Ian
Angus
Şenol
Murat
Karakaş
Belge
Behçet
Abdulhalim
Çelik
Selim
Karaosmanoğlu
Deringil
Nihat
Zeynep
Kentel
Ferda
Direk
Tom
Keskin
Hickey
Ohannes
Ümit
İzmen
Kılıçdağı
Ömer
Sotiris
Faruk
Ka
Kontogiannis
Arife Köse Nazan Maksudyan Roni Margulies Hasan Pehlivan İrvin Cemil Schick Mete Tunçay Cemal Yardımcı Tolga Yıldız
2015
SOTİRİS KONTOGİANNİS İLE SÖYLEŞİ
Mete Tunçay: Geçmişe yönelik sözde-fetihler
NAZAN MAKSUDYAN ANTARAM’IN YOLCULUĞU
İrvin Cemil Schick: BİR Soykırım Anıtı’nın Vakti Geldi Artık
Francis Bacon: Çöken bir Medeniyetin Sanatı ve Siyaseti
TL
HAZİRAN
KDV DAHİL
8
15/ NİSAN
MURAT BELGE DEVLETÇİ-MİLLİYETÇİ BİR MASAL
Zeynep Direk: Yakın partner şiddeti
2
BU SAYIDA •
GÜNCEL
3
Bu seçim bir başka
Şenol Karakaş
5
Devlet, derin devlet, darbe
Roni Margulies
7
Bir elmanın iki yarısı
Ömer Faruk Ka
8
Sotiris Kontogiannis ile söyleşi: “Ulusal birlik hükümeti değil, işçi hükümeti”
Arife Köse
GELENEK ve GÜNÜMÜZ
14 Devletçi-milliyetçi bir masal İ S A N 15/NHAZİRAN 2015 ISSN: 2146-448
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti.
15
Murat Belge
Geçmişe yönelik sözde-fetihler
Mete Tunçay
16 Kapitalizm ve extra geleneksel supangle
Roni Margulies
18 Gelenek, kimlik, fıtrat Ferda Keskin
Adres Serasker Cad. No: 88-90 Nergiz Apt. Kat: 3 - Kadıköy / İstanbul (555) 637 24 50 www.altust.org bilgi@altust.org
Baskı Öncesi Hazırlık ve Teknik Koordinasyon Punto Baskı Çözümleri Tic. Ltd. Şti. Halaskargazi Cad., Siat Kuran İş Merkezi, No. 145, Kat 5, Şişli, İstanbul. Tel: 0212 - 231 3067 (pbx) www.puntops.com Ulusal süreli yayın, Üç ayda bir yayınlanır.
Genel Da¤›t›m
YAZI KURULU : Ferda Keskin, Ferhat Kentel, Mustafa Arslantunalı, Neslihan Şık, Özden Dönmez, Roni Margulies, Sinan Özbek, Tolga Tüzün, Ümit İzmen
DANIŞMA KURULU: Arus Yumul, Avi Haligua, Behçet Çelik, Bülent Somay, Dilek Kurban, Eren Keskin, Hayko Bağdat, Işın Eliçin, İrvin Cemil Schick, Kerem Kabadayı, Nabi Yağcı, Nil Mutluer, Ömer Madra, Ragıp Zarakolu, Selim Deringil, Semih Gümüş, Yalçın Ergündoğan
55 Evrim açısından yabancılaşma
50 Yakın partner şiddeti
SANAT ve SİYASET
Nihat Kentel
Tolga Yıldız
Zeynep Direk
Sahibi Ozan Tekin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Burak Demir Reklam Sorumlusu Özdeş Özbay (533) 447 97 09 Görsel Tasarım ve Uygulama Gül Dönmez Kapak Çalışması İrvin Cemil Schick Baskı Görsel Dizayn Ofset Atatürk Bulvarı,Deposite İş Merkezi, A5 Blok, 4.Kat, No:405 İkitelli OSB, Başakşehir/İstanbul Tel: +90 (0212) 671 91 00
48 Sömürü ve malî kriz
58 Kürdistan sanatı: Şener Özmen
TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER
Abdulhalim Karaosmanoğlu
60 Francis Bacon: Çöken bir
20 16 Türk Devletinin Askeri
Antalya’da Canlandırılacak Hendek Belediyesi Bayraktepe Projesi Dedem Korkut Ne Derdi
Medeniyetin Sanatı ve Siyaseti
Tom Hickey
62 Dünya onlara hizmet etmek
53 Ya Sosyalizm Ya Barbarlık
için var: Holbein ve Büyükelçiler
Ian Angus
ERMENİ SOYKIRIMININ 100. YILI
22 Antaram’ın Yolculuğu 26
Nazan Maksudyan
Kul hakkı ve tazminat
Hasan Pehlivan
30 Yüzleşme, hafıza ve adalet Cemal Yardımcı
34 Başka bir tarihin kökleşmemiş tohumları 38
Ohannes Kılıçdağı
Antura Ermeni Yetimhanesi
Selim Deringil
40 Toplama kampı olarak Ermeni tehciri 41
Ferda Keskin
Türkiye’de sermaye birikiminin gelişimi
Ümit İzmen
43 Soykırım Anıtı 46
İrvin Cemil Schick
1909 Adana Katliamı
Behçet Çelik
3
• GÜNCEL
Bu seçim bir başka Şenol Karakaş AltÜst’ün bir sonraki sayısı çıktığında, 7 Haziran seçimleri yapılmış ve siyasal alanda çok radikal değişiklikler yaşanmış olacak. Bunun nedeni, hepimizin malumu: HDP seçimlere parti olarak giriyor ve barajın altında kalması durumunda başka bir Türkiye siyasetinden, barajı aşma durumunda ise bambaşka bir Türkiye’den söz ediyor olacağız. Bir parti ve bir seçim neden bu kadar belirleyici önemde peki? Bu ne seçimlerin ne de HDP’nin kabahati! Seçimleri böylesi önemli bir hale getiren, AK Parti bile değil. Bu sürecin bu kadar gergin yaşanmasının belirleyici sorumlusu, Recep Tayyip Erdoğan ve onun gündeme getirilmesi engellenemez olan başkanlık hırsı. Bu hırs ve HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı, kelimenin tam anlamıyla kafa kafaya geldi. Bu kafa kafaya gelme durumu, 2015 genel seçimlerini beklenenden çok daha önemli hale getirdi. Türkiye’de “bu seçim tarihî önemdedir” diyerek duruyulmayan bir seçim yaşanmadı belki, ama ilk kez “tarihî” iddiasına yakışır bir seçimle yüz yüzeyiz. Diyebiliriz ki, böylesi koşullarda HDP liderliğinin seçimlere parti olarak katılma kararı, Türkiye siyasal rejimini belirlemek yönünde oynanan en büyük kumardır. Olabilir, ama bu kumarın sorumlusu HDP değil. Kumar masasını kuran iki siyasî güç var: Birisi 12 Eylül darbesinin ürünü olan, partiler ve seçimlerle ilgili yasalar. Bu yasalar seçimlere katılmayı zorlaştırmakla kalmıyor, yüzde 10’luk baraj sistemiyle bir dizi partinin milletvekili çıkartmasını imkânsız hale getiriyor. Seçim süreçlerini kumarhaneye çeviren ikinci güç ise, ANAP’tan AK Parti’ye kadar seçim barajında
kendi iktidarlarının garantisini gören hükümet partileri. Özelikle AK Parti, darbelerle hesaplaşacağını iddia ederek siyaset yapma iddiasındaki bir parti olarak darbenin ürünü olan seçim barajına adeta gözü gibi bakıyor. Hazırlanan bir seçim simülasyonu, HDP’nin baraşı aşmasının AK Parti için de Erdoğan için de neden “can alıcı” olduğunu gösteriyor. AK Parti, CHP ve MHP 2011 seçimlerinde aldıkları oy oranını korusalar bile, yani sırasıyla yüzde 49,74, yüzde 25,98 ve yüzde 12,99 oranında oy alsalar bile, HDP’nin yüzde 10 oranında oy alması koşulunda Erdoğan’ın işi zorlaşıyor. Bu oy oranlarıyla 2011 seçimlerinde AK Parti 326, CHP 135, MHP 53 milletvekili çıkartmıştı. O zamanki adı BDP olan HDP ise bağımsız girmiş ve 36 milletvekili çıkartmıştı. 2015 seçimlerinde diğer partiler aynı oy oranına sahip olursa AK Parti 307 milletvekili çıkartabiliyor, 19 milletvekilini kaybediyor. MHP milletvekili sayısını korurken, CHP altı milletvekili kaybediyor. HDP ise 24 milletvekili daha fazla çıkartarak 60 milletvekiliyle mecliste temsil edilir hâle geliyor.
Ama bütün seçim anketleri, AK Parti’nin 2011’de aldığı yaklaşık yüzde 50 oy oranına ulaşamayacağını gösteriyor. 2015 yılı anket ortalamalarına göre AK Parti yüzde 45,35’e gerilemiş durumda. CHP yüzde 25 oy oranındayken MHP yüzde 15,24 oy oranına yüskeliyor. Bu durumda HDP yüzde 10 barajını geçtiğinde şöyle bir sonuç çıkıyor: AK Parti 282 milletvekiline düşüyor, CHP 131, MHP 76 milletvekiline sahip oluyor. HDP ise 61 milletvekiliyle mecliste yer alıyor. Anketler başka, gerçek seçimler başka, ama AK Parti liderliği ve Erdoğan’ın neden HDP ve Selahattin Demirtaş’a öfke kustuğu açık. HDP’nin barajı geçmesi durumunda, Erdoğan başkanlık hayallerine uzun bir süre ara verebilir. Çok açık ki Erdoğan’da numara bitmez, ama Gezi direnişi günlerinden beri her bulduğu meydanda “Sandık da sandık!” diye kükrediğini hatırlayacak olursak, sandık tarafından ya da daha sevdikleri bir ifadeyle “millet iradesi” tarafından başkanlığa veda etmek zorunda kalırlar.
Ahval ve şerait Seçimlerin
içinde
cereyan
edeceği koşulları da Erdoğan tarafından köşeleri çizilmeye çalışılan siyasal kutuplaşma belirliyor. Önce Gezi direnişi, ardından 17-25 Aralık’ta yolsuzlukların açığa çıkması, Recep Tayyip Erdoğan’ı savaş psikolojisine daha hızla savurdu. Erdoğan o dönemden beri savunmak için saldırıyor. Birilerine, bir siyasî çevreye meydan okumadığı tek bir gün geçmiyor. Cumhurbaşkanlığı yetmedi Erdoğan’a. İpini sağlam kazığa bağlamak için, kesin bir şekilde başkanlık rejimi istiyor. Hayalî 400 milletvekili talebi de esas olarak başkanlık rejiminin propagandasını yapmanın aracı. Bu arada, ne oluyorsa Abdülkadir Selvi’nin ağzından kaçırdığı “AK Parti’nin büyüsü”ne oluyor. Zira Erdoğan, sadece toplumun yüzde 50’sine meydan okumuyor. Patronun kendisi olduğunu göstermek için AK Parti liderliğini de sürekli ters köşeye yatırıyor. Davutoğlu’nun şeffalık paketi, Hakan Fidan’ın milletvekilliği, çözüm sürecinde önemli bir adım olan başbakanlık ofisinde yapılan ortak açıklama gibi bir dizi konuda, Erdoğan hükümeti eleştiriyor. AK Parti safları
4
GÜNCEL •
Erdoğan’a tam bağlılığını ifade edenlerle Erdoğan’ı eleştirenler şeklinde bölünüyor. 2001 Şubat krizinin ardından gelen ve temel vaadi askerî vesayeti geriletmek ve egemen sınıf açısından istikrar olan AK Parti, her geçen gün istikrarsızlığın bizzat yaratıcısı konumuna gereiliyor.
Buna, 2009 yılından beri Türkiye’de ekonomik büyümenin yavaşladığını ve yavaşlamanın devam ettiğini ekleyince, Erdoğan ve AK Parti liderliğinin her zamankinden daha fazla sağa kaymasını anlamak kolaylaşıyor. Bu kayışın ilk işaretlerini Yalçın Akdoğan vermişti ve yolsuzluk dosyasını açığa çıkartanların kumpasçı bir paralel yapı olduğunu söylemiş, bu odağın daha önce “Millî ordumuza da” kumpas kurduğunu iddia etmişti. Erdoğan, ondan da önce 28 Şubat tutuklamalarının dalga dalga gelmesini eleştirmişti. Yolsuzluğu aklamak, kumpas teorisini inandırıcı kılmak, ancak daha dabüyük bir kumpasın varlığını kanıtlamakla mümkündü ve AK Parti liderliği Ergenekoncularla ve Balyozcularla uzlaşarak, suikastçi ve cuntacı kadroların masum olduğunu ilan ederek bütün suçu Cemaat’e yıktı. Artık bütün Balyozcular serbest. Sağa kaymayı bir adım daha ilerleten AK Parti’liler, artık 2010 referandumunun dahi Cemaat’in bir tezgâhı olduğunu iddia edebiliyorlar. Erdoğan’ın Balyozcularla anlaşmasının bir sonucu, askerî vesayetin işaret fişeği olan
Osman Tümay
Erdoğan son olarak yolsuzluğa bulaşan AK Parti’li bakanların Yüce Divan’a gitmesi için yapılan meclis oylamasında olumlu oy veren 50 AK Parti’li vekili hain ilan etti. Erdoğan cumhurbaşkanlığı değil aynı anda muhtarlar başkanlığı, ekonomi bakanı ve başbakan rolünü oynuyor. Özellikle Merkez Bankası başkanıyla atışması, Erdoğan’ın başkanlık sistemine odaklandığını ve geri kalan her politik başlığı ve bu başlıklarla beraber siyasal istikrarı teferruat olarak gördüğünü gösteriyor.
Genelkurmay Başkanları’nın kamuoyuna ve basına açıklamalar yaparak siyasî alana müdahale etmesi olgusuyla daha sık karşılaşmaya başladık. Bu gelişmenin bir başka yönü ise doğrudan Kürt sorununu ilgilendiriyor. Çözüm süreci, tam da kamuoyunda tıkır tıkır işliyormuş gibi bir duygu yaratmışken, Erdoğan frene sert bir şekilde bastı. Kürt sorunu falan yoktur dedi. Bu, hem sürecin tıkır tıkır işliyormuş gibi görünmesine yönelik aşırı sağcı, milliyetçi tepkiyi kendi saflarında toparlamak için yapılan bir çıkış oldu hem de askerlerle uzlaşmanın bir bedeli. Çözüm süreci başladığından beri PKK’ye yönelik operasyonlar yapamayan ordu, hızla PKK’ye yönelik operasyon yaptı. Genelkurmay’ın defalarca hükümete operasyon talebinde bulunduğunu biliyoruz. Bu talep ilk kez kabul edildi. Çözüm süreci sonlanmış değil, ama bunun nedeni Kürt hareketinin gösterdiği sabır ve Kürtler ve Türklerin önemli bir bölümünün yeniden savaş istememesi.
Kutuplaştırma değil özgürlükler için mücadele Seçim ahval ve şeraitinin en önemli ekseni, apaçık bir vicdansızlık sorunu yaşayan Erdoğan’ın özel stratejisine dayalı olarak geliştirilen kutuplaştırma siyaseti. Bir süredir tartışma, fikrî
kapışma, diyalog yok Türkiye’de. Pozisyon almak var! Her olay, kutbun bir ucunda yer alanların pozisyonunu yeniden belirlemesi için kullanılıyor. Bu pozisyonların bir ucunda Erdoğan ve Erdoğan fanatikleri, yandaşları, şimdilik hâlâ AK Parti liderliği var. Kutbun bu ucu, seçimleri, başkanlığı berlileyen sürecin başlangıcı olarak ilan ediyor. Kutbun diğer ucu ise daha karmaşık bir siyasal zemin sunuyor. Bu siyasal zeminde sesi en çok çıkanlar, kategorik AK Parti karşıtları. Bu karşıtlığın siyasî hedefi, AK Parti’den kurtulmak, nasıl olursa olsun AK Parti’nin devrilmesi. Ama AK Parti karşıtlığı yamalı bir bohça gibi. Ermeni soykırımının devamından yana olanlar da AK Parti karşıtı, soykırımın tanınmasını ve devletin özür dilemesini isteyenler de. Çözüm sürecinin sonlanmasını isteyenler ve hatta Kürtlerin varlığını inkâr edenler de AK Parti karşıtı, Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü savunanlar ve Kürt halkının haklarının tanınması ve anayasal güvence altına alınmasını savunanlar da. Irkçılar da AK Parti’ye karşı, ırçılığa karşı mücadelenin en temel özgürlük mücadelesi olduğunu savunanlar da. Aralarında geçici bir uzlaşma sağlasalar da Ergenekoncular ve Balyozcular da AK Parti’ye karşı, Ergenekon
ve Balyoz’un bir darbe girişimi olduğunu düşünenler ve derin devlet örgütlenmesinin dağıtılması için mücadele edenler de. İşte, seçim sürecinin tüm duyuları politikaya açtığı koşullarda, HDP ve HDP’nin barajı aşması için çabalayan bizler, kategorik AK Parti karşıtlarından farkımızı net bir şekilde açığa çıkartmak ve bu farkın AK Parti’nin devrilmesini istemekle, AK Parti’yi yenmek istemek arasındaki devasa siyasî farktan kaynaklandığını net bir şekilde göstermek zorundayız. Biz AK Parti’yi yenmek istiyoruz. Sokakta da yenmek istiyoruz, mecliste de. Ulusalcı bir koalisyonun parçası olarak değil ama. Ergenekoncuları aklayarak değil. CHP-MHP koalisyonunun “bas geç” taktiğiyle değil. Kutuplaştırma, pozisyon alma siyasetlerinin parçası olarak değil. AK Parti’nin yoksul ve emekçi tabanının AK Parti liderliğinden kopmasını sağlayarak AK Parti’yi yeneceğiz. HDP 7 Haziran seçimlerinde barajı aştığında, büyüsü bozulan AK Parti içinde çatlaklar beklediğimizden çok daha hızlı derinleşebilir. O zamana hazır olmak için, tüm özgürlükleri ayrımsız savunan bir mücadeleyi bugünden örgütlemek ve ama 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı geçmesini sağlamak zorundayız.
5
• GÜNCEL
Devlet, derin devlet ve darbe Roni Margulies “Derin devlet” ifadesi Latin Amerika’da, Yunanistan’da, bir de bizde var. Bildiğim kadarıyla başka ülkelerin siyasî söyleminde böyle bir ifade yok. İhtiyaç duyulmamış. Niye? Bizim “derin devlet” dediğimiz yapının kendisi mi yok dünyanın geri kalanında? Olmayan bir şeye isim takmak gerekmediği için mi ihtiyaç duyulmamış? Hayır, öyle değil? Devletin gizli kolları, yasal yollarla yapılamayan işleri yapmak için yaratılmış kurumları, “iç güvenlik” tehditlerini çaktırmadan ortadan kaldırmayı görev edinmiş silahlı “büroları” her yerde var. Doğu Avrupa ülkelerinde, Ortadoğu’da, egemen sınıfın istikrarsız ve kendine güvensiz olduğu ülkelerde zaten var, ama İngiltere, Fransa gibi “hukuk devletleri”nde de var. İngiltere’de 1960’larda İrlanda sorununu çözmeye yeltenen İşçi Partili Başbakan Harold Wilson’u devirmek için gizli servisin darbe planları yaptığı biliniyor örneğin. (Düşünün, Wilson alt tarafı Tony Blair’den azıcık daha radikal bir Başbakan’dı!) Fransa’da, Cezayir’deki kurtuluş mücadelesine verilen destek özellikle aydınlar arasında büyüdükçe, gizli devlet örgütlerinin yaptıkları biliniyor. İngiltere’nin sömürge İrlanda’yla, Fransa’nın sömürge Cezayir’le ilişkileri “devlet meselesi” olarak görülüyor, gelip geçici hükümetlerin bu meselelere el atması devlet aygıtı tarafından hoş karşılanmıyordu. Ama İngiltere ve Fransa’da “derin” denmiyor, çünkü biri derin, biri de sığ olmak üzere iki ayrı devlet olmadığı, sadece tek bir devlet olduğu biliniyor. Türkiye’de (ve dünyanın bütün ülkelerinde) de durum aynı. Deriniyle sığıyla tek bir devlet var. Ve bu devlet başka bir şey, hükümet başka.
Devlet aygıtı kalıcıdır, değişmez, seçilmemiştir. Albay ve generallerden hakimlere, emniyet müdürlerinden valilere, kaymakamlardan rektörlere, müsteşarlardan büyükelçilere, aynı ideolojik eğitimi görmüş, aynı “yüce devlet” anlayışıyla yoğurulmuş dev bir kadrodan oluşur. Personel değişir, ama yapı değişmez.
Devletin âli çıkarları Bu devlet aygıtı, gerekli gördüğünde, “devletin âli çıkarları” için, “devletin bekası” için hükümetlerden habersiz işler yapar, hükümetlere müdahale eder. Bu yapının en üstünden birkaç önemli ismin değiştirilmesi, örneğin MİT’in başına Hakan Fidan’ın getirilmesi, HSYK’nın başkanlığına Rezalettin Asarkeser’in atanması hiçbir şeyi değiştirmez.
AK Parti artık devleti kontrol ettiğini sanıyor galiba. Sanıyorsa yanılıyor. Başka herkes AK Parti’nin devletleştiğini sanıyor. Onlar da yanılıyor. AK Parti belki de devleti kontrol etmediğini biliyor, ama Ergenekoncuları, Balyozcuları salıvererek devletle bir anlaşmaya vardığını sanıyor. Öyleyse, yine yanılıyor. AK Parti devletle barışabilir, ama Kemalist devlet aygıtı AK Parti ile hiçbir koşulda barışmaz. Bu nedenledir ki, darbe tehlikesi hiçbir zaman gündemden düşmüş değildir, olamaz. Ve bu nedenledir ki, AK Parti’ye karşı mücadelede darbeciler, Genelkurmay, Silivriciler, Cumhuriyet mitingcileri, CHP gibileri hiçbir zaman müttefiğimiz değildir, olamaz. Hayatta tek derdi AK Parti’nin devrilmesi olanlar
varsın bunlarla ittifak yapsın. Bizim derdimiz, AK Parti’nin tepeden, silahlı zorbalar tarafından devrilmesi ve toplumun daha da otoriter, daha da ceberrut güçlerce yönetilmesi değil. Biz hükümetin tabandan gelen ve toplumun, demokrasinin, özgürlüğün önünü açan bir hareket tarafından devrilmesi için mücadele ediyoruz.
Devletle barışmak Tayyip Erdoğan ve hükümeti ile Kemalist devlet arasındaki ittifak geçicidir. Erdoğan doğmadan 30 yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti devleti tüm devlet kademelerini Kemalist laikliği özümsemiş kadrolarla doldurmuş ve bu konuda en ufak kuşkusu olan herkesi devlet ve siyaset sahnelerinin dışına itmiştir. Kadro üretiminin
6
GÜNCEL • Balanlı devlet adına konuşuyor. Silahlı Kuvvetler’i zayıf düşürdünüz, elbet bunun hesabını soracağız, diyor.
devamını sağlayacak eğitim sistemini oluşturmuş ve oturtmuştur.
kendi adamlarını oturtmuştur, ama dağın koca gövdesi olduğu gibi durmaktadır.
ettikleri toplumsal kesimleri) dışlamak ve ezmek üzerine kuruludur.
Erdoğan’ın gençlik yılları boyunca, dışlananların devlet ve siyaset sahnelerine geri dönme çabaları darbelerle, baskıyla, devlet kurumlarından yapılan temizliklerle engellenmiştir.
Bu hükümetin devletle “barışması” ise, geçici bir olgudur.
Devlet-hükümet ittifakı
Erdoğan’ın aktif siyaset yıllarında, 28 Şubat darbesi, her yıl YAŞ kararlarıyla yapılan tasfiyeler, bizzat kendisinin hapse atılması, Erbakan’ın partisinin kapatılması gibi uygulamalarla dışlananların Ankara’dan uzak tutulması devam etmiştir. Sonra AK Parti iktidara gelmiş, sonra darbe çabaları başlamış, sonra bu çabalar boşa çıkarılmıştır. Ve nihayet Erdoğan devletle “barışmıştır”. Ve hem solda hem Kürt hareketinde yaygın olan inanca göre AK Parti “devletleşmiştir”. Bu “barışma” ve “devletleşme” sorunlu ve tehlikeli kavramlar. Bir partinin üç beş yıl içinde 90 yıllık Kemalist devleti ele geçirmiş olduğunu düşünmek teorik açıdan devletle hükümet arasındaki farkı anlayamamak, pratik açıdan ise saf olmak anlamına gelir. Devasa devlet aygıtı, üst düzeydeki birkaç bin yöneticinin değiştirilmesiyle ele geçirilemez. AK Parti’nin yaptığı bundan ibarettir: buz dağının en tepesine
Erdoğan ve AK Parti devletle barışmak ister, barışmak için can atar, zaten hiçbir zaman bozuşmamıştır. Türk sağı devletle zaten her zaman barışık olmuştur. Dindarlık ile milliyetçilik her zaman iç içe olmuş, dindar sağ devletten en ağır eziyeti çektiği dönemlerde bile devlet sevgisini kaybetmemiş, “son Türk devleti”ni savunmayı görev bilmiş, devleti kutsamıştır. Erdoğan ve kurmayları bu siyasî ve kültürel çevrenin insanlarıdır, devletle bir sorunları yoktur. Orgeneraller cezaevine girdiğinde Erdoğan’ın üzüntü duyması, Ergenekon ve Balyoz suçlularının tümünün serbest bırakılması, Hrant Dink davasıyla Zirve Yayınevi davalarının gerçek suçlulara (yani üst düzey devlet görevlilerine) uzamasına izin verilmemesi hep bundan kaynaklanır: AK Parti devletin zarar görmesini istemez, birlikte çalışmak ister. Devlet ise, AK Parti’nin öncülleriyle barışmadığı gibi, AK Parti ile de barışmaz. Tüm genetiği ve içgüdüleri ve eğitimi ve ideolojisiyle, tüm Kemalist devlet geleneği bu tür partileri (ve temsil
Devletin şu anda AK Parti’yle barışmış gibi görünmesi, Gülen Cemaati’ni imha etmek konusunda yaptıkları ittifaktan kaynaklanıyor. Erdoğan’dan çok daha önce, devlet Cemaat’i tehlike olarak görüyor, ezmeye çalışıyor, ama baş edemiyordu. Şimdi, tabiri caizse, iti ite kırdırıyor. Cemaat’e karşı saldırıda Erdoğan’ın yanında duruyor. Temizlik tamamlandığında, bakalım daha ne kadar duracak. Hava Kuvvetleri Komutanı olacakken Balyoz’dan tutuklanan emekli Orgeneral Bilgin Balanlı, geçenlerde F-4 uçakları düştüğünde “Her şey 2013’te Hasdal’da yazdığımız mektupta” dedi. Mektupta şöyle denilmişti: “Türk Hava Kuvvetleri’nin yetişmiş insan gücü heba edilmiştir. Kartalın başı koparılmış, adeta başsız bırakılmıştır. Hava kuvvetlerindeki her dört generalden birisi tasfiye edilmiştir. Her biri rol model olan üstün nitelikli personel, düzmece belgelerle ‘darbeci’ ilan edilerek geriye kalanların moral değerleri çökertilmiştir. Aslında çökertilen Hava Kuvvetleri’nin ta kendisi olmuştur.”
Uzunca zamandır pek ağzını açmayan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel son haftalarda yine konuşmaya başladı. Sınırda merkezî bir komutanlık kurulacağını açıklarken, örneğin, Suriye’deki ortamın PKK’nın “terör örgütü kimliğinden ziyade IŞİD ile savaşan meşru bir güç olarak görülmesine yol açtığı”ndan şikâyet etti. Arkasından, uzun zamandır ilk kez PKK’ye karşı askerî operasyon yapıldı. Çözüm sürecinde Kürt hareketine verilen her ödününün Silahlı Kuvvetler’i rahatsız ettiğinden kuşku duyan var mıdır, bilemiyorum. Varsa, Türkiye’yi pek tanımayan biri olabilir ancak. Cemaat’e karşı girilen ittifak işini tamamladıktan sonra, devlet hükümetten hesap sormak için fırsat kollayacaktır. AK Parti’nin ilk yıllarında, artık ayrıntısıyla bildiğimiz darbe planlarının gerçekleştirilememesi darbecilerin yurtiçinde de yurtdışında da meşruiyet sağlayamama kaygısından kaynaklandı. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı’nın yurtdışında bugün meşruiyeti ve desteği kalmadı. Yurtiçinde ise, seçimlerde göreceğimiz gibi, desteği azalıyor. Yolsuzluk yapan, saraylarda oturan, müteahhitleri zenginleştiren, gözünü kırpmadan insan öldüren bir hükümetin destek kaybetmesi kaçınılmazdır. Hükümetin çok severek barıştığı devlet tetikte bekliyor. Bizler hükümete karşı mücadele ederken devletle (ve onun siyasî temsilcileriyle) ittifak yapmayız. Hükümete karşı örgütlenirken anti-demokratik güçlere bel bağlamayız. Hükümet güncel muarızımızdır, devlet ise değişmez düşmanımız.
7
• GÜNCEL
BİR ELMANIN İKİ YARISI İdare edenler birbirlerinin canına susamış iki ayrı parti gibi görünüyorlar ya, görünüşe hiç aldanmamalı... Ömer Faruk Ka Doğum yılım 1986. Peşin hükümlüler için peşinen yazayım: ne bir cemaate ne de bir siyasî partiye mensubum. Bu yazıyı son iki yıldır yaşananlar; Gezi Parkı eylemlerindeki polis şiddeti, 17/25 Aralık yolsuzluk skandalı, medyaya yapılan baskılar ve sosyal medya yasakları nedeniyle tamamen “özgürlük” kaygısıyla yazıyorum. Ben ve benim gibi 80 darbesi sonrası doğanlar başka bir Türkiye’de büyüdü. Televizyonu tek kanallı izlemedik. Sokakta da oynadık, atari salonlarında da. Cüzdanda döviz taşımanın yasak, Nazım Hikmet kitabının sakıncalı olduğunu, yabancı sigaranın kaçak satıldığını duyduğumuzda güldük, garipsedik. Kitapların, sinema filmlerinin yakıldığı bir Türkiye’nin değil renkli reklamların, fotoğrafların, bir “geçiş dönemi”nin çocuklarıyız biz. Susurluk’ta, 28 Şubat’ta çocuktuk. Anlayamadık. Evlerimizin ışıklarını bir dakika açıp kapatmayı çocukça bir oyun sandık. Ben ve benden sonraki kuşak (bazı yazarlar şimdilerde “Y kuşağı” diyor), esasında soğuk savaşın sonunda doğanlar, özgürlüğüne 68 kuşağının romantik devrimcilerinden de, 78 kuşağının hızlı solcularından, sağcılarından da çok daha fazla düşkün. Çok hızlı yaşıyor, hazmetmeden okuyor, izliyor, çabuk unutuyor, her şeyi çarçabuk tüketiyor olsak bile… Ve belki yine bu yüzdendir kesin politik inançlarımız yok, kafamız fazlasıyla karışık. Zamanın ruhu böyle değil mi biraz da? Kimin kafası karışık değil ki?
Dar kalıplar Evet, “Eski Türkiye”nin asker yeşili kalıpları dar geliyordu bize. Paşadan emir alan gazeteci, başbakan, bürokrat, işadamı istemedik. Bu nedenle 2007’de muhtıraya karşı hükümeti destekledik. Bu nedenle halkın yarısının oyunu almış bir partinin uyduruk bir davayla kapatılmasına karşı çıktık. Bu nedenle darbe planları ortalığa saçıldığında davayı kaygıyla, merakla ve sahiplenerek takip ettik. Bu nedenle 2010’da referandumda “yetmez ama evet” dedik. Ve yine, artık darbe anayasasından kurtulalım da sivil, demokratik bir anayasa yapılsın diye 2011’de AK Parti’ye oy verdik. Pişman mıyız? Hayır! Çünkü tutarlıydık, öyle gerekiyordu. O zamanlar muhtıraya, darbe teşebbüsüne, kapatma davasına sesini yükseltmeyenlerin bugün demokrasi ve özgürlük adına konuşması kime samimi geliyor? Peki, ne oldu da AK Parti 2002– 2011 arasında izlediği ılımlı, demokrat ve özgürlükçü politikaları bıraktı ve “millî görüş” gömleğini askıdan indirdi? Orhan Pamuk ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nda İttihatçılar için şöyle yazar: “Onlar padişaha değil, Abdülhamit’e karşı!” Kemal Tahir de Yorgun Savaşçı romanında, İttihatçıları ve İtilafçıları bir elmanın iki yarısı olarak görür: “Bu milleti idare edenler birbirlerinin canına susamış iki ayrı parti gibi görünüyorlar ya, görünüşe hiç aldanmamalı… Bunların ikisi de bir elmanın yarısı…”
Çok mu güç? Gezi ve sonrası olanlara baktığımızda, demokratların ve
liberallerin bir zamanlar “değişimci, ilerici” diye selamladıkları AK Parti’nin de Ankara’nın devletçi, yasakçı, baskıcı, paranoyak ikliminde hastalandığını, ya da aslında onların da “padişahlığa” değil “padişaha” karşı olduğunu, tıpkı o çok eleştirdiği Kemalist zihniyet gibi “muhalefetsiz iktidar etmek” istediğini, özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün oy veren seçmene oranla yalnızca bir avuç azınlık tarafından savunulduğunu görüyoruz. Bu ülke, toplumu batılılaştırmak ya da dindarlığı yaygınlaştırmak için insanların özgürlüklerinden feragat ettirilmesi gerektiğini düşünenlerle dolu. Bir parça daha ılımlı, anlayışlı tutum takınmak, özgürlükçü olabilmek çok mu güç? Türkiye Lale Devri’nden beridir hem batılı hem doğulu olmanın, olamamanın gerilimlerini, çelişkilerini, gururunu, ezikliğini yaşayan bir ülke. Batılılaşmacılar, laikler, Kemalistler Batı’daki şehirli, demokratik ve özgürlükçü sisteme hayran kalıp ülkemizin de öyle olmasını isterlerken halkın dönüşmemiş, “yobaz, gerici, köylü” kalmış kısmından duydukları rahatsızlıktan ötürü bir anda askerî darbeyi savunur pozisyona kayabiliyor mesela. İslamcılar da demokrasi ve özgürlük söyleminden istifade ederek siyasal meşruiyet sağlayıp
devlet baskısını azalttıktan sonra ele geçirmeye çalıştıkları veya geçirdikleri sistemi muhalifleri için kullanmaktan çekinmiyor. Her iki taraf da birbirine karşı aynı kini, aynı anlayışsızlığı gösterebiliyor. Böyle bir siyasî kültür ortamında, özgürlük yasaklara, hoşgörü öfkeye, kuşku sabit fikre bırakıyor yerini.
Hürriyetsiz asla Bugün biz, bize kaç çocuk yapacağımızı söyleyen, en ufak muhalif gösterileri bile polis copuyla, biber gazıyla dağıtan, gazeteler üzerinde baskı kuran, gazeteci kovduran, tutuklatan, iş adamını tehdit eden, sosyal medyayı yasaklayan, mütemadiyen öfkeli, mütemadiyen kibirli, demokrasi ve reform yolunu terk etmiş, baskı ve yasak yolunu seçmiş bir iktidardan da rahatsızız. İnsanların kafalarına ne takıp ne takmayacaklarına, hangi dilde müzik dinleyeceklerine, konuşacaklarına, hangi kitapları okuyacaklarına ve daha birçok kişi hak ve özgürlüklerine çağdaşlık, laiklik, dindarlık, eşitlik, ırkçılık adına müdahale eden baskıcı ve yasakçı devlet anlayışlarının tümüne kökten karşı olduğumuz gibi… Metro, yol, havaalanı yapıyor diye de özgürlüğümüzden ödün verecek değiliz. Çünkü Said-i Nursi’nin de dediği gibi, “ekmeksiz yaşarız, hürriyetsiz asla!”
8
GÜNCEL •
“Ulusal birlik hükümeti değil, işçi hükümeti”
Sotiris Kontogiannis ile söyleşi Yunanistan’ı radikal sol parti Syriza’nın yönetimi altında nasıl bir geleceğin beklediğini öngörmeye çalışmak hiç kolay değil. Ekonomik kriz ile çalkalanan Avrupa’da Syriza’nın kendisinden beklenenlerin ne kadarını yerine getirip getiremeyeceğini tahmin edebilmek de. Bu soruların yanıtını Syriza’nın becerikli ya da beceriksiz olması, Tsipras’ın karizmatikliği ya da gençliği değil, halen devam eden mücadele belirleyecek. Ancak kesin olarak bildiklerimiz de var: Syriza sadece Yunanistan’da değil tüm dünyaya solun bir alternatif olabileceği mesajını verdi, dünyanın dört bir yanında eşitsizliklere karşı mücadele edenlerin kazanabileceğine dair umudu güçlendirdi. Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEK) üyesi Sotiris Kontogiannis ile bu umudu yaratan koşulları, Syriza’nın karşı karşıya olduğu zorlukları, seçenekleri ve tüm bunlar olup biterken işçi sınıfının, ezilenlerin nasıl bir strateji uygulayarak kazanabileceğini konuştuk. l Arife Köse: Son günlerde olanları konuşmaya başlamadan önce Yunanistan’ı bugüne getiren koşullardan başlayalım isterseniz. Herkes Yunanistan’ın içinde bulunduğu derin krizden bahsediyor. Bu krizi tarif eder misiniz? Ne zaman ve nasıl başladı? Sotiris Kontogiannis: Kriz hepimizin bildiği gibi uluslararası düzeyde 2007’de başladı. Dönüm noktası ise Lehman Brothers’ın çöküşü oldu. O dönemde Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis (muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi’nin eski genel başkanı) idi. Uluslararası kriz patlak verdiğinde Karamanlis Yunanistan için bir sorun olmadığını, ABD’deki batık kredilerin bizi etkilemeyeceğini ve Yunan bankalarının güvende olduğunu söyledi. Ancak bu sözlerine rağmen yine de Yunanistan bankalarına 28 milyar Euro aktardı. Her şey işte böyle başladı ve doğrusu çok hızlı gelişti. Hükümet zaten var olan borçlarını ödeyebilmek için uluslararası
piyasalardan, bankalardan borç bulmaya çalıştı. Ama zaten bu bankalar çok zor durumdaydı, dolayısıyla borç almak çok zordu. Hükümet aldığı borçları ödeyemez hâle geldiği için önce Maliye Bakanı’nı değiştirmek gibi önlemler almaya çalıştı. Sonunda da istifa etmek zorunda kaldı ve 2009’da genel seçim oldu. Bu seçime kadar kimse bu krizin Yunanistan’da bu kadar ciddi sonuçlara yol açabileceğini öngörmüyordu. Seçimi Papandreu, yani sosyal demokratlar kazandı. PASOK’un seçim sloganı çok basitti: “Para var”. Ve Papandreu “para var” sloganıyla kazandığı seçimden birkaç ay sonra, 2010 Nisan ayında borç bulmak için uluslararası bankalara başvurdu. Yani aslında para gerçekten yoktu. Ülke iflas etmişti. Yunanistan, Troika’dan (Avrupa Merkez Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Birliği) 240 milyar Euro aldı. Ancak
tabii ki bu paranın bir karşılığı olacaktı. Ardından arka arkaya memorandumlar geldi. Bu paranın tamamı Yunanistan’a henüz girmedi ve kalan son kısmını da işte şimdi Syriza almaya çalışıyor. Neo-liberal bir kemer sıkma programının uygulanması anlamına gelen bu momerandumlar sonucunda Yunanistan ekonomisi neredeyse tamamen iflas etti. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla yüzde 30 azaldı. İşsizlik genel nüfus içinde yüzde 25’e, gençler arasında yüzde 60’a yükseldi. Yoksulluk aşırı yükseldi. Şu anda Yunanistan’daki toplam hane sayısının üçte biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İki üç gün boyunca yiyecek hiçbir şey bulamayanlar var. Arabalarda yaşayan insanların sayısı arttı. Elektrik faturalarını ödeyemedikleri için 300 bin eve elektrik verilmiyor. Çok ciddi insanî sonuçları olan büyük bir kriz bu. l Peki halkın krizin sonuçlarına yönelik tepkisi ne oldu?
İnsanlar bu yaşam koşullarına değil, onu yaratan neo-liberal tasarruf programına, yani özelleştirmelere, işsizliğe, işyerlerinin kapanmasına, emekli maaşlarının kesintiye uğramasına ve ücretlerinin ödenmemesine tepki gösterdi. Ne zaman bir saldırı olsa işçi sınıfı buna yanıt verdi. Son dört yıl içinde ülke çapında 30’dan fazla genel grev yaşandı. Bunların bazıları kemer sıkma programının parlamentoda onaylanmasını protesto etmek için yapıldı. Bazıları ise emekli maaşlarının kesilmesi gibi daha küçük çaplı saldırılara karşı gerçekleşti. Ancak mücadele bu büyük gösteri ve grevlerden ibaret değildi. Kapanan fabrikalarda, işçilerini işten çıkaran işyerlerinde binlerce daha küçük çaplı mücadele yaşandı. İşyerleri işgal edildi, sadece bir iş yerinde aylarca devam eden grevler yapıldı. Şu anda devam eden şöyle bir tartışma var; diyorlar ki “Yunanistan’da 2012 yılına kadar büyük çaplı bir mücadele
9
• GÜNCEL yaşandı, ama 2012 yılından itibaren Syriza’nın seçimi kazanma umudunun doğmasıyla birlikte bu mücadele düştü”. Bu doğru değil. Genel grevlerin sayısı azaldı, çünkü sendika bürokrasisi 2012 yılından sonra genel greve gitme konusunda daha az istekli hâle geldi. 2012’den beri GSEE’nin (Yunanistan İşçi Sendikaları Konfederasyonu) başkanı Yanis Stefanopoulos’u hiçbir yerde görmüyoruz. Sanki yaşamıyor. Hiçbir açıklama yapmıyor, TV’ye çıkmıyor. Hiçbir şey yapmamaya çalışıyor. Ancak bir yandan da bu dönemde yaşanan çok sayıda yerel grev ve eylem oldu. Evet, büyük genel grevlerin sayısı azaldı, ama her yerde grevler ve eylemler devam etti. l Kriz bahanesiyle uygulanan acımasız bir program ve buna karşı Yunanistan işçi sınıfının mücadelesi var. Syriza’nın seçim zaferine gelecek olursak, bu tabloda onun yerini nasıl tarif edersiniz? Syriza’nın iktidara gelmesi bize neyi gösteriyor? Her şeyden önce şunu söylemek gerekir: Syriza’nın iktidara gelişi
insanların yönünü kitlesel bir şekilde sola döndüğünü, bilinçlerinin değiştiğini gösteriyor. Solda döndükleri yer ise Syriza oldu. Neden soldaki başka bir partiye (Komünist Parti ya da Antarsiya) değil de Syriza’ya döndükleri sorusunu ise şöyle yanıtlayabiliriz: Komünist Parti hareketin bir parçası değil. Çok sekter, umut vermiyor, sürekli umutsuzluk anlatıyor, hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlatıyor. Örneğin Sintagma Meydanı’nda eylemler olduğunda Komünist Parti gidip başka yerde eylem yaptı. Sürekli kendilerini hareketten ayrı tuttular. Dolayısıyla insanlar kendilerini Komünist Parti ile özdeşleştiremedi. Antarsiya ise çok küçük. Bu nedenlerle insanlar kitlesel bir şekilde umutlarını Syriza’ya bağladı. Syriza’nın başarısı Tsipras’ın karizmasından, yakışıklılığından değil, bu hareketten kaynaklanıyor. l Syriza ile bu hareket arasında nasıl bir bağ var? Syriza’nın programı radikal sol bir program. Radikal sol olması ise şundan kaynaklanıyor; bu
program hareketin sloganlarını ve taleplerini yansıtan bir program. Örneğin seçimlerden önce Syriza’nın vaadi çok netti, “eğer kazanırsak bu memorandumu tanımayacağız, borcu ödemeyi reddedeceğiz” diyordu. Bu, gerçekte Syriza’nın değil hareketin talebiydi. Dolayısıyla Syriza hareketin söylediklerini söylüyordu, yani onu olduğu gibi yansıtıyordu. l Seçimden sonra ne oldu? Seçimden sonra açıkçası bir hayal kırıklığı yaşandı. Syriza seçimlerden önce bu memorandumu yırtıp atacağını vaat ederken seçimlerin ardından ilk yaptığı iş onu uzatmak oldu. Fakat bunun sonuçları olacaktır çünkü Syriza’nın seçim başarısı Selanik Programı’na dayanıyor. Bu bir sol hükümet programıydı. Programın temeli, var olan paranın krizin neden olduğu insanî yıkımı ortadan kaldıracak şekilde kullanılacağını vaat ediyordu. Çok somut bir programdı. Fakat aslında o zaman bile soldan bakıldığında eleştirilecek bir programdı. Programda yoksullara elektrik,
gıda yardımı yapmak gibi maddeler vardı, ama aynı zamanda orta sınıflar ile uzlaşma anlamına gelen birçok madde de vardı. Örneğin vergi. Yunanistan’da eğer işçiysen aldığın maaşın ilk 12 bin Euro’luk kısmı için vergi ödemen gerekmiyor. Bir sonraki 12 bin Euro için ise yüzde 25 vergi ödüyorsun. Eğer kendi işinde çalışıyorsan böyle aşamalı işleyen bir zaman dilimi yoktur, en başından itibaren kazancının vergisini ödersin. Krizden sonra aslında kendi işinde çalışmayıp firmalar tarafından öyle gösterilen çalışanlar oluştu. Örneğin temizlik şirketleri çalışanlarını sanki kendi hesabına çalışıyormuş gibi gösterip vergi yükünü onların sırtına yüklüyor ve kendileri daha az vergi ödüyor. Eğer temizlik işçisiysen ve böyle bir şirkette çalışıyorsan ve yılda 12 bin Euro kazanıyorsan, bunun 4000 Euro’sunu vergi olarak ödemen gerekiyor. Tsipras bundan sonra bunun sadece kendi hesabına çalışanlar için değil herkes için geçerli olacağını söyledi. Şimdi bu konuda ne yapılacağı meçhul, çünkü son imzalanan anlaşmaya göre Tsipras
10
bütçeyi tehlikeye atan herhangi bir şey yapamaz. Bir diğer konu ise insanların ödeyemedikleri vergiler. Şu anda Yunanistan’da halkın devlete toplam 70 milyar Euro vergi borcu var. Bunun büyük çoğunluğu şirketlerin borcu, ama bir kısmı da sıradan insanların borcu. Tsipras, Selanik Programı’nda bunun ödenemeyecek bir miktar olduğunu, bu rakamın Gayri Safi Millî Hasıla’nın neredeyse üçte birini oluşturduğunu, insanların bu parayı ödemesinin beklenemeyeceğini, insanlardan bu parayı istemenin ve ödememeleri durumunda onları hapse atmakla tehdit etmenin çok saçma olduğunu söyledi ve iktidara gelmeleri durumunda halka bu borcu örneğin yüze bölerek ödeme şansı tanıyacaklarını vaat etti. Çok mantıklı bir çözüm aslında. Fakat bunun da olup olmayacağı, Troika ile yapılan anlaşmanın buna izin verip vermeyeceği belli değil. Aynısı bankalara olan kişisel borçlar için de geçerli. Tsipras seçimden önce bankaların yönetimlerini değiştireceklerini ve insanlara bankalara olan borçları örneğin yine yüze bölerek ödeme şansı
GÜNCEL •
tanıyacaklarını söyledi. Ama bu anlaşmadan sonra bu konuda da ne olacağını bilmiyoruz. Dolayısıyla bu anlaşma Syriza için büyük bir geri adım. l Şöyle bir iddia var; deniyor ki Yunanistan ekonomisi kendi kendisini yönetmeyi başaramadı, Avrupa’nın tembel ve şımarık çocuğu olarak hem borç sayesinde ayakta duruyor hem de borcunu ödemek istemiyor. Bu doğru mu? Krizin nedeni gerçekten Yunanistan’ın tembelliği ve şımarıklığı mı? Birincisi, eğer bütün Avrupa’daki çalışma saatlerine bakarsanız Yunanistan’daki çalışma saatlerinin diğer ülkelerden çok daha uzun olduğunu görürsünüz. Demek ki Yunanistan işçi sınıfı tembel filan değil. İkincisi, bu iddia özellikle Alman muhafazakâr medyası tarafından öne sürülen bir şey. Çünkü Alman egemen sınıfı, Yunanistan işçi sınıfına karşı milliyetçiliği kışkırtmaya ve böylece Yunanistan işçi sınıfının mücadele ruhunun Alman işçi sınıfını etkilemesini engellemeye çalışıyor. Yunanistan işçi sınıfının mücadelesi sadece krizden
etkilenen ülkelere değil bütün dünyaya ilham kaynağı oldu. Örneğin Almanya’ya bakarsak, orada da koşulların işçi sınıfı için çok iyi olmadığını görürüz. İşçi sınıfının yüzde yirmisi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Dolayısıyla Yunanistan işçi sınıfı ile Alman işçi sınıfı arasında bir bağ kurulmasından korkuyor ve bunu engellemeye çalışıyorlar. Tabii ki kriz Yunanistan işçi sınıfının tembelliğinden kaynaklanmıyor. Yunanistan uluslararası bir krizin sonuçlarını yaşıyor. Bu krizden bütün diğer Avrupa ülkelerinden daha çok etkilendi çünkü Yunanistan kapitalizmi diğer ülkelere göre daha zayıf. Yunanistan aynı zamanda AB’nin bir parçası ve NATO üyesi, ama bunlar arasındaki en zayıf ülkelerden birisi. İkinci neden ise, Yunanistan banka sektörünün Yunan ekonomisi içinde oynadığı rol. Krizden en çok etkilenenler bankalar oldu. Hatta kriz bankalardan başladı. Yunanistan ekonomisi bankalara dayanan bir balon ekonomisine sahipti. Yunanistan bankaları 2007-8’de çok büyüdü. Türkiye’de ve Balkanların birçok yerinde bankalar satın
aldılar. Yunanistan kapitalizmi, Yunan bankalarını, Balkanların finans merkezi haline getirmek gibi stratejik bir karar almıştı. Çünkü Balkanlar çökmüştü ve bu da Yunan sermayesi için yeni fırsatlar demekti. Bu anlattığım dönem piyasa ekonomisinin hâlâ itibarını koruduğu kriz öncesi dönem. Yunanistan finansallaşma denilen bu uluslararası spekülasyon oyununun bir parçasıydı. Ve çok başarılıydı. itibaren Yunanistan’a 2008’den büyük bir yabancı sermaye girişi oldu. Bu sermaye sadece şirketlerin hisselerini satın alarak girmedi ülkeye, yeni fabrikalar ve bankalar kurdu. Spekülatif ekonominin ülkede güç kazanmasına neden oldu. Yunanistan bu yüzden bu krizden çok etkilendi. Örneğin ABD’de de sorun borcunu hiçbir zaman geri ödeyemeyecek olan insanlara borç vermek değildi. Fikir şuydu; eğer borç verirsek bazıları bunu ödeyebilir, bazıları da ödeyemez. Ancak ödeyemeyenler olsa da biz yine kazançlı çıkarız çünkü onlar da borç alarak satın aldıkları evlerini bir başkasına satarak bize olan borçlarını öderler. Böylece hem ev
11
• GÜNCEL fiyatları yükselmiş olur hem de her durumda biz paramızı geri alırız. Ancak bu hesaplar tutmadı, çünkü bankalardan aldığı borcu ödeyemeyenlerin sayısı hesapladıklarından çok daha yüksek oldu. Çünkü kapitalist sistemin kendisinden gelen tehdidi hesaplamadılar. Aynı şey Balkanlar’da Yunanistan’ın başına geldi. Yunanistan bankaları Balkanlar’da herkese borç verdi. Her yerde süpermarket zincirleri kurdu. Romanya’da gemiler satın aldı. Ama sonunda bütün bu yatırımlar krizle birlikte artık kâr getirmez hale geldi. Balon patlamaya başladı. Bankalar zor duruma düştü ve bu da doğrudan Yunanistan ekonomisine yansıdı. l Bir başka iddia da bütün bu anlaşmaların amacının Yunanistan’ı krizden kurtarmak değil Avrupa’ya daha da bağımlı hâle getirmek olduğu. Buna katılıyor musunuz? Her şeyden önce şunu söylemek gerek, Avrupa Birliği uluslararası bir emperyalist örgütlenme. Yunanistan’ı sömürmüyor. Yunanistan bu birliğin bir parçası. Tabii ki hâlâ birincil olan ulus devletler; çünkü şirketler hâlâ belli bir ülkenin sınırları dâhilinde faaliyet gösteriyor. Dolayısıyla Avrupa Birliği devletlerin olmadığı bir uluslararası konfederasyon değil, emperyalist bir blok. Yunanistan egemen sınıfının çıkarları AB ile uyuşmazsa AB’den çıkar. Yunanistan’ın Balkanları yağmalaması meselesine geri dönelim; Euro olmadan Yunanistan’ın bunu yapması imkânsızdı. Drahma ile mi yapacaksınız? Euro ile birlikte Yunanistan’ın eline uluslararası para birimi gibi güçlü bir silah geçmiş oldu. Tabii ki Yunanistan bunu kaybetmek istemiyor. Dolayısıyla şu anda Yunanistan Almanya’ya ya da Avrupa Birliği’nin geri kalanına karşı savaşmıyor. Bu bir sınıf savaşı. Yunanistan’daki işçi sınıfı ile Almanya’daki işçi sınıfının kaderi bu savaşta ortak. Ama şu anda Syriza bu ortaklığı ve bunun bir sınıf savaşı olduğu gerçeğini öne çıkarmıyor.
l Ne yapıyor? Syriza işçi sınıfının oylarına dayanıyor olmasına rağmen, solun ya da işçi sınıfının değil bütün Yunanistan’ın hükümeti olmaya çalışıyor. Görüşmelerde bütün Yunanistan’ı temsil ediyor. Yunanistan’ın yeni Maliye Bakanı Yanis Varoufakis Marksist olduğunu söylüyor, ama değil. Avrupa Birliği’ni kemer sıkma politikasının yanlış olduğuna ikna etmeye çalıştığını söylüyor ve bunu yapıyor da gerçekten. Ama AB bunu zaten biliyor. Tasarruf programı Yunanistan’da büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Yunanistan ekonomisinin 2010’da bir iki yıllık durgunluğun ardından yeniden canlanacağını öngörüyorlardı. Ama böyle olmadı. O zaman Antarsiya olarak borcu tanımamamız gerektiğini, Avrupa Birliği’nden çıkmamız gerektiğini söylüyorduk. Ama burjuva gazetelerinde Drahma’ya dönmemiz durumunda işsizliğin yüzde 25’lere çıkacağını anlatan kocaman makaleler yayınlanıyordu. Peki şimdi ne oldu? Euro’dan çıkmadı Yunanistan ve işsizlik oranı yüzde 25. Dolayısıyla tasarruf programı büyük bir başarısızlıktı. Bunu biliyorlar. Bu
şekilde devam edildiği taktirde önümüzdeki birkaç yılda borcu olmayan bir kişi bile kalmayacak. IMF’nin her yıl yılda iki kez yayınladığı bir rapor var. Son raporda IMF, yapılandırma programlarının tasarruf programlarına değil kamu borçlarına dayandırılması gerektiğini söyledi. ABD eski maliye bakanı bile “Bakın, bunu söyleyen IMF” dedi. IMF Başkanı Christine Lagart, deflasyon tehlikesine dikkat çekerek bu konuda bir şeyler yapılması gerektiğini söyledi. Ama aslında hiçbiri bu konuda ne yapabileceklerini bilmiyor, bir çözümleri yok. Dolayısıyla Varoufakis, Troika ile toplantıya gittiğinde aslında elinde gerçekten güçlü silahlar vardı. Varoufakis ne yaptı? Toplantıya gitti ve bütün Yunanistan halkı adına Almanya ve Avrupa’ya karşı mücadele etti. Dolayısıyla mesele sınıf savaşı olmaktan çıkıp uluslararası bir mücadele görünümü kazandı. l Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de Syriza’yı çok sevenler, ondan nefret edenler ve yaptıklarının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyleyenler var. Bu iki tutuma yönelik ne söyleyebilirsin? Syriza boş bir umut mu?
Şunu unutmamalıyız; Syriza’yı küçümseyenler aslında Yunanistan’daki işçi hareketini küçümsemiş oluyorlar. Syriza, bildiğimiz anlamda, 1930’ların Alman Sosyal Demokrat Partisi gibi sosyal demokrat bir parti değil. Syriza, radikal solun bir parçası. Kenarda kalanların partisi. Verdiği mesaj her zaman çok solda oldu. Avrupa’da eski Komünist Parti üyeleri tarafından kurulup parlamentoya giren birçok parti oldu bugüne kadar ve Syriza bunların içinde en iyisi. Hepsinden çok daha radikal. Syriza ile birlikte hiçbir şeyin değişmediğini söylemek doğru olmaz. Büyük bir değişim var. Egemen sınıfın morali bozuk. Partileri çöküyor. PASOK çöktü. Yeni Demokrasi çöküyor. Ve şu anda Syriza, yani işçi sınıfının ayaklanmasının ürünü olan parti, ayakta duran tek parti. Syriza’nın başarısını küçümseyenler bu durumun egemen sınıfı nasıl bir krize sürüklediğini ve bunun doğurduğu olanakları göremiyor. l Antarsiya, Syriza’nın içinde değil. Ona oy da vermedi. Sizin bu tutumunuzun nedeni ne peki? Tabii ki Syriza’nın geri adım atacağını, Avrupa Birliği ve
12 piyasalar tarafından tehdit edileceğini biliyorduk. Bunun bir tepkiye neden olacağını, Yunanistan işçi sınıfının bu geri adımları yanıtsız bırakmayacağını da biliyoruz. Bu noktadaki kritik soru bu yeni duruma karşı muhalefet nereden gelecek? Soldan mı, yoksa sağdan mı? İşçi sınıfı bugüne kadar geldiği noktayı daha ileriye taşıyarak mı Syriza’nın geri adımlarına karşı çıkacak, yoksa Allende hükümetinin başına gelene benzeyen bir durum sağın işçi hareketini ve her tür muhalefeti ezmesiyle mi sonuçlanacak? Bu çok hayatî bir soru. Bunun için de Syriza’dan bağımsız bir devrimci sola ihtiyacımız var. Syriza, hükümete ırkçı ve milliyetçi Bağımsız Yunanlılar’ı (Anel) dahil etti. Anel’in başkanı savunma bakanı oldu. Bunun yanlış
GÜNCEL • olduğunu, hükümeti Komünist Parti ile kurmaları gerektiğini söyledik. Dışarıdan Komünist Parti’nin desteğini isteyebilirlerdi. Eğer Komünist Parti bunu kabul etmeseydi bu sefer de yeniden seçime gidebilirdi. O zaman hepimiz Komünist Parti’nin başına neler geleceğini görürdük. Ama bunu yapmadılar. Eğer Antarsiya parlamentoya girmiş olsaydı biz Syriza hükümetini desteklerdik ancak şartlarımız olurdu ve bunlar hareketin somut talepleri olurdu. Bunları yerine getirdiği sürece Syriza’yı desteklerdik. İşçi sınıfının taleplerini elde etmesinin tek yolu egemen sınıf ile mücadele etmektir. Parlamentoyu bunun araçlarından birisi olarak kullanabilirsiniz ama o kadar, parlamentoyla bunları kazanamazsınız.
l Cumhurbaşkanı Pavlopulos da sağcı değil mi? Bu da geri adımlardan bir tanesiydi. Sağcı bir cumhurbaşkanı bütün Yunanistan’ın hükümeti olma stratejisinin bir parçasıydı. Pavlopulos’ı Syriza önerdi. Pavlopulos, eski hükümetin İçişleri Bakanı. 2008’de Alexis’in de öldürüldüğü büyük gösteriler sırasında polisin başında o vardı. Saldırı emrini veren oydu. Bu saldırılarda tonlarca gaz bombası kullanılmış ve binlerce insan gözaltına alınmıştı. l Hem o gösterilere katılıp hem de bugün Syriza’ya oy verenler onun cumhurbaşkanı olmasına itiraz etmedi mi? Şu anda o noktada değiliz. Şimdilik insanlar Syriza’ya şans tanımayı tercih ediyor. Syriza şu anda Troika’ya karşı mücadele
ediyor gibi görünüyor. Ama size şunu çok net söyleyebilirim, Varoufakis “Bizi AB’den atmanız umurumda değil, bu borçları ödemiyoruz, ne yaparsanız yapın“ deseydi şu anda Yunanistan’ın her yerinde kutlamalar olurdu. Ama bunu yapmadı. l Sizce Yunanistan’ın tek başına başarması mümkün mü? Ya da şöyle soracak olursak; tek ülkede demokrasi mümkün mü? Çünkü çok açık ki böyle bir durumda piyasalar ve diğer ülkeler Yunanistan’ı tehdit edecek. Tıpkı Avrupa Merkez Bankası’nın Yunanistan bankalarını nakit akışlarını engellemekle tehdit etmesi gibi. Tüm bunlara karşı bir ülkenin tek başına direnmesi mümkün mü? Eğer gerçek demokrasiye sadık
13
• GÜNCEL
kalırsa evet. Bundaki tek silahı ise diğer ülkelerdeki işçi sınıflarıdır. İşçi sınıfına çekici gelmek, onun desteğini almak için ise radikal ve net olmanız gerekir. Yunanistan’da şu anda bir sınıf savaşı yaşandığını herkes biliyor. Syriza bunu net bir şekilde dile getirse, bütün sermayeyi karşısına alma cesaretini gösterse Merkel’in bunu Alman işçi sınıfına açıklaması çok zor olurdu. Eminim Alman işçi sınıfının Syriza’nın yaptıklarına ve Almanya’ya olan borcunu ödememesine hiçbir itirazı olmazdı. Ama eğer meseleyi bütün Yunanistan halkının bütün Almanya’ya ve Avrupa’ya karşı mücadelesi şeklinde koyarsanız o zaman Merkel’in Alman işçi sınıfının önünde Yunanistan ve Syriza’yı suçlaması çok daha kolay hale gelecektir. Çünkü Syriza’nın anlattığı gibi bu ulusal bir mücadele ise neden Alman işçi sınıfı bizi desteklesin ki? Böyle bir savaşı kazanmanın tek yolu işçi sınıfının devrimidir. l Bir de bankaların devletleştirilmesi meselesi var. Devlet işçi devleti olmadığı yani sistem sosyalizm olmadığı sürece bankaları devletleştirme talebi ne anlama geliyor? Birincisi,
bence
bankacıları
ofislerinin dışına ve hatta hapse atılmış olarak görmek çok güzel olacaktır. Ayrıca devletleştirme, özelleştirmeye karşı geliştirilmiş bir stratejidir. Egemen sınıfın çıkarlarını sarsan bir stratejidir. Bu açıdan da önemlidir. Tabii bir bankayı devletin ya da özel bankacının yönetiyor olması arasında son tahlilde bir fark yoktur. Devlet tarafından yönetilen banka özel bankadan daha iyi değildir. Fakat burada önemli olan, işçi kontrolüdür ve işçi sınıfının devleti kontrol etmediği bir dönemde, yani sosyalist değil kapitalist devlet altında işçi sınıfının iradesini nasıl ortaya koyacağı ile ilgilidir. Aslında insanların bankaya, ATM’den para çekmek dışında, ihtiyacı yoktur. Günlük ya da aylık harcayacağınız parayı çekmek için de bankalardaki bütün o bürokratlara ihtiyacınız yok. Ama eğer bankadan 10 milyon Euro almak isterseniz, işçi kontrolünün olduğu bir yerde bunu sendikaya sormak ve bu parayı nereye harcayacağınızı açıklamanız gerekir. Eğer bunu örneğin bir hastaneye hastaları tedavi edecek bir makine almak için istiyorsanız, evet, alabilirsiniz. Ama Romanya’da gemi filosu satın almak için istiyorsanız bu parayı, o zaman alamazsınız.
Devletleştirme ve işçi kontrolü bu demektir. l Tüm bu olanların arasında hemen hemen herkesin dikkat çektiği bir önemli nokta da sağın yükselişi. Altın Şafak tehlikesini herkes biliyor. Sizce bu tehlikesi ne kadar ciddi? Evet, bu gerçek bir tehlike. Avrupa’daki krize baktığımızda Yunanistan’da olanların bütün Avrupa’da olduğunu ve sağın sadece Yunanistan’da değil bütün Avrupa’da yükseldiğini görüyoruz. Solun ya da işçi hareketinin yüksek ve güçlü olmadığı yerlerde bu boşluğu sağ dolduruyor. Yunanistan bu anlamda şu anda önemli bir örnek. İşçi hareketi çok güçlü. Sol bir hükümet seçmeyi başardı. Dolayısıyla Yunanistan’ın başarısız olmaması çok önemli. Ama bu Syriza’nın illa başarmak zorunda olduğu anlamına mı geliyor? Aslında aynı şey değil. Çünkü bu, Syriza’nın başarılı olup olmamasından ziyade Syriza’ya yönelik muhalefeti kimin örgütleyeceği ile ilgili. Eğer sosyal demokrat bir hükümet varsa orada devrimcilerin sloganı “kahrolsun hükümet!” değildir. Sağ hükümete bunu söyleriz. Sol hükümetin olduğu bir yerde bir sonraki adım işçi
konseyleri olmalıdır. Dolayısıyla biz Syriza’dan sonra bir başka reformist hükümet istemiyoruz. Syriza’nın devrilip yerine ondan daha iyi başka bir sosyal demokrat ya da radikal sol partinin geçmesini istemiyoruz. Bizim için bundan sonrası sosyalizm. Mesele, bundan sonra bu hükümete basıncın nereden geleceği. Bu da devrimcilerin yapacakları ile yakından ilgili. l Peki ne yapacaklar? İşçi sınıfının taleplerini desteklemeye devam etmeliyiz. Mücadelelerinin bir parçası olmalıyız. İşçi sınıfı deneyimli. Herhangi bie hayale kapılmadan Syriza’ya oy verdiler. Mücadele etmeye devam edecekler ve onlarla birlikte olmalıyız. Ve bu arada anti-faşist mücadeleye devam etmeliyiz.
14
GELENEK ve GÜNÜMÜZ •
DEVLETÇİ-MİLLİYETÇİ BİR MASAL Murat Belge Tayyip Erdoğan’ın zırhlar kuşanmış, tolgalar takınmış, bıyıklarını da burmuş on altı adamın arasından geçerek, alabildiğine ciddiyet yüklenmiş bir yüzle ve ağır adımlarla merdivenden inmesi, Chaplin’in ‘Diktatör’ filminin düzeyini yakalayan bir komedya sahnesiydi. Galiba en başarılı komedyalar, oyuncunun komedyanın farkında olmadığı durumlarda ortaya çıkıyor. Erdoğan, bu “on altı Türk devleti” masalının mucidi değil. Masal devletçi-milliyetçi ve muhtemelen Kemalist bir hayal gücünden çıkma. “Son Türk devleti” teranesiyle birlikte yürüyen bir şey. Ama gerçeklik bu komik efsanelere oyun oynar hep. Toplumda korku uyandırmak için “son Türk devleti” lakırdısı uyduruldu; üstüne “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” kuruldu; güzelim slogan ziyan oldu gitti! “Ziyan oldu” diyorum ya, bu efsanelerle yaşayanlar böyle şeylere aldırmazlar. “Son Türk devleti” ile “On altı Türk Devleti” aslında çelişiyor, ama o da önemli değil. Bir durumda birisini, başka durumda öbürünü söylersin, olur biter. “Bak, bu da giderse yandık” demek için “Son”lu olanı sokarsın devreye; “Biz elma soyar gibi devlet kurarız. İşimiz bu” diye övünmek isteyince “on altı”lısını.
Duşakabinoğulları Bu “on altı” sayısının nereden çıktığının yorumunu vakt-i zamanında Coşkun Üçok yapmıştı (Tarih ve Toplum, s. 38, Şubat 1987). Daha sonra Salim Yüce ile Fahri Çoker de Mart ve Nisan
sayılarına birer yazı vermişti. Salim Yüce “on altı”da veya onlara izafe edilen bayraklarda ısrar etmiyor, ama Coşkun Üçok’un “Türklüğü küçültmek” için bu yazıyı yazdığı kanısıyla teessüflerini bildiriyordu. Bugün Tayyip Erdoğan da aynı şeyi yapabilir.
takındığı ciddiyetle olayın yarattığı komik efekt arasında bayağı bir karşıtlık oluştu. İşin içine bir de Duşakabinoğulları karışınca tam bir matraklık kesbetti.
Selçuklu ile Osmanlı arasında Anadolu’da kurulan beylikleri saysak on altıya ulaşabiliriz. Yani övünmek için de saçma bir sayı bu. Ama sayıyı yükseltmek aslında lehimize bir durum yaratmıyor: “Demek kurduklarını koruyamıyorlar” diyebilir birisi. Başka biri de, “Demek bir araya gelemiyorlar ki aynı anda bir sürü devletçik bulunuyor” diyebilir.
El çabukluğu marifet
Epeydir lafı edilmiyordu, şimdi Tayyip Erdoğan sayesinde yeniden ortaya çıktı. Ama bu çıkışı öyle pek şanlı şöhretli olmadı. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın
Darısı Harbiye’de parkta duran büstlerin başına, diyelim. O da bir başka komik manzara.
Şimdi bunlar tamam da, Tayyip Erdoğan’ın kendisine kurduğu dünya ilginç. “Olgu ve kurgu” ikilisinin arasında, günden güne, olgudan kopup kurguya giriyor. Yeni sarayı da gerçeklik dünyasından böyle uzaklaşmasına yardımcı olacak gibi görünüyor. Bu kurmaca dünyasında Müslümanlar gidip Amerika’yı keşfediveriyorlar, Küba sırtlarına tırmanıp camiler yapıyorlar; Türkler el çabukluğu marifet, üstüste devlet kuruyor. Ama her şey güllük gülistanlık değil bu dünyada, kötü kişiler de var;
bu kötü kişiler bir kere mutlaka deri pantolon giyiyor. Metro duraklarında pusuya yatıp gelen geçen başı örtülü hanımlara saldırıyor ve üstlerine –affedersiniz– işiyorlar. Bazıları da, “Bu akşam biramızı hangi camide içelim” diye cami cami dolaşıyorlar. Böylelerini hemen imha etmek gerek ama nedense bulunamıyorlar. Bu kurgu dünyasında “proje”nin de “çılgın” olanı makbul. Hepimize zihin açıklığı temennisiyle bitirelim.
15
• GELENEK ve GÜNÜMÜZ
Geçmişe Yönelik Sözde-Fetihler Mete Tunçay Bundan yirmi yıl önce Etienne Copeaux adlı bir Fransız, Paris VIII Üniversitesi’nde “Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslâm Sentezi’ne” başlıklı bir doktora tezi yazmıştı. Bu çok başarılı çalışmanın büyük bölümü Türkçeye çevrilip Tarih Vakfı tarafından yayımlandı (1998). Türk Dil Teorisi’nin eşliğinde, Türklerin Orta-Asya anayurdu, eski Mısır’a, Sumer’e, Hititlere, Yunan’a göçlerle başlayıp Türkİslam güzellemeleriyle devam eden bu çizgiye günümüzde Yeni-Osmanlıcı özentiler eklendi. Ama ben burada onlara değinmeyip son yıllarda yapılan iki resmî düzeltmeden söz edeceğim: Biri Türk Silâhlı Kuvvetler tarihinin 14. yüzyıldan 1.600 yıl geriye götürülmesi, öteki de İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunun 1453’e tarihlenmesi. Türk dillerinin bizim de konuşanları arasında bulunduğumuz büyük bir grubu Oğuz Türkçesi diye adlandırılır. Bu Oğuz’un kim olduğu, ne zaman yaşadığı bilinmiyor. Ancak Nihal Atsız gibi tarihçiler onun Mete Han olduğunu savunmuşlardır. Benim adım 1930’larda çok moda olmuş olmalı. SBF’de okurken bizim sınıfta dört Mete idik. Bu isim Çin ideogramlarından Mado diye okunan, Hsiung-Nu şanyu’suna (reis) aitti. (Kabilede babası Tumin/Teoman’ı öldürerek başa geçişi İÖ 206.) Bizim ön Hunlar dediğimiz Hsiung-Nu’lar Moğolların atalarıydı. (Ergenekon efsanesine kadar geriye gidince Türk ile Moğol karışıyor. Bir rivayete göre, dişi kurdun büyüttüğü oğlan Moğolmuş, ailesini öldüren düşmanlar da Türk!) Bu hal böyleyken ve 12
Mart dönemine kadar TSK’nin kuruluşu Osmanlı egemenliğinin başlarına (14. yüzyıla) tarihlenirken, o zamandan beri 1.600 yıl daha geriye, Mete’ye götürüldü. (Ona da bir bayrak ve üniforma uydurulup 16 Türk devletinin başına yerleştirildi mi, dikkat etmedim.)
edilmektedir. Aslında fetihten birkaç yıl sonra kurulan Fatih Medreseleri günümüze kadar kesintisiz gelememiştir. Batı’daki üniversitelerin ataları da teolojiyle başlamış, ama onlar doğa bilimlerini de kapsayarak gelişmişlerdir. Bizimkiler ise ilâhiyatla sınırlı kalmışlardır.
İstanbul Üniversitesi’ne gelince, 1933’te kurulmuştur. Darülfünun’u da katarsak, o zaman kuruluş II. Abdülhamid döneminde, 1900 yılındadır. Oysa şimdi resmen 1453 iddia
Rahmetli Sıddık Sami Onar’ın rektörlüğü sırasında Avrupa’da bir rektörler toplantısı olmuş. Burada duayenlik etmesi için en eski üniversite rektörü aranırken, Sıddık Bey 7. yüzyıldaki bir
Bizans eğitim kurumuna işaret ederek İstanbul’un günümüze kesintisiz gelen İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol üniversitelerinden önceliğini savunmuş. Elbette gülüşmüşler. Bir cümle de, Yeni-Osmanlıcılık üstüne. Geçmiş diriltilemez; ne söylenirse söylensin, kamuya eski diye sunulanlar, yeni projelerdir. Belki bu nedenle bizde tepkiciler (reaksiyonerler) değil, sahiden gericiler (mürteciler/ retrogesyonistler) oluyor.
16
GELENEK ve GÜNÜMÜZ •
KAPİTALİZM VE EXTRA GELENEKSEL SUPANGLE Roni Margulies Her şeyin geleneksel olanı daha iyi, daha güzel, daha lezzetli midir? Öyle olsa gerek. Veya en azından, öyle olduğu düşüncesi çok yaygın. Bir uçak yolculuğumda Türk Hava Yolları’nın verdiği kahvaltıya dahil olan vişne reçelinin “Extra Geleneksel” olduğunu görünce merak ettim, plastik ambalajın üstünde yazanları okudum. Ve öğrendim ki, geleneksel vişne reçelinin 100 gramında 70 gram şeker olurmuş, içine de belirsiz miktarda asitlik düzenleyici (sitrik asit) eklenirmiş. Elimdeki küçük paketi biraz daha inceledim. Plastik ambalaj geleneksel değil, reçeli sunan “Turkish Do & Co” şirketi geleneksel değil, sitrik asit geleneksel değil. Reçelin kendisi belki de hepsinden daha az geleneksel: Gülsan Gıda San. Tic. AŞ’nin tesislerinde “hijyenik koşullarda tam otomasyon ile” ve üstelik “uluslararası BRC FOOD, ISO 9000-22000 ve HACCP standartlarında” insan eli değmeden üretilmiş. Tam anneannenizin kullandığı geleneksel yöntemle yapılmış yani! Paketin üzerine “geleneksel reçel” yazmak ihtiyacı, tümüyle yalanken, niye hissedilmiş? Veya hem Carte D’Or hem Dr. Oetker gıda devleri “supangle” paketlerinin üzerine niye “Geleneksel Lezzet” yazmış? Supangle (soupe anglaise, yani İngiliz çorbası) ne anlamda “geleneksel”; bu şirketlerin üretim süreçlerinin gelenekle ne ilgisi var? Reis Tarımsal Ürünler San. ve Tic. A.Ş. pilav satarken niye
“Reis’ten Geleneksel Lezzet Tarifi: Anne Pilavı” yazmış? Kimin annesi? Bu anne fabrikada belinde önlüğüyle tek başına tonlarca pilav mı üretiyor? Hayır, hiçbir tüketici reçel, supangle veya pilav alırken bunların gelenekle herhangi bir ilgisi olduğunu zannetmiyor elbet. Ama reklamcılarla pazarlamacılar “geleneksellik” duygusunun çekici bir şey olduğunu, satışlara yararlı olacağını düşünüyor.
Birinci Geleneksel Gelenekselliğin olumlu bir şey olarak algılandığını pazarlama sektörünün hayalî dünyası dışında kanıtlayan bir durum da, çok çeşitli etkinliklerin “Birinci Geleneksel” olması. Türk mizahına sık sık konu olan bu durum, yaptığım kısa bir araştırmanın gösterdiği gibi, sanılandan da yaygın: “Zonguldak’ın Çaycuma ilçesine bağlı Saltukova Beldesinde, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) 1. Etap konutlarında oturan vatandaşlar tarafından birinci geleneksel iftar yemeği verildi.” “Halk Bankası Birinci Geleneksel Futbol Turnuvası düzenledi. Nusaybin Hakan Olimpik spor kompleksinde yapılan maçta Halk Bankası Diyarbakır Bölge Müdürlüğü ile Nusaybin şubesi karşı karşıya geldi. Müdür, şefler ve banka personelinden oluşan takımlarda Diyarbakır Bölge Müdürlüğü, Nusaybin şubesini 5 – 4 yendi.” “Ssangyong Türkiye Distribütörü Şahsuvaroğlu Dış Ticaret ve Ssangyong yetkili satıcısı YMY Otomotiv tarafından düzenlenen Erzurum Geleneksel Lezzetler Buluşması organizasyonuna, Erzurum Valisi Sn. Dr. Ahmet Altıparmak, Erzurum Büyükşehir
Belediye Başkanı Sn. Mehmet Sekmen, Erzurum İl Emniyet Müdürü Sn. Kamil Karabörk, ilçe belediye başkanları, protokol üyeleri ve Erzurum’un ileri gelen işadamları katıldı.” “Gürün Kaymakamlığı ve Gürün Belediyesi tarafından organize edilen Birinci Geleneksel Gürün Yediveren Gülü Reçel Yapma Yarışması Gürün Belediye Kültür Merkezi›nde gerçekleştirildi. Gürün İlçe Kaymakamı Ömer Kalaylı yarışma öncesi yaptığı konuşmada yarışmacılara başarılar diledi. Jüri üyeleri 48 yarışmacının katıldığı reçel yapma yarışmasında en güzel reçeli
seçmek için puanlar verdi ve dereceye giren hanımlara çeşitli hediyeler verildi.” Yediveren gülü reçelinin, iftar yemeğinin “geleneksel” etkinliklere konu olması belki biraz daha anlaşılabilir, ya İkinci Geleneksel Orta Karadeniz Doğal Gaz Futbol Turnuvası’na ne demeli?
Geçmişin cazibesi İşin mizahî yanı bir tarafa, gıda örneklerinde olduğu gibi, “Birinci (veya ikinci, beşinci, onuncu, fark etmez) Geleneksel” etkinliklerinde de yaygın
17
• GELENEK ve GÜNÜMÜZ
bir geleneksellik özlemine hitap etme çabası var. Bu özlem nereden gelir? Ulus devletlerin gelenek icat ettiklerini biliyoruz. “Ulus” diye bir şey gerçekte olmadığı için, dışarıdan bakıldığında en yekpare görünen “ülke” bile çok çeşitli diller konuşan, türlü türlü dinî inançları olan, çok farklı etnik gruplara ait kalabalıklardan oluştuğu için, bu kalabalıkları birleştirmek amacıyla icat edilir millî gelenekler. Koskoca bir tarih yazılır, kahramanlık öyküleri, örf ve ananeler, kıyafetler uydurulur; millî sınırlar içinde yaşayan herkesin çok eski tarihlerden beri hep beraber yaşamış olduğu, aynı kaderi paylaştığı anlatılır ve okullarda öğretilir. Örneğin, Roma’yı ikiz kardeşler Romus ve Romulus kurmuştur ve kardeşleri dişi bir kurt emzirip büyütmüş, bir ağaçkakan beslemiştir. Örneğin, herkes Orta Asya’da havalar fazla ısınınca bir kurdun peşine takılıp Çorum dolaylarına gelmiştir. Bu tarihlerin, hikâyelerin, kahramanlıkların yıldönümleri törenlerle kutlanır, şiirler yazılır, besteler yapılır. Amaç, heterojen bir kitleyi tek bayrak altında ortak bir geçmişi paylaştıklarına ikna etmek, homojenleştirmektir. Gerçekte, dünyada “eski” ulus yoktur, çünkü 19. yüzyılın öncesinde ulus bilinci, millî bilinç, millî dil, millî ‘birlik ve beraberlik’ yoktur. Bunların hepsi Fransız Devrimi’nden sonra gelir. “Ulus”, yeni bir egemen sınıfın, burjuvazinin, tek bir pazar yaratmak, tek bir dil konuşarak herkesi vergi ödemeye, kanunlara uymaya, askere gitmeye, çok çalışmaya ikna etmek ihtiyacını karşılamak için yaratılmıştır. Uydurulmuştur.
Ama geleneksellik özlemi, burjuvazinin “bin yıllardır payidar olan ulus” yaratma özelliğinden değil, benzer ve ilişkili ama daha somut, daha yırtıcı bir özelliğinden kaynaklanıyor. Sermaye birikimi ve azami kâr peşinde koşarken sınır tanımamasından, daha çok kâr etmek için daha çok üretmek ve daha çok metayı pazara daha hızlı ulaştırıp paraya çevirmek amacıyla üretimi, tüketimi ve yaşamı sürekli dönüştürme, değiştirme, hızlandırma özelliğinden kaynaklanıyor. Bir ürünün üretimi altı ay sürer ve Hindistan’daki pazara ulaştırılıp satılması da vapurla altı ay sürerse, yılda bir kez kâr edilir. Aynı ürün yeni teknolojilerle bir ayda üretilip uçakla Hindistan’a bir günde ulaştırılırsa, yılda on iki kez kâr edilir. Kapitalizm, üretim süreçlerinin sürekli geliştirilmesini, işçilerin daha çok ve daha verimli çalışmasını, ulaşım yöntemlerinin sürekli hızlandırılmasını gerektirir. Hız ve değişim kapitalizmin (ve burjuvazinin) doğasının gerekleridir. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun en başında bunu şöyle ifade eder: “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır.” Burjuvazinin devrimciliği, iktidara gelişinden önceki tüm inançları, değerleri ve hayat tarzlarını tasfiye etmek ve bunların yerine ticaret, kâr, hız ve değişimi yeni değerler olarak dayatmakla gösterir kendini. Şöyle anlatır Marx ve Engels: “İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkilere son vermiştir. İnsanları ‘doğal efendilerine’ bağlayan çeşitli feodal bağları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar ilişkileri
dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, mert ve yiğitçe heyecanları da, kaba duygusallığı da bencil hesapçılığın buz gibi sularında boğmuştur. İnsanın değerini değişim değerine indirgemiş, ve kazanılmış sayısız lağvedilemez özgürlüğün tümünün yerine tek ve insafsız bir özgürlüğü, Serbest Ticaret özgürlüğünü koymuştur.” Ve şöyle devam ederler: “Burjuvazi, üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve onlarla birlikte tüm toplumsal ilişkilerde sürekli olarak devrim yapmaksızın var olamaz. Bunun tam tersine, daha önceki tüm sanayi sınıflarının ilk varoluş koşulu eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunması idi. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal koşulların aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz belirsizlik ve hareket, burjuva dönemini tüm öncekilerden ayırt eden özelliklerdir. Tüm yerleşik ve sabitleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte silinip gider, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskir. Katı ve kalıcı olan ne varsa buharlaşır, kutsal olan her şey kirlenir ve bayağılaşır, ve insan nihayet gerçek yaşam koşullarına ve diğer insanlarla arasındaki ilişkilere ayık kafa ve açık gözlerle bakmak zorunda kalır.” Gerçek yaşam koşullarına bakan insan, her şeyin sürekli değiştiğini, tam alışırken her şeyin buharlaştığını, “hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını” görür. Bu hızlı
değişim bir yandan insan hayatını kolaylaştırır, çeşitlendirir, renklendirir. Örneğin, 20. yüzyılınn insan hayatını en çok etkileyen icadının çamaşır makinesi olduğu söylenir: çamaşırları elle yıkama ihtiyacının ortadan kalkması milyonlarca kadının hayatını değiştirmiş, iyileştirmiştir. Kapitalizmin nimetlerinden yararlanabilenler için, yeniliklerin pek çoğu gerçek birer nimettir. Ama hızlı değişim aynı zamanda insanı rahatsız ve tedirgin eder. Alışılagelmiş tarz ve yöntemlerin giderek artan bir hızla terk edilmesi ve yeniye alışma gereği, sürekli bir istikrarsızlık, belirsizlik ve yarın ne olacağını bilememe durumu yaratır. Bilinenden bilinmeze doğru hiç durmadan yol alma duygusu kapitalist toplumun insana rahat vermeyen temel duygularından biridir. Burjuvazinin uydurduğu (daha doğrusu Bela Bartok veya Ömer Seyfettin gibi “millî” aydınlardan sipariş ettiği) “millî geleneklerin” kolayca alıcı bulması, milyonlar tarafından sorgulanmadan kabul edilmesi gibi, reklamcılarla pazarlamacıların “gelenek” vurgusu da insanların kapitalist değişim fırtınası karşısında rahatlama ihtiyacından kaynaklanır ― eskinin sakin limanına, geleneğin bildik ve güneşli sularına sığınma ihtiyacından. Bahtsız bir çabadır bu; başarı şansı yoktur; geçmiş geride kalmıştır; sığınacak yer bırakmaz kapitalizm. Ama kapitalizm var olduğu sürece, “gelenek” merakı da var olacaktır.
18
GELENEK ve GÜNÜMÜZ •
Gelenek, Kimlik, Fıtrat Ferda Keskin Olmayan bir geleneği icat etmek sadece tarihin kötüye kullanılmasından mı ibarettir? Yoksa bilgi/bilim alanı olarak bir tür tarihçilik aslında kullandığı yöntem ve bu yöntemin ontolojik ön kabulleri açısından tam da gelenek icat etmeye mi yarar? Bu soruya yirminci yüzyılda verilen cevaplardan biri de Michel Foucault’dan gelir. “Nietzsche, Soybilim, Tarih” başlıklı 1971 tarihli ünlü makalesinde Foucault, Platoncu model olarak adlandırdığı, geleneksel metafiziği takip ettiğini savunduğu ve elbette Nietzsche’den yola çıkarak eleştirdiği geleneksel tarih yazımını tarif eder: Tarih-aşırı veya tarih-üstü bir bakış açısından bakan geleneksel tarih köken arar ve bulduğu kökenden hareketle tarihi bir sabitin çizgisel gelişimi olarak anlatır. Foucault’ya göre bu köken arayışı şeylerin özünü, içlerinde barındırdıkları imkânların en saf halini ve titizlikle muhafaza edilmiş özdeşliklerini bulma çabasıdır. Bu yüzden geleneksel tarih zaten orada olduğunu iddia ettiği şeyin peşinden gider ve tarihini yazdığı şeyin asıl kimliğini açığa çıkarmak için tüm maskeleri indirmeyi arzular. Bu arayış, kökenin muhteşem ve ulvi olduğunu, “şeylerin başlangıçta en değerli ve en özsel halde” bulunduğunu ve “başlangıç ânının şeylerin en eksiksiz ânı” olduğunu varsayar. Maskeler indiğinde ortaya çıkacak şey ise hakikattir. Dolayısıyla köken, tarihin hakikati ifade eden bir bilgi alanı olmasını da mümkün kılar. Böyle bakıldığında geleneksel tarih zaman içinde muhafaza edilmiş olsa da unutulmuş olan bir hakikati hatırlama faaliyeti, bir tür hafızadır.
Ulvi kökenler Foucault, geleneksel tarihçilerin bu önkabullerden
Geleneksel tarih, olsa olsa geçici maskelerin sunulduğu ve bunların bireyselleştirilmiş ve gerçek kimlikler olarak benimsendiği bir karnavaldır. hareketle, “Avrupalı denen –ve kim olduğunu, hangi adı taşıması gerektiğini bilmeyen– o kafası karışık ve anonim insana sahip olduğundan çok daha bireyselleştirilmiş ve çok daha gerçek kimlikler” sunduğunu söyler. Bunun sonucu olarak tarihçiler, “sırasıyla, Devrim’e Roma modelini, romantizme şövalye zırhını, Wagner dönemine Cermen kahramanlıklarının kılıcını” tedarik etmiştir. Kuşkusuz tesadüfen seçilmeyen bu örneklerle, Foucault üç hakim biçimi altında modern Avrupa bilincini şekillendiren üç tekil olaya gönderme yapmaktadır: Fransız Devrimi, İngiliz Romantizmi ve Wagner Almanyası. Yani bu olaylar ulvi kökenlere (Antik Roma, Ortaçağ Şövalyeliği ve Teutonia Kahramanlığı) sahip kimliklerle donatılmıştır ve elbette bu kimliklerin özleri
ile ideal anlamlarının en mükemmel olduğu ân da kökenleridir. Kökenlerini hatırlamak bu olayların bugünkü kimlikleri koşullandıran hakikatini de kavramak olacaktır. Kuşkusuz bugün Avrupa adı verilen coğrafyada köken bularak kimlik atfetme arayışlarının tarihini Foucault’nun yaptığından çok daha gerilere götürmek mümkün. Vergilius’un Roma’nın kuruluşunu anlatan Aeneis destanı belki de bunun ilk örneklerinden biridir. “Birlik ve beraberliğin” acil bir ihtiyaç olduğu Agustus döneminde Roma’yı Troya’dan kaçanlara önderlik eden Aeneas’a kurdurtan, dolayısıyla mevcut hanedanlığın soyunu Troya’nın kahramanları ve tanrılarına bağlayan ve böylece kafası karışık Romalının kimliğini ulvi ve eksiksiz bir kökene
geri götürerek göklere çıkaran bir kurucu mit olarak bu destan aslında bir tür tarih yazma çabasıdır.
Kurucu efsane Ama aynı pratik elbette Avrupa ile sınırlı değil. Örneğin bugünlerde ‘fıtrat’ lafzının gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bizde de devletin tarihini düz bir çizgi üzerinde birbirini takip eden on altı epizoda bölen, bu çizginin kökenini daralmış Türklerin dağını taşını erittiği Ergenekon’a dek geri götüren, Aeneas’ın öncü rolünü bir bozkurda yükleyen ve bugün yeniden resmî tarih muamelesi gören bir kurucu efsanenin mevcudiyeti iyi bilinir. Daha da ilginci, aslında telif hakkı Moğollarda olan bu efsaneden hareketle ‘Başkanlık’ sistemine olan ihtiyaç bile bu tarihin
19
• GELENEK ve GÜNÜMÜZ
kökeninde muhtemelen en ulvi ve eksiksiz biçimiyle bulunduğu düşünülen bir fıtrat ile ilişkilendirilebilmektedir. Bu noktada Foucault’ya geri dönmek faydalı olabilir. Tekil olayları sabitlerin süreklilik çizgisinde eriten geleneksel tarihe karşı ideal süreklilikleri tekil olaylara indirgeyen bir tarih anlayışı olarak soybilim, Foucault’ya göre bir karşı-hafıza pratiğidir. Bu karşı-hafızanın hedef aldığı üç şey vardır: gerçeklik, kimlik ve hakikat. Geleneksel tarih, olsa olsa geçici maskelerin sunulduğu ve bunların bireyselleştirilmiş ve gerçek kimlikler olarak benimsendiği bir karnavaldır. Bu durumun farkında olan soybilim ise maskaralığı en uç noktasına kadar götürecek ve sabit bir özü, tarihin herhangi verili bir ânında değişmez bir gerçekliği ve ulvi bir kökeni olduğu düşünülen her kimliğin (ve her maskenin) aslında çok sayıdaki mümkün kimlikten (ve çok sayıdaki mümkün maskeden) sadece biri olduğunu gösterecektir. Dolayısıyla
bu doğrultuda tatbik edilecek bir tarih pratiğinin amacı artık, kendi solgun bireyselliğimizi geçmişin gerçek ve güçlü kimlikleriyle özdeşleştirmek yerine ortada mebzul miktarda mümkün kimlik olduğunu göstererek gerçekliğimizi elimizden almak olacaktır. Yani kökeni hatırlayarak “kendini gerçekleştirmek” değil, gerçek olduğu düşünülen “kendi”yi gerçeksizleştirmek.
Suç ortağı Soybilim bir yandan da sabit, gerçek ve kıymeti kendindenmenkul olarak sunulanın sistematik olarak dağıtılmasıdır, “çünkü ne kadar cılız olsa da bir maskenin altında pekiştirmeye ve birleştirmeye çalıştığımız bu kimliğin kendisi bir parodiden başka bir şey değildir.” Bu yüzden soybilimin amacı kimliğimizin köklerini bulmak değil, tersine, onu dağıtmaya can atmaktır. Soybilim bugüne gelmek için atladığımız eşiği, metafizikçilerin geri döneceğimizi vaat ettikleri anavatanı tanımlamaz. Dolayısıyla, tarihin bu kullanımı, kimliğimizin en
özlü parçasını barındıran bir “köken” fikrini ve tarihin de bu özü muhafaza eden ve gerçekleştiren sürekli bir gelişim çizgisi olduğu iddiasını reddetmek anlamına gelir. Nihayet, Foucault’ya göre, soybilim bir bilgi öznesi olarak tarihi, tarihin muhayyel tarafsızlığını ve hakikat vaadini tahrip eder, çünkü taşıdığı maske nedeniyle tarafsız olduğunu, hakikate dört elle sarıldığını iddia eden tarih, dönüp kendine baktığında bir bilme istenci keşfedecek ve bu istencin içgüdü, tutku, hırs, acımasızlık ve kötülük gibi biçimler altında işlediğini görecektir. Başka bir deyişle, bir güç istencine cevap veren bu büyük bilme isteğinin tarihsel analizi adaletsizliğe yaslanmayan bilgi olmadığını ortaya çıkartacaktır. Bir köken bularak kimlik için gelenek kurmaya çalışan tür tarih, fıtratın sözcülüğünü yapan totalitaryen eğilimlerin en önemli suç ortağıdır.
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI • 20 TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER
16 TÜRK DEVLETİNİN ASKERİ ANTALYA’DA CANLANDIRILACAK
16 Ocak 2015 - Mayıs ayında kapılarını ziyaretçilere açacak 9. Uluslararası Antalya Kum Heykel Festivali’nde, Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer alan 16 Türk devletinin askerinin kumdan heykelleri yapılacak. On bin ton kumun kullanılacağı etkinlikte, sadece Türk devleti askerlerinin heykelleri için bin ton kum kullanılacak Festivalde Osmanlı İmparatorluğu, Göktürk Kağanlığı, Timur İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu ile Akhun İmparatorluğu gibi tarihte iz bırakan 16 Türk devleti birer kum askerle temsil edilecek. Festivali direktörü Cem Karaca, son iki yıldır “İmparatorluklar” temasıyla düzenledikleri festivalin önceki yıllardaki temalardan daha fazla ilgi gördüğünü söyledi. Ziyaretçilerin tarihe ilgisinin kendilerini bu temaya daha fazla yoğunlaşmaya yönelttiğini kaydeden Karaca, “Festivalimizi ziyaret eden yabancı ziyaretçileri eğlendirirken, Türk tarihi
hakkında bilgi vermeyi de bir misyon olarak görüyoruz” dedi.
En iyi kum heykeltraşları Türkler’in asırlara uzanan bir tarihi olduğunu, bu medeniyetin Antalya’ya tatile gelen yabancılara tanıtılmasının önem taşıdığına inandıklarını vurgulayan Karaca, şöyle konuştu: “Biliyoruz ki tarihte 200’ü aşkın Türk devleti var. Bunlar arasında yapacağımız seçkiyle bu sayıyı 20’ye ulaştırmayı hedefliyoruz. Sergimizde bu devletler, birer savaşçı heykeliyle temsil edilecek. Yapacağımız 16 Türk askeri heykelinin en ihtişamlı şekilde ortaya çıkması için geçmiş yıllarda olduğu gibi dünyanın en iyi kum heykeltraşlarını davet ettik.”
“Sığ esprilere malzeme edilmesinden üzüntü duydum” Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı tarafından Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki karşılama törenlerinde 16 Türk devletinin temsil
edilmesinin özellikle sosyal medyada espri malzemesi yapıldığını ifade eden Karaca, “Ben gördüğümde gurur duyduğum bir manzarayla karşılaştım, ancak kendi tarihimizde yer alan bu unsurların bazı sığ esprilere malzeme edilmesinden de üzüntü duydum. Heykellerle tarihimiz hakkında yapılan bu sığ esprilere tepkimizi kuma yansıtacağız” diye konuştu.
Dünyanın en yüksek kum heykeli Karaca, festivalde dünyanın en yüksek kum heykelini yaparak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi planladıklarını dile getirerek, “Bu yıl 1 milyon ziyaretçi hedefledik. Dolayısıyla kendi tarihimizi anlatan heykeller de böylece 1 milyon ziyaretçi tarafından görülecek” dedi.
• TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER
21
HENDEK BELEDİYESİ BAYRAKTEPE PROJESİ
“Biz, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti çizgisini dile getirdiğimizde birileri rahatsız oluyor. Birileri Türkiye Cumhuriyeti devletini, tarihin belli bir şartında, o konjonktür içinde çıkmış rastgele bir devlet diye görmek istiyor. Biz ‘Osmanlı’ dediğimizde neredeyse rahatsız olan bir milletin evlatları varsa bir sıkıntı var demektir.” “Yaklaşık altı yıl başmüvaşir olarak çalıştığımda Başbakanlıkta, hep şöyle düşünürdüm, herhangi
bir şekilde bir konu istişare edildiğinde, acaba Dedem Korkut olsa ne derdi?” Başbakan Davutoğlu dün yörük ve Türkmenlerin sivil toplum kuruluşları ve Türk dünyasından temsilcilerle bir araya geldi. Davutoğlu’na bir küp türbe toprağı, Kuran-ı Kerim, Türk bayrağı, yörük heybesi, kalpak, kefiye, hançer, kuşak ve Osmanlı Tuğrası hediye edildi.
“Ülkemizin dış politikada giderek boyutlanan başarısını taçlandırarak, hızla alevlenen bu işbirliği ve diyalog ateşini Bayraktepe’de ebedileştirdik. Geçmişten geleceğe Türk Dünyası; bayrakları ve en özlü örneklerden oluşturulan rölyefleri ile Bayraktepe’de yaşamaya devam edecek. Burada ayrıca şu anda özerkliğini ve bağımsızlığını ilan etmiş Türk Devletleri’nin bayrakları da yer almaktadır. Bayraktepe Tesisleri’nde bulunan rölyefler ve tarihçeler, özellikle çocuklarımızın geçmiş tarihi keyifle öğrenebilecekleri bir tarih kütüphanesidir. Buraya gelen vatandaşlarımız en leziz yöresel yemekleri yiyip tavşan kanı çaylarını yudumlarken önlerinde uzayıp giden yeşil Hendek denizine dalıp gideceklerdir.” “Sakarya’yı kucaklayan tepeye kurulan Bayraktepe, 16 Türk devletinin bayrağı ve rölyefleriyle tarihi yeniden yaşatıyor. Hendek Belediye Başkanı Ali İnci’nin ‘Ecdadımıza ve gelecek nesillere borcumuzu ödemek adına yapılmış küçük bir çalışma’ dediği Bayraktepe, her yaş grubundan insanların büyük ilgisini çektiği gibi geçtiğimiz günlerde ulusal medyada da geniş bir şekilde yer aldı.”
22
STRATEJİ ve TAKTİK •
Antaram’ın Yolculuğu Büyük babaannem Antaram onu yetim bırakan zalim dünyada solmaya direnen ve yepyeni bir hayata başlayacak cesareti ve gücü kendinde bulabilendi.
Antaram elinden düşmeyen sigarasıyla, 1970’ler
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI Nazan Maksudyan Büyük babaannem Antaram Abrahamyan (sonrasında Boğosyan), hayatımda tanıdığım en güçlü kadındı. Şüphesiz evin direğiydi. Bütün gün durmaksızın çalışır, geceleri çok az uyurdu. İki kızı, onların çocukları (yani kendi torunları), hatta torunlarının çocukları için severek canla başla çalışmış, bir kez olsun sorumluluklarından şikayet etmemiş, hiçbir işi yarım bırakmamış, öte yandan mizah duygusundan da hiç ödün vermemişti. Babam gibi ben de ona medzmama (Ermenice “büyük anne”) derdim. Ancak ona böyle hitap etmek sadece biz evlatlarına mahsus bir ayrıcalık değildi. Komşuları, arkadaşları, eş dost tanıdıkları da ona medz – büyük – derdi. Çocukken neden acaba diye merak ederdim. Sonradan belki de onun otoritesini, sabrını, hepsinden de çok dayanıklılığını fark eden insanların takdirlerini dile getirircesine bu sıfatı kullanabilecekleri aklıma geldi. Neticede o, onu yetim bırakan zalim dünyada solmaya direnen ve yepyeni bir hayata başlayacak cesareti ve gücü kendinde bulabilendi.
kooperatif binası kısa zamanda civar köylerden gelen müşterilerin uğrak yeri haline gelmiş ve köyün ticaret hacmi genişlemiş. Köyde 1914’te üretilen 2.000 kilo ipek Marsilya, Lyon, Milano, Londra gibi merkezlere ihraç edilmiştir. Belli ki savaştan hemen öncesi Çengiler’in güzel günleriymiş. Kooperatif sadece ekonomiyi canlandırmıyor, aynı zamanda Ermeni cemaatinin önde gelen sanatçılarını ve fikir adamlarını köye davet ediyor ve kültürül hayat hareketleniyormuş. Nazaret Dağavaryan1, Siamanto2 ve Gomidas Vartabed3 gibi isimler köyün 1915’ten önceki ziyaretçileri arasındaymış. Antaram, ailesinin ilk ve tek kızı olarak 1901’de doğmuş. Üç
erkek çocuğun ardından ilk kız evlat. Birkaç yıl içinde bir de küçük kardeşi olmuş, sonradan hep keşke kız olsaydı diye iç geçirdiği bir erkek kardeş. Savaşın başında ilan edilen genel seferberlik köyde pek erkek bırakmamış. Ancak, Mayıs 1915’e kadar endişeye mahal verecek bir durum hissedilmiyormuş. Mayıs sonunda ev baskınları ve tutuklamalar başlamış, ilan edilen resmî sebep silahların teslim edilmesine ön ayak olmakmış. Temmuz 1915’ten itibaren yaklaşan zorunlu göçün haberleri, büyük ölçüde 1860’lardan itibaren bölgede eğitim faaliyetlerini sürdüren Amerikalı misyonerler vasıtasıyla köyde yayılmaya başlamış. Bu
söylentiler nüfusun çoğunluğunun her zamankinden farklı bir şey yapmasına yol açmamış. Ancak Antaram’ın abilerinden Hagop, karısının anne babasının da ısrarlarıyla 1908 Devrimi sonrası köyü terk edenlerdenmiş. Önce Edirne’ye, sonra Filibe’ye yerleşmişler. Çengiler’e tehcir 4 Ağustos 1915’te ulaşmış. İttihat ve Terakki’nin Pazarköy teşkilatından Hacı Alaeddin ve Bursa jandarma komutanı Abdülhamid Bey önderliğinde iki bin asker ve jandarmayla köy sarılmış ve derhal tehcir kararı uygulanmaya başlamış.
Sanıyor musun ki bir kışımız daha olacak Bu talihsiz zamanlarda Antaram, koşullar başka türlü olsa belki çok yakında evlendirilecek 14 yaşlarında genç bir kızmış. Onlarca yıl sonra ailesinin tehcir emrine verdiği ilk tepkiyi dünmüş gibi anlatırdı. Evi terk etmeden önce hepsi en hayatî bazı şeyleri toparlamakla uğraşırken, annesi Maryam’ın ortadan kaybolduğunu fark etmişler. Hemen ardından arka arkaya şiddetle kırılan, patlayan cam şangırtılarıyla irkilmişler. Babası Abraham’la birlikte sesin geldiği yere, kilere gittiklerinde, annesini telaş içinde düzinelerce reçel, turşu ve konserve kavanozunu yere fırlatırken bulmuşlar. Babası, karısının öfkesine sinirlenip Maryam’a bağırmaya başlamış, khent (deli) diye çıkışmış. Maryam bir an sakinleşip bütün inandırıcılığıyla açıklamış: “Sanıyor musun ki geri gelebileceğiz? Sanıyor musun ki evimizi bir daha göreceğiz? Sanıyor musun ki bunları yiyecek bir kışımız daha olacak? Geride hiçbir şey bırakmayacağız. Başımıza gelen felâketin sorumlularının boğazından geçecek hiçbir şey.”
Antaram, o zamanların büyük ve bayındır köylerinden, Kuzey Batı Anadolu’da, Bursa’ya bağlı Pazarköy kasabası dolaylarındaki Çengiler köyündenmiş. Beş bin nüfuslu köyde neredeyse sadece Ermeniler yaşıyormuş. En temel zıraî üretim zeytinmiş. Ama dericilik, bakırcılık, kuyumculuk gibi zanaatlarda da gelişmiş bir yermiş Çengiler. Yörenin geneli gibi Çengiler de ipek böcekçiliği ve dokumacılığı konusunda da önemli bir merkezmiş. Yüzlerce kişiyi istihdam eden dokuma tezgâhları meşhurmuş. Fikir Kulübü, Öğrenci Birliği, Tiyatro Cemiyeti, Sporcular Birliği gibi çok sayıda cemaat örgütü 1913’te bir araya gelerek, temel hedefi küçük işletmeleri ve zanaatkârları desteklemek olan bir kooperatif kurmuş. Yerel ürünlerin satıldığı
23
Genç Antaram ve Hmayak Boğosyan çifti 1920’lerin başında kendilerine İstanbul’da yeni bir hayat kurmayı zor da olsa başarmış.
Ne yazık ki Maryam haklı çıkmış. Aynı gün Abrahamyanların da dahil olduğu 1200 aile evlerini terk etmeye, uzun ve bilinmez bir yolculuğa çıkmaya
24
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI • birinin ifadesine göre Balıkesir, Bandırma, Bursa, Gemlik, Adapazarı, Yalova, ve Çengiler’den gelenlerden oluşan 11.000 kişilik bir kafile Konya’ya kadar yürümüş. Antaram da muhakkak bu kafiledeydi, çünkü hep Der Zor’a kadar yürüdük diye anlatırdı...
Antaram ve Hmayak, bizim zamanında sadece ‘koru’ dediğimiz bugünün Fethi Paşa Korusu’nda piknikte, 1960’lar zorlanmış. Yanlarına hiçbir şey almalarına izin verilmemiş. Hayatta kalacak olanlar için Suriye’de bitecek çetin yolculuk başlamıştır. Çengiler bütünüyle boşaltılır, hayalet bir kasabaya, damarlarındaki kan çekilmiş bir cesede dönüşür. Köyün ekonomik ve kültürel canlılığı, bugünü çalınmış; geleceği imha edilmiş; hatta geçmişine bile gölge düşürülmüştür. Yeni ulus-devletin coğrafyasındaki ve toplumsal hafızasındaki Ermeni varlığını bastırmaya ve sessizleştirmeye yönelik bilinçli siyaseti neticesinde, Çengiler Türkiye haritasından kelimenin tam anlamıyla silinmiştir. Binlerce başka yer adı gibi – şehirler, kasabalar, köyler, caddeler, meydanlar – Çengiler’in ismi de değiştirilir, Sugören olur. Yolculuğun hemen başında,
köye bir saat kadar mesafede, erkekler kafileden ayrılır, Barzudağ yakınlarında, bir nehir kıyısında infaz edilir. Antaram’ın babası ve abilerinden biri hemen öldürülür. Birçok başkaları gibi, Antaram’ın annesi Maryam özellikle erkeklerin hayatının tehlikede olduğunu derhal anlar. Dolayısıyla en küçük oğlunu, Antaram’ın kardeşini, kız gibi giydirirse, çocuğunun hayatını kurtarabileceğini umar. Böylece Abrahamyan ailesinden “üç kadın”, yani Antaram, annesi Maryam, ve kız kılığındaki erkek kardeşi, çilelerini paylaştıkları köylüleriyle, Çengiler’den Der Zor’a giden uzun yola koyulur. Tehcir yolunu yürüyerek kat edenler kaç kişiydi, tahmin etmek zor. Ancak Antaram gibi hayatta kalan soykırım kurbanlarından
Birbirlerine sıkı sıkı sarılıp, içlerinden birini daha kaybetmemek için durmadan dua ederler. Ama nafile. Yolun daha başlarında askerler küçük “kız”da bir acayiplik olduğunu fark eder. Yakınına gelip üstünü başını çekiştirdikleri zaman, bunun kız gibi giydirilmiş, kafasına sardıkları başörtüsünün altında saçları kısacık, 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu olduğunu anlarlar. Annesi ve kardeşi ne kadar yalvarıp yakarsa da, onu da kafileden ayırırlar ve gözlerinin önünde öldürürler. Açlık ve yorgunluktan zaten bitap düşmüş Maryam, oğlunun katledilişine de şahit olmanın ıstırabına dayanamaz, dünyaya gözlerini yumar. Artık Antaram yalnızdır, Bursa, Eskişehir, Konya, Pozantı, Adana ve Halep üzerinden en sonunda Der Zor’a varacak kafilede Çengilerli Abrahamyanlardan geriye bir tek o kalmıştır.
Nadir bir mutlu an İsminin hakkını verircesine, Antaram (ya da Türkçe söylersek “solmaz”) Suriye’deki mülteci kamplarına ulaşabilen tek aile üyesi olur. Bu sırada, abilerinden biri Bulgaristan’dadır. Diğer büyük abisi olaylar başlamadan birkaç yıl önce İstanbul’a yerleşmiş, aileden hiç haber alamamanın acısıyla kıvranmaktadır. Medzmama’mın 15 - 16 yaşlarında bir kızken kamplarda nasıl yaşadığı ve nasıl hayatta kalabildiği bizim için bir muamma, zira bu konuda neredeyse hiç konuşmazdı. Yaşı çok küçük olmasa da acaba bir yetimhaneye mi yerleştirilmişti? Ya da sonsuza dek geride bıraktığı hayatla ve dünyayla arasında kalan tek gerçek bağ olan kendi köyünden insanlarla, hemşehrileriyle
mi kalmıştı? Kamptan kampa onlarla mı sürüklenmişti? Kamplardaki tüm Ermeniler gibi hastalık ve açlıkla ölümün eşiğine gelmiş miydi? Humus ve Hama’daki Osmanlı ordusuna çorap üreten büyük fabrikalardan birinde istihdam edilip ironik şekilde ıstırabının kaynağı olanların yürüttüğü savaş çabalarına katkıda mı bulunmuştu? Acaba o da birçok Ermeni çocuk ve genç kadın gibi bir müddet Müslümanların yanında kalmış mıydı? Her şekilde, o da Der Zor’daki on binlerce Ermeni kadın ve çocuktan biri olmuştu ve savaş bitene kadar orada kalmıştı. Çölün ortasındaki fiilî mahpuslukları 1918 ateşkesiyle sona erdiğinde, Der Zor’da ya da Musul’da mahsur kalmış birçok felâketzede gibi Antaram da güneye Basra’ya giden yolu izler. Bu üzücü hikâyedeki nadir mutlu anlardan biri de böylece gerçekleşir, Antaram’ın yalnızlığı burada son bulur ve büyük dedem Hmayak Boğosyan’la evlenir. Dedemin nasıl Basra’ya geldiği de hikâyenin muğlak taraflarından, zirâ o da hep sessiz kalmış ve Van’ın güneyindeki köyünden Basra’ya gidişi hakkında hiç konuşmamıştı. Nüfus kaydı h. 1313 (m. 1897) göründüğüne göre, 1915’te büyük dedem Hmayak 18 yaşlarındaymış. Doğup büyüdüğü köy Şadakh (Çatak), Van’ın güneyindeymiş. Dönemin anlayışına göre artık yetişkinliğe adım atmış bir genç adam olarak, büyük ihtimalle şehirde tehcir (ve müteakip katliam) emirlerini uygulayan Osmanlı askerî kuvvetlerine karşı direnişte yer almış olmalı. Van’daki Ermeniler sınırlı bir süre için de olsa kendilerini savunmuş, emirlerin uygulanmasını engelleyebilmişti. Ancak bu “başarı” şehir halkının toplu katliamına yol açmıştı. Yine de civar köylerden binlerce Ermeni kaçıp İngiliz kontrolündeki Irak’a sığınmayı başarmıştı. Hmayak da muhtemelen onlardan biriydi. Van’dan kaçanların çoğu gibi o da savaş yıllarını Bağdat
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI yakınlarında, Bakuba’daki büyük mülteci kampında geçirmişti. Ardından ‘ülkeye iade’ (repatriation) amaçlı büyük çaplı göç dalgasıyla liman şehri Basra’ya gitmiş olmalı. Medzmama’m ve büyük dedem 1919’da Basra’da işte bu şartlar altında buluşmuş. Hmayak yirmi yaşın biraz üzerinde, Antaram biraz altındaymış. İkisi de geçen dört yılı “ev”den ayrı – yolda, çöllerde, farklı sığınaklarda ve kamplarda – geçirmiş; yanlarında ne aile ne de akraba namına kimse kalmamış. Kendilerini tamamen bilmedikleri bir yerde bulan bu iki yabancı nasıl tanışmış ve evlenmiş olabilir? İlk görüşte aşk mıymış? Yaşadıkları ortak dehşet deneyimimi mi onları birbirine yaklaştırmış? Ya da şehirdeki Ermeni din adamları bu kimsesiz, evsiz barksız felâketzedelerin birbirlerine destek olmaları için evlenmelerine mi önayak olmuştu? Tüm bu etmenler belli ölçüde rol oynamış olmalı. Böylece yeni evli genç çift, İngilizler tarafından Basra’dan ülkesine iade edilenlerden olmuş. Medzmama’m minnettarlıkla anlatırdı: “İngilizler bizi bir gemiye koyup İstanbul’a getirdiler.” Antaram hem güçlü hem de şanslıymış. Tehcir ve katliamlardan sağ çıkmış; yıllar süren evsizlik ve mülteci kamplarının ağır koşullarına dayanmış; kötü muamele görmüş, açlık çekmiş olmasının yanında, muhtemelen tacize ya da daha kötüsüne maruz kalmış. Yalnızca bir “ev” hissine yeniden kavuşabilme umudu, onu hâlâ hayatta olduğuna, önünde yaşayacağı bir hayat olduğuna inandırabilmiş. Entelektüeller dışında İstanbul’da yaşayan Ermeniler tehcire ve tehciri müteakip dehşete maruz kalmamış olduklarından, Antaram hayatta kalmış en azından bir aile üyesi daha olduğuna inanmış: abisi Sahak. Böylece Antaram ve Hmayak, o esnada işgal altında olan İstanbul’a doğru yola çıkmış. Yolculuk uzunmuş; sıcak Akdeniz sularından geçiyor
25
olmalarına karşın, günlerce üşümüşler, açlık çekmişler, halsiz düşmüşler. Ancak son dört yıldır bitmek bilmeyen seyir hâli neticesinde Antaram’ın varoluşunun ve bilincinin ayrılmaz bir parçası olan korku, umutsuzluk ve endişeden artık eser yoktur. Kendini sakin ve dengeli hisseder, hatta huzurludur, uzun bir yolculuk sonunda eve dönen biri gibi, fırtınadan sonraki denizin sükûnetini içinde hisseden biri gibi.
Kökleri güçlü meyve ağaçları Sahak artık bir yetişkin olmuş kardeşini ve kocasını sevinçle karşılar. Genç çifte, İstanbul’un Anadolu yakasındaki büyük Ermeni yerleşimlerinden İcadiye mahallesindeki evini açar. Aynı zamanda onları kasap dükkânına ortak eder. Sahak sayesinde Antaram ve Hmayak yerleşirler, geçimlerini sağlamaya başlarlar ve bir aile kurarlar. Antaram hayatı boyunca aynı yerde yaşar. Çocukları olur, kızlarını evlendirir, torun sahibi olmanın, hatta “büyük babaanne” olmanın mutluluğunu yaşar. Tüm ailesi aynı mahallede, kendi evine yürüme mesafesinde yaşamaya devam eder. Herhalde bu geleneğin bir parçası olarak, benim annebabam da 1977’de evlendikten sonra taşındıkları yine İcadiye mahallesindeki ilk evde yaşamaya bugüne değin devam ettiler – medzmama’mla dedemin kasap dükkânına bir paralel sokakta. Neredeyse 2000 kilometrelik bir yolculuğu, her ne kadar kaderini paylaşan birçoklarıyla bedenen yan yana olsa da, aslında yalnız başına yapmış biri olmasına rağmen, hayatının geri kalanında Antaram İstanbul’daki evinden hiçbir yere kımıldamamayı seçmişti. Seksen yılı aşkın yaşamında, iki saatlik mesafede de olsa Çengiler’e yeniden gitmemiş, gitmeye hiç niyetlenmemişti. Abisi ve ailesini yaşadıkları hiçbir şehirde – sırasıyla Filibe, Beyrut, Los Angeles – ziyaret etmemişti. Kocası yıllar süren hasretten
İşte sekiz yaşıma kadar ellerinden soğan, tarçın, kızartma, et kokladığım medzmama’m. Yüzündeki derin çizgiler ve bembeyaz saçlarıyla etrafımdaki en yaşlı kişiydi, ama her türlü işin altından mükemmelen kalkar, kimselerin yaptığını da beğenmezdi. sonra ailesinden geriye kalan akrabalarını ziyaret için Sovyet Ermenistan’ına gittiğinde ona eşlik etmemişti. Hatta şehrin Avrupa yakasına gitmeye dahi yanaşmazdı, zirâ Boğaz’ı geçen vapura ayak basmak istemezdi. Onu kim suçlayabilir ki? Yeni bir yolculuğun düşüncesinden bile kaçınmak için yeterince haklı sebebi vardı. Onu en mutlu eden şey, bahçesinde kökleri güçlü meyve ağaçları yetiştirmek ve gelecek kış için kavanozlar dolusu reçel yapmaktı.
1 Nazaret Dağavaryan (1862, Sivas – Ayaş, 1915) doktor, aktivist, AGBU’nun (Armenian General Benevolent Union) kurucularından. 24 Nisan kurbanlarındandır. 2 Atom Yarcanyan, daha çok bilinen ismiyle Siamanto (Agın [Eğin] 1875– 1915), ünlü Ermeni yazar, şair, millî figür. 24 Nisan kurbanlarındandır. 3 Soğomon Soğomonyan, daha çok bilinen ismiyle Gomidas Vartabed (1869 – 1935), Ermeni din adamı, besteci, icracı, müzikolojist. Birçokları modern Ermeni müziğinin kurucusu olduğunun altını çiziyor. 1915’te yaşadıkları neticesinde zihnî dengesi bozulmuştur.
26
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
KUL HAKKI VE TAZMİNAT
Eskişehir’de Ermeni mahallesi - Hoşnudiye Hasan Pehlivan Çanakkale Savaşı’nın 96. yıldönümü törenleri’ne katılmak için dört yıl önce Çanakkale’ye giden dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye’nin Dış Politika Vizyonu” konulu bir konferansa katılmıştı. Konferans öncesinde, “Çanakkale adını duyup da kalbi hoplamayan, yüreği titremeyen, damarlarındaki kan akış hızı artmayan bir Türk olamaz” diyen Davutoğlu, konuşmasına, “Bütün dünyaya 2015 yılını tanıtacağız. Bazılarının iddia ve iftira ettiği gibi bir soykırım yıldönümü olarak değil, bir milletin şanlı direnişinin, Çanakkale direnişinin yıldönümü olarak tanıtacağız” diyerek başladı. Anadolu toprakları açısından 2015 yılı büyük öneme sahip iki olayın 100. yıldönümüdür: 1915,
Anadolu’nun iki farklı tarihidir. İlki Düvel-i Muazzama’ya karşı verilen Çanakkale mücadelesinin öyküsü, diğeri yüzyıllardır bu topraklarda yaşamış koca bir halkın devlet eliyle yok edilişinin utanç verici gaddarlığıdır. Aradan yüzyıl geçmişken, Türkiye Cumhuriyeti hâlâ Anadolu topraklarında Ermenilere yapılanların adını koymamak, tanımını bulmamak için çabalamaktadır. Davutoğlu’nun dört yıl önce haberini verdiği ve bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yüzün üzerinde devlet başkanı ve yetkilinin davet edildiği Çanakkale 2015 etkinlikleri, Ayhan Aktar’ın deyimiyle, “küçük bir tarih oyunuyla ‘Ermeni soykırımını tanıma baskısı’nı Çanakkale Savaşları ile perdeleme” çabasıdır. Tüm dünyada 24 Nisan, 1915’te yaşanan Büyük Felâket’in
(“Medz Yeğern”) 100. yıldönümü olarak anılacak. Erdoğan, akıllı ve usta bir politikacıdır. Durumun ne kadar ciddi boyutlara ulaşacağını iyi bildiğinden, önemli ama çok yetersiz bir bildiri ilan ederek “ortak acı” kavramını ortaya attı. Böylece, ‘hepimizin acıları vardır, tarihte hepimiz eziyet gördük, trajedileri sıraya dizmek yanlıştır’ düşüncesinden hareket ederek söz konusu ortamı yumuşatmaya çalıştı. Ancak bu önerinin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi pek mümkün değildir. Düşünün, bir Alman devlet görevlisi “Yahudiler de acı çekti, biz de çektik, haydi gelin acılarımızı kıyaslayalım” diye önerse, sizce kabul görür mü? Hrant Dink’in dediği gibi, “Gelin, önce birbirimizin acılarına saygı göstermeyi öğrenelim. İkrar değil, inkâr değil, önce idrak.”
Soykırım mı, değil mi Günümüz Türkiye konjonktüründe “soykırım olmuştur” diyenlerin karşısına “o dönemde yaşananları nereden biliyorsun? Birinci elden biliyor musun?” teziyle karşı çıkılmaya çalışılıyor. “Olmuştur” diyenler hem ciddiye alınmıyor, hem de vatana ihanet etmekle suçlanıyor. Artık takkemizi önümüze koyup düşünmeli, tarihî gerçeklerle yüzleşmeliyiz, çünkü olması gereken ezberletilmiş yalan ortamında değil, gerçekte yaşamaktır. Bu yazıda 1915 yılında Ermenilere yapılanların nedenlerini ve olayın sonrasında üzerimizde bir yük olarak kalan (ve kalmaya devam eden) kul haklarından kurtulmanın yollarını göstermeye çalışacağım. Kanaatimce, 1915’te yaşanan bir soykırımdır. Birleşmiş
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI Milletler’in kabul ettiği ve Türkiye’nin de imzaladığı bir soykırım anlaşması var. Tanım şöyle: “2. Madde : Soykırım oluşturan eylemler Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.” 1 Türkiye sözleşmeyi 31 Temmuz 1950 tarihinde imzalamış. Yukarıdaki Soykırım tanımı’nın (c) maddesi Ermeni tehcirini aynen tarif eder. Bir grup insanı hayatını idame ettiremeyeceği bir duruma koyarsanız ve bu suretle o grup kısmen veya bütünüyle yok olursa, bunun adı soykırımdır. Bir topluluğun/halkın soykırıma uğradığının tespiti için tamamen yok edilmesi gerekli değildir. Naziler bütün Yahudileri imha edemedi, ama yaptıklarının soykırım olduğundan –Almanlar da dahil– hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ermenileri anayurtlarından koparıp dağ, bayır, çöl yürüterek yarısından çoğunun ölmesine yol açan bu yaşananların da soykırım olduğundan şüphe olmaması gerekir. Yaşananları bugün kimse birincil elden bilemeyeceğine göre, eldeki verilerden hareketle bir sonuca varılması gerekmektedir. Bazıları “soykırım olmuştur” kanısına, bazıları “kesinlikle olmamıştır” kanısına, bazıları da olmadığını söylemenin “millî menfaatlere” daha uygun olduğunu düşünerek susma kanısına varabilir. Siyasî kerteye gelindiğinde, 1915 olayları için sadece
“Soykırım mıdır, değil midir?” sorusu üzerinde durmanın ve tartışmayı bu nokta üzerinden değerlendirmenin, Hasan Cemal’in deyimiyle “bizleri bir kısır döngüye iterek kilitlediğini, bunun da iki taraftaki fanatiklerin, milliyetçilerin değirmenine su taşıdığını” unutmamak gerekir. Yapılması gereken, millî duygu ve menfaatlerden arınmış olarak somut verilere dayanan mantıklı bir analizdir.
nüfusa karşı ciddi boyutlarda etnik temizlikler yapılmıştır. Bu süreç, yüzlerce yıldır yaşadığı toprakları, malını, mülkünü, evini, sevdiklerini geride bırakarak Anadolu’ya ricat etmiş olan kızgın ve içten içe bir o kadar da kin dolu bir Müslüman kitlenin ortaya çıkışına zemin hazırladı.
Belki de tartışılması gereken, yaşananları tanımlamaktan öte, bağlam üzerinde durmaya çalışmaktır. Söz konusu bağlama baktığımızda, 18. yüzyıldan itibaren bozgun üstüne bozguna uğramış bir imparatorlukla karşılaşıyoruz. Stefanos Yerasimos, bu sürecin başlangıcını 1699’daki Karlofça Antlaşması olarak belirtir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden bu süreçte, kaybedilen her toprak sonrasında binlerce Müslüman Anadolu’ya ricat etmek zorunda kalıyor.
Ermeniler, tam da bu süreçte, Anadolu’da kalan ve Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bağımsızlıklarını kazan(a)mamış olan kadim ve ahir gayrımüslim azınlık konumundaydı. İmparatorluğun 1914 nüfus sayımına göre bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde 1.161.169 Ermeni (Apostolik / Gregoryen) vardı.2 Kemal Karpat’a göre 67.838 Ermeni Katolik, 65.844 Protestan (Protestanların tamamına yakını Ermeniydi) da dahil olmak üzere, bugünkü sınırlar içinde 1.294.851 Ermeni yaşamaktaydı.3 Ancak 1927 nüfus sayımına baktığımızda, dini “Ermeni” olarak gösterilenlerin sayısı, 77.433’tür.4
Gelişmeler (Yunan ve Bulgar bağımsızlıkları, Balkan Harbi ve Kafkas bozgunu) Osmanlı’nın elinde son vatan olarak Anadolu’nın kalmasına ve bu toprakların da –tabiri caizse– muhacir akınına uğramasına neden olmuştur; her kaybedilen toprak sonrasında Müslüman
Ermeniler’in özerklik talepleri 1912’nin sonlarına doğru, Rusya’nın da desteğiyle artmıştır. Özerklik tasarısı, ilk olarak Temmuz 1913’te İstanbul’da Avusturya sefaretinde Ruslar tarafından ortaya atılmıştır. Rusya’nın artan baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa
27 devletinin katılımıyla hazırlanan özerklik projesi Mart 1914’te Osmanlı hükümetine iletildi. Özellikle Kafkas bozgunu sonrasında Doğu’da çok zor durumda kalan Bab-ı Âli hükümeti, alınmış olan bu kararı imzalamak zorunda kaldı. Böylece, Doğu’daki altı vilayette5 (Vilâyat-ı Sitte / Arevmdjan Hajasdan) Ermenilere özerklik ve hiçbir vilayette çoğunluğa sahip olmamalarına (nüfusça yüzde 40 civarında) rağmen yüzde 51 temsiliyet hakkı verilmiştir. İlan edilen özerk bölgenin yönetimine bir vali atanmış ve valinin yanında Batılı iki komiser/ müfettiş (Norveçli Hoff ve yardımcısı Hollandalı We Stenek) görevlendirilmiştir. Müfettişler Ağustos 1914 başında Erzurum’a gelmiştir. Yaşanan bu süreç, İttihatçıların Ermenilere karşı giriştiği etnik temizleme harekâtını asla haklı çıkarmaz elbet, ama Bab-ı Âli hükümetinin neden gözünün döndüğünü anlamamızı sağlayabilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde sadece Asya toprakları kalmıştır. Yaşananlar hükümetin çokuluslu bir imparatorluğu ayakta tutma çabası olan Osmanlıcılık politikasından vazgeçerek, imparatorluktan ayrılan ya da ayrılma aşamasında olan diğer halklar
Diyarbakır şehrinden bir görünüm. En büyük kule (ortadaki) Ermeni kilisesi Surp Giragos’a ait
28
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI • memleketimizdir. Erzurum da benim memleketimdir, burası da benim memleketimdir. Maksadım onların ezilmesi, yıkılmasıdır. Oraya gitmesidir. Benim memleketimdir. Burası da benim memleketimdir, burası da bizim memleketimizdir. Bunun için ezilmek için oraya gönderilsin diyorum.” 7
gibi tek bir millî politika belirlemesine neden olmuştur. Elde kalan son toprakları korumak için Türkçülük çatısı altında toplanılmaya çalışılmıştır. Bunu sağlayabilmek için de, bu topraklardaki iki temel “sorunu” çözmeye çalıştılar: batıda Rumlar, doğuda Ermeniler. 1915’te yaşananlar, kitlesel bir tasfiye hareketi olarak başlamış ve Anadolu’daki toplam Ermeni nüfusunun yarısından fazlasının yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Tehcir edilenlerden hayatta kalanların bir kısmı Suriye’deki temerküz kamplarında toplanarak kırıma uğramış, bir kısmı ise seferberlik zamanında Osmanlı bünyesinde askere alınarak ‘amele taburlarında’ kurşuna dizilmiştir.6 Günümüzde Türkiye’de 60.000 civarında Ermeni kaldığı söylenmektedir. Bu gerçeklik bile, yapılan temizlemenin yüzde 100’e çok yakın olduğunun tartışmasız bir göstergesidir.
“Burası benim memleketimdir” Neydi bu kırımın arkasında yatan nedenler? Anadolu’nun 1915’teki şartlarını düşünelim. İmparatorluğun her köşesinden gelen (veya gelmeye çalışan) öfkeli ve kin dolu mülteciler, Tanzimat’la birlikte kalkınan ve refah seviyelerini yükselten Ermeniler ve onlara büyük bir kıskançlıkla bakan yorgun ve yoksul Anadolu Müslümanları. Örneğin, Kurtuluş Mücadelesi zamanında TBMM’de yapılan gizli bir oturumda, Misak-ı Millî sınırları içinde kalan azınlıklarla ilgili konuşan Malatya mebusu Mustafa Fevzi (Bilgili) Bey, 1921 yılında şunları söyler: “Evet, Ermeniler 500 lira bedeli naktî verirlerse febiha... Vermeyenler Sivas’a, Erzurum’a gönderilsin ve yollarda çalıştırılsın... Maksadım onların ezilmesidir. Memleketimizin her cüzü bizim
Tehcirle birlikte Anadolu’da mal-mülk kavgaları başlamıştır. Bu kavgaların adına gasp kavgası demek daha doğru olur. Bunların izlerini arşivlerde bulmak zor değildir. Örneğin, İttihat ve Terakki hükümeti tehcir sonrasında Anadolu’da kalan Ermeni malları için “Emval-i Metruke”, yani “Terkedilmiş Mallar” komisyonları kurulmasına karar vermiştir.8 Komisyonların amacı, Ermenilerden geriye kalan her türlü malı korumak ve kayıt altına alarak güvenliğini sağlamaktır.9 Daha komisyonların kuruluş aşamasında Meclis-i Âyan’da yapılan tartışmalar, kuruluş amaçlarının Ermenilerden kalan malların düpedüz gasp edilişine kılıf hazırlamaya çalışmak olduğunu gösterir. Öncelikle, Ermenilerden kalan mallar, komisyonların adındaki gibi “terkedilmiş” mallar değildi, çünkü Ermeniler bu mallarını terk etmedi, zorla terk ettirildi. Söz konusu komisyonlarla ile ilgili olarak, İstanbul mebusu Ahmet Rıza Bey 29 Kasım 1917 günü Meclis-i Âyan’da şunları söylemiştir: “Anlamak istediğim üçüncü bir nokta da, ‘Emval-i Metruke’ unvanıdır. Herhangi bir unvanı kabul etmek de bizi mesuliyet altında bulundurabilir. Benim anladığıma göre ‘Emval-i Metruke’ terkedilmiş mal ve mülk demektir. Halbuki hiç kimse kendi rızası ile mal ve mülkünü terk etmemiştir. Buna bir münasip isim koymalı ve çekinmeyerek ‘Bir Lüzum-u Siyasiye Mebni Yerlerinden Kaldırılmış Olan Ermenilerin, Rumların ve Bir Kısım Arapların Mal ve Mülkünü Hüsn-ü Muhafazaya Mahsus Kanun’ demelidir. ‘Emval-i Metruke’ yanlış bir tabirdir; böyle yanlış bir tabiri Ayan da kabul etmemelidir.
Hakikat-ı halde, ahali, yerlerinden kovularak cebren çıkarılmış, mal ve mülkü meydanda kalmıştır. Bu muamele, esasen Kanunu Esasi’ye de muhalif bir harekettir, zira Kanun- u Esasi, malûm-u âlilerinizdir ki mal ve mülkün masuniyetini temin ediyor. Bu babda daha ileriye giderek diyeceğim ki, bir memlekette hakk-ı tasarruf yok ise, taht-ı emniyette değilse, o memlekette Hükümet de yok demektir. Bunlar emval-i menkule mi, emval-i gayri-menkule midir? Emval-i menkule ise, aldığımız malûmata göre bunlar maatteessüf kısmen yağma edilmiş, kısmen de Hükümet tarafından sattırılmıştır. Ve bu suretle bu emval-i menkule tamamen nakde tahvil edilmiştir. Bunların muhafazası için komisyona, paraya lüzum yoktur.” 10
Tazminat Olup bitenlerin birinci dereceden sorumlusu Osmanlı İmparatorluğu’dur. Türkiye Cumhuriyeti ise Osmanlı’nın maddî ve manevî borçlarını üstlenmiştir. Bugün her fırsatta göğsünü gere gere Osmanlı İmparatorluğu ile övünen devlet yönetiminin, Osmanlı’nın işlediği soykırım suçunu da kabul etmesi ve bedelini ödemesi gerekir. Burada ödenmesi gereken bedel toprak olamaz, çünkü Ermeniler o dönemde yapılmış olan sayımlara bakıldığında, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde kalan hiçbir vilayette çoğunluk değildi. Ödenmesi gereken bedel tazminat olmalıdır, çünkü söz konusu yağma ve gasp korkunç boyutlardadır. Sadece birkaç örnek verecek olursak; Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü11, Erzurum Kongre binası ve Eminönü Adliyesi Ermenilere aittir. Bunların dışında, hemen hemen her yerde inşa edilip 1915 öncesi Ermenilere ait olan birçok okul ve vakıf, bugün ya kışla ya da devlet binası olarak hizmet vermektedir. Ayrıca 2000 civarında kayıtlı dinî bina ve Anadolu’daki binlerce dönümlük toprak da gasp edilmiştir. Türkiye’de bireysel olarak birçok insan varlığını Ermenilerden alınan mallara
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI borçludur. Bugün Türkiye’nin en zengin ailelerinin servetlerinde Ermeni mallarının etkilerine rastlamak mümkündür. Tıpkı Almanya’nın savaş sonrası Yahudilere ödediği tazminat gibi, Türkiye’nin de tazminat ödemesi; hukuk, ahlak ve hakkaniyet icabıdır. Hatırlayalım, Fatih Altaylı’nın bile bir kilise sahibi olduğu ortaya çıkmıştır.12 Şunu da unutmayalım. Kurtuluş Mücadelesinde atılan ilk kurşun, İzmir’de Yunan ordusuna karşı değil, Mondros Mütarekesi sonrasında Adana, Antep, Urfa hattına Fransız bayrağı altında 1915 sonrası öfke dolu olarak evlerini, topraklarını geri almaya gelmiş olan Ermenilere karşı atılmıştır. Yani Anadolu’nun doğusundaki “şanlı ve kahraman” direnişimiz yabancı işgaline karşı değil, Ermenilerin geri dönüşüne karşı yapılmıştır. Hürriyet Gazetesi’nde 19 Eylül 2006’da, bu konuyla ilgili önemli bir haber çıktı. Osmanlı tapu arşivlerinin bilgisayar ortamına alınıp devlet arşivlerine devri projesi ile ilgili olarak Millî Güvenlik Kurulu’na danışılıyor. MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanı Tuğgeneral Tayyar Elmas, 26 Ağustos 2005’te konuyla ilgili olarak “gizli” yazıyla şu yanıtı veriyor: “Tapu Kadastro
Antura Manastırı
bünyesinde muhafaza edin ve kullanıma sınırlı açın. Buralardaki bilgiler asılsız soykırım ve Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları gibi konularda istismara yol açabilir.” Ne var ki, 2015 Türkiye’sinde söz konusu tazminatın kolay kolay ödenmeyeceği açıkça görünmektedir, çünkü Türkiye uluslararası Soykırım Anlaşması’nı imzaladığı günden beri bu anlaşmayı ihlal etmekte, çirkin açıklamalarla bu ihlalin görmezden gelinmesine çalışmaktadır. Avrupa Konseyi ve AİHM metinlerinde kayıtlı en temel insan haklarına riayet etmeyi ve evrensel hukuk kavramını, dindarımız da milliyetçimiz de, Kemalistimiz de, solcumuz da daima millî çıkarlarımıza aykırı görmüş ve hâlâ görmeye devam etmektedir. Türkiye, Ermeni Soykırımı konusunu yüz yıldır inkâr etmeyi başarmıştır, ama bugün gelinen noktada artık bu inkârla bir yere varılamayacağı da ortadadır.
Kul hakkı Ermeni Soykırımı’nın arka planında yatan ve günümüzde gittikçe içinden çıkılmaz bir hâl almasına neden olan lokomotifi gasptır, yani kul hakkıdır. Bugün bir devlet üniversitesine giden veya bir devlet hastanesinde
tedavi gören her Türkiyelinin bilmeden de olsa Ermenilerin haklarını yeme riski yüksektir. Bu durumun sorumlusu devlettir ve bundan kurtulmanın tek yolu devletin soykırımı tanıması ve mağdur yakınlarına gerekli tazminatları ödemesidir. Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan Müslümanlar, eğer Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkmak istemiyorsa, mensubu olduğu devlete baskı yapıp bu borçtan kurtulmayı istemelidir, çünkü sessiz kalmak söz konusu kul hakkını bile bile kabul etmekle eşanlamlıdır. Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu romanından bir alıntı ile bitireyim: “Bir de senden dileğim oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Sahiplerine hayretmeyen ev, başkasını barındırmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.”
29 İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Tuğrul Artunkal’a ve özel arşivinden kartpostallar kullanmama izin veren Osman Köker’e teşekkür ederim. 1 Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği ve Türkiye’nin de imzaladığı Soykırım Antlaşması. http://www.preventgenocide.org/law/convention/text. htm 2 Stanford J. Shaw, “The Ottoman Census System and Population, I83II9I4”, International Journal of Middle East Studies, Cilt: 9, No: 3, Cambridge University Press, 1978, s. 337. 3 Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914): Demografik ve sosyal özellikleri, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 2003, ss. 226-227. 4 Cem Behar, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu 1500-1927, Tarihi İstatistikler Dizisi, Cilt 2, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, Mayıs 1996, ss. 64-65. 5 Söz konusu altı vilayet Erzurum, Van, Mamüretü’l Aziz, Diyarbekir, Sivas ve Bitlis’tir. Ancak 1915’te, söz konusu vilayetler bugünkü Malatya Tunceli, Bingöl, Siirt ve Erzincan illerini de içine almaktadır. 6 Erik Jan Zürcher, “Ottoman labour battalions in World War I”, Mart 2002. http://www.academia. edu/5726048/Ottoman_labour_ battalions_in_World_War_I 7 “Mustafa Fevzi Bilgili’nin Konuşma Tutanakları”, TBMM Gizli Celse Zabıtları, 22 Kânunusâni 1337 (22 Ocak 1921), TBMM, Devre 1, Cilt 1, ss. 322 – 323; http://www.tbmm.gov. tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/ CILT01/gcz01001136.pdf 8 “Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915–1920)”, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, No: 14, Ankara 1995, ss. 8, 18-55. http://www.devletarsivleri.gov.tr/assets/content/ Yayinlar/osmanli-arsivi-yayinlar/014ermeni.pdf 9 “Metrük Malların Muhafaza ve Deftere Kaydedilmesi”, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Şifre, No: 54/226, 15 Ş. 1333 (28 Haziran 1915), s. 53. http://www.devletarsivleri.gov. tr/assets/content/Yayinlar/osmanliarsivi-yayinlar/014-ermeni.pdf 10 “Ahmet Rıza Bey’in Konuşma Tutanakları”, Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi, Cilt 1, İçtima Senesi 4, 29 Teşrinisâni 1333 (29 Kasım 1917) Perşembe. TBMM Kütüphanesi, Ankara, Sayfa: 104-105. http://www.tbmm.gov. tr/tutanaklar/TUTANAK/MECLISIAYAN/mad03ic04c001/mad03ic04c001ink008.pdf 11 Ayşe Hür, “Kasapyan Bağ Evi’nden Çankaya Köşkü’ne?” Radikal, 18.08.2014. http://www.radikal. com.tr/yazarlar/ayse_hur/kasapyan_bag_evinden_cankaya_koskune-1207224 12 Hayko Bağdat, “Sahibinden satılık kilise”, Taraf, 23 Temmuz 2013. http:// arsiv.taraf.com.tr/yazilar/hayko-bagdat/sahibinden-satilik-kilise/26747
30
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
YÜZLEŞME, HAFIZA VE ADALET
Soykırım Anıtı, Yerevan Cemal Yardımcı Düzenle 1970’lerin sonlarında lisede, 1980’li yıllarda üniversitede bağlarını koparma çabasındaki sosyalist gençlerden biriydim. Millî tedrisatın ezberlerine itiraz eden, okuyan, sorgulayan biri olmama rağmen benim için Ermeni soykırımı diye bir şey yoktu.
Yüzleşme Bilgisizlik? Evet, bilgisizlik ama tam anlamıyla öyle de değil. Genel bir bilgisizlik değildi söz konusu olan. Birinci Dünya Savaşı’na, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne, Kafkasya’da sovyet cumhuriyetlerinin kuruluş sürecine dair ortalamanın üzerinde bilgi sahibi, Şaumyan’a hayran, kütüphanesinde Mikoyan’ın biyografisi bulunan, ama Krikor Zohrab’dan, Gomidas’tan, Zabel Esayan’dan
bihaber bir gencin bilgisizliği. Geniş bir genel kültür ve tarihî bilgi yığını içinde bir delik gibi bilgisizlik. Cesaret? Mesele, yasak konulara dokunmaktan çekinmek değildi. Kürt meselesinden cinsel yönelimlere kadar bin bir çeşit konuda tabuları kıra döke tartışan bir çevredeydim. 12 Eylül darbesinin hemen ertesinde yasadışı bir örgüt kuracak kadar cüretliydik. İllegal dergimizde Kemalizm’in Türkiye solu üzerindeki etkisini kırmayı öncelikli hedef olarak benimsediğimizi ilan edecek ölçüde tarih bilincini önemsiyorduk; Eruh ve Şemdinli’yi selamlayacak derece gözükaraydık. Ama bu gözükaralığa rağmen geniş ufkumuz Ermeni soykırımını içine almıyordu. Duyarsızlık? Konunun toplumun gündeminin tamamen
dışında olması? Türkiye’de azınlık olarak hayatta kalma çabası yüzünden Ermenilerin içinde bulunduğum sosyalist çevrelerde yer almaması? Ermeni soykırımına dair zihinsel körlüğü açıklamak üzere akla gelen her gerekçe elimde kalıyor: her türlü adaletsizliğe karşı aşırı duyarlı olmak çevremde neredeyse kuraldı. Asala’nın eylemleri zihinlerden silinmiş olanı hatırlatmak üzere gazete manşetlerinden bağırıyordu ve ben şiddet olaylarında trajik, politik ve toplumsal-tarihsel boyutları birbirinden ayırt edebilecek olgunluktaydım. Ermeniler sol hareketin içinde vardı ve dönemin devrimci örgütleri içinde lider konumlarda pek çok Ermeni bulunuyordu. Bu zihinsel körlüğün kişisel bir açıklaması yok. Bu körlüğü Türkiye vasatıyla paylaşıyordum. Dolayısıyla açıklaması da bu
toplumsal vasatta. Ermeniler için süreklileştirilmiş zulüm ve adaletsizliğin, Türkiye’nin Müslüman halkları için zihinsel körlük ve vicdanî sakatlığın “normal durum” olması anlamına gelen bu toplumsal vasat kendiliğinden oluşmadı. İmparatorluğun milliyetçilik rüzgarlarıyla dağılmasını önlemeye yönelik İttihatçı etnik temizlik ve soykırım politikaları, Osmanlı’yı kurtaramadı ama yeni Cumhuriyet’in temel harcını oluşturdu. Hukuk, siyaset, ekonomi bu temel üzerine kuruldu. “Kılıç artıkları” en iyi durumda folklorik bir çeşni olarak hoş görüldü, dönem dönem iç düşman olarak hedefe kondular; ama hep hiçe sayıldılar, hiçleştirildiler. Cinayet, tecavüz ve yağmayla başlayan, mülksüzleştirme, tarihsizleştirme
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI ve kamusal alandan silmeyle devam eden süreç toplumun dokularına nüfuz etti. Irkçılık sıradanlaştı, sembolik şiddet normalleşti ve inkârcılık, başka yerdeki ırkçılığa karşı son derece hassas, muhalif ve kurulu düzen karşıtı kişi ve akımları bile körleştirdi. Talin Suciyan’ın “inkâr habitusu” diye kavramlaştırdığı, devlet politikasıyla belirlenen ve kitlesel onay ve destekle beslenen bu ortam, kanunları ve uygulamaları olduğu kadar yazılı olmayan kuralları, genel kabul gören tutumları ve algıları da şekillendirdi. Nasıl herkes soykırımın talanından (doğrudan veya dolaylı olarak) payını almış ve alıyorsa, aynı şekilde herkes bu inkâr habitusunun kurbanı ve parçası. Soykırım inkârcılığı bundan yirmi yıl öncesine göre daha az kuşatıcı ve boğucu olsa da, inkâr habitusu hâlâ egemenliğini sürdürüyor. Yüz yıl önce yaşanmış vahşet ve barbarlık manzaraları karşısında vicdanı olan herkes öfke, nefret ve utanç duyar. Bu marifet sayılmasa da iyidir. Ama yetmez. Yaşanmış olanın bir soykırım olduğunu teslim etmek, inkârcılığın soluduğumuz havaya sinmiş olduğu düşünülürse, büyük bir adımdır. Ama kafamızı çarptığımız duvarın bir duvar olduğunu teslim etmeye benzediği için bu da yetmez. Torunların ve torun çocuklarının kuşağında esas önemli olan bu inkâr perdesini yırtmak, adaletin sağlanması için zemini düzlemeye çalışmaktır. Bu nedenle yüzleşme, benim için öncelikle soykırım inkârcılığının içinde yaşadığım toplumun dokusunda ve zihnimde yarattığı tahribatla yüzleşmek demek.
Hafıza Yüzleşmem gereken bu zihinsel körlüğü bir toplumsal travmayı izleyen kollektif hafıza kaybına mı bağlamalıyım, yoksa Cumhuriyet tarihi boyunca kampanyalarla, yasalarla, müfredatla, kültür politikalarıyla adım adım örülmüş bir siyasî sürecin
sonucu mu olarak mı görmeliyim? Hafıza kavramının bireyin hafızasından farklı, toplumla, topluluklarla ilgili bir anlamda kullanılmasının yüz yıl öncesine giden bir geçmişi var. Ancak “kollektif hafıza” teriminin ortaya çıkışı, hafızanın toplumsal çerçevesinin tartışılması ardında pek iz bırakmadan unutuldu. Unutulmuş “hafızanın” geri dönüşü muhteşem oldu: 1980’li yılların başında iki kitap, Y. Zakhor’un Yahudi Tarihi ve Yahudi Hafızası ile P. Nora’nın Hafıza Mekânları kitapları hafızayı tarihe ve topluma bakışın merkezine alan yaklaşımlarıyla kapıyı araladı ve ardından hafızanın istilası başladı. “Kültürel hafıza”, “hafıza siyaseti”, “yapısal hafıza”, “popüler hafıza”, “tarihsel hafıza” ve benzeri sayısız tamlama ile toplumsal düşüncede hafıza kelimesi tarihin yerine geçti ya da yanına eklendi. Hafıza kavramının anlam alanı bireysel hafızanın ötesinde, gelenekleri, sosyal pratikleri, nesneleri ve mekânları da içerecek şekilde genişledi. P. Nora hafızanın tarih bilinci tarafından tahrip edildiğini, hafıza kavramına bu yüzden takıntılı olduğumuzu söylüyordu.
Soykırım Anıtı, Yerevan
Hafıza kavramının son otuz yıldaki yükselişinin temelinde 19. ve 20. yüzyılda tarihin akışının hızlanmasının yarattığı kimlik krizlerinin ve modernizmin yaralarına gecikmiş bir cevap arayışının yattığı da söylenebilir. Hafızayı merkeze alan çalışmalar farklı kılıklar (Hegelci, millî, vb) altında akademik tarih yazımına egemen olan tarihselciliğe bir tepkidir aynı zamanda. “Tarihsiz topluluklar”, “tarihi çalınan halklar” için doğal bir söylem çerçevesi oluşturduğu için, hafıza kavramı sömürgecilik karşıtı teorinin ve kimlik politikalarının gelişiminde de temel bir rol oynamıştır. Yerleşik akademik tarihçiliğin sorgulanmayan temel varsayımlarına, resmî tarihin boğuculuğuna, millî tarih anlatısının ezberlerine tepki olduğu ve bu surlarda gedikler açtığı ölçüde hafızayı tarihin karşısına koyan yaklaşımlara yakınlık duyulabilir. Ancak hafıza kavramının (ve yanında sürükleyip getirdiği travma, yas, acı, vicdan, katarsis, helalleşme gibi kelimelerden oluşan lügatin) risklerine de dikkat çekmek gerekir. Tony Judt’ın hatırlattığı gibi, hafızayı tarihin yerine koymak tehlikelidir. “Tarih zorunlu olarak, tekrar tekrar eski ve yeni bulgularla
31 sınanarak, tekrar ve tekrar yeniden yazılan kayıtlar biçimini alır; buna karşılık hafıza kamuoyuna ve bilimsel olmayan amaçlara duyarlıdır.” Bir anıt ziyaretinin ya da bir televizyon programının, bir müzenin ya da bir bayrağın şekillendiriciliğine kolayca boyun eğer. Tarih olmadan hafıza kötüye kullanılmaya açıktır. Tarihin sunduğu çerçeveden yoksun bir hafızaya ayrıcalıklı bir konum atfetmek geçmişi seçerek anımsamayı meşrulaştırır, olgulara dayanmayı önemsizleştirir. Akademik alanda tarihselciliğe karşı bir itiraz olarak geliştirilen yaklaşımın kendisi bir tür tarihselciliğe dönüşür. Bilimsel kuşkuculuktan terapi söylemine, yapı sökümünden burjuva öznelciliğine doğru kaymanın kolaylığı tutucu akademik camia içinde birkaç boş sloganın benimsenmesine izin verirken hakiki bir entelektüel radikalizme imkân tanımaz. Sosyalpolitik alanda ise dayatılan ezberlere karşı koyma niyetiyle hafıza eşliğinde çıkılan yol bir yandan yeni ezberler yaratır, bir yandan da bütün ezberlerin, kurmacaların, deneyimlerin aslında eşdeğer olduğu varsayımını güçlendirerek kendi iddiasını zayıflatır.
32
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI • Bu nedenle adaletin tesisi doğrultusunda atılacak ilk adım soykırım inkârcılığına son vermektir. Adalet, adaletin tesisi gibi kavramlar yere, zamana ve temel referanslara bağlı bir görelilik taşıdığı için kaçınılmaz olarak muğlaktır. Yüz senenin ardından aslî kurbanlara sunacak bir adaletin, aslî faillere verecek bir cezanın kalmamış olması durumu daha da muğlaklaştırıyor. Yine de hangi temel değerlerden türetilmiş olursa olsun bir adalet duygusuna sahip herkesin şu temel noktalarda uzlaşması beklenir.
Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünü, Cumhuriyet’in kuruluşunu ve Ermeni soykırımını anlamak için hafızaya değil, tarihe ihtiyacımız var. Arşivlere, kanunlara, talimatnamelere, zabıtlara, tapu kayıtlarına, kilise kayıtlarına, eski gazetelere dayanan nitelikli ve ciddi tarih çalışmalarına. Hafızaya değil. Çünkü birincisi, soykırımın “hafızası” öncelikle kurbanların (ama faillerin de) belleğinde sapasağlam duruyor. Bu hafızanın kırıntılarının dillendirilmesine vesile olmak, belki bir aktivist için tatmin edici bir faaliyet olabilir, ama bir entelektüel cesaret örneği değildir. O tarafa bakmak yasaklanmış olsa da, dağı işaret edip “burada bir dağ var” demek jeolog olarak işini yapmak demek değildir. Akademik bir paye çıkarmaya hiç yetmez. İkincisi, hafızalara kazınmış özel vahşet öykülerinin şok ediciliği kimi durumlarda uyarıcı, uyandırıcı olsa da bunların karşısına her zaman başka öyküler, “onlar da bizi kesti” anıları, “kurtarıcı” hikâyeleri, başka acılar konabilir. Soykırım kurbanlarının anılarıyla faillerin anıları arasındaki nitelik farkını ancak tarih kurabilir. “Tarihi tarihçilere bırakalım” sloganını inkârcıların elinden alıp ters yüz ederek
tarihçileri kendi işlerini yapmak üzere göreve davet etmek gerekiyor. “Türk Tarih Kurumu kapatılsın”, “Bütün devlet arşivleri araştırmacılara açılsın”, “Ermeni tarihi, Ermeni kültürü ve Ermeni soykırımı alanlarında enstitüler kurulsun, bu alanlarda araştırmalar kamu fonlarıyla güçlü bir biçimde desteklensin” gibi talepleri yükseltmek de aktivistlere düşüyor. Bu talepler ilk bakışta görünenden çok daha güçlü bir siyasî içerik taşıyor.
Adalet Kurbanın mazlum olma dışındaki bütün niteliklerini silen korkunç hikâyelerle merhamet ve insaf duygularını uyandırmaya çalışmak vicdanlara seslenmenin tek yolu değildir. Yapılması gereken tek tek hikâyeleri içeren ve çerçeveleyen bir tarih anlatısıyla adalet duygusunu harekete geçirmeye çalışmak olmalı. Çünkü soykırımın son bulduğu ancak adaletle ilan edilebilir. Ne zaman sona erdi Ermeni soykırımı? Anadolu’daki sürgün, katliam, tecavüz, yağma dalgası durulduğunda mı? Peki, Resülayn, Der Zor, Rakka katliamlarını nereye koymalı? Soykırım suçlusu İttihat Terakki hükümeti dünya savaşı sonunda yıkılınca mı? Ama hayatta kalanlar neden dönemedi? Cumhuriyet’le mi? Anadolu’nun Ermenilerin
yaşamasına imkan tanınmayan bir yer olması ne zaman değişti? Yağma, talan, yıkım ne zaman son buldu? Son bir iki yıl içinde Malatya’da “yanlışlıkla” tahrip edilen Ermeni mezarlığı son dua yerinin, Antep’te “cami olarak kullanılan kilisenin” avlusunda yıkılan sıbyan mektebinin, yağmurlar, fırtınalar ve defineciler tarafından delik deşik edilen kiliselerin sahipleri nerede? Hrant Dink’in, Sevag Balıkçı’nın, Maritsa Küçük’ün ölüm tarihini 1915 olarak belirtmenin simgesel olmanın ötesinde bir anlamı var. Bu cinayetler 1915’te başlayan ve hâlâ sona ermemiş bir sürecin ürünü. Soykırım hâlâ sürüyor. Nasıl “düşük yoğunluklu savaş”, “gayrinizami harp”, “soğuk savaş” gibi terimler tam anlamıyla savaş olmayan, ama savaşa barıştan daha çok benzeyen durumları gösteriyorsa, inkâr habitusu da soykırımın farklı koşullarda, farklı araçlarla sürdüğüne işaret ediyor. Soykırım inkârcılığı basitçe suçlamayı reddetmekten ya da atalarının korkunç bir suç işlediğini kabullenememekten ibaret değildir. Soykırımın inkârı, tarihî ya da hukukî bir terim anlaşmazlığı da değildir. Soykırım inkârcılığı her şeyden önce soykırımı sürdürme niyetinin beyanıdır.
Adaletin tesisini mümkün kılacak asgari zemini hazırlamak için Ermeni soykırımı devlet tarafından tanınmalı ve özür dilenmelidir. Soykırım inkârcılığının izleri yasalardan, ders kitaplarından, kamusal alanlardan silinmelidir. Ermeni diyasporası Anadolu diyasporası olarak görülmeli ve bu topraklardaki köklerinden sökülmüş bütün Ermenilere yurttaş olma hakkı verilmelidir. Tek taraflı ve koşulsuz olarak atılması gereken bu adımların ardından veya bunlarla birlikte, görüşmeler yoluyla, mutlak adaleti sağlayamasa da adalet duygusunu bir ölçüde tatmin etmek üzere; Soykırım mağdurlarına verilen zarar tazmin ve telafi edilmelidir. Ermenilere ait kilise, manastır, okul, hastane gibii kamusal mülkler restore edilmeli ve iade edilmelidir. Türkiye-Ermenistan sınırı önce koşulsuz açılmalı, zamanla varlığı ya da yokluğu önem taşımayan bir dostluk hattına dönüştürülmelidir.
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI
33
34
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
Başka bir tarihin kökleşmemiş tohumları
Mezre (bugün Elazığ) Fransız Koleji’nin Ermeni öğrencilerden oluşan bando takımı. Ohannes Kılıçdağı Zaman zaman gazete ve dergilerde II. Meşrutiyet kutlanırken çekilmiş fotoğraflar yayınlanır. Bu fotoğraflardan sıkça kullanılan bir tanesinde kalabalıklar ortasında, üstünde Fransız Devrimi’nin ilkeleri olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik kelimelerinin Ermenice yazılı olduğu ay-yıldızlı bir bayrak görünür. Bu görüntü bugün birçokları için kafa karıştırıcı olabilir. Nasıl olur da ay-yıldızlı bayrak üzerinde Ermenice yazı olur? “Türk” bayrağıyla “Ermeni” dili nasıl bir araya gelir? Oysa bu, o günün özellikle de II. Meşrutiyet’in siyasî havasına son derece uygundur.
Yani, etno-dinsel farklılıkların uyumlu bir biçimde biraraya gelmesiyle ortaya çıkacak yeni bir siyasî kimlik, Osmanlılık yaratma çabasına. Sonradan yaşananlar bunun bir “yalancı bahar” olduğunu gösterdi. Peki, öyle olmak zorunda mıydı? Tarihin tek mümkün versiyonu bu muydu? Hayır, öyle olmak zorunda değildi, yaşananlar yaşandıkları gibi olmak zorunda değildi ve bugün, o günlere bakılarak bunun fark edilmesi çok önemlidir. 1908’de anayasanın 33 yıl aradan sonra yeniden yürürlüğe konmasıyla başlayıp 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilanıyla sonuçlanan dönemin, içinde birçok kırılma noktası barındıran kritik bir zaman dilimi olduğu konusunda şüphe yoktur. Bugün Türkiye’de siyasî ve sosyal olayların geldiği nokta o zaman yapılan bazı tercihlerin bir sonucudur. Burada vurgulanmak istenen tarihsel bir kaçınılmazlık veya determinizm değildir. Söz konusu dönemde birçok siyasî ve sosyal dinamik vardı ve bunlardan bazıları diğerlerini alt ederek iktidarı ele geçirdi ve o iktidar zihniyetiyle bu günlere kadar geldik. Söz konusu zihniyetin milleti-i hakime anlayışına bağlı, tek millet, tek dil, tek din üzerine temellenmiş bir yaklaşım olduğu söylenebilir.
AK Parti iktidarına kadar gelip geçen hükümetler bu zihniyeti desteklese de desteklemese de (gerçi desteklemeyenine pek rastlanmadı) figürandan öteye pek geçemediler. Bir asır boyunca çekilen acılar, yapılan onca zulüm, harcanan onca insan hayatı düşünülecek olursa bu zihniyetin bu ülkeye yaşattıklarının, bizi getirdiği yerin, pek de parlak olduğunu söylemek mümkün değildir. Halbuki başka bir tarih mümkündü. Başka bir tarihin mümkün olduğunu söylemek yalnız geçmişe dair bir ifade değildir. Başka bir tarihin mümkün olduğuna inanmak aynı zamanda başka bir dünyanın, farklı bir geleceğin olabileceğine inanmaktır.
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI
35
Harput’un Bismişan (bugün Elazığ’a bağlı Sarıçubuk) köyünden Ermeni kadınlar Ermeni Soykırımı’yla (ve diğer gayrimüslimlerin tasfiyesiyle) birlikte yaşanan kayıplar farklı bir tarihin kökleşememiş tohumlarıdır. Şüphesiz en büyük kayıp Ermeni halkınındır ve bugün hâlâ o kaybı iliklerine kadar hisseder. Bu, yalnız milyonlarla ifade edilen bir insan kaybı değildir, her türlü birikimin neredeyse sıfırlanması demektir: entellektüel, finansal, kültürel, varoluşsal. Bugün Türkiye Ermenileri “yok” mertebesine inmişse, Ermenistan bu kadar fakir bir ülkeyse, Ermeniler dünya üzerine dağılmış şekilde kimlik mücadelesi veriyorsa, kollektif varlıklarını anlamlandırmaya çalışıyorlarsa bunun en büyük müsebbibi şüphesiz soykırımdır.
Girişimci bir sınıfın tasfiyesi Ermenilerin temizlenmesi bu toprakların kaderini nasıl değiştirdi? Bu sorunun Türkiye akademisinde layıkıyla ele alındığını söylemek zor. İlk
akla gelen, Çağlar Keyder’in, Ermenilerin de bir parçası olduğu Osmanlı burjuvazisinin tasfiyesiyle, Türkiye’de burjuvazinin devlete bağımlılığının ve sivil toplumun zayıflığının temellerinin atıldığını söyleyen çalışmaları gelir. Bunlar, çok yerinde tespitlerdir. Bir ülkede demokrasinin gelişebilmesi için devletin karşısında, ondan görece bağımsız bir sınıfın olmasının önemi tarihî tecrübelerle malumdur. Ermeni Soykırımı sadece “sorunlu” bir etnik grubun imha edilmesi değil, devletin kendiyle çekişecek bir sınıftan da kurtulmasıdır. Dolayısıyla, Ermeni Soykırımı Türkiye’de demokrasinin gelişimini zayıflatan, geri bıraktıran bir olay olmuştur. Ermeni Soykırımı’yla birlikte Anadolu’dan hatırı sayılır bir girişimci sınıfın tasfiyesi, yani sanayileşme potansiyelinin ortadan kaldırılması başka bir gerçektir. Bugün elimizde bunu istatistik olarak ortaya koyacak
pek kaynak yok ise de, zamanın süreli yayınları gibi birincil kaynakları ve Ermenilerin anılarını incelediğimizde çarpıcı örneklerle karşılaşıyoruz. Örneğin, Krikor İpekçiyan (daha sonra soyadını Fabrikatoryan olarak değiştirmiş) adında biri 1888 yılında Mezre’de (bugünkü Elazığ) bir ipek fabrikası kuruyor. Daha sonra işin başına beş oğlu geçiyor; 1891’den sonra Avrupa’dan ve Amerika’dan yeni makineler ithal ediyorlar; 1903’te 300 kadını bünyesinde barındıran bir üretim ağı kuruyorlar. Üretim ham koza aşamasında başlıyor, nakliyeye hazır ipekli kumaş haline gelene kadar devam ediyordu. Burada üretilen ipekli kumaş o kadar kaliteliydi ki Avrupa’ya ihraç ediliyor, ülkeye girdi sağlıyordu.1 Fabrikatoryan biraderlere ve işletmelerine ne mi oluyor? Soykırımda hem kardeşlerin hem de işletmenin fiziksel varlığına son verilyor. Bugün Elazığ’dan
Avrupa’ya ne ihraç ediliyor bilmiyorum, ama herhalde o tarihten sonra uzunca bir süre sadece selam göndermişlerdir! Fabrikatoryan kardeşlerin kendileri ve aileleri için yanyana yaptırdıkları beş konak da kapanın elinde kalıyor ve 1980’lerde yıkılıyor, ama haksızlık etmeyelim, yerlerine dikilen apartmanlara “Beş Kardeşler” dendiği duymuştum. Vefa diye buna denir! Örnekler bununla ve Mezre’yle de sınırlı değil. Gürün Ermenileri’nin yaptığı yünlüler Avrupa’dan gelenlerin kalitesiyle rekabet edebilecek düzeydeydi, üstelik daha ucuzdu. İşlerini geliştirmenin yollarını da arıyorlardı. 20. yüzyılın başında Sarkis Minasyan isimli Gürünlü Ermeni bir girişimci fabrikası için Manchester ve Paris’ten dokuma ve örme makineleri getirtmişti. Bundan başka Gürün’de, ÇokgeryanKhiridyan isminde, Kayseri, Adana, Konya ve Halep’te
36 şubeleri bulunan bir tekstil firması daha vardı. Bu şubelere ek olarak firma, Beyrut, Şam, İskenderun, Kilis, Antep ve İstanbul’u kapsayan geniş bir dağıtım ağı kurmuştu.2 Bu örneklerin yanı sıra, girişimcilik zihniyetinin vardığı noktayı göstermesi açısından çarpıcı bir anekdot ne demek istediğimizi daha iyi anlatmamıza yardımcı olacaktır. Bu anekdotu, Harput’taki Amerikan Koleji’nin yayın organı olan Yeprad dergisinin 15 Ekim 1910 tarihli sayısındaki bir yazı vasıtasıyla öğreniyoruz. Hüseynikli3 demirci Parigyan kardeşlerden biri 1890’ların sonunda harman savurma makinesinin nasıl yapıldığını öğrenmek için Amerika’ya gider. Bir yıl sonra gerekli bilgilerle memleketine döner. Kardeşleriyle birlikte harman makinesini yapmayı ve Amerika’dan gelenlerden daha ucuza maletmeyi başarırlar. Zamanın parasal ve fiziksel şartları, ulaşım olanakları düşünüldüğünde bunun ne kadar zor ve sıradışı bir iş olduğu daha iyi anlaşılır.
Harput Amerikan Koleji Kayıplardan bahsederken yukarıda zikrettiğimiz Harput Amerikan Koleji’nden mutlaka bahsetmek gerekir.4 Kolej 1878’de Amerika’da toplanan paralara yerli Ermenilerin topladığı paranın eklenmesiyle kurulur. İlk ismi Ermenistan Koleji’dir ama devletin itirazları sonucunda 1888’de Fırat/ Yeprad Koleji olarak değişir. Kolej’in yönetimi Amerikalı misyonerlerdeydi, ama öğrencilerinin ve öğretim kadrosunun yaklaşık yüzde 90’ı Ermenilerden oluşuyordu. Kolejin eğitim dili Ermeniceydi, fakat, ileri seviyedeki öğrencilerin hepsi Amerikan ders kitaplarını kullanabilecek kadar iyi İngilizce biliyordu. Türkçe ve Fransızca dersleri de vardı. Misyonerlerin bağlantıları sayesinde Amerika ve Avrupa’daki üniversitelerde akademik çalışmalarını tamamlayan mezunlar, hoca olarak koleje dönüyordu. Örneğin, kolejin mezunu olan
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI • Harutyun Enfiyeciyan, mezunu olduğu okula dönmeden önce Yale Üniversitesi’ne devam etmişti. Donabed Lüleciyan da Yale Üniversitesi’nde biyoloji öğrenimi görmüştü. Harput’un ilk yerli Protestan profesörü olan M.A. Melkon, Bebek’teki Robert Kolej’e devam ettikten sonra eğitim hayatını İsviçre’de sürdürmüştü. Örnekler bunlarla sınırlı değil. Hem durumu daha iyi anlatabilmek hem durumun münferit vakalardan ibaret olmadığını, kurumsallaşmış bir süreç olduğunu göstermek için başka örnekleri belirtmekte fayda var. Yeprad’ın 15 Şubat 1910’da yayınlanan sekizinci sayısında, Kolej’in 1897-1898 mezunlarından olan ve Mamuret-ül Aziz’deki Alman okulunda öğretmenlik yapan Mardiros Bucikanyan ve Garabed Muşeğyan’ın, Alman misyonerler tarafından alanlarında ilerleyip dönmek üzere Almanya’ya gönderildikleri yazıyor. Aynı yılın 15 Aralık tarihli 22 sayılı Yeprad’ında da, ABD’de yaşayan Harputluların sağladığı 600 dolarlık bir bursla Mesrop Jamgoçyan’ın, geri dönüp yerel okullarda görev alması amacıyla Yale Üniversitesi’ne pedagoji eğitimi için gönderildiği yazıyor. Yalnız erkekler değil, kadınlar
da eğitim için yurtdışına gönderiliyordu. Fırat Koleji’nin kız bölümünde öğretmenlik yapan Ester Astikyan ve Diruhi Yıldızyan, yukarıda andığımız erkek öğretmenlerle aynı amaçlar için yurtdışına gönderilmişti. Amerika’ya yüksek öğrenim için gidip dönenler arasında sadece Kolej’in hocaları yoktu, meslek sahibi profesyoneller de aynı çizgiyi takip ediyordu. Kolej’de yapılan bilimsel çalışmalara örnek olarak, kurdukları sismograf verilebilir. Doğu Anadolu yıkıcı depremlerin sıkça yaşandığı bir bölgedir. Bugün bile Türkiye’deki deprem çalışmalarının arzulanan ve gereken seviyede olduğunu söylemek zordur. Bu gerçeği de göz önünde bulundurursak, deprem çalışmaları alanında 100 yıl evvel kısıtlı imkânlarla atılmış adımlar olduğunu görmek hayret vericidir. Kolej’in müdürü Henry H. Riggs’in Yeprad’daki bir yazısından, 1906 yılında Harput’taki Fırat Koleji’nde, bir sismograf kurulmuş olduğunu öğreniyoruz. Bu sismograf 1907 ve 1908’de daha gelişmiş modelleriyle değiştirilmiş. Riggs’in dediğine göre, son yerleştirilen sismograf o kadar hassasmış ki, milimetrenin binde biri kadar olan titreşimleri bile kaydedebiliyormuş. Aynı
zamanda, depremin uzaklığını, şiddetini ve şeklini de belirlemek mümkünmüş. Harput çevresinde 1906 başından söz konusu yazının yazıldığı 1910 yılı başına dek meydana gelen 380 deprem bu sismograflar tarafından kaydedilmiş. Daha da ilginç olan, bu verilerin yorumlanmak üzere Almanya, Rusya, İspanya, İtalya ve hatta Meksika’daki deprem merkezlerine gönderilmiş olması. Buna mukabil, o merkezlerden de deprem çalışmaları için kitap, resim ve haritalar alınmış. Kolej kütüphanesinin bir bölümü, depremle ilgili her türlü kitapla donatılmış.
Bugün hâlâ kavgası verilen siyasetler Ekonomi, eğitim, bilim gibi alanlarda yaşanan kayıpların örnekleri çoğaltılabilir, ama ben son olarak bunlar kadar dikkat çekmeyen bir başka alandaki kayıptan bahsetmek istiyorum: Siyaset. Başta Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) olmak üzere, Ermeni siyasî parti ve örgütlerinin, özellikle II. Meşrutiyet (Temmuz 1908) sonrası geliştirdikleri ve savundukları siyasî tutum ve talepler, bugün hâlâ kavgası verilen siyasetlerdir. Ne dediğimizi anlatabilmek için,
Van Gölü’nün güneyinde Surp Nişan Manastırı
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI
37
II. Meşrutiyet’in ilanından birkaç ay sonra Taşnaksutyun’un 1 Eylül 1908’de toplanan Danışma Kurulu’nda son hâli oluşturulan parti programından bazı maddelere bakmak faydalı olabilir: 1. Vilayetlerin yerel yönetimi ülkede yaşamakta olan bütün halkların eşit olarak yararlanacakları adem-i merkeziyet sistemi (yerinden yönetim) temel alınarak yürütülmelidir. 2. Merkezî yönetim devletin ortak işlerini yönetecektir. Dış politika, ordu, hazine, gümrük, demiryolları, posta, telgraf merkezi hükümetin yönetiminde kalırkan diğer işler vilayetlere devredilmelidir. 3. Encümenler, adliye ve diğer yerel idarî organlar, genel, adil, nispî temsil temelinde seçimle oluşmalıdır. Bu ilke bütün halklar ve dinler için eşitlikçi bir anlayışla uygulanmalıdır. 4. Vilayetlere yerel işlerini yürütme hakkı ve bu konuda geniş bir özerklik verilmeli, cemaat işleri de cemaatlere bırakılmalıdır. Vilayet gelirlerinin bir bölümü yerel gereksinimlere ayrılmalıdır. 5. Hükümetin teyin edeceği vali, kaymakam ve mahkeme reislerinin görevleri dışındaki bütün görevler yerel danışma kurullarına bırakılmalıdır. 6. Vilayet sınırlarının belirlenmesinde, eski rejimdeki tasarrufun aksine, nüfusun ulusal özellikleri ve kültürel gelenekleri göz önünde tutulmalıdır. 7. Bütün halklar ve dinî gruplar bütünüyle eşit ve adil yönetilmeli, sınıf ve zümre karakteri taşıyan bütün ayrıcalıklar kaldırılmalıdır. 8. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, inanç özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, protesto ve gösteri özgürlüğü tanınmalıdır. Özel malın, mülkün, haberleşmenin dokunulmazlığı tanınmalıdır. 9. Ülke genelinde zorunlu ve ücretsiz ilkokullarda resmî dil öğrenimin dördüncü yılından itibaren verilmelidir.5 (Bu,
Adana Ermeni Mektebi dördüncü yıla kadar kadar eğitim sadece anadilde olacak, o yıldan sonra da anadilde eğitim esas olmakla birlikte resmî dil müfredata dahil olacak demektir) Bu siyaset ve talepler o gün rağbet görmüş olsaydı pek muhtemeldir ki Türkiye’nin 20. yüzyılı bu kadar acılı ve kanlı geçmeyecekti. Devletin demokratikleşmeye direnmesi yüzünden şunca zaman kaybettik ve kaybetmeye devam ediyoruz. (Devleti burada tekil kullanıyorum, çünkü bu açıdan imparatorlukla cumhuriyet arasında net bir süreklilik vardır). Bu toprakları demokratik bir düzende yönetme iddianız varsa, yukarıda sayılanlar bu iddianın kaçınılmaz gerekleridir. Dün bu taleplerin arkasında koca bir halk vardı (halk diyorum, çünkü bunlar sadece Taşnakların değil, Ermeni toplumunun genel beklentileriydi), o halk imha ve tasfiye edildi, ama bugün aynı taleplerin arkasına başka bir koca halk yığını geçti. Ortada Türklere karşı tarihî bir komplo olduğundan değil, eşit, özgür, demokratik yaşamın gerekleri bunlar olduğu için. Bilgi Üniversitesi’nde 2005’te yapılan ‘meşhur’ Ermeni konferansında Elif Şafak’ın Zabel
Esayan üzerine yaptığı konuşmayı dinlemiştim. Şafak’ın o konuşmasında aktardığı, kimler arasında geçtiğini tam hatırlamadığım ama taraflardan birinin diasporada bir Ermeni olduğunu hatırladığım bir anekdot aklımda kalmış. O Ermeni’ye sormuşlar, “Bir Türk’ten en çok ne duymayı istersin?”, diye. Tahmininiz “Özür” ise, yanıldınız. O Ermeni’nin bir Türk’ten en çok duymak istediği cümle şuymuş: “Buralar sizden sonra hiç eskisi gibi olmadı”. Bunu diyebilmek için, Ermeniler zamanında bu topraklar nasıldı, bilmek gerekir.
1 Mark Kalustian, “The Fabrikatorian Brothers: Textile Kings of Ottoman Turkey,” Armenian Mirror Spectator (1986); Boghos Jafarian, Farewell Kharpert, The Autobiography of Boghos Jafarian (Madison: C. Mangasarian, 1989), aktaran Frank Andrews Stone, “The Heritage of Euphrates (Armenia) College”, Richard G. Hovannisian (der.), Armenian Tsopk/ Kharpert, UCLA Armenian History and Culture Series, Historic Armenian Cities and Provinces (Costa Mesa, Calif.: Mazda Publishers, 2002). 2 Armin Kredian, “A Gurun Shawl on Cairo Wall”, Richard G. Hovannisian (der.), Armenian Sebastia/Sivas and Lesser Armenia, UCLA Armenian History and Culture Series, Historic Armenian Cities and Provinces. (Costa Mesa, Calif.: Mazda Publishers, 2004). 3 Harput eteklerinde bir yerleşim yeri. Bugün Elazığ’a bağlı Ulukent Mahallesi olarak da anılmaktadır. 4 Bu kolej hakkındaki bilgiler şuradan alınmıştır: Frank Andrews Stone, “The Heritage of Euphrates (Armenia) College”, Richard G. Hovannisian (der.), a.g.e. 5 Bu program Taşnakların resmî yayın organı Troşag’da Eylül-Ekim 1908 tarihinde yayınlanıyor. Biz de bunu Arsen Avagyan ve Gaidz Minasyan’ın yazarlığını yaptığı Aras Yayıncılık’tan çıkan Ermeniler ve İttihat ve Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya isimli kitaptan öğreniyoruz.
38
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
ERMENİ YETİMLERİN ASİMİLASYONU:
ANTURA YETİMHANESİ Selim Deringil Ermeni Soykırımı’nın en az bilinen boyutlarından biri tehcir ve katliamların sonucu yetim kalan Ermeni çocuklarının akıbetidir. Bunların bir kısmı Müslüman ailelere dağıtılmış, genç kadın ve kızların bir kısmı Müslümanlarla “evlendirilmiş”, hemen hepsi zorla Müslüman edilerek Ermeni kimliklerini unutmaları sağlanmıştır. Sayıları konusunda kesin bir şey söylemek imkânsızdır, ancak bazı kaynaklar 200.000 civarında bu tür Müslümanlaştırılmış Ermeni yetimden söz etmektedir. (Yetimhaneler konusunda en yetkin çalışmalardan biri Nazan Maksudyan’ın Orphans and Destitute Children in the Late Ottoman Empire (Syracuse University Press, 2014) kitabıdır.) Yetim çocuklar İttihatçılar tarafından bir tür “sosyal sermaye” olarak, adeta işlenip istenen kalıba sokularak topluma kazandırılacak bir hammadde olarak görülmüştür. Tehcirin uygulanmaya başlamasıyla birlikte ölüm yolculuğuna çıkan kafilelerin yetişkinleri katledilince birçok çocuğun ortalıkta kalacağını İttihatçılar önceden tahmin etmiştir. Bunun en açık göstergesi Talat Paşa’nın 26 Haziran 1915 tarihli telgrafıdır. Taner Akçam’ın belirttiği gibi, bu telgrafın yollandığı vilayetlerin bazılarında tehcir henüz başlatılmamıştı; “Demek ki çocukların toplanması, sürgünlerin beklenmeyen bir sonucu veya yan ürünü olarak ortaya çıkmamış, aksine önceden düşünülmüştü. Telgraf şöyledir: “Mevkileri tebdil edilen Ermenilerin on yaşından düun (küçük) çocuklarını darüleytam (yetimhane) tesisiyle veya müesses darüleytamlara celp ile talim ve terbiye etmek mutasavver (düşünülmüş) olduğundan, vilayet dâhilinde ne
Cemal Paşa’nın teftişi için dizilmiş Antura yetimleri kadar çocuk bulunduğunun ve orada darüleytam tesisi için münasip bina bulunup bulunmadığının acilen bildirilmesi”. Bunu izleyen 12 Temmuz 1915 tarihli bir başka telgrafta ise: “Ermenilerin nakl ve sevkleri esnasında velisiz kalması muhtemel olan çocuklar” konu edilmektedir. (Taner Akçam, Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması, İletişim, 2014).
Antura Yetimhanesi ve Halide Edip Adıvar Bu yetimhanelerin belki de ‘amiral gemisi’ denebilecek örneği Lübnan’da Beyrut’un 18 km kuzeyinde yer alan Antura Yetimhanesi’dir. Lübnan, savaş boyunca Cemal Paşa’nın hükümranlık alanı olan Dördüncü Ordu bölgesindeydi ve bütün bölge Cemal Paşa’nın adeta bir genel vali gibi diktatorya rejimine maruz kalmıştır. Antura Yetimhanesi Cemal’in en gözde pilot projelerinden biri haline gelecekti. Bunun en önemli göstergesi Paşa’nın Antura’yı İstanbul’dan özellikle getirttiği Halide Edip’in denetimine vermesiydi. Cemal’in özel davetlisi olarak 1916 yılının Aralık ayı sonunda Lübnan’a gelen Halide Edip, Dördüncü Ordu bölgesinde
yetimhane ve okulların genel müfettişi olarak görev yapacaktı. Dördüncü Ordu Komutanlığına tayin edilen Cemal Paşa 1916’da Antura’da Lazarist papazların yönettiği St. Joseph lisesine el koyar. Bina Ermeni yetimlerin Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması için kullanacak, savaş boyunca sayıları üç bine varan Ermeni yetim Antura’da barındırılacaktır. Yetimlerin arasında birkaç yüz Kürt yetim de vardır. Yetimhanelere yerleştirilen Ermeni yetimlere Türkçe adlar verilmiş ve Ermenice konuşmaları yasaklanmıştır. Her ne kadar Halide Edip anılarında Türkleştirme ve İslamlaştırma konusunda Antura’da bu politikaların uygulanmadığını söylese de, diğer kaynaklar aksini göstermektedir. Antura’da katı bir disiplin uygulanır. Ermenice konuşan çocuklar falakaya yatırılır veya doğrudan güneşe bakmaya zorlanırdı. Ermenice konuşanları ihbar edenler ise ödüllendirilirdi. Gıda oldukça kıttı ve yetimler bakımları karşılığında tenekecilik, dokumacılık ve diğer zanaat dallarında atölyelerde çalıştırılırdı. Bazı kaynaklar Halide Edip’in yetimhaneyi devraldıktan sonra koşulların nispeten iyileştiğini
belirtir. Örneğin, Beyrut Amerikan Koleji Müdürü Bayard Dodge’a göre: “Halide Hanım’ın gelişinden sonra çocukların durumu çok iyileşti. Eski dinî yaptırımlar görmezden gelindi ve düzgün bir eğitmen kadrosu ve yetenekli bir müdür atandı. Halide Hanım gittikten sonra çocuklar için tekrar karanlık bir dönem başladı”. Dodge’un bahsettiği “yetenekli müdür” askerî doktor Lütfi Bey idi, yani geleceğin efsanevî İstanbul Valisi Lütfi Kırdar! Halide Edip Cemal’in İslamlaştırma politikasına karşı çıktığını anlatır. Cemal’e Ermenileri İslamlaştırma çabalarının gelecekte Türklere fatura edileceğinden söz ettiğini söyler. Cemal ise Halide Edip’i “idealist” olmakla suçlar. Halide Edip anılarında şöyle der: “Bu yetimhane üzerine merhum Cemal Paşa ile aramızda hayli çetin ve uzun münakaşalar oldu. Ben Ermeni çocuklarının Türk veya Müslüman ismi taşımalarına itiraz ettim. Bunun sebebini Cemal Paşa şu surette izah etti. Şam’da Ermeniler tarafından idare edilen bir takım yetimhaneler vardı. Bunlar yalnız Ermeni çocuklarını alırlardı. Hiçbirinde yeniden çocuk alacak yer kalmadığı gibi, yeni bir
39
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI yetimhane açmak in maddî imkân kalmamıştı. Ayin Tura sadece Müslüman çocuklar için olup, orada henüz yer vardı. Ermeni yetimhanesinin almadığı kimsesiz avare Ermeni çocuklarını Ayin Tura’ya alırken onlara Türk ve Müslüman adı vermek zaruri idi. Esasen din dersi verilmiyordu. Yani Ermeni çocukları zorla Müslüman yapmak gibi bir gaye yoktu.” (Mor Salkımlı Ev, Can Yayınları, 2013.) Ancak Halide Edip’in anılarıyla diğer kaynaklar uyuşmamaktadır: “Halide Edip kendine yöneltilen suçlamalardan haberdardı ve bu nedenle kendisi Antura’ya gelmeden önce çocuklara zaten Türkçe isimler verilmiş olduğunu iddia etti. Ermeni yetimler ve aileleri ise Halide Edip’in rolünü nefretle anar ve onun batılı liberal imajının sahte olduğunu, inanmış bir İttihatçı olduğunu iddia eder. Ermenileri kurtarmak için hiçbir şey yapmadığı gibi onları kendi metotlarıyla yok etmeye çalıştığını söylerler. ” (Hilmar Kaiser, “The Armenians in Lebanon during the Armenian Genocide”, Armenians of Lebanon, Haigazian University, 2009. ) Antura’da vakit geçirmiş ve sonra anılarını yazmış Ermeni yetimlerin tanıklıkları da farklı bir tablo çizmektedir. Melkon Bedrosyan, Antura’ya getirildiğinde sekiz/on yaşlarındaydı. Yetimhanedeki ilk gününü şu sözlerle anlatır: “Kahvaltıdan sonra Müdür Fevzi Bey bir demeç verdi. Bize dedi ki, çocuklarım eski zamanlarda hepiniz Müslümandınız, Hristiyanlar atalarınızı zorla Hristiyan ettiler. Şimdi aslî dininize dönme zamanıdır. Şimdiki dininiz putperestlerin ve Zerdüştlerin dini gibi eski ve yıpranmıştır. Sizin İsa’nız da eskidir ve yıpranmıştır, eski bir gömleği atar gibi atıp taze bir gömlek giymeniz lazımdır.” Bedrosyan, bu kişi İstanbul Türkçesiyle konuştuğu için Ermeni çocukların birçoğunun bir şey anlamadığını, ama anlayanlar Ermenice ’ye tercüme ettiklerinde hep bir ağızdan ağlamaya başladıklarını anlatır. Bunun üzerine Fevzi Bey vaazına ara verir.
Cemal Paşa ve Halide Edip Antura yetimhanesini teftiş ziyaretinde Çavuş denilen, daha önceden Müslümanlaştırılmış büyükçe erkek çocukları sürveyanlık görevi yapmaktadır. Bir gün bunlar aracılığıyla, Müslüman olup Türk ismi alanlara yemekte et ve pilav verileceği duyurulur. Müslüman olanlar önce yemek yiyecek, Hristiyan kalanlar su ve un çorbasıyla yetinmek zorunda kalacaktır. İlk günden sonra halen Hristiyanlıkta direnen on, on beş çocuk kalmıştır; “Çavuşlar ellerinde defterlerle geldiler. Müslüman ismi alıp kayda geçmeyenleri acımasızca dövüyorlardı, yazıcı acele edin diye bağırdı, Müslüman olmayanların kafasını ezeceğim, hapiste çürüyeceksiniz. Ağlayarak kabul ettik; ben Necip ismini aldım, kız kardeşlerim ise Ayşe ve Lütfiye.” Bedrosyan ders programını da ayrıntılarıyla anlatır: “En başta doğru dürüst Türkçe yazmayı ve okumayı öğrendik. Sarıklı bir hoca bize din dersi verirdi. Hiçbir şey anlamadan dualar ezberlerdik.”
Osmanlı gittikten sonra Savaşın son günlerinde, 1918 yazında Halide Edip Amerikan Koleji Müdürü Dodge ile son bir kez görüşür. Yakında Lübnan’dan ayrılacağını ve çocukları ona emanet ettiğini söyler. Müttefik kuvvetleri 3 Ekim 1918 de Lübnan’ı işgal etmiştir. O son günleri anılarında Harutyun Alboyacıyan anılarında şöyle anlatır:
“Bir sabah uyandığımızda Türk askerlerinin, gardiyanların, müfettişlerin ve hocaların hiçbirinin yerinde olmadığını gördük, hepsi gitmişti. Bizim yetişkin erkekler (yetimhane çavuşları), ki hepsi Türk olmuştu, Kürt Silo’yu kıstırmış amansızca dövüyorlardı, Silo manda gibi böğürüyordu. Şu Silo ki bize defalarca şu sözleri tekrar etmişti: ‘Ben doksan dokuz tane Ermeni öldürdüm, şimdi seni de öldüreceğim ve hesap yuvarlanacak’. İşte bu aşağılık Silo’ya bizimkiler iyi bir ders veriyordu.” Harutyun’un anlatısı bu noktada daha da ilginçleşir. Türk görevlilerden kalan bir tek askeri Eczacı Rıza Bey’dir. Harutyun kendisinin hep çok sert, fakat iyi bir adam olduğunu anlatır. Rıza Bey yemekhaneye geldi, hepimiz ayağa kalktık. ‘Oturun’ dedi. Oturduk. Masaların arasında bir aşağı bir yukarı yürüyordu, derin düşüncelere dalmış gözüküyordu. Bizim bölüğün çavuşu sünnet edilmiş ve adı Enver olmuştu, onu çağırdı ve sordu: ‘Oğlum Enver, senin Ermeni adın neydi?’ (Selam çakarak) ‘Toros idi efendim.’ Ondan sonra diğer sınıfın çavuşunu çağırdı. ‘Oğlum Cemal, senin Ermeni adın neydi?’ ‘Vartan idi efendim.’ Böylelikle tüm diğer çavuşları sorguladı, hepsi esas duruşa geçip Ermenice isimlerini söylediler. Derin bir sessizlik oldu. Hepimiz
bekliyorduk…. [Rıza Bey dedi ki] ‘Bu günden sonra hepiniz gene Ermenisiniz.’
Günümüzde Antura Yaklaşık üç yıl önce Agos gazetesinde Antura yetimhanesi ile ilgili bir yazı yayınlandı. Aynı günlerde Beyrut’da belgesel yapımcısı Nigol Bezciyan ile tanıştım. Birlikte Antura üzerine bir belgesel yapma fikri oluştu. Bizden önce Misak Kelechian isimli hayırsever bir işadamı Antura’nın acıklı geçmişinin anısını yaşatmak uğruna çaba harcamıştı. Günümüzde yine eski kimliğiyle eğitim veren ünlü bir Katolik Lisesi (Lycée St. Joseph) olan okulun renovasyon çalışmaları sırasında eski bir binası yıkıldığında temelinde birçok çocuk kemiğinin bulunduğu bir toplu mezar keşfedilmişti. Kemikler okulun yetimhane olarak kullanıldığı günlerde orada ölen çocuklara aitti. Misak Kelechian’ın çabaları sayesinde okulun arkasında eski müdürlerin yattığı mezarlıkta bu kemikler defnedilmiş ve çocukların anısına bir anıt dikilmişti. Nigol Bezjian ile birlikte okulu iki kez ziyaret ettik ve çekimler yaptık. Nigol, Amerika’da, Fransa’da ve Ermenistan’da Antura’da zaman geçirmiş olan yetimlerin çocukları ve torunlarıyla birçok mülakat yaptı. Belgeselin adı “Bu Günden Sonra” olacak.
40
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
Toplama Kampı Olarak Ermeni Tehciri Ferda Keskin Türkiye’de 1915’te yaşananları “soykırım” olarak tanımlayan söylem giderek normalleşmeye başladı. Ama söylemin normalleşmesi konuyla ilgili bir fikir birliğine varıldığı anlamına gelmiyor. Dolayısıyla, yaşanan şey bir tehcir miydi, mukatele miydi, yoksa soykırım mıydı konusundaki tartışma da elbette devam edecek. Üstelik 1915 Çanakkale Zaferi’ni anma etkinliğinin tam da 24 Nisan’a denk getirilmesi tartışmayı milliyetçilik merkezli bir ideolojik savaşın yepyeni bir cephesine taşımışken. Milliyetçi ideolojinin bu kadar belirleyici olduğu bir ortamda soğukkanlı argümanlarla sonuca varmak neredeyse imkânsız gibi görünebilir, ama önemli olan yaşananın kendisi olduğunda “kullanışlı” kavramların ne türden beklenmedik anlamlara gelebileceğini görmek de önemli. Bu fikirden hareketle bundan bir kaç yıl önce yaptığım bir konuşmada, 1915’i “tehcir” olarak tanımlayarak başlayacağımı söylemiştim. Çoğu beni yakından tanıyan dinleyicilerin bir kısmı haklı olarak başıma taş falan düştüğünü düşünmüş olmalı ki, salonda görülebilir bir hareketlenme ve işitilir bir fısıltı dalgasına neden olduğumu hissettim. Oysa söylemek istediğim şuydu: 1915’e “tehcir” desek de bu kavramın benim izlediğim türden bir okuması o tehciri Holokost’un prototipi yapar. Burada, aslında daha fazla ayrıntılandırılması gereken bu okumanın ana hatlarını vermekle yetineceğim. Söz konusu okumanın çıkış noktası Giorgio Agamben’in Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Yaşam başlıklı, çok bilinen ve yayınlandığından bu yana
kapsamlı tartışmalara neden olan kitabı. Bu kitaba başlığını veren “Kutsal İnsan” kavramı Latince “Homo Sacer” kavramının çevirisi. Roma Hukuku’nda “Homo Sacer” kavramı, belirli bir suç işlediği için dışlanan ve dolayısıyla bir yurttaş olarak sahip olduğu tüm hakları kaybeden insan anlamına gelir. Ama yurttaşlık hakları elinden alındığı ve dolayısıyla hukukun dışında kaldığı için öldürülebilir olan bu insan aynı zamanda “kutsal” (sacer) kategorisine alındığı için kurban edilemez. Agamben’e göre, Kutsal İnsan paradoksal olarak hukukî düzenin içine ancak dışlanmak suretiyle alınan bir figürdür ve bu anlamda hukukun hem içinde hem de yeri geldiğinde yasayı askıya alma yetkisi olduğu için dışında duran hükümranla (egemenle) aynı paradoksu paylaşır. Hükümranın yasayı askıya alma yetkisi ise, kökü elbette Hobbes’a gitmekle birlikte, Agamben’in Carl Schmitt’ten hareketle
kullandığı bir kavramdır. “Olağanüstü hal” olarak da bilinen bu ‘askıya alma’ ediminin en önemli işlevi, politik olarak nitelendirilmiş ve dolayısıyla yurttaşlık haklarıyla donatılmış olan yaşamı (Antik Yunancası ile Polis’teki yaşam olarak “bios”) çıplak, yani biyolojik (yine Antik Yunancası ile Polis öncesi yaşam olarak “zoe”) yaşama indirgemesidir. Her ne kadar Aristoteles’ten bugüne Batı düşünce geleneği politikayı zoe’den bios’a geçiş olarak tanımlasa da, Agamben aslında içerisi ile dışarısının, yan zoe ile bios’un moderniteyle birlikte birbirinden ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiğini savunur. Bu durumun en önemli örneklerinden biri “toplama kampı” olgusunda ortaya çıkar. Zira olağanüstü bir hâlin geçerli olduğu ve yasanın askıya alındığı toplama kampı aynı zamanda bios’un zoe’ye, yani çıplak yaşama indirgendiği yerdir. Toplama kampındaki insan – Auschwitz’deki Yahudi – bir Homo Sacer figürü olarak herhangi bir yaptırımla karşılaşma
tehlikesi olmadan öldürülebilir olandır. Yukarıda fazlaca kaba bir şekilde özetlemek zorunda kaldığım bu analizi Agamben’in niçin 1915’i kapsayacak şekilde genişletmediğini bilmiyorum. Ama analizin “Ermeni Tehciri”ne uygulanabileceği çok açık. Bunun nedeni, “tehcir”in hareketli bir toplama kampı olarak düşünülebilir olması. Bu iddiamın devamı nispeten basit. Hükümranın olağanüstü hâl (savaş) bağlamında yasayı askıya aldığı hareketli bir toplama kampı olarak tehcir, Ermeni tebaanın yurttaşlık haklarının elinden alındığı, çıplak yaşama indirgendiği ve suç işlemeden öldürülebilir olduğu bir mekâna işaret etmektedir. Dolayısıyla, Hitler Holokost’u tasarlarken 1915’i örnek almakta haklıdır – Ermenilere yapılanların unutulduğunu söylediği için değil, dışlanarak içeri alınanı öldürmenin kendi hükümranlığının kurucu unsuru olduğunu anladığı için.
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI
41
Türkiye’de sermaye birikiminin kaynakları Ümit İzmen Thomas Piketty’nin şu meşhur Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital başlıklı kitabındaki sermaye birikiminin tarihsel gelişimi üzerine gözlemleri kafamda bir dizi soru oluşmasına neden oldu. Piketty, 1700’lerden günümüze sermayenin yani servet birikiminin gelişimini bugünün bazı gelişmiş ülkelerinden yola çıkarak detaylı biçimde inceliyor. Bu tarihsel veriden şöyle bir sonuç çıkıyor: Hemen tüm ülkelerde, toplam servet bir yılda elde edilen gelirler toplamının 6-7 katı. Bu oran 18 ve 19 yüzyıllarda pek değişmiyor, ancak sonraları, savaşlar nedeniyle evlerin, binaların, fabrikaların yıkılmasıyla ve
savaş dönemlerindeki fiyat hareketleri nedeniyle sermaye birikimi erozyona uğruyor, yani servet/gelir oranı düşüyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda sermaye birikimi bir yıllık gelirin sadece 3 katına iniyor. Sonra bu oran yeniden artmaya başlıyor ve 2010 yılına gelindiğinde tekrar 5-6 kata ulaşıyor. Sermaye/gelir oranının seyri, savaşların dışında kalan ABD hariç aynı eğilimi izliyor. Zaman içinde toplam servetin bileşimi de değişiyor. Bekleneceği üzere, tarım arazilerinin yerini sanayi sermayesi, kentlerdeki gayrimenkuller ve finansal sermaye alıyor.
Sorular ve tahminler Piketty’nin kitabında bu bölümleri 1915’in 100. yıldönümünde
okurken, aklıma Türkiye’de sermaye birikiminin tarih içindeki seyri takıldı. Elde yeterli veri yok. Ama eğer Türkiye için rakamlar olsaydı, 1914’teki toplam sermaye birikiminin ne kadarının yok olduğu, bu yok olan sermayenin kimlerin elinde olduğu, sermaye birikiminin Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl seyrettiği sorularının cevaplarını bulmak isterdim. Şöyle düşünür ve bu düşüncelerimin ne ölçüde doğru olduğunu test etmek isterdim: Türkiye’deki süreç de muhtemelen diğer ülkelerdeki gibi gelişmiş olsa gerek. Yani sermaye birikimi Birinci Dünya Savaşı sırasında hızla azalmış, sonra yeninden yükselişe geçmiş olmalı.
Elimizdeki 1913 verilerine göre GSYH, 1990 fiyatlarıyla 18 milyar dolar civarında. Eğer servet/ gelir oranı diğer ülkelerdeki gibi 6 civarında ise toplam servet yaklaşık 100 milyar dolar düzeyinde olmalı. Birinci Dünya Savaşı’nın Türkiye toprakları üzerinde yaratmış olduğu tahribat korkunç. Bu nedenle İngiltere ve Fransa’ya benzer biçimde sermaye/millî gelir oranının 3’e inmiş olduğu düşünülebilir. Bu varsayımı 1923 yılında 10 milyar dolar seviyesine düşen millî gelirle birlikte düşünürsek, toplam servetin 30 milyar dolara kadar gerilemiş olduğu, yani 70 milyar dolarlık bir servetin yok olduğu sonucuna varmak mümkün. Osmanlı’da 1913’teki servetin
Samsun Ermeni Kilisesi
42 ne kadarının Türk, Müslüman tebaanın, ne kadarının gayrimüslimlerin, ne kadarının da yabancıların elinde olduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla yok olan 70 milyar dolar civarındaki servetin bileşimine ilişkin elimizde bir bilgi yok. Ama kurucu söyleme göre ticaret ve sanayi sermayesinde Müslüman Türklerin payı çok azdır; tüm ekonomi ve ticaret Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, yabancı sermayenin ve kompradorların kontrolündedir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye’de de servet birikim sürecinin son derece güçlü biçimde geliştiğini biliyoruz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında millî burjuvazi yaratılmış olduğu sol söylemde bile olumlanarak anlatılır hep.
Müslüman Türklerin elinde servet birikimi Bu durumda, eğer servet sahipliğinin yapısında bir değişiklik olmasaydı, savaşın yıkımının ardından kalacağını hesapladığımız 30 milyar dolarlık servetin sahipliğinde bir değişiklik ortaya çıkmayacaktı. Fakat soykırım, mübadeleler, Varlık Vergisi, tehcirler, sürgünler, göçe zorlamalar yoluyla gayrimüslimlerin serveti neredeyse sıfırlanırken, zaman içinde devletin ve Müslüman Türklerin elinde önemli bir servet birikimi oluştu. Türkiye’de de servet birikimi Avrupa ülkelerine benzer bir seyir izlemiş ve gelirin 7 katına ulaşmış olsa, kaba hesapla, bugün Türkiye’de toplam sermaye birikiminin 5-6 trilyon dolar civarında olduğu hesaplanabilir. (Burada yapılan hesaplamalar tamamen varsayımsaldır. International Center for Human Development tarafından hazırlanan ve Tazminat taleplerine için derlenmiş verileri kullanan bir çalışmaya göre, Türkiye’de el konulan Ermenilere ait servet ve malların değeri ve insan hayatı kayıplarının parasallaştırılması dahil yapılan hesaplamalar, bugünkü fiyatlarla yaklaşık 400 milyar dolar civarında bir büyüklüğe işaret etmektedir.) Eğer elimde veri olsaydı, el değiştiren sermayenin sadece
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
Thomas Piketty
büyüklüğünü değil bileşimini de bilmek isterdim. Çünkü Türkiye’de sermaye birikiminin bazı özel durumları da var. Sermayenin farklı biçimleri bölgelerde farklı ağırlığa sahip. Osmanlı’nın son döneminde tarım arazisi biçimindeki sermaye kıyı bölgelerinde iç bölgelere oranla daha zayıf. Batıda özel sanayi ve ticaret sermayesi ve kentsel gayrimenkul ön planda. Batı bölgelerindeki bu ticaret ve sanayi sermayesinin daha çok gayrimüslim nüfusun ve yabancıların elinde olduğu yaygın kabuldür. Bu sermaye Birinci Dünya Savaşı sırasında neredeyse tamamen yok oluyor. Ve sonra başka ellerde yeniden birikiyor. Buna karşılık, İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da tarım sermayesi daha önemli idi. Bu bölgelerdeki servet birikiminde Türklerin ve Kürtlerin payının batı bölgelerine göre daha yüksek olması herhalde şaşırtıcı olmazdı. Bu sermaye de el değiştirdi. Fakat el değiştiren tarım sermayesi zaman içinde zayıfladı. Bugüne geldiğimizde ticaret ve sanayi sermayesinin ve kentsel gayrimenkulün önemindeki artışla beraber, sermaye birikiminin coğrafî dağılımında da doğudan batıya doğru bir kayma olması kuvvetle muhtemel. Eğer
servetin el değiştirme sürecinin önemli ölçüde devletin eliyle olduğu kabulünü de bu resme eklersek, bu durumun ülkede sermaye kesimi ile devlet arasındaki ilişkileri derinden etkilemiş olması gerekir. Bu sermaye transferini anlamak, sadece geçmişi değil, bugünü anlamak, günümüzde sermaye ile devlet arasındaki ilişkinin doğasını anlamak açısında da çok belirleyici. Osmanlı nüfusu içinde Müslümanların oranı 1914 sayımına göre beşte dörttür. Eğer servet dağılımının etnisite ile orantılı olduğunu varsayarsak, Anadolu Hristiyanlarına ait 20 milyar dolarlık bir servetin, yani en az bir yıllık GSYH tutarında bir büyüklüğün (toplumsal etkisini daha iyi tartmak için bugünkü Türkiye’de olsa en az 800 milyar dolarlık bir servet diye düşünün) kısmen tahrip olduğu, kısmen devlet eliyle veya yerelde devletle işbirliği içindeki yapılar eliyle gasp edildiği sonucunu çıkartırız. Örneğin gayrimüslim nüfusun oranı, 19. yüzyıl sonunda İstanbul’da yüzde 56’dan 1927’de yüzde 35’e, İzmir’de ise yüzde 62’den yüzde 13’e iniyor. Trabzon ve Erzurum’da durum çok daha çarpıcı. Gayrimüslimlerin oranı Trabzon’da yüzde 43’ten yüzde 1’e, Erzurum’da ise
yüzde 32’den yüzde 0,1’e iniyor. Nüfus yok oluyor, ama evler, tarlalar, fabrikalar burada kalıyor. Bu rakamlar el değiştiren servetin boyutunun çok yüksek olabileceğini ortaya koyuyor.
Kul hakkı, kanlı lokma, haksız kazanç Kurucu söylemin o çok öğündüğü ulusal ekonomi inşa süreci, Emval-i Metruke defterlerinden bildiğimiz gibi, devletin tam göbeğinde yer aldığı bir mekanizma ile servetin hızla el değiştirmesi üzerine kurulu. Genç Cumhuriyet’in medar-ı iftiharı ilk sanayi kuruluşlarının, inşa edilen altyapı ve sunulan hizmetlerin, yolların, okulların, fabrikaların, hastanelerin harcında, Anadolu Hristiyanlarının kanlı bir süreçte el konulan servetlerinin payı var. Bu nedenle, bireysel olarak bakıldığında aile servetinin kökeninde el konulmuş malların olup olmaması da önemini yitiriyor. Kul hakkı, kanlı lokma, haksız kazanç, vicdanınızda hangi adı verirseniz verin: Belki bugünün yoksulları daha az, zenginleri daha çok, ama tüm TC vatandaşları gasp edilen bu servetten payını almış ve almaya devam ediyor.
43
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI
1915–2015: Bir Soykırım Anıtı’nın Vakti Geldi Artık
Vietnam Anıtı, Washington D.C. İrvin Cemil Schick Vietnam Savaşının bitiminden dört yıl sonra, 1980 yılında, savaşta ölen yahut kaybolan Amerikalı askerler için bir anıt tasarlanmak üzere bir yarışma düzenlendi. Yolsuzluk ve iltimas ihtimalini bertaraf etmek için adayların sadece rakamlarla tanımlandığı yarışmaya sunulan 1421 tasarım arasından jüri 1026 numaralı adayı seçti. Seçilen tasarımın Maya Lin adında, ailesi Çin’den göçmüş, 21 yaşında, mimarlık öğrencisi bir genç kadına ait olduğu ortaya çıktığında bazı çevrelerden ırkçı ve cinsiyetçi içerikli itirazlar geldi. Bu itirazların başını çekenlerden Texas’lı milyarder işadamı Ross Perot, “bir kara utanç yarığı”
diye betimlediği, her biri 75 metre uzunluğunda iki siyah duvarın toprağın içinden geniş bir açıyla birbirine kavuştuğu anıta üç Amerikan askerinin gerçekçi bir biçimde temsil edildiği bronz bir heykel ekletmeyi başardı, ama Lin’in yaşından beklenmeyecek bir azimle direnmesi sayesinde heykel Perot’nun istediği gibi anıtın ortasına değil, bir ucuna yerleştirildi. (Lin, heykelin anıtın ortasına yerleştirilmesini “Mona Lisa’ya bıyık çizmek gibi” diye nitelendirmişti!) İlginçtir ki, heykeltraş Frederick Hart’ın geleneksel kahramanlık (ve de ırk) imgeleri üzerine tasarladığı bu heykel fazla ilgi çekmedi ve hâlâ da pek çekmiyor; oysa Maya Lin’in 1982’de tamamlanan sözde “utanç yarığı”
halk tarafından inanılmaz bir iştiyakla benimsendi. Anıtı oluşturan duvarlar, gabro denilen volkanik kayadan yapılmış olup, ayna gibi parlak yüzeylerine Amerika’nın savaşta kaybettiği 58 bini aşkın insanın adları tarih sırasıyla tek tek işlenmişti. Bu suretle anıtı ziyarete gelenler yalnız ölen yakınlarının adını bulmakla, ona dokunmakla, kömür kullanarak izini kâğıda geçirmekle kalmıyor, kendi yansımalarını da parlak duvarda, isimlerin arasında görerek savaşta ölenlerle rabıta kurabiliyor. Neticede, ilk baştaki çirkin polemiklere inat, eseri yılda üç milyon civarında kişinin ziyaret ettiği bildiriliyor; Amerikan Mimarlar Enstitüsü ise 2007 yılında anıtın “Amerika’nın en sevilen mimarî eserleri” arasında
onuncu sırada olduğunu ilân etti.
Tefekkürle hatırlamak Bence bu öyküde hepimiz için önemli bir ders yatıyor. Amerikalılar, kendileri için bir zaferle sonuçlanmayan, hattâ birçoğu için bir utanç kaynağı olan Vietnam Savaşı’nı unutmayı seçmediler, ama onu kahramanlık imgeleriyle değil, tefekkürle hatırlamak istiyorlar anlaşılan. Neticede memleketlerinden, sevdiklerinden on binlerce kilometre uzakta ölen askerler emperyalist bir devletin ordusuna mensuptular şüphesiz, ama ondan önce insandılar. Büyük çoğunluğu oraya iradeleri dışında devlet tarafından gönderilmişti, ve kendilerini sevmiş olan,
44
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
yıllardır özleyen, ölümleriyle hayatları altüst olan yüz binlerce insan bırakmışlardı geride. Bugün anıtı ziyarete gidince en çok göze çarpan, sessizce kollarını uzatmış, duvardaki isme sanki bizzat oğulları, kardeşleri, babalarıymış gibi dokunan, gözleri kapalı, hayalleriyle baş başa insanlar oluyor. Türkiye’de ise, memleketin dört bir yanına dikilmiş olan heykel ve anıtların büyük çoğunluğu büyük adamlara biat eden, kahramanları ve kahramanlıkları yad eden, ikonografileri son derece bayat eserler. Bir zaferi değil, gerçek bir insanlık trajedisini simgeleyen Sarıkamış Şehitleri Anıtı bile böyle. Kırk yılda bir farklı bir heykel yahut anıt dikildiğinde, devrin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mehmet Aksoy’un Kars’taki İnsanlık Anıtı’nı “ucube” olarak nitelendirmesi ve hemen arkasından birtakım belkemiksiz dalkavukların eseri yıktırması örneğinde görüldüğü gibi, uzun ömürlü olamıyor. Acaba vatandaşlar, “vatan millet Sakarya” mesajı vermeyen bir anıtı nasıl karşılayacaktır? Böyle bir anıt acaba insanları pek de hoşlanmadıkları bir işi yapmaya, yani tefekkür etmeye sevkedecek midir? Gerçi anıt kavramını sorgusuz sualsiz kabullenmek doğru olmaz. Anıtlar neden dikilir? Romalıların zafer taklarından Hiroşima Barış Anıtı’na bütün anıtlar bir midir? Böyle soruları biraz düşünmek, anıtların kimler tarafından ne gibi menfaatler yararına inşa edildiğini tartmak gerekiyor. Yani en başta anıt kavramının kendisini sorunsallaştırmak. Fransız tarihçi Pierre Nora, çağdaş dünyada toplumsal hafızanın değer kaybettiğini, onu ikame etmek için toplumların anıtlar dikip törenler düzenlediklerini, bunların birer “hafıza mekânı” (lieux de mémoire) olarak işlev gördüğünü öne sürmüştür. Hafıza mekânları ise toplumların kimlik inşasında, geçmişle ilişkilerin tanımlanıp düzenlenmesinde, bu suretle de
Soykırım Anıtı, Kamboçya
geleceğin şekillendirilmesinde önemli rol oynarlar ve tam da bu nedenle devletler, özellikle de günümüzde ulus devletler tarafından kullanılırlar, sömürülürler, baskıcılığın hizmetine koşulurlar.
Vietnam Anıtı’na eklenen heykel.
O halde neden anıt dikilmesine taraftar olalım? Çünkü bütün anıtlar bir değildir.
Acı ve utanç mekânları William Logan ile Keir Reeves’in derlediği Places of Pain and Shame: Dealing with ‘Difficult Heritage’ (Acı ve Utanç Mekânları: ‘Zorlu Miras’ ile Baş Etmek, Londra ve New York: Routledge, 2009), adından da anlaşıldığı gibi, hatırlanması zor olaylarla ilgili anıtlar üzerine ufuk açıcı bir kitap. Dört bölümden oluşuyor: Katliam ve soykırım mahalleri; Savaş dönemi esaret mahalleri; Sivil ve siyasî mahpushaneler; İnsanların “iyilikleri için” tıkıldıkları tutuk evleri (örneğin akıl hastahaneleri). Konumuzla en yakından alâkalı olan katliam ve soykırım mahalleri bölümü, Qian Fengqi’nin Nanjing Katliamı Anıtı (Çin), Yuşi Utaka’nın Hiroşima Barış Anıtı (Japonya), Katie Young’ın Auschwitz-Birkenau Temerküz ve İmha Kampları Anıtı (Polonya), Colin Long ile Keir
Reeves’in Anlong Veng Soykırım Anıtı (Kamboçya) ve Bronwyn Batten’ın Myall Creek Katliamı Anıtı (Avustralya) üzerine makalelerden oluşuyor. Bunlardan Nanjing, 1937’de Japonların tezgâhladığı katliam sonucunda bir tahmine göre 300.000 kişinin öldürüldüğü, Çin’in doğusunda bir şehir. Hiroşima Japonya’da, Amerikalılar tarafından ilk defa bir savaş aracı olarak 1945’te kullanılan atom bombasının yerle bir ettiği, 80.000 kişinin patlama anında, belki bir o kadarının da sonradan bombanın tesiriyle öldüğü şehir. Auschwitz-Birkenau, bugün Polonya sınırları
içinde kalan ve Almanların II. Dünya Savaşı esnasında büyük çoğunluğu Yahudi olan bir milyonu aşkın insanı gaz odalarında öldürdüğü temerküz ve imha kampları. Anlong Veng, Kamboçya’da Kızıl Khmer kuvvetlerinin 1999’a kadar faaliyet gösterdiği son kaleleri ve sergiledikleri insanlık dışı vahşetin son sahnesi olan, Tayland sınırında bir kasaba. Myall Creek (Myall Deresi) ise 1838 yılında Avustralya’da sürgünde olan Anglosakson mahpusların yerli halka karşı işlediği bir katliamın gerçekleştiği yer. Nanjing, Hiroşima ve Auschwitz-Birkenau, insanlığa karşı
45
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI suçların dış düşmanlar tarafından işlenmiş olduğu yerler ve dolayısıyla bulundukları ülkelerde devlet tarafından siyasî amaçlarla kullanılmışlardır. Qian ile Young’ın makaleleri, özellikle Çin hükümetinin Nanjing katliamını, Sovyet dönemi Polonya hükümetinin ise Auschwitz-Birkenau kamplarını gerek dış, gerekse iç siyasetlerinde nasıl tepe tepe araçsallaştırdıklarını inceliyor. Utaka ise Hiroşima şehrinin nasıl Japonya’nın savaşın etkilerinden sıyrılarak normalleşmesinin ve kalkınmasının simgesi haline geldiğini, Barış Anıtı’na odaklanarak anlatıyor. Anlong Veng, dış değil iç düşmanların kendi halklarına uyguladığı soykırımı anmak üzere anıta çevrilmiş. Long ve Reeves, Kamboçya’nın karmaşık siyasî ilişkileri ve geçmişiyle tamamen yüzleşememiş olmasının, bu anıtın bir “tarihsel ve ahlâkî boşluk” içinde yer almasına sebep olduğunu, bu nedenle de amacına ulaşamadığını belirtiyor. Myall Creek’te ise uzun tartışmalardan sonra ancak 2000’li yıllarda inşa edilebilen anıtın bir ziyaret ve barışma mahalli olması umuluyor. Anıtı yapanların, mağdurların değil, katliamı işleyenlerin torunları olması, onu yukarıda adları geçenlerden ayırıyor. Ve Türkiye’de artık vakti gelmiş olan bir Ermeni Soykırımı Anıtı’na —katledilenlerin sayısı açısından değilse de birçok başka açıdan— konusu en yakın olanı. Bu bakımdan bizler için bir örnek teşkil edebilir.
Unutkanlık W. Scott Howard’a göre anıtlar her ne kadar geçmiş olayların hatırasıyla iç içeyse de, geçmişten ziyade şimdiki zamanla ilgilidir: “Tarihsel olaylarla yüzleşip onları geride bırakmayı amaçlayan abidelerden (monument) farklı olarak, anıtlar (memorial), yaşayan insanların henüz halledememiş oldukları kayıplarla baş etme mücadelesiyle ilgilidir.” Bu bağlamda
Qian, Nanjing Anıtı’na mahkûk olan bir Çin atasözüne dikkat çekiyor: “Geçmiş, unutulmadığı taktirde geleceğe rehberlik eder.” İspanyol asıllı Amerikan filozofu George Santayana’nın da adeta bunu tamamlayıcı bir sözü vardır: “Geçmişi hatırlayamayanlar, onu tekrar yaşamaya mahkûmdur.” Bu cümle de II. Dünya Savaşı’ndan sonra anıt haline getirilmiş olan Dachau Temerküz Kampı’nın duvarına yazılıdır. Ermeni Soykırımı’ndan sonra insanlığın bunca soykırım daha yaşamış olması belki de böyle bir unutkanlıkla ilgilidir. Long ve Reeves, “Kızıl Khmer döneminin bize zamanca yakınlığı ile Kamboçya toplumunun hâlâ muzdarip olduğu açık yaralar”a
dikkat çekerek “Kamboçya’nın henüz Kızıl Khmer travmasını atlatamadığını,” bu nedenle de Anlong Veng’i “nesnel, siyasîleşmemiş, yapıcı bir biçimde yorumlamanın ve tanıtmanın son derece zor olduğunu” belirtiyor. Üzerinden yirmi yıl bile geçmemiş olan Kızıl Khmer vahşeti için böyle bir kanaat elbette anlaşılabilir, ama bu yıl yüzüncü yıldönümünü idrak ettiğimiz Ermeni Soykırımı bağlamında da bu sözlerin o kadar akla yakın gelmesine ne demeliyiz? Soykırım gerçi bir asır önce cereyan etmiştir ama hâlâ dün olmuş gibidir, çünkü yüz seneden beri varlığı inkâr edilmekte ve her inkâr edildiğinde o yeniden vukubulmaktadır. Nazi
Soykırımı araştırmacısı, 1986 Nobel Ödüllü Elie Wiesel’in dediği gibi, “Cellât her zaman iki defa öldürür, ikincisinde sessizlik yoluyla.” Cellâtın ilk darbesini önleyemedik ama, söylenen her yalanla yinelenen ikincisine son verebiliriz belki. Bir Ermeni Soykırımı Anıtı yalnız hunharca katledilen bir buçuk milyon kişiyi tekrar tekrar öldürülmekten kurtarmakla kalmayacak, hem Türkiye’ye bir asırlık inkârcılık sonucunda kaybettiği itibarını iade edecek, hem de ülkemiz vatandaşlarının kendi geçmişleriyle olan marazî ilişkilerinin şifa bulmasına imkân verecektir.
Yıkılan Türk-Ermeni Dostluk Anıtı, Mehmet Aksoy, Kars
46
ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI •
1909 Adana Katliamı Behçet Çelik Adana’da 1909’da yaşanan Ermeni Katliamıyla 1915 soykırımı arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusu tam olarak cevaplanabilmiş değil. 1909 Adana Katliamı: Üç Rapor’a yazdığı önsözde, Taner Akçam da 1909’un 1894-96 Ermeni kıyımlarıyla 1915 arasında bir ara halka mı olduğu sorusuna net bir yanıt vermenin zor olduğunun altını çizip “Asıl tarihçili[ğin] bu üç büyük yıkımı, aralarındaki farkları ve benzerlikleri ihmal etmeden ortak bir perspektiften okumayı başarmakta yat[tığını]” belirtir. Adana Katliamı kimi açılardan 1915’i bir hayli andırıyor – bir adlandırma meselesi bile mevcut. Nisan 1909 olaylarına “iğtişaş” (kargaşa) diyenler ile “katliam/kıyım” diyenlerin yaşananları hayli farklı değerlendiği aşikâr. Son yıllarda 1915 Soykırımı’nın yanı sıra Adana Katliamı’na ilişkin kitapların yayınında da bir artış var. Helen Davenport Gibbons’ın 2009’da yayınlanan Tarsus’un Kırmızı Kilimleri / Bir Kadının 1909 Ermeni Katliamı Tanıklığı isimli kitabı bunlardan biri. Kitap 1909’da sonradan Tarsus Amerikan Koleji ismini alacak olan St. Paul Koleji’nde öğretmenlik yapan Gibbons’ın annesine düzenli olarak gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Gibbons, 1909 Nisan ayında hem Tarsus’ta tanık olduklarını hem de Adana’dan gelen haberleri aktarır mektuplarında. St. Paul Koleji’nin saldırıya uğrayan Tarsuslu Ermenilerin sığındıkları yerlerden biri olduğu ve Gibbons’ın da burada hemşirelik ve hastabakıcılık görevini üstlendiği de eklenmeli. Gibbons’ın tanık olduğu olaylar kelimelere dökülmesi çok zor şeylerdir, öyle ki bir süre sonra Adana’dan
gelen eşiyle de yaşadıklarını ve gördüklerini konuşamazlar. Hatırlamaktan ürkerler. Gibbons, bu konuda annesine şunları yazar: “1909 Nisan’ını hayatımdan silmeye karar vermiştim. Herbert’la ben birbirimizin anılarını paylaşmak istemiyoruz. Birbirimizle, gördüklerimize hatta hissettiklerimize ve yaptıklarımıza dair hiçbir şey konuşmadık. Herbert’ın hikâyesinin tamamını kendisinden dinlemedim. O da benimkini sormuyor.” Gibbons, kocasına anlatmadıklarının bir kısmını annesine yazmıştır yine de. Ölecek bile olsa yaşananlar hakkında bir belge kalmasını istemiştir. Şu cümle çok çarpıcıdır: “Her şey belli bir düzenle yürüyordu; cinayet, yağma ve yakma.” Tarsus’tan Mersin’e kaçma hazırlıklarını anlatırken yazdıkları ise belki de 1909 katliamının özetidir: “Her şey mahvolmuş durumda. İnsanî bakış açısıyla söyleyecek olursak, emniyet memniyet hak getire. Soğukkanlılık? Esamisi kalmadı. Yiyecek yeterli mi? Yok. İnsanî ilişkiler? Yok. Kız kardeş, erkek kardeş, anne, koca, yok. Demiryolu bağlantısı? Yok. Mersin’de hiç konsolos yok. Kendi hükümetimden koruma yok. Hayatının sonunu hiç merak ettin mi?”
Hayâsız Adaletsizlik Adana Katliamı’na ilişkin en önemli kaynaklardan biri olan Yıkıntılar Arasında ise geçen sene yayınlandı. Katliamdan üç ay sonra Patrikhane’nin Adana’ya gönderdiği yardım heyetinde yer alan dönemin önemli kadın yazarlarından Zabel Yeseyan, orada tanık olduklarını ve yaşadıklarını yazdığı mektuplarda eşine ayrıntılı biçimde anlatmış, iki yıl sonra da mektuplardan
yola çıkarak hazırladığı Yıkıntılar Arasında’yı yayınlamıştır. Adana’ya katliamdan üç ay sonra giden Yeseyan, sağ kalanları dinlemiş, çevredeki köy ve şehirlere yaptığı yolculukta katliamın ne kadar geniş bir alanda yaşandığını gözlemleme imkânı bulmuştur. Yeseyan, katliama değilse bile, o katliamdan sağ çıkanların, özellikle yetim kalmış çocukların acı ve sıkıntılarına yakından tanıklık etmiştir: “Çünkü hepsi de, istisnasız hepsi de içgüdüsel olarak hayatın ateşine kapılmış, unutmak istiyorlardı; ümitsizce, aklını yitirmişçesine unutmak istiyor ve yaralı yüreklerindeki tutku ve hatıraları açığa çıkaranlara düşman gibi bakıyorlardı.” Bu çocukların başlarından ne geçtiğini bilemeyeceğinin de farkındadır: “Aklımda sadece ayrıntılar ya da tek tek resimler canlanıyor, fakat asla o minik çocukların her birinin belleğinde saklı o sınırsız, o kanlı hikâyelerin toplamını hesap edemem.” Yeseyan,
yapıp
ettiklerini,
çırpınışlarını aktarırken kendini çaresiz hissettiğinde içine dolan hüsranı ve böyle bir katliama tanık olmanın, katliamın ardından sağ kalanlara yeterince yardım ulaştıramamanın acı ve utancını da ifade eder. “Daha da mahcup, o yaralı sakat kadınlardan çok daha ıstırap içinde, yüreğimiz parça parça, avuntusuz bir acıyla odaları dolaşırken, içlerinde inatla yaşama ve varlığını devam ettirme arzusunu her fırsatta gördüğümüz felaketzedelerle kıyaslandığımızda, kısırlaşmış burjuva ruhlarımızın ne denli acınası ve fakir olduğunu çok daha iyi hissediyoruz.” Yeseyan, bu katliamın nedenleri hakkında fazla bir şey söylemez, ama o sıralarda başlayan divanıharp yargılamalarıyla ilgili anlattıklarından Adana’daki Türk yöneticilerin sağlıklı ve âdil bir yargılama yapmak yerine durumu kurtarmak, yaşananları örtbas etmek istedikleri açıkça anlaşılır. Oğlu ve kocası katledilmiş, kızları kaçırılmış bir
47
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI kadın, başvuruda bulunduğu divanıharp yetkililerinin, “Ölüler dirilmez ey kadın! (…) Geçmişi unutmak lazım. (…) Olan olmuş, hangi birini cezalandıracağız? Yeterince kan döküldü zaten. Unutun geçmişi” diye cevap verdiklerini anlatır. Yetkililerden biri mallarının ne kadar azaldığını sorup “Divanıharp maddî kaybınızı geri vermek için gerekeni yapar” dediğindeyse, kadın şu cevabı vermiştir: “Ben dükkânımın ve evimin malını mülkünü istemeye gelmedim. Ben sizden suçluların cezalandırılmasını dilemeye geldim.” Ne var ki, bu talebi de yetkililer tarafından “kindarlık” olarak nitelendirilir ve alay edercesine kadına dininin bile düşmanları sevmeyi tembihlediği hatırlatılır. Yeseyan çevre kasaba ve şehirlerdeki durumu görmek için çıktığı yolculukta Adana Katliamı’yla ilgili olarak suçlanan ve başka bir yere nakledilen Türk ve Ermeni mahpuslara eşit muamele uygulanmadığına da tanık olur. Ermeniler birbirlerine zincirlenmişken Türkler zincirlenmemiştir. “Hayâsız adaletsizlik” olarak tanımlar bunu. Bu tanım, katliamın ardından adalet sağlanmadan, suçlular cezalandırılmadan bu iki milletin barış içinde yaşadıkları günlere dönüleceğini uman (ya da böyle olmayacağını bildikleri için gönül rahatlığıyla adaleti sağlamaktan kaçınan), yakınları katledilenlerin adalet taleplerini kindarlık olarak adlandıran yöneticilerin tavırlarına da hayli uygundur.
Üç Rapor 1909 Katliamı’nın neden yaşandığı sorusuna verilen farklı yanıtlar var. Resmî yanıt Meşrutiyet’le birlikte eşit yurttaşlık haklarına kavuşan Ermenilerin “şımarmaları” olmuştur. Bu tezin daha o zamandan ileri sürüldüğü de görülüyor Yıkıntılar Arasında’da. Müslüman köylü kadınları bile, çocukları katledilmiş Ermeni kadınlarını bununla suçlayabilmiştir. Yeseyan da yaşananları şöyle ifade eder: “Özgürlük ve aydınlık hasretiyle bir ara insanca
doğrulmuş olan başlar, şimdi gözü kara bir acımasızlıkla ezilmişti.” On binlerce canın katledilmesine rağmen Ermeniler yeni bir başlangıç umudu yitirmemişlerdir yine de. En azından Yeseyan bu yaşananların arkada kaldığını ve Ermenilerle Türklerin yeniden eşit yurttaşlar olacağını ummuştur. Bütün bu ölümleri bir bedel olarak değerlendirir – “herkesin özgür ve eşit haklara sahip olacağı, herkesin yurttaş olacağı yeni bir vatan için.” Marc Nichanian Yıkıntılar Arasında’nın önsözünde bunu tartışır. Yeseyan’ın yaşananları böyle anlamlandırmaya çalışmış olmasını hem anlar hem de eleştirir. Nichanian’a göre, Yeseyan yaşananları eski istibdat rejimini yeniden canlandırmak, Meşrutiyet’i geri getirmek isteyenlerin işi olarak görmüştür. Nichanian’a göreyse Adana’da “uygulamaya konan yeni bir sürecin ilkeleri[dir] ve bu ilkelerin temsilcisi de Jön Türk hareketi[dir.]” Bu yılın ilk aylarında yayınlanan 1909 Adana Katliamı: Üç Rapor’da yer alan raporlarda da Yeseyan’ınkine benzer bir görüş dile getiriliyor. Her üçü de 1909’da kaleme alınmış bu raporların ikisi Adana’da bizzat olaylara tanık olmuş iki kişiye, Garabet Çalyan ve Artin Arslanyan’a, üçüncüsü ise Osmanlı Meclisi milletvekili, İttihad ve Terakki Cemiyeti üyesi Hagop Babigyan’a ait. (Babigyan’ın raporu Yıkıntılar Arasında’nın sonunda da yer alır.) Taner Akçam’ın Üç Rapor’un önsözünde vurguladığı
gibi, Çalyan Adana olaylarının kesinlikle istibdat yanlılarının 31 Mart ayaklanmasıyla bağlantısı olduğunu belirtirken Arslanyan da, yerel hükümetin izin ve yardımıyla İstibdat yanlıları tarafından katliamın düzenlendiğini savunur. Babigyan’a göre de, Adana katliamının iki sorumlusu vardır: “İrtica” ve “istibdat.” Bununla birlikte, her üç raporda da Adana’daki yerel yöneticilerin katliama nasıl seyirci kaldıkları, buna zemin hazırlayanları nasıl korudukları, katliamın ardından yapılan soruşturmalarda ölen Müslümanların neredeyse tamamı kendi mahallelerinde değil Ermeni mahallelerinde öldürülmüş olduğu halde, bunun ne anlama geldiğinin sorgulanmadığı, haksız yere Ermenilerin idam edildiği anlatılıyor. Bu arada eklenmesi gereken bir nokta da, İTC üyesi ve Edirne mebusu Babigyan’ın Adana’daki Ermeni katliamıyla ilgili olarak hazırladığı raporu Meclis’e sunmadan bir gün önce ardında soru işaretleri bırakarak ölmüş olması. Nichanian, Osmanlı meclisinin bunu fırsat bilerek raporu hasıraltı ettiğini, daha da önemlisi Babigyan’ın Avrupa basınına verdiği mülakatlarda “Giligya’da İttihat şeflerinin katliamın örgütleyicileri arasında olduklarını açıkça beyan ettiğini” belirtiyor. Adana Katliamı’nın nasıl açıklanacağı sorusu cevapsızlığını koruyor. Üzerinden yüz yıl geçen 1915 soykırımını anlamak için daha önceki kıyımlara, katliamlara bakmak elzem görünüyor.
Benzeşen yanlar hiç az değil. Hatta geçmişe dönmek kadar, ileri bakmak ve Hrant Dink’in katledilmesinin de böylesi bir zincirin halkası olup olmadığını hesap katmak gerek belki de. Başka zaman bir araya gelmeyecek güçlerin 2007’de ittifakından söz ediyorsak, buna benzer ittifakların geçmişte de kurulup kurulmadığı eklenemez mi sorulara?
Bir de Roman Bu yıl yayınlanan Daniel Arsand’ın Adana’da Bir Nisan isimli romanı da 1909 Adana Katliamı hakkında; daha doğrusu, romanda olaylar katliam zamanı geçiyor. Kurmaca bir eserden tarihî bilgiler toplamak, yanıtsız sorulara yanıt bulmak mümkün değil elbette, Arsand’ın da böyle bir çabası yok. Farklı roman kişilerinin katliamın hemen öncesinde ve sırasında neler yaşadıkları, neler yaptıkları kurgulanmış romanda. Aralarında katliamın sorumlularından Adana valisi Cevad Bey ile Adanalıları Ermenileri katletmek için kışkırtan İTC yöneticisi, İtidal gazetesi başyazarı İhsan Fikri de var, şair, kuyumcu, çiftçi gibi sıradan insanlar, komitacılar, haydutlar, genç kızlar ve kadınlar da… Gerek katliamın hemen öncesindeki atmosferi gerekse katliamın dehşetini derinden ve etkileyici biçimde hissettiren bir roman Adana’da Bir Nisan. Raporlarda, tarih kitaplarında rakamlara indirgenen insanların et, kemik, sinir, duygu, düşünce, hayal, arzu ve tutkularından oluştuğunu akılda tutmaya da yaramaz mı edebiyat bazen?
DEĞİNİLEN KİTAPLAR Helen Davenport Gibbons, Tarsus’un Kırmızı Kilimleri/ Bir Kadının 1909 Ermeni Katliamı Tanıklığı, çev: Attila Tuygan, Pencere Yayınları, 2009 Zabel Yeseyan, Yıkıntılar Arasında, çev: Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014 1909 Adana Katliamı: Üç Rapor, der: Ari Şekeryan, Aras Yayıncılık, 2015 Daniel Arsand, Adana’da Bir Nisan, çev: Alev Özgüner, Doğan Kitap, 2015
48
DÜNYA EKONOMİSİ •
ˆ
Sömürü ve malI kriz
Nihat Kentel Her türlü ekonomik sistem doğal olarak mikro düzeydeki işletme bünyelerinde temellenir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artı değer ve sömürü kaynakları üretim yeri ölçeği ile sınırlı olmaktan çıktı. Neoliberal dönemde işçi sınıfının mücadele gücünün kırılması sömürünün de şantaj yoluyla katmerlenmesine yol açtı. Bu dönemde katmerleşen sömürü dünya üzerindeki dengesizliklerin daha da artmasına yol açarak karmaşıklaştı ve ülke dışına taştı. Bundan 30-35 yıl kadar önce ortaya çıkan ve bugün adına neoliberal dediğimiz dönemin en belirleyici özelliği finansal sistemin ulaştığı olağanüstü boyut. Bu son dönemde gittikçe artan ölçüde spekülatif amaçlı, özel kişiler tarafından biriktirilmiş finansal varlık birikimi, üretim yapısı için gerekli olan sermaye miktarı ile bağdaşmayacak büyüklüklere ulaştı. Birikmiş olan bu servetler, toplumu oluşturanların çoğunluğunun servet
sahibi olmamasına rağmen, toplumların kaderini belirlemeye ve onları dönüştürmeye başladı. Servet birikimi ve sermaye egemenliği toplumun her kesimine kâr dürtüsünü temel yaşam felsefesi olarak dayattı ve içinden çıktığı toplumun dışında dünyanın her noktasını ele geçirerek kendi nesnesi haline getirmeyi başardı. Özel ellerde birikmiş olan servetler sürekli olarak “kârlı“ alanlar arayışında çöreklendikleri her yeri çöle çevirmeye devam ediyor. Bu öyle güçlü bir servet ki, devletlerin de desteğiyle, hatta devletlerin çok önemli bir aktör olarak finansal pazarlara girmesiyle gücüne güç kattı, önemli bir ivme kazandı. Neoliberal propagandanın etkisiyle oluşan kamuoyu, kamu mülkiyetini değersizleştirdi ve devletlerin bir türlü yakası kapanmayan bütçeleri karşısında özel sermayenin iş bilirliği ön plana çıkarıldı. Servet yaratımı ve neoliberal tarzdaki sermaye birikimi “kâr yapamadıkları
ve ekonomiye yük getiriyor oldukları” gerekçesiyle devlet işletmelerinin özelleştirilmesini gerektirdi. Kamu mülkiyeti, özel mülkiyete peşkeş çekildi. Zamanla eğitim ve sağlık gibi toplumun ayakta kalması için elzem olan alanlar bile özel sermayenin konusu haline geldi. Bu gelişme, daha sonra oluşan yoksulluğun tabana yayılmasında ve gelir dağılımının bozulmasında önemli bir rol oynadı. Etkisi iyice azalan kamunun karar alma yeteneğinin törpülenmesi sonucu neyin üretileceği tümüyle büyük servetlerin zaten egemen olduğu pazarların insafına terk edildi. Bir zamanlar bireysel özgürlüğün sembolü olarak takdim edilen serbest piyasa, herhangi bir servete hükmedemeyenlerin servet sahiplerinin boyunduruğu altına girdiği bir egemenlik alanına dönüştü.
Finans sektöründe ve servetlerde göz alıcı büyüme Dünya ekonomisi 1980’lerden 2010’lara kadar yaklaşık on kat
büyüdü. Aynı süre içinde menkul ve gayrimenkul piyasalarında kâr peşinde koşan servetler 20 kat büyüdü. Servet şişkinliğinin ardında yatan ana nedenlerin başında, belki de ilk sırada, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan büyüme hedeflerini gerçekleştirebilmek için devletlerin yaptığı yoğun borçlanma yer almakta. Batı’nın kapitalist devletleri, başta Avrupa’dakiler olmak üzere, II Dünya Savaşı sonrasında oluşan politik ortamda sosyal harcamaları artırmak zorunda kaldı. Bunun için gerek duydukları kaynakları da ancak büyüme hızından daha yüksek faiz oranları ile borçlanarak sağlayabildiler. Bu kamu yatırımları bir yandan ulaşımdan eğitime, sağlıktan temel ihtiyaç maddelerine bir dizi alanda halkın mal ve hizmetlere daha ucuz erişimine imkân sağlarken, aynı zamanda servet sahiplerinin de elindeki varlıkların çok hızlı birikmesine yol açtı. Devletlerin ekonomi içinde böylece artan önemi ve Merkez Bankaları ile karşılıklı yaptıkları
49
• DÜNYA EKONOMİSİ finansman paslaşmaları servet şişkinliğini neoliberal dönemde yerleşik bir olgu haline getirdi. Bu durum, küreselleşme adı altında mal ve sermaye akımlarının serbestleştirilmesi ile desteklendi. Neoliberalizmin politik desteğinin sağladığı olanaklarla finans merkezlerindeki aktörlerin gözleri açıldı. Önlerindeki sonsuz olanakları keşfettiler ve altına hücum misali bu bereketli servet tarlasına yeni yaratılmış finansal araçlarla saldırdılar. Finansal piyasalarda devreye sokulan yeni araçların da yardımıyla ABD ve Avrupa’dan piyasada dolaşan para miktarı hızla arttı. Artan servetler ve ortaya çıkan yeni imkânlar, finans sektörünü şişirerek dünyanın en büyük sektörlerinden biri haline getirdi. Bu finans merkezleri yarattıkları kaynakları paylaşmanın yanı sıra oluşturulan yeni kurumlar aracılığıyla kaynakları kat be kat arttırılabileceklerinin de farkına vardılar. Bu da finans sektörünün gelişmesine azami katkıyı yaptı. Servet birikimi furyasında onları kimse tutamaz oldu. Hedge fonları, yatırım bankaları, merkez bankaları, vergi cennetlerinden yönetilen para şirketleri, derecelendirme kurumları el birliğiyle bir servet denizinin oluşmasını sağladı. Bu şekilde gelişen finans endüstrisi New York ve Londra başta olmak üzere dünyanın 1015 merkezinde yoğunlaştı.
Sömürünün finans sektörü eliyle yaygınlaşması
insanların tüketmesi zorunlu aksesuarların arasına girdi. Artık sadece konut değil, bu yeni teknolojik ürünlerin yaşamın tüm alanına girmesi, insanları daha fazla tüketime ve dolayısıyla borca sürükledi. Bu yeni teknolojiler üretimin dünya üzerindeki yerleşmesinde sermayeye muazzam bir esneklik sağlarken yepyeni sömürü biçimlerini de ortaya çıkarttı. Üretim sürecinde işgücünün yerini giderek daha fazla oranda makinelerin alması sonucunda emek gücü sömürüsü kolaylaştı ve ücretler görece düştü. İşgücü eğretileşirken ve esnek ve güvencesiz çalışma koşulları sonucunda ‘prekarya’ adı verilen bir çalışan kesim ortaya çıkarken, bu işyeri koşullarının bir sonucu olarak sendikasızlaşma tüm dünyada egemen hale geldi. Bu koşullar işçi sınıfının örgütlenme sorunları ile üst üste gelince sermayenin egemenliği güçlendi ve servet birikimi hızlandı.
Finansal küreselleşme ile eş zamanlı olarak ortaya çıkan bilgiişlem ve iletişim teknolojileri ve çok genişleyen ulaştırma olanakları, neoliberal ekonomik sistemin tamamlayıcısı haline geldi. Önce PC, sonra laptop, şimdi de son derece gelişmiş akıllı telefonlar ve tabletler piyasaların hızına erişmek için
Üretimin zamanda ve mekânda parçalanabilir olması, daha önce tek tek işyerleri ile sınırlı olan sömürünün, üretimin tüm diğer safhalarını da içine alacak biçimde genişlemesine yol açtı. Böylece, daha önce ülke içinde emek sahiplerinden sermaye sahiplerine doğru olan değer aktarımları, küresel bir ölçek
Finans sektöründeki bu göz alıcı büyüme bir yandan servetlere servet katılmasına imkân sağlarken, bir yandan da devletleri borç batağına sürükledi.
kazandı. Küresel ölçekte meydana gelen bu yeni ve daha öncekilere oranla çok daha büyümüş olan emek sömürüsü, gelişmiş Batı ülkelerinde finansal piyasalar eliyle büyütülen servetlere eklendi. Alt sınıflardan ve işçi sınıfından çalınan miktarların yanı sıra, örneğin emeklilik kasalarına yatırılan birikimlerden, kamudan kaçırılan vergilerden yaratılmış birikimlere kadar geniş bir yelpazedeki servetler daha da şişti. Bu servet kayması gelir dağılımında şiddetli bozulmalara yol açtı. Neoliberal kalkınma modeli, bilgiişlem ve iletişim teknolojileri, ucuzlaşan ve hızlanan ulaştırma imkânları, yeni ticaret ve finans politikaları sayesinde, sömürünün daha önceden gözlemlediğimiz tek bir üretim yerindeki sınırlarının dışına taşması ve sistemik hale gelmesidir. Sömürüde yaratıcılığın sınır tanımaması, Batı’daki servet sahibinin Bengladeş’teki işçinin emeğini sömürmesi demektir.
Ne pahasına? Günümüzde küresel ölçekte gerçekleştirilen sermaye birikimi bir dizi eşitsizlik üzerine kurulan bir süreçtir. Finans krizi adıyla ortaya çıkan
ve dünya halklarının yaşam alanlarını hallaç pamuğu gibi atan, durulduğunda hiçbir şeyi eski yerinde bırakmayan ama çok daha kötü koşullarda yeniden yaşamaya zorlayan krizler servetlere hiç el sürmeden, gelir dağılımının bozulması pahasına çözülmeye çalışıldı. 2008 krizi de sermayenin yüzdüğü piyasaları sığlaştırmadan, gelişmekte olan ülkeler üzerindeki baskıyı biraz daha artırarak, bu ülkelerdeki işçi sınıfının daha da katmerli sömürülmesi ile aşılmaya çalışılıyor hâlâ. Bunun en çarpıcı örneği Bengladeş’te çöken fabrika ve altında kalan binlerce işçi. Ülkeler içindeki emek gücünün ve üçüncü dünya halklarının sömürüsü, aynı zamanda Batı’nın aşırı şişirilmiş finansal piyasalarının yarattığı rantlardan da besleniyor. Günümüzde sömürünün ve servet birikiminin ana mekanizmaları arasında yer alan finansal piyasaların küreselleşmesine en iyi cevap, emekçilerin bu politikalar karşısında birleşmesi olacaktır. Yunanistan ve Syriza örneğinden de çıkartılması gereken ders, finans sektörünün ortak çıkarlarını savunan devletler karşısında emekçilerin ortak çıkarlarını savunmaktır.
50
KADINA KARŞI ŞİDDET •
YAKIN PARTNER ŞİDDETİ
Zeynep Direk Yakın partner (sevgili) şiddeti, bir birliktelik ilişkisi içinde olunan bir insan üzerinde tahakküm veya denetim kurmayı amaçlayan ezici bir davranış kalıbıdır. “Yakın partner şiddeti” evlilik hukuku dışındaki ilişkileri de kapsayan bir terimdir. Yani birlikte yaşama da, heteroseksüel olsun veya olmasın, buna dahildir. “Çıkma”, yani aynı evde yaşamadan cinsellik de içeren sevgililik veya cinselliğin çok daha sınırlı yaşandığı veya yaşanmadığı flört ilişkilerini de yakın partner şiddetinin yaşandığı ilişkilere dahil etmeliyiz. Cinsellik sona ermiş ama ilişki bir hayat arkadaşlığı biçiminde sürüyor da olabilir. Bu geniş çerçeveyi koyunca islam hukukunun dışında konuşuyor oluyoruz. Zira evlilik, birlikte yaşama, sevgililik gibi ilişkiler arasında bunları toplumun ve devletin tanımaması veya tanıması dışında bir fark görmüyoruz. Her üç kadından birisi yakın bir partner (koca veya sevgili) tarafından dövülmüş veya tecavüze uğramıştır. Fiziksel şiddet gören kadınların yüzde 84’ü kocalarından veya sevgililerinden şiddet görmüştür. Ev içinde şiddet uygulayan kişilerin dörtte üçü
erkektir. Kötü muamele fiziksel, cinsel, duygusal veya psikolojik ve ekonomik olabilir. Yakın partner şiddeti, tehdit, sindirme, korkutma, küçümseme, aşağılama, suçlama, yaralama gibi davranış kalıplarını içerir. Fiziksel şiddet itme, vurma, yumruklama, tutma, bağlama, hareketlerini kısıtlama, boğazını sıkma, boğma gibi davranışları kapsar. Cinsel kötü muamele bir kişinin iradesine aykırı, tam rızası olmadığı halde onu cinsel bir eyleme zorlamaktır. Duygusal veya psikolojik şiddet tehdit, fiziksel veya toplumsal olarak yalıtma, eve kapama, ailesinden ve arkadaşlarından koparma, yalnızlaştırma, aşırı kıskançlık ve sahiplenme biçiminde meydana gelir. Kişiyi aşağılamak, değersizleştirmek, susturmak, konuşamaz hale getirmek psikolojik şiddettir. Ekonomik şiddet ise şiddet uygulanan kişiyi temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale getirir. Yakın partnerden gelen şiddet bir döngü içerir. Birinci evrede gerilimin büyümesinden söz edebiliriz. Bu evre saatler, günler, aylar ve hatta yıllar sürebilir. Bu evrede saldırgan gergindir, her an sinirlenebilir hâldedir. Sahiplenici, otoriter, karar veren, emreden bir konumdadır; diğer partner ise geri çekilme,
alttan alma, susma tavrını benimsemiştir, olay çıkmaması için sürekli taviz verir. İkinci evrede şiddet patlaması yaşanır. Bu patlama fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik incitme amaçlı bir saldırıdır. Patlamadan sonra saldırgan yaşanan şiddeti haklılaştıracak, kötü muamelenin sorumluluğunu şiddet uyguladığı partnere yıkacak ve kendini temize çekecektir. Olan bitene çok üzülmüştür, fakat sorumluluk şiddet uygulayanın değil, şiddet uygulananındır. Şiddetin sorumlusu asla zalim değil, mazlumdur. Böylece saldırgan şiddet uyguladığı partnerde suçluluk duygusu oluşturmak ister. Burada üçüncü evreye geçiyoruz: Saldırgan saldırıyı yaşamış olanı rahatlatır, ona iyi davranır, hatta sevgi gösterir. Bu bir balayı evresidir. Şiddet gören partner bu evrede havanın yumuşamasına ve kendisine gösterilen sevgiye binaen aynı saldırının bir daha yaşanmayacağı ümidine kapılır. En iyisinin, yaşanları unutup yeni bir başlangıç yapmak olduğu zannına kapılır. Ancak ilişki uzadıkça bu üçüncü evre gitgide daha kısa sürmeye başlar. Hatta tamamen ortadan kalkabilir. Yakın partner şiddetinin döngüsel olması, bunun tekrarlandığı ve gelecekte de tekrarlanacağı anlamına gelir. Şiddet
döngüsü hızlandıkça şiddetin dozu da artar. İntihar veya cinayet gibi olayların meydana gelmesi şaşırtıcı değildir ve şiddete maruz kalanın hukukî bir süreç başlatma isteği de bu süreçten etkilenebilir. Yakın partnerlerine şiddet uygulayan bireyler mükemmeliyetçidir. Etraflarındaki insanların da mükemmel olmalarını beklerler. Hata yaptıkları zaman veya her şey istedikleri gibi olmadığında çabuk sinirlenirler ve başkalarına kızarlar. Aksilikler, beceriksizlikler, bir şeylerin istenildiği gibi gitmemesi partnerlerine şiddet uygulamalarını haklılaştırmaya yeter.
Tam denetim Yakın partner şiddetinin yaşandığı bir ilişkide şiddet uygulayan partner öteki üzerinde tam bir denetim kurmaya çalışır ve diğerinin geçirdiği her dakikanın hesabının kendisine verilmesini bekler. Bunun sebebi şiddet uygulayan partnerin ötekine güvensizlik duyması ve kendisine yeterince güvenmemesidir. Ötekini başkalarıyla flört etmekle veya cinsel ilişkiler kurmakla suçlar. Davranışlarına, giyimine ve makyajına karışır. Bir şiddet ilişkisi içinde olduğunuzun belirtileri şunlar olabilir:
51
• KADINA KARŞI ŞİDDET Yara bereleri gizleme: Şiddete maruz kalan partner toplumsal sebebler yüzünden, başkalarının ne diyeceğinden veya düşüneceğinden utandığı için, şiddet ilişkisi içinde olduğunu gizler. Yara bere fiziksel olarak anlaşılmamalı yalnızca. Cinsel veya psikolojik olarak da incinebilir, bu yaraları da başkalarından gizlemeye gayret edebiliriz. Toplumda her şey yolundaymış gibi davrandığımızda bizi tanıyıp sevenler yaşadığımız şiddeti fark etseler bile susmak zorunda kalacaktır. Yara berelerini konuşmamak, herkesten saklamak yaşanan şiddeti görünmez kılar, şiddet uygulayan partnerin işini kolaylaştırır. Çatışmadan kaçma: Başta sadece partnerle çatışmadan kaçma söz konusudur. Zamanla bu kaçma tavrı hayatın başka alanlarına da yayılır ve ortaya genel olarak arkadaşlar ve birlikte çalışılan kişilerle çatışmadan kaçınan sinmiş bir birey çıkar. Oysa çatışmadan kaçmak sağlıklı bir tavır değildir, zira bazen çatışmayla, kendi konumumuzda direnerek ve karşımızdakinin fikrine itiraz ederek, hatta durumu krize sokarak kim olduğumuzu duyumsar, amaçlarımıza ulaşırız. İçinde bulunduğu şiddet ilişkisi yüzünden bunu yapma becerisini yitiren bir birey edilgin biri haline gelir, hayatın başka alanlarında ve başka ilişkilerde de kaybetmeye başlar. Kişilik değişimleri: Şiddet gören partnerin kendine verdiği değer azalır. Kendisini değersiz bulmaya başlar, içe kapanır. İlişki daha da fazla şiddet içerdikçe, şiddet gören ne dediğine ve ne yaptığına çok fazla dikkat eden biri haline gelir. Bunun nedeni partnerinin öfkesini üstüne çekmemektir. Bu kişilik değişimleri hayatının başka alanlarına da sirayet eder ve şiddet görenin kişiliğinin baskın bir ögesi haline gelir. Dahası, büyük bir baskı altında yaşayan insanın denetim dışında hiçbir özel alanı kalmaz. Bu kişi kendisine dar da olsa öznel bir alan yaratabilmek için veya şiddete
veya tersliğe yol açabilecek ufak tefek sorunları görünmez kılmak için yalan söyleyecektir.
“Kocaya muhabbet” Konuyla ilgili yazında iyi bilinen bu bilgileri paylaşmamın sebebi, aileyi koruma kanunuyla ilgili yapılan bazı yorumların neden yanlış olduğunu göstermek. Aile içi şiddetin “kocaya muhabbet” kurslarıyla aşılabilecek bir sorun olduğunu söyleyebilmek için bu şiddet yazınıyla hiç tanışmamış olmak lazım. Dahası, şiddet sadece aile içinde değil, yakın, özel ilişkilerde de yaşanıyor. “Kuran-ı Kerim’e göre kadını koruma görevi devletin değil, kocanındır” deniyor. Fakat ailede şiddet varsa, korumayı şiddet uygulayana bırakmak kuzuyu kurda emanet etmek gibi bir şeydir. Yakın partner şiddetine maruz kalan kişinin korunmaya ihtiyacı vardır ve bu koruma görevi şiddet uygulayana bırakılamaz. Bu, kadını şiddet döngüsüne terketmektir, hayatını tehlikeye atmaktır. Yakın ilişkide fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik şiddet gören kişi özerkliğini kaybeder. Özerklikten burada ne kastediliyor? Özerk insan kendi değerleri, kavramları üzerine düşünerek o değer ve kavramlara uygun davranabilen kişidir. Özerk olmayan bir insanın kendi kendisini düşünüşü, inançları, değerleri ve kavramlarıyla hayatını belirleyen inançlar,
değerler ve kavramlar arasında bir uçurum açılır. Özerk insan, başkalarından gelen mukavemete rağmen kendi doğru bildiği değerlere, kavramlara ve ilgilere göre davranmakta sebat etme kapasitesine sahip olan kişidir. Kendi yaşamı üzerine girdiği düşünüm faaliyeti ötekinin manipülasyon ve zorlamasına tabi değildir. Yakın partner şiddeti özerkliği üç şekilde ortadan kaldırır: İlkin yakın partner şiddeti zorlayıcıdır; şiddet gören kişinin hayatını sürdürme ve güvenliğini tehdit eder. Bu şiddet kişiyi kendi evinde ve en mahrem bedensel varlığında yaşamak için ihtiyaç duyduğu güven duygusundan ve güvenlikten mahrum eder. Bazı filozoflara göre bir insanın özerk olabilmesi için hayatının birçok kabul edilebilir alternatif içerebilmesi gerekir. Yakın partneri tarafından kendi evinde tehdit edilen veya evinden atılmış olan bir kişi, temel gereksinimlerini karşılama mücadelesine indirgenmiş olduğu için sadece hayatta kalmak ve güvenliğini sağlamakla uğraşabilir ve bu yüzden özerk olamaz. Hayatta kalma ve güvenlikle ilgili kaygılar özerkliği destekleyen duygular değildir. Kişinin yaşaması veya herşeye rağmen hayatta kalması onun kendi kendini belirleme yetisini kullanabildiği anlamına gelmez. Elbette özerkliğin yakın partner şiddetiyle dolu bir ilişkide tamamen ortadan kalktığını
söylemek de sorunlu bir iddia olacaktır. İnsan tehlikeli veya trajik durumlarda da risk alarak kendisine ait olanı korumak için eyleme geçebilir. Ancak bu gibi durumlarda özerk davranabilmek hayli zordur. İkinci olarak, yakın ilişkide şiddet gören bir insan kendisine şiddet uygulayan partnerin arzu ve isteklerine sürekli bir biçimde dikkat ederek yaşamak zorundadır. Burada diğerinin istek ve ihtiyaçlarına yönelik olarak yüksek bir bilinç ortaya çıkar. İsteklerin ve serzenişlerin hemen ciddiye alınıp davranışın bunlara göre yeniden ayarlanması şiddetli tepkileri bertaraf etmeyi amaçlar. Dikkatin bir başkasının üzerinde bu denli yoğunlaşması insanın kendi kendisini anlamasını ve kendi ilgilerine göre yaşamasını zorlaştırır. Son olarak, yakın partner ilişkisinde şiddet uygulayan insanlar birlikte oldukları kişi üzerinde anormal bir denetim kurar. Özerklik bir başkasının iradesine derin ve sürekli bir biçimde tabi olmamaktır. Kronik şiddet bir başkasının iradesine tabi olarak yaşama koşulunu yaratır. Sahiplenme, bir başkasına bir özne gibi değil sahip olunan bir nesne gibi davranmadır. Bu, insanın kendisinin seçerek ve arzulayarak bağlanmasından çok farklıdır. Özgürce bağlanmak başkalarıyla ilişkileri dışlamaz. Buna karşın, sahip olunan bir nesne konumuna indirgenen
52 partnerin başkalarıyla ilişkisi kesilir ve bu, bir yalnızlaşma, yoksullaşma getireceği gibi, bir özerklik kaybıdır.
Neden? Neden kadınlar veya erkekler bir yakınlık ilişkisi şiddet ilişkisi olduğu halde o ilişkide kalır? Bu soru ister istemez karşımıza çıkıyor ve çoğumuzun kafasını kurcalamaya devam ediyor. Bir insanın şiddet gördüğü bir ilişkide kalması stokholm sendromu mudur; onun celladına aşık olduğu, mazoşist olduğu, şiddeti istediği anlamına gelir mi? Asıl soru şu olmalıdır: Neden şu partner (şu erkek veya şu kadın) bu partnere (bu erkek veya bu kadın) şiddet uyguluyor? Bu konudaki yazının tarihine baktığımızda şunu görüyoruz: Önce şiddet gören mazoşist olarak teşhis edilmiştir. Ardından şiddet görenin içinde bulunduğu ilişkideki şiddet döngüsünden kurtulamaması, “öğrenilmiş çaresizlik”e bağlanmıştır. Ancak belki de “öğrenilmiş çaresizlik”ten muzdarip olanlar bu konuyu anlamaya çalışan uzmanlardır. Eğer bir insan şiddet gördüğü bir ilişki içinde kalıyor veya ona geri dönüyorsa elbette bunda yanlış olan bir şey vardır. Ama bu yanlış ahlakî bir yanlış değildir, zira kötü muamele görmek
KADINA KARŞI ŞİDDET • ahlakî bir suç olamaz. Ahlaken yargılanması gereken şiddeti uygulayandır, şiddet gören değil. İnsanın şiddet gördüğü bir ilişkide kalması, olsa olsa onu mutlu etmeyecek, hayatını tehlikeye atan bir karar vermiş olması anlamına gelebilir. Bu anlamda bir hata söz konusudur. Şu veya bu sebeble, bilişsel hatalar, başka çabalarda uğradığımız başarısızlıklar, çeşitli kaygılar yüzünden, mutlu olmaya değil mutsuz olmaya yol açacak bir seçim yapmış, şiddet gördüğümüz bir ilişkide kalmış veya ona geri dönmüş olabiliriz. Ancak bazen bir şiddet ilişkisi içinden çıkmak da hayatını tehlikeye atmak anlamına gelir. Bu bir kadın için çocuklarını görememek, vurulup öldürülmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmak olabilir. Ayrıldıktan sonra ölüm riski çok büyükse, büyük bir yoksulluk ve sefalet bizi bekliyorsa, belki de o ilişkinin şiddet döngüsü içinde yaşamayı seçmek daha doğru bir seçimdir. Bir erkek için bu gelecek kaygısı, ilerde alacağı bakım hizmetinden mahrum kalmak, yalnız başına ölme riskine girmek anlamına gelebilir. Jean-Paul Sartre’ın “mauvaise conscience” –insanın kendi kendini kandırması– dediği şeye benziyor şiddet görenin içinden çıkamadığı veya çeşitli
sebeplerle çıkmamayı seçtiği şiddet ilişkisine “aşk” adını vermesi. Bizim toplum olarak bunu böyle adlandırmamız ise daha da vahim. Zira ilişkilerde yakın partner şiddetini meşrulaştırma anlamına geliyor. Bu dilin değişmesi gerek. Unutmayalım ki, yakın partner ilişkisinde şiddet döngüsünden çıkamayan veya ona geri dönen insanlar da aslında mücadeleye devam eder, şiddete direnir. Sadece o şiddet ilişkisinden kurtulma sürecinde engellere rastlamışlardır, rastlamaktadırlar. Bu insanlara “mazoşist” veya “çaresiz zavallı” olarak değil, “hayatta kalan” olarak bakmak ve destek olmak gerekir. Devletin desteği de bu direniş mücadelesi içinde şüphesiz çok önemli bir yer tutar. Zira mazlum hayatını riske atmış ve zalime karşı hukukî bir eyleme girişmiştir. Bu noktada toplumun da devletin de onun yanında olması, onu zalime karşı koruması gerekir.
Toplumsal şiddet Bu yazıda yakın partner ilişkisinde şiddetin yapısını ve etkilerini ele aldık. Şunları da ekleyerek bitirebiliriz. Siyasal, sosyolojik, ekonomik, psikolojik sebebler yakın ilişkilerde şiddetin yaşanmasını
Pankartta: Kadına karşı şiddetin ne kabilesi ne dini ne de siyasî tarafı vardır. Hepimizi acıtır!
tetikleyebilir, etkileyebilir. Örneğin toplumda şiddetin artması, devlet şiddeti, militarizm, savaş, ekonomik eşitsizliğin bireylere yaşattığı şiddet, insanların kurdukları özel ilişkilere de siyaret eder. Bir yakın partner şiddetinin kesişimsellik düzleminde yorumlanması da kesinlikle gerekir. Bir birliktelik ilişkisinde yaşanan şiddetin kökeninde bulunan hınç duygusu, etnik, ırksal, dinsel, toplumsal cinsiyete ilişkin ve sınıfsal faktörlerin özgül bir biçimde içiçe geçmesiyle de deşifre edilebilir. Toplumun yapılanışı, bireylerin kimliklendirilişi, türlü ezme ve ezilme ilişkilerinin mevcudiyeti elbette yakın ilişkilerin hem bağlamını hem de ufkunu oluşturur. Bu tarz bir çözümleme, tekillikleri gözden kaçırmadan neden bu partner şu partnere şiddet uyguluyor sorusuna yanıt bulabilir. Şiddet uygulayan biri olmaktan kurtulmak ve bize uygulanmasına razı olmamak ezberlerimizi bozmayı gerektirir. Şiddet uygulamayı kolaylaştıran bir ezber olduğu gibi şiddete katlanmayı sağlayan bir ezber de olabilir. Bu ezberi değiştirmek, onun yerine başka bir dil, başka bir konuşma, başka bir talep koyabilmek önemlidir. İnsanın kendisini sorgulama ve ilişkileri üzerine düşünme kapasitesi arttıkça şiddetin kökenindeki hıncın özünde ne olduğunu ve hangi iç içe işleyen mekanizmalarla harekete geçtiğini farketmesi kolaylaşacaktır.
Kaynakça Edward W. Gondolf and Ellen R. Fischer, Battered Women As Survivors: An Alternative to Treating Learned Helplessness, Macmillan, 1988. Marilyn Friedman, “Domestic Violence Against Women and Autonomy”, Applied Ethics: A Multicultural Approach, haz. Larry May, Kai Wong, Jill Delston, Prentice Hall, 2011. Susan L. Miller and Charles F. Wellford, “Patterns and Correlates of Interpresonal Violence,” Violence Between Intimate Partners: Patterns, Causes, and Effects, haz. Albert P. Carderelli, Allyn and Bacon, 1997.
53
• SOSYALİZM TARİHİ
‘Ya sosyalizm ya barbarlık’ ifadesinin kökeni Ian Angus Rosa Luxemburg’un dillendirdiği “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı Birinci Dünya Savaşı sırasında ve onu izleyen Alman Devrimi’nde büyük bir etki yarattı ve o zamandan beri pek çok sosyalist tarafından benimsendi. Mesele şu: Bu söz nasıl ortaya çıktı? Luxemburg insanlığın, sosyalizmin zaferi ile medeniyetin sonu arasında bir seçimle karşı karşıya olduğu fikrini ilk olarak 1915’te hapiste yazdığı bir savaş karşıtı broşürde ileri sürdü. Bu broşür, Alman Sosyal Demokrasisinin Bunalımı (dava açılmasını engellemek için kullandığı takma ad nedeniyle Junius Broşürü olarak bilinir), savaşı destekleyen Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin liderliğine karşı çıkan devrimci sol muhalefetin eğitilmesinde ve örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. Luxemburg bu sözü modern sosyalizmin kurucularından birine atfetmişti: “Friedrich Engels bir keresinde şöyle demişti, ‘Burjuva toplumu bir ikilemle karşı karşıyadır: Sosyalizme yönelme ya da barbarlığa dönme.’ Bu ifadeyi, korkunç anlamını kavramadan düşüncesizce okuyup yineledik... Bugün Friedrich Engels’in bir kuşak öncesinde kehanette bulunduğu gibi, korkunç önermenin önünde duruyoruz: Ya emperyalizmin zaferi ve tüm medeniyetin antik Roma’da olduğu gibi çökmesi, nüfusun azalması, ıssızlaşma, yozlaşma – bir büyük mezarlık. Ya da sosyalizmin zaferi, yani sınıf bilinçli uluslararası proletaryanın emperyalizme ve onun yöntemi olan savaşa karşı mücadelesi.” Sorun şu: Basılmış ve basılmamış eserlerinde yapılan pek çok
titiz araştırmaya rağmen, hiç kimse Friedrich Engels’in söylediği iddia edilen bu cümleyi bulamıyor. Nasıl olur? İlk olarak İngilizce çeviride Luxemburg’un yanlışlıkla Engels’e atfettiği cümlenin tırnak içine alındığını belirtmeliyiz. Bu tırnaklar metnin Almanca aslında bulunmuyor. Bu da, Luxemburg’un doğrudan alıntı yapmadığını ve Engels’te tam olarak bu cümleyi bulmaya çalışmamak gerektiğini gösteriyor. Luxemburg broşürü hapishanede, sosyalist kitaplara erişimi sınırlıyken yazmıştı, bu yüzden hafıza hatalarını anlayışla karşılamak gerekir. Bunları akılda tutarak üç akademisyenin Luxemburg’un “Burjuva toplumu bir ikilemle karşı karşıya: Sosyalizme yönelme ya da barbarlığa dönme” cümlesini Engels’e atfederken düşünmüş olabileceğini öne sürdüğü metinlere bir bakalım.
Üç açıklama Rosa Luxemburg Kitabı’nın editörleri Peter Hudis and Kevin B. Anderson “Rosa Luxemburg’un aklında olan, belki de, Komünist Manifesto’da Marx ile Engels’in ‘ya toplumun tümüyle devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla…’ sonuçlanan sınıf mücadelelerinden söz ettikleri bölümdü” diyor. Bu bölüm benzer bir fikri ifade ediyor olmakla birlikte, Luxemburg’un kaynağının bu metin olmasına üç önemli itiraz var. Birincisi, kullandığı kelimeler Manifesto’dakilerden o kadar farklı ki, hafızasından alıntılasa bile, böylesine bir yanlış yapacağını düşünmek zor. İkincisi, Marx ve Engels’in en iyi bilinen ortak çalışmasından bir parçayı sadece Engels’e atfetmesi düşük bir ihtimal. Üçüncüsü ise,
Rosa Luxemburg burada alıntıladığım, Hudis ve Anderson’ın da kullandığı standart İngilizce çeviride, “Friedrich Engels’in bir kuşak öncesinde kehanette bulunduğu gibi” ifadesini izleyen ve çeviriye dahil edilmeyen üç önemli kelime var, Almanca orjinali: “vor vierzig Jahren”. 1915’te yazan hiç kimse Manifesto’nun yayınlandığı yıl olan 1848’den “kırk yıl önce” diye söz edemez. “Kırk yıl önce” 1870’lerin ortaları anlamına gelir; bu da dikkatimizi Engels’in 1877-78’de tefrika halinde, 1879’da da kitap olarak yayımladığı Anti-Dühring’e çekiyor. Marksist dünya görüşünün, bu görüşün kurucularından biri tarafından yazılan en kapsamlı ifadesi olduğundan, Luxemburg’un Engels’e atfettiğine benzer alıntıları aramak için bakılması mantıklı bir eser ve iki akademisyen
de tam da bunu yapıyor. Rosa Luxemburg’un Mirası’nda Norman Geras, Luxemburg’un “büyük ihtimalle” AntiDühring’in tarihte ekonomik gelişmenin değil, şiddetin egemen güç olduğu iddiasıyla Engels’in tartıştığı bir metne atıf yaptığını öne sürüyor. Engels ekonomik gelişmeyi tersine döndürmek için güç kullanma çabalarının, “daha barbar işgalcilerin bir bölgenin halkını yok ettiği veya sürdüğü ve sonrasında nasıl kullanacaklarını bilmedikleri üretici güçleri yakıp yıktıkları veya yıkılmaya terk ettikleri” birkaç izole işgal durumu haricinde, neredeyse her zaman başarısızlığa uğradığını savunuyordu. Örnek olarak da İspanya’daki Müslüman yönetimi devirdikten sonra gelişmiş sulama sistemlerini çürümeye terk eden Hristiyan
54
SOSYALİZM TARİHİ •
işgalcileri veriyordu.
entweder vorwärts zum Sozialismus oder rückwärts in die Barbarei).
Bu bölüm gerçekten de medeniyet (Müslümanlar) ve barbarlar (Hristiyanlar) arasındaki felaket getiren bir çatışmayı tartışıyor, ancak ne kapitalizm ya da sosyalizm hakkında bir şey söylüyor ne de Engels buradan Luxemburg’un ona atfettiği genel sonucu çıkarıyor.
Luxemburg, 1915: Ya sosyalizme geçiş, ya da barbarlığa düşüş (entweder Übergang zum Sozialismus oder Rückfall in die Barbarei). O halde Rosa neden “ya sosyalizm ya barbarlık” fikrini Kautsky yerine Engels’e atfetti? Kesin olarak bilmek imkânsız, ama yirmi yıl boyunca sosyalizmin popüler açıklaması olarak yaygın bir şekilde kullanılmasının ardından, Kautsky’nin kitabındaki pek çok kavramın sosyalist çevrelerde bağlamlarından kopacak kadar ortak söylem haline gelmiş olması mümkün gözüküyor.
Michael Löwy, Luxemburg’un Anti-Dühring’deki şu parçaya atıf yapıyor olabileceğini öne sürer: “Hem modern kapitalist üretim şekli tarafından yaratılan üretici güçler hem de onun tarafından tesis edilen malların bölüşüm sistemi, bu üretim şekliyle açık bir çelişki içine giriyor ve gerçekten de bu öyle bir dereceye varıyor ki, eğer modern toplumunun tümünün kaybolup gitmesinin önüne geçilecekse, bir devrimin, üretim ve bölüşüm sisteminde bir devrimin gerçekleşmesi gerekiyor.” Bir kez daha, bu metin de benzer bir kavramı ifade ediyor, ancak Löwy’nin de işaret ettiği gibi, sözü geçen bölüm hem kullanılan kelimeler hem de anlam olarak Luxemburg’un Engels’e atfettiği alıntıdan “oldukça farklı”. Löwy, Luxemburg’un sloganının kaynağına yönelik arayışın başarısızlığa mahkûm olduğu sonucuna varır, çünkü: “Yirminci yüzyılın gidişatında bu denli büyük bir etkiye sahip olacak ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ ifadesini, bu formülün taşıdığı keskin anlamla icat eden aslında Rosa Luxemburg’dur. Luxemburg Engels’e atıfta bulunuyorsa eğer, bunu muhtemelen epey heterodoks bir teze daha fazla meşruiyet kazandırmak için yapmıştır.” Bu akla uygun, ama kanımca doğru değil. Bir kere, Rosa Luxemburg’un 1915’te bu ifadeyi icat ettiği düşüncesi, “Bu ifadeyi, korkunç anlamını kavramadan düşüncesizce okuyup yineledik” cümlesiyle çelişiyor. Açık ki, okuyucularının bu deyişe aşina olmasını bekliyordu: yeni ve yabancı bir ifade değildi. Başka bir kaynak aramamız gerekiyor belli ki.
Karl Kautsky
Kaynak Luxemburg’un yaptığı alıntıyı Engels’in eserlerinde bulmaya çalışanlar başarısızlığa mahkûm, çünkü ifadenin sahibi Engels değil. Sorun yanlış alıntılama değil, hatalı atıf. Luxemburg’un alıntıladığı cümlenin ve daha genel anlamda “ya sosyalizm ya barbarlık” ifadesinin yazarı Engels değil, o dönemde Marx ve Engels’ten sonraki en yetkin Marksist teorisyen olarak görülen kişiydi: Karl Kautsky. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1875’te Marksistler ve Ferdinand Lassalle’ın takipçileri tarafından genel olarak sosyalist olan fakat Marksist olmayan bir programla kuruldu. Karl Kautsky ve Eduard Bernstein 1891’de Marksist bir program taslağı çıkardı, halka açık bir tartışmanın ardından Kautsky programı yeniden yazdı. Program, Erfurt’ta o yıl yapılan bir parti kongresinde kabul edildi. ‘Erfurt Programı’ Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar SPD’nin resmî programı olarak kaldı ve diğer ülkelerdeki sosyalist partiler tarafından da model olarak kullanıldı. Örneğin, Lenin Rus sosyalistleri için hazırladığı 1896 taslak programında onu temel aldı. Programın kendisi kasten kısa
tutulmuş, açıklamaya ve tartışmaya pek yer verilmemişti. Bu yüzden Kautsky daha sonra programı açıklayan ve sosyalizm davasını savunan kitap boyutunda bir yorum yazdı. Erfurt Programı: Temellerin Tartışılması, 1892’de yayımlandı. Rosa Luxemburg kuşkusuz Kautsky’nin kitabını okumuş ve pek çok kez kitaptaki fikirlerin tartışıldığını duymuştu. Kautsky’nin kitabının dördüncü bölümünden bir parça: “Sosyalist milletler topluluğu gerçekten imkânsız olsaydı, insanoğlu gelecekteki tüm ekonomik gelişmeden koparılmış olurdu. Böyle bir durumda modern toplum aynı Roma imparatorluğu’nun yaklaşık iki bin yıl önce çürümesi gibi çürür ve sonunda barbarlığa geri dönerdi. Görünen o ki, bugün kapitalist medeniyet devam edemez; ya sosyalizme doğru ilerleyeceğiz ya barbarlığa doğru gerileyeceğiz.” Bu bölüm ile yukarıda Junius Broşürü’nden yapılan alıntı arasındaki benzerlik gün gibi ortada. Kautsky, 1892: Ya sosyalizme doğru ilerleyeceğiz ya barbarlığa doğru gerileyeceğiz (es heißt
Luxemburg 1915’te hapishanedeyken alıntıyı ezberden yaptığında, bilgiye dayanan (ama yanlış) bir tahminde bulunarak bu alıntının en muhtemel kaynağının Anti-Dühring olduğunu düşünmüş ve “40 yıl önce” ibaresini eklemiş olsa gerek. Daha sonra broşür İsviçre’de basıldı ve Almanya’da yasadışı olarak dağıtıldı, dolayısıyla ayrıntılı bir kaynak kontrolü söz konusu değildi. “Ya Sosyalizm ya barbarlık” ifadesinin yazarının Kautsky olduğu bugüne dek belirlenmemişti. Bunun nedeni, Kautsky’nin Bolşevik devrimini onaylamamasından sonra sosyalistlerin Kautsky okumayı bırakması olabilir. Bir espriye göre, Lenin sayesinde çok kişi Kautsky’nin isminin ‘Dönek’ olduğunu sanıyor. (Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Agora Kitaplığı, 2011). Kautsky’nin çok okunan kitabı sayesinde insanlığın ya sosyalizme doğru ilerleyeceği ya da barbarlığa doğru gerileyeceği düşüncesi Almanya’da sosyalistler arasında zaten iyi biliniyordu. Luxemburg’un büyük katkısı “ya sosyalizm ya barbarlık” ifadesine asıl yazarının amaçladığından çok daha dolaysız ve derin bir devrimci bir anlam vermekti. Kelimeler Karl Kautsky’den gelmiş olabilir, ama onlara kanatlarını veren Rosa Luxemburg oldu.
55
• EVRİM
Evrim Açısından Yabancılaşma Tolga Yıldız Psikoloji deyince akıllara genellikle bir psikiyatri kliniğinde beyaz önlükle dolaşan bir klinik psikolog gelir. Bu, fizik dendiğinde inşaat mühendisi, kimya dendiğindeyse eczacı düşünmek gibi bir şey. Halbuki psikoloji, her modern bilim gibi -oldukça popülerleşmiş- uygulama alanları olan bir temel bilim. Derdi ise (insan da dahil olmak üzere) hayvanların zihinsel süreçlerini ve davranışlarını incelemek ve anlamak. Leipzig Üniversitesi’nde fizyoloji profesörü olan Wundt’un 1879’da ilk psikoloji laboratuvarını kurmasıyla birlikte psikolojinin modern akademilerde kurumsallaşmasına kapı aralanmış. Yani tüm sosyal bilimler gibi psikoloji de bir 19.yy Avrupa ürünü. Yine tümü gibi onun da amacı insan toplumunun “doğal” yasalarını keşfetmek. Wundt, bu amaçla açtığı laboratuvarında -bugün hiç geçerliliği kalmamış da olsafizik bilimlerin yöntemlerini öncüsü olduğu fizyolojik psikoloji çalışmalarına uyarlamaya kalkmış bir öncü. Aslen fizyoloji alanında tıp doktoru olan Wundt’la aynı eğitimsel arkaplanı paylaşan bir başka ünlü psikoloji öncüsü de Freud. Sanırım birçoğunuz Wundt’un adıyla ilk defa burada karşılaşan ve fakat Freud’u zaten az çok tanıyan okurlarsınız. Hazır sözü açılmışken, Freud aslında psikolog değildir. Birilerinin kabul etmemesinden değil, kendisi kabul etmediğinden. Freud, öğretisinin ve yöntemlerinin bilimsel olmadığının farkındaydı. Bu yüzden yaptığı şeye “metapsikoloji” denmesini önermişti ve bunu ömrü boyunca itinayla akademiye bulaştırmamıştı.
Şimdiye kadar geçen iki ismin de Almanyalı olduğuna dikkat çekelim. Psikolojinin ilk yıllarına bakıldığında kurucu kadronun ve ilk kuramcıların hemen hepsinin Almanyalı olduğunu görülür. Çünkü bu ülke, Antik Yunan Platonculuğunun 19.yy’daki yeni yurduydu: İdealizmin. Bu kadim felsefe ekolünün odağında düşünce vardır. Her şey orada tartışılır, her şey onunla açıklanır. Düşünme süreçlerini anlama ve açıklamanın bilimi olan psikolojinin doğum yerinin Almanya olmasına şaşırmamalı o yüzden.
Klasik koşullanma Psikolojiye oldukça erken dönemde olağanüstü katkılarda bulunmuş bir fizyolog daha var. Ama o Rusyalı. Psikoloji hakkında eline dişe dokunur birkaç şey geçmiş herkes Pavlov adına aşinadır. Ve tabii onun kadar ünlü köpeklerine. Pavlov, 1904 Nobel Ödülü’nü kazanmasına vesile olacak ama çok geçmeden çürütülecek sindirim sistemi çalışmaları sırasında psikolojinin en temel yasalarından
birini o keskin gözlem yeteneği sayesinde keşfetmişti. Bir deneysel düzeneğe bağlayıp hareketsiz hâle getirdiği köpeklerin yanaklarını delerek tükürük bezlerine tüpler yerleştiren Pavlov, ne zaman tükürük örneği almak istese asistanlarından köpeğin önüne bir parça et getirmelerini istiyordu. Eti gören köpekler refleks olarak salya salgılıyordu. Bir zaman sonra Pavlov, hep rastgele lazım olan tükürüğün tam da ihtiyaç duyduğu anlarda, asistanların et getirmek için daha kapıya yöneldikleri anda salgılandığını görüp şaşıracaktı. Köpeklerin asistanların ayak seslerine salya salgıladıklarını anladığında psikoloji biliminin yasalarından birine ismi geçmişti bile: Pavlovcu (klasik) koşullanma. Klasik koşullanma, zamanda ve mekânda genellikle ardışık olan ve biri her ortaya çıktığında diğeri de ortaya çıkarak tekrarlanan iki olayın zihinsel temsilleri arasında bir bağlantı kurulması sonucunda, olaylardan sonrakine verilen doğal tepkinin önceki olay ortaya çıktığında
verilmesidir. Bunun en klasik örneği zil-et eşleşmesidir. Bir köpek hayal edelim. Köpeğe et vermeden önce zil çalıyoruz, bakıyoruz salya falan yok, köpek kulakları dikmiş zile bakıyor. Sonra et veriyoruz, eti gören köpek istemsiz olarak salya salgılıyor. Zaten ete salya salgılamak köpeklerin refleksi. Köpeklerin evrimsel tarihi boyunca yiyeceklerini sindirmeleri için seçilmiş bir davranış. Şimdi köpeğimize her et verdiğimizde önce zil çaldığımızı hayal edelim. Bir süre bunu tekrarlayalım. Bir yerde sadece zil çalıp artık et vermediğimizde köpeğimizin zil uyaranına da doğal olmayan bir şekilde salya salgıladığını görürüz. Et yok, zil var, ama bu sefer salya da var. Çünkü zil, eti çağrıştırmakta artık. Doğal bir tepki, normalde onu ortaya çıkarmayacak bir uyarana veriliyor. Bu, öğrenmedir. Bu konuya tekrar döneceğim.
Evrimsel adaptasyon Evrimsel adaptasyon, bir türün bireyleri arasındaki genetik
56 farklılıklar içinden çevresel şartlara en iyi uyum sağlayan genetik bileşime sahip bireylerin hayatta kalıp bir sonraki kuşağı domine etmesidir. Zaten uyumsuzlar zamanla popülasyonda azalacaktır. Buradaki önemli bilgi şu: Bir türün her bireyi tıpa tıp aynı değildir. Örneğin biz insanlar arasındaki genetik fark binde dört-altı kadardır (bireyselliğin oranı bu). Geri kalan binde 994996 aynılık ise herbirimizi insan türüne ait kılan genetik paydaşlığımız. Bu bilgi, evrim mekanizmalarının o binde dört-altılık çeşitlilik alanı içinde çevreye uygun seçimler yaptığı anlamına gelmez. Asıl olan, o binde 994-996’lık ortak genetik alanımızın evrim mekanizmaları tarafından seçilerek insan türüne tüm canlılık evreni içinde bir biçim kazandırılmış olduğu gerçeği. Evrim, bir birey üzerinden zar atmaz çünkü. Aksine tüm türün, hatta daha doğrusu tüm canlılık popülasyonunun nitel ve nicel adaptif çeşitlilik mekanizmalarını bireyler üzerinden çalıştırır. Canlılık
EVRİM • âlemi içinde herhangi bir bireyin en küçük bir farklılığı, canlılık suyunun akıp gideceği evrimsel bir çatlak olabilir; fakat bu karmaşık türler arası etkileşimler ağı içinde doğanın hangi bireysel farklılığı seçeceğini öngörmek imkânsızdır. Açıklamama lütfen izin verin. Tür içi çeşitlilik, çoğalma mekanizmalarının rastlantısal organizasyonuyla belirli bir oranda muhafaza edilir. Mesela şu anda anlatımını yapan göz rengim dışında anlatım yapmayan (çekinik) bir göz rengim daha olabilir. Çekinik rengim, çocuğumun gözünde anlatım yapabilir. Ama partnerimin de getireceği biri baskın diğeri çekinik iki göz rengi alternatifi daha olabilir. Tek bir göz rengi için olası dört alternatiften hangisi kazanacak ve hangisi belki çekinik olarak aktarılacak, bunlar tamamen sperm ile yumurta hücrelerinin birleştiği andaki rastlantılara bağlı. Ama insan türü için iki gözlü olmak katı bir genetik kural. Evrimsel
adaptasyon
mekanizmaları, bu alternatiflere doğrudan karışmaz. Olasılıklara şartlar koyar sadece. Çevre dediğimiz şey bu şartlardır. Çevresel şartlara uyumsuz alternatifler popülasyonda azalır, uyumlular çoğalır. Çünkü üremek için hayatta olmak gerekir. Hayatta kalmak içinse çevreye uyumlu olmak. Yoksa bu göz rengi çevreye daha uyumlu diye o göz rengi anlatım yapmaz. O renk rastlantı eseri anlatım yapar. Dört olası alternatif içinde birini ortaya çıkaran bireyin o çevrede hayatta kalma şansı ise ya azalır ya da çoğalır. Yani çevresel şartlar üremede doğrudan belirleyici değildir, ama hayatta kalıp kalmamada etkilidir. Tabi kii uyumlu bileşimleri oluşturmak için üremeden başka yollar da olabilir. Ama bunlar “arıza” süreçlerdir. Mesela birine mutasyon diyoruz. Üreme sırasında üreme hücrelerinin radyasyona maruz kalmaları (üreme hücreleri dışındaki hücrelerin DNA’ları aynı yolla bozulsa da bir sonraki kuşağa geçmez) zaten var olan olasılıklılığı
iyice karmaşık hâle getirebilir. O karmaşıklıktan sonraki kuşaklara da aktarılabilen tür içi ya da türler arası büyük çeşitliliklere giden kalıtım yolları açılabilir. Yakın evrenimizdeki en ciddi radyoaktif cismin Güneş olduğunu hatırlarsak, yaratıcı bir enerji diye Güneş’e tapan insanların ciddi bir haklılık payları olduğunu düşünebiliriz.
Koşullanmanın gücü Davranış, bir canlının çevresine, oradaki etkilere karşı verdiği tepkidir. Bitkinin çiçek açması bir davranıştır, güneş ışığına yönelimi de. Canlı olan her şey davranır. Refleks davranışlar, bir türün istisnasız tüm bireylerinin belirli bir uyaranla karşılaştıklarında verdikleri evrensel tepkilerdir. Çok basit ya da çok karmaşık olabilirler. Örneğin, örümceğin ağ yapması refleks bir davranıştır. Refleksler doğuştan gelir, katıdır, istemsizdir. Öğrenme ise, bir canlının deneyimleri sonucunda davranışlarında meydana gelen ve görece uzun süre devam eden değişimlerdir. İşte adaptif mekanizmalardan bir diğeri de bu. Çünkü canlılar yaşadıkları çevreye sadece genetik yollardan aktardıkları davranışlarla (reflekslerle) uyum sağlamaz. Bu, özellikle bazı canlılar için çok hantal, hatta ölümcül bir yol olurdu. Canlılar öğrenerek de davranışlarını çevresel şartlara uyarlayabilir. Arılar, hatta tek hücreliler bile. Öğrenmenin en ilkel biçimi, Pavlov’un tanımlamış olduğu klasik koşullanmadır. Bizlere ilk anda çok karmaşık gelen davranışlarımız, aslında klasik koşullanmanın birçok kez tekrarlanmasından ibaret olabilir. Bir parça dikdörtgen kâğıt örneğin. Nötr bir uyaran. Hiçbir manası yok, değil mi? Fakat bir kağıt parçası yerine para deseydim? İşin rengi bir anda değişir. Para, aslında kimyasal bir element olan altın da olsa, koşullanma olmasa, yani yaşamsal reflekslerimizle eşleşmese, manasız bir nesnedir. Örnekse yiyeceğe verdiğimiz tepkileri ona vermeyi öğrendiğimiz için para paradır.
57
• EVRİM Klasik koşullanma, “İslamî terörizm” seslerine durmadan maruz kalan birinin zihninde bu iki kavramın temsillerinin otomatik olarak birbirlerine bağlanacağını öngörür. Birisi için İslam, terörizmin olumsuz değerini alırken; başka birisi için terörizm, İslam kavramının olumlu değerini alabilir. Bu, araba fuarlarında hedef kitle olan orta sınıf için çekici olduğu düşünülen ve ürünleri bu yüzden tanıtan mankenlere yönelik beklenen hoş duyguların ticarî ürünlerle eşleştirilmesiyle aynı şeydir. Seçim ya da savaş propagandalarında kullanılan stratejiler de bu temel öğrenme mekanizmasını işleterek hedef bireylerin davranışlarını manipüle etmeye yönelik olur genellikle. Ünlü TV şovu Köpeklere Fısıldayan Adam’ın bütün esprisi de budur.
Altın vuruş Klasik koşullanma, doğuştan getirilen davranış repertuarına yeni bir davranış eklemeden, sadece belirli bir refleks davranışı ortaya çıkaran doğal uyaran yerine nötr bir uyaranın geçmesidir. Evrimsel adaptasyon, bu öğrenme sürecinin de altında yatan şey. Peki adaptasyon ve koşullanma mekanizmaları hep canlı lehine mi çalışır? Hayır. Çevresel şartlar aniden değiştiğinde, daha evvel uyumlu olduğu için seçilmiş refleks ve yatkınlıklar uyumsuz kalabilir. Buna vereceğim örnek, altın vuruş. Altın vuruş, insanın yüksek doz uyuşturucu alarak bedenini iflasa sürüklemesidir. Önce, uyuşturucu nedir, onu tanımlayalım. Uyuşturucu, tıbbî ya da kişisel zevk amaçlı kullanılan psikoaktif maddedir. Psikoaktif maddeler, merkezî sinir sistemini etkileyerek sinir hücreleri arasındaki moleküler iletimleri değiştiren ve böylece algıda, bilinçte ve davranışta geçici değişikliklere neden olan doğal ya da suni kimyasallardır. Uyuşturucunun ritüel ya da tedavi amaçlı kullanımlarının neredeyse hepsindeki ortak hedef, ağrı duyusu eşiğinin geçici olarak yükseltilmesidir. Eşik yükselmesinden kastım, normal şartlarda bir birimlik etkiden bir
büyük adımlarla (200 bin yıllık homo sapiens tarihinin son yüzde 5’lik diliminde) bu zincirin en tepesine çıkmasını sağlamış olan niş oluşturma becerisidir.
birim ağrı duyarken, uyuşturucu etkisinde ancak on birimlik etkiden bir birim ağrı duyma durumuna gelmek. Ağrı, sinir sistemi içinde görme, dokunma, tatma, işitme ve koklama gibi kendine özgü alıcıları ve işlem ağı olan ayrı bir duyudur. Evrimsel tarihimiz boyunca bizim için (de) yaşamsal olduğundan seçilmiştir. Uyuşturucu kullanımıyla kapatılmaya çalışılan bu “sigorta sistemi” doğuştan getirilen yaşamsal bir yapı olduğu için inatla kendini yeniden düzenlemekte, sunî yollardan yükseltilen ağrı eşiğini dengelemek üzere duyarlılaşmaktadır. Yani canlı, normal şartlarda bir birim etkiye bir birim ağrı duyarken, uyuşturucu kullanarak bu denklemi on birime bir birim olarak değiştirdiğinde; ağrı sistemi, buna otomatik bir tepki vererek 0,1 etkiye bir birim ağrı duyacak şekilde yeniden düzenlenir, ki uyuşturucu etkisi altında da yine bir birimlik etkiye cevap verebilsin. Böylece uyuşturucu etkisindeki beden çevresinden tamamen yalıtılmamış olur. Bu, bir reflekstir. Uyuşturucu kullanan birinin her defasında biraz daha fazla madde almasının nedeni de budur. Uyuşturucu kullanan kişiler, genellikle belirli bir ortamda
ve aynı malzemeler aracılığıyla madde kullanır. Bedenin uyuşturucu madde alındığında önce ağrı eşiğini yükselttiğini ve hemen ardından buna karşı bir tepki olarak ağrıya duyarlılaştığını söyledim. Uyuşturucu kullanan biri, bu duyarlılaşan refleksi (önceki örnekte salya) uyuşturucu kullandığı ortam ve malzemelere (önceki örnekte zil) vermeyi öğrenir. Her kullanım bir klasik koşullanma aşamasıdır. Bu yüzden kullanıcı, her zaman uyuşturucu aldığı ortama girdiği anda ağrı duyusu çoktan hassaslaşmakta ve bu nedenle uyuşturucu ortamında henüz madde almadan 0,1 birime düşen ağrı eşiğini on birime yükseltmek için daha fazla uyuşturucuya ihtiyaç duymaktadır.
Yabancılaşma Çevre, insan türünün tarihinde birçok kez büyük çapta değişti. Bu değişiklikler çoğu zaman buzul çağları gibi döngüseldi ve ani değildi. Ancak bugün apartman dairemizde gecenin bir yarısı kalkıp buzdolabını açıp acıkmadığımız halde bir şeyler atıştırıyor ve bu gibi nedenlerle gitgide aşırı yağlanıyorsak; bunun sebebi, besin zincirinde ortalarda bir yerde olmaya adapte olmuş bedenlerimizin kültür, tarım ve sanayi devrimleriyle birlikte ani ve
Bir başka adaptasyon mekanizması olan niş oluşturma, bir organizmanın hayatta kalma şansını yükseltecek davranışlar sergileyerek çevresini kendisine ve yakın türlere uygun olacak şekilde yeniden organize etmesidir. Fakat altın vuruşla ölen insanların çoğu, her zaman kullandıkları ortamdan başka bir yerde (genellikle umumî tuvaletler veya yabancı bir ev) uyuşturucu aldıkları için ölürler. Yani klasik koşullanma sonucunda adaptif ağrı eşiğini düşürme refleksini ortaya çıkaran ve böylece gitgide artan dozlarda uyuşturucu madde alınmasını tolere edebilmelerini sağlayan her zamanki ortamlarından uzaklaştıklarında bedenleri gafil avlanır. Bu, evrimsel adaptasyon ve öğrenme ile otomatik olarak çevresine uyum sağlayan bir türün iradî yollardan çevresini değiştirerek kendi varlığını yok etmesine çarpıcı bir örnek. Yazımı iki Almanyalıyı daha anarak bitireyim. İnsan durmaksızın değişir. Çünkü parçası olduğu doğa değişir. Kayıtlara geçtiği kadarıyla Efesli Heraklitos’tan beri bunun farkındayız. Muhtemelen çok daha öncesinde de farkındaydık. İnsan, doğayla kurduğu ilişkide ondan kopup onu kontrol ederek kendi değişimiyle onun değişimini ahenkli hale getirebilecek haricî çözümler üretmiş, yüksek zihinsel kapasitesi olan sosyal bir tür. Bu kopup dönüştürerek yeniden bağlanmaya Hegelci anlamda yabancılaşma deriz. Fakat insan, aynı zamanda bu ahengi bozabilir de. Doğayla kurmak zorunda olduğu ilişkiyi yüksek zihinsel kapasitesi, doğaya uyumsuz öğrenmeleri ve yeni kültürel nişinde bedeninin arkaik kalması gibi sebeplerle yitirebilir. Hatta yitirmektedir. Buna da Marksist anlamda yabancılaşma diyoruz. Çoğalırken yok olma riskini de arttıran yegâne tür “homo alienus”tur belki de.
58
SANAT ve SİYASET •
KÜRDİSTAN SANATI: ŞENER ÖZMEN Abdulhalim Karaosmanoğlu Bienal’i geziyorum. Üzerimde yoğun bir baskı: Hevallerime bu lüks mekânlarda ne aradığımı, hangi manevî boşluğu doldurmaya çalıştığımı, onların bana veremediği hakikate ilişkin yanıtları lüks bir sanat galerisinde aradığımı hangi ideolojiye sığınarak, nasıl açıklarım? Sanat iktidarın, bienal sermayenin uşağıyken, burada hangi amaçla bulunuyorum? Kafamda bana ait olmayarak beni daha da ürperten bu seslerle “Beş yaşındaki çocukların bile yapabileceği” enstalasyonlardan uzaklaşıp Antrepo’nun merdivenlerini çıkarken O’nu görüyorum: Şener Özmen, bana dair, bize dair, arzulayabileceğim bir “erkeklik hali” ile poşudan takım elbisesi içinde yayılmış beni bekliyor! Optik Propaganda’nın politik büyüsü beni alıp Kürdistan’a götürüyor. Karadenizli doğup Kürdistanlı olduğum günden beri üzerine hiç düşünmediğim şeyleri düşündürüyor: Kürtler sanat yapar mı? Binlerce yıl birbirinden farklı nice iktidara direnirken sanat yapma fırsatı bulabildiler mi? Direniş sanatının ustaları, neoliberal çağda “modern” sanatta var olabildi mi? Hiç şüphesiz her halk gibi onlar da iktidara direnmenin bir yolu olarak şarkı söyleyip dans etti, kilim dokudu ve elbette filmler çekip plastik sanat eserleri üretti. Hem de sermayeye hiç bulaşmadan –eskilerde hanedana, şimdilerde galeri sahibine– istediği şeyi vermeye çalışmadan, bir direniş pratiği olarak sanatı kullandılar. Şener Özmen de onlardan biri. Kürdistan 1971 doğumlu sanatçı, güvende hissettiği tek yer
olan periferide (Diyarbekir’de) resim öğretmenliği yapıyor. Özmen, sosyo-politik ve toplumsal gerçekliğe ilişkin eserlerinde provokatif bir üslupla, ironi ve mizahı kullanarak otoriteyi sorguluyor. Edebî yönü de olan, söylem karşıtı üçüncü dünya sanatçısı, estetik kaygı gütmeden marjinali ele alırken düşünce, değer ve sembollere saldırmaktan çekinmiyor. “Yüksek sanat Kürdistan’da yapılmaz”, “Kürt olmak, gey olmak artık moda” diyen bienal derebeylerine karşı, bir kültürel mirası değil, enkazı devralarak, çatışmanın merkezinde maddî yetersizliklerle sanat üretiyor. Özmen, bütün işlerinde savaş uçaklarının gökyüzünden hiç eksik olmadığı –içinden çıkılamaz– coğrafyasını irdeliyor; gazlarla yok edilen coğrafyasının atmosferinde nefes borusu açmaya
çalışıyor.Olanaksızlıklar nedeniyle düşük çözünürlüklü kameralarla hazırladığı videolara yöneltilen egemen estetik anlayışına –aslında modernizme– “Kürdistan’da hayat çok da iyi çözünürlüklü değil ki!” diyerek nanik yapıyor. Aslında kendi şiirinden aldığı, dili yapısöküme uğratma huyunu bütün işlerinde görüyoruz. Sanatı coğrafyalara bölmek mümkün olmasa da, egemen ideolojiye muhalif bir Kürt sanatı var! Üstelik böyle bir gerçekliğin içerisinde Kürt’ün sanat üretmesi başlı başına bir yapıbozum. Gerçekliğin yapıbozumu, göndermeler güncel sanatta çok moda. Özmen’in dediği gibi, “Gönderdiğiniz ölçüde iyisiniz, ama bu topraklara gönderirseniz sorun olur”. Özmen de bütün diğer muhalif sanatçılar
gibi başındaki sorunları def etmekten, huzurlu bir hayattan başka bir şey talep etmiyor.
Sanatçının özne olması Heidegger’e göre Avrupa’nın varlığın hakikatinden saptığı, varlığı unuttuğu, hiçliğe, yokluğa, nihilizme dönüştüğü nokta metafiziktir. Sadece insanlar değer verdiği için değerli olan şeyler dünyasında her şey beynimizin kurduğu öznel bir rüyadan ibarettir. İnsanî anlama tamamen dille sınırlıdır. Dil, anlamın tümünü kapsar. İnsanî anlama, cemaatin dilsel önyargılarının ufkuyla sınırlıdır. Bu nedenle kültürlerüstü evrensel bir özne yoktur. Sanat eserleri, kendi gerçekliğini, kendi kapalı dünyasını oluşturur. Artık eser hakikati temsil ettiği başka bir şeyde olmayan, izleyici her gördüğünde
59
• SANAT ve SİYASET hakikati tekrarlanan nesnel bir şeydir. Egemenlerin dünya tarihini yazdığı, Kürtlerin yerinin olmadığı sanat dünyasında sanatçı kendini birey olarak yeniden tanımlamakta, kimi zaman görüntüler dünyasında bir imge, bir özne, bir öteki, bir toplumsal olgu olarak çağdaş sanat eserinde kendini var etmektedir. Bu durum 1970’li yıllarda ikinci dalga feminizmden güç alan feminist sanatçıların yaptığı bir şeyin Kürdistan sanatçılarındaki yansımasıdır. İnsanın kendi bedenini imge olarak kullanması sanat tarihi ile yaşıt. Çünkü beden insanın karmaşık düşünsel dünyasının en önemli anlatım aracıdır. Sanat tarihinde iki farklı gerçeklikle yüzleşiriz. Nesnel gerçeklik doğanın tamamını imlerken, öznel gerçeklik insanın kendi algılama evrenini imler. Sanat, tarih boyunca bu iki gerçeklik arasında gezinir. Bu gezinti özne ile nesne arasındaki karşılıklı aşk ile zenginleşir. Sanatçı, kendi bedenini kullanarak özne/nesne arasındaki aşkı, olabilecek en yüksek düzeyde yansıtır. Pozitivist epistemoloji, özne ile nesneyi karşıtlık içinde ele alır. Özne, evrensel öznelliği ile bilgi sürecinin merkezindedir. Nesne, nesnel bilgiye ulaşmak için öznelliğin önyargılarından kaynaklanan yanılsamalarından kurtulmalıdır. Bu pozitivist tez Marksistlerden feministlere kadar geniş bir kitle tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin ortak iddiası, pozitivizmin egemen sistemden yana olduğudur.
Öcalan’ın sanat algısı İnsanın dışarıdan getirilen açıklamayla değil, tarihin içinde yaşayarak anlayan bir varlık olduğu fikri Abdullah Öcalan’ın düşüncelerinin de kaynağıdır. Aydınlanmacı eğitim almış biri için sanat eserinin hakikatten bahsetmesi anlamsızdır. Bir sanat eseri doğru ya da yanlış olamaz. Öcalan’ın anladığı anlamda sanat eserlerindeki hakikat ancak tarihsel olarak içerden yaşayarak anlaşılabilecek bir
hakikattir. Kürt halkının hakikatidir. Buradaki hakikat, kelimeler ya da sanat aracılığı ile iki insanın birbirini anlaması anlamında öznel bir hakikat değildir. Öznellikte varolan nesnel hakikattir. Sanat eseri hakikatse, yanılsama kendini tarih dışı görmektir. Hakikat içerisinde hiçliğe yer yoktur. Önemli olan tindir.
Bayrak Beyinlerine ortak bir program yerleştirerek insanlar duygularından, arzularından, öznelliklerinden mahrum edilselerdi, birey olmaktan çıkıp tekörnek davranan cyborglere dönüşselerdi? Böyle bir teknoloji yok mu diyorsunuz? Hayır, var! Devlet bunu binlerce yıl önce icat etti. Bu şimdilerde bizlerin ideoloji dediği şey. İnsanı robotlaştıran, duygularını, öznelliğini ortadan kaldırmak yerine kendi çıkarı için kullanan ideolojik estetik ile insanlık millî marşlar aracılığıyla bir cemaatin üyesi kılınır. Özmen’in “Bayrak” isimli çalışmasında gördüğümüz, bayrağa bakmaktan boynu tutulmuş bu erkekler sürüsü için cyborg diyebiliriz.
Poşu Lisans yıllarında tanışmıştım poşu ile. Poşu ile tanışmak Kürtlerle de tanışmak demekti. Nihayet ötekiler birbirlerini bulmuş ve konuşmadan anlaşmışlardı. Poşu takmak öteki olmak demekti. Ve bununla gurur duyuyorduk. Biz gurur duydukça birileri rahatsız oluyor, soruşturma açıyor, gözaltına alıyordu. Bazıları moda diye takıyordu, tabii devlet onları bizden ayıklamasını biliyordu. Sonra poşuya yüklediğim bunca anlam bir gün tersyüz oldu. Sanatçı en ufak bir dokuma hatası bulunmayan Kusursuz Poşu’nun ortasını delerek kafasını bu delikten çıkartıp bize nanik mi yapıyordu? Bu bir özeleştiri miydi, yoksa bize hareketin sekterliğini mi anlatmaya çalışıyordu?
Takım elbise Performans sanatçısı Joseph Beuys’un Felt Suit’ine nanik yapan bu eser, anlamın ayrılmaz
parçası olan malzeme kullanımında keçe yerine poşuyu seçerek devrimin fitilini ateşliyor! Bu öyle bir otoportre ki, yalnızca izleyiciyi değil, sanatçının kendisini de kendisine gülüyor. Sanatçının kendisini arzulanabilir bir obje olarak sunduğu bu eser için canlı bir heykel de diyebiliriz. Hatta öylesine canlı ki, elbiseye dokunacak olsak tenin sıcaklığını hissedeceğiz! Modern kesim bir takım elbise ile pek de modern olmayan kumaşın bütünleşmesinden bir siyasî tarih yazılıyor.
Sanatçı, ikon kırıcıdır Baudrillard’a göre, tarih gibi sanat da kendi çöplüğünde eşelenerek, kefaretini artıklarında aramaktadır. İmgedeki her şey seyirciyi simülasyondan uyandırmak için programlanmıştır. Fakat imge üretildikçe imge olmaktan çıkmaktadır. İmgenin gerçekçi kusursuzluğuna yaklaştıkça simülasyonuna o ölçüde yaklaşılmaktadır. Günümüzde sanat eserleri görülmeyi değil, görsel olarak soğurulmayı ve iz bırakmadan dolaşıma girmeyi amaçlamaktadır. Sanat, dünyanın yansıması değildir, aynasıdır. Kayıtsızlık dünyasında sanat, nesne olmayan nesnenin, imgenin boşluğu etrafında döner. Sanat artık gerçeklikten daha güçlü bir yanılsama olarak kendine karşı tümüyle kayıtsızlaşmış durumdadır. Artık kendi yanılsamasına inanmamakta, kendisinin simülasyonuna gömülmektedir. Sanat artık bütün olarak bayağılığın üst dilinden ibarettir. Her imge, dünyanın gerçekliğinden bir şeyler
götürmelidir ki kayboluşun etkisi kalmasın. Sanatın sırrı burada saklıdır: dünyanın ve gerçekliğin bütün izlerini imha etmek! Sanatçı, ikon kırıcıdır. Günümüzde sanatın yaptığı, simülasyon dünyasında yaşayan bizleri göstergeler aracılığı ile kayboluşa itmek ve kayboluşun izlerini örtmektir. Kendini imgelerin bolluğu arkasına saklayan dünya, yanılsamanın başka bir formudur. Bu dünyada imge artık gerçeği tahayyül edemez, gerçekliği aşamaz, onun görünüşünü değiştiremez, onu hayal bile edemez, çünkü kendisi sanal bir gerçeklik olmuştur. O halde, bu sanallığın içerisinde imgenin sonuna vardık. Bizler artık yetenekli bir senaristin (sermayenin) büyüsüne kapılmış kurbanlarız. Oyunun efendileri artık özneler değil, janjanlı nesnelerdir. Fikir sanatın travestisi, sanat da fikrin travestisidir artık. Bütün o açılışlar, sergiler, restorasyonlar, hepsi birer sanat komplosudur. Bu komployu bozmak ise mümkün değildir. Sanatçı artık kötüye kullanılan bir gücün kurbanı olmuş, oyuna dahil olmaları engellenmiş, arkasından iş çevrilmiştir… 11. tez ile bitirelim: Filozoflar gibi sanatçılar da dünyayı yalnızca değişik şekillerde yorumladılar. Şimdi onu değiştirme zamanı! Ben, Antrepo’nun merdivenlerinde karşılaştığım sanatçının muhalif lider imgesine aşık oldum. Bu yazının telifi olarak editörümden sanatçı ile romantik bir gece talep ediyorum.
60
SANAT ve SİYASET •
Çarmıhın Dibindeki Figürler
Çöken bir Medeniyetin Sanatı ve Siyaseti Tom Hickey Francis Bacon’ın Bir Çarmıhın Dibindeki Figürler için Üç Çalışma üçlemesinde resmedilmiş suretler köşeye kıstırılmış, korkudan çılgına dönmüş yabani köpekler gibi sadece inleyip haykırmıyor yüzümüze karşı. Bir şeyler de söylüyor ve huzursuz ediyorlar.
Bir Çarmıhın Dibindeki Figürler için Üç Çalışma 1944, Sunta üzerine yağlıboya, Tate Koleksiyonu, Londra
Resimlerin gücü fantastik, şeytanî suretlerin tasvirinde yatmıyor elbette; Bacon’un bu işi, ne kadar çarpıtılıp bozulmuş,
perişan edilmiş olsa da açıkça insan vücudu ve insan hareketleriyle oynayarak başarmasında yatıyor. İnsanlığın medeniyet ve aydınlanmanın ardında gizli kalan bir yönünün temsilidir bu suretler. Tarihsel varlıklar olarak toplumsal varoluşumuzun altında yatan ve varoluşumuzu etkilemeyi sürdüren o hayvanî doğanın ve kökenin temsilidir. Dokularımıza sinmiş ve hep öyle kalacak olanın temsili. Kendimizi
akılcı,
düşünen,
dünyaya dair bilimsel bilgi sahibi olarak görürüz; ama anlayamadıkları bir dünyada yaşayan, bu dünyaya tepkilerini ancak hırlayıp tehditler savurarak, dişlerini ve pençelerini sergileyerek gösterebilen ataların soyundan geliyoruz. Bacon’ın boyalarıyla savunduğu görüş, medeniyetin ve onu oluşturan ana özelliklerin (farklı dinlerin, medenî olma fikrinin, bilim çabasının ve üretilen bilgilerin, Aydınlanma’nın adalet,
61
• SANAT ve SİYASET özgürlük ve evrensellik kavramlarının) bir ciladan ibaret olduğu değil. Medeniyetlerin insanlığın vahşi doğasını örten bir pelerinden ibaret olduğu yolunda (mesela Thomas Hobbes’un felsefesinin ya da William Golding’in Nobel ödüllü edebî propagandasının örneklediği tarzda) naif bir medeniyet reddiyesi de değil. Hem biyolojik evrimleşmiş canlılar, hem de bir o kadar gerçek ve derin “bir ikinci doğaya” – toplumsal varoluşa– sahip varlıklar olarak doğamızın gerçekliğini tanımakta ısrar etmektir, Bacon’ın yaptığı. Bizi tarihi olan, varoluşu toplumsal şartlarla kuşatılmış varlıklar olarak tasvir etmektir. Bu biyolojik doğamız, bu toplumsal şartlar aracılığıyla ifadesini bulur.
İnsanlığın en büyük felaketlerinden biri Bacon, ya da onun kuşağından biri, böyle fikirlere sarılmaktan nasıl geri durabilirdi ki? İnsanlığın en büyük felaketlerinden birinin içinde yaşamıştı: Sadece İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa ve Asya’nın tahrip edilmesi değil burada söz konusu olan, aynı zamanda evrensel insanlık fikrinin siyasetten silinmesi de. Bu eseri 1944’te tamamlamasından önceki 20 yıl boyunca Bacon, demokratik ilke ve ideallerin yerini Almanya’da tek lidere ve ulusalcılığa, SSCB’de tarihsel zorunluluğa ve partiye sadakate dayanan totaliter ideolojilere bırakmasıyla ve halkların sistematik soykırımıyla nitelenen bir dönemde yaşadı. Nazi Partisi’nin en ilkel insanî dürtüleri seferber etmek üzere siyasî propagandaya hizmet edecek biçimde imgeleri manipüle ettiği bir dönemde yaşadı.
Francis Bacon - Otoportre
Nazi propagandasının hem çekim gücü, hem de habis tehdidi ve bunların yanı sıra homoerotik nitelikleri Bacon’ı büyüler. 1930’lar ve 1940’lardan kalan eserlerinin çoğu Nazizm’in ikonografisini ve görsel tarihini sorgular, bunlarla oynar. Stüdyosu, sanatında kullanmak üzere böyle malzemelerle –Hitler’in, Mussolini’nin, Goebells’in, Himmler’in ve Streicher’in
fotoğraflarıyla, gazete kupürleriyle, Nazi toplantı ve gösterilerinin, savaş alanlarındaki cesetlerin resimleriyle– tıka basa doludur. Felaketin sonuçları 1940’ların ortalarına doğru ortaya çıkmaya başladı. Toplam 80 milyon kadar asker ve sivil ölümü – 30 milyonu SSCB’de, 6 milyonu Polonya’da, 9 milyon kadarı Almanya’da olmak üzere. En ileri kimya ve mühendislik becerileri Nazi rejimi tarafından Avrupa’da, bütün bir dinsel ve etnik topluluğu ortadan kaldırma amacıyla altı milyon Avrupa Yahudisini katletme endüstrisinde ve Roman halkını imha etme girişiminde kullanılmıştı. Nazi devleti bütün komünist aktivistleri yok etmeye, eşcinselliği sindirmeye ve engelli insanları kısırlaştırmaya da çalışmıştı. Slav halklar ve Avrupalı olmayanlar Nazi rejimi ve bütün müttefikleri (İskandinavya’da ve Fransa’da kişiler ve gruplar, Hırvatistan, Macaristan ve Ukrayna’da ordu birlikleri) tarafından ancak köle emeği olarak yararlanılacak ikinci sınıf insan olarak görülmüştü. Avrupa’nın her tarafında terör, işkence ve yargısız infazlar itaat sağlamak üzere devlet politikasının araçları haline gelmişti.
İlkelerin terk edilmesi Bacon’ın Üç Çalışma’sının bağlamı budur. Üçlemenin resmî adı ‘Bir Çarmıhın Dibindeki Figürler için Üç Çalışma’dır. Mevcut üç panel başta bağımsız resimler olarak doğdu. Bileşik bir eser oluşturmaları daha sonra gerçekleşti. Bacon’ın ilk fikri, mevcut üçlünün üzerine Çarmıha Gerilme sahnesini tasvir eden dördüncü bir panel yapmaktı. Ancak bu, doğrudan bir gönderme yapma anlamının dışında, eseri Hristiyan kültürel mirasının bir parçası yapmaz. Eserin oluşturulmasındaki bağlam düşünülürse varılacak nokta kaçınılmazdır: Avrupa’nın yüzyıllar boyunca sömürgeciliğini ve açgözlülüğünü gizlemek için örtündüğü Hristiyan ilkelerinin terk edilmesine dairdir bu eser.
62
SANAT ve SİYASET •
DÜNYA ONLARA HİZMET ETMEK İÇİN VAR:
HOLBEİN VE BÜYÜKELÇİLER Hans Holbein, “Büyükelçiler” tablosunu 1533 yılında yapar. Tablo iki elçiyi resmeder: İngiltere’deki Fransa Büyükelçisi Jean de Dinteville ve arkadaşı, Venedik Cumhuriyeti’nde, İngiltere’de, Almanya’da, İspanya’da ve Roma’da Papalık nezdinde Fransa Büyükelçiliği yapmış olan Georges de Selve.
Holbein Büyükelçiler’i tarihin gergin ve sorunlu bir döneminde, İngiltere ve Fransa Kralları, Roma İmparatoru ve Papa arasındaki rekabetin keskinleştiği yıllarda yapmıştır. Dönem, ayrıca, Fransa Kilisesi’nin Reformasyon meselesiyle ilgili olarak derin bölünmeler yaşadığı yıllara denk düşer. Tüm bu siyasî ve dinî gerginlik ortamının pek çok unsuru tabloda simgesel olarak yer alır. John Berger ise tablonun daha derin, daha sınıfsal simgesel anlamı hakkında şöyle yazar: “Resimdeki iki adam kendilerinden emin ve resmîdirler: Aralarındaki ilişki açısından bakıldığında rahattırlar. Peki, ressama –ya da bize– bakışları nasıldır? Gözlerinden, duruşlarından, kimse onları tanımasa da olurmuş gibi bir şey okunmaktadır: sanki başkaları onların değerini anlayamazmış gibi bir bakış. Adamların, ait olmadıkları bir şeye bakar gibi bir halleri vardır. Onları çevreleyen ama adamların dışında kalmak istedikleri bir şeydir bu. En iyisini düşünürsek onları çevreleyen, onları alkışlayan bir kalabalık, en kötüsünü düşünürsek rahatlarını kaçıran insanlar olabilir bunlar. Bu gibi adamların dünyanın geri kalanıyla ilişkileri nelerdir? Resimde adamların arkasındaki rafta görülen nesneler –imleri çözebilen birkaç kişiye– bu adamların dünyadaki yeri hakkında belli bir bilgi vermek amacıyla konmuştur oraya. Dört
yüzyıl sonra biz bu bilgiyi kendi görüşümüze göre yorumlayabiliriz artık. Üst raftaki bilimsel araçlar denizcilikte kullanılıyordu. Deniz yollarının tutsak ticaretine, ticaret gemilerine açıldığı bir dönemdi bu. Öbür kıtaların zenginlikleri bu gemilerle Avrupa’ya aktarılıyordu. Bu zenginliklerle sonra ‘sanayi devrimi’nin çıkış noktası olan sermaye birikimi sağlandı. Alt raftaki küre Magellan’ın bu yolculuğunu gösteren yeni bir küredir. Holbein, Fransa’da bulunan ve soldaki elçiye ait olan toprakların adını küreye yazmıştır. Kürenin yanında bir aritmetik kitabı, bir ilahî kitabı, bir de ut vardır. Bir ülkeyi sömürgeleştirebilmek için insanlarını Hıristiyan yapmak, onlara hesap öğretmek
gerekiyordu; böylece onlara dünyada en ileri uygarlığın Avrupa uygarlığı olduğu kanıtlanıyordu. Elbette Avrupa sanatı bunun dışında değildi.
birbirini bileyerek, güçlendirerek sürmüştür…
İki elçinin ilk sömürgeleştirme girişimlerine ne ölçüde doğrudan katıldığı o denli önemli değildir. Burada bizi ilgilendiren, dünyaya karşı takındıkları tutumdur. Bu da bir sınıfın genel tutumudur. İki elçi dünyanın kendilerine hizmet etmek için var olduğuna inanan bir sınıfın insanlarıdır. En aşırı biçimiyle bu inanç sömürgecilerle sömürgeleştirilenler arasındaki ilişkileri haklı göstermeye yaramıştır.
Resimdeki elçilerin bakışı hem tepeden hem de ürkektir. Bakışlarına karşılık beklemezler. İmgelerinin başkalarını hem taşıdıkları koruyucu tavır hem de uzak duruşlarıyla etkilemesini isterler. Eskiden krallar, imparatorlar da insanları bu biçimde etkilerdi. Oysa onların imgeleri kendi kişiliklerine bağlı değildi. Burada yeni ve rahatsız edici olan şey uzaklık gösteren bireyselleşmiş imge’dir. Bireycilik eninde sonunda eşitlik düşüncesine yol açıyordu. Oysa eşitliğin düşünülemeyecek bir şey olarak gösterilmesi gerekiyordu.”
Sömürgeciyle sömürülen arasındaki bu ilişkiler bir bakıma
John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yayınları, İstanbul, 2002.
…
• ERMENİ SOYKIRIMININ 100 YILI
63