505

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

505

3 Aralık 2014 2 TL. sosyalistisci.org

YAYIN YASAĞI HIRSIZLIĞIN İSPATI n Meclis Komisyonu’na ifade veren Erdoğan Bayraktar ve Egemen Bağış’ın açıklayamadığı milyonlarca dolar var n Hükümete yakın yazarlar dahi AKP tabanının yolsuzlukların gerçek olduğunu düşündüğünü söylüyor n Adli Tıp Kurumu’na göre yolsuzluklarla ilgili ses kayıtları montaj değil SU HAKKI AKTİVİSTİ AKGÜN İLHAN’A, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE KARŞI MÜCADELEDE KOLEKTİF ÇÖZÜMLERİ SORDUK

sayfa 5

n Yeni Türkiye’de yayın yasağı bir gelenek hâline geldi: 2011’den beri 150’ye yakın meselede uygulanan yasak, şimdi yolsuzluğu örtmek için kullanılmak isteniyor n Yolsuzluk ve rüşvet, bazen AKP’nin kurmaylarını bazen de basındaki ideologlarını birbirine düşürüyor n Yayın yasağına, sansüre, baskıya hayır! YILDIZ ÖNEN SURUÇ’TAN YAZDI: KOBANÊ DİRENİYOR, KOBANÊLİLER ÜŞÜYOR

sayfa 3

ELÇİN POYRAZ, ROSA PARKS’TAN FERGUSON’A SİYAHLARIN MÜCADELESİNİ ANLATIYOR.

sayfa 8


2

GÜNDEM

BEŞ BAŞLIK, BEŞ MÜCADELE 2014 yılında mücadelesini verdiğimiz beş önemli konu 2015 yılında da mücadele başlıklarımızın en tepesinde yer alacak. Bunlardan ilki, çözüm ve barış süreci. HDP heyetinin İmralı’da yaptığı görüşme, sürecin kritik bir evrede olduğunu gösteriyor. Öcalan’ın “çözüm süreci işlemezse kaos olur ve darbe mekaniği işler” anlamına gelen sözleri, barış için acil, kararlı ve kitlesel etkiler yaratacak adımları atmanın zorunlu olduğunu gösteriyor. İkinci önemli başlık, iş cinayetleri, işçi hakları, adaletsiz bütçe gibi Türkiye kapitalizminin işçi düşmanı yanlarına karşı direniş. Meclis’te görüşülmeye başlayacak olan 2015 bütçesi yoksulların lehine hiçbir yana sahip değil. İş cinayetleri devam ediyor. Taşeron sistemi devam ediyor. Soma’da 301 işçi madende yaşamını yitirmişti, şirket şimdi de yaklaşık 2850 işçiyi işten çıkarttı. İşçi sınıfının maruz kaldığı her baskıyı göğüslemesine yardımcı olmak üzere örgütlenmek çok önemli. Bir diğer önemli mücadele alanı da yolsuzluklar. Yolsuzluklar hükümetin, Balyozcuları, Ergenekoncuları aklama çabasına hız kazandırdığı için de önemli. Hükümet, Davutoğlu ne kadar tersini söylese de yolsuzluk soruşturmasına yayın yasağı getirerek suçunu itiraf etti. 28 Şubat darbesinin, Balyoz’un kudretli generallerini ve Ergenekoncuları aklama çabasıyla da yolsuzluğunu “paralel darbeci yapı” iddiasının arkasına gizlemeye çalıştı. Balyozcular da hükümet de aynı “paralel” kumpasın kurbanı buna göre. Oysa biliyoruz ki Türkiye’de darbeler, cunta girişimleri vardır ve biliyoruz ki hükümetin önde gelen üyeleri yüz milyonlarca dolarlık yolsuzluk batağının tam merkezindedir. Bir başka sorun ise hem dünya kapitalizminin gözü dönmüşlüğünün hem de Türkiye’de hükümet eliyle bir çılgınlık derecesine çıkmış olan kalkınmacılığın ürünü olan ekosistem katliamı. Bu alan, üzerinde şekillendiğimiz doğayı imha ediyor ve son raporlar, süreç engellenmezse felaketin katlanarak yaklaşmakta olduğunu gösteriyor. HES’ler, kömürlü termik santrallar, nükleer santrallar, ormanların, parkların imha edilmesi ve iklim değişimini tırmandıran enerji politikaları, aynı anda hem kapitalizme hem de iklim krizine karşı direniş için büyüyen küresel adalet hareketinin bir parçası olarak engellenebilir. 2015 yılı, Ermeni soykırımının 100. yıldönümü. “Biz özür diledik, sıra devlette! Devlet soykırımı tanısın ve özür dilesin” diyenler, mücadeleye hazırlanmalı. Hem soykırımın tanınması için mücadele etmeliyiz hem de ırkçılığın her görünümüne karşı, hiç zaman kaybetmeden ses çıkartmalı, ırkçılık karşıtı tepkinin kitleselliğine güvenmeli bu kitleselliğin görünür olmasına çalışmalıyız. Bütün bu hamleleri 2015 genel seçimlerinde dile getirmek için şimdiden kampanyaya başlamalıyız.

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN BAHANESİ YOK

Kobanê eylemlerinden sonra tıkanan HDP heyetiyle Abdullah Öcalan arasındaki görüşme trafiği 29 Aralık’ta heyetin genişletilmiş bir şekilde İmralı’ya gitmesiyle yeniden açıldı. Bu kez heyette yıllarca KCK davasından cezaevinde kalan, milletvekilliği hakkı gasp edilen DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle de yer aldı. “Tarihi taslak”

En başından itibaren heyette yer alan Sırrı Süreyya Önder, 4 saatlik görüşmede Abdullah Öcalan’ın kapsamlı bir müzakere taslağı hazırladığını ve bunu devletin görüşmeci grubuna sunduğunu açıkladı. Özgür Gündem gazetesine konuşan Önder, “Yöntem”, “Tarihi ve Felsefi Boyut”, “Temel Gündem Maddeleri” ve “Eylem Planı” başlıklarını taşıyan dört ana maddeden oluşan taslağın her bir maddesinin çok sayıda alt başlıkla zenginleştirildiğini açıkladı. “Yöntem” başlığının altında “Sürecin tüm aşamalarının belgeli hale getirilmesi”, “varılan mutabakatların imzayla kayıt altına alınması” gibi öneriler yer alıyor. Çözüm süreci rayına oturdu mu? Hükümet adına çözüm sürecini koordine eden Yalçın Akdoğan, HDP heyetinin Abdullah Öcalan’la görüşmesinin ardından, “Şu anda tren rayına oturmuş durumda ama bunun hızını ne belirleyecek?” dedi. Evet, çözüm sürecinin hızını ne belirleyecek? Temel soru bu! Hükümet yetkilileri bu soruya, PKK’nin silahsızlanma temposunun belirleyici olacağı yanıtını veriyor. Bu nedenle de Kobanê eylemlerinden beri “kamu güvenliği”ni sürecin en önemli şartı olarak öne çıkartıyorlar. İmralı’ya giden heyetin açıklamalarından ise Abdullah Öcalan’ın, sürecin temposunu belirleyecek olanın hükümetin gerekli adımla-

(Bolivya Senatosu ve Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen, Ermeni Soykırımı’nı tanıyan ve 1915’te yaşananların inkârını kınayan tasarıdan. )

rı hangi hızla atacağı olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Öcalan, daha önce çağrısıyla Türkiye’ye giriş yapmalarını istediği PKK üyelerinin başına gelenlerle ilgili şu açıklamayı yaptı: “‘Habur’dan gelen arkadaşlarımızın başına gelenler ortada. Daha halen içeride olan isimler var.” Abdullah Öcalan, sunduğu taslakta, çok net bir şekilde, pratik adımlar atılmasını ve atılan ve atılacağı söylenen adımların yasal bir biçimde garanti altına alınması gerektiğini vurguluyor. Buradan, Akdoğan’ın sorusuna yanıt verebiliriz. Çözüm sürecinin hızını, hükümetin çözüm sürecinde, Kürt halkının haklarını ne kadar hızla tanıyacağı ve bu hakların her düzeyde garanti altına alınması için hamle yapıp yapmayacağı belirleyecek. Önümüzdeki dönemde barış ve çözüm sürecinin hayati önemini kavrayanların hükümetin bu adımları hızla atması için adım atması, kolları sıvaması gerekiyor. Öcalan bir kez daha barış için elini uzattı. Bu elin havada kalmamasını sağlamak, hem demokrasi, hem kirli savaşın yeniden başlamaması hem de Kürt halkının haklarını kazanması açısından çok önemli.

İMRALI’DA NE KONUŞULDU? Sırrı Süreyya Önder: “Öcalan, bu gözaltı ve tutuklama operasyonlarına tepki gösterdi. Eleştirdi. Bu operasyonların kabul edilemez olduğunu söyledi. Hazırladığı taslağın esas olduğunu söyledi ve ‘bu pratikleşmeden kimsenin kamu düzeni ya da başka bir şey adına bizden bir şey isteme hakkı yok’ dedi. Ama eğer bu taslak hayata geçirilirse tüm bu sorunların yöntemsel ve kalıcı olarak geride bırakılacağına vurgu yaptı.” ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI DİRENİŞ!

“Ermeni halkına uygulanan soykırımın ve insanlığa karşı işlenen bu ağır suçun inkâr politikasının kınıyoruz.”

Lice’de kalekol yapımı protestosu, 2013

Yatağan Termik Santrali’nde işçiler ihaleyi kazanan şirketin hükümetle devir sözleşmesini imzaladığı haberi üzerine barikat kurup direnişe geçti. Yatağan ve Milas’ta enerji ve maden işçileri özelleştirmeye karşı süresiz eyleme başladı. İşçiler işyerleri önünden ayrılmayarak her türlü giriş çıkışı yasakladı.

YALNIZ ALİ İSMAİL KORKMAZ’A DEĞİL, İNSANLIK ONURUMUZA ATILAN...

KARGA KAFASI

KEMAL GÖKHAN GÜRSES


GÜNDEM

YÜZDE 10 BARAJI ÇÖPE! Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, seçim barajının hak ihlali olduğu yönündeki başvuruların bir kaç hafta içinde açıklanacağını duyurdu. Daha önce yüzde 10 barajının iptali yönünde bir karar çıkarsa derhal uygulanacağını belirten Kılıç’ın son açıklamasını değerlendiren hukukçular 2015 genel seçimlerine barajsız girilebileceğini söylüyor.

Suruç’ta belediye tüm olanaklarıyla Kobanê’den gelenlere yardım etmeye çalışıyor. Nusaybin’de Belediye Halkevi’ndeki Ezidi çocuklar Şengal’e selam Kobanê’de direniş sırasında gönderdi. öldürülen Ağırnaslı’nın adının verildiği kampta esas olarak çocuklar ve kadınlar var. Kobanêliler Kobanê’ye dönmek istedikleri, IŞİD’in geri püskürtüleceğini düşündükleri için bir yandan kalpleri hep Kobanê’de. Oradan gelecek haberi bekliyorlar, artık dönebileceklerini söyleyecek çağrıya kulak kesilmiş durumdalar.

12 Eylül 2010’daki anayasa değişikliği referandumunda sandıktan Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı çıkmış ve yüzde 10 seçim barajı en üst mahkemede sorgulanabilir hale gelmişti. Toplumda hiçbir taraftar bulmayan anayasa maddesi Erdoğan ve AKP hükümeti tarafından hep sahiplenildi. Siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştırmakla övünseler de sistem karşı partileri daha baştan oyunun dışına atmayı tercih ettiler. Erdoğan ve hükümetin istifası talebinden sonra Gezi Parkı direnişçilerinin ikinci ortak siyasi talebi yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasıydı.

ASGARİ BİLE DEĞİL

Milyonlarca insanı açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum eden bu uygulamaların yanında kişi başına düşen milli gelirin 12 bin dolar seviyesine çıktığını anlatan hükümet yetkilileri bunun yoksullara yansımadığını geçtiğimiz yıllarda TÜİK’in açıkladığı verilere bakarak görebilirler.

HAFTANIN IRKÇISI DERSİM’DE KATLİAMI SAVUNAN BAHÇELİ Geçen hafta Dersim’e giden MHP’li faşist lider Devlet Bahçeli aslında yüzyılın yüzsüzü olmaya da aday. Bahçeli onu dinleyen kimsenin olmadığı mitinginde Dersim halkına ‘terörist’ dedi. Sırf Başbakan ‘gidemez’ dedi

KOBANÊ DİRENİYOR, KOBANÊLİLER ÜŞÜYOR

Durumu şöyle özetlemek mümkün: Mültecilerin yaşam koşulları çok kötü ama yaşam koşullarının kötülüğüne rağmen müthiş bir dayanışma duygusuna ve umuda sahip insanlar.

Sosyalist ve Kürtleri temsil eden partilerin meclis dışında bırakılmasını sağlayan anti-demokratik yasa ile emekçiler, ezilenler, mevcut egemen sınıf partilerini beğenmeyenlerin kendi kendilerini temsil etme olanağı ellerinden alınmıştı.

Her aralık ayında yeniden belirlenen asgari ücret bu yıl yolsuzluk soruşturmalarının görüşüldüğü bir mecliste gündeme gelecek. Milyonlarca doları, yüzbinlerce liralık saatleri olan hükümet yetkilileri toplam çalışanların yarısının, üzerinden maaş aldığı asgari ücrete %3+3 ‘lük bir zam yapmayı planladığını aylar öncesinden ilan etti. 2014’te üzerindeki vergiler de artınca, asgari ücret net 963,90 lira olmuştu. Bu ücret işçilerin asgari yaşam koşullarını dahi karşılamasına yetmiyor. Yapılması planlanan ayda 30 lira eden bu zammın işçilerin durumunu düzeltmekten uzak olduğu ortada. Hükümetin bu dayatmasına karşı sendikaların harekete geçmediği bir ortamda daha büyük bir iyileştirme de mümkün görünmüyor.

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin Suruç, Midyat gibi yoğun göç alan bölgelerde mültecilerin koşullarını analiz etmek için bölgeye yaptığı ziyaret kapsamında koşulları hep beraber bir kez daha gözleme fırsatını yakaladık.

1969 seçimlerinde ilk kez uygulanan seçim baraj, bir önceki dönem meclise 15 milletvekili sokan Türkiye İşçi Partisi’nin başarısı üzerine egemen sınıf tarafından dayatılmıştı.

Anayasa Mahkemesi, halkın sesini dinlemeli ve yüzde 10 seçim barajını kaldırmalıdır.

3

Asgari ücretin bir diğer özelliği ise piyasadaki diğer ücretlerin belirlenmesinde aldığı rol. Asgari ücretin bu kadar düşük olması diğer maaşlı çalışanların aldığı ücretin de düşük olmasına yol açıyor. Bunun ortadan kalkabilmesi işçilerin birlikte mücadelesinden geçiyor.

DÜNYA’DA ASGARİ ÜCRET ABD’de yıllık asgari ücret 15.080, İsrail’de 14.413, Arjantin’de 9.094, Avustralya’da 32.508, Belçika’da 25.030, Çin’de 1.393, Fransa’da 23.837, Güney Kore’de 9.121, Hollanda’da 24.490, Hong Kong’da 8.132, Büyük Britanya’da 19.833, İspanya’da ise 12.548 dolar. Dünya’yı göz önünde bulundurduğumuzda Türkiyeli işçilerin durumu ekonomik krizde olan ülkelerdeki işçilere çok yakın veya daha da kötü. Üstüne bir de asgari ücretten alınan vergiler eklendiğinde ekonominin büyümesinin işçiler için daha kârlı olduğunu söylemek güçleşiyor.

diye Dersim’e koşan faşist Bahçeli halkın protestosu sayesinde programındaki tüm etkinlikleri iptal etmek zorunda kaldı. Dersim faşist lidere geçit vermezken Bahçeli içindeki kini ve ırkçılığı şöyle döktü: “Milleti bölmeye çalışanlara izin verilemez. 1937-38’de Tunceli’de baş gösterenler isyandır. Bu isyana karışanlar da devrin bölücü teröristleridir. Teröristin dini, milliyeti, nesebi önemli olmayacaktır.” Alevi düşmanı Bahçeli Dersim halkına yönelik nefret dolu konuşmasında Başbakan Davutoğlu’nun geçen hafta yarım ağızla sarfettiği ‘gerekirse özür dilenmeli’ sözüne de yine tüm ırkçılığıyla değindi. ‘Bunların özür dilenerek, hürmet ve hayranlıkla yad ettiğimiz evladı Kerbela’dan addedilmesi hakarettir’ dedi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli faşisttir. Temsilcisi olduğu parti faşist bir partidir. MHP kapatılmalıdır.

Ama bir yandan da Türkiye’nin dört bir yanından gelen yardımlara, belediyenin varını yoğunu ortaya koymasına rağmen, hazırlıksız bir şekilde kışa yakalanan Kobanêlilere destek olmak için yardım kampanyalarının aralıksız sürdürülmesi gerekiyor. 30 Aralık Pazar günü, IŞİD’in Türkiye tarafından geçip bomba yüklü aracı patlatmasına ve çatışmaların şiddetlenmesine tepki gösteren mülteciler yalnız değillerdi. Suruç’a binlerce insan geldi. Selahattin Demirtaş’ın da katılımıyla binlerce insan Kobanê’de süren direnişle bir kez daha dayanıştı. Kobanêlilerin Suruç’ta mülteci olması Misak-ı Milli sınırlarının saçmalığının ve bu sınırları oluşturan zihniyetin bölgeyi sınırlarla birbirinden kopartacağı yanılsamasını sürdürmesinin sonucu. Aslında, kendi evinde mülteci olmak gibi bir durumla karşı karşıya Kobanêliler. Görüşmelerimiz sırasında gördüğümüz direnişin sürdüğü bölgede çok büyük bir yıkımın olduğu. Mülteciler bu yıkımın derecesinin farkındalar ama mutlaka ve mutlaka ve hızla Kobanê’ye dönmek istiyorlar. Kamplarda kadınlar ayrıca bir direniş sergiliyor. Çocukların bakımı, doyurulması, çadırların temizliği kadınların omuzunda. Fakat bu yükü muazzam bir dayanışma ağı içinde hep birlikte omuzluyorlar. Köylerde kalanların durumu daha kötü. Ahırdan bozma penceresiz evlerde kış soğuğunun şiddetiyle yaşıyorlar. Kampların iki ihtiyacı var: Birisi insani yardım malzemesi. Diğeri IŞİD’in yenilmesine yardımcı olacak politik dayanışma hareketleri.

KİTAPÇILARDAN VE SOSYALİST İŞÇİ DAĞITIMCILARINDAN ALABİLİRSİNİZ


4

DÜNYA

FERGUSON’DA POLİS ŞİDDETİ VE IRKÇILIK ABD’de 18 yaşında siyah bir genç olan Michael Brown’ın polis tarafından öldürülmesinin ardından 24 Kasım’da mahkemenin polisi aklamasıyla başlayan protestolar sürüyor. Brown, 9 Ağustos’ta beyaz polis memuru Darren Wilson tarafından öldürülmüştü. Polis memuru Wilson, Brown’ın polis arabasının içindeyken kendisine saldırdığını iddia etmiş ve silahsız olan Brown’a ateş etmişti, önce kaçan ve daha sonra geri dönüp ellerini havaya kaldıran Brown’a polisin ateş etmeye devam etmesiyle Brown öldürülmüştü. Cinayetin ardından bölge polisi Brown’ı itibarsızlaştırmak için onun sigara çalarken çekilen görüntülerini yayınlamıştı. “Anonim” kaynaklardan, polis Wilson’ın feci şekilde dövüldüğü haberleri yayılmış ancak cinayetten sonra çekilen videolarda Wilson’ın ciddi bir yaralanması bulunmadığı ortaya çıkmıştı. Tepkiler üzerine 29 Kasım’da istifa eden Wilson’a “destek olmak” için internet üzerinden yaklaşık 500.000 dolar para toplandı.

Mahkemenin Wilson’u suçsuz bulmasından bir gün sonra ABD’nin 170 şehrinde ve başka ülkelerdeki ABD elçilikleri önünde pek çok gösteri yapılırken Ferguson’a “düzeni sağlamak için” Ulusal Muhafızlar gönderildi. Ayrıca büyük indirimlerin yapıldığı ve mağazaların önünde uzun kuyrukların oluştuğu 28 Kasım’daki “Kara Cuma” günü de pek çok alışveriş merkezinde hem ekonomik eşitsizliğe dikkat çeken hem de eşit haklar talep eden eylemler yapıldı. KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

NÜKLEER SİLAHLARA YATIRIM VE KAPİTALİZM Geçtiğimiz haftalarda Hollandalı barış örgütü PAX tarafından hazırlanan Don’t Bank on the Bomb başlıklı bir rapora göre küresel finans kuruluşları nükleer silah üreticilerine 402 milyar dolar yatırım yapmış. Dünyada nükleer silahların üretilmesi, bakımı ve saklanmasının bir aşamasına dahil olan toplam 28 şirket ve bu şirketlere yatırım yapan 411 finans kuruluşu bulunuyor. Bu miktarın neredeyse yarısı, yani 175 milyar doları ilk on sırada yer alan finansçılardan geliyor ve bunların da Fransız BNP Baribas dışında geri kalanları ABD’de bulunuyor. İlk üç sırada yer alanlar -State Street, Capital Group ve Blackrock– toplam 80 milyar dolar yatırım yapmışlar. Avrupa’da nükleer silah üreticilerine en çok yatırım yapanlar ise BNP Paribas (Fransa), Royal Bank of Scotland ve Barclays (İngiltere). Asya’daki en büyük yatırımcılar Mitsubishi UFJ Financial ve Sumitomo Mitsui Financial (Japonya) ve Life Insurance Corporation of India (Hindistan).

2011 Mart’ında özgürlük için ayaklanan Suriye halkına karşı Esad diktatörlüğünün başlattığı savaşın sonucu nüfusun yarısı yaşadığı yerleri tek etmek zorunda kalıp sığınmacı olmuştu. Birleşmiş Milletler, 12,2 milyon Suriyeli’nin yardıma ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Temmuz ayında 10,8 milyon olan yardıma muhtaçların sayısı ABD savaş koalisyonunun bombardımanı ile geçen 4 ayın sonunda 1,4 milyon arttı. IŞİD Suriye’nin doğusunu kontrol etmeyi sürdürürken, hava saldırıları Esad rejimini güçlendirdi. Kaybeden ise yine halk oldu. 1,7 milyon Suriyeli’ye yardım kesildi Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı, “kaynak yetersizliği” nedeniyle farklı ülkelerdeki 1.7 milyon Suriyeliye gıda yardım kuponu dağıtımını askıya aldı. Programın yöneticileri “Kuponlar olmadan çok sayıda aile aç kalacak. Zaten zorlu kış şartlarıyla boğuşmaya çalışan ailelere yardımın da kesilmesi yıkıcı sonuçlar doğuracak” diyor.

Kitlesel eylemlere karşı polis şiddeti Brown’ın öldürülmesiyle “Ellerim havada, ateş etmeyin” cümlesi polis şiddetine ve ırkçılığa karşı hareketin bir simgesi oldu. Cinayetin hemen ardından Ferguson’da kitlesel protesto gösterileri yapılırken, bölgeye ağır silahlı polisler gönderildi ve gece sokağa çıkma yasağı ilan edildi. The Washington Post ve The Huffington Post muhabirleri gözaltına alındı. Polis gösterilere göz yaşartıcı gaz ve plastik mermi ile saldırdı. Hamile bir kadın polisin kullandığı plastik mermi yüzünden bir gözünü kaybetti. Polis St John kilisesine girerek buraya sığınanlara bile gaz sıktı.

IŞİD VE REJİM GÜCÜNÜ KORUYOR 1.7 MİLYON SURİYELİ AÇ!

Protestolar bir çok eyalete yayılırken, Obama katil polise beraat veren mahkemeyi savundu.

ABD’de kurumsal ırkçılık Ferguson’da nüfusun üçte birini siyahlar oluştururken bölgedeki polis teşkilatının 53 polis memurundan sadece üçü siyah. Aynı durum yerel yönetim için de geçerli. Ferguson ‘un içinde bulunduğu St. Louis’de trafik cezaları en yüksek ikinci gelir kaynağı olurken, çoğu motorlu taşıt ihlallerinden kaynaklanan cezalar, geçen sene $2.63 milyon ile hazinenin %21’ini oluşturuyordu ve polis maaşlarının %81’den fazlasına denk düşüyordu. Polislerin trafikte durdurduklarının %86’sını ise siyahlar oluşturuyor. Ferguson ve çevresinde işsizlik oranı beyazlar için %6.2 iken siyahlarınki bundan %20 daha fazla. Yakın zamanda açıklanan bir rapora göre haftada 2 siyah, beyaz polisler tarafından öldürülüyor, siyahların vurulma ihtimali beyazlara göre 21 kat daha fazla. ABD’deki her beş çocuktan biri yoksulluk sınırının altındayken, siyah çocuklar arasındaki yoksulluk oranı %38,8 ile beyazlara göre dört kat daha fazla. Ayrıca ABD, Avrupa’daki NATO üslerinde bulunan ki bunlardan bir tanesi de Adana’daki İncirlik Üssü oluyor, nükleer silahlarını modernize etmeye hazırlanıyor. Henüz bu modernizasyonun bütçesi açıklanmadı ancak nükleer silahların ne kadar pahalı silahlar olduğunu düşünürsek milyarlarca doları bulacağı kesin. Bir yandan dünya ekonomik kriz ile çalkalanırken, devletler bu krizden kurtulmanın yolu olarak sosyal güvenlik haklarını kısıtlama yoluna giderken bir yandan da silahlanmaya para ayırmaya devam ediyorlar. Üstelik nükleer silahlar, tıpkı nükleer enerji gibi, kazara ya da bilerek kullanılması durumunda insanlığa ve gezegene geri dönüşü mümkün olmayan zararlar verme, saniyeler içinde yüz binlerce canlıyı öldürme kapasitesine sahip silahlar. Bu silahlara yatırım yapmak demek dünyanın sonuna yatırım yapmak demek. Bunlar hem maliyetleri hem de yol açtıkları yıkım itibariyle tamamen yasaklanması ve imha edilmesi gereken silahlar. Ancak tıpkı nükleer enerjide olduğu gibi nükleer silahta da temel sorun prestij. Nükleer silah sahibi devlet demek güçlü devlet demek oluyor. Bu da kapitalist bir yalanı çürütüyor. Sorun kaynak olmaması değil, var olan kaynakların nereye aktarılacağı tercihi ile ilgili.

Dünya Gıda Programı’nın Aralık ayının geri kalanında yardımları sürdürebilmesi için sadece 64 milyon dolarlık kaynağa ihtiyacı var. Buna karşılık ABD, Irak ve Suriye’deki bombardımanlar için günde 8.3 milyon dolar harcıyor. Bu miktarın bombardımanların sıklaşması ile daha da arttığı belirtiliyor.

Irak Kürdistan’ında yardım bekleyen Suriyeli Kürtler

KÜRESEL MÜCADELELER n Mısır’da devrik diktator Hüsnü Mübarek’in yargılanmasında hakim Mübarek’in, Mısır Devrimi’nin başlangıcında halkın üzerine ateş edilmesinden ve meydana gelen ölümlerden sorumlu tutulamayacağına karar verdi. Kararı protesto için sokağa çıkanlara ordu saldırdı, 2 kişi öldü. n Hong Kong’ta hükümet binalarını kuşatmaya çalışan göstericilere saldıran polis 40 kişiyi hastanelik etti. n Alman havayolu şirketi Lufthansa pilotları iki günlüğüne iş bıraktı. Şirket yönetimi, 1 Aralık öğleden sonrası başlayacak olan grev nedeniyle binden fazla iç ve dış hat seferinin yapılamayacağını duyurdu. Lufthansa pilotları, çalışma koşulları ve emeklilik planları üzerindeki anlaşmazlık nedeniyle geçen ay da grev yapmıştı. n Macaristan’da kadın hakları aktivistleri, 30 Kasım günü başkent Budapeşte’de ‘Hayat kadını yürüyüşü’ adı verilen protesto gösterisi düzenledi. Polisin cinsel taciz vakaları üzerine hazırladığı bir eğitim videosuna tepki gösteren aktivistler tecavüz kurbanlarını suçlu gibi gösteren videonun kaldırılmasını ve kadına yönelik şiddete karşı güçlü yasalar yapılmasını istiyor.


RÖPORTAJ

5

“Ya hep birlikte var olmak, ya da topyekün yeryüzünden silinmek” 2009 yılında Barselona Otonom Üniversitesi Çevre Bilimleri ve Teknolojileri Enstitüsü’nden doktora ünvanını alan ve 2011’den bu yana Su Hakkı Kampanyası’nda çalışan Akgün İlhan sorularımızı yanıtladı. Son ÇED raporunu devre dışı bırakan düzenlemeyle Türkiye’de ekosistemi nasıl bir tehlike bekliyor? Akgün İlhan: 1930’larda geliştirilen ÇED Türkiye’ye ancak 1993’te gelebildi. 17 kez değişiklikten geçerek neredeyse tanınmaz hale geldi. Ancak bu budanmış hali bile iş adamları ve bürokratları rahatsız etmiş olmalı ki, gölgesine bile tahammül edemeyip ÇED’i devre dışı bıraktılar. Artık AVM’sinden golf tesisine kadar pek çok proje ÇED zorunluluğundan muaf. Hoş son 21 sene içinde yapılan projelerin %92’ye yakını için “ÇED gerekli değildir” ve %8’i içinse “ÇED olumludur” kararı verilmiş. ÇED yüzünden geri dönen projeler %0,18 civarında. Artık yatırımcı bununla bile uğraşmak zorunda kalmayacak. Bu tarihi kararla müştereklerimiz olan yaşam kaynaklarımızın talanına yeşil ışık yakılmış oldu. Yani milli parkından sulak alanına kadar koruma altında olan neresi varsa kullanıma açıldı. Bu karar demir bir yumruk gibi Türkiye’de son bir kaç dönemde yazılmış hemen her hukuksal metinde geçen o meşhur neoliberal “koruma-kullanma dengesi”nin terazisinde “kullanım” kefesine indi. Ve koruma kefesi fırlayıp gitti. Onunla birlikte yaşam hakkımız suyumuz, havamız ve toprağımız da gidiyor. İklim değişimi muhalefetin geniş kesimleri tarafından önemsiz görüldü başlangıçta. Bu durum zamanla değişti. İklim değişiminin kapitalist sistemle bağı nasıl kuruluyor ve neden muhalefetin en önemli mücadele başlıklarından birisi olmalı? Akgün İlhan: İklim değişikliği yerküreyi bütünüyle etkilediği için fotoğrafı kolay çekilemeyen kanıksanmış ve örtük bir olguydu. Ancak son yıllarda tüm dünyada sel, fırtına ve kuraklık gibi iklim olaylarının hem sıklaşıp, hem de şiddetlenmesiyle iklim değişikliği daha görünür hale geldi. Ne yazık ki bu görünürlük, otomatikman bir kamuoyu bilincine neden olmuyor. Bu kriz, egemen sınıfların tarih boyunca yaptığı gibi kitleleri korkutmak, bölmek ve çaresizleştirmek için kullanılıyor. Kolektif çözümler yerine salt bireyi hedefleyen çözümlere odaklanılıyor. Dünya devletleri onyıllardır bir ortak karar alıp da ciddi oranda bir karbon emisyonu azaltımı için adım atamıyor. Aksine karbon ticareti gibi iklim değişikliğini daha da şiddetlendirecek yeni kriz pazarları kurmakla meşguller. Türkiye’nin emisyon azaltım hedefi bile yok. Buna rağmen Dünya Bankası Temiz Teknoloji Fonu’nuna başvurup, bu parayla rüzgar ve güneş enerji santralleri yerine HES inşa etmeyi biliyor. Hükümet şimdi de yeni bir iklim anlaşması için yapılan Peru Zirvesi’nde. Ama bu arada tüm ülkede ÇED muafiyetinin rüzgârıyla birlikte iklim katili projelere tam gaz devam edilecek. Geçtiğimiz Eylülde 166 ülkede binlerce eylemle gerçekleşen Halkın İklim Yürüyüşü’nün ana sloganının dediği gibi “laf değil, eylem zamanı” geldi de geçiyor. Dolayısıyla sıra halkta. Ya hep birlikte var olmak, ya da topyekün yeryüzünden silinmek seçenekleriyle karşı karşıyayız. Yani mücadele de hep birlikte, yani yüzde 99’la olacak. İklim değişiminin bir vehçesi de kuraklık ve küresel su krizi. Su Hakkı kampanyası olarak suyun ticarileştirilmesi sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz? Hangi kampanyaları planlıyorsunuz? Akgün İlhan: İklim krizi ile su krizi aynı madalyonun iki yüzü. Suyun ticarileştirilmesi ise krizin tetikleyicisi ve lo-

“Su her canlının yaşam hakkının temel bir parçası. Suyun ticari bir metaya dönüştürülmesi ise bu hakkı gasp ediyor. Yani suyun ticarileştirilmesi yaşam hakkını yok ediyor.” komotifi. Su her canlının yaşam hakkının temel bir parçası. Suyun ticari bir metaya dönüştürülmesi ise bu hakkı gasp ediyor. Yani suyun ticarileştirilmesi yaşam hakkını yok ediyor. Su Hakkı Kampanyası tüm dünyada su varlıklarını gasp eden ve su hakkını ihlal eden ambalajlı su sektörüyle ilgili farkındalık yaratmak için “Şişelenmiş Hayat” adlı bir belgeselin gösterimini örgütlüyor. Ülkedeki tüm su varlıklarının geleceğini etkileyecek Su Kanunu Tasarısı’nı inceleyen ve gerekçeleriyle birlikte yeni bir tasarı oluşturup kitapçık haline getiren kampanyamız bu çalışmayı tüm milletvekilleriyle paylaştı. Önümüzdeki günlerdeyse bu konuda bir tartışma süreci başlatmayı planlıyor. Su varlıklarının korumadan uzaklaşıp, sonuna kadar kullanımını yasal zemine oturtan bu hukuksal metin üzerine söylenecek çok söz var. Ayrıca akademisyen arkadaşlarımızla İstanbul’un su krizini ele alan kapsamlı bir çalışmayı sürdürüyoruz. Bu çalışmayı önümüzdeki haftalarda bir basın açıklamasıyla gündeme getirip kamuoyunun bilgisine sunacağız. Hükümetin genel olarak iklim değişimine, daha özel olarak su sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Geçtiğimiz yaz hükümet temsilcileri bir su sorunu olmadığını iddia ediyordu.

Akgün İlhan: Hükümetin iklim ve su krizine bakışı inkârcılık ile kadercilik ekseninde gidip geliyor. Biliyorsunuz son bir kaç haftaya kadar İstanbul neredeyse yağışsız bir yıl geçirdi. Üstelik aylar öncesinden kuraklığın geleceği belliydi. Buna rağmen hükümet kuraklıkla ilgili bir önlem paketi açıklamadı. Orman ve Su İşleri bakanı Veysel Eroğlu’na ne önlem alındığını sorulduğunda, sular kesilirse bıyıklarını keseceğini veya İstanbul’un 2071’e kadar susuz kalmayacağını iddia etti. Derken kentteki barajların doluluk seviyeleri rekor düzeylere indi. Eroğlu bu sefer B ve C planlarının varlığından bahsetmeye başladı. Ancak bunların ne olduğunu söyleme yanaşmayıp, “meslek sırrı” dedi. Ardından İstanbul sokaklarında ani sellere neden olan şiddetli yağmurlar yağdı. Vatandaşın dükkanını evini su basarken Eroğlu bu sefer de keyifle “Ne zaman ihtiyaç olursa cenab-ı Allah yağmur gönderiyor” dedi. İşte hükümetin bakışı bu. İklim değişikliğini ve kuraklığı yaratan etmenlere değil, onların sonucu olan seli ya da kuraklığı atlatmaktan öte bir vizyonları yok. Hatta bunu bile yapmaktan acizler. Her sene şiddetli yağış sonrası onca can ve mal kaybı yaşanması bunu göstermiyor mu? Röportaj: Şenol Karakaş


6

GÜNDEM

ROBOSKİ’DEN 17 ARALIK’A SANSÜR

AKP’LİLERİN HIRSIZLIĞI GİZLENEMİYOR

Bakanların soruşturma komisyonuna ifade vermeye başlamasıyla eş zamanlı olarak, AKP’nin talimatıyla yolsuzluk haberlerine sansür uygulanması kararı alındı. Çok sayıda gazete ve internet sitesi, bu yayın yasağına uymayacağını duyurdu ve komisyondan sızdırılan ifadeler buralarda yer buluyor. Yayın yasağı sonrası HDP protesto için komisyondan çekildi. AKP, 2011 yılından beri 150’ye yakın yayın yasağı kararı çıkarttı. Bunların arasında Roboski ve Reyhanlı’daki katliamlar, PKK ile yaşanan çeşitli çatışmalar, Deniz Feneri Davası, Musa Anter Davası’ndaki JİTEM listesi, şike soruşturması, MİT’e ait olduğu öne sürülen TIR’lara ilişkin soruşturma ve Dışişleri Bakanlığı’nda Suriye’yle savaş planı yapılan toplantının ses kayıtları yer alıyor.

Yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla ilgili TBMM’de kurulan

da “cemaatin kumpası” olduğunu söyleyerek başta Ergenekon ve Balyoz hükümlüleri olmak üzere tüm darbecileri ve katilleri serbest bırakmıştı.

AKP, uzun süre komisyona üye vermeyerek çalışmaların yeni yasama yılına sarkmasını sağlamıştı. Böylelikle komisyonun görüşmelerini tamamlayıp rapor hazırlaması 2015 yılının Şubat-Mart ayı civarında gerçekleşebilecek. Ardından komisyon raporu Meclis’e gelecek ve Yüce Divan oylaması yapılacak. Bu da sürecin neredeyse yaz aylarını bulmasıyla sonuçlanacak.

İki bakan feda mı edilecek?

araştırma komisyonu, skandalda adı geçen AKP’li bakanları ve tanıkları dinlemeye başladı.

“Yeni Türkiye” düzeni

TAPELER MONTAJ DEĞİL AKP’lilere ilişkin internete sızdırılan ses kayıtlarının montaj olduğu iddia ediliyordu. Adli Tıp Kurumu tarafından incelenen tapelerde ekleme ve değiştirme olmadığı açıklandı. Ses kayıtları, Tayyip Erdoğan’ın oğluyla “para sıfırlama” görüşmelerini ve medyaya müdahalelerini, Gezi direnişine polis terörü uygulanması emrini ve Suriye’yle savaş planlarını ortaya seren konuşmaları içeriyordu. Meclis Soruşturma Komisyonu’na verdikleri ifadelerde Egemen Bağış bir kez daha kayıtların montaj olduğunu iddia ederken bir diğer hırsız bakan Erdoğan Bayraktar ise “Benim dosyadaki tapelerde bizim usulsüz bir iş yaptığımız, bir menfaat temin ettiğimiz var mı? Orada belli, o konuşmalarda belli” diyerek ses kayıtlarını suçsuzluğuna kanıt olarak sundu.

Hükümetin kalkınmacılıkta sınır tanımayan enerji, ulaşım, çevre ve inşaat projelerini tüm denetim mekanizmalarını by-pass ederek uyguladığı ve AKP’nin önde gelenlerinin boğazlarına kadar rüşvet ve yolsuzluk batağına saplandığı açık. Kamu arazilerini şirketlere peşkeş çektiler, yeşil alanları imara açtılar ve milyonlarca dolar rüşvet alıp kentleri betona çevirdiler. Yeni Türkiye, bir yanda ayakkabı kutularındaki milyon dolarlar, para “sıfırlamalar”, 700 bin liralık saatler, bir gelenek olarak hediye alıp vermeler ve Rıza Sarraf’ın kuryesinin ifadesiyle “Ankara’ya çok defa para götürmeler”; diğer yanda ise “kalkınma” merkezli kâr hırsının sonucu olarak Soma’dan Ermenek’e ölen madenciler ve madencilerin ayakkabısı delik babalarından oluşuyor. AKP nasıl bir savunma stratejisi izlemişti? Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması başladığında önce bakanlar istifa etmiş, daha sonra Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP’liler bunun Gülen cemaati tarafından planlanmış bir darbe girişimi olduğunu anlatmaya başlayarak emniyet ve yargı teşkilatlarında binlerce kişinin yerinin değiştirildiği operasyonları başlatmışlardı. AKP, soruşturmanın üstünü kapatmış, tutukluların serbest bırakılmasını sağlamış, bununla birlikte diğer davaların

Bugün AKP’nin Egemen Bağış ve Erdoğan Bayraktar’ı feda edebileceği söyleniyor. Soruşturma komisyonundaki AKP’liler bu isimleri “sıkıştıran” sorular soruyor. Fakat yolsuzluk, rüşvet, rant ve talan çarkı çok daha büyük. AKP’nin liderliğinin en tepesine, Tayyip Erdoğan’a kadar uzanıyor. Açıklanamayan milyonlar Bilal Erdoğan’ın TÜRGEV’ine 100 milyon dolar “bağış” geliyor. Şirketin 2012 yılında 156 milyon lira gelirine karşı gideri 16 milyon lira. Bağışları kimin yaptığına yanıt verilmiyor. Vakfa yapılan ödemeler karşılığında ödemeyi yapanların kamu kurumlarında ihtiyaç duyduğu belge izin vb. işlemler gerçekleştiriliyor; hazine arazileri ihaleye fesat karıştırılarak, usülsüz yöntemlerle vakıf zimmetine geçiriliyor, vakıf adına bedelsiz kamu arazisi kiralanıyor, bu arazilerle ilgili yetkili kurumlara talimatla ve önceden tasarlayarak imar plan değişiklikleri yaptırılıyor. Hesap verecekler! Erdoğan da yolsuzluk ve rüşvet operasyonları başladığında “TÜRGEV üzerinden bana gelmeye çalışıyorlar” demişti. Bu yüzden Gezi’den beri, AKP’deki bazı diğer eğilimlerin aksine, hükümete yönelik her türlü protestoyu “darbe girişimi” veya “küresel oyun” diye adlandırarak en vahşi yöntemlerle bastırmaya çalışıyor. İşçi ölümlerinde Türkiye’yi Avrupa birinciliği ve dünya üçüncülüğüne taşıyan düzeni kuran, sermaye sınıfının lehine olan neoliberal politikaları azgınca uygulayan AKP’lilerden yolsuzluk ve rüşvetin hesabını sormak için kitlesel bir mücadeleyi inşa etmeliyiz.


GÜNDEM EGEMEN BAĞIŞ’IN AÇIKLAYAMADIĞI PARALAR

Van’da KESK üyesi işçiler AKP’nin yolsuzluklarını protesto ediyor.

GÖRÜŞ Roni Margulies

HEM MASADA HEM DİZ ÇÖKMÜŞ

Cuma günleri Twitter’dan “Bakara-makara” mesajları yollayan Egemen Bağış’ın mal varlığıyla ilgili Meclis’teki Araştırma Komisyonu tarafından şüpheli bulunan gelirler şöyleydi:

Neredeydik, nereye geldik? Dün akşam, Abdullah Öcalan’ı ziyaret eden HDP heyetinin raporunu okuduktan sonra bu soru geldi aklıma. Tesadüf bu ya, gündüz “Kemalist Türkiye’de Tarihyazımı, Tarih Söylemi ve Kürtlerin Varlığı Sorunu” başlıklı bir makale okuyordum. Nereden nereye geldiğimizi düşünmeden edemedim.

n 20 Mart 2013 tarihlinde 425 bin liralık bir taşınamaz satışının ardından Zeynep G. A’ya gönderilen 415 bin lira, n Ortağı olduğu BNB Şirketi’nin 16 Temmuz 2013 tarihinde 1.5 milyon lira karşılığında aldığı 787 bin dolar, n 6 Nisan 2010 ila 28 Kasım 2013 arasında banka, hisse senedi ve fon varlığındaki 513 bin lira, 24 bin 300 dolar, altın ve mücevherat varlığındaki 192 bin liralık artışlar

7

Geldiğimiz yer şurası:

“NE YAPTIYSAM BAŞBAKANIN TALİMATIYLA YAPTIM”

n 2010 ve 2011’de toplam tutarı 1 milyon 500 bin TL olan üç adet taşınmazın Erdoğan Bayraktar, komisyona Kadıköy Koşuyolu’ndaki 42 milyon TL’lik arsafinansmanı nın hesabını veremedi. Arsayı bankadan kredi çekerek aldıklarını belirtince kendisine Bayraktar İnşaat’ın hesap dökümlerinde böyle bir kredi kullanımın Eşinin ortağı olduğu Dekorname De- na rastlanılmadığı belirtildi. Bayraktar’a oğullarından Rahmi Bayraktar’ın iki korasyon Şirketi’nin 28 Mayıs 2013’te banka hesabının dökümlerindeki bazı hareketler de soruldu. Ancak bunların Egemen Bağış’ın ortağı olduğu BNB nedeni de açıklanamadı. Şirketi’ne ödediği 500 bin lira Bayraktar’ın şirketi bakanlığı döneminde 3,5 kat büyüdü. Eski Çevre ve ŞehirciBağış’ın yanıtlarının AKP’li bazı ko- lik Bakanı, 17 Aralık sabahı danışmanını arayarak “Kaç Sadık” demişti. misyon üyelerini de ‘tatmin etmediği’ Erdoğan Bayraktar o dönemde televizyonda da “Ne yaptıysam Başbakan’ın talimatıyla yaptım” demişti. Komisyona bu sözleri “üzüntüyle” söylediğini anlattı. ortaya çıktı.

“Sayın Öcalan, uzunca bir süredir üzerinde çalıştığı ‘Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nı genel hatlarıyla olgunlaştırdığını ve devlet heyetiyle detaylı bir şekilde üzerinde tartıştıklarını, gelinen nokta itibarıyla üzerinde müzakere yürütülebilecek bir çerçeve olduğu konusunda mutabık kaldıklarını belirtmiştir.” Yani mealen demiş ki Öcalan, “Ben, daha düne kadar devlet tarafından varlığı bile kabul edilmeyen bir halkın temsilcisi, bir müzakere taslağı yazdım, devletle konuştuk, tartıştık, bu taslak üzerinden yürüme konusunda anlaştık.” Son birkaç yılın gelişmeleri o kadar hızlı oldu ki, o kadar alıştık ki, bu cümlenin ne kadar çarpıcı olduğunu kavrayamaz hâle geldik. Doğal karşılıyoruz. Öcalan bir taslak hazırlıyor, devlet bunu aşağı yukarı kabul ediyor ve müzakerelere devam ediyorlar. Ne var ki bunda? Şunlar var: “Mareşal Fevzi Çakmak, Doğu ve Güney illerinde sanayi kurulmasını, yollar yapılmasını istememiş, yol yapıldığı takdirde bir savaş halinde bu sınırlardan geçecek düşmanın memleketi kolaylıkla işgal edebileceğini ileri sürmüştür.. Mareşal’a göre, Doğu illerinde okul açılması bu illler halkını uyandıracak, Kürtlük gibi bir takım bölücü akımlara yol verecekti.” Çakmak, 1921’den 1944’e kadar Genelkurmay Başkanı. Aynı yıllarda, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şöyle demiş: “Niçin hâlâ Kürt Memet, Çerkes Hasan, Laz Ali diyelim. Bir defa bu, hâkim unsurun kendi zaafını gösteren bir şeydir.” Yine o yıllarda, CHP Genel Başkanı Recep Peker şöyle buyurmuş: “Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük, Çerkeslik ve hatta Lazlık ve Pomaklık gibi fikirler telkin edilmiş olan vatandaşlarımızı kendimizden sayarız. Mazinin karanlık istibdat devirlerinden kalma bir miras olan bu yanlış telakkileri samimiyetle düzeltmek vazifedir.” Saymaya devam edersem, gazetenin tümünü istila etmesi gerekir bu köşenin.

EMEKÇİLER HIRSIZLIKLARIN GERÇEK OLDUĞUNU BİLİYOR Son bir yılda yapılan birçok ankette AKP tabanı dahil halkın çoğunluğunun yolsuzluk ve rüşvet iddialarının gerçek olduğuna inandığı ortaya çıkmıştı. Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığına getirilen Etyen Mahçupyan da bu gerçeği tekrarladı, ancak seçmenlerin “darbe” iddiasını öne ko-

yarak davrandıklarını yazdığı için başta Mehmet Metiner olmak üzere çeşitli AKP’lilerin saldırısına uğradı. Ali Bayramoğlu, Mahçupyan’a destek vererek, “darbe girişimi” denilen şeyden sonra yolsuzlukların üstüne gidileceği sözünün verildiğini hatırlattı ve yayın yasağını eleştirdi.

Yukarıdakilere benzer lafları 1920’lerde, 30’larda, 40’larda tekrar tekrar eden ve buna uygun davranan, 1990’larda ve 2000’lerde yaptıkları hafızalarımızda taptaze duran bu devlet, bugün Öcalan’la, PKK ile, Kandil’le masada oturuyor, taslak tartışıyor. Yani yenilmiş, Kürtlerin zaferini kabullenmiş, dizleri üzerine çökmüş. Yenilmezliği bitmiş. Geri kalanı bize kalmış.


8

GELENEK

ROSA PARKS’TAN FERGUSON’A

SİYAHLARIN EŞİTLİK MÜCADELESİ

Elçin Poyraz, ABD’de siyahların ırkçı düzene karşı eşitlik mücadelesini anlatıyor

Rosa Parks, 1 Aralık 1955 günü, Montgomery’de otobüste

siyahlara ayrılan yerini, ayakta kalmış bir beyaza vermeyi reddetti. Amerika’da ırkçılığın en yüksek olduğu bölgelerden birinde, Alabama’da doğan ve konfeksiyon işçiliği yapan Rosa Parks, aynı zamanda örgütlü bir sivil haklar hareketi aktivistiydi ve bu sivil itaatsizlik eylemiyle, siyahlara yönelik ayrımcı yasaların kaldırılmasını ve sivil haklar yasasının kabulünü sağlayacak bir dizi hareketin yükselmesini sağlayacaktı. Amerika’da kölelik iç savaştan hemen sonra kaldırılmış olmasına rağmen, ekonomisi tarıma dayanan Güney eyaletleri, 1890’lardan itibaren, adını ırkçı bir şarkıdan alarak tarihe “Jim Crow yasaları”* olarak geçen ırk ayrımı yasalarını uygulamaya koydular. 1892 yılında Homer Plessy isimli bir melezin New Orleans treninde beyazlar vagonuna alınmamasıyla başlayan adli süreç sonucunda ABD Yüksek Mahkemesi, “eyaletlerin, eşit imkân ve hizmetler sağlandığı sürece farklı ırklara farklı mekânlarda hizmet verilmesini düzenlemesi, anayasaya aykırı değildir “ kararı alarak ayrı ama eşit içtihadını oluşturdu. İşte bu ilkeye dayanan Jim Crow yasaları da, hem toplumsal hem de ekonomik olarak beyaz üstünlüğünü sağlamaya yönelik bir dizi ırkçı uygulamayı içeriyorlardı. Bu ayrımcı dönemde siyah öğrenciler için ayrı okullar kuruluyor, siyahların birçok hizmetten faydalanması kısıtlanabiliyor, oy kullanmaları ve iş bulmaları zorlaştırılabiliyor, beyazların muhitlerinde oturmaları yasaklanabiliyordu. Parks’ın reddettiği otobüs yasası da bu kapsamdaydı; Montgomery’de siyahların otobüslerin arkasında kendilerine ayrılmış özel yerleri vardı ve otobüse sadece arka kapıdan binebilirlerdi, şayet kalabalıkta bir beyaz ayakta kalırsa, siyah yolcular yerlerini ona vermek zorundaydılar. Parks, yerini vermeyi reddettiği zaman ırk ayrımı yasalarını ihlal ettiği gerekçesiyle tutuklandı ve bu olay ayrımcı uygulamanın sonlandırıldığı 20 Aralık 1956’ya kadar sürecek olan otobüs boykotu eylemlerini başlattı. Montgomery otobüs boykotu ülke genelinde o kadar büyük görünürlük kazandı ki, zaten var olan sivil haklar mücadelesini bu bir sene içinde başka bir seviyeye taşıdı. İlerleyen süreçte Martin Luther King lider konumuna yükselecek ve ülkenin her alanına yayılan eylemler sayesinde, ayrımcı yasalar, neredeyse yüz yıl sonra, 1964 yılında, kabul edilen sivil haklar yasasıyla birlikte yürürlükten kaldırılacaklardı. Sivil Haklar Yasası’ndan 50 yıl sonra Ferguson Irk ayrımı uygulamalarının sadece Güney eyaletlerine özgü olduğunu, 1964 yılından itibaren de ülkede eşitliğin sağlandığı yanılsamasına kapılmamak gerekir. ABD’de ırk ayrımının son derece yapısal temelleri vardı ve dolayısıyla bütün ülkede genel problemdi. Yasal düzenlemelerin olmadığı Kuzey’de de, benzer uygulamalar fiili olarak mevcuttu. 9 Ağustos’ta Ferguson’da Michael Brown’ın öldürülmesiyle

Alabama’da doğan ve konfeksiyon işçiliği yapan Rosa Parks, aynı zamanda örgütlü bir sivil haklar hareketi aktivistiydi. ve sonrasında öldüren polisin serbest kalmasıyla açığa çıkan süreç bir kez daha gösterdi ki, siyahların maruz kaldığı gettolaşma, şiddet, yoksulluk, suça itilme ve adalet önünde eşit olamama hali bugün de tüm ülkede devam etmekte. Bazı şehirler halen daha siyah ve beyaz olarak bölünmüş durumda. Siyahların yaşadığı yoksul banliyölerde polis tacizi günlük rutin halinde ve yapılan araştırmalar siyahlara karşı ayrımcılığın sadece kolluk kuvvetleri düzeyinde olmadığını, ülkede siyahlara karşı Jim Crow dönemi benzeri ayrımcılıkların başka bir şekilde sürdüğünü gösteriyor. Sentencing Project’in araştırmasına göre, beyazlarla aynı suçları işlemelerine rağmen siyahlar daha fazla hapse giriyor. Örneğin siyah erkek nüfusunun %3’ü hapishanede, bu beyaz erkeklere göre 6 kat daha fazla bir oran. Bu da, daha polis aşamasında başlayan bir ayrımcılığın işareti. Amerikan Ceza Komisyonu raporu da benzer sonuçlu; aynı suçlar için siyahların aldıkları ceza süresi beyazlara göre %20 daha fazla. Yani hukuk sistemi, yasaları çiğneyen siyahlara, beyazlara oranla daha sert davranıyor. Gelir adaletsizliğinde ise bir uçurum söz konusu. İşsizlik oranı 50 yıldan beri hiç değişmemiş, siyahlar arasında işsizlik, beyazlara oranla iki kat daha fazla. Yine 50 yıl boyunca hane geliri arasındaki fark hiç kapanmamış. Ev sahibi olma oranı ise %72’ye % 43 gibi bir farklılık gösteriyor. Siyahların yoğun yaşadığı bölgelere şirketler yatırım yapmıyor, bankalar ev kredisi vermiyor.

Eğitim alanında da benzer bir tablo var; ayrı eğitim 50 yıl önce kaldırılmış olmasına rağmen, beyaz aileler çocuklarını siyah öğrencilerle bir arada okutmaktan imtina ediyor, siyahlarla beyazların bir arada olmadığı veya ikisinden birinin ağırlıkta olduğu okulların oranı, 1980’lerdeki kısa bir dönem haricinde 50 yıl boyunca değişmemiş. Üstelik bir okulda siyah öğrencilerin oranı ne kadar yüksekse, oraya ayrılan bütçede düşüş gözlemleniyor. Martin Luther King, Rosa Parks’ın eylemiyle ilgili 1958’te şöyle yazar: “Sonunda bardağın taşacağını ve insanlığın “artık daha fazla dayanamıyorum” diye isyan edeceğini fark etmeyen kimse Rosa Parks’ın yaptığı hareketi anlayamaz.” Parks’ın eylemi, artık sabrın taştığı noktada gerçekleşmişti ve daha sonra kendisinin de ifade edeceği gibi süre giden mücadeleden ayrı düşünülemezdi. Ferguson’ı da, Parks’tan veya eşit hakların yanı sıra gelir eşitliği de talep ederek Washington’a yürüyüş örgütleyen King’ten, 1964’te polisin 15 yaşındaki James Powell’ı öldürmesiyle başlayan Harlem isyanından veya 1992’de Rodney King’in polislerce dövülme kayıtları ortaya çıkınca başlayan Los Angeles isyanından ayrı düşünmek imkansızdır. * Jim Crow yasaları, Siyah kanunları olarak bilinen 1800-1866 yasalarının devamıdır. Aralarındaki tek fark, Kuzey’in Güneye askeri müdahalesi sırasında olmuştur. Her iki durumda da amaçlanan kölelik sisteminin beyazlara getirdiği ayrıcalıkların devam ettirilmesiydi; konan yasaklar, özgürleşmeden sonra toprakların yine beyazlara verilmesi ve siyahların ucuz iş gücüne zorlanmaları bunun göstergesidir.


SINIF MÜCADELESİ Soma: 301 arkadaşlarından haber bekleyen maden işçileri

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

KAPİTALİSTLERE DEĞİL EMEKÇİYE BÜTÇE

KATİL ŞİRKET 2800 MADENCİYİ İŞTEN ATTI! 301 maden işçisinin hayatını kaybettiği Soma’da, maden-

ciler bu kez de işsizlik şokuyla karşı karşıya. Eynez bölgesindeki ocak ile Atabacası ocağından toplam 2 bin 800 işçinin işine son verildi. İşçiler bunu cep telefonlarına gelen mesajla öğrendi. Şirketin gerkeçesi “daha uzun bir süre üretim yapılamayacak” olması. Patronlar, madencilerden ya ölecekleri koşullarda çalışmalarını ya da işsiz ve aç kalmalarını talep ediyor.

Patronlara bu özgüveni veren ise AKP. Tayyip Erdoğan, madenci katliamından sonra kente giderek halka saldırmış, patronla ise dostça el sıkışmıştı. Soma’dan sonra gereken önlemler alınmayınca Ermenek’te 18 işçi daha hayatını

kaybetti. Hükümet, Soma’dan sonra torba yasaya konulan tüm işçi yanlısı maddeleri çıkarttı, onun yerine maden patronlarına milyonlarca dolarlık ek ödeme çıkarttı. Madenlerde yaşam odalarının zorunlu yapılması teklifi bizzat AKP vekillerinin oylarıyla reddedildi. Hükümet, izlediği neoliberal politikalarla işçileri işsizliğe, yoksulluğa ve ölüme iten atmosfere zemin hazırlıyor. İşçiler can verdikten sonra ise “Sorumlular hesabını verecek” diyerek yalan söylüyor. İşçilere mezar olan madenler acilen kamulaştırılmalı, iş güvenliği için denetimler ve önlemler sıkılaştırılmalı. Bunun yanı sıra temiz enerji kaynaklarına yatırım yapılarak, madenler işçilere başka alanlarda istihdam sağlanarak kapatılmalı.

YATAĞAN’DA ÖZELLEŞTİRMEYE, İZMİR’DE TAŞERONA GEÇİT YOK! n Yatağan’da 442 gündür özelleştirmeye karşı direnen enerji ve maden işçileri, alıcı şirketi santrale sokmamak için barikatları kurdu. Süresiz eylem kararı alarak nöbete başlayan işçiler santral müdürünü ve yöneticileri içeri almadılar, yolu kapatarak yürüyüş yaptılar. n İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan, Ekim, Kasım ve Aralık aylarını kapsayan park bahçe ihalesinin taşeron firma DERMAR tarafından

alınması ile başlayan işçi mücadeleleri kazandı. Taşeron firmalar ihalelerden geri çekilmek zorunda kaldı. n Metal işçilerinin toplu sözleşme görüşmelerinde patronların dayatmaları nedeniyle uyuşmazlık sürüyor. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş görüşmelerin kesildiğini duyurdu. Binlerce metal işçisi grev sürecine hazırlanıyor. n Çerkezköy’deki PAS fabrikasında sendika çalışması yaptığı için atılan işçiler direnişi sürdürüyor.

MARKS DİYOR Kİ Volkan Akyıldırım

GEZİ’NİN ÖNERDİĞİ ALTERNATİF “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.” Türkiye, Karl Marx’ın bu sözünü Gezi Parkı ağaçlarının kesilmesini engelleyen aktivistlerin oracıkta yazıp açtığı pankarttan öğrendi. Ermeni mezarlığı üzerine yapılmış, evsiz ve fakirlerin banklarında yattığı, burjuva ahlakının kuşatması altında geylerin çark mekanı olan şehrin az sayıda kamusal alanından biri olan parkta, ağaçlar kapitalistlere kâr getirmediği için hedef alındı. AVM ya da Kışla, parkı milyonların tepkisine rağmen

n Alamadıkları ücretlerini istedikleri için işten atılan Küçükçekmece Belediyesi taşeron temizlik işçilerinin mücadelesi sürüyor. n Diyarbakır’da binlerce işçi taşeron sistemine ve iş cinayetlerine karşı miting yaptı. n Birçok ilden gelen aile hekimleri, Sağlık Bakanlığı önünde çalışma sürelerinin değiştirilmesi talebiyle eylem gerçekleştirdi.

inatla yıkmak isteyen ve hezimete uğrayan neoliberal açgözlülük (her şeyi şirketler için kâr konusu haline getiren ve insanlara para ödemeden hizmet alamazsın diyen ekonomik düzen) bir egemen sınıf partisi olan AKP’nin ruhunu temsil ediyor. Neo-liberalizm sadece muhafazakar sağ partilerin değil egemen sınıfın tüm partilerinin ruhu. Gezi’nin sesi olduğunu, bu hareketi temsil ettiğini iddia eden CHP’nin elindeki Yalova Belediyesi’de köprülü kavşak yapmak için ağaçları kesti. Kırca’da AKP hükümetinin arkasında durduğu bir şirketin, termik santral inşaatı için 6 bin zeytin ağacının kesmesinin ardından; Yalova’da CHP’nin eline testereyi alması, iki partinin de toplumun istek ve tepkilerini hiçe saydığını, hangisine oy verirsek verelim getireceği şeyin aynı olduğunun kanıtı.

Hükümetin, 2014 yılına ilişkin ekonomik hedefleri gerçekleşmedi. İşsizlik ve enflasyon oranları yükseldi. Ekonomik büyüme yüzde 4’lük hedefin altında kaldı. 2014 yılı Küresel Refah Raporu’na göre Türkiye’de 2000 yılında refahın yüzde 67’sini elinde bulunduran en zengin yüzde 10’luk kesimin payı, 2014’te yüzde 78’e yükseldi. Zengin daha zengin olmaya devam ediyor. Daha yüksek enflasyon, daha çok işsizlikle geçen bir yılı geride bırakırken 2015’e umutlu bakabilmek mümkün mü? Bütçede savunma, silahlanma ve güvenlik için toplam 52 milyar TL ayrıldı. Ayrılan bu pay, hükümetin savaşçı dış politikasının ve güvenlikçi iç politikasının göstergesidir. Faiz ödemelerine 54 milyar TL ayrıldı, faiz ödemeleri hala en önemli sömürü alanlarından biri olmaya devam ediyor. Hükümet eğitim ve sağlığa toplamda 168 milyar TL ayırdığını söylüyor. Ama son yıllarda eğitim için velilerin ödemek zorunda olduğu harcamalar giderek artıyor. Bütçedeki eğitim harcamaları daha çok özel okullara teşvik ve ders kitaplarının basımı için özel sektöre kaynak aktarma şeklinde oluyor. Eğitimde yatırımlar giderek azalıyor. Sağlıkta da durum farklı değil. Vatandaşın kendi cebinden sağlık harcamaları için ödediği tutar sürekli artıyor, birçok hayati ilaç SGK’nin ödeme listesinden çıkarıldı. Savunma-güvenlik harcamalarına ayrılan pay, sosyal hizmet ve yardımlara ayrılan payın yaklaşık iki katı. En önemli kaynaklar güvenlikçi politikalara harcanırken milyonlarca işçi ve emekçiyi açlık sınırının altında asgari ücret, yoksulluk sınırının altında maaşlar bekliyor. Aylık asgari ücret 950 TL, dört kişilik aile için açlık sınırı 1225 TL, yoksulluk sınırı 3990 TL’dir. 2014 yılında enflasyon farkı alamayan kamu emekçilerine, emekliye, asgari ücretliye 2015 yılı için bütçede yüzde 3+3’lük bir artış öngörüldü. Enflasyonun yüzde 10’un üzerine olduğu bir ortamda, bu zam oranı halkın yoksullaşmasının artması demektir. 2015 bütçesinin bütününü incelediğimizde, karşımızda bir “istikrar” bütçesi olduğunu görmekteyiz. AKP hükümeti yoksullara değil kapitalist sistemin istikrarına para harcıyor. Yakında asgari ücret tespit komisyonu toplanacak. Bugün 10 milyondan fazla işçi asgari ücret alıyor, asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesini en önemli gündem yapmalı, “Kapitalistlere değil emekçiye bütçe” sloganını yükseltmeliyiz. 31 Mayıs-1 Haziran günü İstanbul’da sokağa dökülen, çoğu 16-25 yaş arasındaki on binlerce kadın ve erkek, ağaçları ve ağaçları koruyanları savunurken neo-liberal kuşatmayı aşmanın yolunu da göstermişti. “Tayyip istifa! Hükümet istifa!” sloganını atan yüzbinlerce öğrenci ve işçi genç, iktidarın sağındaki muhalefetin de kendilerini temsil edemeyeceğini bilerek, “Yüzde 10 seçim barajı kaldırılsın” talebini ileri sürdü. Bu, egemen sınıfın bütün partilerine “çekilin kenara” demek, hareketin kendi partisini yaratarak iktidara el koymasını, neo-liberalizme hep birlikte son vermeyi önermekti. 1968 devrimci dalgasının yenilmesinin ardından muhazafakar, liberal ve sosyal-demokrat partiler tarafından tüm dünyada uygulanan neo-liberal sistemin krize girdiği bugün, merkezine kârı değil insan ve canlı yaşamını koyan antikapitalist alternatif mücadele içinde gelişirken, geleceği de temsil ediyor.


10 MEKTUPLAR

‘HALK İÇİN BÜTÇE’ MİTİNGİNE GİDİYORUZ!

İKLİM AĞINI KURALIM

KADIKÖY

4 Aralık Perşembe, 19:00 SOMA VE KOBANE İLE BİRLİKTE “YENİ TÜRKİYE”Yİ DÜŞÜNMEK Konuşmacı: Ferhat Kentel

SOYKIRIMIN KABULÜ İÇİN VERİLEN TEKLİF ÇOK DEĞERLİDİR

Geçtiğimiz Cumartesi günü 21 Eylül’de tüm dünyada patlayan iklim adaleti hareketinin deneyimini tartıştığımız aktivistler toplantısının ikincisini yaptık. İlk toplantıda sunuş yapanlardan birisi olan Açık Radyo’dan Ömer Madra iklim değişiminin felaket boyutlarına ulaşan sonuçlarını ve dünyanın bir çok yerinde iklim değişimine karşı mücadele edenlerin deneyimlerini aktardı. Toplantıda çok sayıda aktivist vardı ve önümüzdeki dönemde nasıl bir kampanya yapmamız gerektiğini, kampanyanın neleri hedeflemesi gerektiğini konuştuk.

ŞENOL KARAKAŞ

TOPLANTI DUYURULARI

Halkların İklim yürüyüşü, 21 Eylül 2014 - İstanbul

KESK 13 Aralık’ta Ankara bir miting gerçekleştirecek. “Savaşa, Yoksulluğa, Talana Karşı Halkçı Bütçe Demokratik Türkiye!” başlıklı mitingi bizler de çok önemsemeliyiz. Bütçe görüşmelerinde halkın ihtiyaçlarının değil sermayenin ve devletin güvenlik yaklaşımının merkeze alındığı, yolsuzlukların ayyuka çıktığı, yolsuzluk meclis soruşturmasına yayın yasağının getirildiği koşullarda KESK’in 13 Aralık mitingi ses çıkartmak, tepki göstermek için önemli bir fırsat.

Bu fırsatı değerlendirmeli ve bir yandan çözümü, barışı, özgürlüğü bir yandan da halk için Bütçeyi aynı anda savunacak bir kampanya örgütleyerek mitinge hazırlanmalıyız.

24 Nisan 2011 - Taksim Meydanı

20 Aralık’ta Peru’daki iklim zirvesinin hemen ardından bir çalıştay yapmaya karar verdik. Çalıştayla beraber kampanyayı nasıl bir isimle, hangi etkinlik takvimiyle başlatacağımızı, kampanya takvimini aylara nasıl yayacağımızı ve Aralık ayında Paris’te gerçekleşecek iklim zirvesine nasıl katılacağımızı, bu arada Türkiye’de neler yapabileceğimizi tartışacağız. Şimdiden, kampanyanın Ocak-Şubat ayında çok etkili bir çıkışla sesini duyurması ve Aralık ayında Paris’teki zirveye katılımı örgütlerken aynı zamanda Türkiye’de 100 bin kişiyi sokağa çıkartmayı hedefleyen bir perspektifte genel bir uzlaşma sağlandı. Gezegeni kurtarmak için dünya çapında büyüyen iklim adaleti hareketinden esinlenen bir hareketi örgütlemek sisteme karşı aktivizmin en önemli başlıklarından birisi bence. NURAN YÜCE

MARKSİZM 2015 8-12 Nisan İSTANBUL BARIŞ-ÖZGÜRLÜK-EŞİTLİK İÇİN

ANTİKAPİTALİST SOL! 5 günde 25 toplantı, atölye ve forum Yer: Taksim Hill Otel / Taksim - Sosyalist İşçi satıcılarından davetiye alabilirsiniz.

Geçtiğimiz hafta HDP Milletvekili Sebahat Tuncel’in verdiği önerge Ermeni Soykırımının kabul edilmesini ve devletin özür dilemesini isteyen biz aktivistleri oldukça heyecanlandırdı. 2015’te yüzüncü yılı gelecek olan soykırım hala devletin özür dahi dilemediği ve hatta inkâr ettiği bir mesele. Bunun en önemli gerekçelerinden birisi de Cumhuriyetin kuruluş aşamasında soykırımdan elde edilen “ganimetlerin“ devletin önemli ekonomik kaynaklarından olması.

9 Aralık Salı, 19:00 BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 ŞİŞLİ

4 Aralık Perşembe, 19:00 EMPERYALİZM NEDİR? Konuşmacı: Ozan Ekin Gökşin

11 Aralık Perşembe, 19:00 2014: MÜCADELE DOLU BİR YILI GERİDE BIRAKIRKEN Nakiye Elgün Sokak, No:32/3 Osmanbey ANKARA

2 Aralık Salı saat 19.00 ALEVİ SORUNU: AÇILIM DEĞİL EŞİTLİK 9 Aralık Salı saat 19.00 BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN MÜCADELE Konur Sk, No:14/13, Kızılay

Tuncel’in verdiği önergenin kapsamı adından da anlaşılacağı üzere çok geniş: ‘Devlet Özür Dileme Kanun Teklifi’. Kanun bir yandan devletin maddi manevi tazminat vermesi koşulunu içerirken, olayın yaşandığı günün “Ulusal Yas” ilan edilmesi, Hakikatleri Araştırma Komisyonları kurulmasını da sağlayabilir. Önümüzdeki 24 Nisan’ı Ermeni Soykırımı’nın tanındığı, devletin soykırıma uğrattığı insanların zararlarını karşıladığı bir güne çevirmek mümkün. Soykırımın tanınmasını ve devletin özür dilemesini isteyen binlerce aktivistin bir araya geleceği etkinlikler düzenlemeli, kalan birkaç ayı bu mücadeleyi örerek geçirmeliyiz.

İLETİŞİM NUMARALARIMIZ:

UMUT MAHİR ÖZEN

www.sosyalistisci.org

Ankara 0532470150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171 ARŞİVİMİZ:


GÜNDEM 11

ÇED: ADI VAR KENDİ YOK Geçtiğimiz hafta ÇED yönetmeliği bir kez daha değiştirildi. Bir yapboz tahtasına dönen ÇED Yönetmeliği, tam 17 kez değişikliğe tabi tutuldu.

Aliağa, 2012 - Socar Power Enerji Şirketi’nin PETKİM sahasına kurmak istediği termik santralin ÇED toplantısı, aktivistlerin protestosu nedeniyle gerçekleştirilemedi.

Çok çeşitli projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesi, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin tespiti ve izlenmesi süreci olarak uygulanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) sürecinin resmi olarak kabul tarihinden itibaren 21 yıl geçti.

TUĞÇE’NİN ÖĞRETTİĞİ

21 yıl önce kabul edilen ÇED yönetmeliğine göre projelerin çevreye etkileri açısından incelenmesi basit, beklenen bir sonuç, ama Türkiye’de ÇED süreci tam tersi bir işlev görmekte. Adı olsun kendi olmasın diye her türlü dalavere yapılmakta. 21 yıl içinde ÇED sürecinde toplam 44.975 proje değerlendirilmiş.

Almanya’da yaşananlar cinsiyetçiliğin gündelik hayatta hepimizi ilgilendiren bir mücadele konusu olduğunu bir kez daha hatırlattı. Offenbach kentinde yaşayan Tuğçe Albayrak, iki genç kadını taciz eden üç erkeği engellemek istediği için tacizciler tarafından öldürüldü.

Bu 44.975 projeden 42.246’sı ÇED’den muaf kısma dahil edilerek çevresel etkisi hiç ama hiç değerlendirilmemiş! Bu nasıl mümkün olabilir derseniz? Yasalar imdada yetişiyor. 42.246 projeyi ÇED’den muaf tutan yasal düzenlemenin dayanığı ise şöyle: ÇED ilk kez 1983’te 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 10. maddesiyle çevre mevzuatına giriyor. Ama kanunun uygulanması için gerekli olan ÇED Yönetmeliği tam on yıl sonra 1993’te oluşturuluyor. İlk yönetmeliğin geçici 3. maddesi ile de ÇED Yönetmeliği yürürlüğe girmeden önce onay, ruhsat, izin, kamulaştırma kararı alınmış projeler ÇED sürecinden muaf tutur deniliyor. Bu geçici 3. maddenin iptali için 2013’te Anayasa Mahkemesine başvuru yapıldı. Anayasa Mahkemesi de geçtiğimiz Temmuz ayında bu maddeyi iptal etti. Ama bakın ne oldu? 25 Kasım 2014 tarihinde yayınlanan yeni yönetmeliğe aynı madde eklendi. ÇED, yatırımların önünü kesen, bürokratik bir süreç olarak kabul edildiği için ne kadar proje muaf tutulursa o kadar işlerine gelmekte. Son

düzenleme ile o kadar uzun bir liste ÇED’den muaf tutulmakta ki, ÇED sürecine girebilecekleri sıralamak belki daha kolay olacak. Sadece muaf tutulacak projeler değil, değerlendirme kriterleri ve süreçleri de tam bir rezalet durumda. ÇED onayı alabilmek için projelerin başlangıç kapasite ve işletme sürelerini az göstermek ve sonrasında kapasite ve süre uzatmasına gidilmesi, aynı bölge içinde birden fazla proje için tek tek ÇED başvurusu yapılarak projelerin toplam kümülatif etkisini küçültme, ÇED süreçlerinin olmazsa olmazı olan; yerelde yaşayaların proje hakkında bilgilendirme ve onaylarının alınması süreçlerinde yaşanan ayak oyunları, sindirme politikaları...

Doğa yıkımının korkunç bilançosu Günün sonunda şimdiye kadar 44.975 projenin 42.246 adedi yönetmeliğin ÇED’den muaf tuttuğu kısma dahil edilmiş, geri kalan 3.729 proje içerisinden sadece 81 tanesi hakkında ÇED olumsuz kararı verilmiş; yani çevresel açıdan uygun olmadığı belirtilmiş. Sonuç: 21 yılda tüm projeler arasından çevresel açıdan uygunsuz olduğu düşünülerek reddedilenler 1000’de 2 bile değil, ama bu bile onlara fazla geliyor.

‘BÜYÜK TEHLİKEYE HAZIR OLMALIYIZ’ İngiltere merkezli bilim kuruluşu Royal Society’nin çalışmasına göre: n İklim değişikliğine yol açan sera gazlarındaki artış sürerse, sıcak hava dalgalarının giderek yaşlanan dünya nüfusu üzerindeki olumsuz etkileri 2090 itibariyle 10 kat artacak. n Risk altındaki nüfusun yüzde 11’i yoksul ülkelerde yaşayanlar. Yoksul yüzde 11, doğal felaketler sonucu ölebileceklerin yüzde 53’ünü oluşturuyor. Çalışmanın başyazarı Profesör Georgina Mace: “En kötü ve beklenmedik olaylardan kaçınmak artık imkansız. Ama sürekli değişen dünyaya karşı hazırlıklı olmak imkânsız değil. Acilen gerekenleri yapmamız gerekiyor.” n Ulusal ve uluslararası düzeyde stratejik planlamalar yapılmalı, yerel düzeyde de sel ve sıcak hava dalgalarıyla mücadeleye hazırlıklı olunmalı. n Binalara soğuktan korunmak için yapılanlar kadar, sıcaktan koruyan yalıtımlar da yapılmalı. n Yeşil alanlar korunmalı ve artırılmalı. n Sahil kentlerinde su kanalları açılmalı, bataklıklar kurutulmalı, alt yapı sele hazırlıklı olmalı.

Bir fast-food dükkanının otoparkında tacizcileri durdurmaya çalışınca saldırıya uğrayan ve başından yaralanan Tuğçe 15 Kasım’da komaya girmişti. Beyin ölümünün gerçekleşmesinin ardından ailesi Tuğçe’nin 23. yaş günü olan 28 Kasım tarihinde yaşam destek ünitesinin fişinin çekilmesine karar verdi. Şimdi Almanya’da Tuğçe’yi onurlandırmak adına devlet nişanı verilmesi için imza toplanıyor. Ancak önemli olan daha fazla kadının tacize uğramasını ve öldürülmesini engellemek. Olay yerinden kaçan saldırganlar derhal cezalandırılmalıdır. Tuğçe kadına yönelik taciz ve şiddet konusunda herkesin yapması gereken şeyi yaptı. Yaygın olanın aksine sırtını çevirmedi, göz yummadı ve müdahale etti. Her gün onlarca kadın şiddete uğrar, tacize maruz kalır, öldürülürken buna şahit olan pek çok kişi ‘karışmak’ istemiyor. wTuğçe’nin ölümü tacize, şiddete karşı mücadelenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

13 ARALIK’TA ANKARA’YA! Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2015 yılı bütçe kanun ta-

sarısı kabul edilerek TBMM Genel Kurulu’na sevk edilen bütçe tasarısına karşı Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) harekete geçti. 13 Aralık’ta Ankara’da merkezi bir miting düzenleyecek olan KESK bir haftadır işyerlerinde hükümetin hazırladığı bütçe tasarısına karşı kampanyanın çalışmalarını sürdürüyor. KESK’in kampanyasının ve 13 Aralık eyleminin çağrı metninden bazı satırbaşları şöyle: “Bütçe, Emekçi halkı yoksullaştıran, sermayeyi kayıran bütçedir! Vergi yükünü doğrudan ya da dolaylı olarak emekçi sınıf ve halkların omuzlarına yükleyen bir bütçedir! Elektrik, su, doğalgaz gibi zorunlu ihtiyaçların fiyatlarını yüksek SOSYALİZM SOHBETLERİ Meltem Oral

MEDYA NE KADAR GÜÇLÜ? Medya denilince köşe yazarları arasındaki polemiklerden, köşe yazarlarının çeşitli gazetelere transferlerinden ve ‘alo Fatih’ anlayışının neticesinde yine köşe yazarlarının bir gazeteden atılmasından başka bir şey akla gelmez oldu. Medyanın manipülasyon kabiliyetinin ona her şeyi kontrol edecek bir güç verdiğine dair fikirler de bir başka yaygın konu. Genel yayın yönetmenlerinin ve köşe yazarlarının görevlerinden alınmaları ‘basın özgürlüğü’ veya medyanın gücü tartışmasının ne kadar göbeğinde yer alan gelişmeler orası şüpheli. Medya sadece egemenlerin kitleleri kontrol etmesini sağ-

tutarak bütçe gelirlerinin yükünü halka ödeten bir bütçedir!” Diğer sendikaları da kazanmalıyız! Sorun sadece kamu emekçilerinin sorunu değildir. Bütçe, bir yıllık dönemde hükümetin ekonomik ve aslında siyasi eğilimlerini açığa vuran bir yol haritasıdır. Çok açık ki 2015 yılı bütçesi, daha önceki bütçeler gibi, emekçi sınıfları, yoksulları değil, Türk egemen sınıfını, zenginleri, silah, inşaat, maden ve enerji şirketlerini ihya edecek bir ekonomik eğilimin ürünü. Bu yüzden de tüm ezilenlerin karşı çıkması, durdurması gereken bir bütçe. Türk-İş başta olmak üzere, tabanında yüz binlerce işçi olan tüm sendikaların 13 Aralık’ta harekete geçmesi için çabalamalıyız. Miting ne kadar büyük olursa, arkasından gelecek mücadelelerde örgütlü işçi sınıfının morali o kadar yüksek olur.

layan ve bu gücü mutlak bir şekilde elinde tutan bir araç değil. Ama aynı zamanda sadece onurlu birkaç insan sayesinde tarafısız, dürüst haberciliğin yapılabileceği bir araç da değil. Toplumun bütün alanlarında olduğu gibi medyada da belirleyici olan şey üretim ilişkisidir. Medya da finans, enerji, inşaat gibi bir sektördür. Bu sektörde de hepsinde olduğu gibi şirketler, holdingler vardır. Yöneticiler ve çalışanlar, patronlar ve işçi sınıfı vardır. Her şirket arasında ekonomik bir rekabet vardır. Bugünkü medya patronlarının hükümetle ilişkisi tıpkı 1725 Aralık yolsuzluk sürecinde ortaya saçılan arazi, inşaat ihalelerinde inşaat patronlarının kurduğu ilişki gibi: katıksız bir çıkar ilişkisi! Ancak bu yalnızca mevcut hükümetle bazı medya patronlarını kapsayan bir konu değil. Mekanizmanın kendisi zaten bu çıkar ilişkilerinin önünü açan, mümkün ve sürekli kılan bir halde. Dolayısıyla medya söz konusu olduğunda Erdoğan’ın

NE İSTİYORUZ? n Bütçede savunma ve güvenlikçi politikalara aktarılan pay sosyal hizmetler için ayrılan payın iki katı. Savaşa değil, sağlığa, eğitime bütçe! n Parasız sağlık, parasız eğitim! n Açlık sınırının 1225 TL olduğu koşullarda asgari ücret 2 bin TL’ye çıkartılsın! n İş cinayetlerine karşı yapısal önlem alınsın! n Taşeronlaştırmaya derhal son verilsin! n Zenginler vergilendirilsin! n Sendikalaşmanın, örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılsın! n “Makul şüphe” yasasına hayır! n Çözüm-barış-özgürlük” için mücadeleye!

iki dudağı arasına sıkışmış olma durumunu teşhir etmeli ama bununla yetinmemeliyiz. Sanıldığının aksine köşe yazarlarından ibaret olmayan medya emekçilerinin örgütlenmesi çok önemli. Sadece iktidarların, sistemin medya çalışanlarına müdahalesine direnebilmek için değil toplumun haber alma hakkı için de önemli. Medyanın gücü ne haddinden fazla abartılmalı ne de küçümsenmeli. Medyanın manipülasyonu veya sansür toplumu her daim paralize eden bir güce sahip olsaydı Gezi direnişi diye bir şey hiç yaşanmaz ve hepimiz evde oturup penguenleri izlerdik. Yaşadığımız dünyanın temel dinamiği medya değil sınıf mücadelesidir. Medya mücadeleyi belirleyen değil ondan etkilenen bir araç. Bu yüzden işten çıkarmalara, yayın yasaklarına, sansüre ve daha bir sürü baskıya karşı verilen mücadele toplumun genelindeki antikapitalist mücadeleden bağımsız olamaz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.