506

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

506

10 Aralık 2014 2 TL. sosyalistisci.org

SAVASA SARAYA DEĞİL .

EMEKCİYE BÜTCE . . n Bütçede savunma adı altında savaşa ve kolluk kuvvetlerine aktarılan pay sosyal n Taşeronlaştırmaya derhal son verilsin! hizmetler için ayrılanın iki katı. Savaşa değil, sağlığa, eğitime bütçe! n Zenginler vergilendirilsin! n Parasız sağlık, parasız eğitim! n Sendikalaşmanın, örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılsın! n Açlık sınırının 1225 TL olduğu koşullarda asgari ücret 2 bin TL’ye çıkartılsın!

n “Makul şüphe” yasasına hayır!

n İş cinayetlerine karşı yapısal önlem alınsın!

n Çözüm, barış, özgürlük için mücadeleye!

ATİLLA DİRİM, İTTİHAT VE TERAKKİ İLE KEMALİZMİN BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ OLDUĞUNU ANLATIYOR.

sayfa 8

PERU’DAKİ İKLİM ZİRVESİNDE NELER OLDU? NURAN YÜCE DEVLETLERİN İNSANLIĞA KARŞI PAZARLIĞINI YAZDI.

sayfa 11

GREENPEACE’TEN REŞİT ELÇİN: “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİYLE MÜCADELE İÇİN KOALİSYON OLUŞTURULMALI”

sayfa 8


2

GÜNDEM Kars kent merkezinde GBT, 2013

ERDOĞAN EMRİ VERİYOR, POLİS ÖLDÜRÜYOR! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Çırağan Sarayı’nda düzenlenen Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği’nin (ASKON) 9. Olağan Genel Kurulu toplantısında, Ferguson protestolarıyla kıyas yaparak “Polisimiz vatandaşı mı öldürdü, silah mı çekti” diye konuştu.

BÜTÜN MAKUL ŞÜPHELİLER ANKARA’YA!

Baran Tursun Vakfı’nın Mayıs ayında yaptığı açıklamada son bir senede polis şiddetiyle 27 kişinin öldürüldüğünü duyurmuştu. Erdoğan’ın “emri ben verdim” diyerek koruduğu polisler Gezi Direnişi boyunca, aralarında Berkin Elvan, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük’ün olduğu gençleri, Berkin Elvan için yapılan bir protestoda ise Cemevinde bulunan Uğur Kurt’u öldürmüştü.

Hükümetin yine çorbaya çevirdiği yasa değişikliği teklifleriyle beraber demokratik hakları can evinden vuran “Makul şüphe” teklifi kabul edildi ve CMK’da değişikliğe gidildi. Buna göre, “Yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa; şüphelinin veya sanığın üstü, eşyası, konutu, işyeri veya ona ait diğer yerler aranabilir.” Bu, polise müthiş bir keyfilik veren bir yasa. Bir basın açıklamasına giderken, evde uyurken, sinemaya giderken, bir eyleme hazırlanırken, yolda yürürken, artık polislerin gelip suç delillerinin elde edilebileceği hususunda “makul şüphe” varsa arama yapabilir. Yaygın görüş bu yasanın “paralel yapı”ya karşı mücadele için çıkartıldığı ve darbecilerle cebelleşmenin yeni bir adımı olduğu yönünde. Bu gerçeği yansıtan bir görüş değil. Gerçek, hükümetin kitlesel protestolara karşı tedbir almakta olduğudur. Gezi ve Kobanê eylemleri hükümetin gözünü korkuttu. Şimdi eylemlerin başlamasını engellemek, eylemlere katılımı azaltmak için polisin yetkilerini artırıyor. “Makul şüphe” polis zorbalığını meşrulaştırmanın kılıfından başka bir anlamı olmayan bir tanım. Kimin makul kimin gayri makul olduğuna polis karar verecek. İşyerinde ücretleri için grev hazırlığı yapan da, erkeklerin şiddetine maruz kalanların başlattığı bir kampanya da, sınavlardaki usulsüzlüklere direnen liseliler de, HES’lere, nükleer santrallara, ağaçların kesilmesine karşı çıkan, yaşadıkları yerin eko sistemini korumaya çalışan köylüler de, işyerinin özelleştirilmesine karşı çıkan, hastanesinin çalışma koşullarından memnun olmayan emekçilerin mücadele hazırlıkları da, anadilini savunmak için mücadele eden insanların eylemleri de makul şüpheli bulunabilir. Hukuk alanındaki “makul şüpheli” yasa değişikliğine vereceğimiz yanıt, “Hepimiz makulüz, hepimiz şüpheliyiz” olmalıdır. İlk adımı da KESK eyleminde atmalıyız. KESK eyleminin hazırlıklarında da eylemin kendisinde de bütün makul şüphelilerin birleşmesi için mücadele etmeliyiz. Biliyoruz ki bize makul şüpheli diye yaklaşanlar, gerçek suçlulardır. Hiçbir şüphe götürmeyen suçları işleyenlerdir. Yolsuzluk yapan, hırsızlık yapan ve kitle gösterilerine ateş ederek yanıt verenler!

OLAĞAN ŞÜPHELİLER Yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının üstünün kapatılması için yargıda bir dizi değişikliğe giden AKP, son olarak TBMM’den bir torba yasa daha geçirdi. Hakim ve savcılara zam, disiplin affı, dinleme ve teknik takibin koşulları gibi bir dizi maddeyi içeren yargı paketinde, en çok tepki çeken ise “makul şüphe” değişikliği oldu. Buna göre, şüpheli kabul edilenlerin ev ve işyerlerine arama yapabilmek için bundan sonra ‘somut delile dayalı kuvvetli şüphe’ yerine ‘makul şüphe’ yeterli sayılacak. ‘Makul şüphe’ zaten AKP döneminde, 2004 yılında çıkartılan Ceza Muhakemesi Kanunu ile getirilmişti. 21 Şubat 2014’teki paket bunu kaldırmıştı. AKP’nin “demokratikleşme” hamlesi birkaç ay sürdü ve ‘makul şüphe’ geri geldi. Uygulamada ise AKP zaten gerektiğinde siyasi operasyonlarını hukuk kanalıyla sürdürüyor. “KCK” davalarında binlerce Kürt aktivist, evleri basılarak ve arama yapılarak hapse atıldılar. “Devrimci Karargah” adı verilen davada bazı sol örgütlere operasyon çekildi. Gezi direnişinin aktivistleri “terör örgütü” üyeliği iddiasıyla aylarca tutuklu kaldılar. Şimdi de Kobanê eylemlerine katılan Kürt aktivistler tutuklanıyor. Paketin “paralel yapı” için çıkartıldığı söylense de Türkiye’de “olağan” şüphelilerin kim olduğunu biliyoruz. Hükümetin bu paketi yine özgürlük ve demokrasi isteyenleri hedef alacak. Yapılan değişiklikler ayrıca, avukatların soruşturma dosyalarına erişimlerini kısıtlayacak, molotof kokteylini ateşli silah sayacak, polisin gözaltı yetkilerini artıracak, yüzü kapatan maske takmayı “suç” sayacak ve sosyal medyadaki yasakları artıracak düzenlemeler içeriyor.

CAFERAĞA MAHALLE EVİ’NE POLİS BASKINI

“Biz Kürtlerin Türkiye ile ilişkilerinin iyileşmesine de karşı değiliz. Keşke Türkiye’de IŞİD’e karşı bizim yanımızda olsaydı. O zaman hem Türkiye hem biz hem de Ortadoğu için her şey bambaşka olurdu.” PYD EŞBAŞKANI SALİH MÜSLİM

Caferağa Mahalle Evi’ne polis baskın yaptı. Balyozla kapıyı kırarak içerdeki eşyalara el koydu. Gezi sonrası aktivistler Kadıköy’deki boş binayı ortak bir mekana dönüştürmüştü. Caferağa Dayanışması şu çağrıyı yapıyor: “Elele kurduk, omuz omuza koruyalım.”

6-7 Aralık 2013’te HPG’lilerin mezarına olan saldırıyı protesto ederken polis kurşunu ile öldürülen Reşit İşbilir, Veysel İşbilir ve Bemal Tokçu için 6 Aralık 2014’te Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde yapılan anma gösterilerinde 18 yaşındaki Rojhat Özdel polis tarafından tek kurşunla infaz edildi.

TOPLAMA KAMPI DEĞİL MÜLTECİ HAKKI! Yaz aylarında birçok kentte Suriyeli sığınmacılara yönelik saldırganlık tırmanırken, hükümet 81 ilin valiliğine bir genelge yollayarak sokaklarda dilencilik yapan mültecilerin toplanılarak kamplara gönderilmesini istemişti. Bu genelge o günlerde uygulanmasa da, özellikle metropollerde, sokaklarda yatan Suriyeliler korku içinde ortalıktan kaybolmuştu. Bu hafta ise AKP’nin talimatıyla harekete geçen emniyet teşkilatı, İstanbul’da bir grup Suriyeliyi zorla kamplara yollamak üzere topladı. Bazı Suriyelilerin gitmek istemedikleri için yerlerde sürüklendikleri bildirildi. Hükümet sözcüleri her fırsatta Esad’ın zalimliğinden ve Suriyelilere nasıl kucak açtıklarından bahsederken, bir yandan da Suriyeli mültecileri kamplardaki zorlu koşullarda yaşamaya zorluyor. Mültecilere “geçici koruma statüsü” henüz geçen ay çıkartıldı. BM’nin açıklamasına göre Suriyelilerin koşullarının düzeltilmesi için 500 milyon dolara ihtiyaç var, AKP ise o parayla Ak Saray’ı yapmayı tercih ediyor. Milyonlarca doların içinde yüzenlerin, ne madenci oğlunun cenazesine delik ayakkabısıyla katılan Recep amcayı ne de hayatta kalabilmek için sokaklarda dilenen yoksul Suriyelileri anlamasını bekleyemeyiz. AKP’nin mültecilere yönelik yaptırımlarını durdurmak için, Suriyelilerle dayanışmalıyız.

THE CUT FİLMİNE 18 YAŞ SINIRI GETİRİLDİ.

KARGA KAFASI

KEMAL GÖKHAN GÜRSES


GÜNDEM

ERDOĞAN ELİNİ OKULLARDAN ÇEK! Milli Eğitim Şurası, hükümetin eğitim alanını anaokul-

larından başlayarak belirleme ve baskı altına alma eğiliminin net bir ifadesi oldu. Sadece hükümet değil cumhurbaşkanı Erdoğan da Şura etrafında süren tartışmalara doğrudan müdahil oldu. Erdoğan’ın eğitim anlayışı

Erdoğan, Şura’da yaptığı konuşmada esas olarak “milli” ve “manevi” değerlere vurgu yaptı. Milli Eğitim Şurası Erdoğan’ın konuşmasının sunduğu çerçeveyi belirleyici olarak gördü ve kararlarını bu yönde aldı. Şura’da sunulan “Din eğitiminin ilkokul 1. 2. ve 3. sınıflarda zorunlu olması, daha çok din temelli değerler eğitiminin okulöncesinden itibaren eğitimin bütün kademelerinde verilmesi” yönündeki karar önerisi kabul edildi. Kabul edilen bir başka öneri de, Turizm Meslek Liseleri`ndeki renkli sularla yapılan “Alkollü İçki ve Kokteyl Hazırlama” dersinin kaldırılması yönündeki öneriydi. Osmanlıca, Şura tarafından zorunlu ders haline getirilmeye çalışıldı ama genel kurulda, seçmeli ders haline getirilmesi kabul edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bilip bilmeden her konuda konuştuğu gibi, Osmanlıca konusunda da konuştu ve “İsteler

de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca öğrenilecek” diyerek çıkıştı. Okullarda güvelik paranoyası Şura’nın “Okul güvenliği”ni ele alan komisyon tartışmalarından sonra okulları neredeyse kışlaya çeviren ve öğrencileri baskı altına alacak kararlar kabul edildi. Eğitim-Sen’in bu kararlarla ilgili yaptığı açıklama önemli: Öğretmenlerin “suç potansiyeli taşıyan” öğrenciler hakkında emniyetten bilgi alması, ilkokul ve ortaokulda öğrenci disiplin yönetmeliği çıkarılması ve mevcut disiplin yönetmeliğindeki cezaların ağırlaştırılması, okullara turnike ve kameranın takılması, öğrencilerin dedektörle aranması, okul duvarlarının yükseltilmesi, tuvaletlere duman sensörü takılması gibi en temel insan hak ve özgürlüklerine, çocuk haklarına aykırı kararlar Şura tarafından benimsendi. Sendikal faaliyetleri kısıtlayan bir maddenin görüşülmesi üzerine, Eğitim-Sen delegasyonu Şura’nın böyle bir hakkı olmadığını beyan ederek toplantıyı terk etti. Eğitim-Sen’in Şura’yı terk etmesi nedeniyle, “sendikal faaliyetlerin okul ve ders saatleri dışında yapılması” şeklinde sunulan tasarından sendikal kelimesi çıkartılsa da Eğitim-Sen yöneticileri Şura’yı protesto etmeye devam etti.

EĞİTİMDE ATILMASI GEREKEN ADIMLAR 1. Din dersi zorunlu olmaktan çıkartılmalıdır. 2. Hükümet karma eğitime müdahale etmemelidir. 3. Osmanlıca’nın öğretilmesinde bir yanlış yoktur. Seçmeli ders olarak öğretilmelidir. Terslik Erdoğan’ın, bunu, “İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğretilecek” diyerek, nobranlık yaparak açıklamasıdır. Osmanlıca seçmeli ders olabilir. Fakat sadece Osmanlıca değil, başta Kürtçe olmak üzere isteyen herkes anadilinde eğitim alabilmelidir.

4. Şura Alevilerin taleplerini gündeme bile almamıştır. Alevilerin talebini gündeme almayan ve müfredata bu gözle bakmayan bir eğitim şurasının hiçbir meşruluğu yoktur. 5. Eğitimin planlanması için yapılan tartışmalara, eğitim alanından tüm bileşenler, öğrenciler, veliler, öğretmenler ve eğitim alanındaki diğer işçiler de katılmalı, kararlar demokratik tartışmaların üzerinden belirlenmelidir. 6. Okulları güvelik paranoyasıyla kışlaya çevirmeyi hedefleyen, öğrencile-

HAFTANIN IRKÇISI

re şüpheli gören bir zihniyetin ürünü olan yaklaşıma son verilmelidir. 7. OECD’nin 2012 raporuna göre Türkiye matematik, okuma ve fen puanlarında 64 ülke içinde 42’nci sırada. Şuralar Osmanlıca’nın nasıl öğrenilip öğrenilemeyeceğinden daha çok bu alanlarda eğitim kalitesinin nasıl artırılacağına da odaklanmalıdır. 8. Eğitim bütünüyle parasız olmalıdır. Kalabalık sınıflara, düşük öğretmen maaşlarına, öğrencilere bilgi değil resmi ideoloji veren devlet müfredatlarına son.

öldürdü. Ancak olaydan sonra Brisbon’un cebinde silah değil bir kutu ağrı kesici olduğu ortaya çıktı.

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

SURUÇ’TAN HALEP’E İNSANLIĞIN VERDİĞİ SINAV Ortadoğu’da ölümler olağan. Ortadoğulular, ne zaman bilinmez ama mutlaka erken ölmek için doğmuşlardır. Kürtler için böyle. Çocuk ya da genç bir Kürt’ün öldürülmesinin öyle aman aman bir haber değeri yoktur. Filistinli bir çocuğun ya da. Halep’te yaşayan genç bir kadın, tecavüze de uğramış olabilir çoktan öldürülmüş de. Bu, normal olan ve böyle bir şey normal olarak görüldüğü ölçüde, ortada, insanlarda bu algıyı yaratan, pekiştiren ve gerçekliğin sınırlarını böylesine çizen dünyada bir anormallik var demektir. Sık sık, toplantılarda, haberlerde ya da yazılan bildirilerde, “1 milyon Iraklı öldü” diyerek başlıyoruz. ABD’nin George W. Bush liderliğinde Irak’ı bombalamasıyla beraber gelişen süreci anlatmak için, 1 milyon Iraklıdan söz ediyoruz. Irak’ta 1 milyon, Suriye’de 200 bin insan. 34 Roboskili. Kobanêli, Şengalli. Libyalı, Lübnanlı. Devasa insanlık ailesinin küsuratları. Hesaba katılmayanları ya da genel bir bilanço içinde bir rakam olarak “hatırlananları.” Bunun kanıksanmasına, Ortadoğuluların işgaller, bombardımanlar ve iç çatışmalar sonucunda erken ölmelerinin olağanlaştırılmasına karşı bir şey yapmadan durmamız imkânsız. Bunun için iki yanlıştan aynı anda kurtulmak zorunluluk: Birinci yanlış, oryantalist yaklaşım. Birilerinin, bazı devletlerin Ortadoğu’ya esas olarak her zaman bombardımanlarla yüklü modernlik, ilericilik ve medeniyet ve “özgürlük“ götürmesine karşı çıkmalıyız. Bu, ABD’nin hegemonyasına bağımlı olan emperyalist çelişkilerin ekseninin kaydığı ve ABD için sayısız sorun alanının çıktığı günümüz küresel siyasi alanında her zamankinden daha fazla önemli. Gelişmeler, ABD’yi kibirli emperyal reflekslerini daha fazla harekete geçirmeye zorluyor. İkincisi ise kadercilik ve yas duygusundan kurtulup, iki adımı aynı atarak, ölenleri hatırlamanın en anlamlı yolunun başka ölümleri engelleyecek moral dolu mücadeleler inşa etmek olduğunun altını çizmektir. “Ne kadar çok öldük” diye ağlamak yerine, tek bir ölümün bile boşa gitmediğini kanıtlamak için halklar arasında barış köprülerini kuracak bir savaş karşıtı hareketi “ama”sız, “fakat”sız örgütlemeliyiz. Roboski katliamının dördünü yılında sorumlulardan hesap sormak için, Suriye’de Esad rejiminin öldürdüğü on binlerce Suriyeliyi hatırlamak için, Kobanê’de IŞİD’in istilacılığından kaçmak zorunda kalıp kış koşullarında geri dönüşün özlemiyle yaşayanlar için, İsrail’in işgali altında bu kaçıncı kışı geçirecek Gazze’yle dayanışmak için bir ilk adımı atabiliriz.

ABD polisi sistematik bir şekilde ırkçılık yapıyor. Son 7 yılda 96 siyah polis tarafından öldürüldü ve bu cinayetlerin hiçbirisinde jüri polisleri suçlu bulmadı.

ABD POLİSİ

Yargının ırkçı cinayetlere açıktan destek vermesi, Ferguson’da Michael Brown’ı öldüren Darren Wilson adındaki polisin “Vicdanım rahat” diyebilmesine neden oluyor.

ABD’de Feguson’da bir siyahı öldüren polis jüri tarafından beraat ettirildi. Polisin siyahları öldürmesine karşı tepkiler yükselirken, polis yine siyah bir genci öldürdü. Beyaz bir polis memuru salı akşamı Rumain Brisbon isimli siyah bir adamı cebinde silah olduğunu sanarak

ABD’de ırkçı olan sadece polis teşkilatı değil. Yasalar önünde herkesin eşit olması gibi kutsal açıklamaların anavatanı kabul edilen ABD’de, yargı sistemi de, sağlık sistemi de, siyasal sistem de siyahların ve azınlıkların aleyhine olan sayısız uygulamayla dolu.

KİTAPÇILARDAN VE SOSYALİST İŞÇİ DAĞITIMCILARINDAN ALABİLİRSİNİZ


4

DÜNYA

ABD’DE IRKÇI CİNAYETLERE ÖFKE BÜYÜYOR

SAVAŞIN BEDELİNİ ÇOCUKLAR ÖDÜYOR Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından New York’ta yapılan açıklamada, çocuklara karşı şiddetin bu yıl felaket boyutlarına ulaştığı bildirildi. 15 milyondan fazla çocuk, savaş ve kriz bölgelerinde şiddet, yıkım ve sürgünlerden doğrudan etkilendi. n Silahlı çatışmaların yaşandığı bölgelerde 230 milyon çocuğun varolduğu tahmin ediliyor. n Suriye, Irak, Ukrayna, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Gazze Şeridi’ndeki çocukların durumu dramatik. Binlerce çocuğun asker olarak kullanıldığı, tecavüze uğradığı, öldürüldüğü, mülteci ve öksüze dönüştürüldüğü kaydedildi. Afganistan, Nijerya ve Somali gibi sürekli kriz bölgelerinde de çocukların sürekli vahşete maruz kaldığı belirtildi. ‘Gazze’de kafası kopmuş çocuklar gördüm’

ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

ABD’de Michael Brown’ın polis tarafından öldürülmesinin ardından ırkçı cinayetler sürüyor. New York’ta göreve yeni başlayan bir polis siyah bir genç olan Akai Gurley’i “yanlışlıkla” öldürürken, mahkemenin 17 Haziran’da polis tarafından boğularak öldürülen Eric Garner’ın katiline dava açılmasına gerek görülmediğini açıklaması kitlesel eylemlerle protesto edildi. 17 Haziran’da New York’ta polisler kaçak sigara sattığı şüphesiyle Eric Garner’ın etrafını sarmış, Garner’ın hiçbir şey satmadığını ve sürekli polis tarafından taciz edilmekten bıktığını söylemesinin ardından polisler Garner’ı tutuklamak için saldırmış, polislerden Justin Damico koluyla Garner’ın boğazını sıkmış ve onu yüzükoyun yere yapıştırmıştı. Garner’ın pek çok kez “nefes alamıyorum” demesine rağmen devam eden polis müdahalesi Garner’ın ölümüne neden olmuştu. Daha önce arama yaptığı iki siyah gence sokak ortasında çırılçıplak soyunmasını söylediği için soKÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

“DEVRİM SADECE BİR KEZ GERÇEKLEŞİP BİTEN BİR OLAY DEĞİLDİR” Bu cümle ABD’de siyah bir genç olan Micheal Brown’u öldüren polisin bu cinayetten hiçbir ceza alamadan kurtulmayı başarmasının ardından patlayan gösterilerde yine siyah bir genç kızın taşıdığı dövizden alınma. Arap devrimleri nasıl dünyanın dört bir yanına ilham kaynağı olduysa, Tahrir’de patlayan ezilenlerin öfkesi ta dünyanın öbür ucundan duyulduysa, bu sefer de bu genç kızın taşıdığı dövizde yazan bu cümle ta New York’tan Mısır’da, Suriye’de yaşananlara ışık tutuyor. Tarihin çeşitli dönemlerinde dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşanan bir devrimci ayaklanma ya da bir olay, sadece gerçekleştiği yeri değil tüm dünyayı, teorileri, örgütleri etkileyebilir. Yarılmalara yol açabilir. 21. yy’ın başında bunun örneği Arap devrimleridir. 2011’de Muhammed Ebu Azizi’nin kendini yakmasıyla ateşlenen fitil hızla tüm Ortadoğu’ya belirledi ve yarattığı etki tüm dünyaya yayıldı. Bu dalga Mısır’da

ruşturma geçiren Damico’nun yaptığı kol ile nefesi kesme hareketi 1993’den beri yasak olmasına rağmen ABD’li yetkililer polisi değil kurbanı suçluyorlar. New York’tan Temsilciler Meclisi üyesi olan Peter King eğer Garner’ın astımı, kalp rahatsızlığı ve obezitesi olmasaydı ölmeyeceğini savundu. 3 Aralık’ta mahkemenin tıpkı Michael Brown’ın öldürülmesinde olduğu gibi katil polisi aklaması ve dava açılmasına gerek görülmediğini açıklaması pek çok şehirde protesto edildi. Berkeley’de birkaç yüz kişinin yaptığı eyleme polis gaz bombası ve coplarla saldırarak bir çok öğrenciyi yaraladı. New York ve Boston’da binlerce kişi toplanırken, polis New York’ta aynı anda pek çok yerde yere yatarak, yolları kapatarak eylem yapanlardan en az 200 kişiyi gözaltına aldı. Beyaz, Asyalı ve siyah Amerikalıların birlikte yaptıkları eylemlere saatlik 15 dolarlık asgari ücret mücadelesi yürüten fast food işçileri de destek verdi. 13 Aralık cumartesi günü New York’ta yapılacak protestoya büyük bir katılım bekleniyor. kanlı bir askeri darbe, Suriye’de kanlı bir iç savaşla sonuçlanmış gibi görünüyor. Bu iki kanlı örnekle karşılaştırılınca Tunus bir cennet gibi görünüyor olabilir ama orada da tam olarak demokrasiden söz etmek mümkün değil. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetimine karşı gerçekleştirilen darbe tüm Ortadoğu’yu etkiledi ve bu hareketler ile ilişkili örgütler (Tunus’taki Nahda Partisi gibi) geri çekildiler. Buna ne kadar demokrasi denebileceği oldukça tartışmalı. Ayrıca yeni yönetimde, devrim öncesi yönetimde görev alan bir çok eski yönetici yeniden yönetime dâhil oldu. Arap devrimlerinin başlangıcı kadar bugün geldiği nokta da birçok soruyu beraberinde getirdi. Bunları daha çok tartışmaya devam edeceğiz. Ancak çok önemli bir şeyi unutmadan; “devrimler bir kez gerçekleşip biten bir olay değildir”. Korku duvarını nasıl aştığımızı bize sürekli hatırlatan bir hafızası, bundan sonra neler yapmamız gerektiği konusunda bize kılavuzluk etmek üzere geride bıraktığı dersler ve deneyimler ve belki de en önemlisi tüm yapay bölünmeleri aşan, haberlerde dinlediğimiz günlük saçma söylemleri yıkıp geçen ve bize gerçek dostlarımızı gösteren bir gücü vardır. Arap devrimlerinin hafızası, deneyimleri ve gücü duruyor. Sadece Ortadoğu halklarının zihninde değil üstelik, tüm dünyanın ezilenlerinin zihninde.

Gazze’deki Filistinlilerin ‘Kahraman Doktor’ diye seslendiği Norveçli Doktor Mads Gilbert: “Şimdi herkes IŞİD’in ya da Boko Haram’ın kafa kesmesinden bahsediyor. Ben Gazze’de kafası kopmuş çocuklar gördüm, elimde fotoğraflar var. Bu fotoğrafları göstermiyorum çünkü açık bir şekilde insanlık dışı görüntüler. Ancak hiç kimse çocukların katledilmesi dolayısıyla İsrail’i suçlamıyor. Bu suçlama hep ‘teröristler’ adı altında başka kesimlere yöneltiliyor. Gazze’de gördüğümüz şeyin tanımı devlet terörüdür. İşgalci güce karşı insanların kendini savunmasıdır. İşgal altındaki insanları bombalayan işgalci bir güç nasıl kendini savunuyor olabilir?”

Gazze’deki çocuklar

KÜRESEL MÜCADELELER n Yunanistan’da 2010’dan beri 32. kez genel greve gidilirken Atina’da onbinlerce kişi eylemdeydi. Grevciler Avrupa Birliği’nin Yunanistan’a mali yardım için şart koştuğu ücret ve emeklilik maaşı kesintilerine ve işten çıkarmalara karşı çıkıyor. Öte yandan 6 Aralık 2008’de polis tarafından 15 yaşında öldürülen Alexis Grigoropoulos’un yakın arkadaşı Nikos Romanos’un, eğitim hakkının engellendiği için yaptığı açlık grevi sürüyor. Yaklaşık bir aydır açlık grevinde olan Romanos için 2 Aralık’ta Atina’da yapılan eyleme 10 bin kişi katılırken, Selanik, Kavala, Patras’da da eylemler yapıldı. n Meksika’da kaybedilen 43 öğrenciden biri olan Alexander Mora Venancio’nun cesedi Cocula’da bir toplu mezardan alınan DNA örnekleri kullanılarak teşhis edildi. Mexico City’de yapılan kitlesel yürüyüşte katiller hesap verene dek mücadelenin süreceği vurgulandı. n Hong Kong’da Çin yönetimine geçişe karşı Eylül ayından beri devam eden protestolarda son olarak hükümet binalarının etrafındaki yolları işgal etmeye çalışan göstericilere polis saldırdı. Liseli öğrenciler hükümet merkezinin etrafında çıplak ayakla yürüyüş yaptı.


RÖPORTAJ

“Farklı toplumsal kesimler iklim değişikliğiyle mücadele için koalisyon oluşturmalı” Yırca’da termik santral için zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı direnişin içinde yer alan Greenpeace çalışanı Reşit Elçin’e sorduk. AKP’nin ekosisteme yönelik katliamı hangi boyutlarda? Reşit Elçin: Bazı sektörler bu katliamda daha büyük paya sahip. Örneğin enerji, inşaat ve kentleşme, madencilik ve ağır metal sektörü gibi. AKP döneminde bu sektörler Şırnak’tan Muğla’ya, Mersin’den Çanakkale’ye, Artvin’den Dersim’e kadar Türkiye’nin her bölgesinde ekosisteme verdiği zararların minimuma indirilmesi gözetilmeden çok hızlı bir şekilde yayıldılar. Enerji sektöründe son yıllarda ciddi oranda devlet teşviği alan kömürlü termik santraller başı çekiyor. Ciddi anlamda hava, su ve toprak kirliliği yaratarak insan ömrünü kısaltan bu santrallere, Türkiye en öncelikli alanlar başlığı altında teşvikler veriyor. Enerji’deki bir diğer temel sorun da ekolojik denge gözetilmeden planlanan binlerce HES projesi, bu projeler ekolojik yaşam alanina verdiği tahribat gözetilmeden planlanıyor. Nükleer enerji santral projesinde de durum pek farklı değil, Çevresel Etki Değerlendirmesi raporu atık sorunu ve olası kaza riskinde kimin sorumlu olacağı gibi temel soruları yanıtlamadan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından kabul edildi. Bir diğer önemli başlık ise Enerji ve inşaatı birleştiren çimento ve demir çelik sektörleri. Bu iki sektör, Türkiye’de üretilen enerjinin nerdeyse yarısını tüketiyor ve su kaynakların kirliliği başta olmak üzere hava ve toprak kirliliğini geri dönülemez seviyelere çıkarıyor. Kömür başta olmak üzere altın, bakır, nikel gibi madencilik ruhsatları nerede planlanmış olursa olsun çok kolay ve hızlı bir şekilde veriliyor dolayısıyla şirketlerin ekosisteme verdikleri zararı umursamadan hızla yayılıyorlar. Ekonomik kalkınmayı hızlı kentleşmeye indirgeyen anlayış ise artan nüfus ile beraber gıda fiyatlarında yükseliş, hayvan yemlerinde GDO’lu ürünlerin ithal edil-

mesine izin verilmesi, temiz su kaynaklarındaki hızlı düşüş gibi sorunsallarla karşımıza çıkıyor. Küresel düzeyde devletler ve şirketler tüm bilimsel raporlara rağmen enerji politikalarında frene basmıyor ve gezegenin sonuna yaklaşmamıza neden oluyorlar. Sizce gezegen açısından tehlike hangi boyutlarla ve şirketler neden duramıyor? Reşit Elçin: Şirketler küresel iklim değişikliğini tabiki önemsiyorlar, avantaja dönüştürebildikleri müddetçe elbette. Bence buradaki sorun biraz paradoksal çünkü iklim değişikliğini yaratan bu enerji şirketleri ve devletlerin ta kendisi. Enerji üretim politikalarını değiştirmek istememelerinin sebebi ise sistemin kökten değişme ihtimalinin varlığı. Fosil yakıtlara dayalı enerji üretim sistemleri, gücü ve dağıtımı ellerinde/merkezlerde tutmalarını sağlıyor. Yüksek gerilimli hatlarla enerji merkezlerden tüketicilere ulaştırılıyor. Oysa güneş ve rüzgar gibi enerji üretim biçimlerinde işleyiş bu yöntemin tam zıttı. İnsanlar, köyler, okullar, şehirler vb. kendi elektriğini kendileri üretmeye başlayınca büyük bir iktidar ve kar kaybı yaşayacakları aşikar. İçinde bulunduğumuz günlerde Peru’da Birleşmiş Milletleri İklim Değişikliği Konferansı gerçekleşiyor. Türkiye’nin 1990 yılına göre sera gazı emisyonlarını %130’dan fazla arttırdığı bilgisine rağmen, açıklama yapan Çevre ve Şehircilik Bakanı Türkiye’nin sera gazı emisyonlarını azaltımda başarılı olduğunu söylüyor. Atmosferde biriken sera gazları ise 400PPM’i geçerek makul sınır olan 350PPM’den giderek uzaklaşıyor. Bütün dünya karar vericilerinin İdris Güllüce kadar olgusuz olmadığını varsaysak bile gezegenimizin geleceği için durum hiç iyi gözükmüyor. Türkiye’de sayısız yerel direniş var. Siz en başından beri Yırca’da direnişin içindeydiniz. Bu direniş düzeyi yeterli

mi? Hangi adımları atmak gerek gerçek bir kazanım elde etmek için? Reşit Elçin: Yırca’daki ve Türkiye’nin birçok yerindeki yerel direnişler aslında iklim değişikliğinden çok bir varoluş mücadelesi yani kalkınma politikalarının insanları şehirlere göç etmeye zorladığı bu dönemde haritadan silinmek istemeyenlerin mücadelesi. Elbette bir çevresel hassasiyet var ancak iklim değişikliğiyle mücadele için yeterli değil. Çünkü iklim değişikliğini var eden karbon salımı şehirlerin etrafında Gerçek bir kazanım elde etmek için AKP’nin büyük ölçekte şirketlerin işine yarayan kalkınma politikalarını değiştirecek politik kazanımlar gerekiyor. Küresel iklim adaleti hareketi ve bu hareketin Türkiye’deki örgütlenmesi ne boyutta? Nasıl güçlendirilebilir?

Reşit Elçin: İklim değişikliğiyle mücadele sadece çevresel hassasiyeti bulunan kişilerin meselesi değil ve onlarla sınırlı kalmamalı. İçinde yaşayabileceğimiz bir gezegen istiyorsak örgütlendiğimiz ve varolduğumuz her toplumsal alanda bu mücadeleyi yürütmemiz gerekiyor. Örneğin öğrenciler okullarındaki enerjinin neyden üretildiği sorgulamalı, insanlar çatılarında kendi elektriğini üretmeli. Bunun bireysel hassasiyetler çok önemli ama malesef yeterli değil. İklim değişikliğiyle mücadele için yaşadığımız sosyo-ekonomik sistemin değişmesiyle ancak zafere ulaşabilir. Şirketlerin kar hırslarını destekleyen enerji politikalarını uygulayan AKP hükümetine karşı gezegenimizi birlikte savunmalıyız, toplumun farklı kesimleri, farklı mücadeleler iklim değişikliğiyle mücadele için koalisyon oluşturmalı.

5


6

GÜNDEM

SOYKIRIM TANINSIN DEVLET ÖZÜR DİLESİN

1 Mayıs 2011, Taksim - İstanbul

DSİP, Ermeni Soykırımı’nın 100. yıl dönümü olan 2015’te Türkiye devletinin bu soykırımı tanıması ve özür dileyerek gereklerini yerine getirmesi için verilecek mücadeleyi en merkezi işlerinden biri olarak görüyor. DSİP Konferansı, 24 Nisan yaklaşırken tüm parti örgütlerinin Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe platformunun bu doğrultuda yürüteceği kampanyayı güçlendirmesi gerektiğini ve DSİP’in soykırımın tanınması yönünde faaliyet gösteren tüm kampanyaların koordinasyonunu sağlayacak bir konumda bulunması ihtiyacını karar altına aldı.

DOĞAYI KATLEDEN AKP’Yİ GEZEGENİ YOK EDEN ŞİRKETLERİ DURDURALIM! New York’ta geçtiğimiz aylarda yapılan ve 400 bin kişinin katıldığı iklim yürüyüşü, gezegeni kurtarma mücadelesinin geniş kitleler için ne kadar anlamlı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Yıllardır Türkiye’de Küresel Eylem Grubu’yla birlikte iklim kampanyaları inşa eden DSİP, kapitalizmin akıldışılığına, şirketlerin ve devletlerin bitmek bilmez kâr hırsına karşı mücadele başlıklarında daha da aktif olarak rol alacak. Bu, aynı zamanda AKP’nin neoliberal programının çok önemli bir parçası olan enerji politikaları ve kentsel dönüşüm programına karşı da direnişi örgütlemek anlamına geliyor.

MİLİTARİZME VE SAVAŞA GEÇİT YOK Emperyalist devletler ve dev askeri-sanayi komplekslere hükmeden şirketler, dünyayı kana bulmaya devam ediyor. Türkiye’nin de parçası olduğu askeri yatırımları artırmaya yönelik eğilim, İsrail-Filistin, Ukrayna-NATO-Rusya, ABDÇin, ABD-Ortadoğu gibi çok merkezli gerginlik, işgal, tehdit, bombardıman ve savaş ihtimalleriyle perçinleniyor. ABD yeniden Ortadoğu’ya yöneldi, IŞİD bahanesiyle bölgeyi bombalıyor. Bütün bu parçalı gerilim içerisinde Arap Baharı karşı devrimci güçler tarafından geriletiliyor. Mısır’da darbe, Suriye’de Esad rejiminin halka yönelik vahşi uygulamaları, emperyalistlerin elini güçlendiren gelişmeler. DSİP, NATO’ya, ABD’nin -gerekçesi ne olursa olsun- askeri müdahalelerine, Çin ve Rusya’nın diktatörlükleri destekleyen eğilimlerine, tüm savaşlara, askeri yatırımlara karşı küresel savaş karşıtı hareketin parçası olarak mücadele edecek ve kitlesel savaş karşıtı kampanya ve eylemlerin örgütlenmesi için faaliyet yürütecek.

KİTLESEL BİR SO DAHA GÜÇLÜ B Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin (DSİP) yıllık olağan kon-

feransı geçtiğimiz hafta İstanbul’da toplandı. Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen DSİP aktivistlerinin önümüzdeki yılın politik mücadele başlıklarını ve örgütlenme hedeflerini tartıştıkları konferansa, HDP Eş Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş, HDP milletvekilleri Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel, insan hakları aktivisti Eren Keskin, eski İstanbul milletvekili Ufuk Uras, Taraf gazetesi yazarı Hayko Bağdat, Hak-İş sendikası Genel Sejreter yardımcısı Mustafa Paçal, Die Linke milletvekili Christine Buchholz, YSGP Eş Başkanları Sevil Turan ve Naci Sönmez’in yanı sıra İngiltere, İspanya, Yunanistan, İrlanda, Suriye ve Polonya’dan devrimci sosyalist örgütler destek ve dayanışma mesajı yolladı. Konferans öncesi tüm katılımcılara DSİP’in 2014 yılına ilişkin faaliyet raporu dağıtılırken, salon, DSİP’in inşa ettiği çeşitli kampanyalara ait pankartlar ve Nisan ayında gerçekleştirilecek Marksizm 2015 etkinliğinin tanıtımıyla süslendi. AKP’yi durduracak antikapitalist muhalefet Konferansın açılışında DSİP Eş Başkanı Şenol Karakaş dünyada ve Türkiye’deki politik durum, Meltem Oral ise örgütlenme stratejilerine ilişkin bir sunum yaptı. DSİP MK üyesi Ümit İzmen ise kitlesel bir antikapitalist alternatif

yaratmanın niçin gerekli olduğunu ve bunun için ne tür faaliyetler yürüttüklerini aktardı. Konferans oldukça verimli tartışmalarla geçerken, AKP’nin Gezi sonrası dönemde sürekli olarak bir kriz içerisinde olduğu, CHP-MHP ittifakından oluşan muhalefet blokunun ise buna yanıt üretemediği vurgulandı. Bu koşullarda yeni bir siyasi odağın yaratılmasının çok kritik hâle geldiğinin saptandığı konferansta “Ne AKP neoliberalizmi ne CHP kemalizmi” diyenleri bir araya getirme iradesi öne çıktı. DSİP üyeleri gelecek yılın politik doğrultusunu belirleyecek çok sayıda karar tasarısını ve örgütün işleyiş tüzüğünü oyladıktan sonra 2015’te görev yapacak yönetici kurulları seçti.

SEÇİMLERDE DÜZEN P DSİP Konferansı, Gezi direnişinden beri daha da belirgin hâle gelen “Ne AKP neoliberalizmi ne CHP kemalizmi” yaklaşımını, 2015 yılında yapılacak genel seçimlerinde izlenecek politikanın omurgası olarak saptadı. DSİP bu doğrultuda çalışırken, AKP’ye zarar vermediği


GÜNDEM BARIŞ İÇİN KÜRTLERE ÖZGÜRLÜK Kobanê’yle dayanışma eylemleri sırasında oluşan atmosfer, çözüm sürecinin ne kadar kırılgan bir zeminde ilerlediğini gösterdi. Süreci en başından beri Kürt halkının verdiği mücadelenin elde ettiği bir kazanım olarak değerlendiren DSİP, önümüzdeki yılda da Kürtlerin kendi kaderini tayin edebileceği siyasal koşulların oluşması için çalışacak. DSİP Konferansı ayrıca, süreçle ilgili gelgitlerden bağımsız olarak, barışın ve çözümün gerekliliğini anlatarak AKP üzerinde basınç oluşturacak bir siyasi kampanyanın inşasının kritik bir ihtiyaç olduğunu saptadı. DSİP üyeleri “Barış için emek sarf etmeden geçireceğimiz tek bir gün bile olmamalıdır” diyorlar.

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

MUHALEFET HÂLÂ NORMALLEŞEMEDİ AKP hükümeti normal bir memlekette iktidara gelmiş olsaydı, bugün yapmakta olduklarını zaten ilk seçildiği günden itibaren yapmaya başlardı. İlk günden itibaren, memleketin tüm yeşil ve boş alanlarını büyük sermayenin hizmetine sunar, yoksul insanların yaşadığı kentsel bölgeleri boşaltıp inşaat sektörüne teslim eder, bunları yaparken kendi ceplerini ve taraftarlarının ceplerini doldurur, bunlara itiraz edenlerin üzerine polisi ve wjandarmayı salar, muhaliflerin hepsini vatan haini, paralel, marjinal diye damgalardı. Normal memleketlerde muhafazakâr, sağcı, büyük sermayeden yana partiler iktidara geldikleri anda böyle şeyler yapmaya başlar. Onlardan beklenen de zaten budur. Kimse demokrat, eşitlikçi, yoksulları kollayan, sermayenin azgınlığını dizginleyen politikalar uygulamalarını beklemez. Kimse de “Ay, ne kadar otoriterleştiler”, “Ah, ne korkunç, diktatörlüğe gidiyoruz” demez, zaten beklenen muhafazakâr, otoriter, sermaye yanlısı politikalara karşı muhalefet eder.

OL İÇİN BİR DSİP Buna göre, önümüzdeki dönemde DSİP’in Merkez Komitesi şu isimlerden oluşacak: Atilla Dirim, Ayşe Demirbilek, Berkay Bağcı, Bülent Somay, Çağla Oflas, Ersin Damarsardı, Ferda Keskin, Ferhat Kentel, Hasan Fehmi Özer, Kemal Başak, Kerem Kabadayı, Korhan Gümüş, Meltem Oral, Nuran Yüce, Nurdan Düvenci, Ozan Tekin, Roni Margulies, Sinan Özbek, Şenol Karakaş, Tolga Tüzün, Ümit İzmen, Volkan Akyıldırım, Yıldız Önen DSİP Konferansı ayrıca, eşbaşkanlık kurumunu kaldırıp yerine eşsözcülük temsiliyetini getirdi. DSİP Merkez Komitesi ilk toplantısında kendi içinde eşsözcülerini belirleyecek.

PARTİLERİNE OY YOK gibi onu sürekli olarak güçlendiren “Basgeç” politikalarına, CHP-HDP ittifakı girişimlerine karşı çıkacak. yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yürüttüğü başarılı kampanyalar gibi, HDP’nin ve Kürt hareketinin adaylarının etrafında özgürlükçü bir sol siyaseti güçlendirecek politikaları anlatacak.

AKP hükümeti normal bir memlekette iktidara gelmiş olmadığı için, uygulamak istediği politikaları hemen uygulamaya başlayamadı. Önce, kendisini devirmek isteyenlerle uğraşmak zorunda kaldı. Muhalefet ise “Ay, şeriat geliyor”, “Ah, kahraman generallerimizi hapse atıyorlar”, “Yaşasın Mustafa Kemal” şeklini aldı. DSİP, 2014 yerel seçimlerinde HDP adayları için kampanya yaptı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın adaylığını ilk öneren parti oldu ve inatçı bir sokak kampayası yaptı.

KATİL IŞİD KATİL ABD Suriye ve Irak’ın üçte birini ele geçirerek katliamlara imza atan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü, ABD’nin bölgedeki işgallerinin ürünü olarak ortaya çıktı. ABD destekli Irak hükümetinin baskıcı politikalarıyla Suriye’de Esad rejiminin mezhepçi iç savaş stratejisi, Arap Baharı’nın gerilemesine, özgürlükçü muhalefetin geri çekilmesine neden oldu. Oluşan boşluğu ise sağcı bir anti emperyalist söylemle IŞİD doldurdu. IŞİD’in cinayetleri, ABD’nin yeniden Ortadoğu’yu bombalaması için bir gerekçeye dönüştürüldü. Oysa her ABD bombası, IŞİD’i daha da güçlendiriyor, anti-Amerikan duygunun IŞİD saflarında örgütlenmesine neden oluyor. Ortadoğu halklarının birleşik mücadelesi, IŞİD’in kitlesel desteğini önce durdurup sonra geriletebilir. Bu nedenle bu mücadele, ABD’nin bölgeye yönelik askeri müdahalelerine karşı mücadeleden ayrı düşünülemez.

Üst/orta sınıfın Kadıköy, Çankaya ve İzmir’den yükselen bu muhalefetini izleyen ve memleketin geri kalanında yaşayan nüfus, “Ulan,” diye düşündü, “muhalefet buysa, ben muhalif değilim. Ve üstelik bu muhalefete karşı bu hükümeti her koşulda desteklerim. İster yolsuzluk yapsın, ister başka bir şey.” Durum bu hâle gelince, AKP hükümeti de rahatladı, devrilme korkusunu üzerinden attı, aslına rücu etti ve normal politikaları doğrultusunda davranmaya başladı. Yani dünyanın her yanındaki her muhafazakâr, sağcı partinin yaptıklarını rahatça yapar oldu. AKP hükümeti normalleşti, ama muhalefet hâlâ normalleşemedi. Neyine muhalefet ediliyor AKP’nin? Mesela, Papa Türkiye’yi ziyaret ediyor ve Başbakan’la öpüşüyor! Eyvah ki eyvah! İşçi Partisi’nin Aydınlık gazetesine göre, bu ziyaret “Türkleri ve gerçek İslam’ı Anadolu’dan sürmek amaçlı bir Batı projesi”! Veya, Komünist Partisi’nin haber sitesine göre, “Yok orası Türklerindi, burası Kürtlerindi, şurası Araplarındı” demek yanlıştır, çünkü “Bundan 2700 yıl önce Anadolu topraklarında Ermeni halkı diye bir halk da henüz yoktu...” Yani AKP hükümeti Türklüğü ve İslam’ı Papa’ya, Kürtlere ve Ermenilere satıyor, aman muhalefet edelim, engelleyelim! Muhalifleri Kemalist ve Türkçü ve mankafalı olduğu sürece, AKP hükümeti de ne kadar yolsuz ve otoriter olursa olsun “ilelebet payidar kalacaktır”.


8

TARİH

İTTİHAT-TERAKKİ VE KEMALİZM: BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ ATİLLA DİRİM

Sünni/Müslüman/Türk esasına dayanan bir ulus-devlet kurmak maksadıyla harekete geçen, bu uğurda önünde engel olarak gördüğü Anadolu Hıristiyanlığını milyonlarca insanı en zalim yöntemlerle katletmek pahasına ortadan kaldıran, devasa bir coğrafyayı ateşe ve kana bulayan bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte yenilgiye uğrayarak kendisini feshetmiş olduğu anlatılır. Mustafa Kemal’in etrafında toplanan hareket İttihatçı değildir, Sivas Kongresi’ne katılan delegelere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyası için çalışılmayacağına dair yemin ettirilmiş, 1926’da son kalan birkaç İttihatçı İzmir suikastı davasında idam edilmiştir. Dolayısıyla da Mustafa Kemal ve ekibi İttihatçı değildir; aksine yedi düvele karşı savaşarak modern/ batılı Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş, padişahlığı yıkarak cumhuriyeti kurmuş ilerici bir hareketin temsilcisidir iddiası dillendirilmektedir. Oysa gerçek, anlatıldığından çok farklıdır. 1908 Devrimi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), esas olarak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra II. Abdülhamit ile merkez bürokrasisinin Osmanlı İmparatorluğu’nu yönettiği demir yumruğa bir tepki olarak ortaya çıktı. Üretici güçlerin giderek gelişmesiyle birlikte feodal zincirler ticaret burjuvazisine ve halkın geniş kesimlerine dar geliyordu. Özellikle 20. yüzyılın ilk yıllarında imparatorluğun dört bir tarafında II. Abdülhamit’in ve merkez bürokrasisinin baskısına karşı direniş giderek güçlendi. Konulan ağır vergilere karşı yer yer ayaklanmalar çıktı, hem Rumeli, hem de Anadolu şehirlerinde çatışmalar yaşandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, imparatorluğu oluşturan diğer halkların örgütleriyle birlikte, bu öfkeyi örgütleyen teşkilatlardan biriydi. 23 Temmuz 1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda bir devrim yaşandı. Bu, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde örgütlenmiş olan subaylar tarafından başlatılmış gibi görünse de, uzun yılların getirdiği bir hoşnutsuzluğun geniş halk kitlelerini örgütlemesi sonucunda gerçekleşen aşağıdan bir devrimdi. Bu devrim sonrasında meşrutiyet ilan edildi, eksikliklerine ve yetersizliklerine rağmen bir burjuva anayasası kabul edildi, serbest seçimler gerçekleştirildi. Seçimler ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle, liberal eğilimli Ahrar Fırkası arasında geçti. Kurulan İTC ağırlıklı mecliste, siyasi ve etnik yelpazenin hemen her rengi temsil edildi. Tek millet, tek devlet, tek bayrak: Soykırım Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu yeni hak ve özgürlük ortamına sırt çevirmesi fazla uzun sürmedi. 1911 yılında Selanik’te toplanan 4. Kongresi’nde, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir Türk devleti olduğu konusunda karar aldı. Yeni oluşturulacak ulus devlette hakim unsur Sünni/Müslüman/Türk kesim olacaktı ve bu kararın uygulanması için gerektiği takdirde askeri güce başvurulacaktı. Önde gelen İttihatçılardan Doktor Nazım, yapılan gizli bir toplantıda düşüncelerini şu şekilde dile getiriyordu. “1909’da Adana’da ve diğer yerlerde yaptırdıklarımız gibi yerel kırımlarla yetineceksek, yarar yerine zarar elde ederiz, temizlemeyi düşündüğümüz diğer unsurlar olan Araplar ve Kürtler uyanır ve tehlike bir yerine üç olur, büyür ve ameliye zorlaşır… bu temizlik genel ve nihai olmayacaksa, yarar yerine zarar getirecektir. Ermeni milletinin kökünden temizlenmesi, topraklarımızda bir ferdin dahi bırakılmaması, Ermeni isminin unutulması gerekir.”

1915’te zorla sürgüne gönderilen Ermeniler, Van.

Bu eğilim hızla uygulamaya konuldu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte seferberlik çıkartıldı, 18-45 yaş arası 60.000 Ermeni erkeği askere alındı. Bunlar kısa bir süre sonra silahsızlandırıldı, amele taburlarına gönderildi, ardından da katledildi. Böylece soykırımın birinci aşaması tamamlandı. Ardından 24 Nisan 1915’te İstanbul’da ileri gelen Ermeni aydınlarına yönelik operasyon yapıldı; milletvekilleri, sanatçılar, hekimler, aydınlar tutuklandı ve Ankara’ya gönderildi. Böylece soykırımın ikinci aşaması tamamlanmış oldu. Ardından da Teşkilat-ı Mahsusa denilen katil çetelerinin kontrolünde tehcir başladı. Ermeniler, düşmanla işbirliği yapma ihtimalleri bulunduğu gerekçesiyle Suriye çöllerine zorla gönderilmek üzere yaşadıkları yerlerden kafileler halinde yola çıkartıldı, ancak kafilelerin pek azı Suriye’ye ulaşabildi. Büyük kısmı yoksa ordu birlikleri ve çeteler tarafından katledildi. Çok sayıda Ermeni kadını ve çocuğu zorla Müslümanlaştırıldı ve köleleştirildi, böylece soykırımın üçüncü aşaması da tamamlanmış oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti kılık değiştiriyor: Kuvvayı Milliye Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanmasıyla, İTC kadroları, Enver Paşa ve ekibinin Turan politikalarını izlemekten vazgeçerek, daha küçük bir hedefe yöneldiler ve Mustafa Kemal Paşa önderliği etrafında birleştiler. Turan siyasetine en başından beri muhalif olan Mustafa Kemal Paşa, İTC’nin ulus-devlet kurma projesini daha küçük ölçekli olmak kaydıyla sürdürmeye başladı. İTC’nin halk nezdinde yaşadığı itibar kaybı nedeniyle isim değişikliğine gidilerek, Kuvvayı Milliye ismi tercih edildi. Hatta Sivas Kongresi delegelerine İTC’yi tekrar diriltmeye çalışmayacaklarına dair yemin ettirildi.

Mustafa Kemal Paşa etrafında örgütlenen Kemalistler, İTC’nin başladığı işi bitirmeye başladılar. Ermenilerden arındırılmış olan Anadolu’daki ikinci büyük grup olan Rumlar, 1919-24 yılları arasında yüzlerce yıllık topraklarından sökülüp atıldılar. 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin başlatmış olduğu ulus-devlet projesinin büyük ölçüde tamamlanmış haliydi. Soykırım kanları üzerinde yükselen cumhuriyet Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Ermeni ve Rum soykırımlarından elde edilen servet ve topraklar vaktiyle Kara Kemal’in öngördüğü gibi, sivil askeri bürokrasinin sırtını dayayabileceği bir “milli burjuvazi” yaratılmakta kullanıldı. Modernlik ve ilericilik adı altında toplum mühendisliği yürütüldü; soykırımlardan boşalan yerlere yerleştirilen insanlar kuşaklar boyunca rehin alındı. Cumhuriyetin kuruluş harcı soykırım kanlarıyla yoğrulduğu için, bu konu tabu haline getirildi; değil hakkında konuşulması, düşünülmesi bile yasaklandı. Bu baskıcı tek parti diktatörlüğünün “sol” olarak lanse edilmesi ve bu şekilde değerlendirilmesi, gerçekte sol için büyük bir talihsizliktir. Bir soykırımın ardından kurulan bir ulus-devletin, bir kapitalist devletin, sol ile yakından uzaktan ilgisi olamaz. Cumhuriyet idaresi de bu düzeni aynı şekilde korumuş, sembolik bir padişahın yerine sembolik bir cumhurbaşkanı koyarak, tek parti diktasını aynen sürdürmüştür. Dolayısıyla, bu yönüyle de cumhuriyetin ilerici bir özelliği söz konusu değildir. İşçi sınıfının durumu ise her iki tek parti diktasında içler acısıdır. Dolayısıyla, İTC ve ardılı Kemalizm’in sol ile ilgisi yoktur. Burjuva milliyetçisi bir anlayışın sol olarak lanse edilmesi, işçi sınıfının damarlarına milliyetçilik zehrinin enjekte edilmesini de beraberinde getirmektedir.


SINIF MÜCADELESİ MÜCADELE VE DİRENİŞLER - MESS’le uyuşmazlık aşamasında olan toplu sözleşme sürecinde DİSK/Birleşik Metal-İş üyesi işçiler geçtiğimiz hafta da Kocaeli ve Manisa’daki iki fabrikada kitlesel eylemler düzenledi.

MADENLER İÇİN ILO SÖZLEŞMESİ İMZALANDI Türkiye’deki madenleri uluslararası standarta kavuşturacak ILO sözleşmesi TBMM’de onaylandı. 19 yılın sonunda ve ölen yüzlerce madencinin ardından kabul edilen Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmesi, hem işverene hem de idareye yeni sorumluluklar getiriyor. Bu arada madenci ölümleri sürüyor. Geçtiğimiz hafta sonu Zonguldak ve Osmaniye’de iki madenci iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi.

İŞÇİ HAREKETİNDE KIPIRDANMA

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

KAZANMAK İÇİN KAPSAYICI BİR İŞÇİ EMEKÇİ HAREKETİ İNŞA ETMELİYİZ

- Aile hekimleri 12 Aralık’ta tüm Türkiye’de iş bırakacak.

KESK, 13 Aralık’ta Ankara’da bütçenin emekten, halktan yana olması için bir miting yapacak. 2015 yılı bütçe kanunu ile kamu çalışanlarına sadece yüzde 3+3 zam verilecek olması ve geçmiş yıla ait enflasyon farklarının verilmeyeceğinin açıklanması, mitingin ana konuları. Eğitimde özel okullara teşvik verilmesi, sağlıkta vatandaşın cebinden çıkan paranın her geçen yıl artması ve asgari ücretin 950 TL olması da tüm işçi ve emekçileri ilgilendiriyor. Ayrıca mitinge katılanlar, bütçede silaha ve güvenliğe 52 milyar, faiz ödemelerine 54 milyar ayrılırken, sosyal harcamalara 30 milyar ayrılmasını, hükümetin savaştan ve patronlardan yana tutumunu protesto edecek.

- HEMA maden işçileri, üretimi durduracağı öne sürülen şirketin lavuarı sökmeye başlaması üzerine ik saatlik iş yavaşlatma eylemi yaptı.

Türkiye’de 28 milyon çalışan insanın yaklaşık 22 milyonu işçi veya kamu çalışanı, yani ücret alarak geçimini sağlıyor. Her yılın başında bütçe yasalarında, milyonlarca ücretli çalışanı ilgilendiren asgari ücret, kamu çalışanlarına zam, eğitime, sağlığa, sosyal yardımlara para aktarılması gibi konularda karar veriliyor.

- Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde sendikaya üye olan ve yüzde 3 oranında verilen zamma itiraz eden 94 sağlık işçisi işten çıkarıldı. İşçiler hastane bahçesinde iki gün boyunca eylem yaptılar. Daha sonra ise direniş çadırı kuruldu. - ODTÜ emekçileri banka maaş promosyonu anlaşmasında Rektörlük ile anlaşamayınca eyleme geçti. Eyleme öğrenciler de destek verdi.

Zonguldak kömür işçileri eylemde-2014

Soma sonrası birçok yerde işçi direnişleri, iş bırakmalar ve çeşitli düzeyde mücadeleler yoğunlaşıyor. DİSK-AR’ın verilerine göre, 2014’ün ilk 6 ayındaki işçi eylemleri, 2013’ün ilk yarısına göre %51 arttı. 2014’ün ikinci yarısının verileriyle güncellendiğinde bu oranın iyice artacağına kuşku yok. Eylemlerin yarısını sendikasız ve taşeron

işçiler örgütledi. Yüzde %40’ı işten atmalara karşı yapıldı. En büyük sorun ise eylemlerin yalnızca %1’inin grev olması. Basın açıklamaları, yürüyüşler ve diğer eylemlerin de bir düzeyde etkisi olabilir ama işçi sınıfını tüm diğer toplumsal katmanlardan ayıran yaptırım gücü, en büyük silahı grevdir.

Türkiye’yi yeterince harekete geçiremediklerini düşünüyorlar.

Bu yıl bunu yapamamış olsak da, gelecek yıl için hazırlıklara şimdiden başlamalıyız. Bu faaliyetlerde işçilerin hangi siyasal eğilimden olduğuna bakmamalıyız. AKP’nin kapitalist uygulamalarını eleştirerek, hedefin hükümete geri adım attırmak olduğu bilinci ile birleşik mücadeleyi örmeliyiz.

Gerçekten de, Yatağan’da özelleştirilmenin durdurulmasının yolu, her yerde bu mücadeleyle çok daha büyük bir dayanışma ağının örgütlenmesinden geçiyordu. Yerellerde etkili olacak böylesi bir merkezi kampanya, küçük gruplar hâlinde Yatağan’a gidip parti bayrağı sallamaktan çok daha önemliydi. TEKEL işçileri 2010 yılında benzer bir seferberlik sonucu direnişini daha çok kazanımla sonlandırmıştı.

Birkaç bin kişinin yapacağı bir eylem değil, yüz binlerce, milyonlarca işçi ve emekçinin katılacağı bir miting, hükümete geri adım attırır. Bütçenin bir parça da olsa halk için olmasını sağlar. 2003’te Irak işgaline Türkiye’nin katılması ve 2013’te Gezi Parkına AVM yapılması, milyonlarca kişinin sokağa çıkması ile engellenmişti. Kazanmak, hükümete bütçede geri adım attırmak istiyorsak yüz binlerce, milyonlarca işçi ve emekçiyi ortak sloganlar etrafında sokağa çıkarmalı, kapsayıcı bir işçi emekçi hareketi inşa etmeliyiz.

YATAĞAN DİRENİŞİNİN DERSLERİ Yatağan’da 450 günü aşkın süredir maden ve enerji işçilerinin özelleştirmeye karşı yürüttüğü mücadele sonuçlandı. Sendika kazanımların olduğunu ve daha fazlasını istemenin “maceracılık” olacağını söylüyor. İşçiler ise Muğla halkının en başta yanlarında olduğunu, ancak özelleştirme resmi olarak gerçekleştikten sonra “yapacak bir şey kalmadığı” düşünüldüğü için yalnız kaldıklarını söyledi. Yatağan işçileri sendika yönetimlerine kendilerini yalnız bıraktıkları için öfkeliler. Fakat bir yandan da MARKS DİYOR Kİ Volkan Akyıldırım

İNSAN VE TÜRLERİN KADERİ “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 1859) Burjuvazi, her gün her şeyin yeniden yıkılıp yapıldığı bir düzen kurarak üretici güçlerin yani üretim alet ve

Bütçelerde emekçilere daha fazla hak sağlamak istiyorsak, yapacağımız gösterilerin çok güçlü olması gerekir. Hükümet üzerinde baskı oluşturmak, hükümete işçiler, emekçiler lehine geri adım attırmak istiyorsak büyük bir kampanya düzenlemeliyiz. Bu kampanyaya mutlaka bütün işçi ve emekçi örgütleri, özellikle de en büyük işçi konfederasyonu olan Türk-iş katılmalıdır. Kazanmak istiyorsak bütün işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesini gerçekleştirmeliyiz.

araçlarının gelişmesinin önünü açmıştı. Sanayi devriminden bugüne kadar geçen 200 yılda atmosfere yollanan karbondioksit gazının insanlığı toptan bir yokoluşa sürükleyecek boyuta ulaşması, üretimin geldiği yüksek safhayı negatif olarak gösteriyor. 1990’ların başında yapılan bir araştırma, o günkü üretiminin 5 milyarı aşan insanı hiç çalışmadan 10 yıl yaşatabileceğini ortaya koymuştu. O günden bugüne üretim kat be kat arttı. 2014 yılında ise her dokuz kişiden biri aç. Küresel şirketlerin dünya pazarında kuralsız hakimiyetinin önünü açan neo-liberalizm ile kapitalizm muazzam bir küreselleşme dönemine girdi. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi ile izole edilmiş hiçbir topluluk kalmadı. Dünyanın neresinde, hangi koşullarda yaşıyor olursa olsun her işçi, diğer ülkelerdeki işçilerin yaşadığı koşulları ve sorunları biliyor. Dünya nüfusunun

fakir çoğunluğu gelişmiş 8 ülkedeki yaşam koşullarını istiyor. G-8’de ise şirketlerin soyup soğana çevirdiği emekçi sınıflar ağır bir ekonomik saldırı ile karşı karşıya. Bolluğun içinde yokluk. Zenginliğin içinde açlık. Rahat ve serbest bir yaşamın maddi olarak mümkün olmasına karşı, iktidarı elinde tutan azınlığın kâr için insanları kölelik koşullarında bir yaşama, iklim felaketlerine ve savaşlara mahkum etmesi, kapitalist üretim ilişkileri tarafından belirlenen akıl dışı bir sistem. Tam da bu yüzden zengin sömürücü azınlık ile sömürülen fakir çoğunluk arasındaki savaş, her gün yeni bir Holywood filminin konusu oluyor. 1970’lerden bu yana insanlığın kanını emen neo-liberalizmin sonuna gelindi. Bugün patlak veren mücadeleler, neo-liberalizmin yarattığı vahşi koşullara karşı patlak veren ilk isyanlar. Zamanın ruhu ayaklanma. Bu ayaklanmaların toplumsal devrimin zaferiyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, insan ve bir çok türün kaderini belirleyecek.


10 MEKTUPLAR

BEDELLİ ASKERLİK DEĞİL VİCDANİ RET HAKKI!

TOPLANTI DUYURULARI

Ozan Ekin Gökşin İstanbul’dan yazdı.

FATİH

12 Aralık Cuma, 19:00 2015

MARKSİZM 8-12 NİSAN İSTANBUL Yer: Taksim Hill Otel

SURUÇ İZLENİMLERİ Konuşmacı: Aspurçe Gizem Kılınç Beyrut Cafe At Pazarı Meydanı Sokak No:7 KADIKÖY

11 Aralık Perşembe, 19:00

İLETİŞİM NUMARALARIMIZ: Ankara 0532470150

BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ

Sincan: 05397440268

(DSİP KONFERANSI DEĞERLENDİRMESİ)

İstanbul

18 Aralık Perşembe, 19:00

Beyoğlu: 05368474650 En son 2011’de 30 yaşından büyükler için 30 bin TL olarak

çıkan bedelli askerlik, AKP’nin “muhalefetine” rağmen, 27 yaşından büyükler için 18 bin TL’lik bedelle büyük bir coşkuyla yeniden kabul edildi. Önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Birileri çıkıp zaman zaman böyle şeyleri kaşıyorlar. Bunlar doğru yaklaşım tarzı değil. Burada TSK’nın kanaatini bir kenara koymak mümkün değil”, ardından Başbakan Davutoğlu “Fakir çocuğun askerlik yapması, zengin çocuğun bedel ödeyerek askerlik yapmaması olmaz” demişti. Henüz bu açıklamalar hafızalardan silinmemişken Davutoğlu, Meclis Grup Toplantısında müjdeyi verdi. Bedelli askerlik uygulaması, AKP’nin diğer politikaları gibi, gelir adaletsizliğini pekiştiren, parası olanın toplumda ayrıcalıklı haklara sahip olduğunun altını çizen neoli-

beral bir politika. Üstelik bu uygulama, zorunlu askerliğe karşı olan hoşnutsuzluktan güç buluyor. Birçok genç askere gitmemek için çeşitli yollar denerken, bedelli askerliği bir fırsat olarak görebiliyor. Bu uygulamadan sadece yoksullar istifade edemiyor. 2011 yılında çıkan son bedelli askerlik uygulamasından 406 bin kişinin yararlanabileceği söylenmişken, sadece 67 bin kişinin 30 bin TL’yi ödeyerek askerlikten muaf olması da bunun kanıtı. Zorunlu askerliğin alternatifi, ne zengini kayıran bedelli askerlik ne de ileri teknoloji ile donatılmış seçkin katiller yaratan profesyonel ordu. Mevcut sistemde en makbul olanı, isteyenin rızası ile gittiği, istemeyenin gerekçesini belirtmek zorunda bile olmadan vicdani ret hakkını kullabildiği gönüllü askerlik.

Filmin başkahramanı Nazaret yatağında uyurken yumruklanan kapının gürültüsü ile uyanır. Kendisi gibi toplanmış bir grup Ermeni ile birlikte, ellerinde kazma kürek, demiryolu yapımına sürülmüşlerdir. Bitince bırakırlar herhalde diye soruyor içlerinden biri. Yıllar geçip de günü geldiğinde bir kayanın dibine “kurşun harcanmadan” bırakılıyorlar, boğazlandıkları yerde. Film, badireyi atlatıp bir şekilde kurtulan Nazaret’in yarı mutlu yarı trajik sonu ile bitiyor.

Kadıköy: 05334479709

Konuşmacı: Aspurçe Gizem Kılınç

Üsküdar: 05075550272

Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3

İzmir 05544602111

ŞİŞLİ

Karşıyaka: 0505822991

11 Aralık Perşembe, 19:00

Tekirdağ 05332334150

2015’te NASIL BİR MÜCADELE BİZİ BEKLİYOR?

Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171

18 Aralık Perşembe, 19:00 AKP’Yİ NASIL YENECEĞİZ? Konuşmacı: Ferhat Kentel

THE CUT “KESİK” “Filmden korkanlar varsa, onlara bu sadece bir film diyorum” demişti, Fatih Akın Agos’ta yayınlanan bir röportajında. Peki, gerçekten de F.Akın’ın söylediği gibi “Kesik” sadece bir film mi? Soykırımda kendisini feda eden bir halanın hayatlarını kurtardığı bir dedenin torunu olarak cevaplıyorum bu soruyu. Hayır, bu sadece bir film değil. “Kesik” bir soykırım filmi olmasa da anlatılan soykırım. Apaçık olmasa da kolay anlaşılabilecek toplumsal yok ediliş ve imha eylemleri bu düşünceyi destekliyor. Bazı kırmızı çizgilere dokunulmuş ama hemen arkasından kendisi için yapılması yasaklanmış bir harekette bulunurken etrafı kolaçan eden bir çocuğun paniği hakim filmde.

Fatih: 05053524099

LİSELERDE EĞİTİM KİMİN İÇİN? GENÇLER Mİ PATRONLAR MI?

Şişli: 05547307216

Şunu bilmeliyiz ki, 1915 asla 1915’te kalmadı. O günleri yaşayan insanlar en hafif tabirle, bir travma yaşadılar. Bu travma ruhları çoktan tükenmiş olan bedenler ölüp gittiğinde, onlarla birlikte kaybolmadı. Bugün ne acıdır ki her “Ermeni dölü” kendisine miras kalmış bir travma ile dünyaya geliyor. Yeryüzünün neresinde olursa olsun her Ermeni o günlerin vahşetine, dehşetine, cinayetlere, tecavüzlere, talanlara, soygunlara şahittir. Kendisinin de başkahramanı olduğu bu filmi her biri 100 yıl önce izlemiştir. Bu yüzdendir ki benim için “kesik” asla “sadece bir film” değildir. “Kesik” utançtır, ayıptır, zulümdür, günahtır, cinayettir, katliamdır. Bu “kesik” Ermeni askerin boynuna değil, insanlığın şah damarına atılmış bir kesiktir. Armenak Bakırcıyan

Nakiye Elgün Sokak, No:32/3 Osmanbey İZMİR

12 Aralık Cuma Saat: 18.30 SINIFLI TOPLUMLAR NASIL ORTAYA ÇIKTI? Kolaylaştırıcı: Ersin Damarsardı 13 Aralık Cumartesi Saat: 14.30 İRLANDA’DA YÜZ BİNLERİ HAREKETE GEÇİREN SU HAKKI MÜCADELESİ: “NEHİRDEN DENİZE, SU ÖZGÜR OLACAK!” Konuşmacı: Mehmet Uludağ - İrlanda (Skype ile canlı bağlantı aracılığıyla) Yer: Karakedi Kültür Merkezi - 1462 Sokak No: 20/1 Alsancak ANKARA

16 Aralık Salı saat 19.00 BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN MÜCADELE Konur Sk, No:14/13, Kızılay


AKTİVİZM 11 OKYANUSLARDA BÜYÜK TEHLİKE Dünyadaki karbondioksit salımının üçte biri denizler tarafından emiliyor. Bu, küresel ısınmayı yavaşlatılırken okyanusların kimyasını değiştiriyor. Uluslararası Okyanusların Durumu Programı’nın (IPSO) raporu dünya denizlerindeki sıcaklık artışına dikkat çekiyor. Oxford Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde görev yapan deniz biyoloğu Prof. Dr. Alex David Rogers şunları söylüyor: “Okyanusların ısındığına dair kanıtlarımız var. Baltık Denizi gibi bazı noktalarda 1,3 santigrat dereceye kadar varan sıcaklık artışları söz konusu. Buna ek olarak derin suların da sıcaklığının arttığı, giderek ısındıkları yönünde artan bulgular elde ettik. Bunlar 700 metreden daha derin sular.” Karbondioksit salınımının yaklaşık üçte birinin denizler tarafından emildiğini belirten Rogers, bunun bir yandan küresel ısınmayı yavaşlatırken, diğer yandansa okyanusların kimyasını değiştirdiğini vurguluyor. Zira suda çözünen karbondioksit, karbonik aside dönüşüyor; bu da okyanusların asit oranının artırıyor. Araştırmanın sonuçları mercan, midye, salyangoz, deniz kestanesi, deniz yıldızı gibi sudaki kalsiyum iyonunu alarak kalkere yani kalsiyum karbonata dönüştüren organizmaların yanı sıra balıklar ve diğer organizmaların da tehlike altında olduğunu ortaya koyuyor.

YA GEZEGEN YA KAPİTALİZM

Nuran Yüce

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi Peru’nun başkenti Lima’da 20. kez toplanıyor.1 Aralıkta başlayan zirve 12 Aralık’ta sona erecek. Bu on iki gün içinde ülkelerin büyük bir çoğunluğunun üzerinde anlaştığı, insanlığı ve gezegendeki canlı yaşamını tehdit eden iklim değişikliğini ortadan kaldıracak bir uluslararası sözleşmenin (sera gazları indirim oranları ve mekanizmaları) taslağını oluşturacaklar. 2020 sonrası hükümetlerin yeni hedeflerini içeren taslak 2015 Paris Zirvesi’nde tamamlanacak ve imzalanacak. Şimdiden hükümetler taahhütte bulundukları hedefleri bir beş yıl sonra hayata geçirmeyi garantilemiş durumdalar. 1997’de hazırlanan ancak yeterli etkiyi yapacak nitelikte ülke katılımı sağlanamayan Kyoto Protokolü de sekiz yıl gecikme ile ancak 2005 yılında yürürlüğe girebilmişti. Kyoto’nun geçerli olduğu yedi yıl içinde ise karbondioksit seviyelerinde değil bir azalmaya her geçen yıl artışına tanık olduk. Geçtiğimiz Nisan ayında atmosferdeki karbondioksit seviyesi 400 ppm’i aştı.

MADENE KARŞI ÇIKAN YERLİ LİDERİ ÖLÜ BULUNDU

miş ülkelerin devlet bütçelerinden gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere iklim değişikliğiyle mücadele etmeleri için yıllık 100 milyar dolar verme taahhütleri bulunmakta. Şimdiye kadar Yeşil İklim Fonu’nda sadece 9,7 milyar dolar aktarılmış. Oysa aynı gelişmiş ülkeler aynı dönem içinde daha fazla kömür, petrol, doğal gaz çıkarılabilsin diye devlet bütçelerinden 88 milyar dolar harcamış. İklim zirvesinde iklim değişikliğinin asıl sorumluları geleceğimiz ve yaşamlarımızı yok sayarak pazarlık yapmaya devam ediyor. Bu pazarlığı tersine çevirecek tek bir güç var; tüm dünyada adalet, eşitlik talepleriyle aşağıdan yükselecek kitlesel bir hareket. Kârın değil, insan ve doğanın çıkarları ile şekillenecek başka bir ekonomik ve sosyal örgütlenmeye ihtiyacımız var. “Günümüzde insanlık yalın bir tercih yapmak zorunda: Ya gezegeni kurtarıp kapitalizmi çöpe atacak, ya da kapitalizmi kurtarıp gezegeni çöpe atacak.”*

* Ümit Şahin, Yeşil Gazete Lima yazıları. Ömer Madra, Vaziyet ve Manzara-i Umumiye

Bilimin güvenli seviye olarak belirlediği karbon dioksit seviyesi aşılmış durumda. Bu artışla artık şu sonuçlar garantilendi; 2014 yılı en sıcak yıl olarak tarihe geçecek, Batı Antarktika buz örtüsündeki erime artık durdurulamayacak, denizlerdeki asitlenme oranı son altmış yılda yüzde 30 arttı vb . Bu gibi veriler kamuoyu ile alenen paylaşılıyor, uyarılar yıllardan beri yapılıyor. Aslında bilimsel verilere bile gerek kalmadı. Hortum, sel, kuraklık iklim değişikliğinin fıtratında olanlar. Hal böyle iken iklim değişikliğini durdurmak için hemen, şimdi harekete geçmek, fosil yakıt rezervlerinin %80’ini toprakta bırakmak gerekiyor. Lima’da gerçekleşen iklim zirvesinde ise Shell’in iklim değişikliği danışmanı hem konuşma yapıyor hem de arsızca “bugün dünya enerjisini fosil yakıtlardan sağlıyor ve böyle olmaya devam edecek“* diyor. Lima’da “yükümlülük, taahhüt, bağlayıcılık” gibi kelimelerin yerini “gönüllülük ve katkı” kelimelerinin aldığı söyleniyor. Geliş-

EKVADOR:

Peru’da ‘iklimi değil sistemi değiştirin’ eylemi

José Isidro Tendetza Antún Ekvador’da ülkenin en büyük ikinci yerli halkı olan Shuar’ların liderlerinden olan ve Mirador bakır ve altın madeni projesine karşı yürüttüğü muhalefet nedeniyle tehdit edilen José Isidro Tendetza Antún ölü bulundu. Antún Peru’da yapılacak olan iklim görüşmelerinde yapılacak eylemleri örgütlüyordu. Ekvador’da hükümet Çin’e olan borçlarını ödemek için pek çok çokuluslu şirkete büyük maden projeleri yürütme izni veriyor ve orduyla polisi de bu şirketlerin korumasını sağlıyor. Ekvador’da çevre aktivistleri uzun zamandır hükümetin baskısıyla mücadele ediyorlar. Geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler konferansına katılan ülkenin “solcu” başkanı Rafael Correa’yı teşhir etmek için yola çıkan bir “Çevre Karavanı” polis tarafından altı kez durdurulmuş sonra da ona el konmuştu. Önemli bir biyoçeşitlilik alanı olan Tiputini nehrine ve yağmur ormanına zarar verip yaklaşık 2.000 km2’lik bir alanı kapsayacak olan Mirador maden projesine daha önce karşı çıkan Bosco Wisum 2009’da Freddy Taish ise 2013’de hayatını kaybetmişti. Antún’a daha önce rüşvet önerilmiş, kabul etmeyince ekinleri yakılmıştı. Önce işkence gören daha sonra ise elleri ayakları bağlanılıp öldürülen Antún’un cesedi isimsiz olarak gömüldükten sonra oğluna haber verildi.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

HEPİMİZ ERMENİYİZ KÜRDÜZ SİYAHIZ! ÇAĞLA OFLAS

ABD’de jürinin Ferguson’da 9 Ağustos’ta siyah Micheal Brown’u ve bir gün sonra St. Lois’de Darren Wilson vuran polisin yargılanmasına gerek olmadığına karar vermesi üzerine öfke dalgası giderek yükseliyor. 13 Aralık Cumartesi günü “Öfke Günü” adında milyonluk yürüyüş planlanıyor. Daha şimdiden ülke çapında yaygın gösteriler yapılıyor. Bu rakam sivil haklar mücadelesinden bugüne ırkçılığa karşı sokağa çıkanların ulaştığı en büyük rakam olacak. Kapitalizmin bir icadı olan kurumsal ırkçılık her yerde olduğu gibi Türkiye’de de çok bilindik. Türkiye’de polis şiddetine ve ırkçı cinayetlere defalarca tanık olduk. Her seferinde ırkçı katillerin “failleri bulunamadı”, bulunsa da cezalandırılmadı ya da çok az cezalarla katiller paçayı sıyırdılar. Bu olaylardan en bilineni, 2007 yılında siyah bir mülteci olan Festus Okey’i vuran polisin dört yıla mahkûm edilmesi. Geçen yaz Ugandalı göçmen tekstil işçisi Jesica Nankabirwa’yı öldüren katillerin failleri bulunmadı. Hükümet, Ağustos ayının ortasında meydana gelen Suriyeli mültecilere yönelik pogromların sorumluların bulunup yargılanmak yerine, mültecileri kamplara geri gönderdi. Şimdi de hükümet dilencilik yapan Suriyeli mültecileri kamplara göndereceğini beyan ediyor. Kürtlere, ErmenileSOSYALİZM SOHBETLERİ Meltem Oral

MÜCADELE DEĞİŞTİRİR İşçi sınıfı mücadelesi açısından hareketli bir dönemdeyiz. Elbette hayatı durduran grevler yaşamıyoruz ama bir kıpırdanma var. Üstelik daha da sertleşen deneyimler yaşanıyor. Yatağan’da özelleştirmeye karşı direnişteki işçilerin yeni patronun işyerine girmesini engellemesi gibi. Erdoğan bin odalı sarayının reklamını yapadursun Soma katliamının ardından işçi direnişlerinde yüzde 51’lik bir artışın yaşandığı ifade ediliyor. İşten çıkarmalara, ücret ödenmemesine tepkiler arttıkça işçilerin eylemliliği de artıyor. Direniş, mücadele sayısı artıyor ancak Türkiye işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve varolan sendikaların bürokrasisi mücadelenin olumsuzluklarından.

re, Rumlara, Yahudilere yönelik ırkçı tehditler her fırsatta kendini yeniliyor. 2007 yılında Hrant Dink’in öldürülmesinden ardından “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla yürüyen yüz binler, ırkçılığa karşı mücadelenin kapılarını açtı. Ardından 21 Mart 2013 Newroz kutlamalarında Kürt halkının lideri Öcalan’ın mesajı Diyarbakır’da milyonlara iletildi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk kez Kürt bir lider Selahattin Demirtaş yaklaşık %10 oy aldı. Tüm bu gelişmeler ırkçılığa karşı mücadelede önemli olanaklar sunuyor. Tam da bu nedenle ABD’deki ırkçılık karşıtı hareketin bir parçası olmalı, bulunduğumuz her yerde ırkçılığa karşı mücadeleyi etmeli-

PINAR SELEK’E İŞKENCE SÜRÜYOR Pınar Selek hakkında açılan davadan 3 kez beraat etti. Son mahkemede verilen kararın Yargıtay tarafından bozulması nedeniyle yeniden görülen davada 15. Ağır Ceza Mahkemesi savcısı önceki mütalaasını tekrarlayarak Selek’in ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasını istedi. Bilirkişi raporlarından defalarca olayın LPG patlaması

Türkiye’de işçi sınıfının çok küçük bir kesimi sendikalı. Son dönemde artan direnişlerin yarısı da zaten sendikasız ve taşeron işçiler tarafından gerçekleştirilmiş. Ancak bu durum karamsarlığa yol açmamalı. İşçi sınıfının sendikasız olması önümüzdeki süreçte artması muhtemel direnişlerin önünde mutlak bir engel olacak diye bir kural yok. Aksine yükselen mücadele işçi sınıfının kendi taban örgütlerini inşa etmesi için bir vesile olabilir. Hareketin kendisi örgütlenmeye yol açan bir etkiye sahip olabilir. Tıpkı 1990’larda kamu çalışanlarının yükselen hareketinin, yeni ve genç işçi kuşağının mücadelesinin kamu emekçileri sendikası KESK’te örgütlülüğü sağlamış olması gibi. Ancak uzun yıllardır işçi sınıfı mücadelesindeki durgunluk, yenilgiler, neoliberal politikaların kazanılmış haklara saldırısı karşısında zaten güçlü bir karşı koyuş sergileyememiş olmak işçilerin hem mücadele konusunda hem de örgütlenmek konusunda kendilerine olan güvenini zedeledi. Mücadelede değişim, mücadele dışındaki on yıllarla

yiz. Öte yandan kapitalizmin krizi derinleştikçe, adaletsizlik ve eşitsizlik milyonların daha fazla öfkeyle sokaklara dökülmesine neden oluyor. Dünyanın süper güçlerinden ABD’de bile egemenler hiçbir sorunla karşılaşmadan düzenlerini sürdüremiyorlar. Siyahlar, beyaz, kadın, erkek, işçiler, LGBTİ bireyleri, çocuklar, gençler, kısacası ezilen ve sömürülen tüm emekçiler gerçek düşmanın kapitalizmin olduğunu her gün biraz daha farkına varıyorlar. Tam da bu nedenle ırkçılığa karşı mücadeleyle kapitalizme karşı mücadeleyi birbirinden ayırmadan işçi sınıfı mücadelesinin merkezine almalıyız. olduğu ortaya çıksa da devlet yıllardır Pınar Selek’i rahat bırakmadı. Yıllardır değişen mahkemelere, heyetlere rağmen değişmeyen şey devletin Selek’e karşı tutumu oldu. İşkence altında ifadesi alınan sanıklardan Abdülmecit Öztürk ve Türkçe bilmediği halde tercümansız ifade veren halası ilk mahkemede bu ifadeleri reddetti. Ardından verilen raporlardan sadece ikisi patlamanın bombadan kaynaklandığını söylüyor. Belli ki devlet Pınar Selek’e karşı bir intikam davası sürdürüyor. Sonuna kadar Pınar Selek’in yanındayız. kıyaslanamaz. İşçiler maddi koşullarını değiştirmek için harekete geçtiklerinde kendilerini de değiştirirler. Sadece örgütlenmek konusunda değil o güne kadar ikna olunan, cinsiyetçilik, ırkçılık gibi bir dizi hakim fikirde de bir değişim yaşanır. ‘Kendi içinde bir sınıf olmaktan kendisi için bir sınıf olma’ dönüşümü tam da böylesi bir mücadele içinde şekillenir. İşçilerin bir likteliğinin kolektif bir güç olduğu fikri mücadele içinde güçlenir. İşçilerinin bilinci sanıldığının aksine eğitimle, Karl Marx okuyarak değişmez. Gerçek dönüşümü sağlayan mücadeledir. Önümüzdeki süreçte işçi sınıfı hareketinin daha da keskinleşmesi ihtimali var. Soma’dan beri AKP’nin pervasızlığı arttıkça işçilerin öfkesi de büyüyor. Bu mücadelenin keskinleşmesi Türkiye’deki işçi sınıfının kendine güvenini güçlendirebilir. Yeni bir işçi kuşağının varolan sendika bürokrasilerine karşı mücadele etmesini sağlayabilir, sendikasız işçilerin örgütlenme mücadelesinin önünü açabilir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.