz. Hem derli toplu bir biçimde fikrimizi yayma imkanı sağlıyor hem de insanlarla politika tartışmak için fırsat yaratıyor. Hiçbir eylem, bildiri, pankart birçok konuyu, Kürt sorununu, LGBTİ ve kadın mücadelesini, AKP’ye karşı muhalefeti, ırkçılığa, antisemitizme, İslamofobiye karşı mücadeleyi ve tüm bunların işçi sınıfının çıkarları ile olan bağını anlatmaya yetmez. Sosyalist İşçi bunu yaparken egemenlerin geliştirdikleri tüm argümanlara da cevap verme derdinde. O yüzden, her Sosyalist İşçi okuru hem gazetenin bir muhabiri, fotoğrafçısı olmalı hem de en önemlisi, gazetenin bayisi olmalıdır.

NEW YORK’TAN PARİS’E İKLİM MÜCADELESİ II.Buluşma Geçen Eylül’de tüm dünyada 1 milyon kişi iklim değişikliğine neden olan tüm uygulamalara karşı sokaktaydı. Bu daha başlangıç demiştik! “İklim, adalet, eşitlik ve özgürlük” taleplerimizin hayat bulabilmesi için “her şeyi değiştirmek için, herkese ihtiyacımız var” diyoruz ve 29 Kasım tarihinde ikinci buluşmamızı gerçekleştiriyoruz. Sen de katıl !

KÜRESEL EYLEM GRUBU 29 Kasım 2014, Cumartesi 15:30 - 18.00 Yer: İsmail Beşikçi Vakfı, İstiklal Caddesi, Ayhan Işık Sokak, no:21/1, Beyoğlu - İstanbul.

Tony Cliff’in dört ciltlik Lenin biyografisinin Ekim Devrimi’ni anlatan ikinci cildi “Bütün İktidar Sovyetlere” 20 yıl sonra Z yayınları tarafından yeniden basılıyor. Kitap merkezine Lenin’in hayatını koyarak, Birinci Dünya Savaşı’ndan Ekim Devrimi’ne giden süreçte Bolşevik Parti’nin nasıl tutum aldığını, Şubat’tan Ekim’e olan süreçte nasıl kitleselleşebildiğini anlatıyor. Lenin 2, hem Stalinistlerin yekpare, tartışmasız, yanılmaz Bolşevik Parti efsanesini hem de liberallerin Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğu ve Lenin’in diktatörlük eğiliminin sonucu olduğu tezlerini kesin bir şekilde çürütüyor. Diğer Lenin biyografilerinden farklı olarak Lenin’in yaptıklarını, kitlelerin kendiliğinden hareketi ve Bolşevik Parti içindeki mücadeleler bağlamında inceliyor. Lenin 2, bu

büyük devrimcinin Stalinist tahrifattan kurtarılıp gerçekten anlaşılması için temel bir eser. Tony Cliff şöyle diyor: “Bu kitap, işçi sınıfı, parti ve Lenin arasındaki karşılıklı ilişkileri irdelemeye çalışıyor. Lenin´in siyasi biyografisini işçi sınıfının siyasi tarihi ile iç içe sunuyor. Aslında, Lenin´in, partinin ve proletaryanın etkinliklerinin zirvesini ifade eden devrim, bu üç öğe arasındaki kaynaşmanın doruk noktasına eriştiği zamana karşılık düşmüştür. Bu yüzden, kişisel olanın genel olandan, biyografik olanın tarihsel olandan kopartılarak değerlendirilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. LENİN 2: BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLERE TONY CLİFF, Z Yayınları

Kevork Kalloshyan ve Ferhat Bakırcıoğlu İsmail Beşikçi Vakfı, İstiklal Cd. Ayhan Işık Sk. 21/1 FATİH

29 Kasım Cumartesi, 19.00 KENT MÜCADELESİNİN ÖNEMİ Konuşmacı: Besim Dellaloğlu

Beyrut Cafe, Ali Kuşçu Mahallesi, At Pazarı Meydanı Sokak No:7 KADIKÖY

28 Kasım Cuma, 19:00 AKP’NİN KALKINMACI İNŞAAT SEFERBERLİĞİ VE KAPİTALİZMİ KULLANMA STRATEJİSİ Konuşmacı: Korhan Gümüş

4 Aralık Perşembe, 19:00 YENİ TÜRKİYE: KENDİNE SARAY, İŞÇİYE MEZAR Konuşmacı: Ferhat Kentel

Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3,

BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLERE YENİDEN BASILIYOR! ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

Konuşmacılar:

ŞİŞLİ

27 Kasım Perşembe, 19:00

İZMİR 28 Kasım Cuma 19.00

2015 SEÇİMLERİ: BAŞKA BİR SİYASET MÜMKÜN

Yılmaz Murat Bilican, Roni Margulies 29 Kasım Cumartesi

Konuşmacılar: Gülay Yaşar ve Umut Mahir Özen

4 Aralık Perşembe, 19:00

13.30 ORTADOĞU VE BARIŞ SÜRECİ

EMPERYALİZM NEDİR?

Ümit İzmen

Konuşmacı: Ozan Ekin Gökşin

15.30

NEOLİBERALİZM VE DİRENİŞ

Ferda Keskin, Ersin Damarsardı 17.30

NEOLİBERALİZM, MİLLİYETÇİLİK VE MUHAFAZAKARLIK KISKACINDAKİ EĞİTİM

SOYKIRIMIN 100. YILINDA YÜZLEŞMENİN ÖNEMİ

Talat Ulusoy, Tolga Tüzün Kıbrıs Şehitleri Caddesi, 1462. Sokak, No: 20/1 Alsancak

Nakiye Elgün Sokak, No:32/3 Osmanbey ANKARA

2 Aralık Salı saat 19.00 YENİ TÜRKİYE: KENDİNE SARAY, İŞÇİYE MEZAR Konur Sk, No:14/13, Kızılay


GÜNDEM 11

ERDOĞAN CİNSİYETÇİLER MÜZESİNE! Cumhurbaşkanı Erdoğan, takılmış plak

gibi yine fıtrattan söz etti. Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) tarafından düzenlenen Uluslararası Kadın Ve Adalet Zirvesi’nde konuşan Erdoğan kadınlığa geleneksel aile ve ahlak anlayışının biçtiği rolü yeniden dayattı. Fakat Erdoğan öyle bir üslup tutturdu ki, kadını sadece geleneksel rolüne, toplumsal cinsiyetçi iş bölümünün zorladığı alana itelemekle kalmadı aynı anda hem feministlere laf etti hem de kadınların eşitliği konusunda çelikili laflar etti. Kadın konusunda garip açıklamalarla eşitlik konusunda da garip açıklamalar eşlik etti. “Mağdur olanın mağdur eden seviyesine çıkartılmasıdır eşitlik.” diyerek, eşitliği sadece adalet karşısında eşit olmaya indirgedi. “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz çünkü o fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır. Örneğin iş hayatına hamile bir

kadını erkek ile aynı şartlara tabi tutamazsınız. Çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi bu tür yükümlülükleri olmayan bir erkek ile eşit konuma getiremezsiniz.” diyen Erdoğan, komünizme de laf ettikten sonra, sözü anneliğe getirdi.

Cenneti ayaklarının altına sermiş. Babanın ayakları altına koymamış annenin ayakları altına.” diyerek, tartışmayı bu dünyadan alıp, öbür dünyaya yönlendirerek, kadınlara esas olarak annelik görevini yakıştırdığını kanıtladı.

Eşitlik kadınların en önemli talebidir

Erdoğan üç çocuk ve kürtaj tartışmalarında sahiplenediği tutumu aynen sahipleniyor ve kadının “narin” yapısının kadına biçilen tarihsel rol olan annelik rolü dışındaki işlere uygun olmadığını savunuyor.

Kadınların adalet karşısında “eşdeğer” olması gerektiğini söyedikten sonra, konuşmasını, “İslam dinini kadına ‘annelik’ makamını verdiğini anlatan Erdoğan, “Bizim dinimiz anneye bir makam daha vermiş.

Evet! Erdoğan toparlayamıyor. Eşitlik ko-

GEÇEN AY 29 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ! Yılda 1.6 milyon insanın şiddet nedeniyle hayatını kaybettiği dünyada, her 100 kadından 35’i şiddete maruz kalıyor. Kadınların 3 çocuk doğurmasının devletçe dayatıldığı, kürtajın “katliam” olarak görüldüğü ve sadece geçen ay içinde Çingene Gül isimli trans bireyin de bulunduğu 29 kadının öldürüldüğü Türkiye’de ise, 100 kadından 40’ı şiddete maruz kalıyor.

Kürtajı yasaklama girişimine karşı protesto eyleminden.

nusunda yanılıyor. Kadınlar iş hayatına atıldıkça, egemen toplumsal ilişkilerin zorladığı iş bölümünden kurtulmaya başlar ve iş hayatına giren kadınlar onlarca yıldır eşit işe eşit ücret talebini dile getirir. Anneliğin kadını eve kapatan bir süreç olmaktan çıkması için, her işyerine kreş talebini öne süren kadınlar anneliğin kutsallaştırılmasının, kapitalist sistemin kadının ev içi emeğini sömürmesinin ideolojisi olduğunu da on yıllarca anlatıyorlar. Erdoğan bunu feminizm diye geçiştirebilir. Kadın özgürlüğü mücadelesi Erdoğan gibi orijinal sözler söyleyeceğim ve kadınlara özen gösterecğim diye konuşan çok sayıda egemen sınıf temsilcisi gördü. Kadınların özgürlük mücadelesi tüm itibarıyla sürüyor, Erdoğan gibiler ise tarihin cinsiyetçiler müzesi bölümünde pas tutmaya devam ediyor.

ÇEVRE BAHANE KÂRLAR ŞAHANE NURAN YÜCE

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da Atlantik Konseyi Toplantısı yapıldı. Perşembe ve Cuma günü toplantı nedeniyle alınan yoğun güvenlik tedbirlerinin yarattığı katlanılmaz trafik, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre önce “bir daha konuşmam” dediği ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile verdiği samimi pozlar ve açıklamaları zirvenin içeriğinden daha çok konuşulsa da “Enerji ve Ekonomi” gündemli yapılan Atlantik Zirvesi’nde önemli konular ele alındı. “İnsanlığın içişleri bakanları!” Enerji ve çevre bu tür zirvelerde artık birlikte ele alınır durumda. Bu sevindirici bir durum olarak algılansa da günün sonunda belirleyici olan yine ekonomik çıkarlar oluyor ve çevre ancak zirvenin vitrinini oluşturuyor. Başbakan Davutoğlu, daha önce katıldığı kimi zirvelerde dile getirdiği çevreye duyarlı yaklaşımını “Enerji konusuyla ilgili üç boyutlu tahlil yapmak gerekirse ilk önce insani boyut gelir. Enerji dolaşımını arttırırken çevreyi de koruyacağız” ve “hepimiz insanlığın içişleri bakanıyız, çevre söz konusu olduğunda ulusal politikalarımızı bir tarafa bırakarak insanlığın bakanlığı olarak konuşmamız gerekiyor” ifadeleriyle yerine getirmiş oldu. Hem Davutoğlu’nun hem de Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “Biz enerjimizi çeşitlendirmek istiyoruz. Enerjinin merkez

coğrafyası olan Türkiye’deki yatırımların arttırılmasını istiyoruz. Ümit ederiz ki petrol fiyatlarına dayalı bir savaş yerine, herkesin yararlanabileceği bir enerji politikası uygulanır” cümleleri ile heyecanla beklenen zirvenin gerçek amacı dile getirilmiş oldu; enerji kaynakları açısından zengin Ortadoğu coğrafyasında pazarın selameti açısından biran önce istikrarın sağlanması ve Türkiye’de enerji yatırımlarının artması. Petrol iştahları bitmek bilmiyor Toplantı hakkında basında yer alan tüm haberlerin içeriğinde hem açılış konuşmalarında hem enerji sektörü adına katılan CEO’lar ve siyasilerde toplantıdan iyimser beklentileri olduğuna yer verilmiş. Taner Yıldız, “Artık Bağdat’tan petrol bakanlarını Türkiye’de sık sık göreceksiniz” dediği sırada, Irak Petrol Bakanı Mehdi’nin de gülerek desteklediği söyleniyor. İklim değişikliğinin 2 derecenin altında tutulabilmesi için fosil yakıt rezervlerinin %80’ini toprağın altında bırakmak gerekiyor. Atlantik Zirvesi’nde ise bu rezervlerin daha hızlı toprak üzerine çıkarılmasının iyimserliği yaşanmış. Bilim insanları tüm dünyayı uyarıyor: kömür ve petrole bağımlılık bu düzeyde devam ederse, 2060’da toplam +4 derecelik bir artış yaşanacak. 4 derecelik bir sıcaklık artışı değil iyimserliği tüm canlılar açısından yaşam olanaklarını ortadan kaldıracak.

Bilim insanları petrol tüketiminden derhal vazgeçilmesi gerektiğini söylüyor.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

HRANT İÇİN, ADALET İÇİN! KEMAL BAŞAK

Hrant Dink’in alçakça katledildiği tarihin, 19 Ocak’ın yıldönümü yaklaşıyor. Ermeni Soykırımı’nın 100. Yıl’ına denk gelmesinin yanı sıra bir dizi hukuksal gelişme, önümüzdeki 19 Ocak’ı daha önemli bir tarih haline getiriyor. Hrant Dink, Ermeni soykırımının bir gerçeklik olduğunu korkusuzca anlatan ve yazan bir Ermeni olduğu için katledildi. Ölümünün ardından yüzbinlerce insan “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diyerek yürüdü ve cinayeti planlayan ve destekleyen kesimleri dehşete düşürdü. 19 Ocak 2007 sonrası patlayan bu öfke günümüze kadar dinmiş değil. Hrant için adalet talep eden insanların öfkesinin hiç dinmemesinin ve 19 Ocak’ların klasik bir anma etkinliğini aşan bir eylem günü haline gelmesinin asıl nedeni; Ergenekon örgütünün, devletin asker-polis bütün istihbarat birimlerinin, faşist örgütlerin ve “halkla ilişkiler çalışması” kapsamında karalama kampanyası yürüten bütün kişi ve kurumların sorumlu olduğu cinayetin, bireysel bir eylem olarak unutturulmaya çalışılmasıdır.

açan 301. Maddeyi yasalaştıran, Ermeni Konferansı’nı düzenleyen kişileri “bunlar bizi sırtımızdan hançerliyor” diyerek hedef gösteren Cemil Çiçek’i Meclis Başkanı, makamında Hrant Dink’i tehdit ettiren valiyi içişleri bakanı yapan AKP, cinayette sorumluluğu bulunan istihbarat görevlilerini de ısrarlı bir şekilde korumaya devam etti. AKP, bütün bunlar yetmezmiş gibi, Cumhurbaşkanı ve çevresinin adının geçtiği yolsuzluk dosyalarını örtbas etmek için, darbe ve Ergenekon örgütünün faaliyetleri kapsamında tutuklu bulunan kişilerin serbest bırakılmasının yolunu açan yasal

Bu çabayı sarf edenlerin başında, 12 yıllık iktidar süresi boyunca ırkçıların faaliyetine göz yuman, çoğu zaman onları cesaretlendiren, Hrant Dink’in katledilmesinde sorumluluğu bulunan devlet görevlilerini koruyan ve terfi ettiren AKP geliyor. “Türklüğe hakaret” kapsamıyla cinayetin yolunu SOSYALİZM SOHBETLERİ Meltem Oral

DERİN DEVLET VE ŞİDDET Devletin uyguladığı baskı ve şiddet politikalarının temel işlevi egemen sınıf iktidarının sürekliliğini korumaktır. Üstelik bu baskı ve şiddet politikaları derini sığı olmayan bir bütündür. Yani Türkiye’de bolca örneğini gördüğümüz, geçen haftalarda da Fransa’da Remi Fraisse adlı baraj karşıtı aktivistin ölümüne neden olan polis şiddeti de Malatya’da beş Hristiyanı domuz bağıyla öldüren mekanizma da yaşadığımız kapitalist sistemde devlet aygıtının farklı vehçeleri. Devleti sınıf ilişkilerinden bağımsız ele alamayız. Devlet bir sınıfın diğeri üzerindeki baskısının aracıdır. Şiddet

düzenlemeleri de Meclisten geçirerek, cinayette birinci derecede sorumluluğu olan Veli Küçük gibi isimlerin salıverilmesini sağladı. Diğer pek çok konuda AKP ile didişen kesimler, Hrant Dink cinayeti hakkındaki tutumlarıyla iktidar partisini onaylayan, hatta ondan daha da saldırgan bir duruş sergiliyor. Görülüyor ki, Ermeni Soykırımı üzerinden kurulan cumhuriyeti şu ya da bu şekilde sahiplenen iktidarıyla muhalefetiyle bütün partiler ve örgütler, soykırımı inkar etmek ve Hrant Dink’i unutturmak için

Türkiye’de hiçbir adalet arayışı Hrant Dink’inki gibi toplumun tüm kesimlerinden kalabalıklar tarafından sahiplenilmedi.

de kapitalist devlet yapılanmasına içkindir. Şiddet kapitalizmde sistematiktir. Demokratik hak olan protesto hakkına dönük polis baskısı, termik santral inşaatına karşı köylüleri kelepçeleyip dağın tepesine terk eden kolluk güçleri, neoliberalizmin ‘güvenlik’ politikaları ve dahası gündelik hayatta sayısız kere sıradan insanların maruz kaldığı devlet şiddeti pratikleridir. Lenin devletin karakterini şöyle açıklar; “Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının bir ürünü, bir dışavurumudur. Devlet, sınıf çelişkilerinin nesnel olarak uzlaştırılamadığı yerde, zamanda ve oranda ortaya çıkar. Tersinden bir ifadeyle, devletin varlığı, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.” Kısaca devlet işçi sınıfı ve patronlar arasında uzlaşması mümkün olmayan çelişkileri silikleştiren o da olmazsa bastıran yönetici organdır. “Hilekarlık, şiddet, çürümüşlük, yalancılık, iki yüzlülük ve yoksulların ezilmesi:

ellerinden geleni yapmaya devam edecek. Bu geniş ırkçı bloğun karşısında Hrant için adalet talep eden, Ermeni soykırımının tanınması için mücadele edenler de elbette boş durmuyor. Yıllardır 19 Ocak’ları kitlesel bir etkinliğe dönüştüren, mahkeme salonlarını ve adliye önlerini boş bırakmayan kişi ve örgütlerin bu ısrarlı çabası sonucunda cinayette adı geçen kamu görevlilerinin sanık olarak ifadelerinin alınmasını sağlayan mahkeme kararları peş peşe gelmeye başladı. Son olarak, 12 Kasım 2014 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla Hrant Dink cinayeti davasında etkili soruşturma yapılmadığı ve ailenin haklarının ihlal edildiği hükmü verildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Anayasa Mahkemesi, HSYK, Adalet Bakanlığı ve Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği bu kararlardan sonra, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, şimdiye kadar, Sabri Uzun, Ramazan Akyürek gibi kamu görevlilerinin de yer aldığı pek çok kişinin ifadesini aldı. Dönemin eski İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’a, eski İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’e de ifade vermeleri için çağrı yapıldı. Dönemin Trabzon Emniyeti ve Jandarma’sında görev yapanların da, önümüzdeki günlerde, ifade vermeleri için çağrılmaları bekleniyor. Irkçılık karşıtları duruşmaları izlemeye ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması için var güçleri ile mücadele etmeye devam edecek. 19 Ocak’ta yine Agos’un önünde olacağız.

Modern burjuva demokrasisinin, uygar bir görünüm verilmiş, cilalanıp parlatılmış dış görüntüsünün ardında gizlenen şeyler bunlardır.” “Derin devlet” tabiri devletin çekirdeğindeki şiddet potansiyelini tariflemek için kullanışlı olsa da bazen kapitalist devletin sistematik şiddetini gölgeleyebiliyor. Devletin ancak “derin” olduğu anlarda, karanlık dehlizlerde incelikli planlarla şiddete başvurduğu varsayılabiliyor. Ancak bu şiddet-zor çekirdeği bazen daha açık bazen daha gizli olsa da potansiyel olarak hep var. “Derin devletin” icraatlarının afişe olması ve çetelerin temizlenmesi önemlidir. Ancak devletin özündeki şiddet ondan tamamen kurtulana kadar temizlenemez. İşçi sınıfı devriminin mevcut devlet yapılanmasını kökünden parçalaması gerekliliği bu noktada önemli. Yani devrim devleti devralmak değil tam da bu çekirdeği yani derin devleti parçalamak demektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.