Altust 16

Page 1

TOROS ALCAN AHMET ALTAN BEHÇİT ÇELİK ATİLLA DİRİM SEMİH GÜMÜŞ JANE HARDY ÜMİT İZMEN ÜMİT KIVANÇ FİKRET KIZILOK ŞENOL KARAKAŞ FERHAT KENTEL ARİFE KÖSE ÖMER MADRA RONİ MARGULİES MALIK MIAH MELTEM ORAL SİNAN ÖZBEK İRVİN CEMİL SCHİCK ADEM SELEŞ FARUK SEVİM UTKU ŞENTÜRK OZAN TEKİN LAKİS VİNGAS TOLGA YILDIZ HECNAR ZEİTLİYAN

2015

TL

EYLÜL

KDV DAHİL

8

16/ TEMMUZ

OZAN TEKİN

EZ VÊ SONDÊ Lİ SER NAVÊ GELÊ KURD Û TİRK DİXWÎM

TOROS ALCAN ve LAKİS VİNGAS İLE SÖYLEŞİ AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ

AHMET ALTAN

SIRA KÜRTLERDE

BU İŞYERİNDE GREV VAR! ÖMER MADRA: KAOSA DOĞRU DÖRT NALA

ÜMİT KIVANÇ/Adem Seleş: BADEM GÖZLÜ KAYIPLAR: DEMİREL ve EVREN

Atilla Dirim: Hayalî Ataların İzinde

TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER: PLAJDA İSTİKLAL MARŞI


2

BU SAYIDA •

GÜNCEL

3

Onlar için istikrarsızlık, bizim için fırsat dönemi

5

Sıra Kürtlerde

Şenol Karakaş Ahmet Altan

6

Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm

Ozan Tekin

8 Muhafazakârlarımızın öğrenebilecekleri

10 Seçimlerden sonra Türkiye ekonomisi

Ümit İzmen

12 İşçi sınıfı hareketleniyor Faruk Sevim

İrvin Cemil Schick

ERMENİ SOYKIRIMININ 100. YILI E Y L Ü L 2015 16/ TEMMUZ ISSN: 2146-448

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. Adres Serasker Cad. No: 88-90 Nergiz Apt. Kat: 3 - Kadıköy / İstanbul (555) 637 24 50 www.altust.org bilgi@altust.org Sahibi Ozan Tekin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Burak Demir Reklam Sorumlusu Özdeş Özbay (533) 447 97 09 Görsel Tasarım ve Uygulama Gül Dönmez

DEVLETİN BADEM GÖZLÜ KAYIPLARI

14 Süleyman Demirel: Kendine

uyanı yaptı, hesabı taktı sıvıştı

15

Ümit Kıvanç

Süleyman hep Başbakan

Fikret Kızılok

29 Toros Alcan ile söyleşi: “Devlet verdiği zararı tazmin etmeli” Arife Köse

34 Laki Vingas ile söyleşi: “İşte bu kadar hukuksuz bir düzen!”

Arife Köse

Baskı Görsel Dizayn Ofset Atatürk Bulvarı,Deposite İş Merkezi, A5 Blok, 4.Kat, No:405 İkitelli OSB, Başakşehir/İstanbul Tel: +90 (0212) 671 91 00 Baskı Öncesi Hazırlık ve T eknik Koordinasyon Punto Baskı Çözümleri Tic. Ltd. Şti. Halaskargazi Cad., Siat Kuran İş Merkezi, No. 145, Kat 5, Şişli, İstanbul. Tel: 0212 - 231 3067 (pbx) www.puntops.com Ulusal süreli yayın, Üç ayda bir yayınlanır.

36 1915’ten bugüne: Kamp Armen’i vermeyiz 38

Meltem Oral

Ermeni Soykırımı Anmasında Yaptığım Konuşma

Hecnar Zeitliyan

40 Sesi Kalmayan Ermeniler 42

Ferhat Kentel

Soykırım, İnkar, Yüzleşme

16 Kenan Evren: Ölmek o kadar kolay değil

Adem Seleş

Atilla Dirim

45 Roman Soykırımı Utku Şentürk

DÜNYADAN

TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER

47 Bir Süreç Olarak Roboskî Behçet Çelik

48 “Terrible Turk” -

Irkçı bir imaj ve biz

Roni Margulies

Genel Da¤›t›m

51 Hayalî Ataların İzinde Atilla Dirim

YAZI KURULU : Ferda Keskin, Ferhat Kentel, Mustafa Arslantunalı, Neslihan Şık, Özden Dönmez, Roni Margulies, Sinan Özbek, Tolga Tüzün, Ümit İzmen

DANIŞMA KURULU: Arus Yumul, Avi Haligua, Behçet Çelik, Bülent Somay, Dilek Kurban, Eren Keskin, Hayko Bağdat, Işın Eliçin, İrvin Cemil Schick, Kerem Kabadayı, Nabi Yağcı, Nil Mutluer, Ömer Madra, Ragıp Zarakolu, Selim Deringil, Semih Gümüş

54 Demokrasi yalan mı? Semih Gümüş

56 Türkçe Felsefenin İmkânı 18 “Biber gazı ve 600 fidan”

“Klozet tartışmaları: Altın mı, değil mi?” “Ok atarak terbiye” “Plajda İstiklal Marşı okununca” “Selfie çeken şehzade heykelinin telefonu kırıldı”

Hakkında

20 Kaosa doğru dört nala Ömer Madra

24 Walter Scott Cinayeti Malik Miah

26 Çin’de istikrarsızlık ve kriz Jane Hardy

Sinan Özbek

58 Haz ve Üreme Tolga Yıldız

62 Susturulmuş Duvarlar İrvin Cemil Schick


3

• GÜNCEL

ONLAR İÇİN İstikrarsızlık, BİZİM İÇİN fırsat dönemi

Şenol Karakaş Seçimler gerçekten de “Yeni bir Türkiye” yarattı, ama Erdoğan cumhurbaşkanı olduğundan beri dile getirilen anlamda yeni değil. Yok sayılan, kimliği inkâr edilen, anadili yasaklanan bir halkın, Kürtlerin barajı yıkarken rejimin gidişatına çektiği ayar, siyasal dengelerin bundan sonra nasıl gelişeceğini belirledi. HDP barajı aştı ve artık başka bir Türkiye var. Seçimin en çarpıcı sonucu, AKP’nin oy kaybı ve hükümetten düşmesi; Erdoğan’ın başkanlık hayalinin bin küsür odalı sarayda yankılanan hoş bir seda olarak kalması. AKP’nin oyu bir önceki seçimlere göre 9 puan düştü: 41 ilde beş puandan, 17 ilde 10 puanda, 12 ilde 15 puandan fazla oy kaybetti.

Siyasal istikrarsızlık AKP’nin ilk dönemi, ekonomik büyümenin eşlik ettiği ve kolaylaştırdığı bir istikrar dönemi oldu. Büyük sermaye, orta

sınıflar ve işçi sınıfı arasında, kuşkusuz işçi sınıfının aleyhine bir denge ilişkisi toplumun genelinde huzurlu bir gidişat algısı oluşmasına neden oldu. Sonra, küresel kapitalizmin 2007-2008 8 kriziyle birlikte, ekonomik büyüme yavaşlamaya başladı. Kapitalist ülkelerde merkezinde başbakan ya da başkanların olduğu sistemler, devasa bütçelerin transferlerini kontrol merkezleridir aynı zamanda. Erdoğan çok uzun yıllar bu para kontrol ve transfer ilişkisinin merkezindeki isim oldu ve adeta paralel bir muhasebe sistemi kurarak bu para akışından kademe kademe AKP liderliğinin bir bölümünün nemalanmasını sağladı. Erdoğan ve ekibi, bir aşamada, bu derin ilişkilerin açığa çıkacağını hissetti. Erdoğan’ın dümeni hep sağa, daha da sağa kırmasının ve otoriterleşmesinin miladı, bu hissiyata ilk sahip olduğu zamandır. Bu yönde attığı her adım, hem AKP’yi istikrarı savunan parti konumundan

çıkartmaya hem de toplumda gerilimin ön plana çıkmasının temel kaynağı oldu. Önce Gezi direnişi patladı. Ardından yolsuzluklar açığa çıktı. Erdoğan ve AKP liderliği geri adım atmak yerine saldırıya geçti. Bu siyaset, hem Türkiye egemen sınıfının saflarında AKP iktidara geldiği günden beri yaşanan ayrışmayı derinleştirdi, hem de bunun da bir yansıması olarak, AKP liderliğinin iç çelişkilerinin önce derinleşmesi, sonra tüm toplumun şaşırmasına neden olacak şekilde çatlamasına yol açtı.

HDP’nin yükselişi ve AKP’nin tabanı AKP, sağcılaşmasının, yasakçılığının, rantçılığının, polise emir vererek işlettiği cinayetlerin, Soma’da 301 madencinin ölmesine neden olan neoliberal sermaye yanlılığının, Roboski’nin, Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmanın, çözüm sürecini sonlandırmanın, “Kürt sorunu yoktur” açıklamalarının, Gezi

direnişine hunharca saldırmasının, Erdoğan’ın bulaştığı yolsuzlukların, İç Güvenlik Paketi gibi yasakçı uygulamaların, Ergenekoncuları serbest bıraktırmanın, yargıyı kendine bağlı hizmetkârlara dönüştürme çabasının, nefret söylemini yaygın bir şekilde kullanmanın sonucunda benzersiz, çok ağır bir yenilgi aldı. Hangi bağlamda söylemiş olursa olsun, Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek sözleri”, hangi bağlamda söylediği çok açık olan “PKK eşittir IŞİD” sözleri, AKP’nin Kürtlerden aldığı oyları buharlaştırdı. HDP Kürdistan’da ve metropollerde oy patlaması yaşadı, altı milyona yakın oy aldı. AKP’nin 2011’de yüzde 53 olan “Doğu Anadolu” oyu 2015’te yüzde 35’e düştü. Kürdistan’daki üç büyükşehir durumu çok iyi açıklıyor: Diyarbakır’da 2011 genel seçiminde bağımsız adaylarıyla yüzde 58,5 oranında oy alan HDP bu seçimde yüzde 78,8


4

aldı. Van’da yüzde 48’den yüzde 73,5’e, Mardin’de ise yüzde 72’ye fırladı. AKP Diyarbakır’da yüzde 14,1’e düştü. Seçimin tek kaybedeni AKP değil kuşkusuz. Ulusalcılar da kaybetti. Tüm renkleriyle irili ufaklı bütün ulusalcılar sandığa gömüldü. Ulusalcıların amiral gemisi CHP, iktidar partisi oluk oluk oy kaybederken yerinde sayarak “ana muhalefet” kavramını anlamsız hâle getirdi. Buna karşılık, çözüm sürecinde ısrar edilmesini, sürecin kalıcı bir barışa zeminine kavuşmasını isteyenler, bu zeminin tek adresi olarak gördükleri HDP’yi seçim döneminin belirleyici gücü hâline getirdi. Kürdistan oyları, HDP’nin barajı aşmasını sağlayamıyordu. Burada devreye metropoller girdi ve özellikle İstanbul’da HDP cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oyları ikiye katladı. Bu, yayın hayatına başladığından beri AltÜst’te yapılan siyasî bir vurgunun ne kadar hayatî olduğunu da gösterdi. AKP’yi yenmek için, AKP’nin tabanını geri kazanmak gerekir! İktidara geldiğinden beri AKP’ye onay veren yoksul kitleleri “bidon kafalı” olmakla suçlayan ve AKP’nin kazanmasını garantileyen ulusalcı muhalefetin aksine, HDP böyle bir dil kullanmadı. Darbeci bir dil kullanmadı. Ergenekoncu bir dil kullanmadı. AKP tabanını aşağılayan bir dil kullanmadı. İhsanoğlu gibi zorlama dindar adaylar değil, gerçekten dindar ama muhalif adayları öne

GÜNCEL •

çıkarttı. Ne Erdoğan’ın kullandığı nefret dilini kullandı ne de yüzlerce saldırıya uğramasına rağmen tek bir şiddet eylemine tenezzül etti. HDP sadece Kürdistan’da değil, batıda yaşayan Kürt emekçiler arasında da büyük destek buldu. Seçimler AKP’yi yenmek için tabanını kazanmanın gerekli olduğunu göstermekle kalmadı, yoksul emekçi kitlelerin AKP’den kopuşunun da işaret fişeğini çaktı. Son bir yılda yükselen işçi eylemlerinin olduğu her şehirde, İstanbul’un tüm yoksul ve işçi mahallelerinde AKP çarpıcı bir şekilde oy kaybetti. İstanbul’da oyları sekiz puan düştü. Sadece İstanbul’da değil, diğer işçi şehirlerinde de sert oy düşüşleri yaşadı AKP. Bir süredir metal işçilerinin grev yaptığı Bursa’da yaklaşık 10 puan oy kaybetti. 2011 seçimlerinde bağımsız BDP adayı 25 bin oy almıştı, HDP 104 binden fazla oy alarak yüzde 1,51’den yüzde 5,85’e yükseldi. Kocaeli’de AKP yüzde 52,7’den yüzde 46’ya düştü, HDP ise 2011 sonuçlarına 62 binden fazla yeni oy ekleyerek yüzde 2’den yüzde 7,66’ya yükseldi. Kocaeli’yi yasaklanan metal grevleriyle hatırlıyoruz. Bu manzara, işçi sınıfının, öncelikle Kürt emekçilerin, sanayi şehirlerinde AKP’den kopmaya başladığını gösteriyor.

Kesintisiz bir demokrasi ve barış süreci Şimdi, egemen sınıf bölünmüş durumda. Meclis başkanı

seçiminden koalisyon kurma çabalarına kadar her adımda bu bölünmüşlük daha belirgin hâle gelecek. İstikrarsızlık derinleşecek. Egemen sınıfı en iyi ihtimalle kısa ömürlü bir koalisyon bekliyor. Egemen sınıf ve partileri derinleşen siyasî, ekonomik ve ideolojik istikrarsızlık dönemine bölünmüş olarak girerken, HDP etrafında kampanya yapan bizler, boynumuz dik, kendine güvenli ve daha büyük kazanımları elde edebilecek moral üstünlüğüyle giriyoruz. Bu duruma üç dinamik daha eşlik ediyor. Biri, işçi sınıfının son bir yıldır yükselen direniş ve eylem gücü. İşçi sınıfı yeniden sahne almaya başladı ve Gezi direnişinin bir dizi motifini kullanarak harekete geçiyor. Doğrudan üreticiler doğrudan eylemlerle, grev ve işyeri işgalleriyle toparlanıyor, silkiniyor. Her bir direniş, hemen başlayan bir sonraki direnişin tetikleyicisi oluyor. Metal işçilerinin grev dalgası önümüzdeki ayların habercisi. İşçi sınıfının çok daha geniş kesimlerini etrafında birleştiren hareketin sınıfın hangi bölümünden geleceğini kestirmek güç, ama egemen sınıfın ekonomik durgunluğun maliyetini işçilere yüklemek için başlatacağı daha genel saldırılar, örneğin kıdem tazminatı hakkını gasp etmek gibi, bütçede emekçilere ve sosyal haklara düşen payı daha da kısıtlamak gibi adımlar, işçi hareketinin daha keskin ve daha birleşik bir karakter kazanmasını sağlayabilir.

İkincisi, çevre hareketleri. Türkiye ve Kürdistan’ın hemen her yerinde, her parkında, her deresinde, her ormanında, Türkiye burjuvazisinin enerji ihtiyacının çılgınlık halini almasının ve inşaata dayalı ekonomik büyüme tercihinin birlikte yarattığı tahribata karşı platformlar, girişimler, eylemler var. Egemen sınıfın istikrarsızlığı, bölünmüşlüğü, hem bu hareketlerin kendi iç birliğini sağlamak hem de bu hareketlerle genel bir işçi hareketinin içiçe geçmesini sağlamak açısından hayal bile edemeyeceğimiz kadar büyük bir fırsat sunuyor. Üçüncüsü, çözüm ve barış süreci. Abdullah Öcalan’ın önerisi olarak şekillenen HDP, yine Öcalan’ın mimarı olduğu barış sürecinin dinamik sözcüsü olarak 80 milletvekiliyle mecliste. Öcalan’ın yoldaşları mecliste! Bunun, egemen sınıf ve tüm sözcüleri açısından ne kadar ağır bir yenilgi anlamına geldiği, Türk milliyetçiliğinin tarihî gerilemesinin miladı olduğu daha net görülecek. Milyonlarca insan barışa oy verdi, barış için sandıklarda birleşti, oylarını barışa için korudu. Barışa sırtını dönen Erdoğan ve AKP’nin arkasından neşeyle el salladı. Kürt hareketi, bir barış kalkışması olarak artık Meclis’te gözardı edilemeyecek bir güç. Sorun, bu zaferin geçici bir gelişme olarak kalmasına izin vermemek için neler yapacağımızda düğümleniyor. Bunun için HDP’nin oluşturduğu dalganın bir parçası olmak gerekiyor. Aynı zamanda, yukarıda özetlemeye çalıştığım üç dinamiğin, işçi hareketi, çevre hareketi ve barış hareketinin bir ve aynı hareket haline gelmesi için yepyeni bir blok oluşturmak gerekiyor. Kürdistan işçi sınıfı, HDP saflarında birleşti ama Türkiye işçi sınıfının milyonlarcası hâlâ AKP’ye oy veriyor. Geleceğimizi bu kitlelerin AKP’den nasıl, hangi hızla ve hangi politikalarla kopacağı belirleyecek. Egemen sınıfın istikrarsızlığını kesintisiz bir demokrasi ve barış sürecinin kazanımı haline getirmek için, böyle bir bloku inşa etmeliyiz.


5

• GÜNCEL

Sıra Kürtlerde Ahmet Altan Bizim ülkede benim görebildiğim toplumu değiştirecek üç büyük güç var. Kemalistler, Kürtler.

muhafazakârlar,

Hiçbir zaman doğru dürüst üretim yapabilen bir ülke olmadığımızdan, gruplaşmalar “sınıfsal” zeminde olmadı burada. Üretim zincirinin aynı bölümünde bulunmanın yarattığı “sınıfsal” ortaklık hayatın önemli bir parçası haline gelemedi.

Kemalistler, Batı yaşamına özenen, Batı’nın “çağdaşlığından” hoşlanan, şehir yaşamının çekiciliğinden payını almak isteyen, bilinçli ya da bilinçsiz Türklüğü veTürkçülüğü yücelten bir anlayış oldu. Batı’nın felsefesini ve demokrasisini hiçbir zaman farkedemediler. Batı’ya hem hayran hem düşman, Türklüğüne tutkun, iyiniyetli ama zorba bir İttihatçı subay kimliğini aşamadılar. İktidarları çok uzun sürdü.

“Sol”, bir sınıf ya da bir parti olarak değilse bile, bir “düşünce” olarak değişim motorlarından biri haline gelebilirdi.

Epeyce değişiklikler yaptılar, imparatorluktan cumhuriyete geçmek bile çok önemli bir kazanımdı.

Ama “solu ve solculuğu” askercilikle, devletçilikle, dine duyulan öfkeyle özdeşleştirmek, “kahrolsun emperyalizm” demenin solcu olmaya yeteceğini düşünmek... Solun felsefesi, bilimi ve siyasetiyle “değişimin özünü” yakalamayı hedefleyen, değişimin nedenini, nasılını merak eden, değişimin her aşamasını gözden geçiren, insanların değişimle uyumlu yaşamasını sağlayacak politikaları oluşturan, “değişim odaklı” bir yaklaşım olduğunu unutmak… Solculuğun toplumsal bir güç hâline gelmesini önledi.

Ama “Türkçülüğün” ve zorba bir modernizmin sınırlarını aşamadılar, kendilerine benzemeyen herkesten nefret ettiler.

Toplum, “değişim bilincine” hiç sahip olamadı. Burada toplumsal gruplar kültürel ve ırksal özelliklere göre şekillendi.

Toplumun kendilerine benzemeyen kesimlerine açılamadılar. Belki de Türkçülüğün neredeyse doğar doğmaz iktidara gelmesi, onları muhaliflerinden korkmaya ve o muhalifleri silahla korkutmaya zorladı. İktidarlarını da silahla sürdürdüler. Muhafazakârlar daha taşralı, daha geleneksel, Kemalist iktidardan payını alamamış, küskünlüğünü ve yenikliğini “dine sığınarak” iyi etmeye çalışan bir gruptu. Kemalistlerin Batı’ya hem hayran hem düşman olması gibi onlar da Türkçü Kemalistlere hem

düşman hem hayrandılar. Kemalist yaşam tarzına uzak dursalar da Kemalist Türkçülük damarlarında dolaşıyordu. Onlar kendi değerlerini ve düşmanlıklarını “esneterek” kendi dışlarındaki kesimlere açıldılar, demokrasi sözü verdiler ve iktidara geldiler. ANAP’la başlayan iktidarları asıl AKP döneminde zirveye ulaştı. “Esneyerek genişlemeleri”, kendilerine benzemeyenleri de kucaklamaları sayesinde uzun zaman iktidarda kaldılar. Onlar da önemli işler yaptılar… En önemlisi askerî vesayeti bitirdiler. Ama iktidar nimetlerinin tadını tek başlarına çıkarma arzusu, Kemalistlerdekine benzeyen “tek adam” hayranlığı, sonunda onların da kapılarını kendilerine benzemeyenlere kapatmasına neden oldu. Cevabını da aldılar… İktidardan düştüler. Çünkü bu ülkede, o üç büyük gruptan birinin iktidarı ele geçirebilmesi için ya “silahla” ya kendilerine benzemeyenlerle ittifak yapması gerekiyor. Hiçbir grubun sayısı ve gücü tek başına iktidara gelmeye yetmiyor. Artık “silahla” ittifak yapmak geçerli olmayacağı için de iktidarı almak ve Türkiye’yi değiştirmek için mutlaka “esnemek ve genişlemek” zorunluluğu ortaya çıkıyor.

İlk iki grup sırasını savmış gibi gözüküyor. Şimdi iktidara ve Türkiye’yi değiştirip dönüştürmeye Kürtler aday bence. Son seçimlerde Kürtler de kendi kimliklerini ve duruşlarını esnettiler, kapılarını kendilerine benzemeyenlere açarak genişlediler ve oylarını iki katına çıkardılar. Bugün HDP hem bir Kürt partisi hem de Türkiye’nin partisi… Kendi özünü kaybetmeden kendisine benzemeyenlerle birleşme yolunda ilerliyor. Bu tür esnemelerde ve genişlemelerde en büyük sorun, o gücü oluşturan “çelik çekirdeğin” değişime ayak uydurmasındaki zorluklardan çıkar. HDP bu zorluğu yaşayacak herhalde. Bunu aşabilirse, Türkiye’yi Kemalistlerle muhafazakârların getirdiği noktadan ileriye taşıyacak bir programa ve siyasete sahip çıkabilirse, Türkiye’nin geleceğinde Kürtler var bence. Barışı, demokrasiyi, özgürlüğü, eşitliği sağlamaya onlar aday. Bunu başarabilirler mi ,yoksa diğer iki grup gibi yolun bir yerinde yorulup dururlar mı? Bunu bilmiyorum. Ama sadece diğer iki grubun hatalarına baksalar bile kendilerine geniş bir yol açacak haritayı ele geçirmiş olurlar, bunu biliyorum.


6

GÜNCEL •

Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm

Ozan Tekin Halkların Demokratik Partisi (HDP), 7 Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerde 6 milyon 58 bin 489 oy alarak, %13,12’lik oranıyla parlamentoya 80 milletvekili gönderdi. Bu sonuç, HDP’yi Meclis’te AKP ve CHP’nin ardından MHP ile birlikte üçüncü büyük güç hâline getirdi. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi isteyen herkes bu zaferi hâlâ kutluyor. Zaferin gerçek mimarı ise, otuz yılı aşkın süredir Türkiye devleti, onun kolluk kuvvetleri ve hükümetleriyle kıran kırana bir mücadele yürüten Kürt hareketi. PKK bugün binlerce silahlı militanı, on binlerce politik aktivisti ve milyonlarca destekçisi bulunan bir güç. Seçim başarısının ardından, hareketin hangi

aşamalardan geçerek, hangi zorluklarla karşılaşarak bugünlere geldiğini hatırlamakta fayda var.

Kürtlerin var olduğunu ispatlayan direniş Kürt hareketinin silahlı mücadelesi, Türkiye’de 12 Eylül rejiminin hüküm sürdüğü karanlık günlerde başlamıştı. Bu yıllarda Türkiye devletinin “Kürt diye bir şey” olmadığını anlatan inkârı sürüyor, hapishanelerde Kürt tutsaklara dışkı yediriliyordu. Diyarbakır Cezaevi, cunta yönetimi tarafından her türlü insanlık suçunun işlendiği bir zindana dönüştürülmüştü. Türkiye’nin sağcı liderlerine dahi, 80’li yıllardaki direniş “Kürt realitesi vardır” dedirtmeyi başardı. Ancak 1990’lar, devletin yeni bir yaklaşımla Kürt halkına karşı topyekûn savaş

ilan ettiği yıllardı. Binlerce kişi faili meçhul cinayetlerle öldürüldü veya kaybedildi. Köyler yakılarak yüz binlerce kişi evsiz bırakıldı ve göçe zorlandı. Kürdistan’da demokratik gösterilere ateş açılarak katliamlar yapıldı. Kürtler, “kirli savaş” denilen bu dönemde hem askerî hem siyasî mücadelelerini sürdürdü. 20 Ekim 1991 seçimleri öncesi, Kürtlerin ilk legal partisi olan Halkın Emek Partisi (HEP), yüzde 10 barajını aşarak parlamentoda yer alabilmek için Erdal İnönü’nün Sosyaldemokrat Halkçı Parti’si (SHP) ile ittifak yaptı. Meclise giren 88 SHP’li vekilin 18’i HEP’ten geliyordu. Kürtler 1987 seçimlerinde de SHP listelerinden vekil olmuşlardı. Ancak kendi partilerini kurarak mücadele etme kararı, devlet için büyük bir kriz

anlamına geliyordu. Bunun ilk yansıması, 6 Kasım 1991’deki milletvekili yemin töreninde görüldü.

Devletin bütünlüğü değil, halkların kardeşliği Kürtler, parlamentoda yer alabilmek için, on yıllardır kendilerini ezen devletin “varlığını ve bölünmez bütünlüğünü” koruyacaklarına, “laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına” bağlı kalacaklarına dair yemin etmek zorundaydı. Diyarbakır milletvekili Hatip Dicle, sarıkırmızı-yeşil renkli mendiliyle kürsüye çıkıp “Ben ve arkadaşlarım, bu metni anayasanın baskısı altında okuyoruz” dediğinde bağırış çağırışlar başladı. Süleyman Demirel’in de aralarında olduğu bir grup vekil masalarına vurarak, kimileri


7

• GÜNCEL kürsüye yürüyüp orasının “Türkiye Cumhuriyeti” olduğunu hatırlatarak Dicle’yi “protesto” etti. Dicle’nin yemini dördüncü denemede kabul edilebildi. Leyla Zana kürsüye çıktığında ise saçına taktığı sarı-kırmızı-yeşil renkli bant nedeniyle TBMM sıralarından “O bayrağı indir!” haykırışları yükseldi. Zana, bayrağı indirmediği gibi, yeminini “Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm” (Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum) diyerek bitirdi ve herkese “sayın” diye hitap eden meclis başkanının “Dursana kız” seslenişleri arasında kürsüden indi. Genç Kürt kadın vekilin, tekrar etmek zorunda bırakıldığı yemini okurken sıralara vurarak sözünü kesen parlamentoya attığı bakış, hafızalarda yer etti. “Yemin krizi” sırasında en akıllarda kalan cümlelerden biri, tören sırasında TBMM Başkanı olan Ali Rıza Septioğlu’nun, Dicle ve Zana’ya karşı sık sık tekrarladığı “‘Sözlerimi geri alıyorum’ de” uyarısı oldu. Dicle, Zana ve arkadaşları, devletin baskısıyla böyle demelerine rağmen sözlerini geri almadılar ve bugünlere gelinmesini sağladılar.

Parlamentodan hapishaneye Bu mücadele 1994 yılında bir kez daha engellenmek istendi. TBMM’de yapılan oylamada DYP, ANAP, MHP, BBP ve bazı CHP’li vekillerin de desteğiyle, HEP’in kapatılmasının ardından DEP’li olan vekillerin dokunulmazlığı kaldırıldı. Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, TBMM kararına paralel olarak, DGM Başsavcılığı’nın iddianamesinde “vatan hainliği” ile suçlanan Kürt milletvekilleri için “derhal sorguya alma” talimatı verdi. Orhan Doğan ve Hatip Dicle, 2 Mart 1994’te meclisten çıkarken yaka paça gözaltına alındı. Leyla Zana ve diğer milletvekilleri 4 Mart 1994’te gözaltına alındı ve 17 Mart’ta Ankara Merkez

Kapalı Ceza ve Tutukevi’ne konuldu. 16 Haziran 1994’te Anayasa Mahkemesi, 7 Mayıs 1993’te kurulan DEP’in kapatılmasına ve beşi cezaevinde bulunan 13 milletvekilinin tümünün dokunulmazlığının kaldırılmasına karar verdi. 1 Temmuz 1994’te Selim Sadak da gözaltına alındı ve 12 Temmuz’da tutuklandı. 3 Ağustos 1994’te tutuklu bulunan altı eski milletvekiliyle başlayan DEP davası, 8 Aralık 1994’te sonuçlandı. Diyarbakır milletvekilleri Hatip Dicle ve Leyla Zana ile Şırnak milletvekilleri Orhan Doğan ve Selim Sadak’a Türk Ceza Kanunu’nun “örgüt üyesi olmak” fiilini düzenleyen 168/2 ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun ceza artırımını öngören 5. maddesi uyarınca, Devlet Güvenlik Mahkemesi 15’er yıl ağır hapis cezası verdi ve karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından da onandı. Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak, 9 Haziran 2004’e kadar hapis yattı.

Kimler ne demişti? 90’ların siyasî atmosferinde, önde gelen tüm politikacılar Kürtlere yönelik baskıyı destekledi. Demirel “Meclis dokunulmazlıkları durup dururken kaldırılmış değil. Olayı

siyasî yöne çekmemek lazım. Türkiye’de adaleti mahkemelerin dağıttığı konusunda kimsenin şüphesi yok” derken, Tansu Çiller DEP’lilerin TBMM’de oturmasının “halkımızı rahatsız ettiğini” iddia ediyordu. Mesut Yılmaz’ın dahiyane tespitine göre “DEP’liler PKK’yi destekliyor”du. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı çıkan SHP’den Murat Karayalçın yine de vekillerin “örgütün provokasyonuna, oyununa geldiğini” dile getiriyor, Erdal İnönü “sağlıklı ve zararlı fikirlerin ayırt edilebilmesi için” fikir özgürlüğünü savunurken DEP’lilerin fikirlerini “zararlı” buluyordu.

O günlerden bugünlere…

YSK’nın kararıyla düşürüldü. Kürt hareketi ise devletin her türlü engelleme girişimine rağmen bu dönemlerin hepsinden güçlenerek çıktı. Katliamlar, tutuklamalar ve baskılardan yılmadı. 2009 yılında başarısızlıkla sonuçlanan “demokratik açılım” süreci, daha sonra 2013 yılı başında ilan edilen çözüm süreci ile birlikte devlet, Kürt halkını yenemediğini kabul etti. Süreçte yeterli somut adımlar atılmamış olsa da, PKK’nin lideri Abdullah Öcalan savaşın bitirilmesi için resmî olarak muhatap alındı. HDP ise, 2015 yılında, geleneksel oy tabanının iki katına yakın oy alarak 80 milletvekili ile meclise girmeyi başardı.

Kürtlerin parlamentoda temsiline karşı baskılar 2000’lerde de devam etti. Kürtlerin partilerinden HADEP 2003’te, DTP 2009’da kapatıldı. 2007’den itibaren TBMM’ye bağımsız adaylar göstererek katılan Kürt hareketinin vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması sık sık gündeme geldi. “KCK” operasyonlarıyla binlerce Kürt aktivist tutuklanırken, bu yüzden hapiste olan Hatip Dicle’nin vekilliği 2011 seçimlerinde

Leyla Zana Meclis’te yemin ederken, 2015.


8

GÜNCEL •

MUHAFAZAKÂRLARIMIZIN BİR İNGİLİZ MUHAFAZAKÂRINDAN

ÖĞRENEBİLECEKLERİ

Chamberlain: “Savaş ve şerefsizlik arasında bir tercih...” İrvin Cemil Schick İngiltere başbakanı Neville Chamberlain, 30 Eylül 1938 tarihinde Münih’te buluştuğu Hitler’den bir saldırmazlık antlaşması koparmıştı. Almanya ile İngiltere arasında savaş çıkmayacağı vaadi karşılığında Çekoslovakya’yı işgal etmesine göz yumulan Hitler’in bu antlaşmaya uymak niyetinde olmadığı her halinden belliydi ama, Chamberlain Londra’ya döndüğünde uçaktan iner inmez elindeki kâğıdı havaya kaldırarak “...şerefli bir barış sağlandı. Zamanımız için bir barış olduğuna inanıyorum” dedi. O esnada muhalefette bulunan Muhafazakâr Parti lideri Winston Churchill’in ise olacaklar hakkında hiçbir vehmi yoktu ve

parlamento’da yaptığı bir konuşmada şu çok ünlü sözleri sarfetti: “Savaş ve şerefsizlik arasında bir tercih yapmanız gerekiyordu. Şerefsizliği seçtiniz. Savaşla karşı karşıya kalacaksınız.” Gerçekten de birkaç ay sonra Alman orduları Polonya’yı istila edince İngiltere Almanya’ya savaş açmak zorunda kaldı; bir süre sonra da bugün adı hâlâ yatıştırma politikalarının simgesi olan Chamberlain istifa etti ve yerine Churchill başbakan oldu. Şerefsizlikle savaş arasında bir tercih yapmak zorunda kalındığında şerefsizliği seçmek ve sonunda savaşla karşı karşıya kalmak... Tanıdık geldi mi bu acaba? 7 Haziran 2015’e giden süreç gibi örneğin? Okurların muhtemel itirazlarını şimdiden cevaplandırayım: Hayır, Recep Tayyip Erdoğan’ı

Hitler’e benzetmiyorum. Hayır, Türkiye’nin askerî anlamda savaş halinde olduğunu iddia etmiyorum. Benzetmem biraz daha incelikli bundan. Demek istediğim şu: Evet, ülkemiz seçmenlerinin bir kısmı, örneğin “Erdoğan’a aşığım” diyen güruh, AKP’ye ve Erdoğan’a sadık kaldı, kalmaya devam ediyorlar. Onlara diyeceğim yok. Ancak önemli bir kısmı, Erdoğan’ın yaptıklarından aylardır, hattâ yıllardır memnun değildi, ama yok ‘ehven-i şerdir’, yok ‘gelen gideni aratır’ gibi gerekçelerle Erdoğan’ın yanında durdular yine de. ‘Eldeki kazanımları aman kaybetmeyelim, o giderse eski günlere döneriz, bir 28 Şubat daha yaşamayalım’ gibi —kimisi gerçekçi, ama birçoğu da anlamsız— kaygılarla hükümetin demokrasiyi ayaklar

altına almasına, hukuk sisteminin tam anlamıyla yok edilmesine, inanılmaz yolsuzluklarla birtakım iktidar sahibi haramilerin ceplerini doldurmasına, ülkenin itibarının beş paralık olmasına göz yumdular. AKP zayıflarsa kendilerini tekrar bir mücadele içinde bulacaklarına inandıklarından, doğru olanı yapmamayı tercih ettiler. Kısacası, savaşmaktansa şerefsizliği seçtiler. AKP bu endişeleri tepe tepe kullanmasını bildi. Hattâ elindeki kozu kaybetmemek için örneğin başörtüsü yasağının kaldırılmasını Meclis’teki ezici çoğunluğuna rağmen yıllarca oportünistçe geciktirdi. Hoş, muhalefetin de AKP karşısında doğru dürüst bir alternatif sunduğu söylenemez. Bir yanda başörtülü kadınların da insan olduğuna ve


9

• GÜNCEL vatandaşlık haklarından faydalanmaları gerektiğine kendisini yeni yeni inandırmaya çalışan bir Kemalist parti, diğer yanda elinden gelse 15 milyon Kürt’ü gaz odalarında imha etmekten geri kalmayacak bir faşist parti! Ehven-i şer diye AKP’yi destekleyenleri nasıl eleştirebiliriz? Eleştiririz, çünkü ehven-i şer yine de şer’dir. Çünkü şerefli ve ahlâklı bir siyasî tavır ehven-i şer’i seçmeyi değil, şer olmayan yolu bulmayı, böyle bir yol yoksa da onu yaratmayı gerektirir. Çünkü gerçekten ahlâklı ve mütedeyyin olan insanların Erdoğan rejiminin yaptıklarına göz yumması düşünülemez. Mücadele ise mücadele, savaş ise savaş, ama şerefli bir duruş AKP suistimallerine karşı çıkmak demektir her şeyden önce. Bunu milyonlarca seçmen yapmadı. Gezi olaylarından sonra, 17 Aralık’ta açığa çıkanlardan

Chamberlain: “Zamanımız için bir barış...”

sonra, savcıların, hakimlerin, polislerin çil yavrusu gibi “biri Fizan’a, diğeri hizan’a” sürülmesinden sonra hâlâ Erdoğan’a oyların yarıdan fazlasını verdiler. Kimisi “dış mihraklar” “paralel yapı” söylemine inandı şüphesiz, ama birçok kişi de statükoyu sarsmak istemediğinden öyle yaptı.

Ne oldu peki? Erdoğan o kadar ileri gitti ki, Anayasa’yı o kadar pervasızca ihlal etti ki, kanunsuzluklarını o kadar hoyratça sürdürdü ki... Sonunda seçmenlerinin %20’sini kaybetti. Ve AKP’liler, Erdoğan’ı her şeye rağmen destekleyenler kendilerini ister istemez bir mücadelenin eşiğinde buldular. Şerefsizliği seçenler savaşla karşı karşıya kaldılar. Şu anda durumun hangi yönde evrileceğini bilmiyoruz. Belki bir AKP-MHP koalisyonu oluşacak, 1970’li yılların Milliyetçi

Cephe’sini aratacak icraatlarda bulunacak. Belki erken seçime gidilecek ve koalisyon korkusuyla AKP’yi bırakan kimi seçmenler geri dönecek, Erdoğan yine dört ayak üstüne düşecek. Olabilir. Mark Twain, bir gazetede ölümüne dair çıkan yanlış bir haberi çok mizahî bir şekilde tekzip etmişti, “Ölümüme dair haberler çok abartılmıştır” diye. Bence de AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasî ölümüne dair haberler çok abartılmış durumda. Pekâlâ geri gelebilirler. Pekâlâ eskisinden daha kötü şeyler yapabilirler. Ama ne kadar zaman için? Politikalarını aynen sürdürdükleri taktirde gerçekten ilkeli, gerçekten ahlâk sahibi insanlar giderek savaşı şerefsizliğe tercih etmeyecek mi? Gezi olaylarından sonra AKP’nin kendine çekidüzen vereceğini sanan safdillilerden

biriydim ben. Oysa tam tersi oldu. Abdullah Gül gibi, Bülent Arınç gibi âkil sesler susturuldu, Erdoğan’ın “padişah”lığı her fırsatta teyid edildi. Acaba 7 Haziran seçimleri, AKP içinde bazı kıpırdanmalara yol açacak mı? Parti içerisinde muhalif sesler yükselecek, ilk kurulduğu dönemin özgürlükçü talepleri tekrar gündeme oturacak mı? Yoksa olup bitenlerden ders çıkaramayanlar partiyi er veya geç ölüme mi mahkûm edecek? Göreceğiz...


10

GÜNCEL •

Seçimlerden sonra Türkiye ekonomisi Ümit İzmen Seçimler sonrasında siyasette olduğu kadar ekonomide de büyük bir belirsizlik var. Dünya ekonomisindeki birçok gelişme de belirsizliği artırıyor ve durumu daha da karmaşık hâle getiriyor. Buna bir de jeopolitik gelişmeleri ekleyince, çok sayıda gelecek senaryosu ile karşı karşıyayız. Bu çok sayıda mümkün gelecekte doğal olarak birçok şey farklı olacak. Ancak bu olası gelecekler içinde az çok birbirlerine benzeyecek alanlar da yok değil. Farklı gelecek senaryolarında üç ortak özellik dikkatimi çekiyor Bir: Geçmişe oranla daha düşük bir büyüme süreci Dünyadaki muhtemel siyasî, ekonomik ve jeopolitik gelişmeleri ve Türkiye’deki hükümet sorununu üst üste koyduğumuzda, ortaya gelişmelerin yönü olduğu kadar şiddetini de öngörmenin

kolay olmadığı kaotik bir resim çıkıyor. Bu çapta kesif bir belirsizlik nadir görülen bir durum. Bugün karşı karşıya olduğumuz belirsizliği bundan öncekilerden ayıran şey, hepsinin aynı zamana denk gelmesi ve olumlu ve olumsuz ihtimallerin bir arada varolması. Türkiye’de sene başından beri her türlü karar seçim sonrasına erteleniyordu. Bu erteleme hâli şimdi daha da uzadı. Geleceğin öngörülmesinin bu kadar zor olması, büyümeyi düşürüyor. Ama daha temkinli hareket edildiği için büyük krizleri de engelliyor. Bu durumda, ekonomi gelecek dönemde de vasat performansını devam ettirecek; ne parlak bir büyüme gösterecek, ne de krizlerle sarsılacak. İki: Bölüşüm sorunları artacak; etnik ve dinî kimliğe dayalı siyaset tarzı giderek ikincil plana düşecek Büyümenin düşük olması ve kimlik sorunlarının geçmişe

göre hafiflemesi bölüşüm sorunlarını eskiye oranla daha fazla öne çıkartacak. 2002-2007 döneminde ekonomik büyüme iyi giderken bir dizi sosyal göstergede de iyileşme olmuştu. Gelir seviyesinden gelir dağılımına, sosyal harcamalardan yoksul sayısına, birçok alanda iyileşme görülmüştü. Pastanın hızla büyüdüğü bu dönem, herkes bir yıl önceki payını korurken üstüne biraz da pastada büyüyen bölümden ekleyebilmişti. Bu nedenle paylaşım kavgası çok şiddetli değildi. Üstelik kimlik sorunlarının çok ağır olması, paylaşım kavgasının üstünü örtüyordu. Çalışan kesimlerle patronlar, değerin ne kadarının kâr, ne kadarının ücret olarak paylaşılacağı kavgasını bir kenara bırakıp, merkezinde Laik ve Müslüman kimliklerin olduğu bir sosyo-kültürel (ya da ideolojik-politik) bir kavganın içinde taraf oldular. Şimdi bu kültürel kimliklerin sınıfların üzerine örttüğü şal ortadan kalktıkça

çalışanlar ve patronlar arasındaki mücadele sertleşiyor. Bu mücadelenin sertleştiğinin birçok göstergesi var. Özellikle Soma’dan beri işçi eylemliliğinde muazzam bir yükseliş var. Greve çıkan işçi sayılarına bakmak yetiyor. Bunun üzerine asgari ücret tartışmasını da eklemek gerekiyor. Bugün Türkiye’de çalışanların yüzde 35-40’ı asgari ücret ve altında bir rakama çalışıyor. Ve asgari ücretin düzeyi, daha yüksek ücretler için de standartları belirliyor. Bu nedenle asgari ücretteki artış beyaz yakalılar da dahil olmak üzere çalışan kesimde ücretlerin artmasına yol açacak. Kaldı ki, ücret artışı bir yana, TL’deki değer kaybı nedeniyle sanayide maliyetler yükselmiş durumda. Buna bir de verimlilikte bir artış olmadığı gerçeğini eklediğimizde ortaya çıkan resim, patronların ücret artışına karşı çıkması. Olan da aynen bu. Seçimlerden önce gördük: AKP’nin önemli bir oy tabanına sahip olduğu işçiler arasında eylemler yaygınlaşırken MÜSİAD asgari ücret artışının karşısında çok net bir tutum aldı. Üç: Ekonomiden kaynaklanan sorunlar büyük sermayeyi ve Anadolu sermayesini farklı şekilde etkileyecek Çoğunlukla İstanbul sermayesi olarak adlandırılan ve gücünü esas olarak AKP öncesi dönemde elde etmiş olan sermaye grupları, yapı itibariyle daha büyük, küresel sermaye ile entegre ve kurumsal bir yönetim yapısına sahip. Sermayenin bu kesimi dünya ve Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri yakından takip ediyor ve gerek siyasî gerek ekonomik risklere karşı önlemlerini alıyor.


11

• GÜNCEL

Siyasette büyük çalkantılar, seçimlerin yenilenmesi ve nabzın yükselmesi finansal piyasaları olumsuz etkiler ve zaten zayıf olan büyüme görünümünü daha da aşağı çeker. Ancak bu en olumsuz koşullar altında dahi İstanbul sermayesinin risk yönetim yapıları güçlü olan kurumsal şirketleri daha az etkilenir. Bu koşullar bu şirketlerde belli bir süre için performans düşüşüne yol açsa da kriz ve iflas dalgasına yol açma ihtimali düşük. Bu nedenle siyasete hakim olan şimdiki karmaşa karşısında daha mesafeli tavır alabiliyorlar. Ancak aynı şeyi AKP döneminde Anadolu’da güçlenen sermaye grupları için söylemek zor. AKP döneminde Anadolu’da iç pazara ve komşu ülkelere ihracat ile büyümüş bir sermaye grubu var. Anadolu’daki hızlı büyümeyi sürükleyen başlıca faktör kentsel dönüşüm, inşaat sektörü ve bunlara koşut gelişen AVM’ler. Bu sektörlerde gözlemlenen aşırı hızlı büyüme beraberinde kredi kullanımında artış, varlık fiyatlarında şişme, hızlı alınan kararlarda hatalar ve risklerde artışı getiriyor.

Siyasî rant ve ekonomik rant Türkiye’de borçluluk oranları gelişmiş ülkelerin bir hayli altında olsa da, gerek tüketicilerin gerek iş sahiplerinin kullandığı banka kredilerindeki artış, Türkiye’yi borçlanma oranlarının en hızlı arttığı ülkelerden biri yapıyor.

Kredi kullanımındaki artış, işsizlik ve enflasyon yüksek, büyüme hızı düşük olsa da, yeni konut talebini canlı tutuyor ve tüketicileri alış veriş merkezlerine çekiyor. Şirketler açısından ise kredi kullanımı daha büyük projelere girmeye imkân sağlıyor. Projeler büyüdükçe bu durum gayrımenkul fiyatlarını şişiriyor. Kentsel rantların hızla artması sayesinde yükselen emlak fiyatları, hanehalkları açısından kredi kullanımını akılcıl hâle getiriyor. Artan borçlanma, hanehalklarına ilave kaynak yaratırken şirketler de mallarını satabilmiş oluyor. Faiz oranlarının düşük tutulması, kredi kullanımını kolaylaştırarak bu çarkın dönmesini mümkün kılıyor. Kentsel dönüşüm alanları hakkında belediyeler tarafından alınan kararlar bütün bu süreçte kilit bir rol oynuyor. Böylece siyasî rant ile ekonomik rantın iç içe geçtiği ve birbirini besleyerek büyüttüğü bir süreç yaşandı. Ekonomik büyüme hızının yüzde 2’lere, yüzde 3’lere düştüğü bir ortamda, varlık fiyatlarındaki astronomik artışın devam etmesi beklenemez. İktidarın değişmesi belediyeleri kentsel dönüşüm kararlarında daha temkinli davranmaya itebilir. AKP kadrolarının kararlarına göre biçimlenen bu projelerde, gayrimenkul fiyatlarının düşmesi durumunda ciddi sorunlar oluşabilir. Üçüncü köprünün bağlantı yollarındaki iptal kararında olduğu gibi, daha önce alınmış olan kararlarda

iptaller görülebilir. Bu durumun, emlak fiyatlarındaki artışı tersine çevirmesi bazı şirketleri zora sokabilir. Anadolu’daki hızlı büyümenin bir başka unsuru ise komşu ülkelere, Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarına ihracat idi. Şimdi bu pazarlar kapanmış durumda. Bu pazarlara yaptığı ihracatı başka pazarlara kaydıramayan, iç pazar daraldığı için satışları düşen, TL’nin değer kaybı nedeniyle maliyetleri artan, verimliliği düşük, kredi borcu ve birikmiş alacakları yüksek olan şirketler uzunca bir süredir zor günler yaşıyor. Ekonomide ve bürokraside durmuş olan karar alma mekanizmaları da, seçimlerden sonra beklendiği gibi açılmadı. TL’deki değer kaybı, bu şirketlerin döviz riskini de yükseltmiş durumda. Libya, Suriye, Irak gibi ülkelerle iş yapan şirketlerde alacak tahsilinde bazı sorunlar olduğu biliniyor. Protestolu çek ve senet rakamlarına toplu olarak bakıldığında görülen yükseliş tedirginlik verici düzeyde olmasa da, protestolu senetlerin artış hızı kentler arasında büyük değişiklikler gösterebiliyor. Bazı kentlerde şirketlerin arasında dönmekte olan senet tutarlarının yüksekliği, şirketler kesiminde birikmekte olan riskler konusunda dikkatli olmayı gerektiriyor. Gayrimenkul fiyatlarında bir düşüş veya o kentte önemli iş hacmine sahip bulunan bir şirketin zor duruma

düşmesi, iflasları tetikleyebilir. Bu iflaslar, ülke ekonomisini etkileyecek çapta olmayabilir, ama ortaya çıktığı ili derinden etkileyebilir. Çok sayıda KOBİ ve esnaf zor durumda kalabilir. Bu da şüphesiz AKP tabanında ciddi bir çözülme yaratmaya adaydır.

Yeni bir dönem Gelecek senaryolarında ekonomiyle ilişkili bu üç faktörü üst üste koyunca, ortaya AKP açısından sorunlu bir manzara çıkıyor. Ekonomik durum kötüleştikçe, bölüşüm kavgası şiddetlenecek ve bu kavga AKP’nin oy tabanını çatlatacak. Anadolu’da ekonomik çark tökezledikçe AKP’ye yakın sermaye gruplarının riski artacak. Bu riskin gerçekleşmesinin sonuçlarını düşünmek bile AKP için bir kâbustur. Bu nedenle AKP’nin bazı bedeller ödemek pahasına iktidarda kalmayı tercih edeceğini düşünebiliriz. Belli ki sadece siyasî açıdan değil ekonomik açıdan da yeni bir döneme giriyoruz. Bu yeni dönemin en önemli özelliği normalleşme. Kültürel kimlikler giderek yerine otururken sınıfsal kimlikler öne çıkacak. Yeni dönemin ilk ekonomik krizi de bundan öncekilerden farklı olarak İstanbul sermayesi merkezli değil, Anadolu sermayesi merkezli olacak ve bu nedenle sosyal siyasî etki alanı da bundan önceki ekonomik krizlerden bir hayli farklı olacak.


12

GÜNCEL •

İŞÇİ SINIFI HAREKETLENİYOR Faruk Sevim Türkiye işçi sınıfı son bir yıldır, önceki on iki yılda gösteremediği kadar mücadeleci bir çizgi sergiliyor. Hergün irili ufaklı pek çok işçi eyleminin haberini alıyoruz. Bu eylemlerin bir kısmı sendikalarda örgütlü işçiler tarafından gerçekleştirilirken, bir kısmı sendikasız işçiler tarafından gerçekleştiriliyor. Hatta bazı eylemler sendikalara rağmen yapılıyor. Ne oldu da işçi eylemleri son bir yılda bu kadar yükseldi? İşçi sınıfının mücadelesindeki yükselme pek çok gelişmeye işçilerin tepkisinin bileşkesi. Ama en etkili olanları şunlar: hükümetin taşeron sistemini yaygınlaştırması, kıdem tazminatını ortadan kaldırma girişimleri, iş cinayetleri, asgari ücrete, emekli maaşlarına ve kamu çalışanlarına enflasyonun çok altında zam yapılması, enflasyon nedeniyle artan pahalılık ve düşen alım gücüne rağmen imzalanan düşük ücretli toplu sözleşmeler. Başka pek çok zararının yanı sıra özellikle iş cinayetlerine davetiye çıkarması nedeniyle taşeron sistemine karşı çıkmak, son yıllarda işçilerin en önemli taleplerinden biri oldu. Hükümetin patronların isteğine uygun olarak kıdem tazminatını

ortadan kaldırmaya çalışması, işçilerin bu kadar net ve somut bir kazanımı olan kıdem tazminatını türlü formüllerle yok etmek istemesi yine önemli mücadele konularından biri.

İlk dönüm noktası: Soma İşçi hareketinin son bir yılda yükselmesiyle ilgili ilk dönüm noktası kuşkusuz 13 Mayıs 2014’te Soma’da maden işçilerinin katledilmesidir: 301 işçinin ölümüne yol açan bu iş cinayeti, son yılların en büyük işçi eylemlerini başlattı, işçiler sokaklara çıktı, çeşitli gösteriler yapıldı. İşçiler için reva görülen yoksulluk ve ölüm, Soma’da tüm işçilerin yüzüne tokat gibi çarptı, işçileri kendisine getirdi. Birkaç ay sonra gerçekleşen Torunlar ve Ermenek iş cinayetleri işçi sınıfını daha da öfkelendirdi ve bilinçlendirdi. İşçiler, bir yanda patronların, diğer yanda işçilerin var olduğunu, bu iki sınıfın çıkarlarının birbiriyle karşıt olduğunu, hükümetlerin patronlardan yana olduğu gerçeğini anladı ve bu duruma isyan etti. İşçilerin öfke ve eylemlerini yükselten diğer bir konu, hayat pahalılığına karşı yeterli ücreti alamamaları, giderek yoksullaşmaları. 2014 yılının sonuna doğru patronların toplu sözleşme

görüşmelerinde yükselen enflasyona karşı gerekli zamları vermek istememsi üzerine çeşitli işyerlerinde grevler başladı. Cam işçileri greve gitti, hükümet grevi yasakladı. Ocak 2015’te Birleşik Metal İş üyesi 15 bin işçi greve başladı, onların da grevi yasaklandı. Metal sektöründe 25 yıl sonra ilk defa bu kapsamda bir grev gerçekleşiyordu. Ama sendikalar, işçilerde birikmekte olan öfkeyi yeterince anlayamadıkları için bu yasaklara karşı ciddi bir direniş sergileyemedi. Oysa son aylarda hızla artan enflasyon rakamları, özellikle gıda enflasyonunun yüzde 20’lere dayanması, toplu sözleşmelerde sağlanan yüzde 5 veya 7’lik zamları çoktan eritmişti. Patronların toplu sözleşmelerde yükselen enflasyona karşı düşük ücret dayatmaları, işçilerin iş cinayetlerinde biriken öfkesini giderek artırıyordu ve bu tepki 2015’in başında her an patlamaya hazırdı. Yılbaşında hükümetin emekli maaşlarına yaptığı yüzde 2,3’lük komik zam öfkeyi biraz daha yükseltti.

Boytaş ve metal işçilerinin direnişleri İşçi sınıfına 2001 krizinden beri patronlar “grev yaparsanız, direniş yaparsanız fabrika ile birlikte siz de batarsınız, o halde

mevcut koşullara boyun eğin, daha fazla ücret istemeyin” telkininde bulunuyor, işsizliği işçilerin üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Bu baskı elbette iktidardaki AKP hükümeti tarafından da benimseniyor, emekli maaşlarına, asgari ücrete, kamu çalışanlarının ücretlerine zam talepleri, “sıkı para politikası uyguluyoruz” denerek reddediliyordu İşçiler bütün bu uygulamalara rıza gösterir gibi davranıyor, sendikalar enflasyon oranının altında zam öngören üç yıllık toplu sözleşmeler imzalıyordu. Bu sisteme ilk darbe Şubat 2015’te Kayseri’de Boytaş işçilerinden geldi. Üyesi oldukları sendikanın zam oranını ve üç yıllık sözleşme dayatmasını protesto için işçiler eylemlere başladı. AKP’ye oy vermiş olma ihtimali çok yüksek olan işçilerin bu eylemi patronlarda ve hükümette şaşkınlık yarattı, istisnaî bir durum zannedildi. Ama benzer ücret zammı ve üç yıllık toplu sözleşme karşıtı eylemler başka iş yerlerine de yayılıyordu. Eylemlerde patronlar ve patron yanlısı sendikalar işçilerin öfkesinin hedefi oluyordu. Benzer bir ücret eylemi Mayıs ayında Bursa’da yaşandı. Diğer illere yayılan metal işçilerinin direnişleri ile işçi eylemleri zirve


13

• GÜNCEL yaptı. Renault otomobil fabrikasında 14 Mayıs’ta başlayan ücretlerin artırılması talebi hızla 20 bin işçiyi kapsayan geniş bir eylem haline geldi. Patronlar yıllardır ilk defa işçi eylemleri sonucu ihracat ve gelir kaybı yaşadı. Sonunda işçilerin taleplerini kabul ettiklerine dair protokoller imzaladılar. İşçiler bu direnişlerden, kendi örgütlülüklerini oluşturmuş ve faşist-patron işbirlikçisi Türk Metal sendikasını işyerlerinden kovmuş olarak çıktılar.

Siyasî istikrarsızlık ortamı Haziran seçimleri işçiler, emekçiler, yoksullar, ezilenler için önemli bir kazanç oldu. Artan yoksulluk, düşen büyüme hızı, yükselen enflasyon, gelir dağılımındaki adaletsizlikler iktidarı devirdi, siyasal istikrarsızlık dönemi başladı. Elbette AKP’nin

iktidarı kaybetmesinin pek çok sebebi var, ama bugün yaşadığımız siyasal istikrarsızlığın kökeninde ekonomik krizin etkileri yatıyor. Bugün yaşananların egemen sınıf açısından daha da ciddi bir sonucu ise, yıkılan AKP iktidarının yerine koyacakları güçlü bir alternatifin olmaması. Türkiye kapitalizmi tam bir siyasî istikrarsızlık ortamına girdi, bu istikrarsızlığın siyasal bir krize dönüşmesi gecikmeyecektir. Bütün bu gelişmelerin işçi sınıfı üzerinde etkileri olacaktır. İlk ihtimal ekonomik krizin boyutlarının daha da artması ve yaşam koşullarında hızlı bir kötüleşme olmasıdır. Ücretlerin artırılması talepleri, önümüzdeki süreçte daha sık dillendirilecek, ama patronlar tarafından yerine getirilmeyecektir. Bu durum hareketlenmeye başlamış olan işçi

sınıfı tarafından sabırla karşılanmayacaktır. Patronlar, kendi örgütleri ve hükümetleri aracılığıyla işçilerin eylemlerine karşı sert ve acımasız olacak, işçi kıyımları gerçekleştirmeye çalışacaktır. Özellikle en tehlikeli işveren örgütü olan MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası), kurulduğu 1960’lı yıllardan beri uyguladığı işçi düşmanı politikalarla bilinir. MESS, patronların en acımasız ve baskıcı savaş örgütüdür. 12 Eylül darbesinin arkasında MESS vardır. 24 Ocak kararları MESS tarafından dikte ettirilmiş, MESS başkanı Turgut Özal 12 Eylül hükümetinde Başbakan Yardımcısı olmuştur. Darbe sonrası oluşturulan tüm baskıcı iş yasaları ve yüzde 10 barajı, gruplandırma sistemi, işçilerin bir gecede Türk Metal’e üye yapılması gibi düzenlemeler

Türk Metal: Derin devlet ve patron sendikası Türk Metal sendikası 1963 yılında kuruldu. Toplam üye sayısı 1980 yılında 14 bin idi. DİSK’e bağlı Maden iş üyesi işçiler 1980 darbesinden sonra Türk Metal’e üye yaptırılınca üye sayısı 130 bine çıktı. Bu üye transferi, DİSK’in kapatıldığı, yöneticilerinin tutuklu olduğu 1983 yılında çok özel bir operasyonla gerçekleşti. Önce, bir yasa ile sendika üyeliklerinde noter onayı şartı kaldırıldı. Ardından patronların örgütü MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) Türk Metal yetkililerine işyerlerinde çalışanların isim listelerini ve sigorta sicil numaralarını verdi, böylece tüm işçiler bir günde Türk Metal’e üye yapıldı. MESS ile Türk Metal arasındaki işbirliği 12 Eylül dönemine kadar uzanmaktadır. Türk Metal bizzat MESS tarafından korunan bir yapılanmadır. Bugün çok sayıda eğitim projesini birlikte yürütmektedirler, birlikte meslekî eğitim ve belgelendirme merkezleri oluşturmuşlardır. Türk Metal üyelerini kendi tesislerinde bir araya getirmekte, MESS uzmanları metal işçilerine eğitim vermektedir. İşe alınmak için Türk Metal üyesi olmak da bu belgelendirmenin bir parçasıdır. Türk Metal sendikası, Ergenekon davasının sivil ayaklarından biridir. Sendikanın 1975-2010 yılları arasındaki 35 yıllık genel başkanı Mustafa

Özbek Ergenekon üyesi olma iddiasıyla 2009’da tutuklandı. Özbek’in Ergenekon örgütüne malî destek verdiği ve kimi yatay örgütlenmelerinde (‘Türkiyem Topluluğu’ gibi) görev aldığı ortaya çıktı. Sendikanın kasasından 112 milyon doların usulsüz biçimde başta Ergenekon örgütü olmak üzere pek çok derin devlet yapılanmasına aktarıldığı Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) raporuyla tespit edildi. Türk Metal kurulduğundan bugüne önemli olabilecek hiçbir grev veya direniş yapmadı. MESS’e karşı yaptığı tek grev, 1991 yılında, Birleşik Metal-İş’in başlattığı ve kendisinin katılmak zorunda kaldığı grevdir. Türk Metal, 1998 krizinde “İki ay ücretsiz çalışalım”, “zararı yüzde 50 yüzde 50 paylaşalım” diyen, 2008 krizinde Erdemir’de yüzde 30’luk ücret indirimine imza atan, esnek çalışma dayatmalarını kabul eden bir sendikadır. Türk Metal 12 Eylül sonrasında devlet ve sermaye tarafından örgütlenmiş bir sendikadır. Bugün 230 bin üyeye sahip en büyük işçi sendikasının aynı zamanda bir patron ve derin devlet örgütü olması Türkiye’deki sendikal yapılanmanın aşması gereken en önemli sorunlardan birine işaret etmektedir.

MESS’in dayatmalarıdır. Mücadelenin çok çetin geçeceği muhakkak. Hem patronların işçilerin taleplerini karşılamada isteksiz olduğu, hem işçilerin eskiye göre taleplerini elde etmek için daha ısrarlı olacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Daha mücadeleci bir çizgi İşçi sınıfı bir yandan artan enflasyon karşısında ücretlerini korumaya çalışıyor, diğer yandan iş cinayetleri, mobbing, işten çıkarma gibi saldırılara karşı direniyor. Ve bütün bunları doğru dürüst bir örgütlenmesi, sendikası olmadan yapmaya çalışıyor. Sendikaların bu süreçte uzlaşmadan mı, mücadeleden mi yana olacakları çok önemli. Son yıllarda sendikaların, işçilere göre çok geri noktalarda olduklarını, patronlarla veya hükümetle uzlaşmak için ne kadar çabaladıklarını görüyoruz. Ama son örneklerde, Soma’da maden işçilerinin, Bursa’da metal işçilerinin, Kayseri’de mobilya işçilerinin direnişlerinde, işçi sınıfının artık uzlaşmak istemediğini, hakları için mücadeleye daha hazır olduğunu da görüyoruz. Ücretlerin eridiğinin farkında, iş cinayetlerinde öldürüldüğünün farkında, sendikaların kendisini yeterince savunmadığının da farkında. Metal işçileri Bursa’da kendi öz örgütlenmelerini kurarak mevcut sendikalara ilk tepkisini gösterdi. Bundan sonra işçilerin aleyhine davranan her sendikanın başına benzer bir tepki gelecektir. İşçi sınıfı haklarını almak için mücadeleyi yükseltiyor. Seçimler sonrası egemen sınıfın bölünmüş olması, hükümet kurmada ve sonrasında hükümet etmede sorunlarla karşılaşacak olması işçilerin ve yoksulların mücadelesini daha da kolaylaştıracaktır. Başta işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi olmak üzere tüm anti-kapitalist mücadeleleri birleştirme görevi sosyalistlerin önündeki en önemli görevdir.


14

DEVLETİN BADEM GÖZLÜ KAYIPLARI •

Kendine uyanı yaptı, hesabı taktı sıvıştı Ümit Kıvanç Onun kötü bir insan olduğunu düşündüm. Kalpsiz denen cinsten. Neye üzülür, anlayamadık. Herhangi bir şeye üzülür mü, bilemedik. Siyaset ayrı. Sokaklarda, belimizde silahlarla karşı karşıya geldiğimiz, dövüştüğümüz faşistlerin hiçbiri hakkında, “Bu kötü bir insandır” diye düşünmemiştim. Böyle bir şey aklımdan geçmemişti. Onun için geçmişti. Bir politikacı, kapitalistlerin adamı olabilir, sağcı olabilir, onu bu özellikleriyle tanır, anarsınız. Politikacıların kişilikleri genellikle sorunumuz olmaz. Bunlar üzerine düşünmeyiz. Bu zat bizi bu loş odanın kapısını aralamak mecburiyetinde bıraktı. Tıpkı şimdi karşımızda gördüğümüz, kötülükte onunla yarışan ve muhtemelen kupayı onun elinden alacak olan birisi gibi. Üstelik, Süleyman Demirel,

eğlenceli bir insandı da. Göstere göstere yaptığı kıvırtmalar, alay edileceğini bile bile sarf ettiği laflar, en çok uğraşılan, hicvi, mizahı yapılan politikacı olmasına rağmen bunları yaptığı işin fıtratında görmesi ve mesele etmemesi, bizimki gibi, her an kavgaya hazır, hoşgörüsüz bir toplum için güzel şeylerdi. Lâkin, güldürmeli eğlendirmeli, eleştiriye tahammüllü kabuk, aslında incecik bir zardan ibaretti. İçinde koyu, acı, zehirli bir çekirdek vardı. Yirmi beş yaşında üç genci idam ettirmek için çırpınan bir insan, kötü bir insandır. Ufacık çocukların, hamile kadınların palalarla, satırlarla doğrandığı bir günün akşamında, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyebilen bir insanın kabullenemeyeceği ve katılmayacağı kötülük yoktur. Kuşatılmış bir mahallede,

devletin kesilmeye bıraktığı insanlar canlarını korumaya çalışırken, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın,” diyen bir siyasetçi, ülkesindeki halkın bir kısmının yaşamayı, öbür kısmının ölmeyi hak ettiğine karar vermiş, berbat bir insandır. Dindar dostlarımız, Demirel’in hesabının da ahirete bırakılması gerektiğini hatırlatıyor, bizleri ölenin arkasından kötü konuşmama kuralına riayete çağırıyor. (“Paralel yapı falan yok, ne saçmalıyorsunuz” cinsinden bir laf ettiği için onu bağırlarına basarak bir oportünizm şahikası daha yaratanları ciddiye almıyoruz haliyle.) Kötülerin hesabı bu dünyada da görülmedikçe, ahirete bırakıldıkça, dünyada kötülüğün yayıldığını, devlet suçlarındaki “cezasızlık ilkesi” gibi bir musibetin hayata egemen olduğunu görüyor ve buna razı gelmiyorum. Demirel

ölmeden, suçları suratına karşı haykırılabilmeli, sırf Kahramanmaraş katliamı karşısında takındığı kalpsizce, insafsızca, yüzsüzce tavır yüzünden, bir daha kimsenin kendisinden iyilikle bahsetmemesi cezasına çarptırılmalıydı. Sırf bu ülkeyi yönettiği dönemlerde gözaltında kaybedilen Kürtlerin her biri için, beddualarla uğurlanma cezasına çarptırılmalıydı. Üç günlük yas, devletin yasıdır. Bir kere din istismarıyla çoğunluk oyunu aldın mı, gerikalan ahaliye her istediğini yapabilirsin’cilerin yasıdır. Yasta falan değilim. Ölene Cumartesi Anneleri’nin yanından bakıyorum ve kalpsiz, küstah bir adam görüyorum. Üzüldüğüm, hesabı göremeden gitmiş oluşu. Bu hesap ileride de görülemeyecek, çünkü onu pek kimse hatırlamayacak.


15

• DEVLETİN BADEM GÖZLÜ KAYIPLARI

SÜLEYMAN HEP BAŞBAKAN Fikret Kızılok

Yahya işe başlarken Bankalar hep bomboşmuş

Küçücük bir çocuktum Sebebini bilmeden Sokağa çıkamadık İhtilal oldu sandık

Kırat attan inerek Kemerini sıkmıştı Halk üstüne binince Başımıza çökmüştü

Sonra biraz büyüdük Alfabeyi bitirdik Azı dişim çıkmıştı Sünnet bile olmuştum

Hak hukuk düzen vardı Çüş demesi çok zordu Ortaokul biterken Yine ihtilal oldu

Kennedy öldürülmüş Migros açılmamıştı Beatles ortada yokken Ekonomi bomboktu

Süleyman hep Başbakan Başbakan hep Süleyman

Zeki Müren ortada Bülent Ersoy erkekti Vietnam savaşını Kendisiyle başlattı Süleyman hep Başbakan Başbakan hep Süleyman Sonra aya gidildi Evelallah dönüldü Suya yazı yazıldı İçimiz rahatladı Mao henüz ölmemiş Ortaokul bitmemis

Bilgisayar bulunmuş Deniz Gezmiş asılmış Papa yine değişmiş Mandela hapisteydi Çevre kirlenmemişti İbo evlenmemişti Ajda tam boşanırken Dolar yine çıkmıştı Süleyman hep Başbakan Başbakan hep Süleyman Kenan sopalısıydı Turgut boyalısıydı Pek anlamazdı ama Mesut Hopalısıydı

“Biz devleti ayakta tutmaktan doya doya particilik yapamadık.” Süleyman Demirel, 30 Mayıs 1979

Naim kaldırıyordu Zalim bastırıyordu Dün dündür bugün bugün Gafil avlanıyordu Kırat attan inerek Kemerini sıkmıştı Halk üstüne binince Başımıza çökmüştü Hak hukuk düzen vardı Çüş demesi çok zordu Tam askere giderken Yine ihtilal oldu Süleyman hep Başbakan Başbakan hep Süleyman

Yaş günü pastamızı Vestiyerde unuttu Arabamız evimiz İki anahtarımız Nasıl da inanmıştık Verir diye babamız Kırat attan inerek Kemerini sıkmıştı Halk üstüne binince Başımıza çökmüştü Ne padişah ne sultan Bir enişten bir ablan Yanında bir de baban Sefam olsun yaradan

Paşa resim yapardı Sabancı’ya satardı Netekim ben demezsek Anasını satardı

Süleyman hep Başbakan Başbakan hep Süleyman

Tonton dayanamadı Hepimizi batırdı Efelerin efesi Muz ağacına tutundu

Başbakan: 21 Ekim 1965 - 16 Mart 1971 31 Mart 1975 - 21 Haziran - 1977 21 Temmuz 1977 - 5 Ocak 1978 12 Kasım 1979 - 12 Eylül 1980 20 Kasım 1991 - 16 Mayıs 1993

Süleyman hep Başbakan Başbakan hep Süleyman Ecevit hep umuttu Erdal bizi unuttu

Cumhurbaşkanı: 16 Mayıs 1993 - 16 Mayıs 2000


16

DEVLETİN BADEM GÖZLÜ KAYIPLARI •

Ölmek O kadar Kolay Değil

Adem Seleş Gözlerim çapaklı uyandım. Gündüzleri oturduğumuz, geceleri bana yatak olan divandan. Annem tedirgindi. Anlam veremedim. Sokağa çıkma yasağı var, dedi. Sokak, yasak, durakladım bir an. Pencereye koştum, cadde üzerinde aralıklarla sıralanmış askerleri gördüm. Yaşadıklarımı çözemediğimi bakışlarımla anneme hissettirdim. “Yavrum bugün okul tatil” dedi. Darbe benim için okulun tatil olması demekti. İmam Hatip orta kısımda okuyordum. Darbenin hemen öncesinden birkaç hatıra canlanıyor hafızamda. Okuldan çıkmıştık, öğrencileri sürü halinde bir yere sevk ediyorlardı. Bir yere kadar gittim. Ayrılmak istedim mi, bilmiyorum, ama sorgulayacak durumda değildim. Abiler bir nizam dahilinde bir bilinmeze götürüyorlardı, İmam Hatip’in bütün mevcudunu. Bir ara abiler arasında benden birkaç yaş büyük olan halam oğlunu gördüm, fakat kaybettim. Az sonra boynumdan bir el tutup kalabalığın içinden beni çıkardı. Halaoğlu Mehmet abimdi: “Buradan hemen uzaklaş, fuarın oradan otobüse bin ve eve git” dedi. Sonrasında birçok gözaltı ve işkence olayı yaşanmıştı. Bizi sürü halinde götürdükleri yer Milli Selamet Partisi’ydi. Hatırladığım, bizi partiye üye yapmak üzere götürüyorlardı. Gerçeğin ne olduğunu hâlâ bilmiyorum. Bir gün de yine okul çıkışı Teksas’ın oraya otobüs durağına gidiyorduk. Eve dönmek için. Önünden geçtiğimiz dar bir sokaktan gelen “Yandım anam!”


17

• DEVLETİN BADEM GÖZLÜ KAYIPLARI sesiyle irkildik. Şoku atlatıp kaçmaya başladık. Birini vurmuşlardı.

dokunmadığı için bu yeniden doğuşun farkına varamadılar. Hâlâ da uyanmış değiller.

Hayal meyal hatırladığım başka bir sahne ise Sedat Yenigün’ün katledildiği gün İmam Hatip’in önündeki eylem. Anılarımda kalansa sadece “hüzün”.

Şırnak Yıllardır bu topraklardaki halkların belini büken, bir milleti bir sorunun adı haline getiren uygulamaların başlangıcıdır 12 Eylül darbesi. Kürtlerin yaşadığı topraklarda devleti bir işgalci formunda tesis etmenin bedelini sayısını bilemediğimiz canla ödedik.

Darbelerin anası Kenan Evren ölmüş. Zannetmeyin ki öldü! İzleri, bıraktıkları yaşadıkça yaşayacak. Yaşadıkça da yaşadığına pişman olacak. Ölmek o kadar kolay değil. Evet, 1960, 1971, 28 Şubat, 27 Nisan, hepsinin üzerine konuşabiliriz, ama 12 Eylül darbesi darbelerin anasıdır. Yaşadıklarımdan başlayayım. 28 Şubat post ya da ultra modern, neyse, gerçekten modern bir darbeydi. Bir taciz darbesiydi. Dünyadaki konjonktür daha fazlasına müsait değildi. Ağır geçmedi mi? Geçti. Zarar vermedi mi? Verdi. Nuh MeteYüksel, DGM savcısı. Haziran 1999. Mazlumder’in genel merkez ve şubeleri, yönetim kurulu üyelerinin ev ve işyerleri aranıyor. Bir şey bulundu mu? Hayır! Bir şey çıktı mı? Hayır! Polislerin yatak odanıza, mahreminize paldır küldür daldığı zamanlar. Küçük kızım en çok yatak odamıza patavatsızca girmelerinden etkilenmişti. Evdeki kitapları, kasetleri tek tek gözden geçiriyorlar. Kitaplığımda Cesur Yürek filminin VHS video kaseti var. Görevli polis kaseti ikram ettiğimiz kahvesini içen amirine göstererek, “Cesur Yürek! Cesur Yürek! Cesur Yürek?” diyor. Bir kaç kere ısrarla sordu. Filmin adından korkmuşlardı. Bilmedikleri açıktı. Ben de sahnenin keyfi kaçmasın diye biraz bekledim. Tam çuvala koyacakken: “Oscar almış bir film, video oynatıcı var, isterseniz seyredelim» dedim. Polis memuru kaseti aldığı rafa hızla geri attı. Bir imtihandı, geldi geçti. 27 Nisan e-muhtırasında İzmir’de

Mazlumder toplantısındaydık. Sabahında Konak meydanında basın açıklaması okuyorduk. Hiçbir yerde askere rastlamadık. Gerek de yoktu. 12 Eylül’de uğradığımız tecavüzün korkusu halkımıza hâlâ yetiyordu. 12 Eylül bir tecavüzdü. Cana, mala, akla tecavüz edilmişti. Korkusu sonraki nesillere bile sirayet etti. Darbe yaptılar, güya yapanları yargıladık, ama hâlâ 12 Eylül darbesinin hayaleti üzerimizde dolaşıyor. En önemli mirası 1982 Anayasası’dır. Otuz küsur yıldır darbe anayasası altında siyaset yapılmaktadır. Seksen öncesi yaşananlar üzerine, ölümü gösterip sıtmaya razı ettiler memleketi. Korkumuzdan hâlâ kinin içmeye çekiniyoruz. 12 Eylül darbesiyle askerî bürokrasinin gücü tahkim edilmiştir. Devlet ve siyasetin üzerindeki eli bilinçaltına iyice işlenmiştir. Şahıslara yirmili yaşlarda askerde verilen “disiplin” devlete 12 Eylül 1980’de tazelendi. Yabancılaşan TSK bizim ordumuz, kurtarıcımız olmuş, bir sağdan bir soldan düşüncenin belini kırmıştır. Atatürk ve Atatürkçülük yeniden ve baskın olarak toplumun gündemine sokulmuştur. Kafasına, gözüne, ulaşabildikleri her yere ilke ve inkılapları yerleştirdiler. Lider kültü dünyada önemini yitirirken 12 Eylül yoluyla Türkiye’de Atatürk üzerinden yeniden inşa edilmiştir. Ya

üniversiteyi bitirinceye kadar beynimizi iğdiş eden Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersine ne demeli? Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ile resmî ideolojinin gerçek Din’den uğrayacağı “zarar” bertaraf edilmek istenmiştir. Kimi dindarlar bunu olumlu bulabilir. Sormalı: Dersin içeriğine ne dersiniz? Devletin öğrettiği dinle toplumu kurtaracağını zannedenler bugün ne düşünüyor acaba! Gerçi aynı zihniyet İmam Hatipler üzerinden yeniden inşa edilmekte. İdamlar, cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar ve hatta darbenin zemini oluşsun diye tahrik edilen, müdahale edilmeyen olaylar ve sonrasında yaşanan kayıplar. Çetelesini okumak bile yüreğinizi yakar, yakmalı. Devletimiz büyüktür, yaşınız küçükse itina ile büyütür ve darağacında sallandırır. Kenan Evren öldü. Darbenin kuklası. Belki kurbanı. Evren’in akıl ve zekâsı böyle bir darbeyi yapmaya ve sürdürmeye yetmezdi. Her halükârda bir üst akıl vardı. Kimdi, nasıldı? Çok dert etmeden bu akla yenilen milletin hesabını düşünmeli bence. Çünkü devletin sahipleri açısından İkinci Cumhuriyet’in kurulduğu tarihtir, 12 Eylül 1980. Solcuları bilmem, ama ne sağcılar ne dindarlar ne de İslamcılar bu yenilenmenin farkında. Silahın namlusu kendilerine doğrudan

Askerî sebeplerle 1990 yılında kurulan bir şehirde yaşıyorum şimdi. Halk şehirde, devlet ise kampüslerde, steril sitelerde yaşıyor. İşgal kuvvetleri gibiyiz. Gibiyiz diyorum, sadece benzetiyorum. Darbe artığı bir takım uygulamalar Anadolu’nun batısından gelen biri olarak içimi acıtıyor. İlköğretim tatil olmuş. Ben de bir vesile yoldayım. Yolda asker otobüsü durduruyor, kimlik kontrolü. Jandarma erinin yolculara hitabı aynen şöyle: “Öğretmenler kimliğini göstersin, diğerleri kimliklerini versin.” Kimlikleri toplayıp aşağıda vatandaşın GBT’sine bakacak. Devlet memuru değilseniz potansiyel suçlu ya da hainsiniz. Başka bir yolculuk; Şırnak’tan Ankara otobüsüne binmişim, Gaziantep’te Van’dan gelen Konya arabasına aktarma yapmışım. Konya girişinde Van şirketi olduğu için otobüsümüz durduruluyor. Bıyıklarını çenesine kadar uzatmış, hafif sakallı ve saçları arkadan bağlı bir narkotik polisi. Sadece bacağında birkaç silah var! Şoför kapıyı açıyor. O polis elinde bir köpekle arabaya biniyor. “Size bir şey yapmaz” diyerek köpeği otobüsün koridoruna salıyor. Korku tavan yapmış durumda. Kadınlar, çocuklar var. Hepimiz cama doğru sıkışıyoruz. Ön kapıdan inip gidiyor köpek! Evren öldü. 12 Eylül henüz ölmedi.


18 TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER

GÜNCEL •

Biber gazı ve 600 fidan Çevik Kuvvet polisi Fatih Zengin, 28 Mayıs 2013 günü, ağaçların kesilmemesi için Gezi Parkı’nda çadır kuranlara desteğe gelen Ceyda Sungur’un yüzüne ve etrafındakilere gaz sıkıp tekme attı. O anın fotoğrafı Gezi Parkı protestolarının sembollerinden biri oldu. Sungur’un şikâyetiyle kimliği tespit edilen polis Fatih Zengin’e kasten yaralama suçundan 2 yıla kadar hapis istemiyle açılan dava

İstanbul 73’üncü Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Polis Zengin’in avukatı, “Müvekkilimin yaralama kastı söz konusu değildir. Gelişmeler sonucu amirinden aldığı talimatlar doğrultusunda biber gazı sıkarak belli bir mesafede ilerlemiştir” dedi. Mahkeme, polis Zengin’i ‘zor kullanma yetkisini aşarak basit yaralama’ suçundan 10 ay,

Selfie çeken şehzade heykelinin telefonu kırıldı

‘görevi kötüye kullanmak’ suçundan da 10 ay olmak üzere toplam 20 ay hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme Zengin’e denetimli serbestlik tedbiri koydu. Karara göre Zengin, Orman İdaresi’nce temin edilecek 600 fidanı, gösterilecek yere dikecek ve 6 ay süreyle bakımlarını yapacak.

Amasya Belediyesi tarafından yaptırılarak Yeşilırmak kenarındaki gezi yoluna konulan ‘Selfie çeken şehzade’ heykelinin telefonu kırıldı. ‘Şehzadeler şehri’ olarak bilinen Amasya’daki heykel sosyal meydayı kırdı geçirdi... Heykelin fotoğrafı sosyal medyada yayılınca vatandaşlar heykelin olduğu bölgeye akın etti. Bugün sabah saatlerinde heykelin önünde fotoğraf çektirmek isteyen vatandaşlar kırık cep telefonuyla karşılaştı. Heykelin elindeki telefonun kırılmasına tepki gösteren bir

vatandaş, “Yazık yani. Güvenlik kameralarından kimin kırdığı görülür” derken, heykeli çok güzel bulan arkadaşı da, telefonun kırılmasını “Bizde insanlık yok” diye değerlendirdi. Kızı Didem ile heykelin yapılmasını eleştiren bir diğer vatandaş ise “Biz yapılmasını saçmalık olarak görüyoruz. Tarihle bu kadar da dalga geçmenin bir manası yok yani” diye konuştu. CHP Amasya Milletvekili Ramis Topal, “Hükümetimizin Amasya’ya yaptığı yeni yatırım; selfie yapan şehzade. Şaka değil” dedi.


• TÜRKİYE SİYASETİNDEN SAHNELER

19

Plajda İstiklal Marşı okununca

Düzce’nin Akçakoca İlçesi’nde adını yanındaki tarihi Ceneviz Kalesi’nden alan plaj, 2015 yılında da Mavi Bayrak almaya hak kazanırken, tören sırasında İstiklal Marşı okundu. Bu sırada sahilde ve denizde bulunanlar ayağa kalkarak saygı duruşunda bulundu, marşa eşlik etti. Marşın sona ermesinin ardından tatilciler denizin ve güneşin tadını çıkarmaya devam etti.

Ok atarak terbiye

Klozet tartışmaları: Altın mı, değil mi? CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, AK Parti iktidarını, “13 yılda batık memleket bıraktılar ancak hâlâ ‘dünya lideriyiz’ diyorlar. Onlar altın klozet kullanmada dünya birincisiler. Onlar altın kaplı klozetlerde oturma sürecine geçti” sözleriyle eleştirdi. Erdoğan: “Eğer ana muhalefetin başındaki zat, dürüstse, namusluysa, -bakın ben yarın Iğdır ve Erzurum’da olacağım,

hemen bu akşam Genel Sekreterime talimat vereceğim- buyursun gelsin, Cumhurbaşkanı Külliyesi’nde buraları dolaşsın, herhangi bir lavaboda, tuvalette acaba böyle altın kaplama bir klozet bulacak mı? Bakın ben diyorum ki eğer böyle bir şey bulamazsa kendisi bu görevi bırakmaya var mı? Eğer bulursa ben Cumhurbaşkanlığı görevini bırakacağım.”

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan, Kahramanmaraş’ın Türkoğlu ilçesinde düzenlenen ‘Uluslararası Türkoğlu Avasım Geleneksel Türk Oyunları Festivali’nde kaftan giyip ok attı. Bilal Erdoğan 22 ülkeden sporcunun katıldığı festivalde gençlerin geleneksel sporlara ilgisinin artırılması gerektiğini belirterek şöyle konuştu: “Ok atan gencimiz, oku atarken ‘Ya Hak’ diyecek. Ya Hak derken, kendisini yaratan bu dünyaya kulluk için gönderen Allah’ı, Rabbi’ni düşünecek. Rabbi’ni düşünürken terbiyeyi düşünecek. Rabbi’nin rızasını kazanarak nasıl yetişirim diye düşünecek. Ya Hak derken, adaleti, doğruluğu düşünecek. İşte onun için bizim bu geleneksel sporlarımız, birer spor olmanın ötesinde gerçekten her biri ciddi birer terbiye kurumudur.” Bilal Erdoğan, konuşmasının ardından Ak Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve Kahramanmaraş Valisi Mustafa Hakan Güvençer ile birlikte kaftan giyerek kavuk taktı. Hedef tahtasının önüne geçen Erdoğan, “Ya Hak” diyerek ok attı.


20

DÜNYA •

KAOSA DOĞRU DÖRT NALA GİDERKEN

NOKTALARI BİRBİRİNE BAĞLAMAK

Ugitatquid eumquam etur? Itatem quodicipsa volestrEd quosaec ullatiis aditatectur moditint minctur re, qui volorum veleces enda escim sit, consed

Ömer Madra “Dünya yüzünde neyi bu kadar çekiştirseniz yırtılmaya, parçalanmaya, dağılmaya başlar.” ABD’nin önde gelen muhalif yazar ve siyasî analistlerinden Tom Engelhardt, yaygın şekilde izlenen blogunda (Tomdispatch) yer alan “Torunuma Özür Mektubu” başlıklı yazısında1, 21. yüzyılda gidişatı böyle görüyordu: Gerginlik içindeki dünyada her şey dağılma halinde. Dağılma ve parçalanmanın önemli sebeplerinden biri, şüphesiz, eşitsizlik ve adaletsizlik. Tarihin en büyük eşitsizliklerinden birine sahne olan bir çağda yaşıyoruz. Birçok yeni araştırma, bunu inkâr götürmez bir şekilde ortaya koyuyor. İçinde

bulunduğumuz yeni plütokrasi (zenginler saltanatı) çağında gittikçe daha az sayıda insan, gittikçe daha çok şeyin sahibi oluyor. Sadece 85 ademoğlu ya da ademkızının yeryüzünün geri kalan ademoğullarıyla ademkızlarının yarısının tüm varlığına eşit miktarda servete sahip olduklarını öğrendik 2013’te!2 Buna yeterince şaşmaya vakit bulamamıştık ki, yeni tahminler geldi: 2016’da gezegen üzerindeki insanların yüzde 1’i dünya servetinin yarısından fazlasını kontrol ediyor olacak. Dahası, öteki yüzde 99’un tüm varlığından daha fazlasına sahip olacak!3 Ülke bazında bakarsak, ABD gelir dağılımı adaletsizliğinde başı çeken ülkelerden biri4; ama birinci değil, üçüncü sırada. Birincilik Meksika’da. Ya

ikincilik? Evet, Türkiye’de! Dünya Bankası’nın son raporuna göre OECD üyeleri arasında gelir dağılımı adaletsizliğinde Türkiye ikinci sırada!5 Dünyada bir heyula kol geziyor: Kara Para heyulası. Bu heyulanın yarattığı korkuyu kat be kat artıracak bir uluslararası antlaşma da şu sıralarda ABD ile AB arasında tezgâhlanmakta. Dünya ekonomisinin yüzde 40’ı gibi akla hayale sığmayacak büyüklükte bir kapsama alanı üzerinde çokuluslu dev şirketler, gizli bir antlaşmayı yürürlüğe sokmanın son aşamasında. Sözkonusu şirketler Pasifik-Aşırı Yatırım Antlaşması (TPP/TTIP) ile, tamamen kapalı kapılar ardında yürütülen antlaşmalarla kendilerine devlet denetimi


21

• DÜNYA dışında bir alan yaratma peşindeler.6 Kârlarını tehdit eden uygulamaları bertaraf etmek için de, hasımları olan devletlerle kendi aralarındaki olası uyuşmazlıkları çözecekleri özel mahkemeler kurulmasını, yani düpedüz kendileri için özel “ihtisas mahkemeleri” kurulmasını öngörüyorlar! ABD’nin önde gelen muhaliflerinden Ralph Nader’ın “şirketlerin hükümet darbesi” diye adlandırdığı bu girişimle tüketicilerin, işçi ve emekçilerin, doğal çevre ve demokrasinin temelleri topyekûn uluslararası ticaretin çıkarlarına terk ediliyor.7

için evet. Ama ya geri kalan yüzde 1 için? Meselâ silah imalatçıları ve silah tacirleri için? Onlar için de öyle mi? Ne münasebet? Onlar için durum tek kelimeyle şahane! Silah sanayii uzmanı William Hartung şöyle yazmıştı geçen sene sonunda: “13 yıllık savaştan tek bir şey öğrenmiş olduysak o da şudur: savaş işinde olanlar için savaş işi, iyi bir iş.”8 Ortadoğu ve savaş konusunu yıllardır derinlemesine izleyen ödüllü gazeteci Sharif Nashashibi de “tabuta son çiviyi çakıyor”:

Çöküş her yerde ve her alanda gözle görülebiliyor: Uluslararası toplum düzeni, 1648’den beri sürdürülmeye çalışılan ulusal devletler sistemi, bölgesel antlaşma ve ittifaklar darmadağın ve unufak olmakta.

“Bugünlerde bölgenin otokratlarıyla işbirliği yapmaktan söz ediliyor – asıl silah alıcısı onlar. Demokratik, barışçı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika çok daha az kârlı. Silah ihracatçıları bunu asla söylemeyeceklerdir ama barış, para kazanmak açısından işe yaramaz.”9

Savaş işi, iyi bir iş

Bir “anomi” haline geçiş

Şimdi, “yeni durum” şöyle: 2015 yılının Nisan ayında dünya cayır cayır yanmaktaydı! Ortadoğu’da, Asya’da, Avrupa’nın doğusunda ve Afrika’da 10 kritik “kızgın nokta” (hot spot) alevler içindeydi! Hemen sayalım: Suriye, Irak, Libya, Yemen, Güney Sudan, Afganistan, Ukrayna, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti ve –Ebola’dan kırılan– Batı Afrika... (Hızla müthiş bir demokrasi krizine giren ve şiddet sarmalı içine sürüklenen Burundi’yi de “ilk 11”e almak gerekecek belki, ama henüz erken.)

Türkiye’de de hızlı bir toplumsal çözülme olduğu açıkça hissediliyor: Muhtemelen tarihte ilk kez yargıçların, verdikleri yargı kararlarından ötürü kendilerini ossaat hapiste bulmaları; 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen gençlerin üç gün boyunca bir eşya fişi bile olmadan “depo”ya “kaldırılmaları”; polisle içli dışlı görüntüleri olan esnafın sopalı bıçaklı saldırılarının kovuşturmaya bile uğramaması, hatta

“Birleşmiş Milletler, tarihî olarak, belirli bir zaman diliminde bir ya da iki krizle baş etmeye çalışmıştı. Ama, tek ve aynı zaman diliminde böylesi 10 krizle yüzyüze gelmesi, BM’nin 70 yıllık tarihinde daha önce hiç görülmemişti!” BM Genel Sekreteri böyle diyor ve ekliyor: “Uluslararası camianın gözü dünya örgütünün üstünde, çözsün diye bakıyor; ama BM tek başına bunu çözemez. Kolektif güce ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Yoksa her şey daha kötü olacak.” Ne var ki, soruda bir unsur eksik sanki: Her şey daha kötü olacak, tamam da sayın Genel Sekreter, kimin için daha kötü? Yüzde 99

polisten bir de teşekkür alması; yüksek mevkideki siyasetçilerin anayasayı ve seçim kanununu ihlal suçunu sürekli işlemeleri; “yeraltı dünyası” ile bağlantılı cinayetlerin devletin en yüksek mevkilerinin çevresine kadar uzandığı yolunda ciddi iddialar, parti binalarına saldırı ve şiddet olaylarının her gün gerçekleşmesi; yerleşik medyanın büyük kısmının mutlak işlevsizliği, suskunluğu, dolaylı yoldan ya da alenen suçortaklığı... Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel hayatta ciddi bir parçalanma ve dağılmanın bütün bu izdüşümleri, ülkede bir “anomi” haline geçişin yaşandığını ciddi olarak düşündürüyor insana. Gittikçe artan gerginlik ve gerilimin ülkeyi bölgesel bir çatışmaya, hatta savaşa sokabilmesi gibi en “uç” olasılıkların basında iktidar ve muhalefet sözcüleri tarafından gündeme getirilmeye başlanması ise büyük bir kaygı kaynağı olabilir. Örneğin, Dışişleri Bakanı şöyle diyor: “[Suriye’ye] Doğrudan asker göndermek değil, ama danışmanlık verme gibi şeyler olabilir... Bu, koalisyonla beraber olur.” 10 Eski iktidar partisi kurucularından, şimdi muhalefet partilerinden birinin milletvekili adayı da, aynı doğrultuda, “korkutan” bir yorum yapıyor: “İktidardan düştükleri anda yargılanacaklarını

bilen hükümet, seçimi erteletmenin tek yolu olan Suriye’ye savaş ilanını bile göze alır.”11

“Yeni Binyıl’ın en büyük suçu” Suriye’ye savaş açmak dendiği anda orada bir durup nefeslenmek gerek. Dünyanın önde gelen muhalif entelektüellerinden Noam Chomsky Irak’ın ABD tarafından istilasını, isabetli bir teşhisle “Yeni Binyıl’ın en büyük suçu”12 diye nitelendiriyor. Bu fecî edimin yalnız Irak değil, Libya, Suriye ve Yemen başta olmak üzere tüm Ortadoğu’yu, ama genelde dünyayı nasıl korkunç bir yıkımın içine çektiği ortada. Hâl böyleyken, Irak ve Libya “deneyim”lerinden hiç ders almadan Suriye’de yeni bir rejim değişikliğini zorlayacak yeni hamlelerin başımıza getireceği felaketleri tahayyül etmek bile zor. Bölge politikalarının önemli gözlemcilerinden gazeteci ve yazar Robert Parry, Şam’ın düşmesi ve bir “rejim değişikliği” daha gerçekleştirilmesinin, daha ertesi günden tezi yok “Amerikan Cumhuriyeti’nin sonunun başlangıcını” getirebileceğini öngörüyor.13 Ortadoğu’da yeni bir savaşın, iç ihtiyaçlar yerine bu savaşın “ihtiyaçlarına” kaydırılan yeni kaynaklar ve insangücüyle birlikte, belli başlı ABD şehirlerinde tıpkı


22

DÜNYA • bağlı olduğunu belirtiyor.18

Çin’de Benxi çelik tesisleri

şu sıralarda Baltimore’da kendini gösteren sosyal huzursuzluğu ve onunla atbaşı giden polis şiddetini artıracağını da öngörüyor Parry: “Bu, Amerika’nın iflasa kayışını ve distopyalarda görülen bir polis devletine geçişini hızlandırır... Amerikan Cumhuriyeti’nin son korları da böylece sönüp gider. Onların yerini de sonsuz savaş ve sonsuz bir güvenlik saplantısı alır…”14 Baltimore’daki kalkışmadan bahsetmişken: Siyah nüfus üzerine onyıllardır bindirilen yoksulluk, yoksunluk, okulsuzluk ve polis terörü bir araya geldiğinde Baltimore ve başka ABD kentleri yanmaya başladı. Yazar ve aktivist Frida Berrigan’ın ifadesiyle yalnızca alevlerle değil, haklı bir öfkenin ateşiyle de.15 Bizler de Açık Radyo’da hızlı tepki verdik: Nina Simone’un klasik Baltimore “marş”ını kınından çıkardık ve olayları onun eşliğinde nakletmeye koyulduk. Bizden bir gün sonra ‘68 başkaldırısıyla 2015 ayaklanmasını birleştiren, Nina Simone’un şarkısını ve müthiş bir konuşmasını da içeren şahane bir video ile aktivistler 25 şehre yayılan protestolarla ABD’ye “Kara Bahar”ın geldiğini müjdeledi.16

Pulitzer ödüllü savaş muhabiri ve yazar Chris Hedges, Baltimore’daki son cinayet işlenmeden önce kaleme aldığı uzak görüşlü yazısında ABD’de yepyeni bir siyah radikal hareketin doğduğunu haber veriyor. Bir de kehanette bulunuyor: Bizi uzun, sıcak ve şiddet dolu bir yazın beklediğini söylüyor. Üstelik, sadece ABD’de de değil. Mike Brown’un polis tarafından Ferguson’da katledilmesinin ardından doğan Hands Up United hareketi Brezilya’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Filistin’de radikal hareketlerle şimdiden sıkı ittifaklara girmiş bile. Aktivistler, artacak karışıklıklara da, devlet baskısına da, şiddete de hazır olduklarını söylüyorlar. Hareketin kurucularından hip-hop’çu T-Dubb-O, “geçen yazdan daha kötü olacağını düşünüyorum sahiden,” diyor. “Nasıl bir şey olacak, onu bilmiyoruz açıkçası. Kararlı olduğumuzu biliyoruz sade. Çarpışmaya devam edeceğiz. Değişim yaratmak için tam teşekküllü bir devrim gerek. Kötünün kötüsü, iç savaş olur, o kadarını söyleyeyim.”17 İşte böyle, yangın var a dostlar: Baltimore yanıyor. Ortadoğu yanıyor. Kuzey Afrika yanıyor.

Doğu Avrupa yanıyor...

Büyük Yangın Çağı Ha bir de, unutmadan, Dünya’nın kendisi yanıyor. Fosil yakıt sonrası dünyayı tahayyül eden bir kitabı yeni yayınlanan Richard Heinberg içinde yaşadığımız döneme rahatlıkla Büyük Yangın Çağı diyebileceğimiz kanısında. Dört bir yanımız cehennem gibi yanıyor aslında, ama biz görmüyoruz: Çünkü bu yanmanın büyük bölümü yüz milyonlarca araba, kamyon, uçak, gemi motorunda; bilgisayarlarımızı, akıllı telefonlarımızı, buzdolaplarımızı, klimalarımızı, kaloriferlerimizi, TV’lerimizi çalıştıran on binlerce kömürlü ya da gazlı termik santralin içinde; durmadan yenilerini aldığımız eşyaları piyasaya boca eden fabrikalarda; sırf biz yiyelim diye her sene beslenip kesilen 70 milyar hayvanın yemlenmesi, kesilmesi, yıkanması ve paketlenip mağazalara yollanması faaliyetlerini yürüten tesislerde olup bitiyor. Heinberg, bu yangının insanlığın yeryüzü tarihinde karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okuma olduğunu ve günümüzde varlığımızı sürdürebilmemizin kesinlikle bunun önünü almaya

Gezegen yandıkça, yaşayan her altı hayvan ya da bitki türünün birinin tümden yeryüzünden silineceğini ortaya koyan yeni araştırma da Nisan sonunda yayınlandı. Bu, bir meta-analiz aslında – araştırmalar araştırması. Konu üzerinde yapılmış 131 araştırmanın tümünün sonuçlarının analizi yani. Varılan sonuç pek somut: Bildiğimiz hâliyle bu gezegenin yaşam destek ünitesi olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaksak eğer, bir zahmet elimizi çabuk tutmamız gerek: zaman çok daralmış halde ve son fırsat kaçmak üzere!19 Dahası, bu yüzde 16’nın ölüm fermanı yeterince büyük bir trajedi değilmiş gibi, araştırmayı yorumlayanlardan bir başka bilim insanı, gerçek durumun çok daha vahim olabileceğini, yokoluş oranlarının iki ya da üç kat daha fazla olabileceğini belirtmiş!20 Tercümesi şu oluyor galiba: küresel yangına böyle körükle gidilmeye devam edilirse yaşayan varlıkların üçte biri, hatta yarısına yakını, gitti gider! Sonsuza kadar! Kimisi milyonlarca yıldır şu yeryüzünde varlığını sürdüren omurgalı hayvanların yarısından fazlasını sadece son 40 yıl içinde yitirdiğimizi21 öğrendiğimizde nefesimiz kesilmişti. Şimdi bir de bu son meta-analiz geldi başımıza. Özetle: Bir mucize olur da bir şekilde ayakta kalırsak insan türü olarak, bu bizim için iyi mi olacak yoksa kötü mü, bilemedik. Gezegen üzerinde korkunç sıkıcı ve yalnız bir hayatımız olacak demektir bu çünkü; yalnızlığı kim sever? Doğrusunu isterseniz, Türkiye’de yapılacak genel seçim de bizler (yani insanlar ve diğer canlılar) için kurtarıcı olacağa pek benzemiyor. Zira, belli başlı beş siyasal partinin seçim beyannamelerine bir göz attığınızda, hızla yaklaşan kıyamete ilişkin tek bir politika önerisi göremiyorsunuz! Bazılarında “iklim” kelimesi hiç geçmiyor bile! Diğer parti bildirilerinde ise bolca geçiyor iklim, ama bu iklim, başka iklim:


23

• DÜNYA yatırım iklimi, manevî iklim, istikrar iklimi … (En güzel iklim de “AR-GE iklimi”). Fosil yakıt kavramı ve bunun iklim değişikliğine etkisi ise hiçbir bildiride yer almıyor. Hani, en az dörtte üçünün yer altında bırakılmasının gezegenin bekası için şart olduğu konusunda bilim dünyasının neredeyse tam bir fikir birliği içinde olduğu fosil yakıtların kısılmasından dahi söz eden parti yok! İklim değişikliği tehdidini ciddi şekilde öngören tek bir parti var. Bildirisi ülkede 7 derece hararet artışına varan cehennemî senaryolar dahi öngörüyor. Ne var ki, sevinmekte erken davranmayalım: Burada da “huzur kömürde” kafasıyla düşünülmüş “kurtarıcı politikalar” var: Kurtuluş yerli kömürde! Ne demiş atalarımız: “Yerli malı, herkes onu kullanmalı!” Küresel ısınma diye yanılgıya düşen sizler, anladınız siz onu artık: Konu ulusal ısınma!

Küresel iklim hareketi Gene de umutsuzluğa kapılmak için asla geç değil. Yazının başına dönelim şimdi. Bütün konuları itinayla birbiriyle irtibatlandırıyoruz ve mücadelemizi yükselterek sürdürüyoruz. Geçen yıl Halkların İklim Yürüyüşü ile büyük sıçrama yapan ve hergün gittikçe güçlendiği gözle görülen küresel iklim hareketini yakından izliyor ve onun bir parçası oluyoruz. Hareketin öncülerinden Naomi Klein, Türkçe’de yeni yayımlanan İşte Bu Her Şeyi Değiştirir – Kapitalizm, İklime Karşı kitabında22, “her şeyi değiştirmek için herkese ihtiyaç var!” diyor. Bu çağrı, her yerde ve elbette Türkiye’de de hızla karşılığını buluyor. Türkiye’de “İklim İçin” adı altında toplanmaya başlayan yeni bir hareket, 28 Şubat’ta “100’ler Meclisi” ile sahneye çıktı ve ondan sonra da yürüyüşüne devam ediyor.23 Klein, bağımsız ve özgür habercilik konusunda kendisine yakın zaman önce verilen prestijli Izzy Ödülü’nü kabul konuşmasında, “olguları birbirine bağlamadıkça gene bir yere varamayız” diyor ve

meselenin tam kalbine işaret ediyor: “[E]kolojik hareket, ırkçılıktan militarizme, militarizmden eşitsizliğe kadar içiçe geçerek toplumumuzun önünde duran krizler arasında bağlantı kurmayı başaramazsa hiçbir yere varamayacaktır.”24 Noktalarla birlikte sözü de bağlayalım: Yükselen küresel iklim hareketinin önde gelen yeni isimlerinden, İklim Seferberliği (Climate Mobilization) örgütünün kurucularından Margaret Klein Salamon, iklim gerçeğinin kabulünün de, iletilmesinin de kolay bir “haber” olmadığını, bunun metanet ve cesaret gerektirdiğini söylüyor. Ama insanların gittikçe daha çok sayıda bu mesaja açık hâle geldiğini de tespit ediyor: “İklim hareketinin en büyük ve en az yararlanılan stratejik silahı, gerçekliktir. Bu gerçeklik de şudur: Medeniyeti tehdit eden gezegen çapında bir iklim krizinin içinde bulunmaktayız; âcilen vargücümüzle topyekûn karşılık vermemiz gereken bir kriz gerçekliği.”

Sonsöz: kahramanlık ve politika üzerine New York’taki tarihî Halkların İklim Yürüyüşü’ne katıldıktan birkaç gün sonra hayata veda eden büyük barış aktivisti Fred Branfman, hepimize ve her birimize “kahraman olmak için yüce bir fırsat” bahşedilmiş olduğunu söylüyor: “Evrimin kritik bir dönüm noktasına vardığımız apaçık. Türümüz, tarihte ilk kez kendi eliyle bir ‘türler intiharı’ gerçekleştirmeye doğru gidiyor. Politik davranıp onu kurtarma çabasına girişirsek, daha önce hiçbirimizin yaşamadığı bir kahramanlıkla tanışmış olacağız… İnsanlığın tarihte karşılaştığı en kötü ve en uzun süreli krizin ilk evrelerinde olduğumuz da gayet açık. Bununla başedilmesi ancak bir şekilde, milyonlarcamızın gayrete gelip bu krizi önlemek için politik çaba harcamazsak kendimizle birlikte daha fazla yaşayamayacağımıza karar vermesi halinde mümkün olabilir.”25 Kendimizle

birlikte

yaşamamamızın önündeki en büyük engel, belki de zihnimizi kelepçelemiş olan kavramlar. Daha fazla büyüme, daha fazla kalkınma, daha fazla kâr, daha fazla mal mülk… Bunun vazgeçilmez ve harika bir formül olduğuna kilitlenmiş durumdayız. Başka türlü düşünmekten âciziz. Ama sürecin önemli sonuçları, daha doğrusu bedelleri var: Daha fazla iklim değişikliği, daha fazla kaos, daha fazla yokoluş, daha fazla eşitsizlik… Oysa, bu postmodern (belki de plastik!) kelepçeyi kırmadan hiçbir şey yapamayız, burası aşikâr. Aktivist yazar John Sauven’in 1 Mayıs’ta yayınladığı “Sürdürülebilir Dünya” Manifesto’sunda noktaları birleştirmenin vazgeçilmezliği konusunda yazdıkları da önemli: “Halihazırdaki ekonomik ve politik paradigmada geniş ve derin bir değişiklik yapmaya ihtiyacımız var. Eski değerlere meydan okumalı, Antroposen çağında (insanın belirlediği jeolojik çağ) yaşamaya uygun yeni değerler geliştirmeliyiz – her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu dünyada bilinçli ve aktif “kâhyalık” yapabilmemizi destekleyecek değerler geliştirmeliyiz. Hükümetlerin halka, şirketlerin de hükümete cevap verir konumda olduğu bir topluma ihtiyacımız var. Bu toplum da tepeden aşağıya talimatla kurulmayacak.”26 Sauven’in manifestosu şöyle devam ediyor: “Arap Baharı ve İşgal (Occupy) hareketleri, başlangıçta yarattıkları muazzam etkiden sonra solmuş olabilir, ama ‘Biz Yüzde 99’uz’ sloganı neredeyse bütün kıtalarda bir mücadele çağrısı hâlini aldı.” Tabii, Gezi’nin unutulmaz “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” çağrısını da bunlara eklememek haksızlık olur. O zaman, soru şu: Kitleler halinde politik olarak harekete geçme ve böylece kahraman olma yolunda tarihî fırsatımızı kullanmak için daha ne bekliyoruz? Seçim sonuçlarını mı? Yok canım?

1 http://www.tomdispatch.com/ post/175986/tomgram%3A_ engelhardt%2C_the_future_ foreseen_%28and_not%29/ 2 http://www.theguardian.com/ business/2014/jan/20/oxfam-85richest-people-half-of-the-world 3 http://www.theguardian.com/business/2015/jan/19/global-wealthoxfam-inequality-davos-economicsummit-switzerland 4 h t t p : / / w w w . n y t i m e s . com/2015/03/14/upshot/wall-street-bonuses-vs-total-earnings-offull-time-minimum-wage-workers. html?_r=0&abt=0002&abg=0 5 http://www.taraf.com.tr/her-taraf/ turkiye-dunyanin-en-adaletsizikinci-ulkesi/ 6 http://www.theguardian.com/ commentisfree/2015/jan/13/ttiptrade-deal-transatlantic-tradeinvestment-treaty 7 h t t p : / / w w w. d e m o c r a c y n o w. org/2015/5/1/ralph_nader_on_ bernie_sanders_the 8 http://www.commondreams.org/ news/2015/04/20/worrying-riseus-weapon-sales-greeted-middleeast-engulfed-war 9 agy 10 http://www.turkishny.com/headline-news/2-headline-news/179309-cavusoglundan-abd-ile-birlikte-s uriyeye-mudahale-iddialarina-yalanlama#.VUaJno7tlBc 11 http://www.taraf.com.tr/politika/ hdpli-firattan-korkunc-iddiaakpsecimi-erteletmek-icin-suriyeyesavas-ilan-edebilir/ 12 h t t p : / / r t . c o m / u s a / 2 5 0 7 2 9 complete-chomsky-rt-interview/ 13 h t t p s : / / c o n s o r t i u m n e w s . com/2015/04/29/the-day-afterdamascus-falls/ 14 agy 15 http://www.commondreams.org/ views/2015/05/02/baltimore burning-not-just-flames-righteousanger 16 http://www.commondreams.org/ news/2015/05/02/nationwide-protests-against-police-brutality-activists-declare-black-spring-has 17 http://www.truthdig.com/report/ item/rise_of_the_new_black_radicals_20150426 18 h t t p : / / w w w. c o m m o n d re a m s. org/views/2015/04/07/greatburning-rising-greatest-challengehumanity-has-ever-faced 19 http://www.sciencemag.org/content/348/6234/571.full 20 h t t p : / / w w w. c o m m o n d re a m s. org/news/2015/05/01/planetwarms-one-six-species-face-totalextinction-study 21 Bkz.: AR Bülteni, Aralık 2013, http:// acikradyo.com.tr/default.aspx?_ mv=a&aid=33330 22 Agora Kitaplığı, 2015. 23 Bkz.: http://iklimicin.org/ 24 http://thischangeseverything.org/ reading-i-f-stone-on-earth-daywhy-we-still-wont-get-anywhereunless-we-connect-the-dots/ 25 Ibid. 26 http://www.theguardian.com/ environment/2015/may/01/amanifesto-for-a-more-sustainableworld


24

DÜNYA •

Walter Scott Cinayeti Malik Miah

Amerika’nın Güney Carolina eyaletinde bulunan Kuzey Charleston, silahsız bir siyahın beyaz bir polis memuru tarafından öldürülmesinin en yeni örneğine sahne oldu. Olay 4 Nisan’da gerçekleşti ve yerel basın kurbanı kendi ölümünden sorumlu tutan “normal” senaryoya sadık kalmayı birkaç gün boyunca sürdürdü. Polis Michael Slager, tipik bir yalana başvurarak, 50 yaşındaki Walter Scott ile itiş kakış yaşadığını ve “öldürüleceğinden korktuğunu” söyledi. Scott, stop lambası kırık olduğu için durdurulan arabasından çıkıp kaçarken arkasından birkaç kez vurulmuştu. Cinayetin ardından, beklenmedik gelişmeler yaşandı. Feidin Santana isminde bir görgü tanığı ortaya çıktı. Dominik Cumhuriyet kökenli 23 yaşında bir göçmen olan ve berberlik yapan Santana cep telefonunu çıkarmış ve polisin Scott’u kovalamasını, ateş edip vurmasını, ona kalp masajı yapmaktan kaçınmasını ve kendi Taser silahını (elektrik şoku verip bayıltan bir silah) Scott’un cesedinin yanına yerleştirmesini videoya çekmişti. Scott’a, aynı Ferguson’da Michael Brown’a ve New York’ta Eric Garner’a yapıldığı gibi, insan değilmiş gibi davranılmıştı. Video önce internette, sonra yerel ve ulusal haber bültenlerinde yayıldı. Ardından, şehrin belediye başkanı ve polis müdürü Slager’ın polislikten atılmasına ve cinayet suçuyla tutuklanmasına karar verdi. Slager’a dava açıldı. Bu yaşananların Güney Carolina polis cinayetleri için normal olduğunu düşünebilirsiniz, ama değil. “Veriler Slager’ın durumuna karşı oluşan tepkinin nadir bir istisna olduğunu gösteriyor. Güney Carolina’da Columbia’da çıkan The State

gazetesine göre 2010-2014 yılları arasında eyalette en az 209 şüpheli polis tarafından vurulmuş ve bunlardan 79’u hayatını kaybetmişti. 209 vakanın sadece üç tanesinde polis memurlarına, gücün kötüye kullanımı suçlamasıyla soruşturma açılmış ve hiç kimse hüküm giymemişti. The State tarafından toplanan verilere göre, öldürülen şüphelilerden 34’ü siyah, 41’i beyazdı (dört vakada şüphelin ırkı belirsizdi) ve vurulan tüm şüphelilerin yaklaşık yarısı siyahtı.” (8 Nisan, Mother Jones) Afrikalı Amerikalılar ABD nüfusunun yüzde 13’ten azını teşkil ediyor, ancak polis tarafından öldürülenlerin yaklaşık yarısını oluşturuyorlar. Kuzey Charleston’ın 104.000 kişilik nüfusunun yüzde 47’sini siyahlar oluşturuyorken, polislerin yüzde 80’i beyazlardan oluşuyor.

Bir göçmenin cesareti ABD vatandaşı olmayan ama kalıcı oturma iznine sahip olan Santana videoyu göstermekte tereddüt etti, çünkü kendi güvenliğinden endişe ediyordu. MSNBC ile yaptığı bir röportajda

videoyu silmeyi düşündüğünü söyledi. Santana, videoyu gösterirse polislerin intikam alacağından korktuğunu, ama daha sonra haberlerde adamın öldüğünü ve polislerin yalan söylediğini gördüğünde telefonu ailesine verdiğini açıkladı. Böylece video polise de gösterildi. Santana’nın korkuları siyahların çoğunluğunun değilse de pek çok siyahın, halkı koruyup halka hizmet ettiğini iddia eden polisler hakkındaki ortak kanısını yansıtıyor. Polisleri istilacı ve işgalci bir güç olarak görüyorlar. Ebeveynler çocuklarına polisle karşılaştıklarında beladan nasıl kaçınacaklarını küçük yaştan itibaren öğretiyor. Beyazların pek azı polislerden böylesine korkuyor; ancak çoğu silahsız siyah adamlardan ve erkek çocuklarından çekiniyor. (Afrikalı Amerikalılar ve beyazlar arasındaki bu ırksal ayrımın varlığını gösteren pek çok anket var). Polislerin ateş açtığı olayların, hükümet tarafından toplanan resmî bir kaydı yok. Silah sanayii ve silah lobileri silah

sahipliği ve ateşli silah kullanma konusunda her türlü istatistiğin toplanmasına karşı çıkıyor. Yine de 2012 yılında toplanan yerel ve ulusal verilerin bir özeti, her 28 saatte bir ortalama bir kişinin polisler, özel güvenlikler ya da kendi kafasına göre adaleti sağlayan kabadayılar tarafından öldürüldüğünü gösteriyor. Neredeyse her vakada soruşturma emniyet tarafından yerel savcılarla birlikte yürütülen kurum içi bir soruşturma oluyor. Katil polisleri suçlayabilme, işten atabilme ya da tutuklayabilme yetkisine sahip olan bağımsız inceleme kurulları yok. Soruşturma konusu olan polisler pek az zarar görüyor. Ücretli izne çıkarılıyorlar. Ana akım medya polisin öne sürdüğü hikâyenin gerçek olduğu propagandasını yapıyor, hatta kurbanları yanlış zamanda yanlış yerde olmakla suçlamaya kadar vardırıyor işi. Kuzey Charleston’daki polisin cinayetle suçlanması, yalnızca Afrikalı Amerikalılara yönelik orantısız polis şiddeti gerçekliğini açıkça gözler önüne seren


25

• DÜNYA

geçerli ve bununla doğrudan mücadele etmemiz gerekiyor.” Adalet Bakanlığı’nın Ferguson raporu kimileri tarafından polis şiddetinin kınanması olarak yorumlandı. Gerçekte bu raporu, Siyah toplumunun kaygılarına sözüm ona hak verirken, Ferguson’da gerçekten olanları örtbas etmenin bir yolu olarak görmek daha doğru olur. Rapor, 1960’lardaki isyanların ardından yazılan pek çok hükümet raporundan –özellikle açık sözlü olan ve “biri siyah, diğeri beyaz iki Amerika” tartışmasını içeren Kerner Komisyonu raporundan– daha zayıf.

bir istisna. New York Times gazetesinin editörleri (9 Nisan) yargı sistemindeki bu tutarsızlığa işaret ediyor: “Dava, New York, Cleveland ve Ferguson’da polisin siyah yurttaşları öldürmesi sonucu geçen yıl patlak veren kalkışmanın ardından, giderek daha açık hâle gelen iki sorunun altını çiziyor. İlk ve en ivedi sorun yetersizce eğitilen ve başarısızca yönetilen polis memurlarının, özellikle azınlık mensubu vatandaşlara karşı çok kez gereksizce öldürücü güç kullanması. İkincisi, polisin onları güç kullanmaya sevk eden şartlar hakkında yalan söylemesi ve adaletsiz bir şekilde yaralayıp öldürdükleri insanlara karşı işledikleri suçun yanlarına kâr kalması.”

‘Siyah Hayatlar Önemlidir’ Bu tam da ‘Siyah Hayatlar Önemlidir’ hareketinin Ferguson’daki Michael Brown cinayetinden beri savunduğu ilke. Polisler silahsız siyahların yargıcı, jürisi ve celladı konumunda. Bu yeni hareket basında hak ettiği ölçüde geniş yer bulamıyor, çünkü liberal eleştirmenler hareketin liderlerinden seçim politikalarına yoğunlaşmalarını istiyor. Bu, toplumsal değişim hareketlerini rayından çıkarmayı amaçlayan çok eski bir

tartışma. Gerçekte ise, hukukta ya da politikada gerçekleşen her büyük sosyal değişim grevlerin, mücadelelerin ve kitlesel gösterilerin doğrudan bir yan ürünü.

taktirde Siyahların göstereceği tepkiden kaygılanmasına yol açtı. Doğal olarak, video kanıtının olmadığı durumlarda, böyle bir kaygı da olmuyor.

Yeni eylemciler, mesajlarının yayılmasında ve esaslı bir değişim yaratmak için bir taban hareketini inşa etmekte sosyal medyanın çok önemli olduğunu biliyor. Ferguson, New York ve sayısız başka şehirde polisler kovuşturmaya uğramadan şiddet uygulamayı sürdürüyor olsa da, hareket yayılmaya devam ediyor.

Santana örneği, Siyahların ve diğerlerinin polis şiddetine karşı temel mücadele araçlarından birinin halkın tepkisi olduğunu bildiğini gösteriyor. Videoların, kamusal gösterilerin ve kitlesel eylemlerin kullanımı adaleti biraz olsun sağlayan şey oluyor.

‘Siyah Hayatlar Önemlidir’ hareketi, diğer ezilen ve ayrımcılığa uğrayanların mücadelelerini de etkiliyor. Kuzey Carolina’da üç genç Müslüman’ın öldürülmesinin ardından aileler bunu bir nefret suçu olarak nitelendirdi ve ‘Müslüman Hayatlar Önemlidir’ hareketini başlattı. Müslümanlar, Afrikalı Amerikalılar gibi beyazlara ve beyaz Hristiyanlara hukuk tarafından, FBI tarafından, Ulusal Güvenlik tarafından farklı davranıldığını biliyor. Güney Carolina’nın uzun ırkçılık ve kölecilik tarihi, eyalet meclisi binasında sergilenen Konfederasyon bayrağı ve Afrikalı Amerikalılara karşı sergilenen açık ayrımcılık, pek çok beyazın da katil/polis tutuklanmadığı

Sistematik ve kurumsal ırkçılık California’da Oakland’da 9 Nisan’da yapılan bir toplantıda Eric Garner’ın kızı Erica Garner ve Irk Önemlidir kitabının yazarı Cornell West, Güney Carolina’daki cinayetin sürpriz olmadığını söyledi. Erica Garner polisin tutuklanmasına gönderme yaptı: “Bir kişi için adalet herkes için adalet anlamına gelmez… Eğer o polis gerçekten cezasını bulursa bu gerçekten de bir şeyler oluyor anlamına gelir. Ama bu değişimi sürdürmeleri ve babamın dosyasını tekrar ele almaları gerek. Bu toplumda Siyah hayatlar o kadar düşük öncelikli ki, insanlar siyahları köpekler gibi öldürebileceklerini ve sonra eve gidip çay içebileceklerini düşünüyor. Beyaz üstünlüğü ABD’de hâlâ

Raporun başsavcı Holder tarafından yazılan özetinde vurgulanan temel nokta kanıtların, polis Wilson’u Michael Brown’u öldürme suçundan mahkûm etmek için yetersiz olduğuydu. Adalet Bakanlığı, Wilson’un ve polisin “meşru müdafaa” iddiasını kabul ediyor. Başsavcı Holder, ikinci olarak, Afrikalı Amerikalıların orantısız güçle karşılaştığını vurguluyor. Holder bunu “başarısız polislik” olarak nitelendiriyor, polisin bilinçli ve bilinçsiz olarak ırkçı önyargılara sahip olduğunu kabul ediyor, göstericiler tarafından ifade edilen haksızlıkları bir kez daha itiraf ediyor. Ancak burada asıl mevzu sistematik ve kurumsal ırkçılık. Irkçılığın ve ulusal baskının tarihsel kökeni sınıfsal ve ırksal temelde ayrımlar üreten kapitalist sistem. Siyahlara karşı ırkçı ayrımcılığın kökeninde yatan neden tanınmalı, anlaşılmalı ve buna karşı harekete geçilmeli. Siyah bir başkanın, bir başsavcının ve üst düzey devlet görevlerinde bulunan diğer Afrikalı Amerikalıların varlığı Cornell West’in belirttiği gibi sembolik bir önem taşıyor, evet, ama bu durum yüzyıllardır süren ırk ayrımcılığının üstesinden gelmek için neler yapmak gerektiğini gözden kaçırmamıza neden olmamalı. Çeviren Onur Devrim Üçbaş


26

DÜNYA •

Çin’de istikrarsızlık ve kriz Jane Hardy Uluslararası Para Fonu’na göre ABD küresel ekonominin zirvesindeki yerini kaybediyor ve yerine Çin geçiyor. Çin’in son yirmi yıldaki çarpıcı büyüme oranları da, bir dizi malın küresel üretiminin büyük kısmını gerçekleştiriliyor olduğu da yadsınamaz. Bu hızlı büyüme, kentleşme hızından ve çok kısa süre içinde büyüyen fütürist görünümlü şehirlerden de açıkça görülüyor. Ancak, Çin’in ekonomik başarılarına dair açıklamalar, bu ekonomide ortaya çıkan sorun ve istikrarsızlıkları ve uygulanan düşük ücret modelinin nasıl sık sık işçilerin mücadelesi ile karşı karşıya kaldığını hesaba katmıyor. Çin’in hızlı büyümesindeki en önemli unsur yatırım seviyesinin benzersiz yüksekliği. Çin’de millî hasılanın yatırıma ayrılan oranı diğer gelişmekte olan ülke ekonomilerden önemli ölçüde daha

yüksek ve zengin G7 ülkelerinin ortalamasının iki katı. Bu muazzam yatırım oranını mümkün kılan ise, düşük ücrete çalışan işçilerin sömürülmesi ve 1945’ten sonra hızla sanayileşen bütün Asya ekonomilerinde olduğu gibi, Çin’de de köylülerin ve işçilerin yüksek oranlarda tasarruf etmesi oldu. Dünya Bankası’na göre, 2000 ile 2013 arasında Çin’in yatırımlarının yıllık büyüme hızı ortalama yüzde 12,2 iken, kişisel tüketimin büyüme hızı sadece ortalama yüzde 7,3 oldu. Diğer bir deyişle, tüketim üretileni emecek kadar hızlı artmadı ve Çin ekonomisi ihracata bel bağlamak zorunda kaldı. Bu durum, 2008 krizinin hemen ardından sorunlara yol açtı, çünkü kriz ABD ve Avrupa’da talep düzeyini düşürdü. Çin hükümeti tarafından 2008’de ileri sürülen ve 570 milyar dolar değerinde olduğu tahmin edilen ekonomiyi

canlandırma paketi, tüketim ile üretim arasındaki dengesizliği daha da artırdı. Bu kurtarma paketinin sadece yüzde 20’si sosyal harcamalara gitti. Büyük kısmı ise, zaten kapasite fazlası nedeniyle sorun yaşayan çelik ve beton gibi sektörlere yapılan yatırımlara ve dünyanın en hızlı treninin ray sisteminin yapımına harcandı. Altyapı patlaması ve kredilerin devasa boyutlara ulaşması Çin ekonomisini, krizin hemen ardından ihracatın çöküşünden kurtardı, fakat Çin tarzı bir kredi krizinin (Batı’daki 2008 krizinde olduğu gibi, geri ödeme gücü zayıf, kredi geçmişi olumsuz olan kimselere verilen kredi nedeniyle oluşan kriz) zeminini hazırladı. Yerel yönetimlerin biriken büyük borçları ve informel piyasaların hızla büyümesi gerçek ekonomiyi tehdit eder hâle geldi. 2008 krizinin ardından, hükümetin daha

fazla borç almaları yönündeki uyarıları üzerine, yerel yönetimler devasa altyapı projelerine başlamak için benzeri görülmemiş miktarda borçlandı. Benzer şekilde, kamu kuruluşlarına düşük faizli kredi verildi. Şirketlere ve yerel yönetimlere verilen ucuz krediler aşırı yatırımı artırarak riski bütün ekonomiye yaydı. Bir diğer istikrarsızlık kaynağı, tefecilerin başka türlü para bulamayacak kişi ve şirketlere kredi vermesiyle informel finans sektörünün (“gölge bankacılık”) büyümesi oldu. Daha sonra bu borçlar, mevcut ekonomik krizin ilk aşamasına yol açan “toksik” teminata dayalı borçlara benzeyen yatırım paketleri şeklinde “bölündü ve parçalandı”. Credit Suisse, informel borçlanmanın hızla artmasını, Çin ekonomisi için yerel yönetimlerin biriken borçlarından bile daha büyük bir risk oluşturan bir “saatli bomba” olarak tanımlıyor. Bunlar,


27

• DÜNYA şiddetli istikrarsızlıkla karşı karşıya olan bir ekonominin işaretleri. Çin başbakanı Wen Jiabao, daha 2007’de Halkların Kongresi’ne ekonominin “istikrarsız, dengesiz, plansız ve nihaî olarak sürdürülemez” olduğunu söyledi. Çin egemen sınıfının yatırım düzeyinin sürdürülemez olduğuna dair korkularını yansıtan 12. Beş Yıllık Plan (2011-15), izlenen yolda ve ekonomik büyümenin yapısında, büyümenin yavaşlatılmasını ve ağırlığı yatırımdan tüketime kaydırarak dengenin yeniden kurulmasını içeren keskin bir değişiklik yapılmasını önerdi. Ancak, son yıllarda kısmen işçilerin mücadelesinin sonucunda ücretlerde bir miktar artış olsa da, ücretlerde büyük bir artış egemen sınıf açısından büyük zorluklara yol açabilir. İhracatın toplam üretime oranı 2006’da yüzde 39,1 iken bu oran 2013’de 26,1’e düştü, ancak Çin’in büyüme modeli, ağırlıklı olarak ABD ve Avrupa’ya yapılan ihracata dayanmaya devam ediyor. Çin’de üretkenlik gelişmiş kapitalist ülkelerden ve diğer Doğu Asya ekonomilerinden çok daha düşük olduğu için, ülkenin uluslararası rekabeti sürdürebilmesi ücretlerin düşük düzeyde kalmasını gerektiriyor. Çin’in güneydoğusunda bulunan Guangdong gibi bazı bölgelerin artık rekabet edebilir durumda olmadığı düşünülüyor. Çin sermayesi, küresel ekonomi ile her zamankinden daha fazla entegre oldukça, rekabet edebilirlik Çin egemen sınıfı için giderek büyüyen bir sorun haline geliyor. Küresel sisteme bağımlılığı arttıkça, ülkenin yükselişinin jeopolitik yönleri de giderek daha önemli hâle geliyor. Çin’in asıl uzun vadeli amacı, ekonomik gücünü, askerî nüfuzunu ve diplomatik etkisini artırmak. Çin ve Hindistan bir dizi anlaşma imzaladı. Bunların arasında 2005’te imzalanan “barış ve refah için stratejik ve işbirliğine dayalı ortaklık” anlaşması da bulunuyor. Ayrıca Çin, Hindistan’ın en

büyük rakibi Pakistan ile yakın müttefik. Pakistan’a savaş uçağı, savaş gemileri, helikopterler, tanklar, erken uyarı sistemleri ve füzeler satıyor. Çin, geçtiğimiz on yılda askerî harcamalarını yılda yaklaşık yüzde 15 artırdı. Çin’in yüksek teknolojili silahlara ve askerî teknolojiye yönelmesi, ileri uydu iletişimlerine ve deniz gözetleme sistemlerine, siber savaş kabiliyetlerine ve gelişmiş füzelerine yansıdı. Askerî gücüne ve özellikle donanmaya verdiği önem, Çin’in büyüyen ticarî çıkarları ve dış ticaretinin yüzde 90’ının deniz yollarına bağımlı olmasını yansıtıyor. Özellikle enerji ithalatı çok kırılgan: Çin şu anda tükettiği petrolün yarısını ithal ediyor ve ABD tahminlerine göre bu miktar 2030 yılına kadar büyük olasılıkla dörtte üçe çıkacak. Ulusal egemen sınıflar arasındaki rekabet, kaçınılmaz bir savaş hazırlığı mantığını üretiyor. Ayrıca, hem insan ihtiyaçlarını karşılayan kaynakları azaltan hem de bugüne kadarki en tehlikeli silahlı çatışma olasılığını içeren bir jeopolitik gerilime yol açıyor. Dolayısıyla Çin’in ABD ve müttefiklerinin kuşatmasından kurtulma çabası, Çin’in yükselişiyle ilgili korkuyu ve Çin’i muhasara altına alma çabalarını tetikliyor. Bu da, kaçınılmaz olarak, Çin’in jeopolitik konumunu güçlendirme çabalarıyla karşılık buluyor. Kuzey Kore’den Güney Kore’ye, Doğu ve Güney Çin Denizleri boyunca bütün bölgede gerilim ve askerî efelenme giderek artıyor. Çin’in “Denizaşırı Gitme” (Zouququ) politikasının izleri 1999’da görülmeye başlar. Bu politika, asıl olarak, devasa büyüme makinesini beslemek amacıyla Afrika ve Brezilya’daki hammaddelere erişimle ilgili. Buna, inşaat ve mühendislik projeleri yoluyla Çin’in nüfuzunu bu bölgelerde kullanmasını sağlayan, önemli malî ve politik kaynaklar yoluyla desteklenen yumuşak diplomasi de eşlik etti. Fakat daha yakın zamanda Çin, Avrupa’ya da girmeye başladı: 2010’da Avrupa’ya yaptığı doğrudan yatırım 6,1

milyar Euro iken, 2012’de bu rakam dört kat artarak 27 milyar Euro’ya ulaştı. Balkanlar, Orta ve Doğu Avrupa, Avrupa Birliği’nin çekirdek kapitalist ülkelerine “sıçrama tahtası” olarak kullanılıyor. 2007-2008 krizinin yol açtığı hasar, zayıf altyapı, özelleştirme ve kamu harcamalarında yapılan kesintiler bu ülkelerde Çin için yeni fırsatlar yarattı. Çin’in Orta ve Doğu Avrupa ve Balkanlar’da giderek güçlü bir oyuncu olması, Çin Dışişleri Bakanlığı ile aslen Avrupa içindeki ya da sınırındaki postkomünist ülkeler arasında 2012 yılında imzalanan bir anlaşmayla resmiyet kazandı. Anlaşma, 10 milyar dolarlık bir kredi içeriyor, bir yatırım işbirliği fonu kurulmasını öngörüyor ve ticareti artırmayı hedefliyor. Ayrıca, 2009’daki Çin-Sırbistan Ortaklığı gibi, Çin ile tek tek hükümetler arasında imzalanan bir dizi anlaşma ile destekleniyor. Macaristan’da sağcı Fidesz partili Başbakan Orbán, Doğu’nun önemini vurguluyor ve “Macaristan’ın gemisi Batı sularında yüzse de, rüzgâr Doğu’dan esiyor” diyor. Çin’in bu çabalarıyla amacı, Avrupa’nın çekirdek ekonomilerine girmek, uluslararası değer zincirinde daha üst noktalara yükselmek ve altyapı için kârlı pazarlara erişim sağlamak. Şu anda Yunanistan’ın Pire limanındaki MSR terminalinin kısmî sahibi, Çinli bir kamu kuruluşu

olan COSCO ve bu terminal Çin mallarının Avrupa’ya ana giriş noktasını oluşturuyor. İthalat mallarının rekabet gücünü korumak, Çin’de artan maliyetleri dengelemek için taşıma masraflarını azaltmayı gerektiriyor. Çin’in ihracat malları Süveyş yoluyla doğrudan Yunanistan’a ulaşabiliyor ve oradan trenle alınarak Balkanlar’la Doğu Avrupa ülkelerinden geçiyor ve Avrupa’nın kalbine ulaşıyor. Böylece taşıma süresi, kabaca, 30 günden 20 güne inmiş oluyor. Kasım 2013’te Çin, Sırbistan ve Macaristan, Belgrad’ı Budapeşte’ye bağlayacak ve böylece Çin’in ihracat mallarının Yunanistan limanlarından Avrupa pazarlarına ulaşmasını kolaylaştıracak Macaristan-Sırbistan Yüksek Hızlı Demiryolu’nu yapmak üzere bir Mutabakat Anlaşması imzaladı. Demiryolu inşaatına bu yıl başlanması planlanıyor. Bu inşaat Çin’in ithalat-ihracat bankasından alınan kredi ile finanse edilecek ve bir kamu kuruluşu olan China Railway and Bridge Company tarafından yapılacak. Bu, Çin devletinin yeni hedeflerini gösteriyor. Fakat, Çin’in Avrupa’daki yatırımları hızla büyüse de oransal olarak hâlâ çok küçük – yani Çin’in Avrupa’yı ele geçirmesi değil tanık olduğumuz.

Zengin ve yoksul Çin’in hızlı büyümesi milyonlarca insanı yoksulluğun en aşırı biçimlerinden kurtarıyor,


28

ancak yaygın yolsuzluk, zengin ve yoksul arasındaki refah farkının giderek büyümesi, toprak gaspları ve kendisini zenginleştirenlerin gösteriş amaçlı tüketimleri büyük bir kızgınlığa ve öfke patlamasına yol açıyor. Ayrıca şehirlerde yaşayanlarla kırsal kesimde yaşayanlar ve sahil bölgelerinde yaşayanlarla ülkenin iç kesimlerinde yaşayanlar arasında da büyük bir eşitsizlik var. Güney Çin’deki ulusötesi şirketlerde 2010’da bir grev dalgası patlak verdi ve işçiler önemli ücret artışları kazandı. Ertesi yıl toplumsal mücadelelerin kaynağı göçmen işçilerdi. Büyük ayaklanmalar, aşırı sömürülen bu işçilerin öfkesini yansıtıyordu. Çin’in güneyindeki en önemli yer olan ve ihracatının kabaca üçte birini gerçekleştiren Guangdong, büyük ve şiddetli protestolarla sarsıldı. Üç gün süren ayaklanmaların ve sürekli sokak çatışmalarının yaşandığı Zengcheng gibi yerlerde de mücadeleler oldu. Yaklaşık 10.000 kişi karakollara saldırdı, polis araçlarını yaktı ve devirdi. Protestolarıu kontrol altına almak için 6.000 polis kullanıldı. Son 30 yılda ekonomide yaşanan devasa büyümenin arkasında, hızlı şehirleşme ve kırsal bölgelerden gelen neredeyse sonsuz

GÜNCEL •

sayıda ucuz göçmen yatıyor. OECD, 2011 yılında fabrikalarda, inşaatlarda ve restoranlarda çalışmak için resmî ve gayrıresmî göç yoluyla 200 milyon kişinin kentlere geldiğini belirtiyor. Bunun yan etkilerinden biri de temel sosyal hizmetlere erişimden yoksun ve yapımına yardımcı oldukları şehirlerde hemen hemen hiçbir hakkı bulunmayan devasa bir insan grubunun ortaya çıkması oldu. Tehlikeli hukou 1 yerleşim yeri modeli, şehirli ve kırsal kesimden gelen işçileri sadece coğrafî olarak değil, siyasî haklara erişim ve sağlık, eğitim, barınma ve sosyal güvenlik hakları açısından da birbirinden ayırıyor. Bu da, büyük şehirlerde ikamet izni olmadan yaşayan göçmen işçilerin yasadışı göçmenlerle aynı statüye sahip olmaları ve aynı suistimale ve sömürüye maruz kalmaları anlamına geliyor. İşçilerin 2010 ve 2013 arasında gerçekleştirdikleri protestolar kısmen, en azından bazı bölgelerde, Çin’in düşük ücretlerden kaynaklı maliyet avantajını kaybetmesinin sonucunda gerçekleşti. Fabrika işçilerinin ücretlerinin 2010 ile 2013 arasında yüzde 50 civarında artmasıyla giyim eşyası, ayakkabı ve oyuncak

gibi düşük maliyetli emek yoğunluklu sektörler, ülke içinde daha ucuz yerler aramaya başladı veya Bangladeş ve Kamboçya gibi daha küçük ve daha ucuz ülkelere taşındı. Ülke çapında 2011-2013 yıllarında 1.171 grev ve protesto gerçekleştiği tahmin ediliyor. Bu grev ve protestoların çoğu, sanayi merkezi olan Guandong’da gerçekleşti ve temel talepler işsizlik parası, ödenmemiş ücretlerin ödenmesi ve ücret artışıydı. Fabrikaların dışında da grevler oldu. Aynı dönemde ulaşım işçileri 306, öğretmenler 69 grev ve protesto gerçekleştirdi. Ayrıca Guangzhou içinde ve çevresindeki hıfzısıha işçileri, yerel yönetimi, ücretleri ve koşulları iyileştirmek zorunda bırakan bir dizi grev yaptı. China Labour Bulletin’e göre, “İşçiler yoksul, sömürülen bireyler olma imajından kurtuluyor ve aktif, dinamik ve kendisi için eylem yapma yeteneğine sahip birleşik bir grup olarak ortaya çıkıyorlar.” Çin, küresel ekonominin performansı açısından hayatî bir öneme sahip. Bir durgunluk, Çin’e yapılan ihracatı etkileyebilir. Bu da Almanya gibi Çin’e sanayi üretimi için gerekli makine takım tezgâhlarını satan ve Avustralya gibi Çin’in büyüme

makinesini besleyen hammaddeleri ona sağlayan ülkeleri etkileyebilir. Çin’den ihraç edilen malların fiyatları düşüyor ve eğer bu eğilim devam ederse, beraberindeki diğer tehlikelerle birlikte, Euro bölgesindeki deflasyonu da artırabilir. Bu arada, Çin işçi sınıfının giderek artan kendine güveni ve sık sık ortaya çıkan öfke patlamaları Çin egemen sınıfını zor durumda bırakmaya devam ediyor. Çeviren: Arife Köse

1 Hukou sistemi: Çin’de kişilerin belli istisnalar dışında aile kütüğünün bulunduğu bölgede yaşamaları esastır; bu sistem hukou adı verilen aile kimlik kitapçıkları üzerinden yürütülür. Hukou sistemine kayıtlı olmamak, sağlık, eğitim ve konut gibi devletin sağladığı sosyal hizmetlerden yoksun kalmak demek. Kırsal bölgelerde yaşadıkları yerleri terkedip şehirlere çalışmaya gelen ve bu sisteme kayıtlı olmayan göçmen emekçiler, örneğin fabrikaların sağladığı kötü koşullardaki koğuşlarda kalmaya, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun olmaya ve daha düşük ücretlerle yaşamaya itiliyor. Emekçiler, kentlerde hukou sistemine kayıt olabilmek için karaborsada yıllık gelirlerine eşit miktarlarda paralar ödemek zorunda kalıyor. (Ç. N.)


• AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ

29

“DEVLET VERDİĞİ ZARARI TAZMİN ETMELİ” Toros Alcan ile söyleşi Hrant Dink, eşi Rakel’in ve kendisinin yetiştiği Tuzla Çocuk Kampı’nı ‘Atlantis Uygarlığı’ olarak tanımlamıştı. Çünkü kamp çocukların el emeği göz nurunun ürünüydü. Çok zaman Hrant Dink’le birlikte anılan Tuzla Ermeni Yetimhanesi, daha popüler adıyla Kamp Armen, bugün bir başka vesileyle gündemde. 6 Mayıs sabahı iş makineleri kampın bulunduğu araziye girerek yetimhane binasını yıkmaya başladı. Yıkım başlar başlamaz onlarca insan yetimhaneye giderek yıkımı durdurdu. Çadırlar kuruldu, nöbet başladı. Binanın sahibi Fatih Ulusoy yetimhaneyi asıl sahibi olan Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’na bağışlayacağını söyledi, ancak AltÜst’ün yayına hazırlandığı günlerde tapu hâlâ iade edilmemişti. Kamp Armen’den yola çıkarak vakıf malları sorununu Vakıflar Genel Meclisi’nde azınlık vakıflarını temsil eden Toros Alcan ile konuştuk. l Arife Köse:Bu yılın başından beri Vakıflar Genel Meclisi’nde azınlık vakıflarını temsil ediyorsunuz. Aynı zamanda Ermeni cemaatindensiniz. Görevinizin vakıflar kısmına geçmeden önce azınlıklardan başlayalım isterseniz. Azınlık bir niceliği ifade ediyor. Osmanlı’dan bu yana bu niceliğin izini sürdüğümüzde nasıl bir manzara ile karşı karşıyayız? Toros Alcan: 1915’i bir dönüm noktası olarak düşünürsek tabii ki 1915 sonrasında azınlıkların sayısında büyük bir azalma yaşanıyor. Bunun tek nedeni ölümler değil. Göç, mübadele gibi birçok olay var. Osmanlı’da Ermeniler ve Rumlar en büyük sayıyı temsil ediyordu ve onlar 1915’de yaşananlarla ve 1922’deki mübadeleyle çoğunluğu kaybettiler. Cumhuriyetin ilk nüfus sayımında sorulan sorular arasında konuşulan dil de var. O rakamlara bakarsak, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bile 70 bin civarında Ermeni olduğunu görürüz. Aynı dönemde Türkiye’nin nüfusu 12

milyon. Sonuçta bu topraklarda yaşayan herkes aynı demografik özelliklere sahip. Aynı bölgede yaşayan insanlar ister Türk, ister Ermeni, ister Rum, ister Kürt olsun hemen hemen aynı sayıda çocuk sahibi oluyor. Peki nasıl oluyor da Türkiye 12 milyondan yaklaşık 80 milyona çıkarken bunların içinde Türk olmayanların sayısı azalıyor? Mesela Suriye’ye göç eden Ermenilerin sayısı orada 250 bine çıkıyor ama Türkiye’de bir türlü artmıyor. Altmış binden başlayarak hesaplasak bile şu anda en azından 400 bin gayrımüslim olması gerekir. Ama yok. Bu nasıl oluyor? Şimdi herkes Osmanlı dönemini suçluyor, ama sonrasında da çok hayra alamet şeyler yok. Haydi Osmanlı zamanını tarihçilere bırakıp Cumhuriyet dönemine bakalım. Sonuçta çok daha yakın bir tarih. Bu insanlara gerçek bir vatandaş gibi yaşama olanağı sağlansaydı, niye gitsinler? O zaman Ermenilerin gideceği bir ülke de yok. Musevilerin İsrail’e, Rumların Yunanistan’a gittiği söyleniyor.

Bunun da ne kadar gerçekçi bir açıklama olduğu tartışılır. Yani demek ki burada tekrar kök salacak, yaralarını iyileştirecek bir ortam bulamamışlar Cumhuriyet döneminde. Bunun da zaten Varlık Vergisi’nden tutun Hrant Dink’in öldürülmesine kadar çok sembolik günleri var. l Bir korku, sürekli şüpheli bir bakış var değil mi azınlıklara karşı? Ama bunun maddî bir gerekçesi yok. Bakıyorum kanıtlara, 200 bin kişilik bir azınlık topluluğu var. Kentlerden bile çok uzak yerlerde yaşıyorlar. Bunların devlete zarar verecek teknik koşulları yok. Sınır köylerinde tabii ki Rusya’ya filan geçenler olmuştur. Ama Çerkes Ethem de Yunanistan’a katıldı. Çerkesleri kestik mi? Bunların hepsi Osmanlı tebâsı insanlar. Konya’daki bir Ermeni nasıl Ruslarla işbirliği yapar? “Ermeniler toplu bir ayaklanma planlıyordu” diyorlar. Bu nasıl bir ayaklanma planıdır ki bu insanlar onca silaha sahip olmasına rağmen

1915’de yapılanlara direnemediler? Velev ki bunlar doğru olsun, devletin ayaklanmayı bastırıp sivil halkı koruması gerekmez miydi? Rumlar, Ermeniler, Museviler bütün Anadolu’ya yayılmış topluluklar. Yani kendisini Osmanlı olarak görüyor. Tek bir yerde toplanmayı düşünmüyor. Yunanistan kurulduğunda Rumlar burada yaşamaya devam ediyor. l Siz göreviniz itibariyle mülkler üzerinden de bu anlattıklarınızın izini sürebiliyorsunuzdur muhtemelen, değil mi? Bu işi mülke indirgemek çok doğru değil aslında. Benim buradaki görevim bütün azınlıkları vakıflar üzerinden Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde temsil etmek. Azınlıkların başka bir tüzel kişiliği yok. Vakıfları var ve onlarla temsil ediliyorlar, onların üzerinden yönetiliyorlar. Bir de dinî önderlikleri var. Onların da tüzel kişiliği yok. Başka hiçbir kurulları yok. Aslında 1970’lere kadar Lozan’dan gelen cismanî meclisleri var, sivil yöneticileri


30

AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ •

var. Bunların hepsi 1970 darbesinden sonra lağvedildi.

1936 Beyannamesi’nde yoksa Hazine’ye devredilmiş. Yani 1936 Beyannamesi aslında Cumhuriyet döneminde devletin bu konuda bulduğu bir çözüm. Sadece Azınlık Vakıfları da yok ki. Osmanlı’da padişahın ailesinden tutun da binlerce sivilden kalan vakıf var. Şu anda bile 40 bine yakın vakıf var. Mülhak Vakıflar var, yani hâlâ torunları devam eden. Sokullu Mehmet Paşa Vakfı yaşıyor mesela. Padişaha ait bütün vakıflar devletleştiriliyor. Azınlık Vakıfları’nın kalanları kendilerini beyan etmişler. Ama hepsi değil tabii ki. Hepsi kendisini kaydettirmemiş. Dolayısıyla 1936 Beyannamesi o kadar da kötü bir şey değil. Ama bunun altında fişleme gibi bir amaç da olabilir tabii ki. Varlık Vergisi’nde yaptıkları buydu mesela. Bugünkü mülklerin iadesi ise farklı bir konu. Özellikle yurtdışındakiler zannediyor ki Osmanlı döneminden kalan bütün mülkler iade ediliyor. Bugün söz konusu olan 5337 sayılı kanunun 11. Maddesi sadece 1936 beyannamesinden 1970’e kadar olan dönemi kapsıyor.

l Bunlar resmen yetkili meclisler mi? Türkiye’nin ilk anayasalarında azınlıkların durumlarını düzenleyen nizamnameler var. Bildiğiniz gibi Osmanlı’da millet sistemi var. Yani Ermeni milleti var ve başında Patrik var. Cemaat lafı aslında yeni bir kavram, o zaman millet diye kullanılıyor. Üniter devlet değil çünkü Osmanlı. Ermeni milleti, Rum milleti var. Hepsi Osmanlı tebâsı. Bu milletlerin kendi iç hukuk sistemleri var. Evlenme boşanma da dâhil olmak üzere kendi yaşamlarını kendileri organize ediyorlar. Halk bir meclis seçiyor. Bütün kararları onlar alıyor. Yani okulları kim yönetecek, hangi vakıflar kurulacak; bunların hepsi bu meclislerde milletlerin kendileri tarafından kararlaştırılıyor. Kendi nizamnameleri var. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu nizamnamelerin ve vakıfların Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılması devletin karşısına bir sorun olarak geliyor. İşte o noktada 1936 Beyannamesi karşımıza çıkıyor. Herkes 1936 Beyannamesi’ne çok kızıyor, ama aslında o kadar da kötü bir şey değil. Elli bine yakın vakıf var. Siz onları şer’i hukuktan ve milletler hukukundan laik ve üniter devlet hukukuna adapte etmeye çalışıyorsunuz. Vakıflar Genel Müdürlüğü 1925’te kuruldu, 1936’ya kadar ne yapacaklarını bilemediler. l Ama ondan önce 1912 beyannamesi var ve ikisi birbirinden farklı, bildiğim kadarıyla: 1912 Beyannamesi’nde beyan edilen birçok azınlık mülkü 1936 Beyannamesi’nde beyan edilmiyor. Doğru. Yok olan binlerce vakıf var zaten o zamana kadar. Anadolu’da sırf Ermenilerin iki bine yakın kilisesi var. Rumların da en az o kadar vardır. Musevilerin, Keldanilerin, Süryanilerin çok sayıda ibadet yeri var. Bunların çoğu Emval-i Metruke’den kaybetmiş zaten. “Gelin malınızın başına geçin” diyorsunuz.

Makruhyan İlköğretim Okulu, Beşiktaş 1990 Kimse yok ki gelsin. Onların hepsi Hazine’ye kalmış zaten. Yani 1912’de olanların 1936’da olmamasının asıl sebeplerinden biri de bu malların sahiplerinin artık yok olmuş olması. 1900’lerin başında sadece Ermenilerin iki bin kilisesi varken Anadolu’da şu anda on tane kilise var Osmanlı’dan kalma. Her vakfın bir Osmanlı padişahının fermanıyla açılma zorunluluğu var. Bu ferman o vakfın kapısında asılıdır. 1936’da demişler ki “siz bu malları beyan edin, biz bunları tescil edelim, sonra da tapuda sizin üzerinize yazalım”. Çünkü o zaman tapu kayıtları farklı. Osmanlı’da bütün mülkler padişahın zaten. Bu en azından kalan vakıflar için iyi olmuş. l 1936’da beyan edilen malların sayısının az olmasının nedeninin devletin bu mallara el koyma korkusu olduğunu söyleyenler de

var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tabii böyle bir korku var. Ama sen bunu bildirmesen de alırdı zaten. Nitekim öyle de oldu. 1936 Beyannamesi böylece bir çeşit ‘vakıflar tescil belgesi’ olmuş. Ama sorun buradan kaynaklanmıyor. 1912 ile 1936 arası tapuda sahibi açık kalan yerler olmuş. Öyle kiliseler var ki, tapuda “Sahibi” kısmında “Meryem oğlu İsa” yazıyor. Elimizde bunlar. Tapuda “Azizler” adına kayıtlı kiliseler var. l Ne oluyor onlara? Osmanlı zamanında öyle kaydedilmiş. Çünkü kilise bir insanın olamaz. Bir kurum da yok. Vakıf diye bir kavram yok. Padişah fermanı ile yapmak zorundasın. Gecekondu yapar gibi kilise yapamazsın. Yani o günkü mantıkta öyle bir tapu algısı yok. Öyle yerler hep açık kalmış. Eğer

l Ama bu sorun değil mi? Yani 1936 Beyannamesi’nde bu mülklerin hepsinin beyan edilmediği ortada. Bununla sınırlamak sorun tabi. 1936 Beyannamesi yeni vakıf kurmayı da yasaklıyor. Bunun değişmesi lazım. l Örgütlenme hakkınızı elinizden alıyor yani. Tabii. İnsan haklarına aykırı. Ne istersem kurarım. Ama o bana “Sen sivil vakıf kur, cemaat vakfı kuramazsın” diyor. Bence bunun altında da yine devletin kendisini azınlıklardan koruma güdüsü yatıyor. “Biz bu azınlıklardan çok çektik, daha fazla vakıf kurmasınlar artık” mantığı yatıyor. Bunu biliyoruz zaten. 1936’da demişler ki, siz artık hükmî şahsiyet oldunuz. Hükmî şahsiyet ne demek? Yani artık siz seçim yapabilirsiniz, yöneticilerinizi kendiniz seçebilirsiniz, mallarınızın üzerinde tasarrufta bulunabilirsiniz. Akarlarınız var, onları kiraya verebilirsiniz.


• AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ

31

Kamp Armen

İsterseniz mallarınızı Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden izin almak koşuluyla satabilirsiniz. Ama bu şart sadece azınlık vakıfları için değil bütün vakıflar için geçerli. Akarınızı, yani kiliseyi finanse etmekte kullandığınız yerleri ne isterseniz yapabilirsiniz. 1936’dan 1970’e kadar böyle devam etmiş. Tabii bu arada bu vakıflar mal almışlar, mal satmışlar. Ama 1970’te Yargıtay’ın 2. Hukuk Dairesi demiş ki, “aslında bu vakıflar mal alamaz. Devlet bugüne kadar yanlış yapmış”. l Neden böyle bir karar almış? İki nedeni var; birincisi askerî darbe, ikincisi Kıbrıs olayları. Asıl etkili olan Kıbrıs meselesi. Böylece Türkiye’nin en üst hukuk mahkemesi tamamen hukuksuz bir karar vermiş. “Bugüne kadar bunlar mal alamazdı, siz yanlış yorumlamışsınız” demiş. Nasıl yani? Kırk sene yanlış yorumlanabilir mi? Asıl sorun bu işte. Hatta daha ağır yorumlar da var o karara dayanan. “Bunlar yabancıdır”

diyor. Hayır, biz yabancı değiliz. Bu insanlar Cumhuriyet’ten önce Osmanlı’nın tebaasıydı, Cumhuriyet’ten sonra ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldular. Sen bu vakıfların hepsini onaylamışsın. Aldığı, sattığı malların kayıtları tapuya yapılmış. Ben sabah kalkıp kendi kendime mal alıp satmamışım ki. Ama Yargıtay kalktı, “biz bunu yanlışlıkla böyle yorumlamışız, siz aslında mal alıp satamazmışsınız. 36’dan 70’e kadar alınan satılan bütün mallar iptaldir” dedi. Asıl sorun bu işte. Yeni kanunun 11. Maddesi bu hukuksuzluğu ortadan kaldırmak için yazıldı. l Bu karar nasıl uygulandı? Kamp Armen bu karardan nasıl etkilendi? O içtihada göre Vakıflar Genel Müdürlüğü bütün tapulara iptal davası açtı. Gelelim Tuzla’ya, Kamp Armen’e. Gedikpaşa Protestan Ermeni Kilisesi Vakfı gidiyor parasıyla, iznini de alarak, yetimhanenin olduğu araziyi satın alıyor. Parasını vererek alıyor

yani. Tapuda ‘Gedikpaşa Protestan Ermeni Kilisesi Vakfı’na aittir’ diye kaydediliyor. Üstüne inşaat izni alıyorlar. Çocuklar gidiyor oraya, kalıyorlar, piknik yapıyorlar, denize giriyorlar. Sonra 1970’te Yargıtay kararı çıkınca Vakıflar Genel Müdürlüğü “aslında sen bu araziyi alamazmışsın” diyor. Parasını verip aldığı mal için söylüyor bunu! Bir de vakıflara yapılan bağışlar var. Onları da iptal ediyor. Yani “bunlar gayrimenkul edinemez, 1936’da ne varsa onunla ölecek, bir daha mal alamaz” diyor. Bunu da şöyle temellendiriyor; hani 1936’dan sonra bir daha vakıf kurmayı yasaklıyor ya, vakıf kuramazsa mal da alamaz diyor. Bu kararı koca koca apoletli hakimler imzaladı. Ahmet Necdet Sezer dahi bunu savundu. CHP bu yeni yasayı bile veto etti. CHP’lilerin o gün mecliste yaptıkları konuşmaları dinleseniz tüyleriniz diken diken olur. AKP bu yasayı nasıl çıkardı ben hâlâ şaşıyorum zaten. Çünkü çok büyük bir karşı propaganda vardı. l Yine Kamp Armen örneğinden

devam edersek, bu iptal davaları açıldıktan sonra nasıl gelişmiş süreç? Vakıflar Genel Müdürlüğü Tuzla Kampı’na tapu iptal davası açıyor. Dava tabii 4-5 yıl sürüyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü davayı kazanıyor. Tapuyu iptal ediyor. Biz sonra bunu çok araştırdık. Şimdi tapuyu iptal ettiriyorsun. Malı ilk sahibine geri verdiriyorsun. Eğer ilk sahibi öldüyse mirasçılarına, mirasçı da yoksa devlete kalıyor. Ama bu satın alınmış bir mal. Tamam, malımı alıyorsun elimden. Ama ben bunu satın aldım. Paramı geri ver o zaman. Ama onu da yapmıyor. Ayrıca üzerinde inşaat var. Biz çok sorduk burada müfettiş arkadaşlara. Velev ki adamın parası yok geri verecek. Adam şimdi malı vakfa sattı, parasını aldı. Sonra da bu parayı yedi. Ne yapacaksınız o zaman? Orada “eğer malın ilk sahibi bunun parasını veremiyorsa devlet bunu ödeyecek” diye bir hüküm olması gerekirdi. Bunun gibi onlarca dava var.


32

AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ •

l Devlet malı vakfın elinden alıyor ve ilk sahibine geri veriyor. Bu durum günümüzü, bu yeni yasanın uygulanışını nasıl etkiliyor? Şimdi 11. Madde, Yargıtay kararının yol açtığı bu haksızlığı ortadan kaldırma iddiasında. Biz de, “nasıl yok ediyorsun” diye soruyoruz. Yasa da diyor ki “eğer bu mala devlet kurumlarından biri veya belediye el koyduysa, ben bunu geri veririm”. Benim yönettiğim okulun (Tıbrevank Lisesi) böyle el konulan malları var mesela. Bu mallar Hazine’ye kalmış. Şimdi Hazine bize onları veriyor. Yani devlet bu kanunla “kamuya kalmışsa bu malları geri veririm, eğer bana kalmış ve ben de satmışsam parasını veririm” diyor. l Kamp Armen böyle bir örnek mi? Hayır, Armen devlette değil. Eski sahibine geri veriliyor. Asıl sorun işte eski sahibine iade edilmiş mallar. Kamp Armen gibi. Şimdi Kamp Armen’in ilk sahibi malını geri alıyor. Bu malı sonra başkasına satıyor.

O da başkasına satıyor. Ve işte bugünkü sahibine kadar geliyor. Şimdi alan adam diyor ki “ben bunu Ahmet’ten aldım, paramı verdim, benim ne suçum var?” İşte buna cevap vermiyor 11. Madde. Onun değişmesi lazım. Devlet diyebilir ki “Ey Ahmet, bu mal vakfın, onu vakfa geri ver”. Ama o zaman Ahmet de diyor ki “Ama ben bunu vakıftan almadım ki, Mehmet’ten aldım. Parasını verdim, satın aldım.” Onun malını zorla geri alıp vakfa veremezsin ki. Burada işte bir içtihat yok. Biz de şunu diyoruz; bu haksızlığa kim neden oldu? Tapu iptal davasını açan kim? Vakıflar Genel Müdürlüğü. Vakıflar Genel Müdürlüğü de diyor ki “ben bir devlet kurumuyum. Yargıtay böyle bir karar verdi, ben de görevimi yaptım. Yapmasam suçlu olurdum”. Vakıflar da suçlu değil. Yani burada sorun Yargıtay’ın bu kararı. Devlet bu zarara neden olduğu için bunu devletin tazmin etmesi lazım. Yani 11. Maddeyi genişletmek lazım. Devletin tazminat ödeyerek bu malları alması lazım. l Böyle başka örnekler de var

mı? 11. Madde’de yapılan bir düzenleme bütün sorunları çözecek mi? Bomonti Mıhıtaryan Okulu’na bakalım mesela. Okul da o malı bağışlayana geri veriliyor. O kişi de belediyeye veriyor. Okul şu anda Ayaş Belediyesi’nde. Şimdi diyelim ki 11. Madde “üçüncü şahıslara gitmiş olan malların parasını biz verelim” desin. Ama okul nereye gidecek ki? Tamam parayı aldık, güzel. Bu okulda okuyan çocuklar nereye gidecek? Okul binası yapmak kolay bir şey değil ki. Yani bu da yeterli değil. Dolayısıyla her olayı kendine özgü şekilde çözmek lazım. Kamp Armen’de yapılan da, Bomonti’de yapılmasını istediğimiz de bu. O üçüncü şahsın o maldan bir şekilde vazgeçmesi lazım. Ama “vermiyorum kardeşim, sana ne” diyebilir. Onu artık siyasî olarak değerlendirmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz. Kamp Armen’de öyle oldu. Şu anda orada kötü olan bir şey yok. Vakıf şimdi orayı bağış olarak alacak. Bunun için de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden izin alması lazım. Hukuksal

olarak bu da saçma aslında, ama yapacak bir şey yok. l Devletin bunun parasını ödemesi lazım yani. Devlet parasını neye dayanarak ödeyecek ki? Şimdi bu yöntem için de bir mevzuat lazım aslında. Dolayısıyla tek yol mal sahibinin orayı bize bağışlaması. Tabii bağışın da bir vergisi var. O parayı da muhtemelen Tuzla Belediyesi bulacak. l Kamp Armen olayından sonra devletin yasadaki bu eksikliği gidermeye niyeti var mı? Var gibi görünüyor. Çünkü hükümet çok zorlandı. Tam seçim öncesine denk gelmesi de onlar için çok rahatsız edici oldu. Markar Esayan da aracı oldu bu bağış mekanizmasının işletilmesi için. Hep birlikte toplantı yaptık. Şu an Kamp Armen’de nöbet tutan gençler, Nor Zartonk temsilcileri de dahil olmak üzere, bütün taraflar oradaydı. O toplantıdan bu bağış fikri ortaya çıktı. Bundan sonra beklemekten başka bir çaremiz yok. Bağışlamıyoruz derse biz de gereğini yaparız.

Edirme Sinagogu


• AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ l Nedir gereği? Bir kere şu an orada nöbet tutan gençlerin sayısı artar. Nöbet devam eder. Hukuksal mücadeleyi de sonuna kadar veririz. Üç Ermeni milletvekilimiz de var artık. Erol Dora da var. Onlar da gereklerini yapar. Bu iş siyasî bir karardan geçiyor. Siyasî iktidarın bunun haksızlığına inanıp bu konuda kanun çıkarması lazım. Sonuçta bu kanunun bu noktaya gelmesi de siyasî iraden gösterilmesinin sonucudur. AKP bu iradeyi göstermemiş olsaydı bu kanun çıkmazdı. Ben eskiden çok net hatırlıyorum. Okulun bir kalorifer borusunu bile değiştiremezdik. Okulun kalorifer dairesini su bastığında kaçak tamir ettirmiştik. Çünkü iki ay izin alınamadı. Öleceğiz yani soğuktan. Mallarımızı değerlendirmekten geçtik, duvara çivi çakamıyorduk. Ankara’da derdimizi anlatacak muhatap bile bulamıyorduk. Biz de bunların hepsinin demokrat olduğunu iddia eden sol partiler tarafından yapılmasını isterdik. Ama yapmadılar. Burada amacım partileri kıyaslamak değil, sonuçta Kamp Armen’in bağlı olduğu Tuzla Belediyesi de AKPli ve yaşananlar ortada. Bakın

ben

size

yöneticisi

olduğum, Hrant Dink’in de okuduğu Tıbrevank Lisesi’nin hikâyesini anlatayım. Tıbrevank Lisesi kapansın diye başımızda boza pişirdiler. Yahu kapıda kitâbe var. Ama yok siz vakıf değilsiniz. Niye? 1936 Beyannamesi’nde adınız yok. İşte böyle zamanlarda bir soruna dönüşüyor tabii 1936 beyannamesi. Kiliseyi yazdırmışlar, ama kilisenin okulunu yazdırmamışlar. Ama bu var yani, ortada. Okulun kitâbesi de var, kayıtları var. Okul olarak kullanılıyor zaten. Devlet bize “siz vakıf olarak devam edin” demiş. Sonra bize 1981’de “hayır, siz vakıf değilsiniz” diye dava açtılar. 1953’ten 1980’e kadar otuz sene biz yönetim kurulu seçimi yaptık. Ama 1980’de bizi vakıf olarak görmekten vazgeçti. Bu 2012 yılına kadar böyle devam etti. 2012 yılında devlet yeniden “evet, burası vakıftır” diye karar aldı. Ve bu kararda ilk defa “devlet canı istediğinde ‘biz yanlış karar vermişiz’ diyemez” diye yazdılar. Dolayısıyla uygulamada azınlıklar konusunda bir geri adım yok, ama evet, söylemde sorunlar var. Ancak dilde bile bir değişiklik olduğunu da görmek lazım. Eskiden “onlar Suriye’ye güneşlenmeye giderken güneş yanığından

Kurtuluş Aya Dimitri Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu - 1954

öldüler” diyecek düzeydeydiler. Tabii ki bir günde kamuoyu değişmiyor. Musevilerin durumu daha zor mesela. Devlet diline de yansıyan ciddi bir anti-semitizm var. Bütün Yahudileri İsrail ile eşitleyen bir dil var. Musevi toplumu çok rahatsız şu anda. Hatta bu Musevi lafından da nefret ediyorlar. Yahudi demek lazım. Ama Yahudi de küfür yerine kullanılan bir kelime haline geldi. Bu konu ciddi bir sıkıntı. Süryani kilisesi açmak istiyoruz Yeşilköy’de, ancak Anıtlar Kurulu bir türlü izin vermiyor. l Kurumlar arasında da bir uyumsuzluk var yani? Tabii. Mesela Hazine’ye geçmiş bir mal. Hazine belediyeye vermiş. Belediye onu kullanamamış, Hazine’ye vermiş. Biz de şimdi “verin malımızı” diyoruz. Hazine, “belediye verdim” diyor. Belediyeye gidiyoruz, “ben Hazine’ye geri verdim” diyor. Hazine’ye gidiyoruz,”evet, vermiş, ama belediyeye bir daha soralım, kullanıp kullanmayacağına bakalım” diyor. Bu böyle bir yıl devam ediyor. Ama biz bunlara razıyız. Bunlar teknik sorunlar. l Bildiğim kadarıyla bir de seçim yönetmeliği gibi bir sorununuz var. Vakıfların yönetim

33

kurullarını seçmesini sağlayan yönetmelik üç yıldır çıkmadı. Bu konuda bir gelişme var mı? Evet, çok büyük sorunumuz bu. Vakıflar bizim bir çeşit örgütlenme yöntemimiz. Bir de dinî kurumlarımız var. Onları da siviller seçiyor. Ama orada da sıkıntı var. Patrik var, ama bir kurum olarak Patriklik yok. Biz bunun da çözülmesini istiyoruz. Yani bir azınlıklar kanununun çıkması şart. Vakıflar ayrı bir şey. Bir seçim yönetmeliğimiz vardı. Sonra bu seçimlerde usulsüzlükler olmaya başladı. Otuz yıl aynı insanlar yönetimde kaldı. Birkaç vakfın seçiminde usulsüzlükler tespit edildi. Bunun üzerine iki buçuk sene önce o yönetmeliği iptal edelim dedik. Şimdi yeni bir yönetmeliğin çıkması gerekiyor. Sonuçta bu bir kanun değil. Alt tarafı bir seçim yönetmeliği. Cemaatlerden görüşler geldi. Vakıflar Genel Müdürlüğü bir taslak hazırladı. Hatta yedek taslak da hazırladı. Ama bu yönetmelik bir türlü imzalanmıyor. Kim imzalayacak? Başbakanlık. Sebebini bilmiyoruz. Bir tüzük de bu kadar ertelenemez. Bunu henüz hukuksal mücadeleye çevirmek istemiyoruz. Üç sene oldu ama artık. Umarım yapmak zorunda kalmayız.


34

AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ •

“İşte bu kadar hukuksuz bir düzen!” Laki Vingas: “Vakıflar normalleşme sürecine geçmeli”

Laki Vingas ile söyleşi

Devletin el koymuş olduğu vakıf mallarının iadesi 2003 ve 2008’de yapılan yasal düzenlemelerle mümkün hale geldi. Yasaya 2011 bir ek yapılarak 1936 beyannamesinde kayıtlı olup “sahip” bölümü açık olan tüm taşınmazların tapu kayıtlarındaki haklarıyla birlikte cemaat vakıflarına iadesinin ve üçüncü şahıslara geçmiş olanlar için tazminat ödenmesinin yolu açıldı. Ancak Kamp Armen örneği gösteriyor ki bu düzenleme de sorunu çözmüyor. Çünkü 1974’te Yargıtay’ın verdiği kararın ardından, vakıfların satın aldığı malların satışı iptal edilerek sahibine geri verilmiş ve bu kişiler bu malları başka şahıslara satmış oluyor. Yasa Kamp Armen’i de içeren bu tür vakıf malları için bir düzenleme öngörmüyor. Sorunun kökenini ve çözümünü, 2008’de yapılan düzenleme ile oluşturulan Vakıflar Genel Meclisi’nde Azınlık Vakıfları’nı iki dönem boyunca temsil eden Laki Vingas ile konuştuk. l Arife Köse: Yeni Vakıflar Kanunu kapsamında 2008’de kurulan Vakıflar Meclisi’nde Azınlık Vakıfları Temsilciliği görevini ilk yürüten kişisiniz oldunuz. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden başlayalım isterseniz. Nedir bu Müdürlük? Laki Vingas: Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), Cumhuriyet döneminde yeni ilkeler çerçevesinde kurulan ve doğrudan Başbakanlığa bağlı bir kurum. Halen VGM tarafından mazbut vakıflar olarak tanımlanan ve yönetilen 50.000 civarında vakıf var. Diyanet Başkanlığı ile aynı dönemde kurulan VGM, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişi simgeleyen en çarpıcı kurumlardan biri. Kısacası, din yönetimi Diyanet’e, mülk yönetimi de VGM’ye aktarılmıştır. Osmanlıdan günümüze gelen tüm vakıfların vakfiyeleri, yani bir çeşit tüzükleri mevcuttur.

Allah adına kurulan bu vakıflar zamanın şartlarında hayır yapmak isteyenlerin en büyük teminatı olmuştur. Gelelim azınlık veya şimdiki tabiriyle öteki dinlerin mensuplarına ait olan Cemaat Vakıflarına. Bunlar, aynı fikirle, aynı hareket noktasıyla kurulmuş vakıflar değildir. Kuruluş felsefeleri hayır işleri olabilir, ancak kuruluş şekilleri, gelenekleri, ait oldukları toplumların anlayışına göre şekillenmiş olması gerekiyorken rızaları olmadan bir siteme entegre olmak zorunda bırakılmışlar. l Nasıl entegre ettirildiniz? Devlet 1912’de Patrikhanelerden ve Hahambaşılık’tan bir mülkiyet listesi ister. Bu listeye Eşhas-ı Hükmiye denir. Ardından Cumhuriyet ve VGM’nin kuruluş süreçleri yaşanır. Vakıflar 1935’de bütün kiliselerimizden, ibadethanelerimizden, okullarımızdan, hastanelerimizden ellerindeki malları beyan

etmelerini ister. İşte 1936 Beyannamesi diye kamuoyunda bilinen ve halen tartışılan liste bu taşınmaz listesidir. Rumlara ait kurumlar “Biz vakıf değiliz” diyerek bu isteğe itiraz etmiş. Şüphe içinde sunulan bu yeni liste 1912 listesi ile çoğu zaman çakışmaz. Çünkü taşınmazlara el konulacağı korkusuyla bazı kurumlar tam listeyi beyan etmemiş. Velhasıl 1936 beyannamesi veriliyor. Devlet de diyor ki, “Sen artık vakıfsın, bu da senin malın”. VGM, kanunla cemaat vakıflarını belirliyor ve mal bildirimlerini vakfiye sayıyor. O günden beri günümüze sarkan sorunlar bu hukuk dayanağının yetersizliğinden kaynaklanıyor. Bu arada, şunu da özellikle belirtmek istiyorum; Patrikhaneler ve Hahambaşılık kurumları, Millet Başı sayılmalarına rağmen tüzel kişilikten mahrum oldukları için Cumhuriyet dönemindeki örgütlenme şeklinden zarar gördüler. Müstakil tüzel kişilik olarak tanımlanan

vakıflarımız, artık tüzel kişiliği olmayan bu kurumlara maddî olarak destek veremedi. Muhtelif formüller üretilse de ibadethanelerin/hastanelerin/eğitim kurumlarının kurulmasında önayak olan, manevî ve dinî merkezleri olan bu tarihî kurumlar haksızlığa uğradı. Kurumların disiplin altına alınması, mülklerinin korunması gibi bir anlayış çerçevesinde bu gelişmeler sağlanmış olsaydı, bu vakıfların hukukî altyapısı çok daha güçlü olurdu, 12 yıldır yapılan iyileştirme çabalarına gerek kalmazdı. l Devletin amacı neydi peki? Yargıtay 1974 kararında azınlık vakıflarının 1936 Beyannamesi’nde beyan edilen malları dışında mal alıp satmasını yasaklıyor, bağışları tanımıyor ve 1936 ile 1974 arasında gerçekleşen alma ve satma işlemlerini iptal ediyor. Bu karardan sonra azınlıklara ait mülklerin önemli bir kısmı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne,


• AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ belediyelere ya da hazineye geçiyor. Karar, bu sürecin amacının bizim mallarımızı korumak olduğu iddiasını yalanlıyor. Türk-Yunan ve Kıbrıs meseleleri bahanesiyle bir tasfiye sürecine girilmiş oldu. Bütün azınlıklar bu siyasî anlayışın bedelini ödemiştir. Gördüğünüz gibi, bir taşınmaz listesi Vakfiye gibi kabul ettiriliyor, sonra da onun üzerinde bir siyasî süreç başlatılıyor. l İtiraz edilmiyor mu buna? Yıllar sonra mahkemeye gidenler oluyor. Ama hemen o dönemde olmuyor, çünkü korkuyor insanlar. Onları destekleyecek ne bir toplumsal bilinç, ne basın, ne STK’lar, hiçbir şey yok. Cezalar, davalar, endişeler, korkular var. Ben gençken yaşlı bir Rum’dan “gizli yaşa” diye bir tabir öğrendim. Kendisini Tarih Vakfı’nın Varlık Vergisi için düzenlediği bir etkinliğe çağırmıştım. Konuşurken bana “Evlat, ben Kayseriliyim. Biz Anadolu’da gizli yaşamayı öğreten bir gelenekten geliyoruz. Gizli yaşamak zorundayız. Sana da tavsiyem, gizli yaşa. Biz alt katta fakir bir oda yaparız, üst katta sofra kurarız. Kızımızı ikrama çıkarmayız, ninemizi çıkarırız, kızımız yukarıda bekler. Biz gizli yaşarız” demişti. Şimdi geldik 2000’li yıllara. 2003’te yeni vakıflar mevzuatı çıktı. 2008’de çok daha radikal ve önemli bir kanun çıktı, Vakıflar Meclisi oluşturuldu. 2011’de de 2008’deki bu kanunun 11. Maddesi’ne bir ek konarak mülklerin iadesinin önü açıldı. l Nasıl başladı hükümetin girişimleri, amaç neydi? Çünkü bugüne gelinceye kadar bir sürü dava açıldı. İnsanlar artık kendi haklarını talep etmeye başladı. Avrupa Birliği süreci de etkili oldu. Bu mülkler, kısmen Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, kısmen hazineye, kısmen belediyelere, kısmen de üçüncü şahıslara geçmişti. 2003’te bir iyileştirme süreci başladı. O günden bu yana bunlar adım adım arttı. Vakıflar Meclisi beş kişiden 15 kişiye çıktı. Cemaat

vakıflarının da orada bir temsilcisi oldu. Ben de bu görevi ilk kez yerine getirme onuruna sahip oldum. Kolay olmadı tabii. Sonuçta bugüne kadar, yani 80 yıldır sizin lehinize hiçbir adım atmayan bir kurumun en üst organına seçiliyorsunuz. Azınlıkları, onların kurumlarını bilmiyorlar. Bugüne kadar hiç diyalog kurmamışlar. l Nasıldı ilk gittiğinizde? Çok ilginçti. Ben dâhil herkeste bir çekingenlik, bir soru işareti vardı. Benim kimi temsil ettiğim sorgulandı. Yabancıların temsilcisi miyim? Yoksa Patrikhane’nin mi? Kimi temsil ediyorum? Dış güçlerle ilişkim var mı? Bunlar hep sorgulandı. Yüzüme karşı da söylendi. l Nasıl tepki verdiniz bunlara? Ben dik ve şeffaf durdum. Görevim yapıcı olmaktı. Çözüm aramaktı. Empati kurmaktı. Çünkü bizlerin iki tane değerli hüviyeti var; biri kültürel, dinî, etnik hüviyet, diğeri de vatandaşlık hüviyeti. Her iki hüviyetimiz de önemlidir. Ben oraya seçimle geldim, gücümü beni seçen vakıflardan ve toplumlardan aldım. Temsil etmeye çalıştığım kurumların tarihsel, kültürel yapılarını, büyüklüklerini biliyordum. Devletle temas etmeyi öğrendim, çaba gösterdim. Devletin bizleri hep homojen gruplar olarak değil kişilik haklarımızla da görmesi için çalıştım. Bir de cemaatler arası ilişkiye çok önem verdim. Rum-Ermeni-Yahudi-SüryaniKeldani-Bulgar-Gürcü toplum yöneticileri birbirini tanımazdı. Bu sürece katkı sunmuş olmaktan çok mutluyum. l Siz 2008’deki değişiklikle bu göreve geldiniz, 2011 yılında yapılan değişiklik sırasında görevdeydiniz. Bu düzenleme sürecine dâhil oldunuz mu? Fikriniz soruldu mu? 2008’deki kanun çok kavgalı çıktı. Bir sürü itirazlar oldu. Ben kanunda bazı eksikler olduğunu gördüm. Görüşlerimi söyledim. 2011 yılındaki düzenlemenin 11. Maddesi’ne mülklerin iadesi ile ilgili bir ek

konurken niyeti biliyordum, ancak 7. Madde’nin içeriğini bilmiyordum. Bana da sürpriz oldu. Yani o süreçte bizzat benimle “şunu koyalım, bunu koymayalım” gibi bir müzakere olmadı. l Uygulamada ne tür sıkıntılarla karşılaştınız? Sonuçta bu yasanın da yeterli olmadığını gösteren en canlı örnek olarak Kamp Armen olayı var. Şu anda uygulamanın en büyük sıkıntısı bu üçüncü şahıslara satılan mallar konusunda. İki tane çok önemli eksik var; bir tanesi Kamp Armen örneği. Devlet vakıflara “Evet, ben senden aldım ama eski sahibine verdim. Sen de git mahkeme yoluyla ondan al” diyor. Ben de diyorum ki devlete, “Malı benden alan sensin. Sen git ondan geri al”. Kamp Armen rahmetli Hrant’tan dolayı çok ünlü, ama aynı durumda olan Bomonti Mıhtaryan Okulu Vakfı da var. l O da mı aynı? O daha dehşet. Zamanında Vakıf valiliğin izniyle okul mülkünü satıyor. Gidiyor yine valiliğin izniyle Şişli’de bir bina alıyor. Okul yapıyor. Yargıtay kararıyla bu satış iptal ediliyor. Vakıflar el konulan mülkü kime verecek? Gidiyor Ayaş Belediyesi’ne veriyor. Çünkü mülkün eski sahibi bir hanımefendi ölürken bütün mallarını belediyeye bağışlamış. Ancak

35

bu vasiyeti hazırlamadan 10 ay önce binayı vakfa satmış zaten. Yani parayla satın aldığım bir mal benim elimden alınıyor ve Ayaş Belediyesi’ne veriliyor. Niye? Çünkü malı satın aldığım kişi satış işleminden 10 ay sonra mallarını belediyeye bağışlamış. İşte bu kadar hukuksuz bir düzen! Bu örneklerin mutlaka düzeltilmesi gerekiyor. l Son olarak, bugün gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz? Artık Vakıflar Genel Müdürlüğü vakıflarımızla çok yakın ve doğrudan bir diyalog kurulabiliyor. İkincisi, ortak yaşam kültürü gelişti. İlk tanıştığımızda cemaatler Vakıflar’dan, Vakıflar da cemaatlerden çekiniyordu. Şimdi ciddi bir güven ortamı gelişti. Çok sorun aşıldı veya aşılması için ortak bir gayret mevcut. Haksızlıklar örtbas edilmiyor, korunmuyor. İskenderun’da bir cemaat vakfımız VGM ile ortak yatırım yapıyor. Tadilat, malmülk alma satma gibi sınırlamalar kalktı. Vakıfların genel bütçesinde yardımlar sağlanıyor. Ortak bir irade ile yeni seçilen temsilcimiz Dr. Toros Alcan bu görevin sürdürülebilirliğini tescil etmiş oldu. Bütün bu gelişmeler sağlanmışken eksik olan temel hukukî sorunların da (tüzel kişilik, seçim yönetmeliği, mazbut vakıflar, mülk iadeleri) halledilmesinin zamanı gelmiştir.


36

GÜNCEL •

 M. Barış Paksoy

1915’ten bugüne: KAMP ARMEN’İ VERMEYİZ Meltem Oral

çalıştığı şeyi somut bir şekilde özetleyen bir örnek.

Bu satırlar yazılırken Kamp Armen’deki direniş 47. gününe uyanıyor. Hrant Dink’in de aralarında olduğu bin beş yüz yoksul Ermeni çocuğun evi olan yetimhaneyi kepçeler 47 gün önce yıkmaya geldiğinde Taner Akçam şöyle bir not düşmüştü sosyal medyaya “Bu kadar arsızlığın olduğu bir yerde 1915’te kim bilir neler olmuştur?”

Yüzüncü yıl vesilesiyle birçok boyutuyla ele alınan soykırım tartışmalarında ‘kuyruğun koptuğu’ noktayı, Ermeni halkının mülklerine nasıl el konulduğunu, nasıl yağmalandığını, Türk burjuvazisinin bu yağmanın bir sonucu olarak nasıl yaratıldığını, çocukların elleriyle inşa ettiği bir yetimhaneyi yıkacak ruhsuzluğa ‘devlet’ dediğimizi anlatan bir tarih dersi adeta. Devlette esas olan devamlılığın, sadece bir asırlık inkâr değil, el koyma, yağma, gasp ve talan politikalarında olduğunun bir kanıtı. Tam da bu yüzden yıkıma karşı nöbet ilk günden beri ‘soykırım sürüyor’ pankartının altında tutuluyor. O pankart tam da bu nedenle eğreti veya ‘aşırı’ durmuyor.

Kamp Armen’in serüveni soykırımdan bağımsız değil. Bu ‘arsızlığın’ bugün göz göre gündeme geliyor olabilmesinin ardında yüz yıllık bir felaketler silsilesiyle hesaplaşmamış olmamız yatıyor. Hesaplaşılmayan her felaket yeni bir felaketi, yüzleşilmeyen, tanınmayan her kırım, yeni kırımların ‘müjdecisi’ oluyor. Kampı yıkmaya gelen kepçe 1915’in ve 100 yıllık inkâr politikalarının ne olduğunu anlatan belki de en somut ve en güncel örnek. Yıllardır Türkiye Cumhuriyeti devletinin Müslüman olmayan halkların kanıyla ve el konulan, gasp edilen mülkleriyle inşa olduğuna dair sayısız tarih araştırmasının, panelin, etkinliğin anlatmaya

Soykırım sürüyor Soykırım geçmişte yaşanmış ve tarihin tozlu rafına kaldırılmış bir mesele değil; bugünle ve nasıl bir gelecek inşa etmek istediğimizle ilgili. Geçmişle hesaplaşmak ancak bugünkünden başka bir gelecek özlememizle, yani bugünle hesaplaşmamızla

mümkün hâle geliyor. Devlet işlediği bu büyük suçtan kaçmak için 100 yıldır aynı anda pek çok şeyi birden yapıyor. Bir yandan Hrant Dink, Sevag Balıkçı veya Maritsa Küçük cinayetleriyle saldırmaya, korkutmaya, sindirmeye, yok etmeye devam ediyor. Diğer yandan ‘unutturuyor’. Büyük suçunun açığa çıkmasını engellemenin ve bedel ödememenin yegâne yolu, gerçeği toprağın altına gömüp üzerine beton dökmek. Sadece hayatın her alanında Türk milliyetçiliğini ve ırkçılığı besleyerek değil, geçmişi bütün izleriyle yok ederek, geçmişin felaketlerini düşünülemez kılarak kendisini varediyor. Bu topraklarda Müslüman olmayan halklara dair ne varsa izi silinmeli ki Türk ulus devletinin bekası korunabilsin. Çengelköy Rum Mezarlığı’nın üzerinde harcına katılan kemiklerle yükselen Mehmetçik İlkokulu’dur Türkiye Cumhuriyeti devleti. Dolayısıyla yok edilen sadece koca bir halk değil, aynı zamanda o halkın ve hepimizin ortak hafızası. ‘Bir daha asla’ diyorsak eğer, hem ırkçı cinayetlerin hesabını sormalı hem de hafızamıza sahip çıkma cüretini

gösterebilmeliyiz. Soykırımın güncelliği tam da bu. Soykırımla hesaplaşma bu anlamda tarihçilere bırakılacak bir iş değil. Gerçek bir hesaplaşma geçmişin olduğu kadar ‘bugündeki geçmişin’, yani devlet suçlarındaki devamlılığın hesabını sormak anlamına geliyor. Emval-i Metruke kanunlarından bugüne Hristiyan ve Yahudi halkların mallarına el konması, hiçbir zaman sadece bir mal mülk meselesi değildi. Amaç, ‘azınlıkların’ sosyal ve kültürel hayatlarını düzenleyen, onların bir halk olarak varoluşunu mümkün kılan kurumların altının boşaltılmasıydı. Hedeflenen, Müslüman olmayan halkların kolektif kimliği ve kolektif belleğini ayakta tutan ve dolayısıyla söz konusu grubun sürekliliğini temin eden maddî zeminin ortadan kaldırılmasıydı. İşte bunu gerçekleştirmek için mekân, ve o mekâna kazınmış maddî kültür hiçbir anlam ve anı üretemeyecek şekilde yeniden tasarlanmalıydı. Bunu yapabilmek için o grubun belirli bir coğrafyada yerleşikliğinin göstergesi olan kurumların ve maddî kültür


• AZINLIK VAKIFLARININ EL KONULAN MÜLKLERİ varlıklarının ortadan kaldırılması gerekir. Kültürel kimliğin yeniden üretilmesini sağlayan bu kurumlar yok edilince grubun kendini sosyal ve kültürel olarak yenilemesini sağlayan araçlar tasfiye edilmiş, aslında bir halkın yaşam biçimini olanaklı kılan araç ve örgütsel mekanizmalar imha edilmiş olur. Kamp Armen’i tasfiye ve yıkıma götüren sürecin anlam ve hedefi, “kültürel soykırım” olarak adlandırılan bu mantığın sonuç ve devamından başka bir şey değil. Kamp Armen’in yıkımını durdurmak ve esas sahibine, Ermeni halkına iade edilmesini sağlamak bütün bu tarihsel bagajın dört bir tarafına dokunuyor. Öncelikle 100 yıllık inkârla el ele giden yüz yıllık sessizlik bizzat Ermeni gençliği tarafından bozuldu. Müslüman olmayan azınlıkların mallarını gasp etmeye dayalı devlet politikasına karşı konunun öznelerinin ‘artık yeter’ demesi, sadece Ermeni halkı için değil ulus devlet inşasından payını almış tüm halklar için çok önemli bir eşik.

Korku duvarı yıkılıyor Devletin soykırımla, Hrant Dink cinayetiyle, ayrımcı politikalarla sessizleştirdiği Ermeni halkının direnişinin kendi doğrudan eylemiyle kazanması, bu topraklardaki Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin yüz yıllık adaletsizliğin hesabını soracağı yeni bir mücadele döneminin başlamasını sağlayabilir. Kamp Armen direnişinin belki de en önemli yönü, ‘gayrimüslim’ toplulukların iktidar sahiplerine karşı doğrudan eylem yoluyla, aşağıdan taban inisiyatifiyle hakkını arıyor oluşudur. Kamp Armen’i işgal edenler devletin âlicenaplığına sığınarak değil, fiilî ve meşru bir direniş çizgisiyle kamuoyunu seferber ederek hak aranabileceğini bütün Müslüman olmayan topluluklarına ve hepimize göstermiştir. Her şey bir anda olmadı elbette. Bir asırdır süren inkâra rağmen yaşanan önemli kırılmalar bugün böylesi bir direnişe

tanık olmamazı sağlayan birikimi yarattı. En başta Hrant Dink’in varlığı, mücadelesi, dönüştürücü gücü, Agos gazetesinin kuruluşu, sessizliği yırtan kırılma noktalarından. ‘Beyaz Toros’lu’ yıllarda İnsan Hakları Derneği’nin çabaları son derece kıymetli. Hrant Dink’i 2007’de katledenler Ermeni toplumunun bir kez daha sindirileceğini, yüz yıldır sessiz kalan çoğunluğun suça ortak olmaya devam edeceğini umuyordu. Devletin ‘büyük abilerinin’ beklentilerinin aksine ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz’ diye sokağa çıkan yüz binler asırlık adalet mücadelesindeki en önemli kırılmayı gerçekleştirdi. Üstelik bu, sadece Ermeni toplumu açısından değil, devletin tek tipçi politikalarının hedefi olmuş, ‘makbul’ olmayan tüm halklar açısından son derece önemli bir kopuş ânıydı. ‘Bir hikâye anlatmamız gerekiyorsa eğer, 1915’ten başlamamız lazım’, ancak hikaye 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, 1964 Rum sürgünü, Dersim, Maraş ve bir dizi cinayetle, kıyımla, talanla devam etti. 2007’de olan aynı zamanda hepsine dair güçlü bir ‘Artık yeter!’ haykırışıydı. Dink cinayetinin sorumlularının ortaya çıkarılması ve hesap sorulması için yıllardır ısrarlı bir şekilde davanın takipçisi olan kalabalıkların varlığı, soykırım anmalarının yapılabilir hâle geldiği koşulları sağladı. 2010’dan bu yana her

24 Nisan’da gerçekleşen, başta Taksim anması olmak üzere, yıllar içinde sayısı artan bir dizi etkinlikle Hrant Dink’in değirmenlere karşı yürüttüğü adalet mücadelesi kar topu gibi büyüdü. Bütün bu kırılma noktaları korku duvarının tuğlalarını bir bir çekti. Bir şeyler eskisi gibi değil artık. ‘Deport ederiz’ tehdidine verilen tepkiden, Ergenekon Caddesi’nin adı Hrant Dink Caddesi olsun diye yıllardır süren çabaya, Kadıköy’de Ermenileri hedef gösteren faşistlere karşı yerel halkın hızla bir araya gelip ‘mahallemizde ırkçılığa geçit yok’ demesinden, yine Kadıköy’de Rum Ortodoks Kilisesi’ne yapılan saldırıya karşı hemen sokağa çıkılmasına kadar artık ırkçılığa ve milliyetçiliğe sessiz kalmayan, refleks gösteren yeni bir mücadele dönemi var. Kamp Armen direnişi yıllar içerisindeki birikimin üzerinde yükselen ama adalet mücadelesini yeni bir patikaya sokan, etkisini görmeye devam edeceğimiz müthiş bir deneyim. Bu yıl, 24 Nisan’dan bir gün önce DSİP’in ev sahipliğini yaptığı Ermeni Soykırımı Konferansı’ndaki her oturumda en çok tartışılan konu yüzleşmenin nasıl gerçekleşeceğiydi. Soykırım anmaları ilk yılındaki tedirginliği, ‘riski’ bir düzeyde atlatmış, normalleşmiş, yüzleşme vurgusundan ‘tanı, özür

37

dile’ sloganıyla bir hesap sorma söylemine evrilmişken mücadele nasıl devam etmeliydi? Üzerine yoğun bir şekilde tartışılan başlıklardan biri, toplumda soykırım gerçeğini dillendirmeyen ve inkâr eden önemli bir kalabalık varken soykırımın devlet tarafından tanınmasının önemli olup olmadığıydı. Elbette bu ikisi birbirinden ayrılabilecek mücadele başlıkları değil. Devletin soykırımı tanıması, özür dilemesi ve tazmin etmesi konusunda basınç uygulamakla toplumun geniş kesimlerine hakikati anlatma ve adalet mücadelesine ortak etme çabası el ele ilerliyor. Birbirini besliyor. Devletin soykırımı tanımasını için mücadeleye ısrarlı bir şekilde devam etmeliyiz. Çünkü bu büyük insanlık suçunun hesabı verilmeli. ‘Soykırımı büyük çoğunluğa nasıl anlatacağız, nasıl kabul ettireceğiz, onlar nasıl yüzleşecek?’ kaygısına bugün verilebilecek ilk cevap Kamp Armen direnişi. Kamp Armen’in gasp edilme, el konulma süreci ve yetimhaneyi yıkacak kadar göz döndüren kâr hırsı, asırlık adaletsizliğin fragmanı işte. Bu ‘arsızlığı’ görene 1915’i anlatma zamanı şimdi. Kamp Armen’le dayanışmak, bir uğramak, havasını koklamak, eski öğrencilerine kulak vermek soykırımın yalnız geçmişe değil bugüne de dair olduğunu anlayabilmeyi kolaylaştırıyor.


38

24 Nisan 2015’te İstanbul’da Ermeni Soykırımı Anmasında Yaptığım Konuşma

SOYKIRIM • Hecnar Zeitlian Watenpaugh Bugün burada insanlığın en karanlık olaylarından biri olan Ermeni Soykırımı’nın 100. yılını anmak için bulunuyoruz. Ancak bugün, aynı zamanda, dünyanın dört bir yanına dağılmış biz Ermeniler için, hayatta kalmamızı ve müthiş direncimizi de kutladığımız bir gün. Ben bugün burada bulunmamı, büyükannemin annesinin bundan yüz yıl önce bir dağa çıkmış olmasına borçluyum. Kendisi 1915’te Akdeniz’e açılan Musa Dağı’nda, Hıdır Bey Köyü’nde yaşıyormuş. Kocası Osmanlı devleti tarafından zorla askere alınmış ve bir daha geri dönmemiş. Kısa bir süre sonra da devlet köyün boşaltılmasını buyurmuş. Hıdır Bey’in ahalisi bu emre nasıl karşılık

vereceklerini kararlaştırmak için toplanmış. Bazı köylüler emre itaat ederek yola koyulmuş. Ancak bir süre sonra bunların, aralarından pek azının hayatta kalacağı bir ölüm yürüyüşüne çıktıkları anlaşılmış. O zaman üç çocuk sahibi genç bir anne olan büyükannemin annesi Varter ve onun gibi inatçı birkaç köylü daha emre itaat etmeyi reddederek dağa çıkmış ve Musa dağını kuşatan Osmanlı ordusuna direnmişler. Kırk gün direndikten sonra erzakları tükendiğinde, mucizevî bir şekilde oradan geçmekte olan ittifak devletlerine ait bir savaş gemisi tarafından kurtarılmışlar. İşte bu ve buna benzer bir şekillerde hayatta kalabilen Ermeniler, benim atalarım gibi, gittikleri her yerde, mülteci kamplarında, Beyrut’tan Marsilya’ya, oradan California’ya kadar uzanan


39

• SOYKIRIM bütün şehirlerde hayata tekrar sıfırdan başlayıp daima özlemini duydukları köylerini yeniden kurmuşlar. Dut ağaçları, nar ağaçları, üzüm asmaları dikip onların gölgesinde toplaşıp yitirdikleri geçmiş hayatlarını anıp durmuşlar. İşte ben de bugün, bu yüzden, öldürülen, direnen ve hayatta kalan bütün Ermenilere saygımı sunmak için burada bulunuyorum. Bugün burada, sizinle birlikte, gururla, dimdik ayakta durarak büyükbabamın ve büyükannemin adlarını, her şeye rağmen hayatta kalabilen güzel dilimizde, Ermenice anıyorum: Sarkis Zeitliyan ve Varter Kojanyan. Onların adlarını, Ermenilerin soykırımdan önce yüzyıllar boyunca düşündükleri, yazdıkları, yarattıkları ve yaşadıklarıyla canlandırdıkları bu harika şehrin tam kalbinde

anıyorum; bu şehirde hâlâ yaşamaya devam eden onurlu ve canlı bir Ermeni cemaati, çocuklarına, çocuklarımıza dilimizi ve geleneklerimizi öğretmeye azimle devam ediyor. Bu kutsal günde, İstanbul’un kalbinde Ermenice konuşurken, geçmişin sesleri kulaklarımda çınlıyor. Zira dikkatle dinlediğinizde geçmişin sessiz olmadığını fark eder, sesini bir Pazar sabahı çalan kilise çanı kadar açık ve net duymaya başlarsınız. Bu güzel ülkenin her köşesinde Ermeni kiliseleri var. Ancak çoğu harabeye dönüşmüş durumda; bazıları cami veya okul, diğerleri ahır veya ağıl olmuş. Bu kiliseler her şeye rağmen onurlarını muhafaza edip güzellikleriyle bizi hayrete düşürmeye devam ediyor. Biz Ermeniler gibi onlar da mucizevî olarak hayatta kalanlardan; bizler için

daima kutsal olmaya devam edecek, hiçbir zaman ruhsuz müze sergilerine dönüşmeyecekler. Dikkatle kulak verirseniz bu kiliselerin çanlarının da uzaktan gelen yankısını duyabilirsiniz. Kadim krallıklarımızın başkenti olan Ani’nin 1001 kilisesinde çanlar çaldığında, atalarımın köyündeki küçük kiliseden, Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi’ne ve Diyarbakır’da yeniden doğan Surp Giragos’a kadar diğer bütün kiliseler onlara yanıt verir. Atalarımızın sesleri hâlâ, Sasun dağlarından Muş ovasına, Zeytun’un çam ağaçlarından Der Zor’un yanan kumlarına kadar yankılanır durur. Atalarımız adalet istiyor. Biz adalet istiyoruz. Bugün, burada, dünyanın dört bir köşesinden gelmiş olan Ermenilerle bir aradayız. Bizimle beraber

inkârcılığa karşı durmak için İstanbul’a gelmiş birçok farklı ülkenin yurttaşlarıyla bir aradayız. Bugün, burada, tazmin ve telafi arayışımızda bizimle birlikte duran Türkiye yurttaşlarıyla bir aradayız. Ben bugün, burada, çocuklarım Arda Zabel ve Aram David ile birlikteyim, çünkü onların atalarının topraklarını kucaklamasını istiyorum. Onların, bu toprakların ve dünyanın tüm halklarıyla birlikte, onurlu, eşit ve adil bir şekilde ayakta durabildikleri bir dünyada yaşamasını istiyorum. Sevgili dostlar, sizleri yeni bir başlangıca davet ediyorum. Büyükannemin annesini anarak, bizler de kendi dağımıza birlikte tırmanalım; duyduğumuz çan sesleri bizi yüreklendirsin. Adalet için hep birlikte çalışalım!

Hecnar Zeitlian, karşı sayfada ön sırada sağda ikinci.


40

SOYKIRIM •

SESİ KALMAYAN ERMENİLER

Ferhat Kentel Geçmiş, Türkiye toplumunun adeta bir prangası gibi rol oynuyor. Türkiye’nin resmî tarihi unutma ya da yeniden yazma operasyonlarıyla dolu. Ermeni meselesi, din meselesi, başta Kürt meselesi olmak üzere bütün etnik grupların varlık ve kültürleriyle ilgili meseleler yok sayıldı ya da bastırıldı. Ancak bugün çok uzun sessizliklerden sonra, nihayet çok geniş bir yelpazede neredeyse ufkumuza giren bütün meseleler hakkında toplum konuşuyor. Bu “konuşma” bazen gerilimlere sahne olsa da, çok büyük bedeller ödense de, sürdürülüyor. Türk ulus-devletinin inşasında kullanılan “temiz bir geçmiş” söyleminin geçerli olmadığını bugün çok daha fazla görüyor ve biliyoruz. Ancak meselenin sadece 1915, İstiklal

Mahkemeleri’nde kurulan darağaçları, Dersim katliamı, Varlık Vergisi soygunu gibi “kuruluş”a özgü karanlık sayfalar olmadığını da biliyoruz. 6-7 Eylül’lerden, Başbakan ve Bakanları asan 27 Mayıs’lara, gencecik insanları asan 12 Mart’lara, elli kişiyi “resmen” asan, yüzlerce kişiyi işkencede öldüren ya da “kaçarken” vuran 12 Eylül’lere, gencecik öğrencileri başörtüsünden ötürü okula sokmayan, hayatlarını karartan 28 Şubat’lar da devletimizin ve tarihimizin karanlık sayfaları arasında yer alıyor. Resmî ideoloji tarafından körü körüne bağlanmamız istenen ve aslında bir ölçüde başarılan “geçmişimiz ve atalarımız temizdir” iddiasında yer aldığı gibi mesele “ataların” meselesi değildir; tabii ki geçmişte iyi işler yapanlar olduğu gibi çok kötü işler yapan atalarımız da olmuştur.

Ama daha önemlisi, “benim atalarımın geçmişi temizdir” iddiasında takılmak yerine, devletin tüm tarihi boyunca kendi halkının farklı kesimlerine karşı uyguladığı zulmün farkına varmamız gerekiyor. Herkese yapılan adaletsizlikleri görebilirsek, o zaman Ermenilere yapılanları refleks olarak reddetmek yerine görmemiz ve anlamamız kolaylaşabilir. Devletin Müslümanlara, Kürtlere, solculara, Alevilere yaptıklarını bugün kabul ediyoruz; çünkü bu kesimler zaman içinde kendilerini bir ölçüde korumayı becerdiler; seslerini duyurabilecek bir nüfusa ve mecraya sahip oldular. Bugün varlığını sürdürebilen geçmişin mağdurlarından farklı olarak, Ermeniler kendilerini koruyamadılar, çünkü devletin yanı sıra bu toprakların insanları da ne yazık ki bu sürece katıldı. “Yedi tane Ermeni

öldürmeyen cennete gidemez” gibi sözde İslamî fetvalar halk arasında yayıldı ve derin bir sessizlik, susturulmuş derin bir suç eşliğinde, Ermenilerin bugün seslerini duyuracak neredeyse kimse kalmadı. Ermenilerin yaşadığı travmayı konuşmak, bugün diğer mağdurların borcu olarak önlerinde duruyor.

“İhanet” Bugün, yüz yıldır adalet arayan, yas tutmaya çalışan, yası kabul edilmediği için tutamayan ve bu yüzden huzur bulamayan Ermeni diasporasının, Türkiye’den bakıldığında “kapris”, “inat” ve benzeri kelimelerle aşağılanan bitmez tükenmez çabalarının, Agos gazetesini kuran ve hayatıyla bedel ödeyen Hrant Dink’in ve yeni nesil Türk tarihçilerin çalışmaları sonunda “Ermeni meselesi”ni geç de olsa fark ettik.


41

• SOYKIRIM Fark ettik ancak, farketmeye paralel olarak adeta reflekse dönüşen “inkâr” ve çarpıtma dili de devreye girdi. Bu çarpıtma dilinin en merkezî yerine ise “Ermenilerin ihaneti” söylemi yerleştirildi. Bol miktarda ezber ve milliyetçi hamaset, zafer-ceza retoriklerine rağmen, yüzleşmemiz gereken ve ancak öğrenerek yüzleşebileceğimiz çok basit bir gerçeklik var. O da şu: “İhanet” çok tehlikeli ve göreli bir kavram ve suçlama. Şu anda Anadolu topraklarında yaşayan halkların hepsinden önce var olduğu bilinen Ermeniler hakkında “ihanet ettiler, dolayısıyla cezalandırıldılar” şeklinde bir değerlendirme yapmak sadece ve ancak güçlünün dayattığı dilin arkasına saklanmaktan başka bir anlam taşımıyor. Eğer “ihanet” varsa, bütün Osmanlı coğrafyasında Osmanlı’ya ve onun padişahlarına “ihanet” eden Sırplar, Yunanlılar, Bulgarların yanı sıra, tabii ki Ermenilerle birlikte padişaha komplolar kuran Jön Türkler ve İttihat Terakki de “ihanet” etmişti. Tabii ki, sonradan kendisine görev veren padişah Vahdettin’i “hain” ilan eden ve aslında ona “ihanet” eden Mustafa Kemal ve arkadaşları da ihanet içindeydi. Veya Ankara hükümetine “sadık” olan Çerkes Ethem, Padişah’a “sadık” kalan Ahmet Anzavur’un Çerkes birlikleri ile savaştığında hangisi “ihanet” ediyordu? Eğer Çerkes Ethem’in Ankara hükümetine değil de Padişah’a ihanet ettiği kabul edilecekse, evet, o zaman Ermenilerin de ihanet ettiğini kabul edebiliriz. Ancak bütün bu ihanet meselelerinden öteye çok daha basit bir soru sorabiliriz: 19. yüzyıldan beri diğer halklarla (ve Müslümanlarla) birlikte daha çok eşitlik ve özgürlük isteyen Ermeni gruplarına yönelik baskı politikalarının “ihaneti cezalandırmak” olarak tanımlanabileceği varsayıldığında, Kastamonu’dan, Kütahya’dan Der Zor çöllerine sürülen yaşlı

Ermeni kadınlarının, anasının kucağından koparılıp öldürülen bebeklerin “suçunu” nasıl tanımlayacağız? “İhaneti cezalandırdık” derken, aynı zamanda “Biz soykırım yapmadık” demek de çok anlamlı değil. Ancak soykırımı yapan zaten “biz” diye bir özne yok; İttihat Terakki’nin kontrolundaki bir devletin ve uzantılarının yaptığı bir operasyon söz konusu. Ve aynı organizasyonun diğer toplum kesimlerine, aynı ölçekte olmasa da, çeşitli dozlarda zulüm uyguladığını bildiğimize ve o kesimlere uygulanan zulmü “biz yaptık” demediğimize, yani sahiplenmediğimize göre, Ermenilere yapılanları neden “yapmadık” diyerek İttihat Terakkici bir devleti üstleniyoruz?

Bugüne gelirken... Ermenilerin bu topraklardan silinmesini “savaş koşulları”, “karşılıklı mukatele”, “ihanet”, “cezalandırma” söylemlerinin diliyle saklamak yerine, Ermenilerin mallarına, topraklarına kimlerin el koyduğunu, 1915’ten bu yana geri kalan Ermenilere ne yapıldığını ve bu bağlamda 1915’i saklamanın ne anlama geldiğini sorgulamakta yarar var. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 saldırıları gibi Müslüman olmayan tüm azınlıklara yönelik haksızlıkların ötesinde, Ermenilerin bugün hâlâ yaşadığı sorunlar var: hâlâ tam olarak iade edilmeyen vakıf malları, azınlık okullarını adeta “yabancı” okul gibi görülüp denetleyici bir Türk müdür başyardımcısının bulunuyor olması, Ermeni tarihinin okutulmaması ve çarpıtılmış bir 1915 anlatısının tevhid-i tedrisat nedeniyle Ermeni okullarına bile dayatılması gibi… Bunlar soykırımın devam eden sonuçlarından sadece birkaçı… 1915’te bir şeyler sonsuza kadar kaybedildi. Onları geri getirebilmek artık mümkün değil. O insanlar kaybolunca onlarla birlikte olan birçok bilgi de yok oldu. Tüm halk eğitimsizleşti, kültürsüzleşti… Ve bunun artık

telafisi yok. Soykırım sonraki süreçte her şeyin çarpıtılmasına yol açtı. Yolsuzluklar, adalet sistemine olan güvensizlik, sanat, edebiyat vs. alanında çoraklaşma, siyasetin ve siyaset kurumlarının yok edilmesi, siyasî taleplerin yerine getirilmemesi gibi...

Huzursuzluğun temelleri Öte yandan, örneğin yerel yönetim, kültürel özerklik, grup hakları, adem-i merkeziyet, demokrasi gibi bugün talep ettiğimiz birçok hak, soykırım öncesinde Ermeni partilerin devletten talepleri idi. Soykırım, bu hak mücadelesini de geriletti. Örgütlü siyaset bu taleplerin arkasından çekilmiş oldu. Bu yokoluş ya da eksilme Anadolu’da korkunç yaralar açtı. Sadece yokolanlar ve gidenler için değil, gidenlerin yerlerine yerleşenler ve kalanlar için de derin bir huzursuzluğun temelleri atıldı. Eğer bugün üst üste binen sorunlar, arka arkaya eklenen travmalar, darbeler ve birbirine öfkeyle düşman olanlar varsa, geçmişte Ermeniler yok edildiği için var. Devlet Ermenilerin zenginliğinin üzerine oturdu. Bugün işadamı olarak gördüğümüz birçok zenginin sermayesinin kökeninde Ermenilerden el konan mal, mülk ve sermaye var.

Ancak en sıradan şehir ve kasabalarımızda bile Agop’ların, Artin’lerin, Hrant’ların mallarına ya sıradan insanlar el koydu ya da başka felaketlerden kaçıp gelen insanlar yerleştirildi. Ama daha ötesi de var; hiçbir mala el koymayanımızın bile maaşına sirayet eden ve ne yazık ki boğazımızdan geçen ve “helal olmayan” bir maddiyat var. Türkiye Cumhuriyeti “Ermeni”yi vatandaş olarak kabul etmedi. Askere aldı, vergisini aldı, Ermeni okullarında “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganını söyletti, ancak subay yapmadı; Yargıtay kararlarında diğer gayrimüslimler ile birlikte Ermenilerden “yabancı vatandaşlar”, “yerli yabancılar” diye bahsetti. İşte 1915’ten önce başlayan, 1915’te nihaî adımı atılan, ancak daha sonra da devam eden bir politika artık bu topraklarda sürdürülmek zorunda değil. Belki şu iki soruyu sormak bile hayırlı bir başlangıç olabilir: çok acı çekmiş bir toplumun insanları olarak bugün Türkiye’de yaşayan ve sayıları 50 bin kalmış Ermenilerin ne yaşadığını duyabilecek miyiz? Dünyanın dört bir yanına dağılmış, yaslarını hiçbir zaman tutamamış, zaman tünelinde asılı kalmış bir şekilde ve bu toprakları özleyerek yaşamaya çalışan Ermenilerle empati kurabilecek miyiz?


42

SOYKIRIM •

ALMANYA’DA İNKÂR VE YÜZLEŞME

Yahudi Soykırımı Anıtı, Berlin Atilla Dirim Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünyada birbiriyle etkileşim içinde bulunan iki büyük soykırım yaşandı. Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda İttihat ve Terakki hükümeti tarafından 1915-16 yıllarında gerçekleştirilen Ermeni soykırımıydı. Bu büyük soykırım, 1,5 milyon kadar Ermeni’nin katledilmesiyle, Ermenilere ait maddî ve manevî varlıkların yok edilmesiyle, Ermeni kimliğinin Ermenilerin

binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan silinmesi ve unutturulmasıyla sonuçlandı. İkincisi, 1940’lı yıllarda Almanya’da yaşanan Yahudi soykırımıydı. Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi tarafından, Almanya’da ve işgal ettiği topraklarda yaklaşık altı milyon Yahudi sistemli bir şekilde öldürüldü. Sadece Yahudiler değil, Romanlar, Polonyalılar, eşcinseller, engelliler ve başka gruplar da soykırımın kurbanı oldu. Almanya’da yaşanan Yahudi soykırımının, Ermeni

soykırımından etkilendiğine işaret eden belirtiler vardır. Hitler’in 1939 yılında Polonya ile ilgili kısa vadeli planlarında «Bize gereken yaşama alanını ancak bu şekilde ele geçirebiliriz. Tüm olanlara rağmen bugün Ermenilerin imhasından bahseden kim kaldı ki?” dediği aktarılmaktadır. Keza Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli müttefiki Almanya’ydı, Osmanlı silahlı kuvvetlerinin başında bir Alman generali bulunuyordu ve Alman subayları bütün ülkeye dağılmıştı. Bunların bilgisi ve

dahli olmadan Ermenilerin katli söz konusu bile olamazdı. Bu subay ve askerlerin bir kısmı, ileride Nazi Partisi’nin kadrolarını oluşturacaktı.

Almanya’da yüzleşme İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Almanya devasa bir harabeye dönüşmüştü. Şehirlerin ve kasabaların birçoğu yerle bir olmuş, sokaklar perişan insanlarla doluydu. Savaştan dönen kolunu veya bacağını yitirmiş askerlerin görüntüsü günlük hayatın bir parçası olmuştu. Gerek bu


43

• SOYKIRIM

Auschwitz Toplama Kampı durumun yarattığı psikolojik etki, gerek Nürnberg davası gibi mahkemelerde Nazilerin yargılanarak mahkûm edilmesi ve ‘insanlık suçu’ kavramının altının doldurularak geniş kitlelere aktarılması, Nazi ideolojisinin geniş kitlelerce sorgulanmasına neden oldu. Ancak Nazi ölüm ve felaket şebekesinin tüm hatlarıyla ortaya çıkarılması, savaş sonrası dönemde tam olarak gerçekleşemedi. Her şeyden önce ABD ve diğer kapitalist devletler Nazi Partisi’nin iktidara gelmesinden sonraki 12 yıl boyunca Almanya’da neler olduğunu, toplumun buna ne şekilde katıldığını konuşmaya çok da hevesli değildi. Ne de olsa SSCB’nin temsil ettiği rakip blok kapıdaydı; buna karşı güçlü ve istikrarlı bir Almanya’nın varlığını istiyorlardı. Üstelik bürokraside Nazi partisi üyeleri varlığını koruyordu. Devlet aygıtının varlığını sürdürebilmesi için bu kişilere ihtiyaç vardı. Müttefikler bunu biliyordu, bu nedenle bazı yargılamalar

yapıldı, bazı Naziler cezalandırıldı, ancak daha derinlere inilmeden bu defter kapatılmaya çalışıldı. Winston Churchill 1946 yılında, “Avrupa’nın sonsuz sefaletten ve nihaî bir çöküşten kurtulmasını istiyorsak, Avrupa ailesine inanca ve geçmişin tüm suçlarının ve hatalarının unutulmasına gerek var” diyordu. Almanya’da yüzleşme esas olarak 1961 yılında soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın yakalanarak yargılanmasıyla başladı. İnsanlar sıradan bir bürokratın nasıl saf bir kötülüğe dönüşebileceğini olanca çıplaklığıyla ilk kez gördü ve Yahudi soykırımı toplumda tartışılmaya başlandı. O zamana dek soykırımdan hâlâ “geçmişte ve uzakta kalmış bir hayalet” gibi görülen bir avuç elit Nazi subayı sorumlu tutuluyor, katliamlarda bilerek ve isteyerek görev almış milyonlarca Alman, sadece “savaş sırasında aldıkları emirleri uyguladıklarını” düşünerek, kendi sorumluluklarıyla yüzleşmeyi reddediyordu. Bu tartışma 68 kuşağının

mücadelesi içinde derinleşti ve gençler kendi aile büyüklerinin de katil ve suçlu olup olmadığını sorgulamaya başladı. Almanya başbakanı Willy Brandt’ın 7 Aralık 1970’de Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz çökerek özür dilemesi, Alman toplumunun “gönüllü unutmayı” terk ederek Nazi geçmişiyle hesaplaşması yolundaki eğilimlerin güçlenmesine neden oldu.

İnkâr her yerde Bütün bunlar yaşanırken, soykırımı inkâr edenler de boş durmuyordu. Dünyanın büyük kısmında Yahudi soykırımı tanınıyor ve lanetleniyordu; ancak bazı Naziler, ırkçılar, antisemitler soykırımı reddediyor, öldürülen Yahudilerin sayısının Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için kasıtlı olarak abartıldığını, Almanya’nın hiçbir toplama kampında gaz odası bulunmadığını, ölümlerin daha ziyade tifo gibi hastalıklardan kaynaklandığını, fırınların doğal nedenlerle ölen insanların

cesetlerini yakmakta kullanıldığını, dahası, Hitler’in toplama kamplarından habersiz olduğunu, bütün bunları yapanların sadece birkaç üst düzey subay olduğunu anlatıyorlardı. Soykırım inkârcılarının en tanınmışlarından biri David Irving’dir. Başlangıçta kendisini “revizyonist tarihçi” maskesi ardına gizleyen Irving, bir İngiliz deniz subayının oğludur. Üniversite öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra Almanya’da çalıştı, Almanca öğrendi. Dresden’in İmhası adlı ilk kitabını 1963 yılında yayınladı. Kitapta kullandığı belgelerin tahrif edilmiş olduğu anlaşıldı. Ancak yine de büyük ilgi gören kitabı, peş peşe başkaları takip etti. Hitler’in Savaşı adlı kitapta (1977) Yahudilerin öldürülmesinin Hitler’in bilgisi dahilinde olmadığını, aksine Hitler’in bunun yapılmaması için sözlü emirler verdiğini iddia etti. Irving, Almanya’nın 1936’dan sonra hızla silahlandığını kabul ediyor, ancak bunu yapmaya “dünya Yahudiliği” kontrolü


44 altında bulunan ABD tarafından zorlandığını öne sürüyordu.

SOYKIRIM •

Soykırım inkârcısı David Irving.

Irving’in inkârcılığıyla ilgili en önemli olay, 1993 yılında Holokost araştırmacısı Dr. Deborah Lipstadt tarafından Holokost inkârının çıkış noktasını oluşturan yalanları, çarpıtmaları ve politik gündemleri açığa çıkarmak amacıyla Denying the Holocaust: The Growing Assault on Truth and Memory (Holokost’un İnkârı: Gerçeğe ve Anılara Karşı Giderek Büyüyen Saldırı) kitabının yazılmasıydı. Kitap, Holokost inkârı için “tehlikeli bir sözcü” olarak nitelendirdiği Irving’in de aralarında bulunduğu birkaç belirli Holokost inkârcısını ele alıyordu. Irving, bir tarih bilimcisi olarak adının karalandığını belirterek 1996 yılında Dr. Lipstadt’a karşı hakaret davası açtı. İngiltere’de görülen mahkeme sonucunda Dr. Lipstadt davayı kazandı. Mahkeme, Irving’in özellikle Yahudilere karşı tavrında Hitler’i “haksız avantaj sağlayan bir ışık altında” gösterebilmek için, “kendi ideolojik nedenleri uğruna ısrarlı ve bilinçli bir şekilde tarihsel kanıtları gerçeğe aykırı beyan ettiği ve manipüle ettiği” kanaatine vardı. Irving’in “tarihi çarpıttığı, tahrif ettiği, yanlış okuduğu, yanlış tercüme ettiği” karara bağlandı ve “aktif bir Holokost inkârcısı olduğuna; bir Yahudi düşmanı ve ırkçı olduğuna ve neo-Nazizm’i öne çıkaran aşırı sağcılarla ilişkili olduğuna” hükmedildi. Böylece Irving nezdinde Yahudi soykırımı inkârcıları, Naziler ve ırkçılar ağır bir yenilgiye uğramış oldu. Irving büyük bir para cezasına çarptırıldı ve ödeyebilmek için varlıklarını satmak zorunda kaldı. Soykırım inkârcılarından bir diğeri de, özellikle Auschwitz Yalanı (1973) adlı kitabın yazarı Thies Christophersen’dir. Christophersen, 1997 yılındaki ölümüne kadar yayınladığı diğer kitaplarda da Auschwitz’de insanların öldürülmesinin asla söz konusu olmadığını iddia etti. Ona göre Yahudilerin gaz odalarında sistematik olarak

öldürülmesi, Almanya’nın düşmanlarının icat ettiği bir masaldan ibaretti. Daha sonra Nazi Partisi’nin yeninden kurulmasına izin verilmesi talebinde bulundu ve ırkçı nefret yaymak suçundan beş yıl hapse mahkûm edildi. Ölümüne az bir süre kala, kendisine yakın olduğunu düşündü bir gazeteciye “kendisini ve arkadaşlarını temize çıkarmak için yalan söylediğini, çünkü gerçekleri anlatsa bunu yapamayacağını” itiraf etti. Richard Williamson isminde bir piskopos da yakın dönem soykırım inkârcıları arasında yer alır. Williamson, Yahudilerin ölüm kamplarındaki gaz odalarında öldürülmesini büyük bir yalan olarak nitelendirdiği ve bunun İsrail devletinin kuruluşu için tezgâhlanan bir oyun olduğunu öne sürdüğü için - ayrıca kilise hukukunu çiğnemesi nedeniyle de aforoz edildi. Williamson’un cezası 2009’da Papa XVI. Benedict tarafından kaldırıldı, ancak 2015 yılının Mart ayında yeniden aforoz edildi. Eski İran devlet başkanı Mahmud Ahmedinejad da son dönemlerin önemli holokost inkârcılarındandır.

Ahmedinejad, 2005 yılında Belucistan’da halka yaptığı bir konuşmada “Yahudi soykırımının İsrail devletinin kurulması için uydurulmuş bir efsane” olduğunu söyledi ve eğer ortada böyle bir suç varsa, Yahudilere zulmedilmişse, bunun sorumluluğunu Filistinlilerin değil, Batı ülkelerinin taşıması gerektiğini belirterek İsrail’e Avrupa’dan, ABD’den, Kanada’dan veya Alaska’dan toprak verilmesini önerdi.

İnkâr daha ne kadar? Yahudi soykırımı artık inkârcıların varlığına ve çalışmalarına rağmen genel olarak kabul gören bir gerçektir. Almanya’da da “gönüllü unutkanlık” dönemi görece hızlı bir şekilde atlatıldı ve uzunca bir süredir yerini geçmişle yüzleşme ve bu yolda gösterilen çabalara bıraktı. Ancak Almanya toplumunun Ermeni soykırımı konusunda da bir yüzleşmeye ihtiyaç duyduğu açık. Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün kurumlarına 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren nüfuz etmiş olan Alman varlığının Ermeni

soykırımında ve Anadolu Hıristiyanlığına yönelik diğer soykırımlarda oynadığı rolün ne olduğunun tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkartılması, henüz bir görev olarak Almanya toplumunu beklemektedir. Türkiye’de ise Yahudi soykırımı konusunda inkârcılık görece azalmış da olsa, Ermeni soykırımının inkârı hâlâ temel devlet politikasıdır. Almanya’nın aksine Türkiye savaştan galip çıkmış ve Ermeni/Hıristiyan soykırımlarıyla yüzleşmek gibi bir zorunluluk içine hiç girmemiştir. Türk egemenleri Ermeni servetini yeni devletlerini finanse etmekte kullandıkları gibi, Ermeni/Hıristiyan toprakları üzerine iskân ettikleri insanları da inkâr politikalarını kabule zorlayarak, bir nevi rehin almışlardır. Kuşaklardır sürdürülen inkâr politikalarının reddi ve soykırımın kabulü artık geniş çevrelerde açıkça tartışılma konusu yapılmış olsa bile, ilk elden devletin bunu kabul etmesi ve inkâr politikalarını reddetmesi kaçınılmazdır. Bu, “gönüllü unutkanlığın” unutulmasının da önünü açacaktır.


45

• SOYKIRIM

Unutulan tarih: Roman Soykırımı M. Utku Şentürk İkinci Dünya Savaşı denince akıllara Nazilerin Yahudileri toplama kamplarına doldurarak katlettikleri gelir. Oysa katledilenler Yahudilerden ibaret değildir. Tarihçiler, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş yıllarında yaklaşık 29 milyon sivil insanın Naziler tarafından (toplama kamplarında, gettolarda, askerî kıyımlarda, siyasî cinayetlerde) katledildiğini hesaplamaktadır. Naziler hem Yahudilere, hem de Romanlar, Polonyalılar ve Slavlar gibi etnik gruplara, akıl hastalarına, sakatlara ve Katolikler veya Yehova Şahitleri gibi dinî cemaatlere, Sosyal Demokratlara, Sosyalistlere ve Komünistlere yönelik büyük bir soykırım yürütmüşlerdir. Fakat Yahudilerin dışında bu masum insanlara yapılan soykırım çoğu zaman söz konusu bile edilmemekte, adeta yok sayılmaktadır.

Roman Soykırımı Romanlara yönelik Nazi vahşeti, unutulan bir soykırımdır. Nazilerin ırkçı ideolojisi, Romanları de “yok edilmesi gereken aşağı ırklar” kategorisine dahil etmiştir. Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya’da yaşayan Romanlar üzerinde de baskı politikası başlamıştır. Sanat yetenekleriyle ve özgün yaşam tarzlarıyla dünyanın pek çok ülkesinde kültürel bir renk olarak kabul edilen ve hoşgörülen Romanlar, Nazi Almanyası’nda insanlık dışı bir nefretin hedefi olmuştur. Alman Sağlık Bakanlığı’nın Irk Araştırmaları Bölümü’nden Eva Justin tarafından 1936 yılında hazırlanan bir doktora tezi, Romanları “Alman ırkının saflığı için çok büyük bir tehlike”

olarak tanımlıyordu. 14 Aralık 1937’de yayınlanan bir karar ise Romanları “iflah olmaz suçlular” olarak tanımladı ve Alman toplumundan izole edilmelerini karara bağladı. Romanlar 1938’in başından itibaren Nazi görevlileri tarafından yakalanıp toplama kamplarına gönderilmeye başladı. Buchenwald kampında Romanlar için özel bir bölüm oluşturuldu. Mauthausen, Gusen, Dautmergen, Natzweiler ve Flossenburg kamplarına gönderilen Romanların de çoğu buralarda katledilecekti. Bir yandan da Romanlara yönelik bir kısırlaştırma programı uygulamaya kondu. DüsseldorfLierenfeld’deki bir hastanede yapılan ameliyatlarda, Roman olmayan erkeklerle evlenen Roman kadınlar zorla kısırlaştırıldı. Kısırlaştırma, hastanın üreme organlarının cerrahî müdahale ile kesilip alınması anlamına geliyordu ve korkunç acılar veren bir işlemdi. Bazı hastalar kısırlaştırma sırasında hayatlarını

yitirdi. Özellikle hamile kadınlar üzerinde yapılan kısırlaştırma ameliyatlarının çoğunda hastalar öldü. 1 Nazi Almanyası’nın ikinci adamı olan SS Şefi Heinrich Himmler 1938 yılında Roman sorunu’na el koydu ve daha önceden Münih’te bulunan Roman İşleri Merkezi’ni Berlin’e taşıttı. Bundan sonra Romanların yok edilmesi de, Yahudilerin yok edilmesi gibi, Nazi Almanyası’nın hedeflerinden biri haline gelecekti. Romanların ‘toplu imhası’ 1941 sonbaharı’nda başladı. Bu dönemde Romanları bulmak, öldürmek ya da toplama kamplarına göndermek için özel Einsatzgruppe timleri kuruldu. Almanya’dan on binlerce Roman Polonya’ya ve oradan Belzec, Treblinka, Sobibor ve Majdanek toplama kamplarına gönderildi. Kamplarda, Yahudilerin sarı yıldızı gibi, üzerinde “Z” harfi (Almanca “çingene” anlamına gelen Zigeuner’in Z’si) olan üniformalar giydirildiler. Hollanda,

Fransa ve Belçika’dan yola çıkarılan 30 bine yakın Roman da Auschwitz’e aktarıldı. Auschwitz Müzesi Tarih Bölümü Müdürü Dr. Franciszek Piper’e göre, Auschwitz’in bir parçası olan Birkenau’ya “yaklaşık 23 bin Roman transfer edilmiş ve bunların 21 bini öldürülmüştü; Romanların öldürülme oranı Yahudilerinki kadar yüksekti.” Auschwitz kumandanı Rudolf Hess anılarında, öldürülen bu Romanların arasında “çok sayıda çocuk, yaşı neredeyse yüze varan ihtiyarlar ve hamile kadınlar” olduğunu yazar. Yahudilere uygulanan tüm katliam araçları Romanlara da uygulandı. Einsatzgruppe timleri, Romanları da buldukları yerde öldürdü. UNESCO yayınları arasında yer alan “Nazi Terörünün Roman Kurbanları” başlıklı bir makalede şu bilgiler verilir: “Polonya’da ve Sovyetler Birliği topraklarında Romanlar hem ölüm kamplarında hem de açık arazide katledilmiştir... Nazilerin


46 geçtiği her yerde Romanlar tutuklanmış, sürülmüş ve öldürülmüştür. Yugoslavya’da Yahudilerin ve Romanların idamları 1941 Ekimi’nde ormanlık alanlarda yürütülmüştür. Köylüler, idam yerlerine götürülmek için kamyonlara yüklenen çocukların ağlayışlarını ve çığlıklarını hâlâ hatırlamaktadır.” 2 Kaç Roman’ın Naziler tarafından öldürüldüğünü tam olarak tespit etmek zordur. Yine de rakamlar bir fikir vermektedir. Tarihçi Raoul Hilberg’e göre, soykırım öncesinde Almanya’da 34 bin Roman vardır ve bunların çok büyük bölümü öldürülmüştür. Rusya, Ukrayna ve Kırım’daki katliamlardan sorumlu olan Einsatzgruppen raporlarına göre, bu ülkelerde yaklaşık 300 bin Roman katledilmiştir. Yugoslav makamlarına göre, sadece Sırbistan sınırları içinde 28 bin Roman öldürülmüştür. Polonya’daki kurbanlar için ise tahmin dahi yapılamamaktadır. Tarihçi Joseph Tenenbaum, toplam olarak en az 500 bin Roman’ın Naziler tarafından öldürüldüğünü tahmin etmektedir. Bazı tarihçiler ise, bu rakamın bir milyona kadar çıkabileceği görüşündedir. 3 Bu büyük trajediye rağmen, Roman soykırımı çoğu zaman görmezden gelinir. Soykırımı anlatan kitaplarda, filmlerde, makalelerde Roman soykırımı ya hiç belirtilmemekte veya önemsiz bir konu gibi geçmektedir. Oysa Romanlara yapılan muamele ile Yahudilere yapılan muamele arasında fark yoktur. Her iki grup da 1936’daki Nüremberg kanunları tarafından Alman toplumundan dışlanmıştır. Nazilerin toplu imha kararı da yine her iki grubu birden hedef almıştır. Soykırım konusunda en yetkili Nazilerin arasında yer alan Adolf Eichmann, “Yahudi sorunu ile Roman sorununun birlikte ve aynı anda çözülmesi gerektiğini” yazmıştır.

Değişen pek bir şey yok… Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Romanlar ırkçı zihniyet ve uygulamaların kurbanı oluyor.

SOYKIRIM •

Roman Soykırım Anıtı, Berlin

Soykırımdan kurtulan Gertrud Rocher’in 12 yaşındaki torunu Messina Weiss, Berlin Soykırım Anıtı’na çiçek koyarken. Berlin’in merkezinde 2012 Ekim’inde bir Roman Soykırım Anıtı açıldı. Anıtın açılışını yapan Angela Merkel, “Bu anıt, çok fazlasıyla uzun zamandır kamusal alanda gereğinden çok daha az kabul gören bir kurbanlar grubunu —Nazilerin gazabına uğrayan yüz binlerce Roman’ı— anıyor. Bu soykırımda katledilen her bir kişinin yazgısı tarifsiz bir acı oldu. Ve her birinin yazgısı hepimizi, beni, üzüntüye ve utanca boğuyor” dedi. İsrailli sanatçı Dani Karavan tarafından tasarlanan anıtın hemen yanında Nazi soykırımının bir kronolojisi yer alıyor. Anıtın ortasındaki üçgen alanın üzerine hergün taze bir çiçek konuyor. Romanlar yoğun olarak yaşadıkları Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Polonya, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye başta olmak üzere genel olarak Orta ve Doğu Avrupa’da kötü muamele, yoksulluk, tahammülsüzlük, şiddet ve dışlanma ile karşılaşıyor. İtalya ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerindeki Romanlar ise ya gayrı insanî kamplarda yaşamaya zorlanıyor ya da doğrudan ülkeleri olduğu düşünülen Romanya’ya gönderiliyor. Avrupa Birliği’nin 2004’te genişlemesiyle birlikte AB vatandaşı haline gelen Romanların serbest dolaşım çerçevesinde ortaya çıkan hukukî haklarını kullanmalarına dahi izin verilmiyor. Romanların seslerini duyurmak

Soykırımdan kurtulan Hollanda vatandaşı Zoni Weisz, açılış töreninde “Yetmiş yıl önce yarım milyon Roman’ın öldürülmesinde toplum hiçbir şey öğrenmedi; öğrenmiş olsaydı bize bugün böyle davranılıyor olmazdı” dedi. Tören sırasında Merkel konuşurken ve hem Almanya’nın hem Avrupa Birliği’nin Roman haklarını savunmakla yükümlü olduğunu söylerken, dinleyiciler arasından bağırarak Almanya’nın Sırbistan ve Makedonya’dan kaçan Romanlara sığınma hakkı vermeyi reddettiğini hatırlatanlar oldu.

için bulundukları girişimler Bulgaristan, Sırbistan gibi ülkelerde ırkçı saldırıların nedeni haline geliyor. Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşların yürüttüğü çalışmalar, iş bulma, gelir edinme ve sağlık hizmetlerine ulaşım gibi alanlarda tüm Romanların ulus aşırı ölçüde ve yatay kesecek biçimde en dezavantajlı kesim olduğunu gösteriyor. Son birkaç yılda Romanlara yönelik İznik’te yaşanan linç girişimleri; Bursa’da yetkililerin hazırladığı ve Romanları bir “tehdit” ve “risk” olarak gösteren, alışılagelmiş önyargıları ve devletin soruna bakış açısını yansıtan rapor; aynı günlerde Çanakkale’de bir okulda Roman çocukların tecrit edilerek ayrımcılığa uğradığı haberi, Türkiye’de

sorunun medyaya yansıyan kısmı. Oysa bunlar Romanların Türkiye’de hergün yaşadıkları sorunların çok küçük bir kesiti. Türkiye’de AKP hükümetinin “Roman Açılımı” yapacağını duyurup bu açılım sonucunda kentsel dönüşüm kılıfı altında Sulukule ve Dolapdere’nin Romanlardan “temizlenerek” yeni zengin AKP’lilere “nezih mahallelerde”, lüks konutlar yapılması da Romanlara bakış açısının onyıllardır değişmediğinin somut bir delili olsa gerek.


47

• GÜNCEL

BİR SÜREÇ OLARAK ROBOSKÎ Behçet Çelik AKP Kürt illerinde büyük bir yenilgi aldı. Seçimlerin ardından bunun nedenleri tartışılırken farklı görüşlerden kişiler, çözüm sürecinde kayda değer bir adım atılmaması, Dolmabahçe mutabakatından geri adım, “Kürt sorunu yoktur” sözü gibi etmenlerin yanında Roboskî’den de söz etme gereği duydu. 28 Aralık 2011’de 34 Kürt yurttaşın hava saldırılarında katledilmesinin ardından iktidarın aldığı tutumun Kürtler tarafından bir onur meselesi olarak görüldüğü; katliamın ardından failleri bulmak bir yana, adaletin tesisini ve sorumluların cezalandırılmasını isteyenleri aşağılayacı bir üslubu benimseyen AKP yönetiminin (ve elbette tek seçici Erdoğan’ın) oy kaybının kaçınılmaz olduğu ifade edildi. Roboskî’nin taşıdığı çoklu anlam ve katliamın art alanı Sibel Oral’ın Toprağın Öptüğü Çocuklar/ Adaleti Beklerken Roboskî kitabında açık seçik görülüyor. Roboskî’nin bir kaza olduğu hükümet tarafından hep söylendi, ama aradan geçen zamanda olup bitenlere baktığımızda, Kürt sorununun yıllar içerisinde geçirdiği aşamalarla Roboskî arasında bir bağ bulunmadığını söylemek zor. Roboskî’nin öncesine de bakmak gerek. Bu katliam sadece 28 Aralık 2011 gününe kayıtlı bir olay değil, bir sürecin parçası. Oral’ın kitabının önemi de öncelikle bu katliamın öncesi ve sonrası olduğunu hatırlatıp gözler önüne sermesinde.

Toprağın Öptüğü Çocuklar/ Adaleti Beklerken Roboskî Sibel Oral Can Yayınları, 2015

2011’den yirmi yıl öncesine kadar gitmekte ve neler yaşandığına bakmakta fayda var. Oral’ın görüştüğü insanların çoğu anlatıyor: Katledilen 34 yurttaşımızın yaşadığı köy yeni bir yerleşim, 90’larda göçe zorlandıklarında buraya yerleşmişler. Daha önce yaşadıkları Zeviyan’dan şimdi yaşadıkları Gülyazı’ya göçe zorlanmalarının

nedeni ise köylerinde hiç kimsenin koruculuk yapmak istememiş olması. Bu nedenle maruz kaldıkları tek yaptırım göçe zorlanmak olmamış üstelik; ağır baskı ve işkenceler de yaşanmış. Anlatılanlara göre bu baskılar nedeniyle korucu olanlar da PKK’lilerle askerler arasındaki çatışmalarda en önde bulunmaya zorlanmış. Bunun yanı sıra, askerlerin köylülerin yazları çıktıkları yaylalara yerleştirdiği mayınlarla ilgili bilgi vermemesi nedeniyle çok sayıda insan mayına basarak ölmüş, sakatlanmış. 90’larda yaşananların hemen hepsinin örnekleri mevcut Roboskîlilerin anlattıklarında. Katliamdan bu yana üç buçuk yıl geçti, bu zaman zarfında sorumluların tespiti konusunda elde kocaman bir sıfır var. Açılan soruşturmalar takipsizlikle sonuçlandı, katliam unutulmaya bırakıldı. Toprağın Öptüğü Çocuklar’ın bir önemi de burada: Yirmi yıl öncesinin tanıklıkları, katliam gecesi ve sonrasında yaşananlar, kamuoyu nezdinde Roboskî’nin nispeten önemsendiği sıralarda devlet erkânının sarf ettiği sözler ve bunların medyada nasıl sunulduğu bir araya geldiğinde Roboskî’nin neyi temsil ettiği, ne anlama geldiği açıkça ortaya çıkıyor. Katliamın ardından ana akım medyanın sessiz kalışı da ilk değildi. 90’lı yıllar boyunca sayısız örneği yaşandı bunun. Roboskî’nin karartılmaya çalışıldığı 36 saat boyunca medya organlarının sessiz kalışı da 90’larda olan bitenin küçük ölçekte bir temsili olarak değerlendirilebilir. Oral’ın görüştüğü genç yaşlı, kadın erkek herkes aynı şeyi talep ediyor: Adalet. Katliamın sorumlularının yargılanması. Bu talep yerine getirilmediği gibi bunu talep edenlerle neredeyse dalga geçildi. Oral, katliamda ölen gençlerin yakınlarıyla

yaklaşık üç yıl sonra görüşmüş. Bu üç yıl boyunca bu yönde atılan kayda değer tek bir adım olmaması onlarda büyük bir hayal kırıklığı ve isyan yaratmış. Böylesi olumsuz duygular bir yandan umutsuzluğa neden olurken, özellikle çocuklarda bir başka duyguya daha yol açmış. Bu konuda bir şeyler yapmak istediklerini söylüyorlar. İlk zamanlar okula gitmek istemeyen çocuklar, okula gittikleri takdirde ileride bu katliamın sorumlularının bulunması ve adaletin sağlanması için bir şeyler yapabilecekleri söylenerek ikna edilmiş. Öte yandan, bu çocukların bazısının öfkesi dinmemiş, köylülerden biri, “O küçücük çocuklar askerî bir araba geçtiğinde hepsini taşlıyorlar artık” diyor. “Taş atan çocuklar” bir ara gazetelerin vazgeçmediği bir konuydu ve neredeyse siyasî (ya da kriminal) bir kategori olarak söz ediliyordu onlardan. Toprağın Öptüğü Çocuklar’ı okuduğumuzda sadece bir köydeki çocukların değil, bütün bir bölgedeki çocukların ruh halini de anlıyoruz. 90’larda buna benzer bir ruh haliyle büyümüş olanlar şimdilerde yetişkin; Oral’ın kitabı, onları da hatırlatıyor. Şu sıralarda yirmili, otuzlu yaşlarında olan kuşağın yetişmekteyken neler yaşadığının da bir temsili çünkü Roboskî. Toprağın Öptüğü Çocuklar, katliamın neden olduğu acıları unutturmamanın yanı sıra, siyasilerin ve güvenlik güçlerinin Kürtlere nasıl baktığını hatırlattığı için de önemli. Sadece bunlar değil. Barışın neden elzem olduğu, barış ile adalet arasında kopmaz bağ, çatışmasızlığın bölgede rahatlama yaratırken kalıcı barış için nasıl büyük bir beklentiye yol açtığı, bu beklentilerin sürüncemede kalması nedeniyle artan umutsuzluk ve öfke gibi konuları da gündemde tutan, Roboskî katliamını tarihsel süreç içerisinde değerlendiren bir kitap.


48

IRKÇILIK •

TERRIBLE TURK: Irkçı bir imaj ve biz Roni Margulies Batı’nın tüm ülkelerinde “Türk” sözü çok çeşitli bilinç ve anlam düzeylerinde, çok katmanlı ve çok zengin bir olumsuzluk sözüdür. Bunu sadece “Terrible Turk” (korkunç Türk) “Unspeakable Turk” (adı ağıza alınmaz Türk) veya “Kümmeltürke” (kimyon Türk) örneklerinde olduğu gibi açıkça ve bilinçli bir olumsuzluk sözü olarak kullanıldığı durumlar için söylemiyorum. Önünde “terrible” sıfatı bulunsa da bulunmasa da, “Türk” sözünü duyan bir Batılı, önce sıfatı da duyar. Önce böyle olur. Sonra, söz konusu beyin bir ırkçının beyni değilse, bilinç devreye girer, “korkunç” sıfatını ve kılıç imgesini çıkıp geldikleri yere, yani bilinçaltına, itiverir tekrar. “Nerelisiniz?” sorusuna “Türkiyeliyim” cevabını veren kişinin bu sözü ettiği anda bürünüverdiği korkunç görüntü ve elinde beliriveren görünmez yatağan yok olur tekrar. Tümüyle değil ama; görüntü ve yatağan bilinçaltında varlığını sürdürmektedir çünkü. Tüm ulusal, etnik ve dinsel gruplar için benzer bir önyargı sürecinin işlediği düşünülebilir. Bir İngilizle tanışan bir Fransız İngilizlerin soğuk olduğunu, bir Almanla karşılaşan bir İngiliz Almanların iki dünya savaşı başlatmış olduğunu, bir Belçikalıyla tanışan bir Fransız Belçikalıların aptal olduğunu, kısaca da olsa, pek ciddiye almadan ve pratik bir sonuç doğurmadan da olsa, düşünüverir büyük olasılıkla. Norveçliler hakkında, örneğin, bu tür bir önyargının bilincinde değilim, ama İsveç ve/veya Finlandiya’da Norveçli fıkralarına konu olan yaygın ve

küçümseyici bir kanı olduğundan kuşkum yok. Bu tür sıradan, gündelik, ‘düşük yoğunluklu’ ırkçılıklar bir dönemden diğerine, bir coğrafyadan diğerine değişebilir, ama çarpıcı bir kalıcılık ve yaygınlık sergileyenleri de vardır. Örneğin, Batılıların Araplar hakkındaki “soylu yabani” görüşü Türkiye’de yerini “bizi arkamızdan bıçaklayan hain” görüşüne bırakır, ama tüm Arapların, Osmanlıların deyişiyle, “hal-i vahşet ve bedeviyette” yaşadığı İngilizlerle Türklerin ortak görüşüdür ve yüzyıllardır süregelmiştir. Hiçbir önyargı tümüyle zararsız değildir. Bugün en masum görünen, mizah konusu olmanın ötesine geçmeyen önyargıların yarın, farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda, nelere zemin oluşturabileceklerini kestirmek zordur. Ve açık ki, siyahların tam anlamıyla insan olmadıkları, evrim sürecinde insandan daha geri bir aşamada oldukları inancı ile, Türkiye’de Lazların, Amerika’da

Polonyalıların, İngiltere’de İrlandalıların aptal oldukları düşüncesi arasında kategori farkı yoktur; her ikisi de, basitçe, ırkçılıktır. Dolayısıyla, anlatanın ırkçılıktan tümüyle masum olduğuna inanarak anlattığı Laz fıkrasının da, “Abi, yanlış anlama ama, herifler tembel/pis/futbola yatkın değiller” ifadesinin de (“herifler” hangi insan grubu olursa olsun) ırkçılık olduğunu, ırkçılığı pekiştirdiğini gözden kaçırmamak, önemsiz bulup azımsamamak gerekir. Ancak, “Korkunç Türk” imgesinin, ifadesinin ve bunların yansıttığı köklü ve yoğun inanç, düşünce, önyargı yapısının yukarıda örneklediğim diğer önyargılardan farklı olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce, yaygınlığıyla farklı. Temel kaynaklarından biri Hıristiyanlığa rakip bir dine karşı duyulan öfke olduğu için, tüm Hıristiyan dünyasında mevcut olan bir önyargı. İkincisi, kökleri 600 yılına gittiği için, eskiliğiyle farklı. Üçüncüsü,

önce rakip dinlerin, sonra rakip imparatorlukların rekabetinden beslendiği ve tarihin önemli savaşlarının pek çoğunun kanıyla sulandığı için, şiddetiyle farklı. Batı dünyasında “Korkunç Türk” önyargısı kadar yaygın iki ırkçılık daha var sadece: biri anti-semitizm, diğeri siyahlara karşı ırkçılık. Bu ikisi, en azından geçen yüzyılın ikinci yarısından beri, ırkçılık olarak adı konulan, aşılmaya çalışılan, hem aydın kamuoyu, hem devlet düzeyinde artık hoşgörülmeyen, kabullenilmeyen, yasal yaptırımlara tabi olan ırkçılıklar. Türk düşmanlığı ise değil. “İliklerimizi emen Yahudiler” veya “Ağaçlardan daha dün inmiş olan zenciler” sözlerini kullanmak, örneğin İngiltere’de, Irk İlişkileri Yasası’nın ihlâlidir, “Kılıç sallamaktan başka bir şey bilmeyen Korkunç Türk” ifadesinin kullanımı ise değildir. Türk düşmanlığının diğer ikisi kadar ciddiye alınmamasının, konu bile olmamasının nedeni, Yahudilerle siyahların Batı


49

• IRKÇILIK toplumlarının içinde yaşayan azınlıklar olmaları ve bu yüzden ırkçılığın bu azınlıkları doğrudan ve gündelik düzeyde etkilemesi, geçmişte haklarının tanınmamasına, şiddete maruz kalmalarına yol açmış olması. Türkler ise Batı dünyasına içsel bir unsur olmadıkları için, Batı devletlerinin en azından teorik düzeyde korumak ve eşit muamele etmek zorunda oldukları vatandaşlar değiller. Daha doğrusu, yirmi otuz yıl öncesine kadar değillerdi. Zaman zaman, Batı’nın bizi yanlış tanıdığı, kendimizi iyi tanıtmadığımız kaygısı dile getirilir, tanıtım amaçlı resmî ve gayriresmî kurumlar oluşturulur, birkaç milyon dolar harcayıp bir tanıtım kampanyası daha yaparsak bu yanlışlığı düzeltebileceğimiz düşünülür, kâh devlet kâh sivil kuruluşlar uluslararası reklam şirketlerine böylesi kampanyalar ısmarlar. Eskiden beri, bu tür girişimleri ilgiyle ve gülerek izler, bu kadar çok paranın bu kadar boş yere harcanmasına üzülürüm. İngiltere’de yaşadığım ve bu ırkçılığı yakından izlediğim otuz küsur yıl boyunca, ırkçıların ırkçılığını pekiştirecek, ırkçı olmayanları ırkçı edecek nitelikte o kadar çok şey yaşandı ki Türkiye’de, kozmetik bir tanıtım kampanyasının gülünçlüğünü ve bu kampanyaların işe yarayacağını sananların akılsızlığını hep derin bir hayret duygusuyla izledim. Batı’nın Türkler’e bakışının ırkçı olduğu aşikâr. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı Avrupa’daki direncin önemli ölçüde ırkçılıktan kaynaklandığı açık. Öte yandan, Batı’nın ırkçılığı karşısında Türkiye’de gösterilen yaygın tepkiler anlaşılır gibi değil.

“Bizi yanlış biliyorlar” tepkisi Batı’nın Türklere karşı ırkçılığı yıllarda Türkiye’de olup bitenlerden, Türklerin yaptıklarından kaynaklanmıyor elbet. Ama çağdaş olayların bir etkisi olmadığı da düşünülemez. Kürt illerinde onyıllardır yapılanların “barbar

Türk” imajını tekrar tekrar kanıtladığı açık değil mi? Gezi olayları bahanesiyle öldürülen her gencin bu imajı pekiştirdiğinden kuşku duyulabilir mi? Yolsuzluk dosyalarının hasıraltı edilmesinin, tek bir kişi hakkında dava açılmamasının Türkler hakkında Batı’da olumlu bir izlenim yarattığı düşünülebilir mi? Türkiye sınırları dışında dünyada hiç kimsenin kuşkusu olmayan basit tarihsel gerçekleri, yani bu ülkede Ermeni ve Kürtlerin öldürülmüş olduğunu ifade eden bir kişinin, Nobel ödüllü bir romancının (ve başkalarının) “Türklüğü aşağılamak” suçundan mahkemeye verilmesi, Batı’nın Türkleri yanlış bilmesinden mi kaynaklanır, Türkiye’de ifade özgürlüğü olmamasından mı? Sorun, tanıtım sorunu değil, demokrasi sorunudur. Dahası, bu işleri biraz bilen bir Batılı, Türkiye’de Türklüğü aşağılamanın suç olduğunu, ama Ermeniliği, Kürtlüğü ve çok çeşitli insan gruplarını aşağılamanın hiçbir suç kapsamına girmediğini bilir. Yanlış değil, doğru bilir.

“Siz de yaptınız” tepkisi Ermeni soykırımının yüzüncü yılında, hem Papa hem Avrupa Parlamentosu “soykırım” ifadesini kullanınca tüm büyüklerimiz gibi Başbakan Davutoğlu da feveran etti: “O zaman biz de Katolik tarihinin dosyalarını açarız. Engizisyon’dan kaçanların nasıl ülkemize geldiğini anlatırız. Avrupa tarihini açacaksak Afrika’da, Asya’da neler yapıldığını sorarız. Nerede Aborjinler, nerede Kızılderililer, nerede Afrika kabilelerinin çoğu?” Davutoğlu’nun dediği şu: “Ne varmış biz Ermenilere soykırım uyguladıysak? Siz de aynısını yaptınız. Rahat bırakın bizi.” En düşüncesiz Batılı bile, herhalde “Siz öldürdünüz, biz de öldürürüz, en doğal hakkımızdır” iddiasının biraz gülünç olduğunu anlayabilir. Davutoğlu anlayamıyor. Geçtiğimiz 70 yıl boyunca dünyada hiçbir devlet insan öldürürken “Ne var yahu, Almanlar altı milyon kişiyi öldürdü, biraz da

biz katlediyoruz, ne karışıyorsunuz” diyerek kendini savunmadı. Hutular Tutsileri öldürürken de böyle demedi, Sırplar Boşnak öldürürken de demedi. Başkalarının yaptığı bizim yaptığımızı haklı çıkarmaz diye anlayabiliyorlardı herhalde. Avrupa’yı ikiyüzlülükle suçlamak kolay, tüm Batı Avrupa devletlerinin tarih boyunca sömürge halklara uyguladıkları akıl almaz vahşeti hatırlatmak doğru. Ne var ki, Batılıların da barbarlık etmiş olmalarının Türklerin bugün barbarlık etmelerini haklı kıldığını gösteren kuramsal ve etik bir yaklaşım henüz keşfedilebilmiş değil. Dahası, geçmişte Avrupa devletleri ne yapmış olursa olsun, bugün Avrupa kamuoyunu “Bakın, geçmişte siz de uygulamışsınız, bugün uygulamayacağınızın bir garantisi de yok zaten, demek ki zulüm iyi bir şeydir” yaklaşımına ikna etmek, tanıtım kampanyalarına kaç milyon dolar harcanırsa harcansın, kolay iş değildir. Burada Batı’nın herhangi bir “yanlış anlama” veya “yanlış bilme” sorunu yoktur. Anlayamayan ve bilemeyen sadece Türkiye devletidir.

“Avrupa’ya çaktırmayalım” tepkisi Türkiye’deki üçüncü tepki, köylü kurnazlığıyla akraba olan,

“Ne yapıyorsak yapalım, ama Avrupa’ya çaktırmayalım” tepkisidir. Bunun örnekleri çok çeşitli ve çok eğlenceli olmakla birlikte, ben en sevdiğim örneği Radikal gazetesinde bir süre önce çıkan “Başbakan’a ‘4 kadın’ tepkisi” başlıklı haberden aktarayım: “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘şartlar oluştuğu takdirde dört kadınla evlenilebileceği’ yönündeki açıklamasına kadın kuruluşlarından tepki geldi. 27 üyeli İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği’nin açıklaması şöyle: ‘Cumhuriyet ilkelerinin ihlali anlamına gelen ve ülkemizin imajını zedeleyen her türlü söylem ve tutumu kınıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine bağlı kalacağına ve koruyacağına ant içmiş olanlara ‘yeminlerini’ hatırlatıyoruz. Çağdaş Türk kadınlarının, Medeni Kanun’un Aile Hukuku kurallarını yok sayma özleminde olanlara izin vermeyeceğini duyururuz.’” Türkiye’de herhangi bir kurumun adı “çağdaş” kelimesiyle başladığında, kurum üyelerinin çağdaş olup olmadığını bilemiyor, ama Kemalist olduklarını öğrenmiş oluyoruz. İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği adı altında bir araya gelmiş olan Kemalist kadınlar gerçekten “çağdaş” olsalardı, Tayyip Erdoğan’ın


50

IRKÇILIK • diye konuştu.” Duff Adana Bölge gazetesini okumuyor olabilir, okumuyorsa gerekli dersi öğrenemeyeceği kaygısıyla olsa gerek, kalitesi değilse de satışları daha yüksek olan Hürriyet gazetesi de “Şerefsiz İngiliz” manşetini attı.

“Masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi” Elimde bir kitap var: Erzurum Atatürk Üniversitesi Yayınları’ndan, üniversitenin kuruluşunun XX. yıl armağanı. Adı Ermeniler Hakkında Makaleler - Derlemeler. “Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Ermenilerin Türklük Aleyhdarı Propagandaları ve Bir Belge” başlıklı yazısında Doç. Dr. Saim Sakaoğlu şöyle yazıyor:

sözleri karşısında önce, dalga geçen bir ses tonuyla, “Hangi şartlar oluştuğu takdirde dört kadınla evlenilebilir?” diye sorarlar, sonra da kadın hakları temelinde hiçbir koşulda dört kadınla evlenmenin doğru olmayacağını savunurlardı. Ama asıl kaygıları kadın hakları değil, “ülkemizin imajı”. İsteyen dört kadınla evlensin, sorun değil, ama aman Avrupalılar duymasın! Benzer bir örnek, ünlü bir Türk romancısının Amerika’da bir üniversitede yaptığı edebiyat sohbetinden sonra, o üniversitenin Türk öğrenci ve öğretim üyelerinin Kars’taki yoksulluk ve sorunlardan söz ettiği ve bu güzel kentimizi kötü tanıttığı için internet yazışmalarında romancıya ateş püskürmesi, “Kars ile ilgili anlatacak hiç mi olumlu bir şey yoktu?” diye feveran etmesi idi. Bir romancının görevi ülkesinin turizm rehberliğini yapmak mıdır sorusunu bir kenara bırakırsak, söz konusu Amerikan üniversitesindeki Türkler’in Kars’taki yoksulluğu sorun etmeyip bu yoksulluğun Amerika’da dile getirilmesine kızmaları Türkiye’de yaygın olan anlayışı yansıtıyor. “Bizi yanlış biliyorlar, biz aslında iyiyiz” ve “Biz aslında iyi değiliz, ama bari onlara bunu

çaktırmayalım” yaklaşımlarına ek olarak, bir de “Bizden iyisi yoktur, anca giderler” tepkisi var. Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı Andrew Duff, memlekette boş bulunan her duvara Atatürk resmi asılmasını garipsediğinde (ve dolayısıyla dünya nüfusunun Türkiye sınırları dışında yaşayan kesiminin hemen hemen tümünün hislerine tercüman olduğunda), bu üçüncü tür tepkinin en güzel örneği Adana’dan geldi: “Bölge gazetesinin başlattığı ‘Cumhuriyetçilere 3 tarihi çağrı’ kampanyası kapsamında yeralan ‘Merkez Park’ın adı Cumhuriyet Parkı olsun’, ‘en büyük Türk bayrağını Adanalı hazırlasın’ ve ‘en görkemli Cumhuriyet Şölenini biz yapalım’ çağrısına Adana Kadın Kuruluşları Birliği’nden tam destek geldi. Başkan Sunay Karatoprak, yaptığı konuşmada, Atatürk ilkelerine bağlılıklarını bir kez daha dile getirerek, ‘Bizler, tek ses, tek vücut olarak, diyoruz ki; Atatürk’e uzanan eller mutlaka bir gün kırılacaktır...’ dedi. Karatoprak ‘Özellikle Cumhuriyet ve Atatürk’e dil uzatanlara, bu anlamlı kampanyalarla gereken ders verilmiş olacaktır...’

“Ermenilerin her yıl tekrarladıkları bir komedi vardır. Masum bir cemiyet hüviyetine bürünüp haklarını aramak isterler. Bir buçuk milyon masum insanın katledildiğinden bahsederler... Bütün bu aleyhte propagandalar ile, masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi, biz, suçsuz insanları öldüren caniler, barbarlar olarak tanıtılmaktayız. Ben bu üniversiteye adımımı attığımda [University of California, Los Angeles] tarih 6 Mayıs 1974 idi. Ben gelmeden birkaç hafta evvel bu kütüphanede açılan bir kitap sergisi benden sonra da tam iki ay hiç değiştirilmeden kaldı. Bu sergi, Ermeni propagandası yapan bir sergi idi... Sinsi bir Türk düşmanlığı da gizlice yürütülüyordu. Öyle anlaşılıyordu ki bu sergi, Ermenilerin her yıl 24 Nisan’da tekrarladıkları “dövünme” yıldönümleri ile ilgili olarak hazırlanmıştı. Üniversitenin bir günlük gazetesi vardır. Bu gazetenin 23 Nisan 1975 günlü sayısının bir tam sayfası, aynı üniversitede okuyan Ermeni talebelerin kurduğu “The Armenian Studies Club” [Ermeni Araştırmaları Kulübü] tarafından satın alınmış ve bizim aleyhimize olan bir ilan olarak kullanılmıştır. Sayfanın ortasında, harap olmuş bir Ermeni kilisesinin fotoğrafı yerleştirilmiştir.

Bunun üst tarafında da iri puntolarla şu iki soru dikkati çekmektedir: Burası neresidir? O niçin harap olmuştur? Fotoğrafın altında ise özetle şu cümlelere yer verilmiştir: Bunlar, tam 60 yıl evvel, Türk hükümeti tarafından 24 Nisan 1915’te sistemli olarak imha edilmeye başlayan Ermenilerdi. Türkler onlara işkence etti, tecavüz etti ve onları öldürdü... Mevcut Ermeni (ve Rum) okulları, yetimhaneleri ve kiliseleri, anlaşmaların garantisine rağmen sistemli bir şekilde yok edilmektedir. Ermeniler adalet ve tazminat istiyorlar. Biz, UCLA’da bulunan birkaç araştırmacı Türk, gazetenin pek çok nüshasını konuldukları yerden alıp imha ettik. Ama, bizim imha ettiğimiz miktar binlerce derginin yanında pek büyük bir miktar değildi.” Yukarıdaki alıntı bu yazıda vurgulamaya çalıştığım her şeyi örnekliyor! “Masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi, caniler, barbarlar olarak tanıtılmaktayız”. Yani, “Ah, bizi yanlış tanıyorlar”. “Gazetenin pek çok nüshasını konuldukları yerden alıp imha ettik”. Yani, “Aman, Batılılar ne yaptığımızı bilmesin”. “Bizi yanlış tanıyorlar” tepkisi, yerini “Acaba dediklerinde bir gerçek payı olabilir mi?” sorusuna bıraktığı gün, Korkunç Türk imajı ortadan kalkmayacaktır elbet, ama Türkiye başka türlü bir ülke olmaya başlayacaktır kanımca. Türkiye’de yapılan bir yanlış karşısında gösterilen “Eyvah, Avrupa ne diyecek?” tepkisi, ve bu yanlışı Avrupa’da bir Türk’ün dile getirmesi üzerine atılan “Bizi ele verdi, vatan haini!” çığlığı, yerini “Avrupa ne derse desin, bu iş yanlış, ve yanlış olduğu için bir daha yapılmamasını sağlamamız gerek” tepkisine bıraktığı gün, Batı’da Türklere karşı ırkçılık ortadan kalkmayacaktır elbet, ama Türkler biraz daha uygar insanlar olacak, Türkiye daha güzel bir ülke olacak, dünyada Türklere saygı duyanların sayısı biraz daha artacaktır.


51

• IRKÇILIK

HAYALI ATALARIN İZİNDE Tibet’te bulunduğu düşüncesini ortaya atmış, bu düşünce Hitler tarafından benimsenmişti. Hitler, bu sayede Almanya ile Tibet arasında bir Ari köprüsü kurmayı ve Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmayı mümkün kılan bir ideolojik altyapı ortaya koymayı düşünüyordu.

Atilla Dirim Tibet’in pek çok açıdan çok ilginç bir yer olduğuna şüphe yoktur. Orta Asya’da, ortalama 4.900 metre yüksekliğindeki bu ülke “dünyanın çatısı” olarak anılır. İlgi çekici olması sadece coğrafî özelliklerinden ötürü değildir. Tibet, eskiden bu yana güçlü bir mistisizme ve etkileyici efsanelere sahip bir yer. On yedinci yüzyıldan sonra Tibet kökenli Sanskritçe metinlerin batı dillerine çevrilmesi, Tibet’e duyulan ilginin kaynağını oluşturur. Bu efsanelerin bir kısmında Agartha ve Shamballa adı verilen efsanevÎ ülkelerden söz edilir. Efsanelere göre her iki ülke de çeşitli felaketlerden sonra suların derinliklerine gömülen Mu ve Atlantis kıtalarının sakinleri tarafından kurulmuştu. Bu ülkeler mistik özelliklere sahipti, çağımızın çok ötesine uzanan teknolojik bilgi ve imkânlara sahipti. Uçan makinelere, uzaktaki yerleri gösteren büyülü aynalara, sonsuz enerji kaynağı yüzüklere sahiptiler. Shamballa, bir görüşe göre yüksek dağların tepesinde, başka bir görüşe de Gobi Çölü’nde ya da başka bir coğrafî bölgede bulunuyor ve ancak sırlara vakıf kişiler tarafından görülebiliyordu. Agartha ise bir yeraltı dünyasıydı, sonu olmayan tünellerle birbirine bağlıydı. Her iki ülkenin kralları arka planda kalmak suretiyle dünyayı yönetiyor; Shamballa kötülüğü temsil ederken, Agartha iyiliği temsil ediyordu. Bazı efsanelere göre durum bunun tersiydi, ya da bu iki ülke iç içe geçmişti. İyiliğe karşı kötülük, aydınlığa karşı karanlık, beyaza karşı siyah olara simgeleştirilen bu zıtlıkların birliği, yani diyalektik, kuşkusuz sembolik bir anlama sahipti. Ancak bu simgeler politik anlamda da çok ilgi görmüş, bu efsanevî ülkelerin üstün vasıflara sahip sakinleriyle aynı

Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti

soydan geldiklerini, bundan ötürü de dünyaya hükmetme imkânına ve hakkına sahip olduklarını iddia eden ırkçıların faaliyetleri için ideolojik dayanak teşkil etmeye başlamıştı.

Hitler ve ırkçı örgütler Almanya’da yaşanan büyük ekonomik ve siyasî krizle birlikte radikalleşen küçük-burjuva hareketinin temsilcisi olan Naziler, üstün ırk kuramlarını Thule ve benzeri ırkçı örgütlenmelerden almışlardı. Thule örgütü, 1918 yılında Rudolf von Sebottendorf tarafından kurulmuştu. Görünürdeki amacı Alman ırkının kökenlerini araştırmaktı. Örgüt, Almanların temsil ettiği Ari ırkının kökenini, kuzeyde bulunan efsanevî Thule adasına bağlıyordu. Bu aslında Atlantis’in bir tür kuzeyli versiyonuydu, sakinleri büyük psişik güçlerle donatılmıştı, evrenle bütünleşmişti ve yüksek bir teknolojiye

sahipti. Ancak Thule gerçekte antisemitizmi öne çıkartan faşist bir örgütlenmeydi ve sokakta devrimci güçlerle kanlı çatışmalara giriyordu. Örgüt, 1919’da faşist Almanya İşçi Partisi’ni (Deutsche Arbeiterpartei/DAP) kurdu. Hitler, DAP’ın bir toplantısına katıldıktan sonra partiye üye oldu, parti içinde hızla güç kazandı ve Thule örgütünü tasfiye ederek partiyi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei/NSDAP) dönüştürdü. Hitler’in ilgisini Tibet’e yönlendiren kişi, önde gelen Thule üyelerinden General Karl Haushofer olmuştu. On üç dil konuşan, gamalı haç figürünün Naziler tarafından kullanılmasına önayak olan Haushofer, başta Japonya olmak üzere birçok Asya ülkesinde bulunmuş, buraların geleneklerini, inançlarını, dillerini incelemişti. Ari ırkın kökeninin

Hitler, SS komutanı Heinrich Himmler’e, Haushofer’in anlatıları ışığında “Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti’nin (Forschungs- und Lehrgemeinschaft das Ahnenerbe e.V., kısaca Ahnenerbe) kurulması emrini verdi. 1935 yılında kurulan cemiyetin görevi, Nazilerin “üstün Ari ırk” iddiasının altını bilimsel olarak doldurmaktan ibaret gibi görünüyordu. Ancak örgütün gerçek faaliyet alanı daha genişti. Özellikle İngilizlerle rekabette öne geçmek amacıyla Asya ülkelerinde casusluk faaliyetlerinde bulunmak, keşif bahanesiyle gittiği yerlerden doğal zenginlikleri ve tarihî eserleri yağmalamak, ayrıca insanlar üzerinde sözde bilimsel deneyler yapmak gibi görevleri de vardı. Ahnenerbe’nin en kapsamlı keşif gezisi, SS üyesi, zoolog ve botanikçi Ernst Schäfer liderliğinde 1938’de Tibet’e yapılan geziydi. Geziye yine bir SS üyesi olan Bruno Beger isimli antropolog da katılmıştı. Ekibin görevi Tibet yönetimi ile Almanya arasında siyasî ve ekonomik bağlar kurmak, Tibet’in sert ikliminde yaşayabilen dayanıklı bitki ve hayvan türlerini Almanya’ya götürmek, yerel halkın antropolojik özelliklerini inceleyerek Ari ırkla ilgilerini ortaya çıkarmak ve kültürel öğeleri araştırmaktı. Ekip, Tibet’te uzun süreli incelemelerde bulundu. Schäfer bitki ve hayvanları incelerken, Beger de insanları inceliyordu. Yaklaşık 300 kafatası üzerinde, bunların Ari ırka ait olduğunu


52 kanıtlayan çalışmalar yaptı. Tibetliler ve Sikkim halkı üzerinde de incelemelerde bulundu. Schäfer, raporlarında Tibet aristokrasisinin Avrupalılardan bile Ari olduğunu, “Üçüncü Reich”ın dünyayı ele geçirmesinden sonra, bu bölgenin yönetimini üstlenebileceklerini yazıyordu.

Demir adam Ekip Almanya’ya geri döndüğünde, beraberinde pek çok bitki ve hayvan örneğiyle kültürel nesneler getirmişti. Bu nesnelerin üzerinde gamalı haçların bulunmasına özel bir önem verilmişti; ancak bir nesne vardı ki, daha ilk bakışta diğerlerinden farklı olduğu anlaşılıyordu. Eisenmann (Demir Adam) adı verilen 24 cm. yüksekliğinde, 10 kg. ağırlığında bu heykel, sakallı ve pantolonlu, zırhlı bir tanrıyı temsil ediyordu. Heykel muhtemelen Chinga meteorunun bir parçasıyla yapılmıştı; ağırlıklı olarak demir ve nikelden oluşuyordu. Göğsünün tam ortasında bir gamalı haç vardı. Schäfer’in keşif gezisi başarıyla sona ermişti. Hitler memnundu. Tibet’le ilişkiler geliştirilmiş, Ari ırkın Orta Asya’ya uzanan kökenleri kanıtlanmış, doğuya çıkılacak seferde yeni ittifakların temeli atılmıştı.

Anadolu’dan Orta Asya’ya… Bütün bunlar olup biterken, benzer gelişmeler Türkiye’de de yaşanıyordu. Türklerin aslında tarihin en eski ve köklü uluslarından biri olduğu,

IRKÇILIK • anavatanlarının Orta Asya’da efsanevî güzellikte bir ülke olduğu, doğal felaketler sonucu buralardan göç etmek zorunda kaldıkları ve bütün dünyaya yayılarak gittikleri her yere medeniyet taşıdıkları fikri, Abdülhamit baskısından kaçarak Avrupa’ya yerleşen Yeni Osmanlılara, Almanlar tarafından Turan projesi üzerinden empoze ettirilmişti. Almanya, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve ekonomik ortağı olmuştu. Osmanlı’da yükselen milliyetçi fikirleri denetimi altına alarak, Orta Asya’ya uzanan yayılmacı politikalarına güçlü bir müttefik kazanmak amacındaydı.

Turan Yeni Osmanlıların hızla Jön Türklere dönüşmesi sonrasında, İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden Turan fikri Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezî politikası haline geldi. Artık okullarda duvarlara asılan boy boy haritalarda Türklerin Orta Asya’dan dünyaya nasıl yayıldıkları kalın kırmızı çizgilerle gösteriliyordu. İslam milleti yerini Türk ulusuna bırakıyordu. Gençler arasında o güne dek bilinmeyen Aydemir, Cengiz, Börtüçine gibi isimler hızla yayılıyordu. Ancak Şevket Süreyya (Aydemir) gibi milliyetçi fikirlerden etkilenen gençler, İstanbul dışına çıktıklarında, kendilerine anlatılanlarla gerçeklerin örtüşmediğini, Türklük ve Turan söylemlerinin kimseler tarafından bilinmediğine acı bir şekilde

‘Demir adam’ heykelciği.

şahit oluyorlardı. Turan’ı fethetmek üzere Sarıkamış’tan yola çıkması planlanan ordunun daha harekete bile geçmeden imha olması, İttihat ve Terakki’nin Turan İmparatorluğu hayallerini suya düşürdü. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte, Enver Paşa’nın muhalifi olan ve daha küçük çapta bir ulus-devlet projesini benimseyen Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Turancılığın ve Orta Asyacılığın bir süreliğine rafa kaldırılmasına neden oldu. Ancak 1930’lu yıllarda bu durum hızla değişmeye başladı.

Ari ırkın temsilcisi: Türkler Ekonomik krizinin dünyayı vurmasıyla birlikte 1929’dan itibaren Avrupa’da milliyetçilik ve ırkçılık hızla yükselmeye başladı. Krizin etkisiyle bunalıma giren küçük burjuva kitleler giderek radikalleşiyor, faşizan fikirleri benimsiyordu. Bu durum Türkiye’de de hızla yankısını buldu. Zaten ırkçı bir öze sahip olan Kemalizm, bu özü hızla yeşertecek bir zemin bulmuş oldu. Almanya giderek daha fazla silahlanıyor, yaşam alanlarından, kaderi dünyaya hükmetmek olan üstün Ari ırktan söz ediyordu. Kemalistler de kendi içlerinde Türkleştiremedikleri unsurları - Kürtleri - tasfiye etmek,

muhalefeti susturmak ve olası yayılmacı savaşlara ideolojik zemin hazırlamak için üstün vasıflara sahip Türklük fikrini tekrar ısıtıp masaya koydular. Bizzat Mustafa Kemal’in emirleriyle Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi geliştirildi. Bu tezlere göre, Türkler dünyanın en eski ırkıydı. Dünyanın ilk dili Türkçeydi. Diğer bütün diller Türkçe’nin bozulmuş haliydi. Türkler Orta Asya’dan dünyaya yayılmış, akla gelebilecek bütün medeniyetleri kurmuş ve dillerini diğer kavimlere vermişlerdi. Türkler her zaman dünyaya hükmetmişlerdi, bu kaderlerinde vardı ve yeniden hükmetmek üzere ayağa kalkmışlardı. Bütün bu tezleri araştırması için 1930 yılında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Amaçları itibarıyla Ahnenerbe’den farksız olan bu kurumun aslî amacı, Anadolu’da yaşamış olan kadim halkların Türk olduğunu, dolayısıyla Anadolu’nun doğal olarak Türklerin yurdu olduğunu kanıtlamaktı. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, diğer halkların durumunu şöyle ifade ediyordu: “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma


53

• IRKÇILIK

belgelenmesi için dünyanın değişik yerlerine heyetler gönderilmesi tesadüf müydü, yoksa iki devlet arasında bu konuda görüşmeler yapılıyor muydu? Thule örgütünün kurucusu von Sebottendorf 1910’lu yıllarda İstanbul’da bulunmuş, çok değişik kişi ve gruplarla ilişkiye geçmiş, olasılıkla Turan politikaları üzerinde çalışmıştı. Keza sonradan birer Nazi olacak çok sayıda Alman askeri ve subayı da Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de savaşmıştı.

Mu kıtası.

hakkı”. Bu tezleri yaratmak kolaydı, ancak az da olsa inandırıcı olmaları için bilimsel temellere oturtulmaları gerekiyordu. Bunun sağlanması için 1932 yılında Birinci Türk Tarih Kongresi düzenlendi. Kongrede, Atatürk’ün manevî kızı Afet İnan tarafından yapılan sözde antropolojik araştırmaların sonuçlarına yer verildi. İnan, yaptığı konuşmada Türklerin Ari ırkın temsilcileri olduğunu ilan etti: «Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, Ari, medenî, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir”. (Birinci Türk Tarih Kongresi, 1932, s. 41).

Efsanevi kıta Mu Bu esnada Enver Paşa’nın damadı Tahsin Bey (Mayatepek), Mustafa Kemal’e Güney Amerika medeniyetlerinden olan Maya toplumun dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlikleri anlatan bir rapor sundu. Raporu inceleyen Mustafa Kemal, Tahsin Bey’i konu hakkında daha ayrıntılı araştırmalar yapmak üzere Meksika’ya ataşe olarak atadı. Tahsin Bey, Meksika’da yoğun araştırmalar yaptı. Bu araştırmalar esnasında, Mayaların dili ve kültürü ile Türk dili

ve kültürü arasındaki benzerlikleri anlatan toplam 14 raporu Mustafa Kemal’e ve Türk Dil Kurumu’na gönderdi. Bu raporlarda Mayaların güneşle olan ilişkileri anlatılıyor, özellikle Mevlevi giysileri ve ayinleri ile Maya güneş tapınmaları arasındaki benzerlik vurgulanıyordu. Güneş bu araştırmaların merkezini oluşturuyordu, çünkü Türkçe’nin dünyanın en eski dili olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi bunu gerektiriyordu. Tümüyle fantastik bir tahayyül üzerine inşa edilen bu teori Tahsin Bey’in raporlarında da desteklendi. Tahsin Bey bu araştırmalarla meşgulken, William Niven adlı bir kişi tarafından bulunduğu ve 13.000-15.000 yıllık olduğu iddia edilen tabletlerin deşifreleriyle karşılaştı. Gerçi tabletlerin orijinalleri ortada yoktu ve çevirilerinin nasıl yapıldığına dair veriler de son derece şüpheliydi; ancak Tahsin Bey konuyla ilgilendi. Bu tabletlerde Mu adında, bir zamanlar Pasifik Okyanusu’nda bulunan, ancak birtakım doğal felaketler tarafından denizin dibine gömülen bir kıtadan söz ediliyordu. Kıtanın sakinleri dünyanın dört bir yanına dağılarak bugünkü bilinen medeniyetleri kurmuşlardı. Tahsin Bey bu konuyla ilgilenirken, James Churchward ismine ulaştı. Hakkında pek az bilgi bulunan bu kişi bir İngiliz albayı

olduğunu, uzun yıllar Hindistan ve Tibet’te kaldığını, burada bir Tibetli rahip tarafından kendisine gösterilen binlerce yıllık tabletleri, yine aynı rahipten öğrendiği kadim bir dille deşifre ettiğini anlatıyor ve uzun uzun Mu kıtasından bahsediyordu. Tahsin Bey, James Churchward’ın hiçbir maddî temele dayanmayan kitaplarını - ortada ne tabletler vardı, ne rahip, ne de coğrafî konum bilgisi - Ankara’ya bildirince, Mustafa Kemal konuya büyük ilgi gösterdi. Ne de olsa kitaplarda Mu’nun mirasçıları olarak Uygurlardan söz ediliyordu. Türkler de Uygurların bir kolu olarak, bu efsanevi kıtanın doğrudan temsilcisi oluyordu. Mustafa Kemal, derhal 60 kişiden oluşan bir tercüman ekibi kurdurarak Churchward’ın kitaplarını Türkçe’ye çevirtti. Bu kitapları satırların altını çizerek ilgiyle incelediği bilinmektedir. Tahsin Bey geri döndüğünde Mustafa Kemal tarafından kabul edildi ve kendisine Meksika’daki faaliyetleri doğrultusunda Mayatepek soyadı verildi. Ancak nedendir bilinmez, tekrar Meksika’ya dönme yolundaki istekleri kabul edilmedi ve Mu kıtasının araştırılması faaliyetlerine son verildi.

Hayaller ve yalanlar 1930’lu yılların fırtınalı günlerinde Almanya ve Türkiye’de aynı anda Orta Asya’da Âri ırkın aranmaya başlanması, bunun

Bu ilişkileri bilmek şu anda pek mümkün görünmüyor. Ancak görünen şu ki, ta Tibet’e kadar uzanan Âri ırk arayışının sonuçları hiç de iyi olmadı. Üstün ırk olma iddiasındaki Naziler dünyayı ateşe ve kana boğarak, milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Keza hem İttihat ve Terakki Cemiyeti hem Kemalistler, kendilerinden olmayanlara ancak köle olma hakkı tanıdıkları topraklarında milyonlarca insanı katlettiler. Hayaller ve yalanlar üzerine inşa ettikleri ırk politikalarını temsil ettikleri sınıfların çıkarları uğruna kullanarak, geniş toprakları ateşe ve kana boğdular. Ari ırk teorisi hem Almanya’da hem Türkiye’de şu anda çöplüğe atıldı, ancak sınıfların hüküm sürdüğü bir dünyada başka kılıklarda karşımıza çıkmak için fırsat kolladıklarından emin olabiliriz. Böyle bir tehlikeye karşı hazır olmamız gerektiğinden de …


54

DEMOKRASİ •

Demokrasi yalan mı? Semih Gümüş Demokrasi tılsımlı bir terim değil, herkese aynı uzaklıkta tutulan bir şeyi anlatıyor. Siyasal yelpazenin en sağından en soluna, toplumun en yoksulundan en varlıklısına, sıkıca kavranmaya çalışılan bir kavramı, sığınmaevini. Eskiden böyle değildi. 1980’den önce, dünyanın her yerinde, öteki başka amaçlardan sonra gelmesi olağan karşılanan demokrasi, özellikle 1990’lardan sonra her türden anlayışın üstünde birleştiği bir yönetme ve yönetilme biçimi olarak görülmeye başladı. Bir araç mı, yoksa amaç mı olduğu üstüne, kalıcı etkiler bırakmadığı görülen bir tartışmanın da hep konusu oldu demokrasi. Kendi tuzağımızı bile isteye önümüze açtık: Yönetme ve yönetilme biçimi. Yönetilenlerin daha çok hak arama zemini, yönetenlerin diledikleri hakları verdikleri zemin. Aynı. Nasıl bir noktadır bu? Anlamlı mı böyle olması? Gilles DauvéKarl Nesic’in Demokrasinin Ötesinde’de anlatmaya çalıştıkları demokrasi, sarı ışıkta geçirmeye çalışıyor. Dikkat

demokrasi var! da diyebiliriz bu kitabı okuduktan sonra. Herkes için en olumlu görünen yönetim biçimi, yukarıdakileri serin tutarken aşağıdakiler için sıkı bir rejim olabilir. Öyle ya, demokrasi, insanca yaşama koşullarını sağlayacakken aslında silahlarını insana doğrultmanın da aracı. Hem önemli bir sorun bu hem de hangi seçeneği onun yerine koyacağımızı daha tam anlamıyla keşfedemediğimiz için, ümit kırıcı.

Demokrasinin olmadığı bir sosyalizm Gilles Dauvé-Karl Nesic, “Diktatör işkence eder, demokrasi de işkenceyi kurallara bağlayarak yapar,” diyor. Demokrasinin çekiciliği, “ekonomi, para ve diğer güçler karşısında dayanışmacı, insanî bir bağımsızlığı ileri sürmesinden kaynaklanmaktadır.” Ne ki, bunu siyasal sistem içine sıkıştırmak demokrasi talebini baştan öldürmek demektir, bu yüzden toplumsal hayatın gündelik parçası haline gelmek zorundadır demokrasi. “Komünistler, 1848-49’da nadiren komünist olarak davranırlar,” diye de belirtiliyor. Aslında komünistlerin doğrudan sosyalist devrimi amaçladıkları yıllarda

bile, küçümsenen demokrasi için savaşım öncelikli ve vazgeçilmez oldu. Hiç kimse ondan kurtulamadı.

Sonra? Sonra sosyalizm iktidarı ele geçirdiği yerlerde genel oy hakkını göstermelik biçimde kullandı ve demokrasinin olmadığı bir sosyalizmi rejim olarak uygulamaya çalıştı. Hangi sosyalist ülkede genel oy hakkı demokratik biçimde kulanıldı? Neden sonra Nikaragua’da, hem de silahlı savaşımla iktidarı ele geçiren Sandinista hareketi, genel oydan kaçınmadığı için, ilk seçimde iktidarı bırakırken bu demokratik tutumunun sonuçlarını sonraki seçimlerde gördü.

Zehirli bir ağaç Karşı yakada hiçbir şey değişmiyor elbette. “Gölgesinde uyuyanları geberten zehirli bir

ağaç... işte bu, genel oy hakkı!” diyor Louise Michel, Gilles Dauvé-Karl Nesic aktarıyor.

Demokrasi için özlü bir tanım arayanlar için birebir. En etkili afyonlardan biri: genel oy hakkı. Bir toplumu oluşuran üyelerin birbirlerinden bağımsız biçimde davranırken eşit olduklarını düşünmelerini sağlayan demokrasi, bunu da en çok genel oy hakkıyla sağlar. Yönetenle yönetilen sandık başında eşittir. Yalnızca o anda eşit olduklarını düşünme fırsatını sonra hiçbir zaman bulamasalar da, o eşitlik ânı yeterli olmaktadır. Oysa demokrasi dünyanın her yerinde tek bir terimle anlatılan bir yönetim biçimiyken, bazı ülkelerde bir yıl boyunca siyasal nedenlerle tek bir kişi bile öldürülmezken, Türkiye’de bin kişinin öldürülmesi gündelik


55

• DEMOKRASİ hayatın kendisine dönüşebiliyor. Demek demokrasi, siyasal nedenlerle ülke içinde bir savaşın sürdürülmesine de, birkaç yıl içinde on bin kişinin siyasal nedenlerle cezaevlerini doldurmasına da engel değil. Yönetenlerin ve yargının hukuk dışına çıkmalarına gerek bırakmıyor; çünkü siyasal iktidarların kendi hukuklarını yürürlüğe koymalarının bütün yollarını kolayca açmaya olanak veriyor.

Celladını seçme hakkı Fransa’nın Cezayir işgali nedeniyle sınırlarının dışında ve içinde yaptığı katliamlar da demokrasi altında yapıldı, ABD’nin İkinci Savaş’ta atılandan daha çok bomba attığı Vietnam Savaşı da. İsrail de bir demokrasi ve Filistinlileri sürekli öldürmesi demokrasisine bir zarar vermiyor. Her derde deva oluşu, demokrasinin niçin bu denli el üstünde tutulduğunu göstermiyor mu? Siyasal demokrasinin özü, “kararların topluluk tarafından değil de onun adına alınmış olmasıdır.” (R. Aron) Sözü bitiren gerçek. Demek ki oy vermek, celladını seçme hakkından başka sonuç

vermez. Sonunda onlarca milyon nüfusu olan bir ülkede yüz binlerce kişiyi savaşa sokup ölmelerine, bütün bir halkın yıkıma uğramasına neden olanlar bin kişilik bir grupsa, bundan şikâyet etmeyelim, en çok demokrasiyi istiyoruz çünkü. İnsanların kendi kendilerini yönetme özgürlüklerinin bir biçimi bulunamadı mı, bulunmadı mı? Bunun olanaksızlığından, suçun nasıl önleneceğinden, hukukun nasıl bireyselleştirileceğinden, güvenliğin tek başına nasıl sağlanacağından vb. söz etmeyelim hemen. Başka yolları düşünülmedi hiç. Bunları bizim adımıza yapacak olanları seçme özgürlüğü tanıyan demokrasi, sonra bizi evimizin içinde bile rahat bırakmıyor ki, sokağa çıkalım. Bu ülkenin doksan yıllık tarihinde sokağa çıkıp bildiri dağıtmak, küçük bir gösteri yapmak bir tek gün bile hiçbir korku ve endişe duyulmadan yapılamadı. Azınlık olduğunuzu bir tek gün bile hissetmeden yaşadığınız, Kürt, Ermeni ya da Alevi olduğunuz için bir devlet görevlisi karşısında endişe duymadan konuşabildiğiniz, muhalif

olduğunuz için baskı altında bulunmadığınız, sosyalist olduğunuz için şiddet görmediğiniz bir tek gün bile olmadı. Oysa bu ülkede demokrasi var; en azından tek parti iktidarından sonra, askerî darbe dönemlerini dışarıda tutarak söyleyelim, parlamenter bir rejim, o rejimin de iyi kötü bir demokrasisi var. Gilles Dauvé-Karl Nesic, “Demokrasiye gelince,” diyor, “o, mümkün olanın sanatı olmayı ister, olduğunu iddia eder.” Mümkün olan, toplumun aydın bireylerinin tepesinde sallanan kılıçlardandır hep. Asıl olan da mümkün olmayanlar, demorasiyi sınırsız özgürlükler alanına çevirecek olanlardır ama onlar hiçbir zaman mümkün olmaz.

Sınırsız demokrasi Sosyalist sol da bunun üstünden atlamayı seçti ve demokrasi savaşımını İkinci Savaş’ın sonuçları üstünden geliştirmeye

çalışırken, temelli ve kalıcı bir sorun olarak hep gölgede bıraktı. Sosyalizmin ve devrimin sorunları üstüne yazılmış olanların yanında, demokrasi üstüne yapılmış çözümlemelerin, kapitalist demokrasi ile sosyalist demokrasinin ya da bu ikisinin dışında bir gerçeklik alanı olarak demokrasinin ne olup ne olmadığıyla ilgili çözümlemeler hep kısıtlı kaldı. Oysa demokrasinin, belki de bilinen biçimlerinin dışında, bambaşka biçimlerde tasarlanması ve dünyanın birbiriyle uyumsuz bölgelerinde, sözgelimi Avrupa, Latin Amerika ve Afrika’da bambaşka biçimler alması gerekiyordu. Bugün gerekiyor. Batı Avrupa’da savunulan sınırsız demokrasi ile Lacandon ormanlarında Zapatistaların öngördüğü demokrasi bibirinden elbette bambaşka olmalıdır. Sosyalistlerin en çok kafa yorması gereken sorunlardan biri olmalı demokrasi.


56

GÜNCEL •

Atina Okulu, Raphael, 1509-11. Sinan Özbek Yakın zamanda orta öğretimde Osmanlıca dersi konulması talebi, bir başka tartışmayı da getirdi. Osmanlıca öğrenmenin gerekli olduğu tezini güçlendirmek için, Türkçe dilinde felsefe yapılamayacağı ileri sürüldü. Osmanlıca derslerinin konulmasını, Türkçe’de felsefe yapılamayacağı savı ile tahkim etmek, entelektüel anlamda can evinden vuran bir iddia. İddianın tartışma yaratacağı açıktı ve tepkiler de muhtelif oldu. Bunları üç başlıkta toplamak mümkün:

Tez bir - Türkçede felsefe yapılamaz Bu tezin yandaşları Türkçe’nin kavram dağarının felsefe yapmak için yetersiz olduğunu ileri sürüyor, Türkçe’nin bir felsefe dili olarak fakir olduğunu vurguluyor. Osmanlıca birtakım kavramların kullanılmaktan imtina edilmesinin, bu kavramların unutulmasının dildeki fakirleşmeyi daha da arttırdığını ekliyorlar. Bu sorunu aşmak için girişilen yeni kavramlar üretme çabasının da kifayetsiz kaldığını hatırlatıyorlar. Bu “öz

Türkçe Felsefenin İmkânı Hakkında Türkçe” denilen dille yapılan çevirilerin anlaşılmazlığını, yer yer de komikliğe varan hâlini, tezlerini güçlendirmek için kullanıyorlar.

Tez iki - Türkçede felsefe yapılır Bu yaklaşımı savunan felsefeciler, kanıt olarak yapmakta oldukları işi gösteriyor. Tartışmaya bir itirazın ötesine geçen argümanlar sunmuyor ya da sunamıyorlar.

Tez üç - Türkçede felsefe yapılamayacağı kısmen doğrudur Tartışmaya benim de düşüncem olan bu tez üzerinden devam edeyim. Murat Belge bu tartışmaya ilişkin düşüncelerini gazetedeki köşesinden iki yazıyla anlatıyor. Osmanlıca’da kullanılan birtakım kavramların yerine öz Türkçe çabasıyla icat

edilenlerin, dilde bir fakirleşmeye yol açtığını söylüyor. Örnekler de veriyor: “yeis, keder, gam, kasvet, hüzün, ıstırap, elem, dert…” hiçbiri Türkçe olmayan bu kelimelerin nüanslarına dikkat çekiyor. Bunların dışarıda tutulduğu dille, bırakın felsefeyi, şiir bile yazılamayacağını ekliyor. Belge, Batı dillerinden çevrilmek zorunda kalınan felsefe kavramlarını da konu ediyor. Kavram yaratma çabasının nasıl da yetersiz kaldığını gösteriyor. Örneği çarpıcı: “Context” kavramının önce “siyak ve sibak”, sonra da “ön ve art tutarlılığı” şeklinde karşılandığını yazıyor. İkisi de bir şey ifade etmiyor ve tutmuyor. Sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden hocaların önerdikleri “bağlam” kavramının yerleştiğini yazıyor. Belge, Osmanlıca dersi vererek

bu sorunun aşılacağını düşünmenin de yetersiz olduğunu söylüyor. Bu düşüncesini de Osmanlıca’da da felsefe yapılamadığını belirterek sağlamlaştırıyor. Belge, böylece iki tespit ileri sürüyor: 1) Osmanlıca’da kullanılan kavramlardan arındırılmış dil yoksunlaşmıştır; 2) Batılı felsefe kavramlarını Türkçeleştirme çabaları soruna çözüm olmamıştır.

Anlaşılmazlık tılsımı Bu iki yönelime ben bir başkasını da ekliyorum: Özellikle önceki kuşaklardan bazı felsefeciler, Batı dillerindeki, kimi zaman da Latince gibi ölü dillerdeki felsefe kavramlarını olduğu gibi aktarıyor. Bu tutumu benimseyen felsefeciler, eski Grekçe’nin kavramlarını da olduğu gibi kitaplarında, makalelerinde kullanıyor. Felsefe yaparken taşıyıcı, temel kavramları orijinal


57

• FELSEFE dilleriyle kullanmak, yazılanların sadece dar bir çevre tarafından anlaşılmasını kabul etmek anlamına geliyor. Çok dar bir çevre tarafından anlaşılacak şekilde yazmak, bir felsefe anlayışını da zımnen ifade ediyor. Bu tarzda yazmak, söylenenlere anlaşılmazlık tılsımı serpmeyi getiriyor, bilgiçlik taslamaya dönüşüyor. Bu tutumla felsefe tuhaf bir elit etkinlik olarak görülüyor ya da daha sert ama yerinde ifadeyle snoplaşıyor. Bu şekilde yazanlara bir borcumuz da duyduğu her yabancı kelimeyi kullanmayı marifet sanan amatör felsefeciler yetişmesine sebep olmaları. Snop bir felsefe tutumu, felsefenin gelişmesine, felsefeden beklenen etkiyi oluşturmasına engel olan etkenlerden biri oluyor. Bu tartışmayı o eski faydasız Osmanlıcacı ya da öz Türkçeci ikilemine sıkıştırmadan sürdürmek yerinde olur. Düşünceyi en hassas, en noksansız şekilde ifade edecek kavramları, Türkçe’de geçmişte ya da yakın zamanda yer etmiş olmasına bakmadan kullanmak gerekiyor. Dili bu şekilde kullanarak felsefe yapma tutumunu, yaşayan dille felsefe yapmak olarak adlandırmak mümkün. Yaşayan dille felsefe, anlaşılır olan dille felsefe yapmaktır. Soruna böyle bakmak, dili bir fikri aktaran araç olarak görmek anlamına da geliyor. Felsefenin dilini bu şekilde belirlemek, önceliği dilin kendisinde değil, dile getirilmek istenen fikirde tutmaktır. Fikre vurgu yapmak ise ifade edilmek istenen bir fikrin olmasını ön kabul olarak görmektir. Şimdi sorun şu hâle gelir: Fikrin varsa dile getirirsin, fikrin yoksa dilde sorun aramaya başlarsın. Felsefe yapmak için Türkçe yeterli bir dildir. “Türkçe felsefe yapılır” şu anlamda ki ifade etmek istediğiniz bir felsefe görüşünüz olsun!

Felsefesiz bir toplumda nasıl felsefe yapılır? Bu aşamada, Türkçe’de felsefe yapılamayacağı iddiasının hiç

de yeni bir tez olmadığını hatırlamak gerekiyor. Daha seksenli yıllarda “Felsefe yapmak için Türkçe yetmiyor” ve “Türkçe yazdığımız için uluslararası bir tanınırlığa ulaşamıyoruz” yakınması vardı. Şaşırtıcı olan bu tezin muhafazakâr insanlarca değil, Batılı anlamda felsefe yaptığını savunanlardan gelmesiydi. Bu tez, felsefe yapmayı Batılı kaynaklardan okuduklarını Türkçe’ye aktarmakla felsefe yaptığını sanan çapsız felsefecilere aitti. Kuşkusuz Batılı kaynakları Türkçe’ye çeviri şeklinde aktarma işini üstlenmiş ilk kuşağın kimi mensuplarının bu çabaları kıymetlidir. Bunlar felsefe bilgisini Türkçe’ye aktarma görevi edinmiş mütevazı isimlerdir ve bu insanlar son derece saygındır. Zira bir aracı görevini üstlenmişlerdir. Çabalarının kıymeti, çabalarının ne olduğunu bildikleri tevazuda saklıdır. Bu kuşağın söz konusu tutumun dışında kalan mensuplarının filozofluk iddiası bir böbürlenmedir, karşılığı yoktur, boştur. İlk kuşak felsefeciler “Felsefesiz bir toplumda nasıl felsefe yapılır?” sorusunu sormamışlardır. Oysa ilk kuşak için en can alıcı soru bu olmalıydı. Soruyu bu sarihlikte kursalardı, muhtemelen cevaplardan biri geleneğe dönerek felsefe aramak olacaktı. Kuşkusuz bu verimli bir yönelim olmayacaktı. İkinci bir yönelim özverili bir çabayla felsefe tarihinin birikimini Türkçe’ye aktarma olabilirdi. Bu mütevazı iş, felsefe birikiminin olmazsa olmazlarını Türkçe’ye taşıyarak, gelecek kuşakların hakiki anlamda felsefe yapmalarına yardımcı olurdu. Bunun yanı sıra okuduğunu “betimleyici çalışma” adı altında aktarmayı filozofluk olarak iddia etmeyi getiren kötü mirasın ortaya çıkması söz konusu olmazdı. Bugün hâlâ ilk kuşağı taklit edenler, felsefece bir anlama sahip değildir. “Betimleyici” denilen felsefe aktarmalarını felsefe ve kendilerini de filozof olarak sunan kişiler, felsefe kavrayışı

geliştirememiş bir “yarım aydınlar” topluluğu oluşturuyor İlk kuşak felsefecilerin en önemli ayrıcalığı Batı dili bilmeleriydi. Bir Batı dili bilmek artık ayrıcalık olmaktan çıkmıştır. Yine bu kuşağın kimi mensupları Batı’da yeni yeni tanınmaya başlayan bir filozofu Türkçe’ye aktarmakla bir popülarite sağlama yolunu seçmiştir. Bu “kurnaz felsefe yapma tarzı”nın nasıl bir serüvene sürükleneceği açıktır. Köklü fikir geliştirememiş ama Batı’da ortaya çıkan yeni filozoflarla birlikte anılır ve aranır olmuş birtakım ukala aktarıcılar hâsıl olmuştur. Artık bu uyanık tutumla “piyasa edinme” pespayeliğinin bir anlamı ve geçerliliği kalmamıştır. Zira Batı dillerini çok iyi bilen ve bu dilin konuşulduğu ülkelerde felsefe okuyan, son derece köklü bağları olan, bu ülkelerin filozoflarıyla dostlukları olan felsefeciler mevcut.

Tez Üçe ek “Türkçede felsefe yapılmaz” şu anlamda ki Türkçe’de toparlanmış felsefe bilgisi sınırlıdır. Ele alınan bir felsefe sorusunu bütün çeperleriyle tüketebilmek için, en azından bu soruya verilmiş temel cevapları bilmek gerekir. Bu da çok sağlam bir felsefe tarihi bilmeyi ve sorunla cebelleşen çağdaşları takip etmeyi gerektirir. Bu

bilgiye sadece Türkçe’yle ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla ilgi alanına göre bu soruların cevap bulduğu dilleri bilmek gerekir. Temel olarak Latince, Grekçe, Almanca ve Fransızca, iletişim dili olarak İngilizce ön sıralarda yer alır.

Sonuç önermesi Soruna böyle bakınca yeni bir durum ortaya çıkıyor. Bilgiye ulaşmak için o bilgiyi taşıyan dili bilmek gerekiyor. Edinilen bu bilgiyi de arkaya alarak yeni bilgi-fikir üretmek mümkün oluyor. İşte bunu başarmak, anlatmak için Türkçe yeterlidir. Bu durumda yukarıda da belirtiğim gibi sorun dil olmaktan çıkıyor, tam manasıyla bir fikri olmaya dönüşüyor. Fikrin de hangi dilde anlatıldığı önemini kaybediyor. İsterseniz düşüncelerinizi bir de Batı dillerinde yayımlarsınız. Tabii ki bunun olabilmesi için de müracaat edilen dilde yayına karar verenlerin anlattığınız “fikri” görmesi gerekiyor. Daha da iddialı bir ifadeyle yeni bir fikir varsa, bu fikri başka dillere aktarmak için sahibinin kapısının çalınacağı belirtmek gerekiyor.


58

EVRİM •

DOĞA İZİN VERİR, NORM YASAKLAR

HAZ VE üREME Tolga Yıldız Dürtü, canlının biyolojik ve/ veya psikolojik denge durumunun bozulmasıyla ortaya çıkan içsel bir gerilimdir. İhtiyaç duyma hâli. Dürtü, canlıyı bu ihtiyacı giderecek davranışları yapmaya güdüler. Güdü, canlının bu rahatsız edici ihtiyaç duyma haline bilinçli ya da bilinçsiz olarak son verecek davranışı ortaya çıkaran içsel güçtür. Canlılar, “dürtü-güdü-davranışdürtünün ortadan kalkması ve yeniden dürtü” şeklinde kabaca özetlenebilecek, gidip gelen bir denge ve dengesizlik grafiği çizerek çevreleriyle dinamik bir etkileşim halindedir. Örneğin açlık. Vücudumuz, güneş enerjisini -bizler açısındanbesine çeviren bitkileri ve ayrıca bu bitkileri tüketerek beslenen hayvanları da sindirerek güneş enerjisini dolaylı yollardan kas enerjisine çeviren karmaşık bir organizmadır. Bu dönüşümün sürmesi, temel dürtülerimizden biri olan açlığa bağlıdır. Açlık duyunca yemeye güdüleniriz. Bu, öğrenilmemiş, yani doğuştan gelen ve tüm türdaşlarımızla ortak olan içgüdülerimizden biridir. Bu güdü, yeme davranışına sebep olur. Psikolojik güdülerimize örnekse oruç tutma olsun. Oruç, kültürel bir çevrede öğrenilmiş bir ritüeldir. Yapılmadığı takdirde psikolojik bir huzursuzluk yaratabilir. Bu yüzden oruca inanan insanlar için psikolojik bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu dürtü de bizi aç olsak dahi bir süre yememe davranışına güdüler. Gördüğünüz üzere psikolojik bir güdü, biyolojik bir güdüyü erteleyebilir. Memeliler

için

cinsel

ilişki

davranışını ortaya çıkaran dürtü, cinsel haz, coşku ihtiyacıdır. Cinsel dürtü, belirli dışsal uyaranların etkisiyle ve belirli zamanlarda oluşur. Evrimsel olarak kuşaklar boyu doğal seçilime uğramış ve dolayısıyla bir sonraki kuşağı oluşturmada işlevsel olmuş bir içgüdü. Ancak içgüdüler ile evrimsel işlevleri arasında doğrusal bir ilişki olmayabilir. Şöyle açıklayayım. Cinsel dürtü duyuyorsunuz. Bu sizi cinsel ilişki davranışına yöneltiyor. Bu davranış sonucunda bu dürtü geçici olarak tatmin oluyor. Peki burada üreme nerede? Üreme, bu sürecin olası bir sonucu, ama “tek sonucu” ya da “amacı” değil. Zaten evrimin ya da genel anlamda doğanın bir amacı yoktur. Memelilerde bazı cinsel ilişkiler üreme ile sonuçlanır. Ancak cinsel ilişki ile üreme arasında doğrudan bir nedensonuç ilişkisi yoktur. Aradaki mekanizma döllenmedir. Kısaca tüm süreç şöyle cereyan eder: Memelilerde bazı cinsel ilişkiler döllenmeye sebep olur, bazı döllenmeler de üreme ile sonuçlanır. Oysa cinsel dürtü duyan birey açısından üreme doğrudan bir sonuç değildir. Yönelim, bu dürtüyü ortadan kaldırmaktır. Üreme, dolaylı yollardan, olası ve çok değerli bir evrimsel sonuçtur.

Bir neden olarak üreme Üremeyi cinsel ilişkinin nedeni gibi kurgulamak, mantık kurallarına uygun değildir. Üreme bir sonuçtur. Ona neden olan şey döllenmedir. Döllenmeye neden olan şey ise cinsel ilişkidir. Cinsel ilişkiye neden olan şey de cinsel hazdır. Cinsel haz ihtiyacını gidermenin


59

• EVRİM birçok yolu olsa da, sonucu bellidir: Memelilerde orgazm ve ejakülasyon. Bunun için mastürbasyon dahi yeterlidir. Birey açısından süreç burada biter, bu kadar. Döllenme oldu mu, üreme ile sonuçlandı mı, bunlar bireyin cinsel dürtüsünü tatmin ettiği meseleler değildir. Ama ne kadar uygun sıklıkta cinsel dürtü duyulur ve cinsel ilişki davranışı gösterilirse döllenme ve üreme olasılıkları da artacaktır. Evrimsel matematik budur. Bireyler, evrimsel süreçlerin rasyonel aktörleri değil sadece araçlarıdır. Tekrarlıyorum: Cinsel haz veren davranışlar ile üreme arasında doğrudan bir ilişki yok. Doğa, cinsel haz veren davranışların maksimize edilmesini seçmiştir. Fakat haz veren davranış haz verir hâlâ. Bu, üreme olasılığını arttırır sadece, ille de üremeye sebep olmaz. “Birey, cinsel haz veren davranışı üremek için yapıyor” demek biyoloji bilimine aykırıdır. Aynı davranışı yaparak bonobolar

ve yunuslar sosyalleşiyorlar da, tıpkı bizim gibi. Bir davranışın ya da bir organın tek bir işlevi olduğunu düşünmek ve hatta işlevlerinden birinden yola çıkıp o davranışı veya organı dar bir bakış açısıyla tanımlamak abestir. Mesela kanat. İlkel böceklerin güneş ışığından daha fazla yararlanabilmesini sağladığı için seçildiği düşünülen bir organdır. Çok sonra belirli şartlarda uçmaya da yaramıştır. Bu durumda “hayır, kanadın fıtratı ışık paneli olmak, onu uçmak için kullanan edepsizdir” mi diyeceğiz? Cinsel hazla üreme arasındaki ilişki, üremeden geriye doğru gidersek doğrusal gibidir. Ancak üremek bir sonuçtur. Olması gerektiği gibi, nedenden sonuca doğru giden yola baktığımızda ise bu ilişkinin doğrudan değil dolaylı (aracılı) olduğunu görürüz. Biyoloji bilimi, dişi memelilerin bebek doğurmasıyla dişil-eril cinselliğinin arasında karmaşık

bir mekanizma olduğunu gösterdi. Bugün bir baba, çocuğunun çok büyük bir olasılıkla kendi spermlerinden birinin partnerinin yumurtasını döllemesi sonucu olduğunu öğrenebiliyor. Ancak binlerce yıl bu bilgiden yoksunduk. Taş devrinde dişilerin mesela orman ruhunun üflemesi sonucu gebe olduğunu düşünüyorduk. Kadınların tek başına yeni bir insan yaratma kabiliyetleri olduğuna inanmıştık. Yani sevişmek başka bir şey, doğum yapmak bambaşka bir şey sanmıştık.

Cinsellik kültürü Cinsel ilişkinin birçok sonucu olabilir. Üremek kadar hayatî olan başka bir sonucu da partnerlerin birbirlerine duygusal bağlılığını perçinlemek. Ama her defasında partnerlerin cinsel haz ihtiyacını gideriyor, metabolizmayı dengeliyor. Yine açlık örneğine dönelim. Açlık hissettiğimizde yemek yiyoruz. Ama bunu bir flörtün parçası da yapabiliyoruz. Hem yemek yiyip hem birbirimizi

daha yakından tanımaya çalışabiliyoruz. Cinsel ilişkinin de bu gibi işlevleri var. Ailecek yenen akşam yemekleri gibi cinsel ilişki de bağlanma dürtünüzü tatmin ediyor. Ya da belirli bir kimliğe ait olduğunuzu hissettiriyor. Cinselliğin birçok biyolojik veya psikolojik ihtiyaçla ilişkili olması gayet doğal. Bu “multifonksiyonellik,” evrimsel ekonomidir. Psikolojik ihtiyaçlar, öğrenilmiştir. İnsan öğrenmelerinin ciddi bir kısmı ise kültüreldir. Yani bir önceki kuşağın davranışlarını model alıp tekrar etmeye dayanır. Bugün “meşru” cinsellik ve üreme ile tanımlanan aile kurumu psikolojik bir ihtiyacın yansımasıdır. İnsanlık tarihinde rastgele ortaya çıkmış ve hayatta kalmayı kolaylaştırmak başta olmak üzere birçok evrimsel işlevi olduğu için tekrarlanarak sistematik hâle gelmiştir. Ailenin icadı kalabalıklaşmaya yaramıştı. Kalabalıklaşma, aile sistemini gittikçe daha sofistike hâle getirdi. Bu süreç, üretim biçimlerini dönüştürdü ve tarımla


60

birlikte artık geri dönülemez bir biçim kazandı. Tarım daha fazla nüfus, daha fazla nüfus ise tarım demekti. Aile, farklı çevrelerde farklı biçimler aldı ve daha yeni üretim ilişkilerine de entegre oldu. Ama bakım, iş bölümü ve dayanışma işlevlerini hep korudu. Aile, insan türünün biyolojik varoluşuyla ilişkili temel bir kültürel yapı. Fakat ailenin tek amacı üremek değildir. Aile, ta başından bu yana mevcut üyelerinin çoğunu hayatta tutmaya yarayan ekonomik bir örgütlenmedir. Çocuk, sadece bir çıktıdır ve o bile ekonomik bir işleve sahiptir. Ancak bunlar rasyonel olarak düzenlenmemiştir. Rastlantılar eseri ortaya çıkmış ve işlevsel değeri yüksek olduğu için tekrarlanarak sistematik hâle gelmiştir. Kültür, bu yönüyle evrime benzemektedir.

EVRİM •

Ancak kültür, en nihayetinde bir mittir. Birçok insanın inandığı ve başkaları inandığı için benim de inandığım, inanmadığım zaman bir şekilde cezalandırıldığım (hiç olmazsa gruptan dışlanma en kadim cezalandırmalardan biri olarak hep işler) soyut bir gerçeklik rejimidir. Tarihte bir durumda rastgele ortaya çıkmış kültürel bir çözümün sistematik hâle gelmesi, o durum artık değişse bile kendisini sürdürme eğilimi gösterebilir. Kültür, çevresel şartlarla ilişkili doğabilir ama sürdürülmesi o şartlara bağımlı değildir. Çevresel şartlar değişince değişmez. İşte evrimle kültür arasındaki ciddi farklardan biri. O yüzden değişim biyolojide evrimle olur, kültürde devrimle. Çünkü kültür nesnel değildir. Yarattığımız gibi değiştirebiliriz de. Biyoloji açısındansa bizler

mekanik birer zombiyiz. Fıtratımızı yaşarız. Fakat kültür yapaydır, insan eseridir, biz ne dersek odur (“ben ne dersem o” değil ama, yani öznel değil öznelerarası). Kültürün işleyişi biyolojiden farklıdır.

Başka bir dünya mümkün Kültürel alana biyolojinin yasalarını -eleştirel olmak için bileatfetmek kültürü tartışılmaz kılar. Çünkü kimse doğanın nesnel yasalarına karşı koyamaz, doğa yasaları iradî yollardan değiştirilemez. Eğer “kadın,” “erkek,” “eşcinsel” olmak evrimsel seçilimin sonucuysa o zaman bunlara zımnî olarak doğal demiş oluruz. Bu kimliklerle ilgili belirli bir anda verili olan her şeyi demirleriz. hâlbuki kültür dersek başka bir dünyanın mümkün olabileceği bir alan

tanımlamış oluruz. Kültürel değişim nasıl olur peki? Önce küçük bir grup verili kültüre değil başka bir yerden transfer edilen ya da toplumsal çatışmalar içinde yeni filizlenen bir kültüre (yani başka bir mite, daha geçerli gördükleri yeni -ama çoğu zaman eski görünümlü- bir gerçeklik rejimine) inanmaya başlar. Eğer yeni durumda daha geçerli bir çözümse bu yeni kültür, gitgide daha kalabalık gruplar ona inanmaya başlar, onu gerçek kabul eder. Bu sanıldığı kadar zor değil. Teknik olarak öncekine ne yapılıyorsa, yenisine de o yapılır; inanılır. İnsan kültürünün biyolojinin kurallarından farklı işleyen bir “doğası” vardır. Bu “doğa,” somut yapıları da, algıları da biçimlendirdiği için hakiki bir


61

• EVRİM düzenmiş gibi sarsılmaz görünür. Ama bal gibi sarsılır. Tarih, bu sarsıntıların kaydından başka nedir ki? Ve her devrim bir çocuğun “kral çıplak” demesiyle başlar. Unutmamalı, “doğa izin verir, norm yasaklar.” Eril bir insan, başka bir eril insanla cinsel ilişki yaşayıp cinsel haz ihtiyacını ve diğer psikolojik ve biyolojik ihtiyaçlarını karşılıyorsa, karşılıyordur. Bunun doğal olmayan bir tarafı yok. Doğada bir şey varsa vardır çünkü. Hiçbir şey, doğaya rağmen var olmaz. Penislerimizle uçabilseydik, bu da doğal olurdu. Uçamamamızın sebebi ise yasak olması değil, zaten uçamamamızdır. Norm, belirli bir tanıma göre birbirine en çok benzeyen çoğunluk demek. 19. yüzyılda hayatımıza girmiş bir istatistik kavramı (istatistik de 17-18. yüzyılda Avrupa’da sigortacılıkla birlikte doğmuştur). Kültürel alanda, belirli bir bağlamda çoğunluğun nasıl birbirine benzer davrandığını tanımlamaya ve bu tanımı kurallaştırma eğilimine denk geliyor artık. Norma uymak, kalabalığın merkezindekilere iyice benzemek; normdan sapmak (sapkınlık) ise o kalabalığa az benzemektir. Normdan sapmak yasaklanıyorsa, sapkınlar cezalandırılıyorsa, bunun sebebi doğa olamaz. Çünkü doğada yasak masak yoktur. Evrime göre çeşitlilik, makbul bir şeydir. Çevresel şartlar değiştiğinde türü ayakta tutabilecek tür içi alternatifleri tanımlar. Küçük bir örnekle açıklayayım.

“Yorganda kene var” On dokuzuncu yüzyıla kadar yemyeşil olan Büyük Britanya adasında “normal” bir kene (yani diyelim ki on keneden dokuzu) açık renkliydi. Koyu renkli çok azdı. Sanayi devrimiyle birlikte gece gündüz ve dört mevsim duman altı olan Londra’da açık renkli keneler avcılarına görünür oldular ve artık kolay av oldukları için tüm keneler içindeki sayıları hızla azaldı. Ancak bu sefer de azınlıktaki koyu renkli keneler, karanlık bir

ortamda avcılarından daha kolay saklanabildiklerinden hızla çoğaldılar ve Londra’daki toplam kene nüfusu zaman içinde koyulaştı. Bir zaman önce anormal olan (koyu renkli olmak) bir zaman sonra normal oldu. Koyu renkli kene olmak yasaklansa ve tüm koyu renkli keneler öldürülseydi, 19. yüzyıldaki çevresel değişimle birlikte tümü açık renk kalmış keneler kolay birer lokma olduğunda kene türü tamamen tükenirdi. O yüzden tür içi çeşitlilik, türün değişen çevresel şartlara uyumu açısından avantajdır. Kültür için böyle kabul edilmiyor gibi görünüyor ama. Çünkü kültür, şartlar değişse de kendisini sürdürme eğilimi gösterir. Yapısı insanlararası (toplumsal)

ilişkilere dayanır ve kırılgandır. Rastgele ortaya çıkıp sistematik hâle gelerek her zaman öyleymiş gibi görünen ve mevcut kuşak hâlihazırda öyle formatlandığı için ısrarla korunan eski kültürel çözümlerin yerine yeni bir çözümü tartışmaya açmak bile çoğu zaman sıkıntılıdır, büyük tepkilerle karşılanır.

“Tüm yasakları yasakla” Dün “tanrısal mutlak düzen”e, bugünse “doğal mutlak düzen”e aykırı davrandığı için (hatta aykırı düşünülmesi bile yeterlidir artık) büyük eziyetler çektirilen insanlar olduğunu biliriz. Hâlbuki doğaya aykırı davranmak imkânsızdır. Konumuza geri dönersek, cinsel haz biyolojik bir ihtiyaç ama bu ihtiyacı gideren cinsel ilişki psikolojik

güdülerle de bezeli, yani biyolojik olduğu kadar kültürel de bir davranış. İnsanların her türlü cinselliği psikoloji ve biyoloji yasalarıyla açıklanabilir. Yazının ilk kısımlarında uzun uzun anlattım. Mastürbasyondan tutun oral, anal ya da grup sekse kadar doğa açısından hiçbir olağanüstülük yoktur. Ancak kültür açısından bazen olağanüstü olanlar olmalı ki bazıları yasaklanmakta, o norma uymayan bireyler acımasız yaptırımlara uğramakta. Fakat şöyle bir mesele de var: Psikolojik güdüler kişiden kişiye değişebilir. Kimimiz yasaklara uyarak, kimimizse yasaklara karşı çıkarak psikolojik huzura erişiriz.


62

GÜNCEL •

Gezi DİRENİŞİNİN İkinci Yıldönümü Münasebetiyle:

Mahiyyü’n-nükuş’un Dönüşü İrvin Cemil Schick Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlılar’dan başka pek az milletin aklına gelmesi muhtemel bir memuriyetten söz eder: Mahiyyü’n-nükuş. Birlikte okuyalım isterseniz. Diyor ki Pakalın, “Abdesthanelerin, binaların iç ve dış duvarlarına münasebetsiz kimseler tarafından tebeşir, kömür, boya gibi şeylerle yazılan yazılarla resimleri silme işini gören memur hakkında kullanılır bir tâbirdir. Mahî, yok etmek mânasına olan ‘mahv’ maddesindendir. Nükuş, nakş’ın cem’idir. Nakış, yazı, resim gibi şeylerdir. Mahiyyü’n-nükuş, yazı ve emsali şeyleri silen, kaldıran kimse demektir. Yazı ve resimler, yerine göre, badana edilmek veya boya sürülmek suretiyle temizlenirdi... Fâtih’in vakfiyyesinde böyle bir vazife bulunduğu gibi bu işe tâyin edilecek adam hakkında izahat

da vardır: ‘Bir merd-i âkil ve her hizmete kabil kimesne vakf-ı şerîfin mahiyyü’n-nükuş’u olub her an ve her zaman etrâf-ı bika’-ı şerîfeye nigerân olub eğer cami’-i şeriftir, eğer medâris ve tetimmâtıdır, eğer dârü’t-tâlim ve imârettir, duvarlarını bazı herzegerdelerin nakış ve tesvid ve telvislerinden hıfz hizmeti ile mukayyed olub her gün iki akça vazifeye mutasarrıf ola.” Kısacası Fâtih Sultan Mehmed’in 15. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınan vakfiyyesine göre adamın biri, iki akçe yevmiye karşılığında caminin, okulun, imaretin duvarlarına yazılan yazıları, çizilen resimleri silmekle mükellefti. Desenize, beş buçuk asırda durum pek değişmedi sanki. Sanki, ama öyle değil. Osmanlı vakıflarının kimisinde öngörülen mahiyyü’n-nükuşluk görevi, vakfın kendi binalarını duvar yazılarından temizlemekle ilgiliydi. Günümüzde ise belediye herkesin evini temi... Temizliyor

diyecektim ama, işin doğrusu hiç de temizlemiyor. Örneğin benim oturduğum apartmanın rengi sarı. Ve Taksim’e iki adımlık mesafede oturduğumdan benim apartmanım da Gezi direnişi esnasında duvar yazılarından nasibini almıştı. Gayet hoştu üstelik bu yazılar, herkesin içinde olduğu gibi benim de içimde kaynayan öfkeyi belâgatle ne de güzel dile getirmişlerdi. Derken günün birinde sokağa çıktığımda bir de ne göreyim, o yazılar (ve o yazılarla beraber apartmanımın ön cephesinin bir kısmı) çirkin bir gri boyayla kaplanmıştı. Kimse bunu yapmak için bina sahiplerinden izin istememişti tabii, yukarıdan gelen emirle bir modern mahiyyü’n-nükuş gelip caddedeki her binanın duvarını emri verenlerin suratına benzetivermişti.

Devlet baba Bence bu olay, nasıl bir ülkede yaşadığımızı çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Eğer A kişisinin evinin duvarını B kişisi izinsiz

olarak yazı yahut resimle kirletirse, bu elbette kanun nezdinde bir suçtur. Ama bunun üzerine C belediye işçisi gelip o yazıyı boyayla kapatayım derken söz konusu duvarı daha da fazla kirletirse... O da suçtur tabii ki, özel mülkiyete tecavüzdür! O da suçtur ama, Türkiye öyle bir ülke ki kimse belediyeyi mahkemeye vermeyi düşünmez bile. Bırakın şikâyet etmeyi, herkes bunu doğal karşılar. Devlet baba gelip duvarımı rezil edecek, sesimi çıkartmak haddime mi düşmüş? Hâlbuki, ne hakla belediye birtakım adamların eline boya kovası ve fırça verir de benim duvarlarımı karalamaya yollar? Belki kendi duvarıma ben bir şeyler yazmışımdır, belediye kim oluyor da benden izinsiz duvarımı boyuyor? Nasıl bir zihniyet bu? Hangi mantık bunun kabul edilir bir şey olduğunu düşünür? Bu sorunun cevabını bilmiyorum, ama doğal karşılanıyor ülkemizde, o kadarı kesin. Gezi

direnişinin

ikinci


63

• GEZİ yıldönümü münasebetiyle geçenlerde Taksim Meydanı’nın dünyayla ilişkisi kesilmişti yine. Aslında bu, baştaki hükümetin gerek ahlaken, gerekse pratik açıdan ne kadar müflis olduğunu gösteriyor. Bir şey olacağından değil, ya olursa korkusundan, dünyanın belli başlı metropollerinden İstanbul’un merkezini kapatıyor adamlar, düşünün! İngiliz işgalinde böyle bir durum olmamıştı emin olun, oysa burada kendi ülkemizin hükümeti, kendi ülkemizin polisini bir işgal ordusu gibi kullanıp kendi ülkemizde hayatı felce uğratabiliyor, yok yere...

Palimpsestos Şehir İstanbul Her neyse, bırakalım bunu bir kenara, duvar yazılarının silinmesine dönelim. Duvarlardaki yazıları, hem de sadece kamu binalarındakileri değil, özel yapılardakileri de, griye boyuyorlar. (Bağdad Caddesi’nde güzel bir duvar yazısı görmüştüm. Böyle kocaman bir gri leke üzerine birisi “Neden gri?” diye yazmıştı!) Gel gör ki silmekle bitmiyor iş. Juan Goytisolo’nun İstanbul için “La cuidad palimpsesto” demesini hatırlatıyor bir yandan bu silinmiş yazılar. Tabii o başka bir şey kastetmişti bu sözcüklerle: İstanbul bir palimpsestos’tur, çünkü yüzyıllardır yapılıp bozulmasına, yeniden ve yeniden yazılıp çizilmesine rağmen eski hâli inatla beliriyor yeni hâlinin içinden. Elektrik direklerinin arasından Bizans duvarları, gökdelenlerin arasından Osmanlı çeşmeleri çıkıyor karşımıza. Sanki ölmeyi reddediyor eski İstanbul. Silmekle bitmiyor, neo-liberal düzen ne kadar çabalarsa çabalasın, tamamen yok edemiyor İstanbul’un özünü; rezidanslar, plazalar, AVM’ler karşılarında türbeleri, surları, kiliseleri, dönemin başbakanının manidar deyimiyle “on iki ağaç”lık parkları buluyorlar. Ama silinmiş duvar yazıları da İstanbul’un bir palimstestos olduğunu vurguluyor. Silinmeyen, silinemeyen, silindikçe şuradan buradan

patlayan bir İstanbul.

haykırıyor.

Duvarlardaki şekilsiz karaltılar, bana bir de yıllar evvel Bulgaristan’a yaptığım bir seyahati anımsattı. Demir perdenin henüz kalkmadığı yıllardı, sanırım 1972 veya 73. Yolda giderken fabrikalar, silolar, türlü türlü binalar görmüştüm, üzerlerinde de hep aynı portreler: Marx, Engels, Lenin, sonra ortasında garip yatay bir karaltı olan gri-beyaz bir leke, en sağda da Jivkov. Bunlardan beş altı tane gördükten sonra nihayet jeton düşmüştü. Gri-beyaz lekeler, Hruşçov sonrasında Stalin portrelerinden arta kalanlardı, ortalarındaki karaltı ise Stalin’in bıyığı. Hiçbir kireç badana o sahibinin ruhu kadar karanlık bıyığı örtememişti! Kapkara haliyle beyazın içinden patlıyordu bıyık, her silonun, her fabrikanın duvarında.

Her biri susturulmuş, her biri patlamaya hazır birer çığlık bu lekeler. Sanki binlerce ağzı bağlanmış yüz bize bakıyor, ama gözleri konuşuyor başkaldırılarını. “Zalimlere mehl olmasa matlûb-ı İlâhî / Bir demde yıkar âlemleri mazlûmların âhı” demiş şair. Hiç bir iktidar ebedî değildir. Susturulmuş duvarlar bunu söylüyor bana; ben de inanıyorum.

Aslında İstanbul duvarlarındaki boyalar da altlarındaki öfkeyi örtemiyor, örtemez. Her silinmiş yazı, orada bir isyanın gizli olduğunu hatırlatıyor bize. Altındaki artık okuyamadığımız yazı kim bilir neydi, belki yumuşak, belki mizahî, belki suya sabuna dokunmayan bir duvar yazısı... Ama üzerindeki leke şimdi bar bar bağırıyor, hem de aklımızda hangi slogan varsa, onu

Hatime Niyetine Yukarıdaki satırları 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce yazmıştım, bu susturulmuş duvar yazılarını fotoğraflarla belgeleyen arkadaşım Peri Sharpe’ın önerisi üzerine. Son seçimlerde baş rolü bence gri boyanın susturamadığı öfke oynadı. Nasıl Gezi direnişi ”yeter artık!” mesajının cisimleşmiş hâli idiyse, bu seçim de öyle oldu. AKP pusulasını şaşırmış olmasaydı, Recep Tayyip Erdoğan kontrol dışı bir silindir gibi farklılığı ezip geçmeyi âdet edinmiş olmasaydı, bu seçim bence öncekilerden pek farklı olmayacaktı. İki yıl önce duvarların söylediğini bu sefer oy pusulalarından okuduk. Umulur ki artık duvarlar öfke çığlıklarıyla kaplanmaz, devlet de öfkenin kaynağını ele

alacağı yerde kafasını kuma gömen devekuşu misali öfkenin ifadesini boyayla kapatmaya çalışarak abesle iştigal etmez. Bu bir. İkincisi, bütün mahiyyü’nnükuşlar bir değildir. Gezi direnişinin ortaya çıkardığı ilginç bir aktivizm örneği de çoğunlukla feministlerin önderliğinde dilimizde malesef çok yaygın olan, kadınları aşağılayıcı duvar yazılarının silinmesi. Bu devlet baskıcılığı değil, toplumu dönüştürücü bir praksistir. Duvara “O. Ç. Erdoğan” yazmanın hiçbir kabul edilir tarafı yoktur. Çünkü bu hem siyasî içerikten yoksun bir kabalıktan ibarettir, hem de kadın düşmanı söylemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Üşenmeden ellerine fırça ve boya alıp bu tür yazıları silen yoldaşları saygı ile selâmlıyorum.


Yerevan’da elektrik zammına karşı zaferle sonuçlanan gösteriler, Haziran 2015


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.