YH , VFL O HU 7RSO XP .ú 7$3 'ú =ú 6ú
Sosyalist Bir İşçi Hareketi İçin İslami Hareket ve İşçi Sınıfı İşçi Sınıfı, Bu Bir Saplantı mı? Referandum Kadınlar ve Özgürlük Sovyet Devleti İngiliz İşçi Partisi’nin Seçim Yenilgisi
tarafından hazırlanmıştır
www.solyayin.com
İşçiler ve Toplum:2
İŞÇİLER VE TOPLUM KİTAP DİXİSİ : 2 Ağustos 1987
Dizgi/Baskı
: Yaylacık Matbaası
Kapak Baskısı : Orhan Ofset Cilt : Dündar Ofset
Z YAYINEVİ Babayani Sok. İpek Han No : 10, Kat: 2 Binbirdirek – İstanbul
— İşçiler ve Toplum’a gelen yazılar, hukuki sakıncalar dışında, hiçbir değişiklik yapılmadan aynen yayınlanır. — İşçiler ve Toplum’da yayınlanan yazılar kaynak gösterilerek kullanılabilir. — İşçiler ve Toplum cezaevlerindeki okuyucular için ücretsizdir; sendikalardan yapılacak başvurulara % 40 indirim yapılır. Yurtdışı fiyatları: Federal Almanya : 6 D Büyük Britanya : 2 £ Fransa : 18 FF
YH , VFL O HU 7RSO XP .ú 7$3 'ú =ú 6ú
İÇİNDEKİLER —Gelişmeler ve İkinci Kitap Üzerine
5
—Sosyalistler Bir İşçi Hareketi İçin Mehmet ALİ BULUT
14
—İslâmi Hareket ve İşçi Sınıfı Nevzat SELANİKLİ
26
—İşçi Sınıfı, Bu Bir Saplantı mı? Cevat Kara
47
—Kadınlar ve Özgürlük Derya DERELİ
65
—Referandum: Yeni Sahnede Eski Oyun Alpay Aslan
73
—Sovyet Devleti Dilek FIRAT
85
—İngiltere’de Genel Seçim: Bir Yenilgi Döneminin Perdesi Galip GÜRBÜZ
Z
ed Yayınevi
123
36 AYLIK DERGİNİN KAMUOYUNA AÇIKLAMASI Ülkemizin gazete, dergi ve her türlü yayın dağıtımını tekelinde bulunduran iki büyük dağıtım kuruluşu HÜR DAĞITIM ve GAMEDA’nın ortak imzasını ve «Dikkat! Önemlidir» başlığını taşıyan, 22 Haziran 1987 tarihli bir «Dış Genelge», Haziran ayı sonunda tüm bayi ve satıcılara dağıtıldı. Genelgede, bayilere kendileri ile sözleşmeleri bulunduğu hatırlatılarak, kendilerinin dağıtmadığı süreli yayınları dağıtan bayilerin sözleşmelerinin feshedileceği uyarısı yapılıyor. Bu ekonomik tehdit etkisini gösterdi. Bayi ve satıcılar HÜR DAĞITIM ve GAMEDA’nın dağıtmadığı süreli yayınları Temmuz ayından başlayarak, satmaktan kaçınır oldular. Söz konusu genelgede 66 derginin adları sıralanıyor! Okur desteğinden başka kaynakları bulunmayan dergilerin dağıtımının engellenmesi, kültür yaşamını ölüme mahkûm etmekle eşdeğerdedir. Antidemokratiktir. Haksız, bir uygulamadır. Üzücü olan, HÜR DAĞITIM ve GAMEDA’nın haksız rekabet anlamına gelen ve hukuk kurallarıyla bağdaşmayan bu girişiminin ticarî kaygılardan kaynaklanmamışıdır. “ Biz aşağıda adları bulunan 36 süreli yayın, kültür yaşamının zenginliğini ve demokratik hak ve özgürlükleri zedeleyen.bu «Dış Genelge»nin kaldırılmasını talep ediyor, kamuoyunu bu haksız uygulamaya karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz. Okurlarımızdan da, dergilerini bayilerden ısrarla takip etmelerini, bulundukları yerdeki kitapçılardan edinmeyi unutmamalarını, sorunlarına sahip çıkmalarını diliyoruz. ABECE — ALINTERİ — BİLİM VE SANAT — ÇAĞDAŞ YOL — EDEBİYAT DOSTLARI — FELSEFE — FEMİNİST — FOTOĞRAF — GELENEK — GÖKYÜZÜ — GÖRÜŞ — GÜN — GÜNEŞE ÇAĞRI — İŞÇİLER VE TOPLUM — KARA — KARŞI EDEBİYAT — MAYIS — MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ DERGİSİ — ÖĞRENCİ POSTASI — ÖĞRETMEN DÜNYASI — ŞİİR ATI — VARDİYA — VE SİNEMA — YARIN — YAŞASIN EDEBİYAT — YENİ AŞAMA — YENİ ÇÖZÜM — YENİ DEMOKRASİ — YENİ DÜŞÜN — YENİ ÖNCÜ — ZEMİN — VARLIK — SÜREÇ YAYINCILIK.
GELİŞMELER VE İKİNCİ KİTAP ÜZERİNE İŞÇİ HAREKETİ İşçiler ve Toplum dizisinin birinci kitabının yayınlanmasının ardından iki ay geçti. Birinci kitabın iki ayrı yazısında (İşçi Hareketi: Bu Bir Başlangıçtır ve Türkiye’de Neler Oluyor?) işçi hareketinin değişik dönemleri üzerinde duruluyordu. Her iki yazarın özenle vurguladıkları bir gelişme, 1980 sonrasında işçi hareketinin yaşadığı suskunluk, dağınıklık ve örgütsüzlük durumunun, 1984 yılı ile birlikte yavaş da olsa adım adım aşılmaya başlanmasıydı. İşçi hareketi yürüyüşlerle, grevlerle, yemek boykotlarıyla, mitinglerle kendini yeniden şekillendirmeye başlamıştı. İşte aradan geçen iki ay içinde bu sürecin önemli özelliklerini yansıtan bazı gelişmeler yaşandı. 24 Haziran’da, İstanbul Kazlıçeşme’de 33 işyerinde 1500 işçi greve çıktı. Hemen ardından 3500 işçi kapitalistlerin lokavtı ile karşı karşıya kaldı. Kazlıçeşme deri işçileri «İşçiler Birleşin», «İşçiler Geliyor» sloganları ile yap-
6 ● İŞÇİLER VE TOPLUM tıkları spontane yürüyüşle, lokavta karşı ilk tepkilerini dile getirdiler. Deri işçileri daha önce de iş kazasında ölen bir arkadaşları için spontane bir protesto gösterisi ve yemek boykotu yapmışlardı. Böylece tepkilerini fiilî olarak dile getirebilme konusunda deneye sahip olmuşlar, kendilerine olan güvenlerini artırmışlardı. Deri işçlerinin grevi bu satırların yazıldığı günlerde kararlılıkla sürdürülüyordu. Grev süresince yaşanan en önemli gelişmelerden biri, diğer işkolları ve fabrikalardan işçilerin göstermiş oldukları canlı dayanışma idi. Yol-İş, Kristalİş, Tek-Gıda-İş, Otomobil-İş, Belediye-İş, Demiryol-İş, Tez-Koop-İş’li işçilerin ve sendikacıların file doldurma, erzak yardımı yapma eylemleri deri işçilerinin «Bugün bize, yarın size» sözleri ile karşılanıyordu. Deri işçileri dayanışma çağrısı toplantısında «Önce kendimize güveniyoruz» diyorlar ve «...işverenler ve siyasî iktidarı geriletecek her adımın sömürü ve zulmün olmayacağı bir Türkiye’nin yapı taşları olduğu gerçeğinin farkında» olduklarını vurguluyorlardı. Şu andaki sorunlardan bir tanesi, deri işçilerinin de belirttikleri gibi «...dayanışma ve desteğin sözden çıkarılması, işe dönüştürülmesiydi.» Ancak yetersizliğine karşın deri işçileri ile yapılan dayanışmanın, Netaş grevine oranla daha gelişkin olması şüphesiz ki gelişme eğrisini de belirtiyordu. Keza Temmuz ortasında, Türk-İş’e bağlı 46 sendikanın İstanbul şube başkanlarının ortak mücadele kararı aldıkları toplantı da bir başka örneği oluşturuyordu. Bir diğer grev odağını ise Seydişehir Alüminyum ve Antalya Ferro-Krom tesislerindeki 6100 işçi oluşturuyordu. Yine Temmuz ayının gündem konularından birini demiryolu işçilerinin grev hazırlıkları oluşturdu. 64 yıldan beri ilk kez 40.000 demiryolu işçisi greve çıkacaktı. Ancak tüm hazırlığa ve kararlılığa rağmen sendika yöneticileri kapalı kapılar ardında yaptıkları anlaşmayla grevi sattılar. Kabul edilen koşullar, Kamu-İş’in önerilerinin aynısıydı. Sözleşme protokolünün imzalandığı günlerdeki İTO açıklamaları ise, demiryolu işçilerinin hemen gerçek ücret kaybına uğradıklarını gösteriyordu. İTO’ya göre ilk yedi ayın enflasyon oranı % 28,2 idi. Sendika bürokratları ise ilk 6 ay için % 25’lik bir artışa imza atmışlardı. Bu satırların yazıldığı günlerde demiryolu işçilerinin yoğun protestoIarı sü-
GELİŞMELER VE İKİNCİ KİTAP ÜZERİNE ● 7 rüyordu. «... Sendika ağalığını kanıtladınız... Emekten yana değil işverenden yana olduğunuzu gösterdiniz... Bizleri sattırıız... İşte bundan sonra sizlerin başına hctra bulutları bizler getireceğiz sayın sendika ağaları.» gibi ifadeler yapılan protestonun içeriğini gösteriyordu. Sendika bürokrasisine karşı mücadelenin bir kez daha bu dönemin özelliklerinden biri olduğu görülmüş oldu. Ancak işçiler tarafından doğrudan denetlenen ve yönetilen organların işçilerin gerçek iradelerini yansıtacağı ve onların kendilerinden habersiz kapalı kapılar ardında satılmalarını engelleyeceği gerçeği bir kez daha mücadele içinde yaşanmış oldu. İşçiler ve Toplum dizisinin ikinci kitabındaki ‘Sosyalist Bir İşçi Hareketi İçin’ başlıklı ilk yazıda işçi hareketinin değişik örgütlenmeleri ele almıyor. Sendika ve parti dışında üretim birimleri temelinde yükselen grev komiteleri ve fabrika konseyleri üzerinde duruluyor. İşçi hareketi üzerine yapılan tartışmalarda sık sık unutulan bir nokta vardır. Bunu, sınıfın kendi örgütlülüğü olarak tanımlayabiliriz. Mücadelenin kendi iç dinamiği ile gelişen bu özellik, önemli geleneklerin yaşaması ve mücadele birikiminin artması sonucunu doğurur. Sınıfın kendi örgütlülüğünün gelişmesinde önemli olan, gündelik mücadelelerde iradelerini, kendilerinden kopmuş ve onlara yabancılaşmış olan sendika bürokratlarına teslim etmiş işçilerin, kendilerine olan güvenlerini kazanarak, doğrudan kendi sorunlarına sahip çıkmalarıdır. Böylelikle artık âmir merciler karşısındaki itaat durumu yıkılmaya başlar ve artık kendi kendine yürüme öğrenilir. İşte M. Ali Bulut da yazısında, hareketin doğrudan ürünü olarak ortaya çıkan örgütlenmelerin özellikleri ve harekete katkıları üzerinde duruyor. Sendika bürokrasisine karşı mücadelenin iyice güncelleşmeye başladığı bugünlerde, böylesi konuları tartışmanın önemi de büyük. Hele hele böylesi deney birikimine, teorik ve fiilî açıdan sahip olmayan sosyalistler için bu tür tartışmaların önemi iyice ortaya çıkıyor. İşte bu konudaki bilgi eksikliğini gidermek ve mücadelelerin çok renkliliğini ve biçimliliğini yakalayabilmek için M. Ali Bulut’un yazısı önemli bir başlangıç oluşturuyor.
8 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Kitaptaki ikinci yazı ise ‘İslâmî Hareket ve İşçi Sınıfı’ başlıklı. İslâmi hareket son yıllarda hızla gelişti ve gerek gündelik yaşamın, gerekse çeşitli tartışmaların önemli bir parçası oldu. Bu hareketin Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ilk kez böylesi boyutlara eriştiğini söylemek pek abartılı olmayacaktır. 1980 12 Eylül’ünden sonra ise bir dizi iç ve dış faktör bu gelişimi iyice hızlandırdı. Nevzat Selânikli yazısında bu faktörleri ele alarak, 12 Eylül sonrasındaki gelişmelere değinmenin ötesinde, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana İslâm’ın çeşitli dönemlerdeki etkilerini inceliyor. Yazar bu gelişmeleri değerlendirme eksenini, işçi hareketinin üzerine yerleştirerek, sosyalistlerin soruna nasıl yaklaşmaları gerektiğini de tartışıyor. İslamî hareket ile işçi hareketinin birbirlerine ters orantılı olarak geliştiklerini ileri süren yazar, özel mülkiyet üzerine kurulmuş olan bu anlayışa ve harekete karşı mücadelenin, işçi hareketinin gelişmesi ekseninde ele alınması gerektiğini özenle vurguluyor. Bu yazı okuyucuya İslâmi hareket üzerine olan tartışmaları yeni bir boyutta sürdürebilmenin argümanlarını da sunmaktadır. Dizinin ikinci kitabında işçi hareketini konu alan bir diğer yazı da ‘İşçi Sınıfı, Bu Bir Saplantı mı?’ başlığını taşıyor. Cevat Kara, konuyu kapitalizmin iki temel kategorisi olarak tanımladığı işbölümü ve yabancılaşma başlıkları altında ele alıyor. Yazar, üretim birimlerinde her gün yaşanan işbölümü ve yabancılaşmanın, yine oralarda ancak üreticilerin doğrudan ve bilinçli faaliyetleri ile aşılabileceğine değiniyor. Böylelikle de soruyu, ‘evet saplantıdır’ biçiminde yanıtlayanlara dolaylı bir yanıt verilmiş oluyor. Yazının eksik bırakılmış olan yanı ise, ‘evet’ yanıtım verenlerle, işçi sınıfının nesnel ve öznel devrimci potansiyeli üzerine tartışılmamış olmasıdır. Soruya ‘hayır’ yanıtını verenlere yönelik olan bölümde ise tartışılan, işbölümü ve yabancılaşmanın aşılması sürecine ilişkindir. Yazar, bu kez ertelemeci ve indirgemeci olan bir anlayışı eleştirirken, gündelik mücadelede kapitalizmin bu temel özelliklerine karşı geliştirilebilecek yapısal önerilerin oluşturulabilmesi yönünde önemli ipuçları veriyor. REFERANDUM Günlerce süren itişip kakışmanın, görüşmenin ve tartışmanın ardından Anayasa’nın geçici 4. maddesinin kaldırılması önce
GELİŞMELER VE İKİNCİ KİTAP ÜZERİNE ● 9 TBMM’de oylandı, daha sonra da bu konu 6 Eylül’de bir referanduma sunuldu. Bu Anayasa’nın nasıl, ve hangi koşullarda yapıldığım, onaylatıldığım ve neden bugünkü tartışmalara gelindiğini bir kenara bırakalım. Bu konularda sosyalistler arasında, genel hatları ile birbirine yakın açıklamalar yapılıyor. Dikkatlerimizi referandumdan sonra olabilecekler üzerine yoğunlaştıralım. O nedenle, önce referandumun sonucu ile ilgili birkaç saptama yapmakta yarar var. Her şeyden önce bu referandumun ertesinde, 82 Anayasası ile konmuş olan ve asıl işçi sınıfı ve diğer ücretli çalışanları ilgilendiren hiçbir politik yasak kalkmayacaktır. Böylesi bir gelişme söz konusu olmadığı gibi, ‘demokratikleşme’ yolunda da adım atılmış olmayacaktır. Bu konuda herhangi bir yanılsamaya kapılmak doğru değildir. Bu işin bir yanı. Çıkabilecek ‘evet’ veya ‘hayır’ sonucunun ne-gibi durumlara yol açacağını yorumlamaya çalışalım. 1. ‘Hayır’ sonucu çıkması durumunda yapılacak ilk saptama, 12 Eylülle birlikte yürürlüğe konulan tüm uygulamaların ve temel anlayışın çoğunluk tarafından onaylanmış olacağıdır. Bu hem de 82 Anayasa’sının oylandığı günlere görece daha geniş (ama halen çok yasaklı ve engelli) bir propaganda olanağının bulunduğu dönemdeki bir sonuçtur. Esas olarak ‘hayır’ kampanyasını yürüten ANAP ve Özal her fırsatta ‘12 Eylül’e geri dönmek mi istiyorsunuz?’ sorusunu sormaktadır. Bu satırların yazıldığı günlerde, oldukça yoğun bir biçimde bu eksende sürdürülen bu kampanya, hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, referandum yaklaştıkça ayyuka çıkacaktır. Bu kampanyanın amacı çok açık ki, korkutmak, yıldırmak ve insanları itaate zorlamaktır. 2. ‘Hayır’ sonucu büyük olasılıkla Özal hükümetinin sürmesine yol açacaktır. ANAP ve Özal’ın sürdürdüğü ‘hayır’ kampanyasının bir diğer ayağını ise ‘gelişen ve refahı artan bir Türkiye’ ifadesi oluşturmaktadır. Açıkça her açıklama ve gösteri bir seçim havasına sokulmakta ve insanlardan hükümetin devamı yolunda, istikrarı (!) bozmayacak biçimde oy kullanmaları istenmektedir. O nedenle sonuçta çıkacak yüzde oranları, bir seçim sonucunun da işaretlerini taşıyacaktır. Böylelikle sermaye sınıfı içindeki temsil ilişkisi sorunu (ANAP-DYP ekseninde) yakın dönemde - bunun kaç gün veya aya yayılacağı
10 ● İŞÇİLER VE TOPLUM tamamen ekonomik-politik faktörlere ve işçi hareketinin gelişimine bağlıdırbir biçimde çözülmüş olacaktır. ‘Evet’ sonucuna gelince: 1. TC. Devletinin tüm olanakları ile yoğun olarak sürdürülen ‘12 Eylül öncesine dönmek’ konulu kampanyaya rağmen çıkabilecek böylesi bir sonuç, dolaylı da olsa 12 Eylül uygulamalarının çoğunluk tarafından benimsenmemesi olarak yorumlanabilir. Dolaylı kaydının konulmasının nedeni, güçlü ve yığınsal bir biçimde askerî dönemi eleştiren bir kampanyanın, sosyalistlerin bağımsız, canlı ve Örgütlü çabaları ile sürdürülemiyor olmasıdır. Sosyalistlerin bu konudaki örgütsel yetersizlikleri ortadadır. Ayrıca tüm burjuva politikacıları (Demirel ve Ecevit başta olmak üzere) ve Türk-İş yönetimi, adeta 12 Eylül’e sataşmama konusunda yazılı olmayan bir protokole uyma havasındadırlar. Tüm bu olumsuz faktörlere rağmen çıkacak bir ‘evet’ çoğunluğu, referandumun ertesinde işçi sınıfı ve tüm ücretli çalışanları ilgilendiren politik yasaklara karşı şu ana kadar olduğundan daha köklü ve geniş bir mücadele sürdürmenin zeminini de oluşturacaktır. Bugün ‘yasaksız ve ayıpsız Türkiye’ sloganı ile kampanya sürdüren burjuva politikacıları, yarın ‘yasaklı Türkiye’den yana olacaklardır. O nedenle de tüm yasaklara karşı en başından beri mücadele etmiş olan sosyalistler, yine bu mücadelenin ağırlığını yüklenmek zorunda kalacaklardır. 2. Sermaye sınıfının kendi içindeki temsil ilişkisi sorununun çözümü ‘evet’ sonucu çıkması halinde bir süre daha uzayacaktır. Bu süre şüphesiz ki çok uzun olmayacaktır. Bu süreci işçi hareketinin yeniden şekillenmesi ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir. 87 yılında şu ana kadar 600.000 civarında işçi için imzalanmış olan sözleşmeler, daha şimdiden değerlerini yitirmiştir. Artan grev, grevci ve grevde geçen gün sayısı işçilerin kararlılıklarının da yükselmekte olduğunun bir işaretidir. O nedenle politik istikrarsızlık -şu durumda ANAP-DYP arasındaki temsil ilişkisi sorunudur- ile çakışan yeniden şekillenme süreci, hareketin alanının ve politizasyonunun artması sonucunu doğuracaktır. Politika üretmekle, gerçeklerin anlatılması veya aktarılması genellikle aynı kategoride değerlendirilir. Ancak işin içine sınıf denilen sosyal yapılar girdiğinde durum farklılaşır. Sorun gerçeklerin, politik alana somut talepler ve
GELİŞMELER VE İKİNCİ KİTAP ÜZERİNE ● 11 bunları gerçekleştirecek biçimler aracılığı ile tercüme edilmesi olarak karşımıza dikilir. Bu esnada önemli olan var olan toplumsal ve politik gelişmeleri ve durumu doğru yakalayıp ona göre önerilerde bulunmaktır. İşte bu nedenlerden ötürü, askerî rejimin tüm uygulamalarını ve yasaklarını eleştiren ve reddeden protestocu bir ‘evet’in anlamı vardır. Bir noktaya daha değinmek gerek. Bu da ‘evet’ oyçokluğunu demokratikleşme yönünde bir adım olarak değerlendiren anlayıştır. Bu anlayış, ANAP-MDP çekişmesinde ANAP’a gülümseyen, ANAP-DYP itişmesinde DYP’ye sempati ile bakan, ayrıca SHP’nin de demokrasi kuracağını iddia eden bir yaklaşıma sahiptir. ‘Evet’ propagandasını böylesi bir eksene oturtmak, ‘demokratikleşme’nin sınıf mücadelesi ekseninden koparılması demektir. İşçi hareketini, her zaman kendi sağındaki güçlere tâbi kılma alışkanlığını iyice geliştirmiş olan bu anlayışın bu kez de böyle davranması şaşırtıcı değildir. Bu kitaptaki dördüncü yazının başlığı ‘Referandum: Yeni Sahnede Eski Oyun’dur. Alpay Aslan, 82 Anayasa’sının oluşturulma mantığını ve içindeki yasakların bir kısmını epey detaylı ele almaktadır. 6 Eylül referandumuna hangi sınıfsal dengeler içerisinde gelindiğini tartışan yazar, referandumun anlamını ve olası sonuçlarının yol açacağı gelişmeleri ele almaktadır. A. Aslan’ın değerlendirmesine göre sonuç ‘evet’ de olsa, ‘hayır’ da olsa bu 82 Anayasa’sındaki yasakların dolaylı olarak onaylanması anlamına gelecektir. Yazar bu saptamadan da yola çıkarak bağımsız tutum için ‘boş oy’ kullanmak gerekir sonucuna varmaktadır. DİĞER YAZILAR ‘Kadınlar ve Özgürlük’ başlıklı yazı en genel ifadesi ile kadınların özgürleşmesi sorunlarını ele almaktadır. Kadın sorununun özgüllüğüne ve buna ilişkin olarak üretilmesi gereken politikalara değinen yazar, kaba ekonomist yaklaşımın indirgemeci ve ertelemeci mantığını eleştirirken, bu mücadelenin toplumsal ve özel alanları da birlikte düşünmeyi gerekli kıldığını vurgulamaktadır. ‘Sovyet Devleti’ başlıklı yazıda ise, bilinmeyen yönleri, tartışmaları ve ona
12 ● İŞÇİLER VE TOPLUM karşı alman farklı tutumları ile sovyet kurumunun tarihçesi ele alınmaktadır. D. Fırat’ın, detaylı olarak değerlendirdiği bu tarih, sovyet kurumu üzerine yanlış ve eksik bilgilenme sonucu oluşmuş olan bir sürü yargıyı da sarsmaktadır. Dikkat edilirse gerek 1905 ve gerekse 1917’de yaşanan süreç, tartışmasız ve herkesin aynı tutumu takındığı bir biçimde değil, aksine bol tartışmalı yaşanmıştır. Bu yazı, resmî tarihin bu konudaki yanlış bilgilendirmelerinin yıkılmasına Önemli katkılarda bulunmaktadır. ‘İngiliz İşçi Partisi’nin Seçim Yenilgisi’ başlıklı yazı ise reformist partilerin Avrupa’daki politikalarını ele alacak ve bunların gerek iktidardaki, gerekse muhalefetteki politikalarını inceleyecek olan bir dizi yazının ilkini oluşturuyor. ‘Sosyalist Enternasyonal’ üyesi partilerin genel yaklaşımlarının ve politikalarının tartışılacağı bu yazılar, şüphesiz ki, reformist anlayışa sahip olan SHP-DSP tartışmasını da içerecektir. İşte Galip Gürbüz’ün yazısını, biraz da o gözle okumakta o nedenle yarar var. DÜZELTME İşçiler ve Toplum dizisinin birinci kitabında gözümüzden kaçmış olan bazı dizgi yanlışları vardı. Böylesi yanlışları ortadan kaldırmak için elden gelen dikkat gösterilmektedir. Ancak birinci kitapta bunun dışında bir eksikliğimiz daha vardı. Gerek yazarının, gerekse okurların ikazlarından önce biz de bu eksikliğin farkına varmıştık, ancak artık çok geç olmuştu. Yayınlamayı unuttuğumuz Nevzat Selânikli’nin ‘Ortalıkta Dolaşan Hayalet: Popülizm’ başlıklı yazısının kaynakçasını aşağıda veriyoruz. Biraz geç de olsa bu eksikliği gideriyoruz. Yazarın ve okurların bu durumu anlayışla karşılayacaklarını umuyoruz.
İşçiler ve Toplum
KAYNAKÇA ORTALIKTA DOLAŞAN HAYALET: POPÜLİZM Boratav, Korkut (1983a) Notlar, Yapıt 46 Boratav, Korkut (1983b) Calvert, P. (1967) Canovan, Margret (1981) Claudin, F. (1975) minform Cliff, T. (1974) Kitching, G. (1985) Perspective Lenin, V.I. Neden Kararlı ve
Lenin, V.I. 271 Lenin, V.I. lizm ve Narodnizm, cilt 6, Shils, A. Edıoard (1956) Tercuato S. di Telia (1965) Veliz, Obstacles to Walicki, Andrej (1967) Wiles, Peter (1969) Theses on Populism»
Worsley, P. (1967)
: Türkiye’de Popülizm: 1962-76 Dönemi Üzerine : Popülizm Üzerine Bazı Ek Notlar, Yapıt 47 : LSE konferans raporu, s. 163 : Populism : The Communist Movement: From Comintern To Co: State Capitalism in Russia : Development, and Underdevelopment in Historical : Sosyal-Demokratlar Sosyalist Devrimcilere Karşı Uzlaşmaz Bir Savaş İlân Etmelidirler?, Toplu eserler, ing, cilt 6, s. 170 : Sosyalist Devrimcilere Karşı Temel Tezler, cilt 6, s. : Sosyalist Devrimcilerin Dirilttikleri Bayağı Sosyas. 261 : The Toment of Secrecy : «Populism and Reform in Latin America» akt. C.
: :
Change in Latin America Government and Opposition, LSE konferans raporu «A Syndrome, not a Doctrine: Some Elementary . .
akt.Shita Ionescu ve Ernst Gellner (1969), Populism: Its Meaning and National Characteristics : The Third World
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN Mehmet Ali BULUT İşçi sınıfı hareketinin Türkiye solu tarafından’ bilinen iki örgüt biçimi var: Siyasi parti ve sendikalar. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin yaygın bir başka örgüt biçimi ise genel olarak üretim birimi esasına dayalı olan fabrika konseyleri örgütlenmesidir; Konsey örgütlenmesi yeknesak bir biçime sahip değil, bir anlamda hareketin o andaki düzeyine uygun bir örgütlenmedir. GREV KOMİTESİ - KONSEYLER ÖRGÜTLENMESİ Sınıf hareketine farklı bir bakış, parti ve sendika dışındaki örgüt biçiminin sayısız örnekleri ile karşılaşır. Örneğin, hemen her grev peşisıra bir örgütü doğurur: Grev komitesi. Grev komitesi çok zaman
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN ● 15 alt organları olan bir örgütlenmedir. Her grevin ortaya çıkardığı grev komitesi, konsey örgütlenmesinin bir prototipi olsa da konsey örgütlenmesinin örneği olarak kabul edilmemeli. Konsey örgütlenmesinin ayırt edici özellikleri var. Onu siyasal örgütlenmeden ve sendikalardan farklılaştıran da işte bu özgün özellikleri. İşçi sınıfı hareketinin örgütlenmeleri istisnasız bir hareketin ürünü olarak doğmak zorunda. Hareketliliğin sonucu olarak doğmayan her «işçi» örgütü ya sahte bir biçimde bu sıfatı taşımaktadır - ki, genellikle siyasal örgütlenmelerde bu durumla karşılaşılıyor - ya da böylesi bir örgüt tamamen işlevsizdir, yani sınıfın hareketini ileri çekmek yerine ona engel olmaktadır. Uluslararası işçi tarihi ve Türkiye işçi sınıfı tarihinde bu durumun sayısız örnekleri var. Türkiye tarihinin en belirgin örneği kuşkusuz bütün zamanlar içinde Türk-İş’tir. Hareketi ileriye doğru, çekecek olan örgüt yine hareketin kendi ürünü olan örgüttür. İşçi sınıfının en ufak biriminin, fabrikanın, tekil eylemi olan grev, grev komitesini üretirken gerçekte kendi örgütsel formuna sahip olur. Sendikalaşmanın yasal olduğu koşullarda grev komitesi sendika yönetimi ile paralellik taşır. Hareketin genel dalgasına bağımlı olarak da ya sendika yönetimi ile çatışır, ya da grevci işçilerin sendika yönetimini ileriye doğru itmesine yarar. Birinci durumda grev komitesi sendika örgütlenmesinin belki de hukuki olmayan bir uzantısıdır; ikinci durumda ise grev komitesi sendika bürokrasisi ile çatışma ve grevci fabrikanın işçilerinin kendi çıkarlarını doğrudan savunan aracıdır. İşte bu ikinci niteliği ile grev komitesi konsey örgütlenmesinin özelliklerini içerir. Sendikalaşmanın yasal olmadığı, ya da grev hareketinin patrona karşı olmanın yan ısıra en baştan sendikaya da karşı olması durumunda ise grev komitesi yine konsey örgütlenmesinin özelliklerini taşır. Eylem (grev) boyunca komite işçilerin çıkarlarını dolayımsız, doğrudan savunmalarının aracıdır. Grev komitesi örgütlenmesi, konsey, örgütlenmesi niteliklerine sahip olduğu ölçüde, yani hareketin içindeki işçilerin doğrudan ürünü olduğu ölçüde her şeyden Önce doğrudan demokrasiye sahiptir. Seçilen işçiler, o eylem anında kendilerini seçenlerin (veya görevlendirenlerin de diyebiliriz) taleplerini en iyi temsil edenlerdir ve kuşkusuz bu güveni kazanma noktasına bir anda ulaş-
16 ● İŞÇİLER VE TOPLUM mamışlardır. Bir fabrikanın günlük yaşamının sayısız anında, sadece patronla işçiler arasındaki sorunlarda değil, işçilerin kendi aralarındaki sorunlarda da, üretim sürecindeki tutarlılıkları ile güven, kazanmışlardır. Öte yandan eylem anının seçilen yöneticisi, kendisini seçenleri temsil etmenin yapışıra doğrudan kendisini de temsil etmektedir. Çalışma, yaşam ve sosyal koşulları açısından seçenle seçilen arasında hiçbir fark yoktur. Patronla görüşmeleri sürdüren komite üyelerini, patronla anlaşma noktasında işçilerin taleplerinin dışında bir tutum almaya iten hiçbir etken yoktur. Anlaşma bütün işçilerin olduğu kadar temsilcilerin de çıkarları ile dolaysız ilişkilidir. Grevin, bu en temel işçi hareketliliğinin, konsey niteliğine uygun, grev komitesinin doğrudan demokrasisinin bir başka nedeni ise hareketlilik anında geriye çekilen her unsurun, eğer hareket genel olarak geriye çekilmiyor ise, derhal görevinden alınabilmesinin koşullarına sahip olmasıdır. Her hareketlilik aynı zamanda yoğun bir tartışma ortamıdır. Tartışma ortamı ise herkesin herkesi denetleyebilmesinin en sağlam yöntemidir. Bu ortamda genel çıkarların gerisine düşen temsilcinin kapalı kapılar ardında hiç bir şey yapamayacağından bu tutumu derhal tespit edilir ve temsil yetkisi kolayca elinden alınır. Bu noktada konsey türü örgütlenmelerin bir başka özelliği ortaya çıkıyor. Hareketin doğrudan ürünü olarak ortaya çıkan örgütlenmeler esas olarak kuralsızdır, ya da son derece basit kurallara sahiptir. Sahip olduğu en temel kural basit oy çokluğunun egemenliğidir. Basit oy çokluğu ile greve devam edilir, ya da bitirilir. Eğer grev çeşitli bölümlerden oluşan bir işletmede veya birden çok fabrikada birden gerçekleşiyor ise kendiliğinden bir temel kurala daha gereksinim vardır: temsil oranı. Bütün bu basit kurallar eylem uzadıkça veya yaygınlaştıkça yine tüm basitliklerini koruyarak gelişmek ve zenginleşmek durumundadır. Uzayan veya yayılan hareket yeni sorunlar oluşturur ve yeni sorunlar yeni kuralların oluşumuna neden olabilir. Ancak ister sade, basit kurallar, isterse daha karmaşık kurallara sahip olunsun, bütün kuralların temelinde tartışma ve ikna yatar. İkna olmadıkça yığınlar harekete geçmez. Grevi bitirmek isteyenler basit oy çokluğu kuralı nedeni ile ve sadece bu nedenle, greve devam etmezler. Hangi nedenle olursa olsun grevi bitirmek isteyenler azınlıkta olduğunda eğer yeniden işe başlayabilmenin olanağına objektif olarak sahipseler bunu yaparlar, ya da en azından denerler. Bu, grevin kırılmasının kapısını açar, hareketin bölünmesi, işçilerin çatışması demektir. Öyle
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN ● 17 ise, grev isteyen çoğunluk azınlığı ikna etmek zorundadır. Yok eğer grevi bitirmek isteyenler çoğunlukta ise grevci azınlık için diğerlerini ikna etmek daha da önem kazanır. Özetle, sendika hiyerarşisinin dışındaki bir grev hareketinde ve onun örgütlenmesinde hakim olan, kurallar değil tartışma ve iknadır. Hareketin kendi kuralları kurumlaşmış bir örgütlenmenin kurallarından tamamen farklıdır. Yaygın bir grev hareketi, ya da işkolu düzeyindeki bir grevde de yukarıda söylediklerimiz geçerlidir. Grevin yaygınlığı, grev komiteleri örgütlenmesinin temel özelliklerine ters gelişmelere yol açmaz. Merkezi bir grev komitesi yine dolaysız temsilci durumundadır. Örgütlenme yine basit kurallara- sahiptir ve tartışma ve ikna belirleyicidir. Yaygın bir grevden, çok daha farklı bir eylem olan genel grev ise esas olarak daima kendi örgütlenmesini yaratır. Tarihte, sendika yönetimlerinin direktifleriyle başlayan ve sendika bürokrasilerinin denetimi altında tamamlanan «genel grev»ler var. Ancak, bu istisnai «genel grev»ler ile sosyalist literatürdeki genel grev kavramı tamamen iki farklı eyleme denk düşerler. Hemen her grev sınıf dayanışmasının bir ürünüdür. Grevin boyutlarına ve günün politik koşullarına bağımlı olarak, işçi dayanışmasının gücü grevin başarısını veya başarısızlığını belirler. Genel grev ise, işçi dayanışmasının boyutlarının en yüksek göstergesidir. Genel grev günlük ekonomik taleplerin yanı sıra siyasal taleplere de sahiptir. Genel grev ne planlı bir faaliyetle örgütlenip yapılabilir, ne de gerçekleşmesi için düzenli bir propaganda mümkündür. O, sadece verili koşulların sosyal sonucu olarak kaçınılmazcasına başlar ve eğer tarihsel, sosyal koşullar uygunsa sahip olduğu politik içerik hızla gelişip günlük ekonomik taleplerin önüne geçer ve yine koşullara bağlı olarak iktidar sorununu gündeme getirmeye kadar ulaşabilir. İşte bu noktada grev komiteleri (konseyler) bir başka özellik kazanır ve siyasal organlara dönüşürler. Siyasallaştıkları noktada da konseyler yine temel özelliklerini, bu kez siyasal mücadelenin düzleminde korurlar. Doğrudan demokrasi, temsilcilerin her an geri çekilebilmesi, örgütlenmenin fabrika (üretim düzeyi) esasına bağlı olması, basit kurallar ve bürokrasiden arınmışlık. Gerek ekonomik grevi sürdüren grev komitesinin (konseyin) gerekse siyasal genel grevin örgütünün, gerekse de iktidar organı haline gelen konseyin temel
18 ● İŞÇİLER VE TOPLUM özellikleri sosyalist demokrasinin özellikleridir. Bunlar işçi sınıfı hareketinin dışında hiçbir alanda doğmaz ve yaşama geçemezler. Üretimdeki kolektifliğin bir sonucu olarak işçi sınıfına ait özelliklerdir bunlar. Diğer emekçi sınıf ve tabakalar sosyalist demokrasiye ait özellikleri ancak işçi sınıfının hareketinde görüp tanırlar; siyasal boyutta- ise, siyasal işçi hareketinin programına yaklaştıkları ölçüde bu özellikleri yeniden görüp tanırlar. SENDİKA BÜROKRASİSİ Buraya kadar konsey türü örgütlenmenin hareketi ileriye çeken özelliği üzerinde durduk. Kabaca toparlarsak, işçi hareketinin ürünü olan konseyler, hareketi ileri çeken bir örgütlenmedir. Ancak ister sendika ile çatışan, isterse sendikanın h|iç olmadığı bir konumdan yola çıkan grev komitesi (konsey), eylemin bittiği noktada yeni bir aşamaya ulaşır. Artık örgütlenme, hareketi ileri çekmek için değil, yeni bir hareket anma kadar elde edilmiş olan kazanımları korumak için gereklidir. Bu noktada grev komitesi, bir önceki döneme ilişkin özelliklerini yitirmeye başlar. Fabrika ya da işkolu vs. düzeyindeki grev komitesi sendikanın yerini alır. Hareketin öne çıkardığı işçiler sendikanın yöneticileri, çalışanları haline gelir. Sendikal örgütlenmenin zaten var olduğu koşullarda sendika ile çatışan bir grev komitesi (konsey), eylemin ardından yeni bir eyleme kadar söner, ya da sendika bürokrasisini geriye itip onun yerine geçmeye başlar. Tekil bir grevde, grev komitesi örgütlenmesinin sönmesi daha büyük bir olasılık iken, yaygın bir grev hareketi ve onun örgütlenmesi kaçınılmaz olarak sendika bürokrasisini geriye itecektir ve grev komitelerinin üyeleri sendikanın görevlileri haline geleceklerdir Hareketin kazanmalarının korunması ile yükümlü olan sendika, yapısal olarak korunmacıdır. Kendisini oluşturan veya öne çıkan işçilerin yönetime geçmesini sağlayan hareketin hemen ardından sendika derhal kurallaşmaya başlar ve kurallaşma ile birlikte bürokrasi, yani işçilerin doğrudan, günlük denetiminin dışında davranabilen bir yönetim doğmaya başlar. Artık doğrudan temsil yoktur. Sendika bürokratı ile çalışan işçi arasında çıkar farkı vardır. Bürokrasi kalıcılaştıkça,’ bar başka deyişle hareket yeniden başlamadıkça çıkar farklılığı giderek sosyal farklılığa dönüşmeye başlar. Sendika, hareketi
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN ● 19 ileriye çekme yeteneğini kaybeder, daha vahim olarak ise hareketin önündeki bir engel haline gelebilir. Bu andan itibaren işçi sınıfının gündemine örgütlenme’ sorunu ciddi bir biçimde yerleşir. Sorunun çözümü giderek siyasallaşmaya başlar. Uzlaşmacı bir sendika bürokrasisi - ve bürokrasi güçlendikçe kendisine paralel bir aygıt olarak sendika da güçlenir- ancak sert bir mücadele ile yıkılabilir. Tarihte rastlanan bir başka gelişme ise sınıfın ekonomik örgütlenmesinin bölünmesidir. DİSK’in, Türk-İş’ten kopması bu tür gelişmenin bir örneğidir. Böylesi bir gelişme olumlulukları ve olumsuzlukları birlikte taşır. Birliğin bölünmesi başlı basma bir olumsuzluktur, işçi dayanışmasının zayıflamasıdır. Ama, öte yandan da bu tür bölünmeler eylem yeteneğine en fazla sahip olan kesimlerin kopmasıdır ve bu kesim önündeki engellerden birisinden kurtulmuş olur. Artık sorun bu militan kesimin, sınıfın diğer parçalarını ikna etmesi ve kazanması sorunudur. DİSK örneğinde, 1970’e kadar bu sürecin işlediğini - bunun en iyi kanıtı 15-16 Haziran’da DİSK’li işçilerin yanı sıra Türk-İş’li işçilerin de eyleme çıkması ve Türk-İş’ten DİSK’e sürekli bir akışın olmasıdır- ama 1970 sonrasında DİSK’in bu yeteneğini giderek kaybettiğini görüyoruz. 70 sonrasında DİSK’de bürokrasinin güçlenmesi, giderek eyleme hakim olması, hareketi dizginlemesi DİSK’in potansiyellerini hızla bitirmiştir. Ülkeleri tüm politik koşullar ve solun popülist karakteri de buna eklenince 70’lerin sonunda DİSK, 12 Eylül sonrasına dayanamayacak bir örgütlenme haline gelmiştir. TÜRKİYE’DEKİ DENEYİM Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından 1960 - 80 arası dönemin tüm olumlulukları ve olumsuzluklarının yanı sıra, tespit edilmesi gereken en önemli olgulardan birisi fabrika konseyleri türü bir örgütlenmenin yaşanmamış olmasıdır. Hareket daha yoğun olarak 68 - 70 arasında ve bir ölçüde de 70’ü yıllarda sendika bürokrasisi ile çatışan hareketlilikler yaşadı ve bütün bu hareketliliklerde yukarda değindiğimiz türden çeşitli örgütler doğdu. Ancak 68-70 arasında hareket, DİSK’i belirler ve ileriye doğru iterken yine de hiçbir zaman uluslararası hareketin yaygın deneylerinin vardığı noktalara ulaşamadı. Her bir eylemin ürettiği örgütlülük tek bir olay olarak kaldı. Aynı şekilde hareketin öne çıkardığı öncü işçilerde, fabrika düzeyinde yerel kal-
20 ● İŞÇİLER VE TOPLUM dılar. Bunun nedeni 68-70 arasında da, 70’li yıllarda da her bir hareketin (burada söz konusu olan sendika bürokrasileri ile çatışan türden hareketlerdir) tek başına başlayıp yaygınlaşamadan bitmesidir. Örneğin 68-70 arasındaki sayısız eylem bir bütün olarak ele alındığında hareketin yaygınlaştığını söylemekteyiz. Fakat bu, hareketin bir veya birkaç fabrikada başlayıp hızla, çok kısa bir zaman süreci içindeki yaygınlaşması demek değildir. Bu nedenle de her bir hareket ancak kendi ileri işçilerini çıkarabilmiş, fakat bunlar merkezileşememiştir. Hareketin başarısı sadece sendikal örgütü ileriye itmek, ileriye itebildiği Ölçüde de sendika bürokrasisini etkisizleştirebilmek olmuştur. Nasıl ki bir genel grev önceden planlanıp, bu plan ve program gereği propagandası yapılıp saptanmış bir tarihte ve anda başlatılamaz ise, grev komiteleri hareketi ve onun merkezileşmesi, kısacası konsey türü örgütlenmeler de bir siyasal odağın planlaması ve bu planlamaya uygun propagandası ile oluşamaz. Tarihsel, var olan toplumsal koşullar, sınıfın hareketinin o andaki durumu ve siyasal yapının bir sonucu olarak hareket örgütsel açıdan böyle bir sıçrama gösterebilir. Ama bu demek değil ki sosyalistlere bu konuda hiçbir ön görev düşmemektedir. Tam tersine, işçi sınıfının tarihsel hafızası olarak sosyalistler Türkiye işçi sınıfına, tarihin zengin deneylerini aktarmakla ve bilgi birikimini sağlamakla görevlidirler. Türkiye solu ise, geçmişinde uluslararası işçi hareketinin bu en zengin deneyinden büyük ölçüde habersizdi ve bu deneyler sol içi tartışmaların ve solun işçi sınıfı örgütlenmesine ilişkin önerilerinin hiç bir parçasını oluşturmamaktaydı. Türkiye solu, tam tersine tüm iradi-müdahaleci tutumu ile ve popülizminin izin verdiği ölçülerde sendika bürokrasisinin sınırları içinde çatışmaya girmiştir. 60’h yıllarda işçi sınıfının varlığını tartışırken işçi hareketinin en zengin deneyler yaşadığı bir dönemi tamamen atlamış, 70’li yıllarda biraz daha olgun olduğu günlerde ise artık karşısında güçlenmiş bir DİSK bürokrasisini görmüş ve enerjisini bürokrasinin zemininde, onun silahlarıyla ona karşı mücadeleye harcamıştır. Solun bürokrasi ile giriştiği mücadeledeki olumsuz örnekler başlı başına bir yazı konusudur ve bu yazının kapsamı dışında kalmaktadır. Burada kabaca solun, köhnemiş bütün örgütlerde daima görünen boyutları ile delege ve kongre oyunlarına girdiğini, sendikalarda zaten sınırlı olan etkinliğini hemen
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN ● 21 hemen daima tepeden inme yöntemlerle sağladığını belirtebiliriz. Ve elbette ki sol, bu oyunda daha usta olan kurt bürokrasi karşısında daima yenilmiştir. Fakat sorun yenilmiş olmak değildir. Yukarıdan aşağı ele geçirilmiş sendikalar, salt solun yönetim olması ile işçi hareketini ileri çekebilir miydi? İşte sorun budur ve bu sorunun cevabı çok kesin bir hayırdır. Bu hayır cevabı pratikçe de kanıtlanmıştır. Solun tepeden inme etkin olduğu sendikal örgütlenmeler, hareketin önündeki engellerden birisi olmaktan başka bir şey olamamışlardır. SOSYALİST İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE 70’li yıllarda öne çıkan bir slogan «sosyalist işçiler sendika yönetimine»dir. Yukarıda belirtilen olumsuzlukları içinde sol bu slogana sahip çıkmıştır. Hatta bu sloganı büyük ölçüde sosyalist işçiler değil, sol manipule etmiştir. Sosyalist işçilerin sendika yönetimine gelmesini öneren bir slogan sendika bürokrasisini tespit ettiği ve ona karşı mücadeleyi ileri sürdüğü için doğrudur. Mücadele içindeki işçilerin duyguları ile çakışmaktadır, ama bu duyguları çözümlememektedir. İki nedenle: Birinci olarak işçi sınıfının gözünde 70li yılların sosyalizmi kendisine ait bir akım değildir. Söylemi ve pratiği ile yabancıdır. Mücadelesinin her aşamasında yanında gördüğü bir akım değildir sosyalistler. Evet, belki anti-faşist mücadelenin yiğit kişileridirler, ama o kadar. Sınıfın günlük mücadelesi söz konusu olduğunda adres yanlıştır. Üstelik- sınıfın en militan, en ileri kesimleri, sırf bu nedenle genel olarak sendika bürokrasisini her şeye rağmen kendisine daha yakın görmüş ve hatta DİSK’in önemlice kesimleri DİSK’e siyasal bir partinin misyonlarını yüklemiştir. Bu nedenle de solcular/sosyalistler sık sık fabrikaların önünden kovalanmış, işçilerin saldırısına uğramıştır. Uğrunda dövüştüğü insanların bu tutumu sol için anlaşılmazdı. Getirilebilen tek açıklama sendika bürokrasisinin kışkırtıcılığı idi. Bu elbette ki doğruluk taşımakta ama yeterli cevabı oluşturmamakta. İkinci ve daha yaygın tutum ise, sınıftan yüz çevirmektir. İradi-müdahaleci Türkiye solu, salt politik propaganda ile işçi yığınlarını arkasına takabileceğini düşünür (örgütlenmeyi değil, arkasına takmayı!). Oysa bir yandan politikaları sol popülizmdir ve geniş işçi yığınlarım sol popülist
22 ● İŞÇİLER VE TOPLUM politikalara ikna etmek, ortada bir başka popülist akım iktidar/hükümet olabilme yeteneği ile dururken mümkün değildir, diğer yandan ise popülizmin ve ikameciliğin sonuçları olarak sol, sınıfın günlük mücadelesini «ekonomizm» diye küçümser, onun içinde yer almaz. Öte yandan ise, günlük mücadeleyi küçümserken, onun örgütlenmesinde, sendikalarda, kaşarlanmış sendika bürokrasisi ile aşık atmaya çalışır. Türkiye solunun işçi hareketine bakışı bugün de değişmişe benzemiyor. Çeşitli sol akımlar için işçi sınıfının örgütlenme sorunu olduğu açık. Ve bu elbette doğru bir saptama. Ama sorun üzerindeki tartışmaya bakıldığında da ortaya, çıkan manzara (ki aynı şeyi sosyalist parti tartışmaları için de söylemek mümkün) geçmişin büyük ölçüde bir tekrarı. İşçiler ve Toplum’un 1. kitabında özetlemeye çalıştığım gibi tartışma yine esas olarak ‘nasıl bir sendikal çözüm’ ekseni etrafında sürüyor. Türk-İş’te mi kalmalı (dün sendika bürokrasisi içinde yeri olanlar esas olarak bu çözümden yana), yoksa yeni bir DİSK mi oluşturmalı (dün sendika- bürokrasisinin dışında kalan, bürokrasi içinde payı daha az olanlar da bu tutumu esas olarak benimsiyorlar.) Geçmişteki tutumlar bugünü de belirliyor. Geçmişten hiçbir ders çıkarılmamış. Sendika bürokrasisinin bir parçası olan reformistler, salt bu konumlarından dolayı içinde bulunulan anda daha doğru bir tutumda görünüyorlar. Ancak, bu daha doğru görünen tutum işçi sınıfının bugünkü gerilemiş ve yeni yeni kıpırdanmaya başlayan hareketsiz durumunun zeminindeki bir ‘doğru’ tutumdur. Oysa reformistler, sınıfın sendikal birliğinin merkezi olarak Türkİş’i gösterirken bunu anlık değil geleceği kapsayan bir öneri olarak ileri sürüyorlar. Taktikleri bugünden açık: sosyal-demokrat sendika bürokrasisinin kanadı altında mevzi kazanmak. Zaten demokrasi mücadelesinin tümünü böyle kavrıyorlar. Hareketin sert bir ileri çıkışı hiçbir biçimde işlerine gelmiyor. Çünkü böylesi bir gelişme Türk-İş’-in tüm diğer bürokrasisi ile birlikte zeminlerini kaybetmelerine yol açar. Sağ ve ‘sol’ kanat yönetimleri ile Türkİş, hareketin önündeki engellerden birisidir ve ona omuz veren her akım da işçi hareketinin önündeki bir diğer engeli oluşturmaktadır. Yeni bir DİSK önerenler ise daha acıklı bir durumdadır. Onlar işçi sınıfının şu andaki durumunu, DİSK’li işçilerin Türk-İş’e kaymalarının nedenini, hareketin dinamiklerini hiç kavramadıkları gibi, önerilerinin temeli Türk-İş’i
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN ● 23 öneren reformistlerden farklı değildir. «İki temel güç (Türk-İş’te) çatışırken genellikle daha küçük ve marjinal kesimlere taraf tutmak kalır. Aksi ‘bölücülük’ olacaktır ve sonu tecrittir.» (Yeni Öncü, sayı 2) Yeni bir DİSK önerenlerden birisi olan Yeni Öncü’nün bu satırlarda öne sürdükleri belirli ölçülerde gerçekleri içermektedir. Türk-İş’te çatışma sağ ile sosyal demokrasi arasındadır ve sol/sosyalistler bu çatışmada (marjinallik tespiti oldukça bonkör bir tespit olsa dahi!) marjinaldirler. Burası doğru. Marjinal olan sol/sosyalistler taraf tutmalıdır. İşte akıl yürütme burada yanlışa düşmektedir. ‘Bölücülükle suçlanmak ve tecrit ise doğruyu ve yanlışı birlikte içermektedir. Ne var ki, yazarların yaptıkları doğru tespitler, tam da o doğru tespitler, yeni bir DİSK önerisinin gerçekçi olmadığını ve yanlışını göstermektedir. Üstelik yukarıda aktardığımız paragrafın hemen ardından ileri sürdükleri gerekçeler önerilerinin, Türk-İş diyen reformistlerle aynı temele sahip olduğunu, çıkış noktalarının ve kaygılarının aynı olduğunu kanıtlamaktadır. Sendikacılarla, onların yöntemleriyle mücadele edilemez, ayrıca da Türkiye işçi sınıfı sosyal demokrasiden umut kesmemiştir. Doğru, ama bütün bunlar yeni bir sendikal örgütlenme kurmanın çözüm olması demek değildir. Baştan başlarsak, mademki sosyalistler, genel olarak sol, işçi sınıfı içinde son derece marjinaldir, bu sol nasıl ve hangi marjinal gücü ile İŞÇİ yığınlarını Türk-İş’ten koparıp yeni bir sendikada toplayacaktır? Ve böyle bir atalım - marjinal bir gücün başarısızlığı son derece açık bir gerçek iken yine ‘bölücülük’ olmayacak mı? Sonu yine ‘tecrit’ olmayacak mı? Mademki sendika bürokrasisine karşı onun kendi yöntemleri ile mücadele edilemez, tepeden inme yeni bir örgüt kurmaya çalışmak da. - şu gücümüzün marjinalliği ve dolayısıyla şansımızın olmadığı gerçeğini hiç unutmadan yine sendika bürokrasisinin yöntemleri arasında değil mi? Ve, madem ki «Türkiye işçi sınıfı sosyal demokrasiden umudunu kesmemiştir», bu aynı işçi sınıfı biz sosyalistlerin marjinal gücünü niye takip edip yeni bir sendikaya gelsin? Yazarların bu akü yürütmesinin içinden ‘marjinallik’ kısmını kaldırdığımızda ise geriye ‘küçük olsun ama bizim, solun tekkesi olsun’ kalıyor.
24 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Dünyaya bakışının ve eyleminin merkezine işçi sınıfını koyanlar için, yazarlarla anlaştığım veriler, yani solun işçi sınıfı hareketi içindeki marjinalliği, işçi sınıfının sosyalizme kazanılmamış olması, sosyal demokrasiden umut kesmemiş olması, Türk-İş içindeki mücadelede safları oluşturan sağ ve sosyal demokrasi arasında taraf tutmaya neden olmadığı gibi yeni bir sendikal tekke kurmaya da neden değildir. Bugünün görevi işçi sınıfının günlük mücadelesine katkıda bulunmaktır. «Yeni demokratik konfederasyonun ekseni (bugünkü) grev dalgasının içinden» geçmiyor, daha ileri, daha yaygın bir hareketin dalgası bugünkü grev hareketinin içinden geçiyor. İşçiler bu mücadeleleri yaşamadan, yeniden moral kazanmadan, bir dizi başarı elde etmeden ve sağ ve sosyal demokrat Türk-İş bürokrasisinden umutlarını yığınsal olarak kesmeden, kısacası deney kazanıp öğrenmeden yeni bir örgüt formuna ulaşamayacaklar. Sosyalistler ise bu süreçte sınıfın büyük yığınları ile birlikte öğrenmeye, kazanılan deneyleri paylaşmaya çalışmalıdırlar. Ancak bu süreçten geçerek işçi sınıfı içindeki marjinallikten çıkılacaktır. Onun organik bir parçası haline gelinecektir. İşçi sınıfının burjuva ideolojilerden kurtulması uzun bir mücadele sürecidir. Bu süreç siyasal mücadele alanında gelişse de, birikimini günlük mücadelede kazanmaktadır. Sosyalistlerin, sınıfın organik bir parçası haline gelmeleri ise bu günlük mücadele içinde yer almakla mümkündür. Bu yolun daha kısası yok. Sosyalistler güçlerini işçi sınıfına dışarıdan akıl veren tartışmalarda değil, sosyalist işçilerle yan yana, günlük mücadele içinde yer alan işçi yığınlarını sosyalizme kazanmak için harcamalıdırlar. Sosyalist işçilerin bugünkü tutumundan, hiç değilse onların tutumundan öğrenmeye çalışmak gerekiyor. Duyabilen kulaklar için öncü işçiler, birliğin merkezinin geleceğe dönük olarak bugünkü Türk-İş olmadığını söylüyorlar, ama aynı zamanda da kollarını yeni bir örgüt kurmaya sıvamış değiller. Kuyrukçu oldukları için mi? Hayır. Sosyalist olmadıkları için mi? Hayır. Sadece bugün yeni bir sendikal örgütün doğmasına yol açacak bir hareketlilik yoktur. Günün görevi bu nedenle hareketin gelişimi için çaba harcamaktır. Bu pratik görevin yanı sıra sosyalistlerin geçmiş teorik yapıları ile uzlaşmaz
SOSYALİST BİR İŞÇİ HAREKETİ İÇİN ● 25 bir mücadeleye girmek, resmî sosyalist ideolojinin çarpıtmaları ile hesaplaşmak, uluslararası işçi hareketinin tarihi perspektiflerini, deneylerini öğrenmek gibi bir başka temel görevleri daha var. Çünkü sınıf hareketini kavramaktaki zorlukları, hareketin biçimlerini, dinamiklerini kavramaktaki zorluklarının egemen sosyalizm anlayışı ile temelden bağları var. Teorik faaliyet ve baştan öğrenme diye özetleyebileceğimiz bu süreç ilerlemedikçe, solun dünü tekrarlamaktan ve bu kez daha da trajik bir sona ulaşmaktan başka bir perspektifi olamaz. Oysa, bugün solun olasılıkları daha güçlüdür. ‘Marjinal’ olsa da işe başlamaya yeterli bir sosyalist işçi birikimi vardır. Sorun onu marjinallikten kurtarmak ve işçi hareketine hâkim hale getirmektir. Sorun, sosyalistlerin ‘sosyalist bir hareket’ değil, sosyalist bir işçi hareketi olabilmelerini sağlayacak teorik netliğe ulaşmaktır.
İSLAMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI Nevzat SELÂNİKLİ Son yıllarda «İslami hareketin» hızla gelişerek, bir sıçrama kaydedip Türkiye toplumunun günlük yaşamının bir parçası haline gelmeyi başardığı görülüyor. Gerçi Türkiye toplumu her zaman nüfusun ezici çoğunluğu itibariyle Müslüman bir toplum olmuştur, ama İslâmi hareketin bu tür bir gelişmesi ve günlük politik yaşamın bir parçası olması oldukça yeni bir olgudur. Bu olgu Ramazan aylarındaki baskılardan, okullardaki eğitim sistemine, burjuva sınıfının iktidar kurumlarından meslek odalarına kadar çok geniş bir alanda kendini gösteriyor. Bu arada devlet aygıtı içindeki Müslümanlaşma, hükümet partisinin içindeki fraksiyonlar ise artık herkes tarafından bilinen, her gün yeni bir örneği gözlenen olgular haline gelmiştir. Bugünkü Müslüman hareketin gelişmesi ilk olarak 1970’lerde dikkati çeker. Ama onun toplumda o zamanki politik şekillenmesi, sol hareketin ideolojik-
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 27 politik gücü karşısında dikkate değer özel bir konuma ulaşamaz. 12 Eylül’den sonraki askeri rejim sırasında ise bu durum nitelik ve nicelik olarak değişikliğe uğrar. Hem «sol»un hem de «İslâmî» sağın karşısına çıkarılmaya çalışılan Kemalist ideoloji ve bunun bir alternatif olarak yeniden yaygınlaştırılmaya çalışılması ve buna paralel olarak, görünüşte çizmenin «hem solun hem de sağın» tepesine inmesi, hem İslâmî hareketin bugünkü konuma gelmesine hem de «sol»un bu harekete, karşı bugünkü tavrının şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Diğer taraftan, 12 Eylülle birlikte İslâmî hareket üzerinde Kemalizmin baskısı görünüşte artarken, hem bu baskı solun üzerine gelen baskıya göre kıyas kabul etmeyecek kadar hafif olmuştur, hem* de devlet güçleri sosyalizme karşı bir alternatif olarak, dinî görüşü devlet kurumları içinde yaymaya başlamışlardır. Buna ek olarak, devletin denetimindeki basın-yayın kurumlarının ve üniversitelerin, liselerin idarî yapıları ve yönetim kadroları hızla Müslüman hareketin etkisi altına girmeye başlamıştır. Bu arada yine dikkatlerden kaçan bir diğer gelişme de, bir taraftan eski faşist militanların hızla Müslümanlaşmaya başlaması, diğer taraftan mahallî düzeyde, türbeler, camiler, Kur’an kursları, tarikatlar ve öğrenci yurtları etrafında ciddi bir taban örgütlenmesinin doğmaya başlamasıdır. Bu ortamda hem İslâmi hareketin ideolojisi anti-sistem özelliğini koruyabilmiş, böylece özel bir ilgi alanı olabilmiş, hem de Kemalizmin ve genelde devlet örgütünün sosyalizme karşı başlattığı saldırının meyvalarını bolca toplayarak güçlenmiştir. Aynı dönemde, geçmişten bir farklılık olarak, özellikle İran devriminin de etkisi ile İslâmî harekette kayda değer bir aydın kadro artışı olmuş ve genelde hareketin entelektüel düzeyi yükselmiştir. Buna paralel olarak sosyalizmin kullandığı birçok kavram, hem dolaylı olarak hem de taraf değiştiren aydınların aracılığı ile İslâmi harekete taşınmıştır. İslâmî hareket artık açıkça iktidara talip olduğunu anlatmaya başlamıştır. Böyle bir gücü henüz yoktur ama, ideolojik olarak ve toplumdaki egemen meşruluk ilişkileri içinde kendini buna hazır hissetmektedir. Bu ise yeni bir olgudur. Sol hareketin yoğun’ bir Stalinist ideolojik bagajı sırtında taşıyarak hareket etmeye çalıştığına bir başka yazımızda işaret etmiştik. Bu bagajın etkileri, İslâmi harekete karşı tavır alırken de kendini göstermiştir. Sol hareketin bazı kesimleri İslâmi hareketin anti-sistem dinamiklerinde kendilerine ittifaklar
28 ● İŞÇİLER VE TOPLUM görmeye başlamışlardır. «Kendilerine»nin altını çizdik, zira henüz İslâmi hareketin toplum içindeki konumunu işçi sınıfı açısından ele alan yoktur. Her ne kadar İran devrimi bu ittifakın hayalden öteye geçemeyeceği yönünde örneklerle doluysa da sol’un bu kesimi bunu görmezlikten gelmiştir. Emperyalizme karşı demokratik halk cephesi bağlamında bir anlam kazandırılmaya çalışılan İslâmî hareket bu kesimlerce üzerinde ciddi ciddi düşünülen potansiyel bir müttefiktir. Zaman zaman. 141-142 numaralı yasalar 163’le birlikte ele alınarak, İslâmî hareketle acaba ittifak yapılabilir mi? gibisinden nabız yoklamalarının bile şimdiye kadar İslâmî hareketin çeşitli fraksiyonlarının sözcüleri tarafından «temkinli» cevaplarla savuşturulmuş olmasına rağmen, bu eğilimin siyasetçileri inançlarından, daha doğrusu uluslararası şablonlarından daha uzun zaman vazgeçeceğe benzemiyorlar. İslâmî hareketin muhtemel müttefikler arasında görülmesine yol açan bir diğer unsur da, 12 Eylül sonrasında sol hareket içinde gelişen ideolojik liberalleşme ve bu bağlamda sınıf özünden koparılarak ele alman bir demokrasi anlayışı tartışmalarının ortama egemen olmasıdır. Bu tartışmalara bir de, «en güzel dünyaları yaktık ellerimizle... gittik sürüye katıldık ama şimdi pişmanız» teraneleri ve bu duruma çare olarak ileri sürülen bireyselleşme çabaları eklenince, demokrasi bireylerin hak ve özgürlüklerine indirgenmeye başlanmış, çoğulculuk, ifade özgürlüğü gibi her sınıf açısından başka türlü yorumlanması mümkün olan, kendi başına pek bir şey ifade etmeyen kıstaslarla tanımlanmaya çalışılır hale gelmiştir. Giderek, demokrasi mücadelesi «gerçek demokratik tavır, benim gibi düşünmediğini bildiğim insanların demokratik hakları konusunda, benim için tasarladıklarından bağımsız bir ilkeselliği tutturmaktır» (Murat Belge, Yeni Gündem,, sayı 45, «Kafa Ezme Zihniyeti») gibisinden, «benim düşüncelerim», «ilkesellik» türünden politika biliminde nereye oturacağı belli olmayan kıstaslarla ele alınmaya başlanmıştır. Buna paralel olarak amaçlanan demokrasi ise «bir toplumda varolan rejime demokrasi adını verebilmek için hangi hakların, hangi hak arama mekanizmalarının olduğu bellidir ve bunlara yer vermeyen rejimlerde demokrasinin valrığmdan söz edilemez» (Mudi Belge, Yeni Gündem, sayı 3, «Muhalif Bir Dergi») türünden tanımlarla kendi başına, sınıf özellikleri belli olmayan, hak-hukuk ve bunların kıstaslarına göre, yani esas olarak yine siyasal formlara (muhtevaları açısından tarifleri gerekli olan
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 29 formlara), muhtevaları gözardı ederek yapılan atıflarla üretilen tanımlarla ele alınmaya başlanmıştır. Bu anlayış, bir analiz aracı olarak sınıflar mücadelesi kavramından elden geldiğince’ uzak durmaya çalışmış, bu tür yaklaşımları, hotzotçu, sekter, eskinin kötü alışkanlıklarının kalıntısı olarak görmeye devam etmiştir; Geçmişin değerlendirilmesinde, bu akımın dergilerinin sayfalarında, geçmişe alman tavır giderek (daha doğrusu yakın geçmiş, zira 1960’lar gibi uzak ve artık mistifikasyonu kolay gibi gözüken bir geçmişe bu dergide sık sık yer verilmiştir) hatırlanması gerekmeyen, hatta unutulması gereken kötü bir kâbusa yönelik bir tavıra benzemektedir. Bu akım İslami hareketi demokrasi mücadelesinde önemli bir güç olarak görmektedir. Sayfalarını İslami harekete açmış, İslami hareketin militanlarının, entelektüel sözcülerinin açıkça «biz aslında sizi keseceğiz» demelerini duymamazlıktan gelmiş («Her çocuk 18 yaşma gelince dinden çıkabilir. Ama bir insan, bu hakkıyla ilgili süre geçtikten sonra dinden çıkarsa öldürülür», Abdurrahman Dilipak İle Röportaj, Yeni Gündem, sayı 43, s. 17) ve İslami hareketin, bu garip düşünürlerini solun aydınları ile aynı kefeye koyup diyalog olanakları aramıştır. Böylece bu yapılanların İslami hareketin gelişmesine katkıda bulunduğunu ve bunun yanı sıra sol hareketin bu İslam radikalizmine karşı doğru bir tavır geliştirmeye çalışmasına ciddi bir engel teşkil ettiğini söylemek pek de haksızlık sayılmayacaktır. İslami harekete karşı doğru bir tavır geliştirmeyi önemli ölçüde sekteye uğratan bir diğer akım da, bu hareketin dinamiklerini anlamaya çalışmadan gözünü, esas olarak onun dinci obskürantizmine dikip görünüşte son derece sol ve uzlaşmaz, ama pratikte siyasal olarak anlamsız, son derece doktriner tespitlerle durumu geçiştirmeye çalışmaktadır. «Devrimin ertesi günü camilerden hoparlörleri sökeceğiz» gibisinden kendini devrimin genelkurmay başkanı (sic!) yerine koyan, o anda kitlelerin hangi muhtemel haleti ruhiye içinde olabileceğinin önceden görülemeyeceğini, dolayısıyla onların yerine bugünden konuşmasının abesliğini fark etmeyen bu yaklaşım, bugün, İslami harekete karşı mücadelenin en önemli bir aracını - müslüman kitlelerle iletişimi- alabildiğince zorlaştırmaktadır. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur! Ortaya çıktığından beri, elitist, bürokratik ve alabildiğince stalinist bir şekillenme içindeki bu akımın kendi dışındaki ve ilk anda ilişkide bulunduğu öğrenci kökenli küçük burjuva radikallerinden başka kimseyle ilişki kurmaya ve siyaset yapmaya niyeti olmadığı göz önüne alındığında bu tavrı kolayca
30 ● İŞÇİLER VE TOPLUM anlaşılabilir. Üstelik bu akım, bugüne kadar «solcuları» laiklik adana İslam düşmanlığında kendi peşine takmayı bilmiş olan Kemalizmin de ekmeğine yağ sürdüğünün ve dolayısıyla da bugünkü rejimin meşrulaşma süreçlerine katkıda bulunduğunun farkında değildir. Dikkatle bakıldığında bugünkü konumunda İslami hareketin taleplerinin arkasında yatan sosyal dinamikleri bilmeyen veya bilmezden gelen bu yaklaşımın genelde eski ve yeni Kemalistlerce tasvip gördüğüne şahit olmak mümkün. Bu sonuncular, az önce de değindiğimiz gibi geçmişte ve bugün de, aydınlardan gelen her muhalefete ‘komünizm’, alt sınıfların her hoşnutsuzluk ifade ediş tarzına da ‘irtica’ feryadı ile harekete geçme alışkanlığı ile hareket ediyor1 ve kimileri de, bugün sözde karşı olduğu askeri rejim ile birlikte davranıyordu. Buraya kadar kabaca; özetlemeye çalıştığımız çeşitli yaklaşımların temelinde bir dereceye kadar İslami hareketin özelliklerini yeterince anlamamak yatıyorsa da, bugün solun büyük çoğunluğuna egemen olan populist-sosyalist bir teorik arka planın da bu kafa karışıklığında büyük rolü vardır. Bir diğer deyişle, İslami harekete ve onun ileri sürdüğü taleplere karşı alınan tavırların şekillenmesinde, Türkiye solunun ezici çoğunluğunun bugün kendi önünde acil görev olarak gördüğü demokrasi mücadelesine verdiği anlam ve bu anlama göre İslami muhalefete yüklenen işlev belirleyici bir rol oynamaktadır. Dikkat edilirse, genelde, İslami harekete karşı bir hoşgörü söz konusudur. Kısa da olsa geçici bir yol arkadaşlığı, veya şimdilik birbirimizi tanıyalım, sınır çizgilerimizi çizelim, ondan sonra belki ilerde beraberlik işbirliği gelir; bunlar göz önüne alman ihtimallerden birkaçı. Genel (ya da yaygın) olarak kabul gördüğü anlaşılan yaklaşıma göre «demokratikleşme, çoğulculuk için mücadele ve bir ey s elleşme, sivil toplumun geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması süreçlerini yaşamakta olan Türkiye’de sol hareket sadece kendisi gibi düşünenlerin hakları ile sınırlı bir demokrasi için değil, fakat kendisinden ayrı görüşlerde olanların, örneğin Müslümanların da demokratik haklarını (her ne kadar Müslümanların siyaset ve devlet teorisinde bu kavramın yeri yoksa da) kapsayan bir demokrasi anlayışı içinde mücadele etmelidir. Görünüşte ilkeli ve sağduyulu olan bu saptama aslında demokrasi mücadelesinin sınırlarını giderek faşistlerin de demokratik haklarının savunulmasına kadar genişletme eğilimindedir.
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 31
Tüm bu kafa karışıklığının altında, en kısa şekilde ifade etmek gerekirse, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin toplumun eksenini oluşturduğu ve sosyalist politikanın da- bu eksene oturmasının gerekliliğinin kavranmaması yatmaktadır. İslami hareket, sosyalistler açısından bu eksene- referansla incelenmek zorundadır. Bu eksene referansla ele alınmayan yaklaşımlar, sosyalist politikalara hizmet etmeyecektir. Bu ne demektir? Bu işçi sınıfından başka, ayrı bir çıkarları olmayan sosyalistlerin politikalarını esas olarak ve öncelikle işçi sınıfının, çıkarlarına tabi olarak, bunun ifadesi olarak, formüle etmeleri demektir. Demek ki, doğru bir siyasi tavıra ulaşabilmek için, şu iki adımın birlikte atılması gerekmektedir: Birincisi, İslami hareketin temel özellikleri iyice kavranmalıdır; ikincisi, bunu sadece İslami hareketin içsel özellikleri açısından değil, fakat işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadele ekseninin karşısındaki konumu açısından yapmak ve böyle bir çabayı da nihai olarak işçi sınıfının sınıf çıkarları açısından bir sonuca bağlamak gerekmektedir. Burada bizim yapmaya çalışacağımız bu eksene bağlı kalmaya çalışacak, İslami hareketin özelliklerini ele almaya çalışmak ve sol hareketin konumu açısından bir sonuca ulaşmaya izin verecek bir tartışmaya başlamaktır.. İSLAMIN İKİLİ KARAKTERİ İslami hareket, son 7-8 yıldır sadece Türkiye’de-değil aynı zamanda tüm Orta Doğu’da yükselen bir siyasal hareket görünümündedir. Bu özelliğinden hareketle İslami hareket genelde bir protesto hareketi olarak algılanmaktadır. Ne var ki,, bu yaklaşım eksik ve yanlıştır. İslami hareket aslında iki özelliği aynı anda barındırmasından dolayı salt bir protesto hareketinden daha öte-dinamiklere sahiptir. Dikkatle bakıldığında İslami hareketin genelde birbiriyle çelişir gibi-görünen iki özelliği birden içinde taşımakta olduğu görülecektir. İslam bir taraftan anti-sistem «devrimci», diğer taraftan da aynı zamanda bir devlet ideolojisi, özel mülkiyete dayalı bir sınıf iktidarının çimentosu, yani düzeni koruyucu bir özellik taşıyabilmektedir. Bu iki özellik, bazen bir ve aynı hareketin farklı aşamalarında belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta. Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine, İran’da Pehl-
32 ● İŞÇİLER VE TOPLUM evi rejimine karşı mücadelede önce anti-emperyalist, sonra da hem İran’da, hem de Pakistan’da birer devlet ideolojisi, emekçi sınıfların üzerinde bir baskı aracı olabilmektedir. Bazen de bir harekette aynı anda ortaya çıkabilmekte ve farklı ama birbirini tamamlayıcı bir işlev üstlenmektedir. Örneğin, geçtiğimiz yıllarda, bir askeri darbe ile yıkılmadan az önce Sudan’daki diktatör Numeyri, Müslüman Kardeşler hareketinin aşağıdan gelen baskısına cevap olarak yukardan devleti Müslümanlaştırmaya başlamış, böylece kendisine karşı yükselen muhalefeti kontrol altına almaya başlamıştı. Türkiye’nin yakın tarihinde de bunun örneklerini bulmak mümkün. Örneğin, 1950’lerde DP ve sonra da 1960’larda AP’nin yasadışı İslami hareketlerle işbirliği yaptığı malûmdur. Ama daha güzel örnek olarak 1970’lerde «parlamenter» MSP ile parlamento dışı Akıncılar ve bazı diğer küçük İslami fraksiyonların sancılı birlikteliği hatırlanabilir. Türkiye’de İslami harekete karşı politika geliştirirken, ilk önce gözönüne alınması gereken bu ikili karakter ve her iki karakterin de esas olarak işçi sınıfına kökten düşman olduğudur. Kölecilik de dahil olarak her türlü Özel mülkiyet ile bağdaşabilen, hatta bunun üzerine kurulmuş bir din olarak İslam ve İslam’da temellenen hareketler radikal olarak anti-sosyalisttirler. İşçi sınıfının burjuva demokrasisinde bile savaşarak elde ettiği haklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan bu akım, Türkiye gibi kapitalist bir toplumda temelde faşistlere yaklaşır ve burjuva sınıfının hemen bütün fraksiyonları ile uzlaşabilmenin potansiyellerini içinde taşır. İslam’ın genelde ticarete, meta dolaşımına yönelik hukuksal-ideolojik yapısı da buna uygun bir çerçeve sunar. Buna karşılık, bu iki özellik arasındaki çelişkiyi de görmemezlik edemeyiz. Açıkçası, bu resmi-düzen koruyucu özelliği taşıyan kanat, tekelci burjuvazi ve hatta bundan çok daha önemlisi, (son Odalar Birliği toplantılarında ortaya çıkan durumun bize gösterdiği gibi) taşra burjuvazisi ile kaynaşmaya başlamıştır. İkinci kanat ise, anti-sistem özelliğini korurken, esas olarak 1970 sonrası ekonomik krizin kırdaki ve şehir küçük burjuvazisi üzerindeki etkileri ile beslenerek, alt sınıflar muhalefetinin bir ifadesi olmuştur. Bu iki özelliği birbirinden ayırt etmenin yanı sıra, «demokrasi mücadelesinde» bu alt sınıfların kendini dini biçimde gösteren protesto hareketine karşı nasıl tavır alınacağına karar vermeden önce bir. üçüncü boyut daha göz
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 33 önüne alınmalıdır, Türkiye toplumu % 99 oranında Müslümandır ve bu Müslümanlığının niteliğinde son 60 yılın «laik» yaşamının pek fazla bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Var olan gelişmeleri laiklikten ziyade sanayileşmeye ve işçi sınıfının gelişmesine bağlamak daha doğru olacaktır. Kırsal bölgelerde ve genel olarak taşrada bu önerme çok daha şiddetle gerçeği yansıtmaktadır. Laiklik 19. yüzyıl Fransa’sında devletle din arasında ciddi bir gerilim yansıtmamıştır, ama 20. yüzyıl Türkiye’sinde aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Birinci Cumhuriyetin kurulmasından bu yana tarih her aşamada bu gerilimin politik ifadeleri ile doludur. Demek ki üçüncü bir boyut olarak bu gerilimin dinamiklerini göz önüne almak gerekmektedir. LAİK CUMHURİYET VE İSLAM Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunda laikliğin işlevini anlamak için iki temel etkeni kavramak gerekir. Birincisi, yeni devletin kurulmasında rol oynayan siyasal hareketin dine karşı olumsuz tavrı, bu hareketin kadrolarının eski rejime karşı sürdürdükleri mücadelenin önemli bir bileşenidir. İkincisi, bu siyasal hareketin, bir halk hareketine dayanmayan, tepedenci (commandist) karakteri, onu, geçmişte Osmanlı devletine başkaldıran köylü hareketlerinin Osmanlı İslâmına karşı kendi alternatif İslamlarını formüle etmelerinden farklı olarak böyle bir ihtiyaçtan azad etmiştir. Dikkatle bakıldığında I. Cumhuriyetin kadroları, Osmanlı toplumu içinde sürmekte olan burjuva demokratik devrim sürecinin şu veya bu şekilde içinde yer almış, Osmanlı egemen sınıfım, burjuva bir ideolojik gözlükle gelişmenin önünde engel, parazit bir sınıf olarak görmüş askerler ve bürokratlardır. Bunlar bir taraftan Osmanlı egemen sınıfın üyesi, ama diğer taraftan da burjuvazi tarafından -Gramsci’nin ifadesini kullanırsak- moleküler assimilasyon sürecinde ideolojik olarak kazanılmış kadrolardır. Bu durumun bir sonucu olarak, yeni devletin içine devletin dümenini elinden tutan zümre olarak yerleşen bu kadroların, ilk olarak çıkardıkları yasaların ve attıkları siyasal adımların Osmanlı egemen sınıf mm toplum içindeki hakimiyetini nasıl kırmaya yöneldiği gözlenebilir. Halifeliğin kaldırılması bu sınıfın uluslararası ve ulusal üstünlüğünü ortadan kaldırırken, Şeyhülislamlığın kaldırılması ve başbakana bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ulemayı devlet aygıtının dışına atmıştır. Vakıf gelirlerinin hazineye devredilmesi ulemanın mali kaynaklarını
34 ● İŞÇİLER VE TOPLUM kuruturken, şer’iye mahkemelerinin kaldırılması kadıları işsiz bırakarak ulemanın hukuki gücünü de ortadan kaldırmıştır. Nihayet tekke ve zaviyelerin kaldırılması Osmanlı egemen sınıfının halk ile olan ilişkilerini, iletişim kanallarım kesmiş ve genelde her hangi bir muhalefeti örgütleme yeteneğini ortadan kaldırmıştır. Laikliğin Türkiye’de yerleşme sürecinde göz önüne alınması gereken bir diğer etken de Kemalist hareketin doğuşunda onun commandist (tepedenci) - elitist karakterinin oluşmasında belirleyici rol oynayan tarihsel koşullardır. Bu tarihsel koşullar bir halk hareketi üzerinde hegemonya kurmanın veya var olan bir hareketi bir kadro hareketi ile bütünleştirmenin ideolojik sorunlarını gündeme getirmemiştir. Osmanlı devletinin son yıllarından 1923’e kadarki burjuva demokratik devrim mücadelesi, bu mücadelenin kadroları tarafından hemen hiçbir adamasında halk sınıflarının kitlesel bir katılımına dayanmadan, hatta kitlelerin pasif bir desteğinden dahi emin olunamadan sürdürülmüştür. Bu hareket) ki daha sonra Kemalizm olarak anılacaktır, Kurtuluş savaşını esas olarak Osmanlı egemen sınıfının kalıntılarından devşirilmiş askerler ile ve kısmen de İttihat Terakki teşkilâtının taşra örgütünün sınırlı bir katkısı ile gerçekleştirmek - durumunda kalmıştır. Kısacası, Kemalizmin eski rejime karşı mücadelesinde kitle desteği ve bunun getirdiği hegemonya sorunları, dolayısıyla da Osmanlı İs-lamına karşı alternatif bir İslam yaratma gereği doğmamıştır. Üstüne üstlük, Kemalist hareketin o sırada Osmanlılık anlayışına karşı Türklük, misak-ı milli sınırları anlayışını geliştirmekte olması da bu tür sınırlamalarla bağdaşmayan İslami ideolojiyi işlevsiz kılmaktadır. Laik bir Cumhuriyetin kurulmasından sonra, Türkiye’de İslami hareket Osmanlıya göre hem ciddi bir değişiklik geçirmiş ve devlet ideolojisi olmaktan çıkmıştır, hem de buna paralel olarak bir başka bağlamda ise bir süreklilik taşımaya devam, etmiştir. Bu bağlam, toplumsal muhalefetin birleştirici çimentosu olmaya devam etmesidir. Merkezi devletin «Allahsız» olması bu ikinci özelliği güçlendirmiştir. I. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu bağlamda bir sürü protesto hareketi, ayaklanma vb. yaşanmıştır. Bunlardan Menemen olayı ve Şeyh Said İsyanı (muhtevası ne olursa olsun) verilebilecek en iyi bilinen örneklerdir. Bu protestolara ek olarak, 1924 ve 1925’te kurulmasına
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 35 izin verilen iki resmi ve göstermelik muhalefet partisi, birdenbire İslami hareketin etkisi altına girerek beklenmedik bir şekilde gerçekten muhalefet etmeye başlayınca, bir yıl içinde kapatılmışlardır. Bu dönemde İslami hareket baskı altına alınmış, büyük ölçüde atomize olmuş ve zaman zaman kendisini patlamalar şeklinde göstermesine karşılık büyük ölçüde yer altına itilmiştir. ÇOK PARTİ DÖNEMİ VE İSLAMİ HAREKET A - Burjuva: sınıfının hegemonya sorunu ve İslami Hareket Tek parti döneminin sonuna doğru ortaya çıkan bazı gelişmeler, burjuva sınıfı açısından alt sınıfların desteğinin kazanılması sorununu, yani gelişmekte olan burjuva sınıfının ulus üzerindeki hegemonyası sorununu gündeme getirdi. Özellikle büyük bunalım sırasında ve giderek, İkinci Dünya Savaşı sırasında sınıflar ilişkisi düzeyinde ortaya çıkan gelişmeler bu yeni durumun arkasında yatan en önemli unsurdur. Zamanın egemen sınıfı tüccarlar (gerek kırsal: gerekse şehirli fraksiyon) , savaştan son derece zenginleşmiş olarak çıktılar. Tüm bu dönem boyunca tüccar kârı alabildiğine yükselmiş ve tüccarın elinde kayda değer miktarda bir parasermaye birikimi gerçekleşmişti. Aynı dönemde ekonominin genelinde kontrolünü devletçilik aracılığı ile elinde tutan Kemalist bürokrasinin tepedenci yönetim biçimi, giderek tüccarın elindeki sermayeyi serbestçe dolaştırma ve yatırma eğilimi ile çelişmeye başlar. Böyle bir çelişkinin beslediği gelişmelerin en önemlisi, egemen sınıfın bir kesiminin, özellikle kapitalist çiftçilerin temsilcilerinin, bürokrasi içindeki bir kesimle birlikte yeni alternatifler aramaya yönelmesidir. Bu yeni yönelim ifadesini DP’nin doğuşunda bulur. Savaş sırasında özellikle kır sınıfları üzerinde yoğunlaşan, ama şehirde de büyük ölçüde hissedilen ekonomik zorluklar, hızlı yoksullaşma ise, Kemalist bürokrasiyi ve onun cisimleştiği yönetim organı CHP‘yi alt sınıflar gözünde istenmez hale getirir. Bu koşullar altında çok partili sisteme geçerken kırsal oylar büyük önem kazanır. «Politika», önceki yılların aksine «köye kadar girer». Her iki partiden politikacılar köylünün ve şehirli alt sınıflarırı için mücadele etmeye başlarlar.
36 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Bu mücadele sürecinde: DP kendini CHP’den ideolojik ve politik olarak ayırmaya başlar. Bu ayrılığın ilk anda dikkati çeken en önemli özelliği, bu/partinin CHP’den farklı bir din politikasına sahip olmasıdır. Her ne kadar DP’nin dini kullanış tarzı genel olarak abartılmışsa da, ilk defa bu seçimlerle birlikte din politikacüarın oy kazanmak için işlediği bir motif haline gelir. DP’nin İslami görüşleri kullanarak, İslami hareketle, tarikatlarla ilişki kurarak elde ettiği başarılar CHP’yi de ister istemez bu alanda adımlar atmaya zorlar ve böylece 1949’da İmam-Hatip Okulları kurulur. İlkokullara seçmeli din dersi konur ve bir İlahiyat Fakültesi açılır. Bunlar Kemalist bir hükümet açısından aslında beklenmedik adımlardır. Neticede İslami hareket 1940’larda yavaş yavaş resmi politika içinde kendine bir yer edinmeye başlar. 1950 - 60 dönemi İslami hareketin bu yerinin giderek gelişmesini de beraberinde getirecektir. Ezan tekrar Arapça okunmaya başlanır. Din dersleri seçmeli ders halinde kalır, ama bu sefer bu dersi almak için değil almamak için imza vermek gerekmektedir. Ayrıca lise ve orta okullara da din dersi konur, radyodan dini yayınlar yapılmaya başlanır. Artık İslam üzerinde Kemalist hareketin baskısı kırılmaya başlanır ve İslam devlet kademelerinde de yer etmeye başlar. Bir başka gelişme tarikatların tekrar canlanmaya ve kendilerinden bahsettirmeye başlamalarıdır. Her ne kadar tarikatlar hâlâ yasadışı ise de şu veya bu şeyhin hangi partiye oy vereceği önemli bir sorun haline gelir. Örneğin, Saidi Nursi DP’ye oy vereceğini açıkça belirtir. Daha sonraki dönemde Süleymancıların Şeyhi Adalet Partisinden milletvekili olacaktır. Artık İslam resmi politikanın kenarlarında oynamakta bile olsa bir parçası haline gelmiştir. İslami hareketin burjuva partileri üzerindeki etkisi 1960’lar boyunca da artmaya devam eder. Buna karşılık İslami hareketin düzeni koruyucu, resmi yanı güçlenen yanıdır. İslam burjuva politikasının bir parçasıdır. Bu sürecin arkasında yatan etkenler İslami hareketin de özelliklerini açıklayıcı niteliktedir. 1950’ler ve 1960’lar boyunca yaşanan ekonomik refah döneminin kırdaki ve şehirdeki alt sınıflara getirdiği bir nispi rahatlama bu sınıfların sisteme entegrasyonunu kolaylaştırmaktadır. Dünya pazarında tahıl fiyatlarının artmakta
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 37 olması, peş peşe gelen iyi hasat yılları gibi konjonktürel, faktörler, kırda o zamana kadar görülmemiş bir refah yaratırken, yaygın alt yapı yatırımları, köylüye ucuz kredi ve ekilen toprakların 10 yılda 10 milyon hektar artmasına izin veren devlet politikaları da kırsal sınıfları muhafazakâr partinin oy deposu haline getiriyordu. Kısacası, 1950 ve 1960’lar kırsal tabakalar için ve taşra burjuvazisi için iç pazarın hızla geliştiği refah yılları oluyordu. Böylece o güne kadar İslami hareketin tabanını oluşturan iki temel sosyal tabaka düzenden hoşnut, var olan temsil ilişki ve kurumlarına tümü ile entegre olmuş bir halde’ idi. B — İslami hareket bağımsızlık kazanıyor 1960’ların sonuna doğru bir dizi ekonomik ve politik gelişme İslami hareketin yeni bir yöne doğru evrilmeye başlamasını getirecektir. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de .de 1950 ve 1960’lı yılların ekonomik büyümesi ve refahı birdenbire 1960’ların sonunda yerini şiddetli bir ekonomik sarsıntıya bırakır. Bununla eş zamanlı olarak bir işçi hareketi ülkeyi sarar. Öğrenci hareketi bir başka istikrar bozucu unsurdur. Sosyalizm düzene muhalefetin egemen ifade ediliş biçimidir. Giderek şehir gerillası istikrarsızlık manzarasına son rötuşları vurur ve tabloyu tamamlar. 1960’ların sonunda ortaya çıkan ekonomik ve sosyal kriz, aslında hızlı sanayileşmenin, şehirleşmenin, kırlardan şehirlere göçün yarattığı gerginlikleri, artık kapitalizmin egemen olduğu Türkiye sosyal formasyonunda, bu çelişkilerin hepsini birden zemberekten boşanırcasına serbest, bırakmıştır. Ekonomik kriz bir anda toplumsal yapıyı sarsar ve o günkü güçler dengesinde ve örgütlenmelerde ciddi değişiklikler yaratır. İlk önce iktidar bloğunun sarsıldığı ve taşra burjuvazisi ile büyük şehirlerde uluslararası sermaye ile sıkı işbirliği içinde olan büyük sanayici ve işadamları arasındaki çelişkinin derinleştiği görülür. Bu çelişki bir politik ifadesini Odalar Birliği’nin ele geçirilmesi mücadelesinde kendini gösterir. Bir başka göstergesi de AP’den ayrılanların açıkça İslamcı olan bir partiyi, MNP’yi kurmaları, olacaktır. O güne kadar bütün burjuva fraksiyonlarını bağrında toplayan AP, artık ekonomik krizin etkileri ve çeşitli burjuva fraksiyonlarının özel çıkarlarının çelişmesinin yarattığı basınç altında ayrışmaya başlamıştır. MNP’yi toprak ağaları
38 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ile sıkı ilişkiler içinde olan, ama taşra burjuvazisini de bir ölçüde barındıran DP takip edecektir. 1970’lerin başında cunta döneminde kapanan MNP’nin yerini MSP alacak ve kendini 1980’de kapanana kadar İslami hareketin «resmi» temsilcisi olarak politika sahnesinde kabul ettirecektir. 1970‘lerde ekonomik kriz derinleştikçe MSP ile taşra burjuvazisi arasındaki ilişkiler daha da bariz hale gelecektir. Daha sonra DP yok olup kurucularının tekrar AP’ye dönmelerine karşılık, MSP artık kendi başına bağımsız varlık nedenleri olan bir parti olduğunu kanıtlayacaktır. Burada: MSP’nin politik görüşlerine girmeye yerimiz müsait değil, bunların genelde bilindiğini varsaymak durumundayız. Ama kısaca söyleyebiliriz ki, tüm propagandasının göze çarpan en önemli özellikleri, millici olması, AET’ye ve genelde Batı sermayesine karşı olması, sanayileşmeden yana olması vb.dir. Önceleri açıkça şeriat düzeni istemeye cesaret edememesine karşılık, MSP giderek bu görüşlerin daha açıkça tartışıldığı ve ileri sürüldüğü bir platform haline gelecektir. MSP’nin İslami harekete getirdiği bir başka kazanç da bu partinin 3 koalisyona katılması ve bir azınlık hükümetinin iktidar olmasında anahtar rolü oynamasından doğan meşruluktur. Aynı yıllarda MSP’nin düzen ile iyice kaynaşmış, burjuva sınıfın genel çıkarları ile bağdaşmayı baştan kabul etmiş yapısına, karşılık, yani düzen içi resmi İslami hareket olmasına karşılık, buna paralel olarak gayri-resmi, düzene açıkça karşı çıkan bir İslami hareketin de gittikçe geliştiğini gözlemek mümkündür. 1970’lerde, özellikle 1970’lerin ikinci yarısında, Akıncılar en büyüğü olmak üzere birçok İslamcı örgüt ortaya çıkar, bunlar MSP ile genelde ilişki içinde olmalarına rağmen her biri kendi doktrinleri ve nispeten bağımsız politikaları olan yapılanmalardır. Zaman zaman sosyalistlerle, zaman zaman da faşistlerle çatışmışlar ve giderek militanlaşmışlardır. MSP’nin düzenin bir parçası olması, burjuva; sınıfının taşra burjuvazisi kesimi ile ilişkileri ve genelde bir burjuva partisinin temsil ilişkileri formatına büyük ölçüde uygunluk göstermesi, kır ve şehir alt sınıfları arasında düzene karşı bir İslami hareketin giderek gelişmeye başlamasına da yol açmıştır. 1979’da İran devrimi gerçekleştiğinde MSP’nin seçtiği yolu değil, «devrimci yolu» seçmeyi daha gerçekçi bulan İslami örgütler de gelişmek için daha avantajlı bir ortama ulaşmışlardır. Ne var ki, 1980 darbesi olacak ve politik
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 39 ortam yeniden çok ciddi bir şekilde değişikliğe uğrayacaktır. 1980 ASKERİ DARBESİ SONRASI İSLAMİ HAREKET 1980 askeri darbesinin yarattığı ortamın özelliklerini İslami hareketin dinamikleri açısindan kısaca şu üç başlık altında özetlemek mümkündür. Birincisi, MSP’nin kapatılması ve Kemalizmin ilk anda resmi, düzen içi İslami hareketi tasfiye etmesi ve burjuva temsil ilişkileri formatının dışına itmesi bu hareketin kadrolarının önemli bir kısmını yeraltına ve düzen dışı faaliyete itmiştir. Aynı zamanda düzen dışı İslam, tek İslami hareket olarak ortada yalnız kalmış ve bu yönde gelişmeye devam etmiştir. Askeri rejim bir taraftan İslami hareketin yasal, düzen içi örgütlenmelerini tasfiye ederken, dini, Müslümanlığı sosyalist ideolojiye bir alternatif, genç kuşakların sosyalizme kaymasını önleyici bir tedbir olarak çeşitli biçimlerde güçlendirmiş veya en azından hoşgörü ile bakarak güçlenmesine sessiz kalmıştır. Bu bağlamda okullardan, devlet aygıtına kadar çeşitti kurumlarda dinsel ideoloji gelişmiş ve İslami hareketin de yeni kadrolar kazanması yanı sıra yaygınlaşmasına imkan tanınmıştır. İkincisi, sosyalist hareketin tasfiye edilmesi ve düzene muhalefet odağı olarak alabildiğine zayıflaması, İslami hareketi alt sınıflar arasında bunların hoşnutsuzluklarını ifade edebilme bağlamında tek başına bırakmıştır. Faşist örgütlenmenin büyük ölçüde darbe yemiş olması bunun kadrolarının da İslami harekete doğru yönelmesine yol açmıştır. Bütün bunların yanı sıra sol hareketin kadroları arasında yazının başında da değindiğimiz eğilimlerin gelişmesi, hatta bundan öte, birtakım solcu aydınların kendi durumlarını yeniden değerlendirerek İslami harekete doğru yakınlaşması da İslami hareketin gelişmesini hızlandırıcı bir etken olmuştur. Üçüncü olarak, tekelci burjuvazinin kriz yönetme politikalarının engel tanımadan uygulanmaya konması sonucunda bunların alt sınıflar üzerinde yarattığı yıkıcı etki, bir protesto hareketi olarak İslamın güçlenmesine uygun verimli bir ortamın da gelişmesine sebep olmuştur. Birbirini izleyen tarım krizleri, sıkışan ezilen orta sınıflar ve bunların sınıf atlama imkânı neredeyse
40 ● İŞÇİLER VE TOPLUM kesilmiş, yeni kuşakları (öğrenci gençlik vb..) giderek İslami harekete yeni kadrolar ve destekler getirmiştir. Bu üç etkenin bir arada işlemesi ile İslami hareketin sosyal tabanı gittikçe gelişmiş ve cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yaygınlığa ulaşmıştır. Bu yeni ortamda, propaganda gücü yeni katılan aydınlarla iyice artmış, hoşgörü ile karşılanan Kur’an kursları, cami dernekleri vb. ile toplum içine daha da kök salmış olan İslami hareket hızla gelişmiştir. Tarikatçılık yaygınlaşmış, şehir orta sınıflarını da etkisi altına almaya başlamış, eski artistlerin ve sanatçıların da katılması ile bir anlamda İslam moda olmuştur. Artık neredeyse herkes bir tarikattandır. Daha sonra seçimli, döneme geçildiğinde ANAP içinde güçlü bir İslamcı fraksiyon doğmuş ve tekelci burjuvazinin bu yeni partisinin, de İslami harekete hoşgörü ile bakması, Türkiye’nin İslam dünyası ile ekonomik ilişkilerinin gelişmesi gibi etkenler de yukarıda kısaca özetlenenlere eklenmiş ve gelişmeyi hızlandırmıştır. Sosyalist hareket ve İslam Buraya kadar İslami hareketin genel özellikleri üzerinde durmaya çalıştık ve oldukça kaba ve bir ölçüde ham, geliştirilmeye muhtaç da olsa bir çerçeve sunmaya çalıştık. Burada yazılanları ancak birer başlangıç noktası olarak düşünmekte- yarar olduğunu vurgulamak istiyoruz. Şimdi bu çerçeveden kalkarak hem İslami hareketin bugünden yarma muhtemel gelişme özellikleri, hem de sosyalist hareketin bu harekete karşı tavırları üzerinde durmak istiyoruz. Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan sonuçları özetlersek: 1— Ülkede bir sosyal konsensüsün hakim olduğu zamanlarda İslami hareket burjuva yönetim formatı içinde bir işlev görebilmekte ve düzen dışı, resmi olmayan, yani bu resmi düzenle uzlaşmış yana tabi olarak ikinci planda kalıp su yüzüne çıkamamakta ve alt sınıflar arasında yaygın bir destek edinememektedir. Ekonomik koşulların alt sınıflar ve özellikle geleneksel küçük burjuva tabakalar arasında yıkıcı etkiler yapmaya başlaması, geleneksel ekonomik ve sosyal örgütlenmeleri sarsmaya başlaması ile birlikte bu kesim-
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 41 ler hızla düzene karşı dönmekte ve esas olarak özlemleri geçmişe yönelik olduğu için protesto hareketlerinden ilk önce İslami, gayrı-resmi İslami benimsemek eğiliminde olmaktadırlar. 2 — Yakın tarihte kısa bir gezinti bize göstermektedir ki, İslami hareket işçi sınıfı hareketinin gerilemeye başladığı, toplumsal muhalefetin sosyalist bir söylemle ifade edilmesinin olanaklarının kalktığı bir dönemde gelişmeye başlamıştır. Bizce bu tesadüf değildir ve birincisi ile ikincisi arasında bir nedensellik ilişkisi mevcuttur. 3 — Kemalist ideolojinin laiklik yanı, burjuva sınıfının çıkarları söz konusu olduğunda ve özellikle sosyalizme karşı toptan bir saldırı anında, Kemalistlerin İslami hareketle flört etmesine engel olmamaktadır. Aslında laiklik, Türkiye toplumuna yukardan aşağı dayatılan ve genelde kabul görmeyen bir anlayış olmuştur. Gerçi devlet kurumları uzun zaman din etkisinin dışında tutulmuştur ama, din-devlet işlerinin ayrılması yolunda bir halk hareketine önderlik eden bir burjuva sınıfın olmadığı bir ortamda yerleştirilmeye çalışılan bu anlayış topluma nüfuz etmemiştir. Bu koşullar bugün göz önüne alındığında Kemalistlerin laik hukuk devleti diye, sol liberallerin sivil toplum diye anlattıkları sosyal şekillenme Türkiye sosyal formasyonunun bugünkü sınıf ilişkileri (uluslararası sermaye ile-bütünleşmiş bir tekelci burjuvazi, bununla çelişen ve giderek İslami hareketin etkisi altına giren bir tekeldışı, genelde taşra burjuvazisi, İslami düşünceye son derece yatkın bir köylülük ve yaygın, cuntalara yol açacak sıkıntılar yaratacak kadar güçlü bir işçi sınıfı) içinde artık burjuva sınıfı (ki, homojenliğini çoktan kaybetmiştir) açısından gerekliliğini yitirmiştir. Bu laik hukuk devleti veya sivil toplumun kurumlarını oluşturabilecek kazanmaları elde edebilecek tek güç işçi sınıfıdır, ama açıktır ki, o da bunları elde edebileceği noktada durmayarak, bizzat sivil toplumu aşmaya girişecektir. Bunları yazmamızın sebebi sivil toplumun inşası adına, belirsiz bir demokrasi anlayışı arkasından işçi sınıfıyla, taban tabana zıt ideolojik ve politik hatta ekonomik çıkarların peşinde olan sınıfların desteklenmesinin sosyalistler açısından büyük bir tehlike oluşturacağını söylemek içindi. İnanıyoruz ki, İslami hareketin gelişmesi, sosyalist hareketin gelişmesi, işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ile ters orantılı ve ekonomik çalkantıların yay-
42 ● İŞÇİLER VE TOPLUM gınlaşması ile de doğru orantılıdır. Bu bağlamda özel mülkiyet üzerine kurulmuş bir din olarak İslam, sosyal formasyonun dağılmaya başladığı bir devrimci durum anında işçi sınıfı ve sosyalizmle kafa kafaya, gelecektir. Mücadele anında bu iki hareket yan yana duramayacaktır. Bunun en yakın örneği İran devrimidir. Bu varsayımları kafamızın bir kenarında tutarak ilerleyip, sosyalist hareketten bahsetmeden önce İslami hareketin bugün karşı karşıya kaldığı durumu da kısaca değerlendirelim. İslami hareket bugün bir gelişme eksenine oturmuştur. Burjuva partileri arasındaki hükümet olma mücadelesi geliştikçe bu partiler -İslami harekete daha da yaklaşacak ve onun desteğini almaya çalışacaklardır. Özellikle bu hareketin Odalar Birliği toplantısında sergilediği güç gösterisinden sonra bu durum tekelci burjuvazinin orta tabakaları kendi hegemonyası altına alma sürecine tabi kılınmaya çalışılacaktır. Böyle bir durum İslami harekete hem büyük olanaklar ve manevra alanı sağlayacaktır, hem de onu bir sorunla baş,başa bırakacaktır. Sorunla karşılaşacak olan aslında düzen dişi yolları tercih eden, açıkça şeriatçı olan kesimlerdir. İslami hareketin resmi uzlaşmacı kesimi burjuva partilerine doğru eğildikçe ve bu alanda hareket etme olanağı arttıkça, profesyonel politikacılar arasında daha çok taraftar bulacaktır. Ve bunlar da İslami hareketin var olan ataerkil ilişkileri içinde geri kalanını da etkileyerek frenlemeye çalışacaklardır. Ne var ki, sosyo-ekonomik koşullar bu kanattan yana değildir. Ekonomik koşullar gittikçe kötüleşmekte ve sınıf çelişkilerini derinleştirmektedir. Bu ortam yukarda anlattığımız gibi düzene karşı olan İslami güçlendirecek bir ortamdır. İslami hareketin bir diğer özelliği, onun 1980 öncesi sol hareketin karşı karşıya olduğu sorunlara benzer sorunları yaşamakta olmasıdır. Birincisi, çok parçalıdır ve İslam’ın liberal yorumcularından anarşist-nihilist yorumcularına kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Üstelik bu geniş yelpaze içindeki değişik pozisyonlar, parlamenter faaliyetten silâhlı mücadeleye hatta- suikasta kadar değişik çalışma tarzlarına denk düşmektedir. Türkiye solundan bir farkı, İslami hareketin kendi amacına uygun sınıf ve tabakalar arasında yaygınlaşmakta olmasıdır, bu ise doğaldır ki onun gelişme imkanlarını artırmaktadır. Bu liderlik sorunu bugünden yarma çözülemez ama, uzun zaman
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 43 çözülmeden kalması halinde bilinen sonuçlara doğru evrimleşir. Birincisi, liderlik sorunu sokakta çözülmeye zorlanır ve dolayısıyla taraflar kitle hareketliliğini daha çok kullanmaya başlarlar; ikincisi, fraksiyonlar arası kemikleşme artar ve çelişkiler derinleşir; üçüncüsü, sorunun sürüncemede kalması ve kısa zamanda hareketin genel olarak kayda değer bir dizi kazançlar elde edememesi halinde, birtakım siyasal yoğunluklar süreci hızlandırıcı eylemlere başlayabilirler. Giderek belki diğer İslami fraksiyonlara da yönelebileceğini beklemekle birlikte bu eylemlerin hedefinin ister istemez öncelikle sosyalistler olacağını düşünüyoruz. Böyle bir durumda sosyalistler kendilerini hiç istemedikleri, hatta kaçınmak zorunda oldukları bir mücadele içinde bulabileceklerdir. Her ne kadar bunun ilk işaretlerini Ramazan ayında gördüysek de, denebilir ki, hareket henüz bu noktadan oldukça uzaktır. İslami hareketin gelişme hızını etkileyecek bir diğer etken de devletin veya daha kesin bir ifade ile tekelci burjuvazinin bu harekete karşı tavrıdır. Şu sıralarda AET’ye girmeye çalışan, Batı’dan sürekli kredi almak zorunda olan bir egemen sınıf söz konusudur ve bu sınıf son yıllardaki tecrübelerinden bilmektedir ki, Batılı işadamları gittikçe daha sık bir şekilde İslami hareketle ilgili sorular sormaya başlamışlardır. Bu cephede doğacak bir kuşku ister istemez dış ilişkileri zedeleyecektir. Ama devletin ve Kemalistlerin çelişkisi burada da kendini göstermektedir. İlk defa geçenlerde Kenan Evren Ermeni sorunu ile ilgili bir konuşmasında, Batı’dan Hıristiyan ve Türkiye’den Müslüman diye bahsetmiş ve dini farklılığı vurgulamıştır. Yine geçenlerde İran’dan gelen üst düzey bir ziyaretçinin Anıtkabiri ziyaret etmemekte ısrar etmesine karşın kendisine her türlü yakınlık gösterilmiş, hatta Evren bu adamla buluşmamak konusunda fazla direnmemiştir. Kısacası, tekelci burjuvazi henüz İslami hareket konusunda kararını vermişe benziyor. Bir bakıma İslami hareketin durumunu tam olarak değerlendiremediğinden, dem vurulabilir. Onu kolayca kullanabileceği, manipule edebileceği bir hareket olarak görüyor. Eski dar görüşlülüğü ile tahriklerin ürünü olduğunu, kökünün dışarıda olduğunu filan iddia etmeye çalışıyor. Orduyu bu konuda yer-terli bir garanti görüyor. Ama ordunun da yavaş yavaş İslami hareketin etkisi altına girdiğini, ta tepelerde İslami harekete komünizme karşı ehveni şer, hatta faydalı bir araç gözüyle bakanların arttığını farketmiyor ya da görmemezlikten geliyor. Bu koşullarda gerekli gördüğü anda İslami hareketi kontrol edeme-
44 ● İŞÇİLER VE TOPLUM mesi oldukça muhtemel. Ama, diğer taraftan işçi sınıfının varlığı ve sosyalist hareketin, eğer gelişmeye devam ederse, etkileri İslami hareketi de ister istemez burjuva, sınıfına yakınlaştırıyor. Onu Türkiye gibi gelişmiş bir sanayiye, güçlü bir işçi sınıfına ve yaygın bir küçük burjuva kesimine sahip olan bir ülkede karakter itibariyle, korkutucu bir şekilde faşist harekete benzemeye zorluyor. Sözü daha fazla uzatmadan sosyalistlere getirelim. Öncelikle şurası açıkça kavranmalıdır ki, İslami harekete karşı tavır başörtü takmaya karşı çıkmak veya ondan yana olmak şeklinde ele alınamayacak, kadar karmaşıktır. Bunun bazı yönlerini yukarıda açmaya çalıştık. Yine anlaşılmalıdır ki, İslami hareketin gelişmesi işçi sınıfına ve sosyalizm mücadelesine karşı ciddi bir tehlikedir. Demokrasi mücadelesi sosyalizm sorunundan bağımsız düşünülemez ve sosyalist mücadeleyi sekteye uğratan bir demokrasi anlayışı etrafında ise mücadele edilemez. İslam tehlikedir, çünkü sınıf çelişkilerinin üzerini örtmekte, toplumsal ilişkileri mistik açıklamalarla beraber sunmaktadır. İşçi sınıfını camilerde, derneklerde, tarikatlarda örgütlenmeye zorlayarak sınıf şekillenmesini bozmaktadır. Nihayet, kadın işçilerle erkek işçiler, genç işçilerle yaşlı işçiler arasındaki ilişkileri çarpıtarak ataerkil gelenekleri güçlendirmekte ve sınıfı atomize olmaya zorlamaktadır. Demek ki, İslami hareket işçi sınıfına düşman bir akımdır. Buradan hareketle nasıl mücadele edileceği sorununa gelmeye çalışalım. Önce, genel olarak İslami harekete karşı mücadele ve direnme ile işçi sınıfı içinde faaliyet gösterirken İslami harekete karşı direnme ve mücadeleyi birbirinden ayırt etmek gerektiği kanısındayız. İnanıyoruz ki, İslami harekete hiç bir şekilde destek verilmemelidir. Buradan onun bir siyasal hareket olarak, politika ve ideoloji düzeyine tercüme ettiği ekonomik temelli sınıf çelişkilerinde, emekçi sınıfların çıkarlarının savunulmaması sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, bu çelişkilerde emekçi sınıfların çıkarları dikkatle saptanmalı ve bunlar sosyalist bir söylemle savunulmalı, alternatif politik - ideolojik kalıplara dökülmelidir. Ne var ki, burada önemli bir sorun vardır. O da İslami hareketin esas olarak orta sınıflar arasında ve bunların emekçi kesimlerinde faaliyet sürdürdüğü ve bunların çıkarlarına savunmaya çalıştığıdır. Bu tabakalar ise, bugünkü konjonktürde sosyalistlerin
İSLÂMİ HAREKET VE İŞÇİ SINIFI ● 45 içinde çalışarak vakit kaybetmemeleri gereken tabakalardır. Sosyalistler, tüm sınıfların sorunlarına çare arayan lokman hekim- misali ortalarda gezemezler. Bu çıkarlardan savunulacak olanlar mutlaka işçi sınıfı içindeki çalışmaya katkılar bağlamında değerlendirilmelidirler. Sosyalistler, bugün her halükârda önce işçi sınıfına, yönelmeli ve tartışmalarını orada sürdürmeli, çalışmalarını orada yapmalıdırlar. Bu bizi esas soruna, işçi sınıfı içinde çalışırken İslami hareketin etkilerine karşı nasıl direnileceği sorununa, getiriyor. Unutulmaması gereken bir nokta, işçi sınıfının kırsal tabakalarla sıkı ilişkilerinin olduğu ve şehir alt sınıfları ile de yakın temas halinde olduğudur. Buradan hareketle, İslami hareketin genel gelişme sine paralel olarak işçi sınıfını da etkisi altına almasını beklemek gerekir. Üstelik işçi sınıfı ezici olarak Müslüman ve Türk’tür. Bu koşullarda genel olarak sınıfın tümüne yönelik yapılacak şeyler, bu aşamada çok sınırlıdır. Esas yapılması gereken öncü işçilere yönelik faaliyettir. İşçi sınıfının çoğunun Müslüman olması, bizi Müslüman hareketin dayattığı sorunların etrafından atlamaya zorlamamalıdır. Önce işçilere yönelik olarak ciddi bir materyalist propaganda gereklidir. Bu, yanlış anlaşılmaması için söyleyelim, papağan gibi felsefe anlatmakla başarılamaz. Yapılması gereken İslami hareketin topluma önerdiklerinin işçi sınıfı açısından ne anlama geleceğinin açıklanmalıdır. Bu temelde materyalizmin propagandası yapılabilir ve yapılmalıdır. Öncü işçiler İslami hareketin etkilerine karşı teorik olarak silahlandırılmalıdırlar. İslami harekete karşı mücadele aslında temelde bu alanlarda verilebilir ve verilmelidir. İşçi sınıfının hareketliliğinin gelişmesine katkıda bulunan her çalışma, İslami harekete de bir darbe vuracaktır. Sendikal hareketin gelişmesi, işçi sınıfının sendika dışı öz-yönetim örgütlerinin doğması, grev komitelerinin propaganda alanları haline getirilmesi, öncelik verilmesi gereken çabalardır. Bu yöndeki gelişmeler İslami hareketi bir tehlike olarak bertaraf etmeye muktedirdir. Geçmişte faşist harekete karşı verilen mücadeledeki başarısızlıklardan çıkarılması gereken derslerin birincisi, onlara karşı aynı toplumsal tabakalara dayanılarak mücadele edilemeyeceği ve faşizme karşı mücadelenin ancak sosyalizm için mücadele eksenine ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkinin dinamiğine tabi kılındığı takdirde başarılı olabileceğidir. Bu ders
46 ● İŞÇİLER VE TOPLUM aynen İslami harekete karşı mücadele için de geçerlidir. Demek ki, tüm sosyalistlerin işçi sınıfı içindeki faaliyetlerine öncelik vermeleri gerekmektedir. Burada birbirlerine rastladıkça, grupsal çıkarlarla rekabet anlayışı ile davranmamalı, aksine memnun olmalı ve diğer grupları da bu yola çekmeye çalışmalıdırlar. Bu faaliyet alanı içinde kurulacak dostça diyaloglar, farklılıklar ne olursa olsun genelde aynı düşmana karşı mücadele edildiği bir an bile akıldan çıkarılmadan yapılacak tartışmalar ve işbirliği, hem sosyalistlerin etkisini yaygınlaştıracak, hem de işçi sınıfının sosyalizme ve sosyalistlere olan güvensizliğini yıkacaktır. Üstelik böyle bir çalışma, sosyalist hareketin bugün içinde olduğu çıkmaz sokak gibi duran durumun önünü açmaya yetenekli tek yoldur. İslami harekete dönersek, buna karşı mücadelede yukarıda anlatılan yöntem belki bazılarına dolambaçlı ve çok üzün vadeli gelecektir. Ne yazık ki, İslami harekete karşı bugün işçi sınıfı hareketinden başka direnecek hiç bir güç yoktur. Ve işçi sınıfının sosyalizm kültürünün gelişmesinden, örgütlenme düzeyinin gelişmesinden, hareketliliğinin yükselmesinden başka hiçbir şey orta sınıfları İslami hareketin etki alanından çıkaramaz. Bu yüzden bu yol, ne kadar uzun ve dolambaçlı görülürse görülsün, tek ve mümkün yoldur.
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? Cevat KARA
«Sosyalizm, kararnameler veya ne kadar mükemmel olursa olsun bir sosyalist hükümet tarafından yapılmaz ve yapılamaz. Sosyalizm kitleler, her bir proleter tarafından yapılmak sorundadır. Onların sermaye zincirine bağlandıkları yerde, işte orada o zincir kırılmalıdır. Ancak bu sosyalizmdir, sosyalizm ancak böyle yapılabilir.» Rosa Luxemburg
48 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Yazının başlığı bir kısım okuyucu için yadırgatıcı, bir başka kısım için ise kışkırtıcı bir içeriğe sahip. Ancak bunun böyle olması bir tesadüf değil, aksine bunlar arzu edilen tepkiler. Bazı dönemlerde değişik konular üzerine süren tartışmalar ve ileri sürülen argümanlar öylesine dar bir çerçeveye sıkışıyor ki, tartışan insanlar bunun dışına çıkmayı, yeni ve üretken olabilecek argümanlar aramayı unutup, söylenenleri değişik üsluplarda tekrarlamayı adeta bir erdem haline getiriyorlar. Hele sorun, tartışılan konudaki şüpheleri ve yeterince açılmamış noktaları çeşitli açılardan didik didik edip bir perspektif oluşturma kaygısından, var olan niyetleri bir kez ama bir kez daha yanlışları ve eksiklerine rağmen vurgulama kaygısına dönüşmüşse, işte o zaman tartışmanın yolları tıkanıyor, hatta, tartışmanın hiç bir zevkli yanı kalmıyor. Bunun bir ileriki noktası ise, bu tartışmaların semantik kavgalaşmalara indirgenmesi oluyor. Yazının başlığındaki soruyu oldukça farklı açılardan yanıtlamak mümkün. Yazının sınırlarını netleştirebilmek için, kısa da olsa bu yanıtları tanımlamak gerek. Yine ilk sorudan hareketle bu tanımlamayı ‘evet saplantıdır’ ve ‘hayır saplantı değildir’ yanıtları ekseninde ele alalım. I. Marksizmin krizi üzerine olan tartışmalar oldukça eski bir geçmişe sahip. 1898 yılının başlarında Masaryk ‘Bugünkü Marksizm içindeki bilimsel ve felsefi kriz’ adı altındaki bir dizi makale ile oldukça akademik bir açıdan sorunu ele alıyordu. Labriola’nın sözleri ile bu makaleler «... pozitivizmin Marksizme karşı bir şikâyeti»ni oluşturuyordu. Geçen yüzyılın son yıllarından bugüne doğru geldikçe, bu başlık altında farklı noktaların ele alındığı bir dizi tartışmanın sürdürüldüğünü de görmekteyiz. Bunlardan birkaçına sadece hatırlatma amacıyla değinelim. 1896 - 1898 arasında Bernstein, ‘Sosyalizmin sorunları’ başlığı altında bir dizi makalesini yayınlamıştı. 1899’daki Alman Sosyal Demokratları’nın Hannover Parti Kongresi’ndeki Bernstein ile Bebel/Kautsky tartışmaları sorunun uluslararasılaşmasını sağladı. Bernstein, sosyal-demokrat partinin yıllardır süren uygulamalarını ve pratiğini teorize ediyordu ve aslında krizin kökü bu pratikte idi. O nedenle sorun Kautsky ve onun çevresine toplanan partili solun, Marksizm’in mirasını lâfızda korumaları ile çözülemeyecek kadar derin yapısal özellikler kazanmıştı. Bernstein’m tezleri ancak etkin ve gerçek bir işçi hareketinin faaliyeti ile eleştirilebilir ve çürütülebilirdi. O yıllarda Rosa Luxemburg’un kavramış olduğu gerçeklik buydu işte.
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 49 Uluslararasılaşan konu hemen Fransa’da tartışılmaya başlanıyordu. 1900 yılında, Almanya’daki tartışmalar fransızcaya çevriliyor, Lagardelle’nin dergisinde bir yanda Plekhanov ve Labriola’nın, öte yanda ise Jaures ve Sorel’in müdahaleleri ile sürüyordu. 1920’li ve 30’lu yıllarda da Otto Bauer, Gramsci ve Kari Korsen Marksizmin krizi üzerine, olan tartışmalara katkılarda bulunuyorlardı. Bu tartışmaların üzerinde yoğunlaştığı birkaç ekseni şöyle tanımlayabiliriz: 1. Teori ve politikanın gelişiminin homojen olmaması, bir başka deyişle teori ile pratik bütünlüğünün sağlanamaması, 2. Marksizme dışarıdan ve içeriden etkide bulunan faktörlerin karmaşık diyalektiği, 3. Marksizm’in tarihsel olarak belirlenmiş bir gövde olarak kavranması vs. Bu tartışmalar, 60’lı yıllarda ve 70’li yılların ilk yarısında bir yanda Çin-Sovyetler Birliği çekişmesi ve bloklaşması, yani uluslararası hareketin bölünmesi, öte yanda ise Stalin döneminde Marksizmin olumsuz anlamda tersine çevrilerek resmileştirilmesi ve devlet ideolojisi olması ile yeni boyutlar kazandı. Althusser ‘Marksizmin Krizi’ adlı makalesinde durumu şöyle tanımlıyordu: «Stalin Marksizmin ‘sorunlarını’ kendi usulünce çözerken onun öngördüğü, ileri sürdüğü çözümlerin sonucu olarak, bunlar tarafından kışkırtılan ve güçlendirilen kriz bloke ediliyordu. Stalin, Marksizmi kendi açıklığı ve güçlükleri içinde tanımlayan şeylere tecavüz ederken, Marksizm içinde ağır bir krizi kışkırtıyor, ama aynı zamanda bunu bloke ediyor ve bu krizin açığa çıkmasını engelliyordu.» Yazının konusu bu tartışmaları tüm içerikleri ile ele alıp değerlendirmek ve ‘Marksizmin Krizi Var mı?’ sorusunu yanıtlamak olmadığı için sadece bu tarihsel sürecin belli noktalarına kısaca değinmekle yetiniyorum. Sınıf-tarihsel süreçteki önemli sorun noktalarını çok kısa değinmelerle de olsa hatırlattıktan sonra, özellikle 70’li yılların ikinci yanlarındaki tartışmaların eksenine de bir göz atalım. Bu kez bir farklılıkla karşılaşmaktayız. Yukarıda sözü edilen tartışmaların neredeyse tümü işçi hareketi içindeki pozisyonları kapsamaktaydı. Çoğunlukla sosyal demokratlaşma veya reformizme doğru evrilme eğrileri de çizilse bu böyle idi. Ancak bu kez yaklaşım farklı idi. Artık işçi hareketi, tabir uygun ise, hareket etmiyordu. O, endüstri sisteminin hatta egemen bloğun endüstrileşme ideolojisinin
50 ● İŞÇİLER VE TOPLUM destekçi bir parçası olmuştu. Bu nedenle artık ilginç olan, sadece güncel olarak mücadele eden akımlardı. Bu tespitin Marksizme ilişkin eleştirisinin temelim ise, onun üretici güçlerin gelişimine ilişkin görüşleri oluşturmaktaydı. Bu eleştiriye göre üretici güçlerin gelişimi işlevsel olarak sadece kapitalizmin ihtiyaçları içindir ve sosyalizmin maddi zeminini oluşturmak bir yana, hatta onu engellemektedir bile. Yani üretici güçlerin gelişimi - kapitalizmin ötesine işaret den bir eğilime denk düşmemektedir, hatta onların artan büyümesi sosyalizme geçişi her geçen gün daha güçleştirmektedir. İşte Marksizmin krizi de bu noktadan kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfının nesnel olarak devrimci potansiyeli kalmamıştır, o nedenle de ‘elveda proletarya’ demenin günü gelmiştir. Yazının başlığındaki ifade ile söyleyecek olursak, işçi sınıfı artık bir saplantıdır. Önce kendi kendini ‘öncü’ ve ‘kurtarıcı’ olarak ilân etmiş olan, ama işçilerin kurtarılmak için yeterli desteği vermediklerini tespit edenlerin, şimdi de bu hareketin pek hareket etmediğini ileri sürmeleri aslında pek şaşırtıcı değil. Ne olduğu da pek tanımlanamayan bir çözümün daha hareketli ama sınıf - olmayan, işçi - olmayan kesimlerde gerçekleşeceği iddiası birçok açıdan çürütülebilir. ‘Üretici güçlerin gelişimi henüz sosyalizm için yeterli değildir’ diyen reformist ve kendiliğindene! II. Enternasyonal eğilimi ile, ‘üretici güçlerin yeterinden fazla gelişimi sosyalizmi engellemektedir’ tezini ileri süren anlayışın üretim ilişkilerini dönüştürme noktasındaki eksikliklerinin ve yanlışlarının da, keza ne kadar çok benzeştiğini gösterebiliriz. Ancak sorun bununla bitmemektedir şüphesiz. Çünkü Marksizmüı tarih-kaderci ve reformist yorumları, tüm vulgerlikleri ile yukarıdaki eleştirilere de önemli bir zemin hazırlamışlardır. Hele hele bu anlayışın II. Enternasyonal ve Kautsky pratiğinden, Stalin’e ve günümüzdeki Avrupa Komünizmi’ne kadar uzayan bir süreçteki birleştirici ekseni oluşturduğunu göz önünde bulundurursak, sorunun bir çırpıda halledilemeyeceğini de kavramış oluruz. Demek ki ‘evet saplantıdır’ diyenlere karşı dolaysız verilecek yanıt içinde, bir yanda işçi sınıfının nesnel devrimci potansiyeli mutlaka öznel olanla ilişki içinde anlatılırken, öte yanda üretici güçlerin gelişimini fetişleştiren vulger materyalist anlayışa da değinmek ve tarihsel zorunluluklar ve kaçınılmazlıklar tezlerine de bir yanıt vermek gerekmektedir. Bunu şimdilik bir başka yazıya bırakalım.
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 51 II. ‘Hayır saplantı değildir’ diyenlerle tartışılacak bir sorun kalmadığını varsayabilir miyiz- acaba? Pek değil. Çünkü bu yanıttan sonra bugün yapılması gerekenlere ilişkin farklı yaklaşımların ortaya çıktığını tespit etmek mümkündür. İşte tam da bu noktada tartışmaların yoğun bir tarih yüklemesi ile karıştığını ve büyük ölçüde güncel olandan ve en önemlisi verili koşullardan koptuğunu izleyebiliyoruz. Soruna kapitalizmin gelişme eğilimlerinin çözümlemesi yolu ile yaklaşmak ve onu kapitalist üretim ilişkilerinin bazı temel kategorileri çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Ancak böylesi bir yaklaşım, güncel olan durum ve verili koşullarla birlikte göz önünde bulundurulduğunda, önümüzdeki dönemler için bir perspektif oluşturabilme potansiyeline sahiptir. Bu noktada olası bir yanlış anlamaya yol açmamak için bir konuya daha değinmek gerekiyor. Şüphesiz ki birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da soruna ışık tutacak bir tarih tartışması ve aktarması yapmak mümkündür. Ancak önemli olan bu aktarmaların yapıldığı tarihi koşulları göz önünde bulundurmak ve bunları da detayları ile birlikte aktarmaktır. Bu yapılmadığı takdirde aktarılmış olan eksik ve yanlış, dolayısıyla yanıltıcı olma özelliğine sahip olacaktır. Hele konu sınıf mücadelesi sürecine ilişkin ise, herhangi bir aktarmayı o anın verili koşullarından ve somut pratikten kopuk olarak yapmak, mücadelenin düşünceler düzeyinde sürmüş olduğumu varsaymak kadar yanlış bir noktaya savrulmak anlamına da gelecektir. Sınıf-tarihsel mücadelenin vulgerce ele alındığı birçok anda böylesi bir tutum içine düşülmektedir. O nedenle buna ilişkin verilebilecek örnek şüphesiz pek çoktur. Yazının sınırlarını çok genişletmemek için kendimizi şimdilik iki örnekle sınırlayalım. Lenin’in ‘sosyalistler nüfusun tüm sınıfları arasına gitmelidirler’ önermesi sık sık aktarılmaktadır. Bu önermeyi okuyanların ilk olarak sormaları gereken şudur: Acaba bu önermenin yapıldığı dönemde Rusya işçi hareketinin durumu ve gelişme eğrisi nasıldı? Kaç grev, işyeri işgali, direniş vb. türden eylem sürmekteydi? Sosyalistlerin - nicelik ve nitelik olarak - bu hareket içindeki etkinlikleri neydi? Kaç yüz fabrikada, kaç sosyalist faaliyet sürdürüyordu? Genelde sosyalistlerin durumu neydi?... Soruları artırmak mümkün. Ancak önemli olan ve dikkatlerimizi çevirmemiz gereken nokta tarihteki bir anı değerlendirirken, verileri mutlaka işçi hareketinin dinamiği ve gelişme eğrisi ile birlikte ele almamız gerektiğidir. Şimdilik bu kadarla yetinelim.
52 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Keza bir başka örnek olan sosyalistlerin ‘bir tüm olarak işçi sınıfının çıkarlarının dışında ve ayrı çıkarları yoktur’ önermesi de yine o günün koşulları ve tartışmaları içinde değerlendirildiğinde hak ettiği önemi kazanır. 1840’larda işçi hareketi içinde hakim olan anlayış, çalışan sınıfların özgürleşmesinin aslen onların dışında olan güçler tarafından gerçekleştirileceği yönünde idi. Proudhon ve Owen için, aydınlanmış reformcular tarafından düşünülmüş olan kooperatif türü kuruluşlar işçilerin kurtuluşunu sağlayacaktı. Blanqui veya Weitling için ise, devrimci komploculuk proleter kitlelerin kurtuluşunu sağlayacak olan çözümdü. Birincilerin önerisi sosyal sorunun çözümü olarak sunulurken, ikinciler sorunu bir politik devrim olarak ele almaktaydılar. Keza proletarya kavramı bile ciddi farklılıkları içeriyordu. Blanqui, köylüleri de kapsayan bir tüm çalışanlar kategorisini ele alırken, örneğin Weitling lümpen proletaryayı veya komplocu anlayış içindeki ‘sınıfları’, devrimci toplumsal kategori olarak değerlendiriyordu. İşte 1844’deki Silezyalı işçilerin isyanının, İngiliz Çartist hareketinin etkilerinin, Alman İşçi Eğitim Dernekleri’nin katkılarının veya ‘Haklılar Birliği’nin deneyimlerinin ‘Manifesto’daki önermenin arka planını oluşturduklarını göz önünde bulundurmaksızın, bu önermeleri de kavrayamayacağımız (kavramakla tekrar etmek ayrı şeylerdir) anlaşılır olacaktır. İşte bu sayılan faktörler sosyal ve politik olanın bütünleştiği, dönüşümün fiili gövdesi olan proletaryanın bilinçli hareketinin özgürleştirici yanlarının ortaya çıkmasına ve kavranmasına olanak sağlamışlardır. Kaba hatları ile de olsa ‘Manifesto’daki önermelerin arka planını böylesi bir hareketlilik oluşturmaktadır. İşte toplu eserlerden aktarmalar yaparken, yazılmış oldukları anların sınıf mücadelesi dinamiklerini, gelişmelerini ve koşullarını aktarma dışı bırakmak, her şeyden önce bunları yazmış olanları bir başöğretmen tutumuna sahip olmak zannı ile karşı karşıya bırakmak olacaktır. Belki aktarma yapan yazarın, bu ana ilişkin kendi önermelerini desteklemek için malzeme sağladığı düşünülürse de, bu tutumun verimli bir tartışma ve önermeler zincirine yol açacağı zinhar düşünülmemelidir. Yazının bundan sonraki kısmında kapitalist üretim tarzının iki temel kategorisine - yabancılaşma ve işbölümü - değinerek, bunların karşımıza çıkardığı bazı özellikleri irdelemeye çalışacağım. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin aşılması ve dönüştürülmesi gibi hedeflerin, bu kategorilerin üretim ve yeniden üretim süre-
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 53 cinde karşımıza çıkardığı yapısal özellikleri kavramadan ve bunlara karşı önlemler geliştirmeden gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorum. İŞBÖLÜMÜ İşbölümü her toplumsal ve ideolojik farklılaşmanın temel koşuludur. İşbölümü sözcüğünü duyduğumuzda akla ilk gelen kol ve kafa emeğinin ayrışmasıdır. Yani bir yanda kas gücü ile, öte yanda da beyin gücü ile faaliyet sürdürenler vardır. Bu ayrışmayı biraz daha vulgerleştirenler ise, kas gücünün emeğe, beyin gücünün ise bilime denk düştüğünü ileri sürerler. Elbette ki sorun bu denli basitleştirilip sonra da saçmalığa indirgenemez. Çünkü, kafasız kullanılan kol emeği olmadığı gibi, elsiz kullanılan kafa emeği de yoktur. İster ücretli emek, isterse yabancılaşmış emek olarak nitelendirelim, her emek deneyim ve düşünme anlarım içerir. Emek, örneğin üretim esnasında bir vücut hareketinin yapılması ile ortaya çıkabilecek sonuçları bilmek ve buna ilişkin kararlar vermek eylemini de içerir. Diğer açıdan ise, düşündüklerini yazıya dökmek için elini kullanmayan kafa emekçisi de yok gibidir. O nedenle sorun biraz daha inceltilmek zorundadır. Bunu yapmadığımız zaman geçmişte olduğu gibi küçük kafalı, ama kalın kaslı işçi resimleri çizmeye başlarız. Ama nedense koca kafalı, minik kaslı aydın resimleri çizildiği pek görülmemiştir. İşbölümü kategorisini birkaç eksen etrafında ele alabiliriz. Bunlardan birincisi, işin teknik bölünmesi olarak da niteliyebileceğimiz, üretim esnasında bir fabrikada veya üretim biriminde yan yana var olan değişik işlevlerden oluşan yatay işbölümüdür. İkinci ekseni ise egemen olan ile (sermaye), üzerinde egemenlik kurulan (ücretli emek) arasındaki ilişkiyi, yani. sınıf egemenliğini ifade eden sınıf karşıtlığı ekseni oluşturmaktadır. Bu karşıtlık, işbölümü ile etkileşim içinde gelişmektedir. Bu eksende üretim, dağıtım ve bölüşüme ilişkin olarak sömüren/sömürülen ilişkisi ele alınmaktadır. Eksenlerden üçüncüsünü ise.-bu ifadeyi dikkatli bir şekilde kullanmak kaydı ile- (*) işin toplumsal bölünmesi oluşturmaktadır. Bu eksenin özelliği düzenin, yani sınıf egemenlik ilişkilerinin korunması ve sürdürülmesi, krize girildiğinde bu ilişkilerin yeniden üretilmesi, toplumdaki bireylerin bu düzene entegre edilmelerinin sağlanması, bölümlere ayrılan toplumun bir arada tutulması, ama aynı zamanda toplumun sınıflara bölünmesinin de devamının sağlanması vb. gibi işlevleri içermesidir. Bu işlevler ekonomik, politik,
54 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ideolojik ye askeri alanları içermektedir (**). Numaralama yanlış bir anlamaya yol açmamalı, bu eksenler elbette M birbirlerinden bağımsız olarak ele alınıp değerlendirilemezler. Bunlar tüm bir gerçekliğin parçalarını oluştururlar. Her bir eksendeki herhangi bir gelişme, diğerlerindeki gelişmeler ve etkileşim içinde ve onlara bağımlı olarak cereyan eder. İşbölümü, sınıflar geliştiği ölçüde gelişir, sınıflarda üçüncü eksen geliştiği ölçüde sadece gelişebilir. Ancak tüm bu etkileşimi bir öncelik sırasına göre ve eşit bir biçimde ele almak yanlış olacaktır. Önemli olan bu eksenleri birbirine karıştırmadan, aralarındaki ilişkiyi görebilmektir. Buraya kadar ele alman eksenlerle gündelik yaşamımızın her anında karşı karşıya kalmaktayız. Kapitalist üretim, tarzının temel yapısal özelliklerinin, gündelik yaşamımızın bir parçası olması bu ilişkilerin yaşandığı bir toplumsal yapıda kaçınılmazdır. Yazının bundan sonraki kısmında ikinci ve üçüncü eksenin üretim sürecinde ve üretim birimlerindeki yansımalarına bir göz atalım. (*) Bu kaydı düşmemin nedeni, toplumsal egemenlik ilişkilerinin işbölümü ifadesi çerçevesinde ele almanın yaratacağı sakıncalardır. Böylesi bir egemenliğin iş cinsinden ve gerekli olduğu yanılsamasına yol açabilir. (**) Son derece önemli bir diğer ekseni de cinslerarası, yani kadın-erkek işbölümü oluşturur, Engels ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde şöyle der: «Ve bugün şunu ekleyebiliyorum: Tarihte ilk sınıf karşıtlığı tek evlilikte, erkek ve kadının uzlaşmaz karşıtlığının (antagonizma) gelişmesi ile çakışmakta, ve ilk sınıfsal ezilme kadın cinsinin erkek cinsi tarafından ezilmesi ile ortaya çıkmaktadır.» FABRİKALAR VE İŞBÖLÜMÜ Yatay işbölümü olarak nitelenebilecek olan, üretim esnasındaki işlerin yan yana parçalanmasını konumuz dışında bırakıyoruz. Dikkatimizi daha çok üretim sürecinin tümünün şeffaflığını ortadan kaldıran ve doğrudan üreticilerin, üretim birimlerindeki teknik veya ekonomik kararlardan uzak durmalarını ve bu konularda bilgilenmelerini engelleyen işbölümüne verelim.
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 55
Konuyu üç kısa. başlık altında ele alalım. 1. Özerk karar verme yeteneğinin engellenmesi: En genel ifadesi ile çalışma koşulları, çalışmanın örgütlenmesi ve üretim süreci üzerine karar alma yetkisi doğrudan üreticilerin, yani işçilerin dışındaki mercilere aittir. Bunun nedeni sorulduğunda ise alınacak yanıt, yine en kaba ifade ile, doğrudan üreticilerin kendi başlarına böylesi ciddi ve kapsamlı konularda karar verecek uzmanlığa sahip olmadıklarıdır. Yani bu bilgiden yoksundurlar. Bu bilgiden yoksun oldukları tespiti doğru, ancak eksiktir. Kısa da olsa bu duruma nasıl gelindiğine dair birkaç söz etmekte yarar var. Çünkü o zaman göreceğiz ki, bu durum kapitalist üretim tarzının temel bir özelliğine işaret etmektedir, bilinçli olarak geliştirilmiş ve şimdi de sürdürülmektedir. Bu gelişmeyi açıklayabilmek için Taylorizm adıyla anılan bir üretim yöntemini hatırlamak gerekiyor. Taylorizmin geliştirilmesindeki temel hedef, üretim esnasında işçilere kalmış olan son özerk alanların, onların elinden alınması ve kapitalist yönetimin eline verilmesidir. Taylor, ‘Bilimsel işyeri yönetiminin temel prensipleri’ adlı eserinde bunu şöyle dile getiriyordu: «Dördüncüsü: Emek ve sorumluluk: işçiler ve yönetim arasında neredeyse eşit olarak dağılmaktadır. Şimdiye dek tüm emek ve sorumluluğun büyük bölümü işçilerin üstüne itilirken, yönetim artık kendine daha uygun olan tüm işi işçilerden kendi omuzlarına almalıdır.» Taylor 20. yüzyılın başlarında endüstriyel emeğin örgütlenmesinde halen kapitalist yönetimin ve makinaların doğrudan etkinliği altında olmayan ve işçilerin kararlarına tabi olan özerk alanların var olduğunu tespit ediyor ve ardından önerilerini oluşturuyordu. Sorun elbette ki emek sürecinin, değerlendirme sürecinin ihtiyaçlarına yeterince uyum göstermemesinden kaynaklanmaktaydı, yani sermaye emek üzerindeki yeterli ve gerekli denetimini sağlamalıydı. Bu özerk alanlar, ki bunlar işçilerin üretim bilgisine sahip olmalarının da bir göstergesi idi, tek tek mesleklerin manüfaktür döneminden kalma bilgi birikiminin kuşaktan kuşağa aktarılmasından oluşuyordu.
56 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Taylor’un «yönetenlerin değil de, işçilerin atölyenin efendileri olmaları» durumu şeklindeki nitelendirmeyi yapmasının nedeni, işçilerin üretim esnasında- henüz kendi standartlarını dayatabiliyor - örneğin bir ürünün hazırlanabilmesi için gerekli olan çalışma adımlarının sıralanması, gerekli olan sürenin saptanması gibi - olmaları idi. Sermaye açısından bunun anlamı ise, en uygun olan artı değer üretiminin gerçekleşememişiydi. Taylor’un yöntemi üç temel prensip üzerinde yükselmekteydi: Üretim bilgisi yönetimde merkezileşmeli; emeğin uygulaması ve içeriği birbirinden kökten ayrılmalı; tek tek her çalışma adımı yönetim tarafından tam olarak tespit edilmeli ve denetlenmeli. Bu temel prensiplerin hedeflediği aslında son derece basit bir biçimde de ifade edilebilir.- Emek sürecinin her adımının en ince detayına kadar kapitalist yönetim tarafından denetlenmesi ve saptanması. 2. Üretim bilgisinden yoksunlaşma veya bilginin tekelleşmesi: Üretim sürecinin tüm unsurlarının en ince detaylarına kadar yönetimce tasarlanması ve uygulanması, işçilere yine en ince detaylarına kadar dikte edilmesi kaçınılmaz olarak bir başka Özelliği daha geliştirmektedir. Üretim sürecinin düşünmeye ilişkin yanı yönetimde toparlanmaktadır. Diğer deyişle, üretime ilişkin her türlü bilgi yönetimde tekelleşmektedir. Bu durumun yarattığı sorunlar son derece ciddi ve köklüdür. Her türlü bilgiden yoksunlaşmış olan işçilerin, üretim birimlerindeki sorunlara müdahale etmeleri, süreci denetleme ve yönetme yeteneklerini geliştirmeleri olanak dışıdır artık. Bir fabrikanın kapatılması kararı verildiğinde, o üretim birimindeki makinaların başka yerlere taşınması durumunda, işçi çıkarma durumunda veya neyin ne kadar, nasıl ve kimin için üretileceği konularında artık söz söyleme olanağı kalmamıştır. Örnekleri artırmak mümkün, ancak önemli olan bunların niteliklerinin kavranmasıdır ve bunlar üretim sürecini ilgilendiren her türlü konuyu içerir niteliklerdir. Demek ki üretim bilgisinin kapitalist yönetimde tekelleşmesi sayesinde gerekli malzeme, yani bilgi eksikliği denetimi ve müdahaleyi gündemden çıkarmaktadır. Doğrudan üreticiler ne işyeri defterlerine ulaşabilirler, ne yazışmalara, ne banka defterlerine, ne de muhasebeye. Ne, ne kadar ürettiklerini veya sağladıkları artı
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 57 değeri bilirler, ne de bunun nasıl tasarruf edildiğini. 3. Fabrika disiplini: Kapitalist fabrika yönetimi biçimi itibariyle despotiktir. Gittikçe artan sayıdaki işçilerin aynı zaman ve mekanda, aynı malı üretmeleri, bunlar arasında bir koordinasyona ve üretim sürecinin tasarlanmasına yol açmıştır. Sermaye sınıfı bir yandan üretim sürecini en akılcı biçimde örgütlemeyi hedeflerken, öte yandan işçilerin kapitalist çalışma disiplinine karşı olan direnişlerini kırmayı da hedeflemiştir. O nedenle işçilerin, faaliyetlerini denetleyicilerin gözleri önünde sürdürmeleri önem kazanmıştır. Böylelikle işçilerin emek güçlerini, sürekli ve yoğun bir biçimde sermayenin hizmetine sunmaları gerçekleşmiştir. Denetim ve disiplin altındaki üretim sürecinin kapitalist yönetimi o nedenle despotiktir. Buradaki disiplin ifadesini, yine Marks’ın kullanmış olduğu, bir makina ile çalışma sırasındaki olağanüstü disiplin ile karıştırmamak gerekiyor. Kapitalist yönetim altındaki disiplinin, piramit biçiminde oluşmuş olan bir hiyerarşinin merkezileşmiş komutası altındaki disiplinden pek farkı yoktur. Bu piramit ‘ayak takımının’ üstünde alt subaylar, üst subaylar ve yönetici kurmaylar olarak örgütlenmiştir. Bu disiplinin bazı özellikleri de yine çok tanıdıktır: Açıklık yerine gizlilik, özgür irade yerine itaat, özgürlük yerine baskı. Bu disiplin, sermayenin üretici güçler üzerindeki komuta yetkisinin bir yansımasıdır. İŞBÖLÜMÜ VE POLİTİK ALAN Yukarıda işbölümünün eksenleri ele alınırken ideoloji, politika gibi alanları da içeren ve var olan egemenlik ilişkilerinin korunmasını kapsayan toplumsal işbölümünden söz edildi. Üretim birimlerindeki işbölümünü incelerken üç başlık altında ele alman özellikleri, bir de politika alanına tercüme etmeye çalışalım. Özerk karar verme yeteneğinin engellenmesi ve bilginin tekelleşmesinin üretim biriminde yol açtığı genel bava ‘ekonomik olarak sınırsız güçlü, eğitim ve kültür açısından gelişmiş kapitalist yöneticiler) karşısındaki çaresizlik’ hissidir. Tek tek işçilerin kafasında oluşan bu hava ancak dayanışma ve birlikte hareket etme eğiliminin gelişmesi ile sarsılır ve yıkılmasının koşulları oluşabilir. Acaba üretim
58 ● İŞÇİLER VE TOPLUM birimlerindeki aynı hava, politik alana da’ transfer edilebilir mi? Bu sorunun yanıtı şüphesiz evet’tir. Üretim birimindeki üretici-kapitalist yönetici ayranı, burjuva politikasında da kendini üreten-yöneten ayrımında gösterir. Bunun temelini ise ekonomi-politika ayrımı oluşturur. Bu kez,,bir yanda toklumun büyük çoğunluğunu oluşturan bir üretenler kitlesi, öte yanda ise küçük bir politik uzmanlar grubu vardır. Bu uzmanlar grubunun özelliği, politik örgütlenme konusuna muktedir olmalarıdır. Üretenler kitlesinin özelliği ise sadece üretmektir. O nedenle politik konularda kalifiye’ olmayan bu seçmen kitlesi, bu uzmanları doğrudan yönlendirmeye kalkıştıklarında, olsa olsa onları işlerinden alıkoymuş olurlar. Hele buna burjuva devlet öğretisinde yer alan, temsilcinin kendi iradesini ve oyunu, bilgiden yoksun ve sadece kendi özel çıkarlarını savunan seçmenlerce yönlendirilmesinin, kendine saygı duyan bir insan (temsilci) için ne denli niteliksiz bir iş olacağının vurgulanması da eklendiğinde sorun iyice belirginleşmiş olmaktadır. işte kapitalist bir toplumda üreten-yöneten veya ekonomi-politika ayrımı, kapitalist egemenlik biçiminin bir ifadesidir. Üreten insanların bir tür toplumsal faaliyetleri - üretilenin bölüşümünü ve yönetimini içeren - onlardan koparılarak bir başka özgül alana, yani politik alana aktarılmaktadır. Bu aktarma aynı zamanda işbölümündeki bir diğer eksen olan sınıfsal ayrışma ve egemenlik bağlanımda gerçekleşmektedir. Üreten-yöneten toplumsal işbölümü özelliğine sahip olan burjuva parlamenter sistemi temsilidir. Üreticiler, politik iradelerini doğrudan yansıtabilecek organlara sahip olmadıkları için, bunları politik alanın uzmanlarına devrederler. Yani insanlar, karar verme ve karar mekanizmalarına katılma yeteneklerini uzaktaki, tanımadıkları ve doğrudan olarak neredeyse hiç denetleyemedikleri kişilere aktarırlar. Böylelikle iktidar, emek-üretim, yönetim ve gündelik yaşam elden geldiğince birbirlerinden ayrılır ve koparlar. Nasıl üretim birimlerinde, neyin, nasılı, ne kadar, kimin için vs. üretildiği, üreticilerin iradelerinden koparılmışsa, toplumsal alanda da bu kez yönetim yaşayanların doğrudan denetiminden ve iradesinden koparılmış, dolaylı ve denetlenemeyen temsili bir hale gelmiş olur.
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 59 İşte burjuva parlamenter düzeni, üretenlerin doğrudan değil, onlar adına politik faaliyet sürdürüldüğü bir özelliğe sahip olduğu için pasiftir ve dolaylı bir katılımı içerir. Demek ki üretim birimlerindeki özerk karar verme yeteneğinin engellenmesi, toplumsal düzeyde karar mekanizmalarına doğrudan katılımın temsili biçimde sürmesi ile birlikte yaşanmaktadır. Bilginin tekelleşmesi, yönetilen (üreten) ile yöneten arasındaki bilgi ve eğitim farkının büyümesi ile birlikte gelişir. Elbetteki iç ve dış politika konularında her türlü temel veriden yoksun olanların, bu konulardaki karar mekanizmalarım oluşturmaları mümkün değildir. Keza üretim birimlerindeki disiplinin yansıması da bu faktörlerden etkilenmektedir. Politik haklar ve işçi hakları mücadelesinin köklü geleneklerinin olduğu toplumlarda, toplumsal disiplin aslen ideolojik hegemonya yolu ile sağlanır. Böylesi geleneklerin pek gelişmemiş olduğu toplumlarda ise, ‘emir demiri keser’ anlayışı hegemonyanın sağlanmasının yollarından biridir. Dolayısıyla fabrikalardaki hiyerarşi, kimi dönemlerde ordu aracılığıyla toplumda da) egemen kılınır. Bu özelliklerin bir ülkede hangi ölçülerde yaşandığı, hiç şüphesiz o ülkenin sınıflar mücadelesinin geleneklerinin, birikimlerinin ve o andaki güçler dengesinin biçimlenişi ile belirlenmektedir. Ancak temel unsurlarda farklılık yoktur. YABANCILAŞMA VE FABRİKALAR Marks’ın yabancılaşma kavramı değişik çevrelerde uzunca yıllar ciddi tartışmalara yol açtı. 1932 yılında ‘El yazmaları’nın ilk kez Fransa’da yayınlanması ile birlikte başlayan bu tartışmalar, 60’lı yılların ikinci yarısında tekrardan alevlendi ve 70’li yılların ortalarına değin oldukça canlı bir biçimde ama aslen akademik çevrelerde tartışıldı. Aynı kavram, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Sovyetler Birliği’nde ise bir başka kaygıyla tartışılıyordu. Burada, sorun daha çok ‘bu ülkelerde yabancılaşmanın ortadan kalktığını kanıtlama’ ekseninde ele almıyordu. Stalin döneminde yaşanan gerçekliğin, yabancılaşmış emek kavramı ile önemli ölçüde çakışabileceği kaygısı, bu kavramın Marksizm öncesi olarak nitelendirilmesine, hatta ‘yüksek mercilerin emri ve devlet kararnamesi ile ortadan kaybolmasına’ yol açıyordu. Örneğin ‘El yazmaları’mn tamamlanmış ilk baskısı, Sovyetler Birliği’nde ilk kez 1956 yılında yayınlanıyordu. Stalin’in böylesi katkılarının ilki değildi bu şüphesiz ki. Hatırlarsak Rosa Luxemburg’un yazılarından seçmelerde ilk kez 1952’de yayınlanmıştı. Bu tar-
60 ● İŞÇİLER VE TOPLUM tışmaların aktarılması bu yazının sınırlarını aşar. Ancak özellikle resmi sosyalist toplumları bürokrasi - toplumsal işbölümü ve yabancılaşma bağlamında tartışmanın, sosyalizm anlayışımızın gelişmesi bakımından gerekli ve Önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu bir başka yazıya, bırakalım ve sorunumuza geri dönelim. Şüphesiz ki yabancılaşma kavramını, işbölümü kategorisinden ,ayrı olarak ele almak mümkün değildir. Yaşamın farklı alanlarını ele alarak yabancılaşma kategorisini, tüm toplumsal ilişkileri içeren bir kaç başlık altında niceleyebiliriz. Bu yazının sınırları içinde (*) bizi ilgilendiren başlıklardan biri, bu kategorinin temelini oluşturan ekonomik yabancılaşmadır. Diğerini ise politik yabancılaşma oluşturuyor. Ekonomik yabancılaşma, insan ile onun somut emeği arasındaki ilişkiyi kapsamaktadır. Marks, ‘1844 El yazmaları’nda konuyu şöyle ele almıştır-. «Emek yalnız meta üretmez; kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir. Bu olgu göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne - emeğin ürünü - emeğin karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir... İşçi kendi emeğinin ürününe yabancı bir nesneylemis gibi bir - ilişki içindedir. İşçi hayatını nesneye koyar; ama artık hayatı kendine değil, nesneye aittir... Emeğinin ürünü kendisi değildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse, kendisi o kadar küçüktür.» (*) Bu kısıtlamalardan diğer yabancılaşma başlıklarının önemsenmediği sonucu çıkarılmamalı. Sadece bu yazıda tartışılan konu böylesi bir kısıtlamayı anlamlı kılmaktadır. Yani, yabancılaşmış emek iki faktörün bütünleşmesinden oluşmaktadır. 1. Çalışma faaliyeti, zorunlu bir faaliyet olarak, insanın yeteneklerini çok yönlü geliştirmesini engelleyen bir eylemdir ve bu kısıtlılığı yüzünden insanı deforme eder. 2. Emek sürecinin doğrudan sonucu olan emeğin ürünü, bir başkasının mülkü olarak işçinin faaliyeti üzerinde hakimiyet kuran ve onu yabancılaştıran bir nesnedir. İşte bu ekonomik yabancılaşma büyük ölçüde toplumsal işbölümünün, meta üretiminin ve toplumun sınıflara bölünmesinin bir sonucudur. Burada işbölümü ile olan ilişki karşımıza dikilmektedir. Hem de bu ilişki işbölümünün bir değil, birkaç
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 61 eksenini birlikte içermektedir. Çünkü ekonomik yabancılaşma, devletin ortaya çıkması ile birlikte politik yabancılaşmayı da ortaya çıkarmıştır. Politik yabancılaşma başlığı altında değerlendireceklerimizi yazının yukarıdaki bölümünde, yöneten-yönetilen işbölümü açısından ele almıştık. Kısaca tekrarlayacak olursak, üreticilerin ürünlerinin sonuçları üzerinde karar verme ve iradelerini kullanma yetenekleri, bu işi -onlar adına sürdüren politikacılara aktarılmaktadır. Sorunun özünü işte bu gelişme oluşturmaktadır. İŞBÖLÜMÜ VE YABANCILAŞMANIN AŞILMASI Kapitalist işbölümü, üretim sürecinde her türlü özgürlüğün yok olması sonucunu doğurmuştur. Demek ki en genel tanımı ile sorun, bu özgürlüğün yeniden kazanılmasıdır. Bu nasıl gerçekleştirilebilir? ‘ Buraya kadar ele alınan, kapitalist üretimin temel özelliklerinin olumsuzlanması, başlangıç için önemli veriler sunmaktadır. Yani, kişinin kendisini emek sürecinde gerçekleştirebilmesi ve kendi ürününün egemeni olması; kafa-kol emeği ayırımının aşılması; kişinin kendi kendini yönetmesi; bilginin toplumsallaşması; bireyin bütünsel gelişimi vb. Bir başka deyişle, yabancılaşmanın ve işbölümünün aşılması, eski toplumun alâmeti farikalarının tüm yaşam ilişkilerinde ve faaliyetlerinde aşılması demektir. Bu aynı zamanda sosyalist bilinçli, bireysel ve kolektif yaratıcılığın gelişmesi ile özdeştir. Bu tarihsel süreç, işçi sınıfının özgürleşme mücadelesi ile başlar ve toplumsal özyönetimin tam olarak sağlanması ile tamamlanır. Ancak bunların yazılmış ve söylenmiş olmalarının anlamı epey sınırlıdır. Çünkü toplumsal özgürleşme, sadece yukarıdaki sözlerin bilimsel açıklamalarla propagandasının yapılması ve aydınlatma ile gerçekleşemez. Şüphesiz ki bunlar vazgeçilmez öğelerdir ve özgürleşme isteğinin yaygınlaşması gerçekleşmediği sürece sosyalist toplumun yakınlaştığı iddia edilemez. Toplumsal özgürleşmenin olmazsa olmaz koşulu, maddi çıkarları toplumsal sınıf bölünmesinin aşılması hedefi ile çakışan bir toplumsal gücün varlığıdır. Bunun da ötesinde, bu sınıfın bu hedef doğrultusundaki gerçek toplumsal faaliyeti ge-
62 ● İŞÇİLER VE TOPLUM reklidir. Ancak bu faaliyetin gelişmesi ve nitelik kazanması, gerçekliğin fikre yaklaşmasını da doğurabilir. Toparlayacak olursak, toplumsal özgürleşme gerçek bir sınıfın gerçek bir hareketinin sonucu olabilir. Şimdi yazının başlığını oluşturan soruya dönelim. Buraya, kadar anlatılanlardan da çıkarılabileceği gibi, bu satırların yazarı için, işçi sınıfı bir saplantı değildir. Aksine kapitalist üretim ilişkilerinin dönüştürülebilmesi potansiyelini nesnel olarak içinde barındıran gerçek sınıftır. Ancak bu sınıfın hareketliliği sürecinde işbölümü, yabancılaşma gibi kapitalist üretim tarzının temel özelliklerinin aşılmasının koşulları yaratılabilir. KARARNAMECİ VE İKAMECİ ANLAYIŞ Yabancılaşmanın ye işbölümünün aşılması, örneğin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin bertaraf edilmesi gibi bir adımın mantıksal bir devamı ve sonucu olarak değerlendirilemez. Şüphesiz ki, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi için gerekli olan, ancak yeterli olmayan bir adımdır. Bunların aşılması ise, doğrudan gündelik yaşamın çeşitli alanlarına ilişkin olarak ele alınmalıdır. Bu sorun o nedenle de kararnameler veya tepeden aşağı uygulamalar veya tanımlamalar yolu ile halledilemeyecek kadar derin yapısal özelliklere sahiptir. Örneğin Çin’de kültür devrimi ertesinde, fabrikalardaki teknikerler ve yönetim kademelerinde çalışanlar haftada bir günü doğrudan üretimde çalışmak durumunda kalmışlardır. Buna karşılık kol emekçileri de yönetime katılıyordu. Ancak böylesi kararnameci tedbirler, yöneten - üreten işbölümünün ve yabancılaşmanın aşılmasına değil, olsa olsa bir kez daha bunların varlıklarının kanıtlanmasına yol açmıştır. Özgürleşme, hele hele bir sınıfın özgürleşmesi, farkına varılmadan gerçekleşebilecek bir durum değildir. SONUÇ Buraya kadar anlatılanları kısaca toparlayalım: 1. İşbölümü ve yabancılaşma kapitalist üretim tarzının temel kategorilerini oluştururlar. O nedenle bunların aşılmaları ancak kapitalist üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi, yani toplumsal egemenlik ilişkilerinin dönüştürülmesi ile mümkündür. Üretim sürecine ilişkin her adım kaçınılmaz olarak, doğrudan üretim bi-
İŞÇİ SINIFI, BU BİR SAPLANTI MI? ● 63 rimleri üzerinde yükselir. O nedenle sorun, üreticilerin, yani işçilerin gerçek hareketi çevresinde ele alınmak durumundadır. İşte işçi sınıfının bir saplantı olmadığı, bu zemin üzerinde ele alındığında daha anlaşılır olur. 2. Sorun, bir devrim anı ertesinde yayınlanacak kararnamelerle çözülemeyecek kadar derin toplumsal köklere sahiptir. Sorunun çözümü yolunda, işçilerin sermaye zincirine bağlandıkları üretim birimlerinde, ancak onların bilinçli müdahaleleri ile adımlar atılabilir. O halde, Önemli olan işçi hareketinin kendi örgütlülüğü sayesinde, üretim birimlerinde, üretim süreci üzerinde egemenlik kurmasıdır. Özgürleşme mücadelesinin her anında ve adımında alternatif temel özellikleri yaşatabilmek ve geliştirebilmek gereklidir. Ekonomik-toplum sal düzen, sermaye, pazarın işleyiş yasaları, makinalar vb. tarafından ezilen ve belirlenen bir nesnenin, kendi kendini “belirleyen-bir özne olmasıdır hedeflenmesi gereken. Bunun geliştirileceği yer ise üretim birimleridir. Üretim birimlerinde, özellikle grev ve toplu sözleşme dönemlerinde her türlü pazarlıkların kapalı kapılar ardında, bilgi verilmeden, üreticilere danışılmadan, gizlilik koşullarında, onların iradelerinin çiğnenerek sürdürülmesi reddedilmelidir. Gizli tutulan işyeri ve üretim bilgilerinin yaygınlaşması, böylelikle denetleme ve yönetme yeteneklerinin geliştirilmesi hedeflenmelidir. Mücadelenin her anında, üretim birimindeki tüm uygulamaların çalışanlarca görülebilir açıklıkta olması, her üreticinin sorumlulukları dönüşümlü olarak üstlenmesi, yeteneklerini geliştirmesi ve denetlemesi yaygınlaştırılmalıdır. Yazının sonunda daha sonra detaylandıracağım bir konuya değinmek istiyorum. Bir eksik anlayışa göre bürokratikleşmenin tek, hatta ana kaynağının, bürokrasinin iktidarı ve toplumsal artık değer üzerindeki merkezi denetimi olduğu iddiasıdır. Bu işin bir yanıdır, o nedenle de tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Bürokrasinin iktidarının son derece önemli bir kaynağı, var olan toplumsal işbölümüdür ve bundan kaynaklanan işçilerin faaliyet, bilinç, bilgilenme, beceri, girişim açısından olan eksiklikleridir. İşte bu eksikliklerin ikameci bir anlayışla
64 ● İŞÇİLER VE TOPLUM çakışması, yanlış yola girildiğinin ilk işaretleridir. Bu eksikliklerin aşılmasının yapısal tedbirlerini, doğrudan üretim birimlerindeki faaliyet yolu ile mücadele sürecinin her adımında oluşturmak yerine, tüm tabakaları kapsayan makro-politikalar (!) üretmeye kalkışmak da yanlış yolun ilk habercileridir. KAYNAKÇA Althusser, Louis: «Die Krise des Marxismus», akt. P. Schöttler, Über die Krise des Marxsmius, Hamburg 1978, S. 59 Bravermann, Harry: Die Arbeiter im modernen Produktionsprozess, Frankfurt 1977 Engels, Friedrich: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Toplu eserler, alnı., cilt 21, S. 68 Luxemburg, Rosa: Toplu eserler, alm., cilt 4, S. 502 Marks, Karl: 1844 Felsefe Yazıları, V. Yay., S. 74 Stollbergr, Gunnar: Die Rationalisierungsdebatte 1908-1933, Frankfurt 1981 Taylor, W. Frederick: Die Grundsaetze wissenschaftlicher Betriebsführung, yeniden yayınlayan Walter Volpert, Basel 1977
KADINLAR VE ÖZGÜRLÜK Derya DERELİ Bütün toplumsal-tarihsel sorunların ana ekseninin sırrının, «Şimdiye kadarki bütün tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir» önermesinde bulunacağına inanıyoruz. Ama ana ekseni bulmanın, sorunun kendisi hakkında pek bir şey söylemediğini de biliyoruz. Nasıl ki, aynı önermenin kapitalizmin kendisi hakkında fazla bir şey söylemiyor olması ve çağ açan bu önermenin sahibinin, kapitalizmin kendisini anlamak için baş eserini yazmış olması gibi. Sosyalistler arasında, kadın özgürlüğü sorununa yaklaşımlar içinde en yaygın olanı, ‘sosyalizmin kadınları da kurtaracağı’, yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın iki pratik sonucu vardır. Birincisi, ‘sosyalizmin gelmesi’ için kadınların kendi talepleri etrafında yükseltecekleri bir muhalefet hareketine ihtiyaç yoktur.
66 ● İŞÇİLER VE TOPLUM İkincisi, sosyalist kadınlar da bulundukları çevrelerde kadın özgürlüğü mücadelesinin talepleri ile fazla uğraşmamalı ve erkek egemen (kelimenin sadece, sayısal üstünlük anlamına gelen en tarafsız kullanımı halinde bile) yapıları sorgulayıcı-denetleyici işlevler üstlenmemelidirler. Bu demek değildir ki, bu yaklaşım kadın kalabalıklarının desteğinin önemini yadsır ve almaya çalışmaz. Tam tersine kalabalıkların öneminin farkındadır ve kadınların desteğini almaya çalışır. Ama bu anlayışa göre kadınların, ‘sosyalizmin’ kadınlar için ne ifade edeceğini, sosyal konumlarında ve dolayısıyla/aynı zamanda bütün özel yaşam pratiklerinde sosyalizmin somut olarak ne anlama geldiğini bilmelerinin ayrıcalıklı bir önemi yoktur. Biz böyle sosyalizm mücadelesinin olamayacağını düşünüyoruz. Kadınlar sosyalizm için değil, sosyalizm kadınlar için, Rosa Luxemburg’un deyimiyle bu ‘ezilenlerin en ezileni, haksızlaştırılmışların en haksız olanı’ için olmalı. Bu yaklaşımın temelinde oldukça kaba bir tarih-toplum anlayışı yatar. Doğru, günümüzde bütün toplumsal eşitsizliklerin, haksızlığın ve özgürlüksüzlüğün temelinde- sermaye ile ücretli emek arasındaki çelişki yatmaktadır. Ama bu çelişkinin kendini sürekli olarak yeniden üretebilmesi için, etrafını sarmalayan bir dizi kuruma ve sosyal ilişkiye, bu kurumlar ve ilişkiler arasında hiyerarşik bir dizilişe ve elbette bütün bunlara dair ideolojilere ihtiyacı vardır. Bir başka unutulmaması gereken nokta ise bu çelişkinin yerini aldığı, tarihsel önceli olan çelişkiyi sarmalayan bir dizi kurumu ve ilişkiyi ve bunlara dair düşünceleri de devraldığıdır. Örneğin kadının ezilen cins oluşunun, çeşitli toplumsal formasyonların bir öğesi olduğu düşünülürse, tarihsel olarak bugüne ait olmayan pek çok düşünce ve pratik dünden bugüne aktarılmıştır. Devralınan ilişkiler bazen yeni olanlarla çatışırlar. Böylesi durumlar bir yandan kapitalist toplumun çelişkilerini ortaya koyarken (çünkü çözemez bunları), diğer yandan yeni ideolojik mücadele alanları açarlar. Örneğin, burjuva toplumlar hem ‘evinin kadını’ olan kadını olumlarlar, hem de kadın tarihte ilk defa burjuva toplumla beraber, aile ilişkilerinin dışında birey olarak ve geniş yığınlar halinde üretime katılmıştır. Burjuva toplumlarının çelişkili yapılarının içinde yakalanması gereken dinamiklerden biri, örneğin budur. Bize göre, ‘kadın sorunu’ bütün sınıflı toplumlarda var olması bakımından belki de en eski toplumsal-tarihsel ve üstelik her seferinde yeni kurumlar ve
KADINLARIN ÖZGÜRLÜÜĞÜ ● 67 ilişkilerle sarmalanarak evrilegemliş bir sorundur. Dolayısıyla çözümü doğrultusunda adımlar atabilmek, önce bu alanın kendi özgüllüğü içinde bilinebilmesinden ve sonra bu özgüllüğe uygun mücadele araçlarının seçilebilmesinden geçer. Bu özgüllüğün en önemli yanı ‘kadın sorununun’, insanların dişi cinsine özgü bir sorun olması, yani kadınların ezilen cins olmalarının sorunun ta kendisi olduğudur. Kökleri nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, sorunun özgüllüğünü oluşturan bu yanı görülmezse, zaten baştan bu sorun kabul edilmiyor demektir. Yukarıda bahsettiğimiz anlayışın temelindeki neden aslında budur. Kadın sorununun özgüllüğünün, dolayısıyla özgül politikalar gerektirdiğinin görülmemesi bu sorunu kaba, global politikaların içinde yok etmeye vardırmaktadır. ‘Sosyalizm gelince çözülecek’, ama sosyalizm nasıl gelecek? Bütün muhaliflerin ana muhalefet ekseni etrafında yerlerini almalarıyla. Ama kaba ekonomist mantıklar içinde ayrıntıları yok edilen bu mücadele anlayışı bütün muhalifleri toplayamaz, toplasa bile farkına varılmadan sosyalizm mücadelesi verilmez. Bu çeşitten yaklaşımların bütün diğer alanlarda sebep olduğu yüzeysel, canlısomut organizmaların parçası olmayı yitirmiş bütün sorunlar gibi, kadınların ezilen cins olmaları da canlılığından, bütün toplumsal ilişki biçimlerinin içine örülmüşlüğünden koparılarak birkaç siyasal ve ekonomik tedbirle çözülebilecek bir sorun olarak: sunulur. Bu yaklaşımın ortodoks lafızlara ve global çözümlere rağmen kadınlara önerecek pek bir şeyi yoktur. Bu noktada bir başka sorun gündeme gelir: Bugüne ve yarına dair kadınların durumlarına ve özlemlerine ilişkin yüzeyselliği aşıp içeriğe nüfuz edici önerilerin olmaması, yani gerçekliğe yeni bir dünya görüşü ile bakamıyor olmak, kadınlara ilişkin bütün sorunlarda radikal görünüme rağmen geleneksel,, halkçı düşünce ve pratik davranışları benimsetir. Yaşanan bir dönemin, bu dönemin içinde olarak süreci yaşayan kadınlar açısından ve genel olarak kadınlara ilişkin politikalar bağlamında gözden geçirilmesi bu durumu açıklıkla gösterecektir. «Bacı» sosyalist çevreler içinde bir dönem, kadınlara yönelik en yaygın kabul görmüş hitap biçimiydi.
68 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Burjuva toplumlar, insanın emeğinin meta haline gelerek kendisine yabancılaştığı toplumsal ilişki üzerinde, pek çok özel ilişkiyi de yabancılaştırır, şeyleştirir. Kadın vücudunun geçim kaynağı olması gerçi ‘en eski mesleğin’ icaplarındandır. Ama tarihte ilk defa kapitalizmdir ki, bu işi yaygın bir sektör haline getirir. ‘Bu kokuşmuş’ düzene tepki duyanlar haklı olarak onun bu yansımasına da şiddetle tepki duyarlar, hınçlanırlar. Ve kadınlara karşı, özellikle de ezilen yığınlar içinde yaygın olan ve aslında burjuva toplumsal ilişkiler öncesi köylü toplumlara ait olması itibariyle geri, ataerkil, baskı ve denetim altına alıcı olan bir yaklaşımı benimserler. Burjuva toplumların daima iki eğilimi, ileri olanla bu ileri olanın dinamiklerini köreltici ilişkileri ve örgütlenmeleri bir arada bulundurduğu unutularak, ileri olanın içinde barındırdığı dinamikler hareket ettirilmeye çalışılacağına, tam bir kendiliğindencilikle davranıp, dinamikler kavranamayıp en geri, tamdık, bildik, alışılmış olana sarılınılır. Bu yaklaşım kadınlar tarafından da, içselleştirdikleri sosyal konumlarını kabullenme ve kendilerinin de halkçı sosyalizm anlayışlarının parçaları olmaları itibariyle sorgulanmadan benimsenir. Ta ki, bir yandan da onları bağımsızlaştırıcı bir işlev gören sürecin iki yanının birbiriyle çatıştığı durumlar ortaya çıkıp, karşı cinsin vasi tavrının açıktan denetime, baskıya ve dışlanmaya dönüşmesine kadar. ‘Bacı’ olmanın bir diğer yanı ise daha da ilginçtir. Kadın cinselliğinin meta olmasına karşı duyulan tepki ile benimsenen bu deyimin karşılık geldiği ilişki biçiminde de, kadınlar aslında bir cins cinsellik ilişkisi normlarına tabi tutulurlar. Bu durumda cinselliğin reddi esastır. Köylü toplumların, geçiş halindeki toplumların olumlu kadın tipi ana, eş ve bacı olan kadındır. Yani mutlaka erkek akrabalarla ilişki içerisinde tanımlanan ve onlarla çevrili sınırlar içindeki ilişkiler meşru kabul edilir. Bu ise tam da tersinden aynı şeyi yapmaktır. Kadınların yine cinselliklerine - bu sefer yasaklar temelinde - göre çizilmiş sınırlar içine kapatılmaları. Gerçek hayatın, kendisine uymayan bu kuralı her yerde sayısız kereler ihlâl ettiğini söylemeye bile gerek yok herhalde. Kadınların bedenleri de dahil olmak üzere, kendi kendilerini denetleyebilen, bağımsız ve özgür bireyler olabileceklerini teorik olarak bile kabul etmeyen -pratikte kabulün çok daha zor olduğunu biliyoruz - ileri ve modern bir siya-
KADINLARIN ÖZGÜRLÜÜĞÜ ● 69 sal akım, çağımızda artık düşünülebilir mi? Kendi içindeki kadınlara böyle yaklaşan bir siyasal akım geniş kadın yığınlarına ne vaadedebilir? Nitekim bir dönemin kadınlara yönelik, kadınlar arasında yapılan siyasal çalışmasında da aynı anlayışları bulmak mümkündür. Faşizme karşı mücadele, barış vb. gibi taleplerle yürütülen çalışmada da, kadınlarla ana ve eş olmaları açısından ilişki kurulmaya çalışıldı. Örneğin, kadınların barıştan ve demokrasiden yana olmaları gerekliliği faşizmin ve savaşın kocalarını ve oğullarım öldüreceği ile ilişkilendirilmeye çalışıldı, böyle sunuldu. Bu ilişkilendirmenin etkinliğini ve ajitatif yanını görmüyor değiliz. Ve hiçbir zaman böyle bir yaklaşım benimsenemez demiyoruz. Ama bizim asıl amacımız kadınların savaşa ve faşizme bağımsız ve özgür bireyler olarak karşı koymaları ve bunu yapabilecek konumda olabilmeleridir. Kocamız ve oğlumuz yoksa da faşizme ve savaşa karşıyız. Durdurmak için elimizden geleni yapmalıyız ve yapabiliriz. Kadın özgürlüğü mücadelesinin çok önemli, daha doğrusu belirleyici öneme sahip bir toplumsal boyutu var. Ve bu boyut, bu sorunun çözümünün toplumsal çözümlerin eşliğinde olmasını/olabileceğini kaçınılmaz kılıyor. Ancak bu sorun bir yandan da bütün sosyal ilişkilerin malzemelerinden biri. Ayrıca özel ilişkilerimizin de tam ortasında yer alıyor. ‘Bütün sosyal ilişkiler’ dedikten sonra, insanın toplumsal olması akılda tutulunca ilişkilerimizin içeriklerine ilişkin olarak pek özel bir yanı kalmaz aslında. Ama yine de kurulmasında ve şekillenmesinde kişisel iradelerimizin ağır bastığı ilişkileri özel ilişkiler diye tarif edersek, bunlarda da toplumdaki erkek ve kadın ayrımı, yani kadınların tabi cins oluşları önsel olarak kabul görür. Böyle olduğu içindir ki, cinsler arasındaki kadın aleyhine olan eşitsizlik her an yaşanılan bir sorundur. Örneğin, bir işçinin fabrikasının dışında ücretli kölelik sistemi ile dolaysız olarak yüzyüze gelmesi her zaman olası değildir. Ama bir kadın daima cinsler arasındaki, kendisi aleyhine olan eşitsizlikten payını alır. Yukarı sınıflara mensup olanlar, ya da eğitim görmüş olup, toplumda prestiji olan mesleklere mensup kadınlar belki eşitsizliğin en kaba biçimleriyle yüzyüze gelmeyebilirler ama, onlar da parçası oldukları cins hakkındaki egemen yargılardan ve düşüncelerden paylarını alırlar. Bu durum aynen ırk ayrımı olan toplumlardaki ezilen ırkın durumuna benzer. Ezilen ırk
70 ● İŞÇİLER VE TOPLUM içinde üstün ırkın kabul gören özelliklerine sahip pek çok birey vardır. Ve bunlar en kaba baskıya maruz kalmazlar. Ama eninde sonunda onlar da aşağı ırka mensupturlar. Bundan kurtuluş yoktur. Bu durum kadın özgürlüğü mücadelesinin birbirini tamamlayan iki yanına işaret eder. Toplumsal ve özel olan alanların birlikte düşünülmesi. Baskının her çeşidinin daima yanı başımızda olma özelliği, kadınların kendi hünerleri ile belirleyebilecekleri geniş bir özel alanın varlığı ve bunun, ama bir yandan da toplumsal alan ile çok yönlü içice geçmişliği ‘küçük kazanımları ciddi ve önemli kazanımlar haline sokmaktadır. Eşitsizliğin ve baskının bütün kendini açığa vurur biçimlerine - en kabasından en incelmiş olanına kadar- karşı çıkmak, sorgulamak gerekmektedir. Böylece ‘sağ duyu’ ve ‘kamu vicdanı’ sarsılabilir ve rahatsız edilebilir ve yeni bir anlayışın yeşerebilmesinin ilk tohumları atılabilir. Sosyalistler, geniş ezilen yığınlarla beraber ve onların çıkarları doğrultusunda siyasal faaliyet sürdürmeyi amaç edinenler olarak, onların ezilmişliklerinde büyük öneme sahip, egemen düşünce ve davranış biçimlerinin içselleştirilmişliğine karşı çıkmadan, sağduyularını sorgulamalarına sebep olmadan ileri adımlar atamazlar. Büyük sosyal altüst oluşların, en eski ve en katı gelenekleri ve düşünceleri değiştirmenin en etkili yolu olduğunu tarihten biliyoruz. Ama hiç değilse küreklerin bu tarihe doğru çekilmesine katkıda bulunmalıyız. Çünkü bir diğer yandan da tarihin herifi başına bir şey olmadığını, düşünen, davranan, mücadele eden insanların tarihi olduğunu da biliyoruz. Bütün önemli tarihsel değişiklikler sayamayacağımız kadar çok ve irili ufaklı değişikliklerin birikmesinin sonucunda gerçekleşecektir. Küçük kazanımlarını ve kadın-erkek ilişkilerini kadınlar lehine demokratikleştirici bütün girişimlerin önemine rağmen, bunların kadınların toplumsal konumlarını ve toplumun kadınlar hakkında sahip olduğu görüşü köklü bir şekilde değiştirmeyecekleri düşüncesindeyiz. Geniş kadın yığınlarının bütün alanlarda ‘ezilenlerin en ezileni’ olmaya devam ettikleri bir toplum, bazı ‘kurtulmuş’ kadınların varlığına ne yazık M pek aldırmıyor. Üstelik onlar da hemcinslerinin ezici çoğunluğunun içinde bulunduğu durumdan nasiplerini alacaklar. Kendimizden başka kimseyi ‘kurtarmak’ istemesek bile, yalnız kendi ‘kurtuluşumuzu’ düşünmemek durumundayız.
KADINLARIN ÖZGÜRLÜÜĞÜ● 71
Bütün burjuva toplumlarda -geri ya da ileri- kadın özgürlüğünün önünde çok ciddi engeller var. Aile, kadın vücudunun geçim ve kazanç kaynağı olması, çocuk bakımının ve işlerinin sosyalleşmemesi, kadınların erkeklerle tam hak eşitliğine sahip olmaması, toplumun siyasal karar mekanizmalarında yeteri kadar temsil edilmemeleri vb. gibi... Kapitalizm bir yandan ailenin dağılmasına ilişkin bir eğilimi barındırırken, ayrıca onu koruyucu bir yana da sahiptir ve bu yan her şeye rağmen ağır basar. Hele de ekonomik durgunluk ve kriz sırasında kadınların yavaş yavaş, ya da hızla ve yığınlar halinde evlerine dönmeleri ile aileye dair en eski değer yargıları tekrar gündeme gelirler. Ailenin asıl çocukların ve kocanın bakımı, yani işgücünün tazelenmesi ve yeniden üretilmesi ve yaşlıların bakımı gibi kapitalizm için son derece vazgeçilmez bir işlevi vardır. Ve bu işlev, iki nedenden dolayı kadından alınıp erkeğe devredilemez. Birincisi çocuk doğuranın kadın olması nedeniyle, hem doğurmadan önce hem de doğurduktan sonra kadının bir süre için ona bağlı kalmasıdır. İkincisi ise, aile denen kurumun iç ilişkisinde ve toplumun diğer kurumları ile yan yana duruşunda ve benzeşikliğinde, birisinin ezilmesine ve karşılığı ödenmeyen emeğine dayalı olması ve bunun kadın olması yatmaktadır. Yani bu kurum eşitlik ve özgürlük temelinde kendi başına ıslah edilemez. Eşitlik ve özgürlük temelindeki kadın-erkek ve çocuklar ilişkisi için bu kurumun dağıtılması ve1 yeni bir ilişkiler dizisinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu ise ancak bir dizi yeni toplumsal ilişkilerin yanında var olabilir, gelişebilir ve onları geliştirebilir. Bunlarla, ailede kadınlar lehinde ıslahat (!) yapılmamalı demiyoruz, tam tersine bunun ıslah edilemeyeceği bilincine varılması için çok önemli olduğuna inanıyoruz. Kadın vücudunun geçim ve kazanç kaynağı olmasını tarihin kadınlara yaptığı en büyük kötülük olarak görüyoruz. Üstelik o çok övülen gelişme, ilerleme, refah yükselişi ve zenginliğe rağmen en ileri kapitalist ülkelerde bile bu durum giderek yaygınlaşmakta. Oralarda şimdiki durum 18. yüzyılın yeni kurulmakta olan, yoksulluklarla dolu şehirlerinin kenar mahallelerinde ola-
72 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ğanüstü kötü koşullardaki mekanlarda içler acısı haldeki pek çok kadının aşk (!) satmasından ve pek çok azgelişmiş ülkeden -Türkiye de dahil olmak üzere-çok farklılaşmış olmadığı gibi, ayrıca pek çok yeni biçimler alarak da yaygınlaşıyor. ‘Eğlence yeri’ adı altındaki sayılamayacak kadar çok sefil yerden reklamlara, mecmua, roman ve filmlere kadar çeşitli şekillerde kadın cinselliği -onunla beraber erkek cinselliği de- olağanlığından, doğallığından, kadınların kendilerine ait olmalarından koparılıp herkesin para karşılığında elde edebileceği bir hale getirilmektedir. Bu gerçeklik, toplumdaki kadın imajını tahrif etmekte, kadınları de facto yenik duruma sokmaktadır. Kapitalizmde kadınlar bu illetten kurtulabilir mi? Çocuk doğurmanın, bakmanın ve büyütmenin ailenin ve dolayısıyla kadınların sırtında yük olarak kalmayacağı, bütün kadınların iş bulma, barınma gibi kendi başlarına yaşamlarını idame ettirebilecekleri yaşam koşullarına sahip olmaları, ancak kendilerinin de söz sahibi oldukları ve onların söz sahibi olmasında toplumsal-tarihsel çıkarları olan bir toplumda mümkündür. Hiçbir burjuva toplum -en ilerisi bile- bu tedbirleri alabilecek dinamiklere, tarihsel perspektiflere ve çıkarlara sahip değildir. Bu bağlamda, kadınların özgürlüğü büyük ölçekli toplumsal değişikliklerle ilgili olan ciddî bir siyasal sorundur.
REFERANDUM: YENİ SAHNEDE ESKİ OYUN Alpay ASLAN 82 Anayasası’nın 12 Eylül öncesi bazı burjuva politikacılarına siyasal yasaklar getiren geçici 4. maddesi için 6 Eylül’de referandum yapılacak. Konunun siyasal alanda gündemin önemli bir maddesi haline gelmesiyle birlikte Türkiye solunda çeşitli çevreler referandum hakkındaki görüş ve tavırlarını ifade etmeye başladılar. Burjuva partilerinde referanduma ilişkin tavır evet-hayır ikilemi üzerinde yoğunlaşırken, kendisine sosyalist diyen çevrelerde farklı gerekçelerle evet ve boş oy olarak belirdi. Türkiye’de sosyalistler bugüne dek küçümsenmeyecek çoklukta seçim ve oylama yaşadılar; hemen her seçim ya da oylamada benzer konuları tartıştılar, tavır aldılar ve sonuçlarını değerlendirdiler. Yaşanan bu zengin seçim olayına rağmen bugün referandumla ilgili görüşleri ele aldığımızda sosyalist demokrasi mücadelesine ilişkin temel kavram ve ilkelerin kendisine bilimsel sos-
74 ● İŞÇİLER VE TOPLUM yalist sıfatını yakıştıran kimi çevrelerde henüz kavranmamış olduğunu bir kez daha görüyoruz. Bunun nedenleri şu an bu yazının çerçevesini aşıyor. Ancak vurgulamak gerekir: Yaşanan bir olay ondan ders çıkarıldığı ölçüde deneyim haline geliyor ve bilinç katında yer alabiliyor, yoksa hafızalarda eriyip gidiyor. Referanduma ilişkin değerlendirmelerde geçmişte yaşananlardan ders çıkarılmadığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Öne sürülen görüşlerde, Türkiye sosyalist hareketine egemen olan popülizmin izleri göze çarpıyor. Bu nedenlerle konu önemle tartışılmasını gerektiriyor. 6 EYLÜL’ÜN SOMUT ANLAMI Ortalıkta bir bulanıklık hüküm sürüyor, referanduma hak etmediği bir anlam yükleniyor. Geçici 4. maddenin değişmesini arzulayan muhalefet partileri 6 Eylül’ü «demokrasiye giriş kapısı», «yasaksız Türkiye’ye» açılan bir pencere, bir «demokrasi seçimi» olarak göstermeye çalışıyor. Türkiye toplumu bir demokrasi sınavı atmosferine çekilmek isteniyor. İktidar partisi ANAP değişik bir yoldan gelerek aynı çabaya ortak oluyor; 12 Eylül öncesine, anarşi ve terörün kol gezdiği günlere dönmemek için, demokrasinin esenliği için anayasadaki bu değişikliğe karşı olduğunu söylüyor. Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz düzenledikleri Demokrasi ve Hür Sendikacılık Konferansı’nın açılış konuşmasında 6 Eylül’ü «bir hesaplaşma günü», «1980lerden bu yana sürdürülen demokrasi mücadelesinin en önemli ve ciddi sınavı» olarak nitelendiriyor. Referandumu böyle nitelendirenler ne yazık ki sermayenin sözcüleriyle sınırlı değil; bazı sosyalistlerimiz de bu bulanıklığa kendilerini kaptırmış bulunuyor. Önce 6 Eylül’de oylanacak anayasa değişikliğinin ne olduğunu, ya da diğer bir ifadeyle referandumla somut olarak neyin değiştirilebileceğini açıkça ortaya koymak gerekiyor. Bilindiği gibi Anayasa’nın geçici 4. maddesi 16.10.1981 tarihinde kapatılan partilerin, a — Parti tüzel kişiliği ya da merkez yöneticilerinden veya parlamento üyelerinden biri hakkında, Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının birinci babında yer alan devlet aleyhine işlenmiş cürümlerden biriyle ilgili kamu davası açılmış olanlar, b — 11 Eylül 1980 tarihinde iktidar ya da ana muhalefet olanlar, c — Parti üyesi olmakla beraber 1 Ocak 1980 tarihinde
REFRENADUM ● 75 kontenjan senatörü, Cumhuriyet Senatosu tabii üyesi ya da TBMM’nin bağımsız üyelerinden, haklarında TCK’nın ikinci kitabının birinci babında yer alan devlet aleyhine işlenmiş cürümlerden biriyle dava açılanlar hakkındaki siyasi yasakları içermektedir. Yasakların kapsamında olanlar siyasi parti kuramazlar, bunlara üye olamazlar, aday gösterilemezler ve parlamentoya giremezler. Ancak bugüne kadar gözlediğimiz gibi parti kurdurabilirler, dışarıdan yönetebilirler, siyasi amaçlı gezi, toplantı, kampanya vb. faaliyetlerde bulunabilirler. Geçici 4. maddedeki yasaklar tüm bir toplumu ya da en azından önemlice bir kesimini değil, bir avuç kadar burjuva politikacısını ilgilendirmektedir. Ayrıca içerik bakımından da sınırlıdır. Yasaklar kapatılan partilerin genel başkan, genel başkan yardımcıları ya da vekilleri, genel sekreterleri ve genel sekreter yardımcıları ile merkez yönetim kurulu veya benzeri kurullarında görev yapmış olanlar için on yıl, bu partilerin 1 Ocak 1980 tarihinde TBMM’de üye bulunan milletvekilleri ve senatörleri ile bağımsız üyeleri için beş yıl geçerlidir; dolayısıyla yürürlükte kalacağı süre bakımından da sınırlıdır. Hepimizin bildiği gibi bu yasaklar pratikte bugün fiilen işlemez duruma gelmiştir ve bunları 82 Anayasa’sına koyanlar tarafından da gereksizliği görülmektedir. O halde 6 Eylül’de referandumda «evet» oy çokluğu sonucu çıkarsa değişen ne olacak? Bir avuç burjuva politikacısının içinde bulunduğu sınırlı yasaklılık halinin fiilen işlemezliği ile hukukî çerçeve arasındaki uygunsuzluk çözülecek ve Ecevit, Demirel, Erbakan, Türkeş gibi sermayenin gedikli temsilcileri kurdurdukları ve perde arkasından yönettikleri siyasi partilerin başında parlamenter sahnede boy gösterebilecek. Referandumda «hayır» oy çokluğu sonucu çıkarsa, siyasi faaliyetlerini 1992’ye kadar bugün yürüttükleri tarzda sürdürecekler. 6 Eylül pratikte esas olarak bundan öte bir anlam taşımıyor. Ne var ki yasakların sınırlı ve geçici olduğu, fiilen işlemediği unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye’deki bütün yasakların bundan ibaret olduğu, bu yasakların kalkması ile özgür ve aydınlık «Yasaksız Türkiye» ye geçileceği ilân ediliyor. Böylelikle toplumun çoğunluk kesimini, işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfları, bunların çıkarlarını savunan demokrat, devrimci, sosyalist güçleri kapsayan asıl yasakların bir «anayasa (k)» olan 82 Anayasa’sının kalıcı maddeleri ile diğer yasalarda olduğu gözardı edilmeye uğraşılıyor. Halbuki 82 Anayasa’sı baştan sona bir kısıtlama ve yasaklar listesinden oluşuyor.
76 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
Ceza Kanunu’nun 141 ve 142’nci maddelerinden alınıp anayasanın 14. maddesine konan «bir sınıf m diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlama» hükmü uyarınca bu yöndeki düşüncelerin savunulması, bu amaçla siyasi partilerin kurulması yasaklanıyor. Siyaset yapmanın, siyasi parti olmanın gereğine aykırı olan bu hükümle işçi sınıfının bağımsız siyasal bir güç olarak örgütlenmesi engellenmeye çalışılıyor; sermaye sınıfının egemenliğini ve çıkarlarını savunan partilere yasak işlemiyor tabi ki. 69. madde ile siyasi partilerin uymaları gereken esaslar düzenleniyor ve partilerin sendikalar, dernek, vakıf, kooperatifler ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla siyasi ilişki ve işbirliği içinde bulunmaları, bunlardan maddî yardım almaları, yabancı kuruluşlarla benzer ilişkilere girmeleri, yurtdışı örgütü kurmaları, kadın ve gençlik kolu gibi yan kuruluşlar oluşturmaları yasaklanıyor. Ancak egemen sınıfların partileri bu yasaklardan da muaf tutuluyor. Anayasanın 33. maddesinde herkesin izin almaksızın delmek kurma hakkına sahip olduğu belirtiliyor, fakat hemen ardından derneklerin siyasi faaliyette bulunamayacakları, siyasi partilerden destek göremeyecekleri ve onlara destek olamayacakları, konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yapamayacakları, sendikalarla, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla ve vakıflarla birlikte hareket edemeyecekleri söyleniyor. Bu yasaklar TÜSİAD ve Aydınlar Ocağı gibi dernekler için kağıt üzerinde kalıyor. Benzer yasaklar sendikalar için de geçerli. 52. maddede sendikaların 14. maddede belirtilen kısıtlamalara aykırı hareket etmeleri, siyasi amaç gütmeleri, siyasi faaliyette bulunmaları, siyasi partilerden destek görmeleri ve onlara destek olmaları, derneklerle, kamu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla ve vakıflarla ortak hareket etmeleri yasaklanıyor. On yıldan az işçilik yapmış olanların sendika yöneticisi olmaları, sendikaların grev hakkını iyi niyet kuralları dışında kullanmaları (!), siyasal amaçla, dayanışma amacıyla grev yapmaları, genel grev yapmaları hep yasak. 34. madde ile sendikalar, dernekler, vakıflar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının anayasadaki karar mekanizmalarını ve genel politikayı etkilemeye çalışmaları yasaklanıyor.
REFRANDUM ● 77 Anayasa’ya göre hakim ve savcıların, yüksek yargı organı mensupları, silâhlı kuvvetler mensupları, Yüksek Öğretim Kurumu’ndaki öğretim elemanları, Yüksek Öğretim Kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarındaki memurların, yaptığı hizmet bakımından işçi niteliği taşımayanların, öğrencilerin siyasi partilere girmeleri yasaktır. İdeolojik ve anarşik eylemlere katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar veya taksirli suçlar hariç bir yıldan fazla hapse mahkum olanların milletvekili seçilmesi yine yasaktır. 141, 142 veya 168’inci maddelerden dolayı üç ay ceza alanlar tüm siyasal hakları açısından yasaklıdırlar; bu konumda olanların sayısı yüzbinlerle ifade edilebilecek durumda bulunuyor. Yasaklar bu kadarla kalmıyor. Anayasa dışındaki diğer yasalarda bulunanları da ekleyerek listeyi sayfalarca uzatmak mümkün. Yukarıda sadece bizce önemli olan bazılarını hatırlatmak istedik. 82 Anayasasındaki tüm bu yasak ve kısıtlamalar yürürlükteyken, daha niceleri diğer yasalarda mevcutken, sermayenin bazı temsilcilerinin üzerine konmuş geçici ve kısmî yasakların kalkması ile «Yasaksız Türkiye» ye geçileceği, 6 Eylül’de «demokrasi mücadelesinin en önemli ve ciddi sınavı»nın verileceği söylenebilir mi? Aksini iddia etmek demokrasi anlayışında Demirel «demokrasisi» ile özdeşleşmek olacaktır. MADALYONUN ARKA YÜZÜ 6 Eylül’ün pratikteki esas anlamının egemen sınıfların «eski temsilcileri»nin yasaklılık halinin fiilen işlemezliği ile hukukî çerçeve arasındaki uygunsuzluğun çözüme kavuşturulması olduğunu belirttik. Ancak bu, madalyonun ilk bakışta göze çarpan bir yüzü. Bizce önemli olanlar madalyonun arka yüzünde saklı bulunuyor: Sermaye sınıfı ve siyasi temsilcileri 82 Anayasa’sındaki bu değişikliği gündeme getirmekle ve referandum gibi bir kuruma başvurmakla neyi amaçlıyorlar? Önce değişikliğe konu olan yasakların geçmişine bir göz atalım.
78 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Ordu 12 Eylül’de yönetime el koymadan önce kendisini tarihsel olarak haklı gösterebileceği ideolojik zemini oluşturmak ve bir kamuoyu, bir kitle desteği yaratmak zorundaydı. Bu anarşi, terör ve bölücülüğün ülkeyi bir uçurumun eşiğine getirdiği, demokrasinin ihlâl edilmekte olduğu, parlamentonun işlevini yerine getirmediği gibi gerekçelerle oluşturuldu. Sıkıyönetimli AP hükümetinin mevcut sorunların üstesinden gelemediği ve gelemeyeceği, ordunun yönetime el koymasının zorunlu olduğu yolunda bir imaj yaratılmaya çalışıldı. Ordu kendisini son ve tek çare olarak öne sürdü. Yönetime geldiğinde yaratmış olduğu kitle desteğini sürdürebilmek, anarşi ve terör fobisini tutarlılıkla işleyebilmek için 12 Eylül öncesinden yalnızca «terörist ve bölücüleri» değil, dönemin siyasi partilerini ve parlamenter kadrolarını da sorumlu tutmak durumundaydı. Ayrıca 12 Eylül yönetimi kitleleri bir bütün olarak politikadan soğutmak çabasın-daydı. Sistemli ve etkin bir apolitizasyon süreci, başta parlamento olmak üzere gelenekselleşmiş politik kurumların, AP ve CHP gibi siyasi partilerin, politikacıların karalanıp gözden düşürülmesini gerektiriyordu. 12 Eylül yönetiminin yıllarca egemen sınıfların temsilciliğini yapmış siyasi kadrolara bazı yasaklar getirmesinde bunlar belirleyici olmamakla birlikte önemli etkenlerdi. Olayın özü başka yerdeydi. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de yaşanan ekonomik bunalım yalnızca emek-sermaye çelişkisini şiddetlendirmekle kalmamış, aynı zamanda sermaye sınıfının farklı kesimleri arasındaki çelişki ve çıkar çatışmalarını da arttırmıştı. Ekonomide 24 Ocak kararlarıyla başlatılan düzenlemelere, çıkarlarını ilgilendirdiği ölçüde karşı olan tekeldışı sermaye kesiminin varlığı herkesçe biliniyordu. Sermaye içi çelişki ve çıkar çatışmaları siyasal alanda da yansımalarını bulmuş, bu ise parlamentonun siyasi ve ideolojik olarak işlevini yerine getirememesine kadar varmıştı. Bir yandan işçi sınıfı hareketinin şekillenmesi kırılırken, diğer yandan da sermaye sınıfı tekelci kesimin öncülüğünde kendi sınıfsal bütünlüğünü istikrara kavuşturmalıydı. 12 Eylül öncesinde Türkiye yalnızca ekonomik değil, siyasi ve ideolojik olarak da bir bunalımın içindeydi. 24 Ocak kararlarıyla başlayan ekonominin yeniden yapılanma sürecinin kendisine uygun siyasal ve ideolojik bir yapılanma ile tamamlanması gerekiyordu; bu ise, ancak, kitleleri suskunluğa boğacak, egemen sınıflar arasında izlenen politikalara karşı çıkabilecek çatlak sesleri de engelleyebilecek bir askerî yönetimle başarılabilirdi. Nitekim ordu yönetime el koyar koymaz, bunu hiçbir hukuk kuralı,
REFRANDUM ● 79 anayasa maddesi, temel hak ve özgürlük tanımayarak yerine getirdi; siyasi partileri kapattı, burjuva muhalefeti yürütebileceğini düşündüğü «eski siyasilere» bilinen yasakları da getirdi. Yasakların getirilmesinde belirleyici etken, askerî yönetimin herhangi tür bir muhalefete tahammülü olmaması, burjuva muhalefetini dahi susturup devre dışı bırakmak istemesiydi. 12 Eylül yönetimi ekonomik ve siyasal istikrar için sıkıyönetimli Ecevit ve Demirel hükümetlerinin yapamadığı düzenlemeleri gerçekleştirdi. 12 Eylül boyunca neler olduğunu hemen herkes biliyor. Ancak bir noktanın altını çizmek yerinde olacak: 12 Eylül askerî yönetimi, Demirel hükümetinin ekonomik ve siyasal politikasını reddetmedi, aksine onu geliştirerek korudu. Kapitalist toplumsal düzenin bir bütün olarak yeniden yapılanması ve baskı altında istikrarın sağlanması bağlamında, o Demirel hükümeti döneminin etkin bir devamı oldu. 12 Eylül yönetimi söz konusu burjuva politikacılarına yasakları, aralarında ciddi çelişkiler olduğu için getirmedi. Bugün kendilerine yasak konanlar, o günlerde 12 Eylül yasakçılarının kendileri kadar yasakçıydılar. Devam edelim. 12 Eylülle oluşan ve egemen sınıfların yıllardır arzuladığı siyasal yapı 82 Anayasa’sı ile kurumsallaştırılıp kalıcılaştırıldı. Söz konusu yasaklar da anayasaya geçici 4. madde olarak kondu. Böylelikle 12 Eylül’ün, «eski siyasileri» 80 öncesi durumdan sorumlu tutan yaklaşımı seçmenlere onaylatılmış oldu. 12 Eylül’ün ruhu her bakımdan korunup sürdürülmeliydi. Kendi öncülüğü altında sermaye sınıfının bütünlüğünü geçici de olsa istikrara kavuşturmuş olan tekelci sermaye, güçlü ve istikrarlı hükümetlerin oluşabileceği, bunun gerektirdiği niteliklere sahip partilerin kurulabileceği bir siyasal çerçeve arzulamıştı. 1983 seçimlerinden sonra parlamenter sahnedeki gelişmeler de bu yönde oldu. Tekelci sermayeye ekonomik programını kesintisiz uygulayacağına dair gereken güveni veren ANAP, «demokrasiye» yumuşak geçişin temsilcisi görünümünde topladığı oylarla güçlü ve istikrarlı bir hükümet kurdu. ANAP farklı eğilimleri içinde barındırmasına karşın programı ve kadrolarıyla sermayenin tekelci kesiminin siyasi örgütlenmesi olarak belirdi. Hükümet oluşuyla birlikte Özal, mimarı olduğu ve 1980’den beri uygulamak istediği ekonomik programı bıraktığı yerden devam ettirdi. Ekonomik programının gerektirdiği siyasi koşulları 12 Eylül’den devraldı ve
80 ● İŞÇİLER VE TOPLUM bugüne kadar «icraatlarını» yürütürken ciddi herhangi bir siyasal sorunla karşılaşmadı. Siyasi düzenlemelerini 12 Eylül yönetiminin güçlendirilmesi ve meşrulaştırılması doğrultusunda yönlendirdi. Böylelikle ANAP hükümeti gerek ekonomik gerek siyasi olarak 12 Eylül askeri yönetiminin sivilleşmiş bir devamı oldu. Ancak Özal hükümeti programı ve uygulamalarıyla iktidara geldiği ilk günden itibaren tekelci sermaye dışındaki tüm sınıf ve kesimlerin tepkilerini üzerine çekmeye başladı. Tepkilerin kendilerini ifade etmeye başlamaları ile, Özal iktidarından sonra bir süre daha devam eden 12 Eylül suskunluğu yerini giderek çok sesliliğe bırakmaktadır. 24 Ocak kararlarıyla başlatılan ekonomik politikadan hoşnut olmayan sermayenin tekel-dışı kesiminin Özal hükümeti ile olan çelişkileri artmaktadır. Sermayenin bu kesimi 83 seçimlerinden sonra ANAP karşısında ikili bir strateji içinde oldu: Bir yandan ANAP hükümetine baskı yapıp onu uyguladığı ekonomik programdan tavizler vermeye zorladı, diğer yandan da pastadan daha büyük pay almasını sağlayabilecek ANAP’a alternatif olan siyasi yapıların gelişimini hızlandırdı. ANAP alternatifi siyasi yapıların içinde ön plâna çıkan DYP oldu. Önce DP sonra AP tarafından izlenen geleneksel çizginin bir devamı olan DYP, tekel-dışı sermayenin temsilciliğine soyundu. DYP 24 Ocak programından olumsuz etkilenen orta büyüklükteki sınaî sermayeyi, ticarî sermayenin büyük bir kısmını (özellikle ihracata yönelik olmayan kısmı), ranta dayanan kesimleri kendi çatısında toparlamakta gözle görülür bir gelişme sağladı. DYP 24 Ocak’ın özüne sadık kalacağına dair güven verdiği ölçüde de tekelci sermayenin onayını almaktadır. Tekel-dışı sermaye çevrelerinin çabaları ANAP alternatifi siyasi yapıların geliştirilmesi yönündeki dinamiklerden sadece birini oluşturmaktadır. Sermaye sınıfı hiçbir zaman tek ata oynamamıştır, her zaman siyasi yedeklerini elinin altında bulundurmuştur. Özal hükümetinin zamanla yıpranması kaçınılmazdı, nitekim öyle oldu, giderek de yıpranacaktır. Tekelci sermaye dışındaki tüm sınıf ve katmanlarda ANAP’a verilen desteği geri çekme eğilimi kuvvetlenmektedir. Özal güçlü ve istikrarlı hükümet olma özelliğini, kaybediyor. İşçi sınıfı hareketinde son aylarda görülen ilerlemeler, gün geçtikçe yaygınlaşan grevler bu süreci hızlandırıyor. Artmakta olan siyasi istikrarsızlığın bir siyasi
REFRANDUM ● 81 bunalıma dönüşmesi yakın gelecekte olanaklı görünüyor. Tekelci sermaye de dahil egemen sermaye sınıfının tümü bu durumu açıklıkla görmektedir, bu nedenle siyasi yedeklerin geliştirilmesi gittikçe önem kazanıyor. DYP bugün için sermaye sınıfının en güçlü yedeği durumunda. DYP’yi SHP takip ediyor. Sermaye sınıfıyla yakınlaşma çabalarına rağmen, CHP’nin tüm olumsuzluklarını taşıyan SHP ekonomik programının muğlaklığı ve parti içi istikrarsız görünümüyle sermaye sınıfına yeterince güven vermiyor. Demokrasi havariliği yarışında daha atak bir görünüm sergileyen DYP karşısında «demokrasi» mücadelesindeki kararsız tutumuyla SHP, daha ileri demokratik talepler öne sürmesine rağmen kitlelere DYP’den daha az güven veriyor. Bu nedenle kitlelerde gelişen ve gelişecek olan demokratik tepkileri kendi potasında eritme yeteneği bakımından da DYP önde bulunuyor. DYP ve SHP aralarındaki bu farklılıklarla birlikte sermaye sınıfı önünde onun en önemli yedekleri olarak beliriyorlar. Sermaye sınıfının 82 Anayasası’ndaki geçici madde değişikliğini gündeme getirmesinin özünü kısaca onun siyasi yedeklerini geliştirme, düzen içi alternatiflerini çoğaltma eğilimi oluşturmaktadır. Referandumdan «evet» oy çokluğu sonucu çıkarsa, ANAP’a alternatif siyasi yedekler, özellikle DYP, siyaset yasağı altındaki kadrolarıyla yasal olarak bütünleşebilecek, bu kadrolara ve geçmişteki yönetimlerine iade-i itibar yapılmış olacaktır. Böylelikle siyasi alternatifler prestijlerini yükseltip güçlerini arttırabilecektir. Referandumdan «hayır» oy çokluğu çıkarsa ANAP’ın yıpranma süreci yavaşlamış olacaktır. Sonuç ne olursa olsun sermaye sınıfı bu işten yarar sağlayacaktır. Anayasa değişikliğinin gündeme getirilmesinde sermaye sınıfının sağlayacağı yararlar bu kadarla kalmıyor elbette. 12 Eylül yönetimi «demokrasiyi kaldırmadık, kuracağız» demagojisini iyi kullandı, yönetime de zaten «demokrasiye işlerlik kazandırmak» için el koymuştu. 82 Anayasası ile birlikte Türkiye’nin demokrasiye geçtiği, 83 seçimleri ile de bunun tesis edildiği her fırsatta söylenmeye çalışıldı. Ne ki «eski siyasiler»le ilgili yasaklar, anayasadaki diğer yasaklarla birlikte hep bir pürüz olarak kaldı. Geçici maddedeki yasaklar yalnızca Türkiye içinde değil, Avrupa kamuoyunda bile en çok göze batan bir uygulama oldu. 12 Eylül veANAP hükümeti için hep bir çıban başı oldu. Referandumdan «evet» oy
82 ● İŞÇİLER VE TOPLUM çokluğu sonucu çıkarsa sermaye sınıfı ve ANAP böyle bir çıban başından da kurtulmuş ve 82 Anayasası’nın kalıcı maddelerindeki yasakları dolaylı da olsa onaylatmış olacaktır. «Hayır» oy çokluğu sonucu çıkarsa 12 Eylül yönetiminin bir tasarrufu olan yasaklar ve 80 öncesinden «eski siyasileri» sorumlu tutan yaklaşımı, dolayısıyla, 82 Anayasası bir kere daha onaylatılmış olacak. İster «evet», ister «hayır» sonucu çıksın, sermaye sınıfı ve ANAP «demokratlıklarını» gösterebilecektir. Anayasa değişikliği ile ilgili referandumun AET’ye başvurudan kısa bir süre sonrasına rastlaması da ayrıca anlamlı görülmeli. Sermayenin referandum karşısındaki tutumuna ana hatlarıyla değinirken, aynı zamanda ANAP, DYP ve SHP arasındaki çekişmelerin temellerine ve referandum özelinde de neden ANAP’ın «hayır», DYP’nin ise «evet» sonucu çıkmasını istediğine dair bazı veriler sunmaya çalıştık. ANAP yıpranma sürecini yavaşlatmak, sağ oyların bölünmesini önlemek istiyor; böylelikle ömrünü olabildiğince uzatabileceğini düşünüyor. Bu referandumda kendisine temel hedef olarak sağ partileri, özellikle de en güçlü siyasi alternatifi olan DYP’yi almasının başta gelen nedenini oluşturuyor. Referandumu bu yönde değerlendirip, gelecek seçimlere kadar DYP’nin yükselişini durdurup onu geriletmeyi ve sağ oyların birliğini sağlamayı tasarlıyor. Bu yüzden ANAP referandumu yasakların kalkıp kalkmaması sorunundan çıkarıp, 12 Eylül yönetiminin ve onun sivilleşmiş devamı olan iktidarının onaylanıp, onaylanmaması noktasına çekecektir. Parlamentoda sahip olduğu çoğunluk ile öngördüğü hukukî düzenlemeleri rahatlıkla gerçekleştirebilen ANAP’ın, geçici madde değişikliği için referandumda diretmesi ve üstelik tüm seçmenlerin katılımım sağlayacak bir yaptırım getirmesinin arkasında, yasakların kalkmasını zorlaştırmak olduğu kadar referandumu âdeta bir seçim kampanyası olarak değerlendirmek istemesi yatmaktadır. Özal hükümeti anayasa değişikliğinde referanduma başvurmasını sosyal demokratlardan ve DYP’den daha «demokrat» ve liberal olduğunun kanıtı olarak kullanacaktır. Yasaklardan hoşlanmayan ve anayasaya olumlu bakmayan eğilimleri kendi lehine çevirmekte bir avantaj olarak kullanacaktır. Referandumdan «evet» oy çokluğu çıkması halinde DYP sağ seçmen potan-
REFRANDUM ● 83 siyeli içinde prestijini arttıracağını ve ANAP alternatifi olarak güçleneceğini görmektedir. Ancak Demire! ve DYP uygulanmakta olan ekonomik ve siyasi program bakımından ANAP’la arasında ciddi bir farklılık olmadığını bilmektedir. İhracata yönelik ekonomi politikasının temeli, 24 Ocak kararları ile sıkıyönetimli Demirel hükümeti döneminde atılmıştır. 12 Eylül yönetimine ve 82 Anayasası’na geçici madde dışında esaslı bir eleştirileri yoktur. Demirel ve DYP iktidar olurlarsa ANAP tarafından uygulanan ekonomik ve siyasi politikaları önemsiz farklarla sürdürecektir. Ancak 12 Eylül ve ANAP’a- karşı oluşan hoşnutsuzlukları değerlendirmeye çalışan Demirel, her fırsatta 12 Eylül ve ANAP’ı eleştirmekten geri durmamaktadır. Kitlelerin karşısına halkın içinden gelen «kurtarıcı baba» rolüyle çıkmaktadır. Bu nedenlerle DYP referanduma «Demokratik ve Yasaksız Türkiye» sloganına ağırlık vererek hazırlanmaktadır. Gerçekte ise demokrasiye bakışlarında DYP ile ANAP arasında ciddi bir farklılık yoktur. DYP, 61 Anayasası ile Türkiye’nin yönetilemediğini söyleyip demokratik hak ve özgürlükleri sürekli kaldırmak isteyen bir anlayışın uzantısıdır. Yukarıda bahsettiklerimizin dışında DYP’nin ANAP’la olan temel sorunu, yıllardır arzuladıkları ve 82 Anayasası’yla kurumsallaştırılan siyasi koşullarda yönetici kadrolardan dışlanmış olmalarıdır. DYP ile ANAP arasındaki olay esas olarak alternatif programların değil, alternatif kadroların çekişmesidir. Bugün ise referandumla kitleler bu çekişmeye alet edilmek istenmektedir. Anlaşıldığı gibi SHP, referandumdan ANAP ya da DYP ölçüsünde yararlar sağlayabilmekten uzaktır. SHP referandumun sonucu ne olursa olsun ANAP ve DYP’nin sosyal demokratların aleyhine olarak siyasal alanda ağırlıklarını artıracaklarının farkındadır. Sermaye sınıfının özlemleri de gerçekte bu yöndedir. Sosyal demokrat hükümetler sermaye sınıfı için zaman zaman beklenmedik sorunlar yaratabilmektedir. ABD’de olduğu gibi iki güçlü sağ partinin egemenlik kurduğu ve yarışın aralarında döndüğü bir siyasal sahne, siyasal istikrar yönünde sermaye sınıfı için tercih edilir bir şeydir. SHP, Türkiye’de bu doğrultudaki bir gelişmeden çekinmektedir. Tüm bunları değerlendiren SHP, CHP’nin yıllarca sürdürdüğü bir taktiği gündeme getirmeye çalışıyor. «Bir üçüncü MC hükümeti plânlanıyor» diyen SHP, referanduma doğru kitleleri MC ile korkutmaya, kendisi dışındaki solu kuyruğuna takmaya çabalıyor. Bu önümüzdeki dönem işçi sınıfı ve sosyalistlerin dikkatli davranmalarını gerektiren bir tuzağı oluşturuyor.
84 ● İŞÇİLER VE TOPLUM REFERANDUMDA SOSYALİSTLERİN GÖREVLER! Yukarıda söylediklerimiz referandumda sosyalistlerin nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin ipuçlarını taşıyor. Referandumla fiilen işlemez durumda olan ve kapsadığı kişiler, içerik ve yürürlükte kalacağı süre bakımından son derece sınırlı olan yasakların kalkabileceğini söylemiştik. Bu niteliklere sahip bir yasağın kalkmasını «demokratikleşme» doğrultusunda atılmış bir adım olarak değerlendirmek olanaklı değildir. Bu yasakların kaldırılması ile tüm siyasi yasaklar kalkacakmış izlenimi verilmeye, işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfları, demokratları, devrimcileri, sosyalistleri kısaca toplumun çoğunluk kesimini kapsayan asıl yasakların anayasanın kalıcı maddelerinde ve diğer yasalarda olduğu unutturulmaya çalışılıyor. Sermaye sınıfının anayasa değişikliğini gündeme getirmesinin özünü, onun siyasi yedeklerini geliştirme, düzen içi alternatiflerini çoğaltma eğilimi oluşturuyor. ANAP yıpranıyor, güçlü ve istikrarlı hükümet halini kaybediyor. Siyasi alternatiflerin oluşum sürecinin hızlandırılması gerekiyor. İşte referandum bu dinamiklere oturuyor. Kitleler sermaye içi çelişkilere, ANAP-DYP çekişmesine alet ediliyor. Sosyalistler referandumun anti-demokratik ikilemini, sınırları ve tercihi sermaye tarafından çizilmiş bu alanı reddetmeliler. Referandum sonucu ne olursa olsun, 82’de anayasa olarak zorla onaylattırılan bir yasaklar ve kısıtlamalar reçetesinin bu kez dolaylı olarak onaylattırılması anlamına gelecektir. Sosyalistler 82 Anayasası’nın tümünü sandığa götürmeye çalışmalılar. İşçi sınıfının önünde duran tüm yasaklar kaldırılmalı, zindanlar boşaltılmalı, idamlar kaldnrlmalıdır. Sosyalistler referandum oyununun içinde yer almayarak boş oy ile bağımsız tutumlarım ortaya koymalılar.
SOVYET DEVLETİ Dilek FIRAT ‘Bütün teori, dostum, gridir, Fakat yeşil hayatın altın ağacıdır’ Goethe İLK BİÇİMLER Rus işçi hareketinin ilk kitle grevleri 1896 ve 1897’de Petersburg ve diğer bazı sanayi merkezlerinde meydana gelen grevlerdir. Herhangi bir örgüt ya da kişi tarafından planlanıp, hazırlanmadıkları için kendiliğinden (kendiliğindenlikle, sendikacılığı yani trade-unionismi çok farklı iki kategori olarak değerlendirdiğimi okuyucuya hatırlatmam gerekiyor) eylemler olarak değerlendirilen bu grevler ilk işçi örgütlerini de ortaya çıkardılar: 1 — Grev kasaları ya da grev komiteleri; 2 — İşçi yardımlaşma kasaları (karşılıklı dayanışma dernekleri)1.
86 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
Birinciler yasadışıydılar. 1890lı yılların başında Rusya’nın batı bölgelerinde Yahudi işçiler arasında ortaya çıkmışlardı ve Bund’un kurulmasının ilk temellerini atmışlardı. 1896-97’deki kitle grevleri sırasında Merkezî Rusya’da da ortaya çıktılar. Asıl amaçları grevdeki işçiler için grev fonu oluşturmaktı. Ancak, ortaya çıktıkları andan itibaren grevin yürütülmesinin odakları haline geldiler. Grevlere doğrultu ve disiplin getirmeye çalıştılar. En mücadeleci ve girişken işçilerden oluştukları için, bir yandan da grevci işçi yığınlarıyla muhalif siyasal gruplar arasındaki bağlantı noktaları oldular. Bütün yasal engellere ve aradaki kesintilere rağmen varlıklarını sürdürdüler ve bazıları 1905’te kurulacak olan sendikalara da temel oluşturdular. Dayanışma kasaları ise, yasal örgütler olarak öylesine sıkı bir polis denetimi altındaydılar ki, ne grevlerin yürütülmesine ne de grevcilerin malî olarak desteklenmesine katıldılar. Bu iki biçimin yanında üçüncü bir işçi örgütlenmesi daha vardı ki, bu oldukça ilginçti. 1870’li ve 1880’li yıllardaki grevlerde, kendilerini temsil edecek hiçbir örgüte sahip olmayan işçiler, fabrika yönetimi ve resmî mercilerle görüşmek üzere aralarından temsilciler seçiyorlardı. Bu pratik 1890lı yılların ortalarındaki kitle grevleri sırasında da kendini tekrarladı. Örneğin 1895’te İvanovo-Voznesensk’-teki tekstil işçilerinin grevinde aynı pratiğin tekrarlandığını görüyoruz: Valiye işçilerin taleplerini iletmek üzere, bazıları kadın olan 25 temsilci işçiler arasından seçilirler2. 1901’de Petersburg’daki işçi olayları sırasında temsilci seçimi daha da yaygınlaşır, hatta büyük bir çelik-döküm fabrikası taleplerinin arasına sürekli bir temsilcilik olmasını da koyar. Söylemeye gerek yok ki, çoğunlukla işçilerin talepleri kabul edilmiyor, temsilciler genellikle tutuklanıyor ve işlerinden atılıyorlardı. Bu durum ise her seferinde daha radikal işçilerin bu göreve talip olmalarına ve seçilmelerine yol açıyordu. 1900lü yıllara girildiğinden itibaren artmaya başlayan işçi olaylarına ve grevlere, bunların arasında artarak görülmeye başlayan sosyalist ajitatörlere ve ekonomik taleplerin yanında siyasal taleplerin de duyulmaya başlamasına karşılık olarak Çar hükümeti, Haziran 1903’te işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen yeni bir yasa çıkardı. Bu yasaya göre, fabrikalarda, işçiler arasından seçilecek temsilcilerle Yaşlılar Kurulu ifadesi ile Türkçe’ye çevirebileceğimiz bir gövde oluşturulacaktı. Adı yasa olmasına rağmen, bu düzenleme seçilecek temsilciler için hiçbir yasal garanti getirmiyor -işten atılmamak vb. gibi-, seçimleri tek tek fabrika sahiplerinin keyfine
SOVYET DEVLETİ ● 87 bırakıyor, ayrıca temsilcilerin gerekli görüldüğünde vali tarafından görevlerinden alınabileceklerini de belirtiyordu. İşçiler bu yasayı şüphe ve tepki ile karşıladılar. Sosyalistler fiilen yürürlükte olan Grev Kasaları’nın bu kötü kopyasına karşı tavır aldılar. Bolşevik gazete Proletarij şöyle diyordu : «Yoldaşlar! Yaşlılar Kuruluna, hükümetin yaltakçılarına ihtiyacımız yok... Bizim örgütlenme, toplantı, söz ve basın özgürlüğüne ihtiyacımız var»3. İşçi hareketi ile sosyalist siyasal akımların içice geçmeye başlaması ve işçilerin sosyalistlerden etkilenmeye başlamalarıyla birlikte, Çarlık yeni bir yönteme başvurdu. Zubatovizm ya da polis sosyalizmi olarak bilinen bu girişim, polis şefi Zubatov’un fikriydi. Amaç işçilerin ekonomik mücadelesini devrimci siyasal faaliyetten koparmaktı. Bu girişim haklı görünen talepleri destekleyerek işçiler arasında yaygınlaşmaya ve onları sendika benzeri örgütlerde toplamaya başladı. Kendisini yaygınca ve kitlevî olarak ifade edebileceği platformlara şiddetle ihtiyaç duyan işçiler gerçekten de Zubatovcu sendika benzeri derneklerde toplanmaya başladılar. 1901’de Moskova’da kurulan ‘Makina Sanayii İşçileri Karşılıklı Yardımlaşma Derneği’ işçileri kendisine çekmeyi başardığı gibi, Odessa, Karkov, Kiev ve Minsk’te de benzeri dernekler kuruldu. Zubatov’un projesinin daha sonra kendisine karşı dönecek olan çok önemli bir yanı vardı: Tek tek fabrikalarda seçilecek işçi komiteleri, semt esasına göre biraraya gelecekler ve bunlar yetkili işçi temsilcilikleri sayılacaklardı. Bu yönde ilk adımların atıldığı Moskova’da, şehrin pek çok semtindeki işçi toplantılarında seçilen temsilciler düzenli toplanmaya başladılar ve ‘Metal Fabrikaları İşçileri Sovyeti’ni kurdular. Bu örgüt, en yetkili işçi örgütü sayılıyor ve işçiler her türlü şikâyetlerini bu örgüte iletiyorlardı. Bu örgüt fabrikalarda yasaların gereklerinin yerine getirilmesini denetliyor, fabrika müfettişliği ile görüşmeleri yürütüyordu. 1903’ün sonunda Zubatov derneklerinin lâğvedilmesiyle birlikte Sovyetlerin faaliyeti de sona ermiş oldu4. Daha sonra göreceğimiz gibi bu Sovyetlerin, tarihî öneme sahip Sovyetlerle geçmişteki pek çok deneyden biri olmaktan başka bir bağlantısı yoktu. 1905 1905 devrimi öncesinde, Rus İmparatorluğu’nda çeşitli sosyal sınıflar, uluslar ve siyasal akımlar-partiler farklı taleplerle ve eylemlerle, her biri kendi doğrultusunda faaliyet gösteriyordu. Yerelliklerle sınırlı köylü olayları,
88 ● İŞÇİLER VE TOPLUM teröristlerin tekrar artmaya başlayan suikast eylemleri, liberal soyluların ve burjuva muhalefetinin reform istekleri, Rus olmayan ulusların ayrılık çabaları ve işçi hareketi birbirine paralel ilerliyorlardı. 1904 sonbaharından beri kötüye gitmekte olan Rus-Japon savaşının sonuçları muhalefetin şiddetini artırdı. Çarlık ise, hiçbir yeniliğe ve değişime izin vermeyen kaskatı varlığıyla hepsinin birden karşısında duruyordu. Olgunlaşan siyasal kriz Çarlığın nasıl göründüğüne aldırmayacak ve ilk kıvılcımla patlayacaktı. Zubatov sendikacılığından sonra, Petersburg’da, hayırsever Papaz Gapon’un başında bulunduğu bir işçi derneği kurulmuştu. 1904 yılının Aralık ayının sonunda 12.000 işçinin çalıştığı Putilov fabrikasındaki 4 işçi, Gapon’un derneğine üye oldukları için işten atılırlar. 3 Ocak 1905’te, atılanların geri alınması için greve başlayan işçiler yardım isteyerek Gapon’un derneğine başvurdular. Derneğin bütün şubelerinde toplantılar yapıldı ve Gapon’un önerisiyle ilk talebe, yani atılan işçilerin geri alınması talebine, başka talepler de eklendi: 8 saatlik işgünü, erkekler için günlük asgari ücretin 60 köpekten 1 rubleye çıkarılması, kadınlar için 40 köpekten 75 köpeğe çıkarılması, sağlık tedbirlerinin artırılması ve ücretsiz sağlık hizmeti. Bu arada sosyalistler de, özellikle Menşevikler, yapılmakta olan işçi toplantılarında etkin olmaya başlamışlardı. Nitekim kısa bir süre sonra talepleri kapsayan dilekçe, Gapon’un muhalefetine rağmen epey değişmiş ve siyasal talepleri de içermişti: 8 saatlik işgünü, işçiler için toplanma özgürlüğü, köylülere toprak, söz ve basın özgürlüğü, kilisenin devletten ayrılması, Kurucu Meclis’in toplanması ve Rus-Japon savaşma son verilmesi5. Bu talepler aslında, RSDİP programının başlıca talepleriydiler. 9 Ocak 1905’te Gapon ve işçiler, ellerinde kutsal resimler ve Çarın portreleri ile birlikte ‘Koruyucu Çar’a isteklerini sunmak için Kışlık Saray’a doğru ilerlemeye başladılar. Gösteriden çok dinî bir tören yapmakta oldukları izlenimini veren kalabalık, muhafız alayının kurşunları ile karşılandı ve binden fazla işçi ölürken, iki bin işçi de yaralandı. Aynı gece bir işçi kalabalığına seslenen Gapon: «Artık bir Çarımız yok», diyor ve askerlere «...masumların kanlarının akmasını emreden Çar hainine» itaat etmekten kendilerini kurtarmaları çağrısında bulunuyordu6. ‘Kanlı Pazar’ın etkileri sadece işçi hareketi üzerinde olmadı, toplumsal muhalefetin tamamını etkiledi ve hızlandırdı. Liberal burjuvazinin, bir yandan vilâyet yerel yönetimleri Zemstvolar ve şehir meclislerindeki, diğer yandan ise radikal olan ‘Kurtuluş Birliği’ adlı örgüt etrafındaki muhalefetini, hükümete olan eleştirilerini
SOVYET DEVLETİ ● 89 keskinleştirdi. Serbest meslek sahipleri ve aydınlar meslekî-politik amaçlı birliklerde örgütlenmeye başladılar. Mayıs ayında, Birlikler Birliği’nde bütün Rusya çapında birleştiler ve Birlik işçi hareketinin yükselmesine paralel olarak radikalleşti. Ağustos ayında ise ‘Bütün Rusya Köylü Birliği’ 1. Kongresi’ni yaptı. Yılların yeraltı faaliyetinden sonra yarı-yasal bir duruma geçen çeşitli sosyalist partilerle beraber Rusya ilk defa canlı, yığınların aktif olarak katıldığı bir siyasal yaşama kavuşuyordu. Muhalefet hareketleri içinde en dinamik ve güçlü olanı işçi sınıfı hareketiydi. Ocak ve Şubat’taki hareketin en yüksek noktasında 150 bin işçi grevdeydi ve yine bu aylarda grev yapan işçilerin sayısı, daha önceki 10 yılda grev yapan işçilerin toplam sayısından fazlaydı7. Baltık kıyılarında, Kafkasya ve Polonya’da hareket, ezilen ulusların talepleriyle birleşip pek çabuk siyasallaşırken, Rusya’da uzun bir süre, Ekim genel grevine kadar, asıl olarak ekonomik karakterli kaldı. Yaygın grevler ve toplumun bütün kesimlerinden yükselen muhalefet karşısında hükümet, Çarlığın zedelenen otoritesini yeniden kurabilmek için işçilerin de dahil edileceği çözümler aramak gerektiğinin farkındaydı. Onların katılımım sağlamayan çözümler uzun boylu yaşama şansına sahip değildiler. Bu amaçla, Senatör Zidlovski’nin başkanlığında, «Petersburg fabrika işçilerinin huzursuzluğunun nedenlerini tespit etme ve ortadan kaldırılmaları için tedbir önerilerini hazırlama komisyonu» kuruldu. Komisyona, dokuz işkoluna ayrılan işçilerin arasından, iki dereceli seçimle seçilecek işçi temsilcileri de katılacaklardı8. Komisyon projesi daha sonra hükümet adına başarısızlıkla sonuçlandı. Ama bu deneyim bir yandan Ekim’de ortaya çıkacak olan Petersburg İşçi Sovyeti’nin örgütsel temellerini sağlarken, diğer yandan da işçiler arasında Çarlığa karşı devrimci fikirlerin yaygınlaşmasına katkıda bulunacaktı. 17 Şubat 1905’te 400 ikinci seçmen bir araya geldi. Bazı ikinci seçmenlerin tutuklanmış olmasından dolayı hava oldukça gergindi ve seçmenler ‘Bolşeviklerin etkisi altında’ Senatör Zidlovski’ye şu talepleri ilettiler: Komisyona gidecek delegelerin seçimi için toplantı ve söz özgürlüğü, delegelerin komisyon faaliyetlerini engellenmeden yerine getirebilmeleri, asıl seçmenlerle konuşma ve tartışma özgürlüğü, tutuklanan ikinci seçmenlerin serbest bırakılması9 .Ertesi gün hükümet talepleri reddetti, ikinci seçmenler komisyonu boykot ettiler ve işçilere boykot nedenlerim açıkladıktan sonra şu talepler uğruna mücadele için birlik çağrısında bulundular: 8 saatlik işgünü, sigorta hakkı, halkın temsilcilerinin hükümete katılması ve savaşa
90 ● İŞÇİLER VE TOPLUM son verilmesi. Grevlerin yürütücülüğünü siyasal partiler değil, işçilerin kendi aralarından seçtikleri gövdeler (kurullar, komiteler, konseyler vb.) yapıyorlardı. Yerden bitercesine yayılan grevler, siyasal partilerin bunlara yetişebilme, yönlendirebilme kapasitelerini defalarca aşıyordu, ayrıca partiler halen yarı-açık çalışıyorlardı, sendikalar yoktu. Yukarıda bahsettiğimiz Yaşlılar Kurulu yasasının geçerli olduğu bölgelerde, işçiler bu yasanın gereklerine (yaş, çalışma süresi, yetkiler vb.) aldırmadan ve bu yasadan yararlanarak temsilcilerini seçtiler. Diğer yerlerde ise kendi kendilerini yetkilendirerek (ki, çoğunluk yerler bu durumdaydı) temsilci seçtiler. Giderek artan bir şekilde fabrika yöneticileri tarafından resmen kabul edilmeye başlandılar. Bu, seçilmiş temsilcilerden oluşan gövdelerin çeşitli isimleri vardı.- Delegeler veya temsilciler meclisi, işçi komisyonu, seçmenler komisyonu, yaşlılar konseyi, vekiller konseyi, grev komitesi veya sadece temsilciler, vekiller, çok seyrek olarak da işçi temsilcileri sovyeti. Tek tek fabrikalarda ve sadece grev suresi içinde işlev sahibi olup sonradan dağılan, asıl talepleri çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi olan bu gövdelerin, yer yer siyasal içerikli talepleri ileri sürseler de sovyet diye adlandırılmamaları gerektiğini Sovyetler ortaya çıktıktan sonra göreceğiz. SOVYETLERİN ORTAYA ÇIKIŞI 1905’te ilk ortaya çıkan sovyetin Petersburg Sovyeti olduğu yaygın bir düşünce olmasına rağmen, bu doğru değil. Rus işçi hareketi tarihinin ilk sovyeti, Mayıs 1905’te, ‘Rus Manchester’ı denilen, Moskova’ya bağlı ve tekstil sanayi merkezlerinden biri olan İvanovo-Voznesensk’te kuruldu. Yaşama ve çalışma koşullarının olağanüstü kötü olduğu bu şehirde, daha önceki yıllarda da pek çok grev olmuş ve sosyal demokratlar işçiler arasında etkin bir faaliyet yürütmüşlerdi. 9 Mayıs’ta, yine sosyalistler, bir işçi toplantısında 26 maddeden oluşan bir dizi talep sundular ve takip eden günlerde bunları işçiler arasında yaymaya başladılar. Talepler arasında, gece çalışmasının ve fazla mesainin kaldırılması, aylık asgari ücret, bazı fabrikalardaki ‘fabrika polisi’nin kaldırılması vb. var idi. Sadece bir talep, «serbestçe toplanmak ve sıkıntılarımız üzerine konuşmak ve serbestçe işçilerin sıkıntıları hakkında gazetelerde yazmak, yani konuşma ve toplantı özgürlüğü» talebi siyasal içerikliydi10.
SOVYET DEVLETİ ● 91 Mayıs’ta başlayan greve 40 bin işçi katıldı. Ertesi gün belediye binasının önünde toplanan büyük bir işçi kalabalığı taleplerini vilâyetin fabrika müfettişine iletti. Müfettişin önerisi üzerine, tek tek fabrikalarda işverenle görüşmeleri yürütmek üzere temsilciler seçmeye başlayan işçiler 15 Mayıs’ta ‘İvanovo-Voznesensk Vekiller Sovyeti’ni kurdular. 110 üyeli Sovyet’in bir de prezidyumu vardı. Sovyet görevlerini şöyle sıraladı: 1 — Greve önderlik etmek, 2 — Sovyetin dışında eylemlere ve görüşmelere müsaade etmemek,3 — İşçilerin eylemlerinin düzenli ve örgütlü olmasına çalışmak, 4 — Sadece Sovyet’in kararı üzerine işbaşı yapmalı. Taleplerinin işverenlerce reddedilmesi üzerine içişleri bakanına bir talep listesiyle başvuran işçiler, burada ilk defa açıkça, genel ve eşit oyla yapılacak seçimlerde kurulacak ve halkın temsilcisi olacak bir organdan bahsediyorlardı. Bakan işçileri geri çevirdi. Haziran ayı işçiler ve askerî birlikler arasında kanlı çarpışmalara sahne oldu. 1 Temmuz’da Sovyet işe dönme kararı verdi ve bir süre sonra da kendini feshetti. İvanovo-Voznesensk’teki grev ve Sovyet’in arkasından komşu şehir Kostroma’da 10 bin işçiyi kapsayan bir grev başladı. Grevci fabrikalardan seçilen temsilciler çok kısa bir zaman içinde ‘Grevci Temsilciler Meclisi’ni oluşturdular. Meclis, bir de 12 kişilik yürütme komisyonu seçti. Kostroma’lı işçiler, İvanovo-Voznesensk’te bir adım daha ileri atarak sosyalistlerle beraber grevin gidişatından haber ler veren bir Bülten çıkarmaya başladılar. Kostroma’daki grevin ve onunla birlikte sovyetin de işverenin talepleri reddetmesi, grevin uzaması ve işçilerin yorulması nedeni ile bitirilmesine karar verilir. Bu iki örnekteki gibi şehir çapında kurulan ve bütün işkollarından işçileri kapsayan Sovyetlerin dışında, bir başka gelişme de Eylül 1905’te Moskova’daki matbaa işçilerinin bütün işkolu için oluşturdukları sovyet idi. ‘Matbaa İşçileri Sovyeti’ Eylül sonunda işkolu çapındaki grevin ortasında doğdu. 110 işyerinden 264 delege ile oluşan bu meclisin bir de 15 kişilik yürütme konseyi vardı. Grevin bitiminden sonra sovyet kalmaya devam etti ve daha sonra sendikaya dönüştü. Yaz sonunda ilk devrim dalgası sona ermiş gibi gözüküyordu. Seçimler ve Duma’nın toplanmasına dair 6 Ağustos’ta çıkan Çarlık kararnamesinin ve Japonya ile 23 Ağustos’ta yapılan barış anlaşmasının siyasal istikrarı sağlayacağı egemen çevrelerce beklenmesine rağmen, yükselen devrim dalgası henüz sönme noktasında değildi. Büyük yığınları harekete geçiren her devrim gibi bunun da kararnamelerle durdurulması mümkün değildi. Sonuç fiziki bir karşı karşıya geliş ile çözümlene-
92 ● İŞÇİLER VE TOPLUM cekti ve bu sona doğru gelişme büyük Ekim grevi ile başladı. Eylül sonunda Moskova’da başlayan basın işçileri grevi olaysız bir sona varacak gibi gözüktüğü anda Petersburg’a sıçradı. Petersburg’daki matbaacıların sempati grevine başlamalarından bir süre sonra bazı demiryolu atölyelerindeki işçiler de greve çıktılar. 6 Ekim’de ise Moskova-Kazan hattı demiryolcuları işi durdururken, 2-3 gün sonra grev Moskova’ya giden bütün bağlantı noktalarını kapsamıştı. 10 Ekim’den itibaren ise fabrika işçileri de greve katıldılar. 12 Ekim’de artık bir genel grev vardı: Posta, telefon ve telgraf çalışanları, özel ve kamu işyerlerindeki büro çalışanları ve serbest meslek sahipleri de greve katılmışlardı. Moskova ve Petersburg başta olmak üzere bütün büyük şehirler ve hatta pek çok küçük şehir de genel grev dalgasına katıldı11. Genel grevin. en yüksek noktasında ‘Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti’ hareketi taçlandırdı., Sovyet genel grevle beraber ortaya çıkan bir ihtiyaca cevap olarak doğmuştu: Şehrin bütün fabrikalarında, işyerlerinde aynı amaçlarla -daha doğrusu bir tek amaçla; eşit, genel ve gizli oy esasına dayalı seçimlerle kurucu meclis ve demokratik cumhuriyet- başlayan siyasal genel grev, hareketin karakteri gereği ortak bir yürütücü merkeze sahip olmak zorundaydı. Nitekim daha önceki grevler, Zidlovski Komisyonu vb. gibi deneyimler sırasında elde edilmiş alışkanlıklarla, her fabrikada 500 işçiye bir temsilci esasıyla seçilen temsilciler 13 Ekim akşamı Teknoloji Enstitüsü’nde toplandılar. İlk bildiri şöyle diyordu: «İşçi sınıfı, dünya işçi hareketinin nihai, kudretli silahına başvurdu - genel grev... Önümüzdeki birkaç gün içinde Rusya’da belirleyici olaylar meydana gelecek. Bu olaylar önümüzdeki pek çok yıl için işçi sınıfının kaderini belirleyecek; bu olayları tam bir hazırlıkla, ortak sovyetimiz tarafından birleştirilmiş bir şekilde karşılamalıyız..»12. Bu sovyete dair biraz daha yakından bilgi edinebilmek için Troçki’ye kulak verelim: «İlk toplantıya birkaç düzine insan katıldı; Kasım’ın ikinci yarısından itibaren temsilcilerin sayısı 562’ye çıktı. Bu temsilciler 147 fabrikayı, 34 atölyeyi ve 16 sendikayı temsil ediyorlardı. Temsilcilerin asıl büyük kısmını -351 kişi- metal işçileri oluşturuyordu. Bunlar sovyette belirleyici bir rol oynadılar. Tekstil sanayisinden 57 temsilci, matbaa ve kağıt sana-
SOVYET DEVLETİ ● 93 yilerinden 32, mağazalarda çalışanlardan 12, büro çalışanlarından ve ilaç ticaretinde çalışanlardan 7 temsilci vardı. Yürütme komitesi bir sovyet bakanlığı gibi idi. 17 Ekim’de kuruldu ve 31 kişiden oluşuyordu; 22’si temsilci, 9’u ise partilerin temsilcileriydiler (6 tanesi iki sosyal demokrat fraksiyondan ve 3 tanesi de sosyalist devrimcilerden)»13. Moskova sovyeti daha geç kuruldu ve Petersburg’dan sonra en önemlisi idi. Bu sovyet aralık ayaklanmasında önemli bir rol oynayacaktı. 21 Kasım’da ilk toplantısını yapan Moskova Sovyeti’nde 80 bin işçiyi temsilen 180 temsilci yer aldılar14. 1905 boyunca Petersburg ve Moskova dışında da Sovyetler kuruldu. Daha Önce iki tanesinden kısaca bahsettik: İvanovo-Voznesensk ve Kostroma Sovyetleri. «Petersburg Sovyeti’nin sadece varlığı ve başşehrin işçileri arasında sahip olduğu otorite sovyet fikrini Petersburg’un dışına taşırarak popülerleştirdi, öyle ki, Ekim-Aralık 1905 arasında Rusya’nın irili ufaklı sanayi şehirlerinde de işçi Sovyetleri kuruldular. Toplam olarak 40-50 işçi temsilcileri sovyeti tespit edilebiliyor. Ek olarak birkaç tane de asker ve köylü sovyeti var»15. Petersburg, Moskova ve Odesa’da bütün şehri kapsayan Sovyetlerin dışında semt Sovyetleri de kuruldu. Ve hatta son ikisinde bunlar şehir sovyetinden önce kuruldular ve şehir sovyeti de onların üzerine oluştu. Her iki kademe arasında yetki anlaşmazlığı vb. gibi sorunlar hiç çıkmadı. Herkesçe doğal olarak kabul gören işleyiş, şehir sovyetinin genel ve önemli politik sorunları çözüme bağlaması, semt Sovyetlerinin ise bunları yürürlüğe koyması idi. Sovyet toplantıları heyecanlı ve elektrikli bir hava içinde geçiyor, oylamalar açıkta el kaldırılarak yapılıyordu. Bazı Sovyetler belirli görevleri yerine getirmek için komisyonlar kurdular: Örneğin, toplanan paranın idaresi ve grev fonları oluşturma, işsizlere yardım, teçhizat tedariki, haber bülteni yayınlanması vb. gibi işler için. Haber bülteni olan İzvestiya Soveta rabocich deputatov Petersburg, Moskova, Odesa, Baku, Novorossijsk, Kostroma, Taganrog gibi birkaç yerde daha yayınlandı, Troçki, ‘1905’ adlı kitabında Petersburg’daki İzvestiya’nın yayınlanmasının matbaa işçileri tarafından nasıl mümkün kılındığını anlatır. Yine aynı yerde Troçki, sovyetin kısacık yaşamında başardığı büyük işleri şöyle anlatır: «Sovyet grevlerin baskısı ile basın özgürlüğünü kazandı. Düzenli sokak
94 ● İŞÇİLER VE TOPLUM devriyeleri örgütleyerek yurttaşların güvenliğini sağladı. Bir dereceye kadar posta, telgraf ve demiryolları servisini eline aldı. İşçiler ve kapitalistler arasındaki ekonomik anlaşmazlıklara otoritesi ile müdahale etti. Dolaysız devrimci baskısı ile 8 saatlik işgününü başlatma girişiminde bulundu. Kalkışmacı grev yoluyla otokratik devletin faaliyetini felç ederek, şehirlerin çalışan nüfusu arasında kendi özgür demokratik düzenini başlattı»16. SOVYETLERE KARŞI TAVIR: 1905 Rus devriminin başlangıcını oluşturan ilk büyük kitle grevlerinin taleplerinin büyük ölçüde ekonomik talepler olduğunu tespit etmemek olanaksız. Ayrıca sınıf mücadelesinin dev boyutlara ulaştığı her devrim durumunun da, büyük yığınları önce acil ve dayatan talepler etrafında harekete geçirdiğini biliyoruz. Fakat bir zaman sonra politik talepler gündeme girmeye ve hatta karar anma, sonuca doğru yaklaştıkça belirleyici olmaya başlıyorlar. Bu, başlangıçta siyasal kriz yoktur anlamına gelmez, tam tersine. Tamamen ekonomik talepler etrafında bile olsa - ki, bu hemen hemen imkânsızdır- genel grev, üstelik de aralıksız, süren ve giderek genişleyen genel grev dalgalan mutlaka ülkedeki ciddi bir siyasal krize karşılık gelirler. Çünkü yaşam koşullarının sefilliğinin farkına varılmasının böylesine yaygın boyutlar kazanması, içgüdüsel bile-olsa ciddi bir kitle politizasyonu demektir. Yani, artık o zamana kadar yönetenlerle yönetilenler arasında kurulmuş olan mutabakat bozulmaya başlıyor demektir. Bu ise işçilerin kendi durumları ile devlet iktidarı arasındaki bağlantıyı kavramalarında (bilinç) kaçınılmaz olan birinci adımdır. Buraya kadar olan kısım her devrimin vazgeçilmez tarihsel-nesnel koşuludur. Bundan sonra, sonuç üzerinde insan iradesi büyük bir rol oynamaya başlar. İnsan iradesinden, burada, başta ezilen yığınların kendileri olmak üzere, partileri, grupları ve hatta hareket üzerinde ciddi etkilerde bulunabilecek tek tek bireyleri kastediyorum. Hareketi yorumlayabilmenin, yığınlara tarihin alacağı yeni doğrultuları anlatabilmenin ve. bunları yapabilecek araca sahip olabilmenin önemi artmaya başlar. Eğer, daha öncesinden yığınlarla bağlantılar kurabilmiş, belirli bir etkinlik ve güvenilirlik kazanmış, hareketin dinamik ve mücadeleci kesimleri ve bireyleri ile birleşebilmiş bir gövde varsa, bu gövde için tarihin yapılışına müdahalelerde bulunmanın vakti gelmiş demektir.
SOVYET DEVLETİ ● 95 Petersburg Sovyeti ortaya çıktığında Bolşevikler ona karşı olumsuz bir tavır aldılar. Yurtiçindeki önde gelen Bolşeviklerden Krasikov,. Bolşevik ajitatörleri «Menşeviklerin. bu yeni entrikasına, parti-dışı Zubatovcu komiteye» karşı uyarır. Yine Rusya’daki en önemli önder Bogdanov, farklı görüşlerden insanları barındıran sovyetin kolaylıkla anti-sosyalist ve bağımsız bir işçi partisine dönüşebileceğini ileri sürdü37. Bir grup Bolşevik ajitatör ve propagandist adına Bolşevik gazete Novaya Zizn’de Mendelyev şöyle diyordu : «İşçi Sovyetleri siyasal bir örgüt olarak var olamaz, varlığı sosyal demokratik harekete zarar verici olduğu için sosyal demokratlar bu örgütü terk etmelidirler. İşçi sovyeti ya sendikal bir örgüt olarak kalabilir, ya da hiç kalmamalı. Sendikal bir örgüt olarak çok büyük anlam kazanabilir, bütün işçileri bir araya getirebilir. Fabrikalarda sendikal mücadele fonlarının kurulması için ajitasyon yapar ve-grevler sırasında grev komitesi olarak iş görür»18. Petersburg Sovyeti yürütmesinde Bolşevik fraksiyonu temsil eden Radin ise ‘Sovyet mi Yoksa Parti mi?’ adlı, yine Novaya Zizn’de çıkan makalesinde şöyle diyordu : «O (sovyet) proletaryanın sadece belirli eylemlerine önderlik edebilir, belirli aktif kitlevi eylemlerin başında yerini alabilir. Bütün proletaryayı birleştirecek somut eylemler öne sürebilir, ama sınıf politikasına önderlik etmek onun görevi değildir. Sonuç olarak ise sovyet ...hangi siyasal partinin önderliğini tanıdığını, hangi siyasal programa bağlı olduğunu açıklamalı. Proletarya seçilmiş kuruluşlarının hangi bayrak altında yürüdüğünü ve hangi partinin sloganlarını ve direktiflerini pratik adımlarıyla hayata geçireceğini tam olarak bilmeli»19. Lenin, o sırada Rusya’ya dönmek üzere yolda, Stockholm’dedir. Oradan Novaya Zizn’e ‘Görevlerimiz ve İşçi Temsilcileri Sovyeti’ adlı bir yazı gönderir: «...Yoldaş Radin’in Novaya Zizn’in 5. sayısındaki sorusu, ‘İşçi Temsilcileri Sovyeti mi yoksa Parti mi?’ bana yanlış görünüyor. Sorunu bu şekilde koymak yanlıştır ve karar kesinlikle, hem İşçi Temsilcileri Sovyeti hem de Parti olmalıdır diye düşünüyorum. Tek soru -ve çok önemli bir soru- Sovyetin ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin görevlerinin nasıl
96 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ayrılacağı ve nasıl birleştirileceği üzerinedir»20. Lenin, Rus proletaryasının hem ekonomik hem de politik mücadeleyi birlikte yürüttüğünü belirttikten sonra, sendikaların ekonomik mücadele organları olduklarını, ama sovyetin d© bütün çalışanların ekonomik mücadelesinin örgütü olarak, bütün mesleklerden çalışanları birden kapsaması gerektiğini anlatır: «Fakat diğer yan, yani siyasal önderlik ve siyasal mücadeleye dair olan yan farklı bir meseledir. Ve dahası, okuyucuyu daha da şaşırtmak pahasına, burada ve şimdi söylemeliyim ki, bu bağlamda da, İşçi Temsilcileri Sovyeti’nden sosyal demokratik programı kabul etmesini ve Rus Sosyal Demokratik İşçi Partisi’ne katılmasını istemenin akla uygun olmadığını düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, siyasal mücadeleye önderlik etmek için hem Sovyet (daha sonra tartışmamız gereken bir anlamda yeniden örgütlenmiş olarak) hem de parti eşit derecede kesinlikle gereklidirler»21. Bütün devrimci güçleri birleştirecek, yorulmaz devrimci enerjiye, yığınların kesin güvenine ve devrimci ve sosyalist partilerle sıkı bağlara sahip bütün Rusya çapında bir siyasal merkezin eksikliğinden bahseden Lenin, «İşçi Temsilcileri Sovyeti niçin böyle bir merkezin embriyonu olmasın» diye sorar. «Sovyet’in içinde sadece sosyal demokratlar yok diye mi? Fakat bu bir avantajdır dezavantaj değil. ...Bence, İşçi Temsilcileri Sovyeti siyasal önderlik sağlayan devrimci bir merkez olarak çok geniş değil, tersine çok dardır», diyen Lenin: «... İnanıyorum ki, ... siyasal olarak İşçi Temsilcileri Sovyeti geçici devrimci hükümetin embriyonu olarak kabul edilmelidir. Sovyetin ,bir an evvel kendisini bütün Rusya’nın geçici devrimci hükümeti olarak ilân etmesini veya bir geçici devrimci hükümet kurmasını düşünüyorum (ki, farklı bir biçimde olmak üzere aslında aynı anlama gelir)»22
SOVYET DEVLETİ ● 97 diyerek sovyetin tarihsel önemine dair, Rus devrimi sırasındaki en özgün önermeyi yapan Marksist önder sıfatını kazanır. Henüz Rusya’da değildir, sovyeti görmemiştir, fakat aynı yılın Mayıs ayında yazdığı ‘Rus Sosyal Demokrasisinin İki Taktiği’ adlı kitapta bahsettiği işçilerin ‘yukarıdan da’ devrimi zorlamaları gerektiği teorik tespitinin, Petersburg İşçi Sovyeti ile yaşama dönüştürüldüğünü derhal sezer. Bu makale Novaya Zizn tarafından yayınlanmaz. Yıllar sonra gün ışığına çıkar ve ilk defa 1940 yılında Pravda’da, yayınlanır. İlginçtir ki, Lenin 1917’de de Sovyet üzerine yakın arkadaşlarıyla anlaşmazlığa düşecektir. Farklı tarihsel koşullara rağmen anlaşmazlık noktası yine aynıdır: Sovyet’in tarihsel işlevi ve Sovyet’e ilişkin o yandaki siyasal görevler. Bütün yeni olgular sınıf mücadelesinin perspektifleri açısından gelecekte ve o yanda ne anlama gelirler ve bu bağlantı pratiğe nasıl tercüme edilir, Lenin’in özgün anlayışı işte burada yatmaktadır. Teorik üstünlüğü pratik üstünlüğe çevirebilmek, teori ve pratik sorunlarında kendiliğindenciliğe karşı durmak, olaylar tarafından sürüklenmemek, olayları teşhis edebilmek ve olası pek çok tarihsel çözümden proletarya yararına olanı zorlamak. Bu elbette iki yönlü büyük bir siyasal cesareti gerektirir: Zamanı geldiğinde bağımsız düşünebilmeyi, dolayısıyla en yakın dava arkadaşlarından bile ayrı kalabilmeyi göze almak; ayrıca sınıf mücadelesinin ciddi boyutlara ulaştığı tarihin dönüm noktalarında yığınların hareketine dair önemli siyasal kararlar verebilmek. Her iki durumda zaten pek çok zaman aynı ana denk gelirler. Menşevikler sovyetin örgütlenmesinde Bolşevi’klerden çok daha inisiyatifli davranmışlardır. Onlara göre sovyet ‘parlamento’ ve ‘özyönetim’ organı idi. Her ikisinin de üzerinde tarif edildikleri toplum örgütlenmesinden dolayı, sovyet ile parlamento arasındaki farkı 1917’de bütün açıklığıyla anlatacak olan Lenin, 1905’te bu konu üzerinde çok durmaz. Ancak Lenin, özellikle Plekhanov gibi sağ kanat Menşeviklerle olan polemiklerinde, Çarlık otokrasisi altında Sovyet’ten ‘parlamento’, ‘özyönetim organı’ diye bahsetmenin ikiyüzlülük olduğunu belirtir. Mart 1906’da yazdığı ‘Kadetlerin Zaferi ve İşçilerin Partisinin Görevleri’23 adlı makalede, «... Menşeviklerin devrimci yerel özyönetim organları ve Bolşeviklerin devlet iktidarının henüz gelişme halindeki, aralarında bağlantıların henüz kurulamadığı, kendiliğinden ve bu yüzden de kudretsiz organlar olarak kabul ettiği Sovyetler...»
98 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
diyerek Sovyetlerin geleceğin alternatif iktidar organları, bugün ise proletaryanın savaşan örgütleri olması gerektiğini anlatır. Ancak böylelikle onlar var olanı alt edebilecek, kendilerini hakim kılabileceklerdir. Bunun içindir ki, bugünden ‘parlamento’, ‘özyönetim organı’ diye adi adlandırılamazlar. Nitekim, daha önce yazdığı bir yazıda aynı fikri açıkça belirtir: «... İşçi Temsilcileri Sovyeti ne bir işçi parlamentosu ne de özyönetim organıdır, belirli amaçlara ulaşmak için savaşan bir örgüttür»24. 1906 yazında yazdığı ‘Dumanın Dağıtılması ve Proletaryanın Görevleri’ adlı yazıda işçi sınıfı mücadelesinin organlarından bahsederken tekrar sovyete döner: «Bu bağlamda da Ekim-Aralık 1905’in tarihsel deneyimi bugünün devrimci hareketi üzerinde silinmez izler bıraktı. İşçi Temsilcileri Sovyeti ve benzer gövdeler (Köylü Komiteleri, Demiryolu İşçileri Komiteleri, Asker Temsilcileri Sovyetleri vb.) muazzam ve tamamen haklı olarak kazanılmış bir prestije sahipler. Genel olarak böylesi örgütlerin lehinde olmayan veya özellikle içinde bulunduğumuz anda bunların kuruluşunu tavsiye etmeyen bir sosyal demokratı veya başka bir partiye, eğilime bağlı bir devrimciyi bulmak bugün kolay olmayacaktır.» «Fakat çok sık ihmal edildiği için bilhassa dikkatimizi çevirmemiz gereken bir yanı var. Büyük Ekim ve Aralık günlerinde İşçi Temsilcileri Sovyeti tarafından oynanan ve onların etraflarını kutsal bir hale ile çeviren role işaret ediyorum, öyle ki, bazen neredeyse fetiş muamelesi görüyorlar. İnsanlar, bu organların bütün zamanlarda ve bütün koşullarda bir devrimci kitle hareketi için ‘gerekli ve yeterli’ olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden de, böylesi gövdelerin yaratılması için seçilecek ana ve onların (Sovyetlerin, vb. -ç.n.) başarılarının gerçek koşulları nedir sorusuna karşı eleştiren olmayan bir tavır alıyorlar.» «Ekim-Aralık deneyi bu noktada çok öğretici bir rehberlik sağladı. İşçi Temsilcileri Sovyetleri dolaysız kitle mücadelesinin organlarıdırlar. Grev mücadelesinin organları olarak ortaya çıktılar. Koşulların zoruyla çok çabuk genel devrimci mücadelenin organları haline geldiler. Olayların aldığı yönelim ve grevden kalkışmaya geçiş onları karşı konulmaz bir
SOVYET DEVLETİ ● 99 şekilde kalkışmanın organlarına dönüştürdü...» «Teori, birisi adına yapılan çağrılar veya birisinin keşfettiği taktikler, parti doktrini değil, fakat koşulların zoru, bu parti-dışı örgütlerin bir kalkışmanın gerekliliğinin farkına varmalarına yol açtı ve onları kalkışmanın organlarına dönüştürdü.» «Eğer durum böyle ise -ve şüphesiz böyledir- çıkarılması gereken sonuç açıktır: ‘Sovyetler’ ve benzeri kitle kurumları kendi içlerinde bir kalkışmayı örgütlemek, için yetersizdirler. Onlar kitleleri kaynaştırmak, mücadelede birlik yaratmak, siyasal önderliğin parti sloganlarını (veya partiler arasındaki anlaşma ile ileri sürülen sloganları) yaymak, yığınların ilgisini uyandırmak, onları kaldırmak ve cezbetmek için gereklidirler. Fakat acil savaş güçlerini örgütlemek için, kelimenin en dar anlamında bir kalkışmayı örgütlemek için yeterli değildirler»25. Kalkışmanın organları olmaları ama kalkışmayı örgütleyememeleri çok ince bir ayrım. Bu ayırımın zamanı geldiğinde ne kadar önemli olduğu 1917 Ekim’inde ortaya çıkar. Pratiğin teori&yeni Lenin, ezilen yığınların hareketinin bütün biçimlerinin ve bu biçimlerin kendi içlerinde en ince ayrıntılarının incelemesini yapmaktaki ustalığını burada da göstermektedir. Fakat diğer yandan da bu dönemdeki Sovyet üzerine olan yazılarında, 1917’deki olgunluğu, serpilmişliği ve deyim yerindeyse tarihsel işlevlerine ilişkin yargıyı bulamamaktayız. Bunun nedeni, Petersburg Sovyeti’nin 50 günlük kısa ömründe yatmaktadır. O ve diğerleri, sanki şöyle bir gelip geçmişlerdir. Ve Lenin özellikle yenilgiden sonra, partiye verdiği önemi tekrar arttırmıştır. Parti, sadece; yığınların hep birlikte mücadeleye kalkıştıkları anların örgütü değil, bütün zamanlarda ve koşullarda yaşaması gereken bir örgüttür. Sovyette temsil edilen tarihsel potansiyellerin gerçekleşmesi için parti elzemdir.. TROÇKİ VE SOVYETLER Troçki’nin sovyet karşısındaki tavrı ile Lenin’inki arasında benzerlikler ve farklılıklar vardır. Troçki siyasal durumları tasvir etmekteki ve tanımlamaktaki ustalığını Petersburg Sovyeti’ni tanımlarken de gösterir:
100 ● İŞÇİLER VE TOPLUM «Sovyet’ten önce, sanayi işçileri arasında asıl olarak sosyal demokratik parti tarafından yönlendirilen devrimci örgütler bulmaktayız. Fakat bunlar proletarya içindeki örgütlerdir ve acil görevleri yığınlar üzerinde etkinlik kazanmaktır. Sovyet, başından beri, proletaryanın, örgütü idi ve amacı devrimci iktidar için savaşmaktı»26. «...İşçilerin kendilerinin ve gerici basının sovyet’e verdikleri ‘işçilerin hükümeti’ ismi bir gerçeğin ifadesiydi ve sovyet gerçekten de embriyon halindeki işçi hükümeti idi»21*”. «...Modern Rusya tarihinde ilk defa sovyet iledir ki, demokratik bir iktidarın ortaya çıkışını görüyoruz. Sovyet, kitlenin kendi farklı kesimleri üzerindeki örgütlü gücüdür»28. ‘1905’ adlı kitapta sovyetin ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı, ne yaptığı üzerine burada daha çok aktaramayacağımız çok canlı ve parlak tarifler bulmak mümkün. Ve Troçki, Lenin ile çok önemli bir noktada aynı şeyi söylemektedir: Sovyet geleceğin iktidar organıdır. Ve bu aslında, o zaman fark edilmeyen çok önemli bir olguya, yani İkinci Enternasyonal’in mekanist tarihi materyalizminden ve dolayısıyla, siyasal olarak da parlamentoculuğundan kopuşa işaret etmektedir. Fakat çok önemli bir dizi noktada Lenin’den farklıdır. 26 Kasım’da Menşevik Krustalev-Nosar’ın tutuklanmasından, 3 Aralık’ta askerî birliklerce dağıtılmasına kadar sovyetin başkanlığını yapan Troçki, 1906’da yazdığı ‘Sonuçlar ve Olasılıklar’da sovyetten sadece şu kadar söz eder: «1906’daki Rus işçi sınıfı ise, 1848’in Viyana’lı işçilerine hiçbir yönden benzememektedir. Bunun en iyi kanıtı, bütün Rusya’da İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin fışkırmasıdır. Bunlar, ayaklanma anında iktidarın işçilerce ele geçirilmesi amacıyla önceden hazırlanmış komplocu örgütler değildi. Hayır, devrimci mücadelelerinin koordinasyonunu sağlamak amacıyla kitleler tarafından seçilen ve kitlelere karşı sorumlu olan sovyetler, devrimci sosyalizmin ruhuna uygun, son derece kararlı bir sınıf politikası yürüten, kesinlikle demokratik kurumlardır»29. Burada sovyetin tarihsel özgünlüğüne ve işlevine ilişkin hiçbir şey yoktur.
SOVYET DEVLETİ ● 101 Troçki’nin 1906’da ‘Sonuçlar ve Olasılıklar’ adlı yazısında Rus devriminin geleceği üzerine yaptığı bütün global çözümlemeler şaşılacak bir kesinlikle gerçekleşirler. Ama Troçki hemen her zaman olduğu gibi politik-tarihsel çözümlerle sınıf mücadelesinin o andaki, pratiği arasında ilişki kurmamaktadır. Yukarıda sovyet üzerine alıntılar yaptığımız ‘1905’ kitabı 1908-09’da Viyana’da yazılmıştır. Bu kitapta bile sovyete dair mülâhazalar hem olanın tarifi hem de geleceğe dair öngörüler olarak parlaklıklarına ve Marksist özlerine rağmen, içinde bulunulan anı tarihsel perspektife bağlayacak halkadan yoksundur. Lenin’de ise bu halka vardır: Henüz Rusya’ya dönmeden sovyetin tarihsel işlevini saptar ve sadece bununla kalmayarak tarihsel potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için atılması gereken pratik adımı önerir: Sovyet kendini geçici devrimci hükümet olarak ilân etmelidir. Teori ve pratik arasındaki bağlantı ile birlikte bu bağlantının çok özgün bir aleti olan partiye de gereken önemi vermemiştir, Troçki. Ne ‘Sonuçlar ve Olasılıklar’da, ne de ‘1905’te Bolşeviklerden hiç bahsetmez. 1905 devrimi karşısındaki tutumlarından dolayı Menşeviklerden ayrıldıktan sonra, 1917’ye kadar, Bolşeviklere katılıncaya kadar, bir uzlaştırmacı olarak, Bolşeviklerle Menşevikleri birleştirmeye çalışan birisi olarak kalmıştır. Aynı siyaset anlayışını Troçki’nin bugünkü tilmizlerinde misliyle görmek şaşırtıcı değil aslında. Bunlara göre de, sorun asgari ve azami programlardan vazgeçip, geçiş programını benimsemektir. Ondan sonra yapılacak iş ise, sovyetin kurulmasını beklemektir. 1917 ÖNCESİ 1914’te 1. Dünya Savaşı başladı. Rusya, İngiltere ve Fransa ile birlikte Almanya’ya ve müttefiklerine karşı savaşa girdi. Savaşın ilk aylarının şovenizm dalgası, yoksulluğun, kıtlığın, siyasal baskının ve en önemlisi savaşta kitleler halinde ölenlerin etkisiyle yerini memnuniyetsizliğe bıraktı. İşçiler yaşam koşullarını düzeltmek için tekrardan mücadeleye başladılar. «Fabrika müfettişliği tarafından toplanan bilgiye göre, 1914’ün son 5 ayında bin işgününden daha az bir zaman ekonomik olmayan anlaşmazlıklar yüzünden kaybedilirken, 169 bin gün ekonomik neden‘lerle kaybedilenler kategorisine giriyordu; 1915’te ekonomik olmayanlar yüzünden 34 bin, ekonomik olanlar yüzünden 1 milyon 654 bin; 1916’da ekonomik olmayanlar yüzünden 678 bin, ekonomik olanlar yüzünden 4 milyon 76 bin işgünü kaybedildi»30.
102 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
Savaş yıllarında işçi sınıfının kompozisyonunda da önemli değişiklikler meydana geldi. Pek çok kadın ve genç işçi olarak çalışmaya başladılar. İmalât sanayiinde kadınların oranı 1914’ün sonunda % 27,4’ten 1917 Ocak ayında % 34,2’ye, gençlerin oranı ise aynı zaman süresi içinde % 10,9’dan % 14’e çıktı. Metalürji sanayiinde kar din işçiler 1913’te bütün işçilerin % 1,1’ini oluştururken Ocak 1917’-de % 14,3’e; gençlerin oranı ise yine aynı zamanda % 9,4’ten % 11,7’-ye çıktı. Tekstil sanayiinde kadınların oranı daha öncesinin iki katma çıkarak % 43,4’e ulaştı31. 1915 yazında Kadetler ve Oktobristler ‘toplumun kendi kendisine yardım örgütleri’ diye niteledikleri Savaş Sanayii Komiteleri’ni kurma girişiminde bulundular. Bu komiteler üretimi hem yükseltecek hem de Çarlık bürokrasisinin engellerinden kurtaracaktı. İşçiler hem merkezi Savaş Sanayii Komitesi’nin, hem de yerel komitelerin bir kısmını oluşturacaklardı. Seçimler iki dereceli idi. İşçiler kendi aralarından ikinci seçmenleri, onlar da kendi aralarından Savaş Sanayii Komitelerine girecek olan işçi gruplarını seçeceklerdi32. Sosyalistler bu komitelere karşı farklı tavırlar aldılar. Sağ Menşevikler derhal bu işe dahil oldular. Enternasyonalist Menşevikler ise, savaşla beraber odak noktaları ortadan kalkan işçi hareketini yenilemek ve bu komiteleri kullanarak 1905’te de önerdikleri bütün Rusya çapındaki İşçi Kongresi’ni gerçekleştirmeye doğru adımlar atabilmek düşüncesiyle komitelere katılmaya karar verdiler. Bolşevikler ise komitelere katılmaya karşı çıktılar: «Emperyalist savaşı ilerletmeye çalışan Savaş Sanayii Komitelerine katılmaya karşıyız. Seçim kampanyasını kullanmaktan yanayız; örneğin seçimlerin birinci aşamasına sadece ajitasyon ve örgütlenme amacıyla katılmaktan yanayız»32. Petersburg’da, Bolşeviklerin komitelere katılmama kararı önce tuttu. İkinci seçmenlerin ilk toplantısında 81’e karşı 90 kişi katılmama lehinde oy kullandı. Fakat toplantı ve-oylama yeniden yapıldığında çoğunluk komitelere katılma kararı aldı ve katılacak işçi grupları seçildi. Petersburg başta olmak üzere, çeşitli şehirlerdeki komitelere seçilen gruplar - çoğunlukla sağ Menşeviklerden oluşuyordu - ücret artısı talepleri, pahalılık-ve ev kıtlığı, işverenlerle çeşitli anlaşmazlıklar gibi çeşitli işçi sorunlarıyla uğraştılar.
SOVYET DEVLETİ ● 103 Yükselen huzursuzluk ve grevlerle birlikte 1915’hı sonbaharında işçi eylemlerinin şehir çapındaki eşgüdümünü sağlayacak açık işçi örgütlerine olan ihtiyaç o kadar arttı ki, Eylül grevi sırasında Bolşevik Petersburg Komitesi bir ‘Bütün Şehir Grev Komitesi’ kurdu ve böylece grevi yönlendirdi. Daha sonra bu komiteyi fabrikalardaki grev komitelerinin temsilcilerini şehir komitesine alarak sovyete çevirmeye çabaladı. O şurada yayınlanan bir raporda şöyle diyorlardı: «Bütün şehirlerde nisbi temsil sistemiyle seçilen fabrika ve atölyelerin temsilcileri, bizim inancımızın çoğunluğu oluşturacağı Bütün Rusya İşçi Temsilcileri Sovyetini kurmalıdırlar»34. Shlyapnikov’un önderliğindeki Rusya Bürosu bu plâna karşı çıkar. Lenin ise şunları söyler: «İşçi Temsilcileri Sovyeti ve benzeri kurumlar kalkışmanın, devrimci yönetimin organları olarak kabul edilmelidirler. Sadece bir siyasal kitle grevi ve kalkışma bağlamında ve sonuncusunun hazırlığının tedbiri olarak, bu kurumların gelişmesi ve başarısı süreklilik arzeden bir değer kazanabilir»35. Sovyetler ortadan kalktıktan sonra; onlar üzerine çok yazmaz Lenin. Burada da aktarmaya çalıştığımız gibi, 1917’ye kadar Sovyetler üzerine asıl olarak şu fikirleri ileri sürer: 1 — Embriyon halindeki (1905’teki halleriyle) işçi hükümetidirler. 2 — 1905’te kendisini (Petersburg Sovyeti) geçici devrimci hükümet olarak ilân etmeliydi. 3 — Bütün çalışanların, askerlerin ve köylülerin, devrimci aydınların Çarlığa karşı yürüttükleri mücadelenin merkezidirler. 4 — Bu bağlamda, partiye alternatif değil, onun tamamlayıcısıdırlar. Dolayısıyla ne kadar geniş olurlarsa o kadar iyidir. 5 — Sadece genel bir kalkışma anında, yaygın kitle grevleri anında kurulurlar. 6 — Ayaklanmanın organıdırlar ama kelimenin dar anlamıyla ayaklanmayı örgüt-
104 ● İŞÇİLER VE TOPLUM leyemezler. 1917 ŞUBAT DEVRİMİ VE PETROGRAD SOVYETİ‘NİN KURULUŞU 9 Ocak’ta Kanlı Pazar’ın yıldönümünde Petrograd’daki fabrikalarda 137 bin 500 işçi greve çıktılar. Şubat ayının son haftasında ise daha çok işçiyi kapsayan daha geniş bir grev hareketi gelişti. Sebebi Putilov fabrikalarındaki lokavt ve ekmek kıtlığı idi. Putilov fabrikalarındaki lokavtın, nedeni, işçilerin, ücretlerinin % 50 artırılması talebinin reddi üzerine oturma grevi yapmaları idi. Lokavt grevin yayılmasına sebep oldu86. 23 Şubat Uluslararası Kadınlar Günü idi Rusya’da. Kadınlar fabrikalarda yapılan konuşmalardan sonra sokaklara döküldüler. Orada burada ‘Kahrolsun Otokrasi’ yazılı pankartlar görülmeye başladı. Sonunda sovyetin kurulmasına yol açacak olan genel grev böylece başlamış oldu. Bolşevikler henüz tek bildiri bile yayınlamamışlardı. Rusya Bürosu Shlyapnikov ve iki genç üye tarafından yürütülüyordu: Molotov ve Zalutsky. Onlar grev hareketine oldukça coşkusuz bir tepki gösterdiler, Bolşevik Partisi tarafından yönlendirilmeyen bir hareketin devrim davasına zararlı olacağına inanıyorlardı37. İşçi sınıfı semtlerindeki yerel örgütler fiilen grev hareketinin en önünde yer alırken, merkezin ataleti kitlenin arasındaki üyeler içinde tedirginlik ve bulanıklık yaratıyordu. Başkentteki en önemli işçi mahallelerinden biri olan Vyborg Komitesi üyesi Sveshnikov, 24 Şubat akşamı yaptıkları bir toplantıyı şöyle anlatıyor: «Hava coşku doluydu, fakat ortak bir önderliğin yokluğunu ve diğer semtlerle kötü haberleşmeyi hissettik. Merkezin doğru devrimci yönlendirmesine fena halde ihtiyacımız vardı»38. Bu toplantıda Vyborg Komitesi, Rusya Bürosu’nun işçilere siyasal amaçları açıklıkla anlatan bir manifesto yayınlamasını ister. 25 Şubat’ta grev en yüksek noktasına ulaştığında önderlik ile yığınlar ve üyeler arasındaki ilişki giderek daha da kopmaya başladı. O sabah Shlyapnikov’u gören Sveshnikov:
SOVYET DEVLETİ ● 105
«Shlyapnikov’un ruh hali ve gelişmekte olan olayları değerlendirişi beni şaşırttı. Şehirdeki olaylara başlayan bir devrim olarak işaret ettiğimde, Shlyapnikov: ‘Nerede oluyor devrim? İşçilere bir somun ekmek ver, bak bakalım hareket kalıyor mu geriye»39 diyordu. Bu. sözlerle ifade edilen tutum tabandaki işçilerin isyanına yol açtı ve Rusya Bürosu’na baskı yapmaya başladılar. Rusya Bürosu’nun yayınladığı ‘Bütün Rusya Yurttaşlarına’ başlıklı manifestonun, -tarihin 26 Şubat mı yoksa 28 Şubat mı olduğu tarihçiler arasında tartışmalı - hiçbir yerinde sovyet lâfı edilmez. Halbuki o sırada (yayınlanma tarihi 26 Şubat bile olsa) sovyet sloganı her tarafta duyulmaktadır. Manifesto, işçi sınıfının görevinin geçici devrimci hükümet kurmak olduğunu, bu hükümetin halkın haklarını ve özgürlüğünü sağladıktan sonra Kurucu Meclis’i toplantıya çağıracağını anlatır ve her tarafta mücadele çağrısında bulunur40. Shlyapnikov’un önderliğinden memnun olmayan Petersburg Komitesi ise, 26 Şubat’ta bir karar alarak, fabrikalarda bir dizi komite kurmaya ve bunların seçeceği temsilcilerle bir ‘Enformasyon Bürosu’ oluşturmaya girişti. Büro’nun amacı parti örgütleriyle, fabrika komiteleri arasındaki ilişkiyi sağlamaktı; yani bu büro Petersburg Komitesi’nin direktiflerinin fabrikalarda uygulanmasının aracı olacaktı. Sovyet sloganı işçiler arasında yaygın bir şekilde tartışılırken bu tutumu alan Petersburg Komitesi de fiilen sovyete karşı o anda, olumsuz tavır almış oldu41. Böylece Stalinist tarih yazıcılığının öğrettiği gibi, partinin devrimi ve Sovyetleri plânladığı ve yarattığı gibi iddiaların doğru olmadığını da öğrenmiş bulunuyoruz. Fakat Bolşevik örgütlenme içinde sovyete karşı olumlu tutum alanlar da vardı: Vyborg Komitesi. Sveshnikov şöyle diyor: «Fabrikalarda İşçi Temsilcileri Sovyeti’ne temsilciler seçme eğilimi ortaya çıktı. Semt Komitesi temsilci seçimlerini kendi ellerine alma girişiminde bulundu»42. Yığın hareketinin o güne kadar ve özellikle son günlerde önünde durmuş militan işçiler parti önderliğinin hareket karşısındaki tutumu yüzünden kendileri geride kalırken, yığınların onları hızla aşıp geçtiğini görünce meseleyi ellerine almaya karar
106 ● İŞÇİLER VE TOPLUM verirler. Ve Sovyet’e gidecek temsilcilerin seçimini destekleyerek önderliklerini sürdürmeye çalışırlar. Tarihçiler 23 - 27 Şubat tarihlerinde grevci yığınlar arasında dolaşan ‘sovyet’ sloganının hangi kişi ya da örgüt tarafından ileri sürüldüğünü bulamıyorlar. Bu konuda (Stalinistleri bir tarafa bırakırsak) hiçbir kesin kanıt yok. Dolayısıyla bu sloganın, ileri işçilerin kendileri tarafından atıldığı söylenebilir. Hem henüz işçi kitlelerinin hafızasında 1905 Sovyeti deneyiminin çok uzak olmaması, hem de sosyalist propaganda tarafından canlı tutulmuş olması nedeniyle bu slogan tuttu. Çünkü tam zamanında atılmıştı. 27 Şubat’ta Çarın.Duma’yi feshettiğini bildiren kararname yayınlandı. II. Nikola sadece, işçilerin, mekânı sokaklar olan kudretli devrimci muhalefetine tahammül edememekle kalmıyor, hiçbir zaman bir danışma meclisinden öteye gidememiş muhteşem. Tauride Sarayı’ndaki zavallı parlamentoya da tahammül edemiyor ve feshediyordu. Onu feshedebilirdi. Böylece aynı gün iki güç merkezi doğuyordu: Bir kısmı Duma üyesinin (Milyukov ve Rodziyanko gibi tanınmış Kadetler ve Kerenski gibi bir Trudovik’i de içeren) geçici bir komite olarak oluşturduğu Duma Komitesi ve İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti. Birincisinin^ bütün otoritesi yönetilenlerin yönetilmeye, zaman zaman harikalar yaratmalarına rağmen, alışkın olmalarından, bir türlü yönetmeye kalkışamamalarından geliyordu. İkincisi ise, kendisine güvenmemekle beraber gerçek otorite idi ve bütün zaafı kendisine güvenmemesindeydi. Sovyet’in kurulmasına dair belirgin insiyatif, devrimle beraber hapisten çıkanlar arasında bulunan ve vaktiyle Savaş Sanayii Komitesi’ne seçilmiş bulunan merkezi işçi grubundan geldi. 27 Şubat’ta, devrimin zaferinin garanti altına alındığı gün, Menşevik Gvozdev’in önderliğinde askerler ve işçiler Tauride Sarayı’na yürüdüler. Menşevik Çekidze gibi bazı sosyalist Duma üyeleriyle beraber -Bolşeviklerin Duma fraksiyonunu oluşturan 5 işçi savaş başladığında tutuklanmışlardı ve fraksiyon ortadan kalkmıştı- İşçi Temsilcileri Sovyeti Geçici Yürütme Komitesi’ni kurdular. O gün şehirde yayınlanan tek gazete olmak unvanını kazanacak olan İzvestiya’nın birinci sayısı geçici yürütmenin ilk bildirisini yayınladı: «... Halkın tarafında yerini almış olan bütün birlikler, bir bölüğe bir temsilci olmak üzere kendi temsilcilerini seçsinler. Fabrikalar her bin kişiye bir temsilci olmak üzere kendi temsilcilerini seçsinler. Bin kişiden az iş-
SOVYET DEVLETİ● 107 çisi olan her fabrika bir temsilci seçsin»43. Ayrıca, sovyetin konutunun Tauride Sarayı olacağı bildirildi. 28 Şubat’taki İzvestiya sovyetin amacını şöyle açıklıyordu: ,. «Halk güçlerini örgütlemek ve Rusya’da siyasal özgürlüğün ve halk egemenliğinin nihayet garantiye alınması... Hep birlikte birleşmiş güçlerimizle eski rejimin tamamen tasfiyesini ve genel, eşit, dolaysız ve gizli oy hakkına dayalı seçimlerle seçilecek Kurucu Ulusal Meclisin göreve çağrılmasını istiyoruz»44. Aynı gün fabrikalarda temsilci seçimleri yapıldı ve sovyet öğlen saat l’de ilk toplantısını yaptı. Geçici Yürütmenin hazırladığı bir geçici hükümet kurulması kararı toplantıda çoğunlukla kabul edildi ve 2 Mart’ta Yürütme ile Duma Komitesi arasında bu konuda anlaşmaya varıldı. Sovyet Geçici Hükümete bir dizi şart koştu ve kendisini ‘devrimci demokrasinin kontrol organı’ olarak ilân etti. SOVYETLERİN YAPISI Şubat devrimi sırasında kurulan işçi ve asker Sovyetlerinin bazıları birleşirken bazıları ayrı kaldılar. Örneğin Petrograd’daki birleşik idi. Troçki bunun nasıl oluştuğunu şöyle anlatıyor: «Birinci toplantıda işçilerin garnizonla birleşmesi genel bir işçi ve askertemsilcileri sovyeti olmasına karar verildi. İlk kim bu tasarıyı önerdi? Bu öneri muhtemeldir ki, çeşitli taraflardan veya daha doğrusu her taraftan, o gün devrimin kaderini kararlaştıran işçilerin ve askerlerin kardeşleşmesinin yankısı olarak yükseldi»45. Birleşik Sovyetlerin işleyiş pratikleri gereğince, kurucu öğelerin bağımsız seksiyonları vardı ve kendilerini ilgilendiren sorunları orada tartışıyorlardı. Siyasal sorunlar tartışıldığında iki seksiyon ortak toplantılar yapıyordu. Her seksiyonun kendi seçilmiş yürütmesi vardı ve ikisi beraber sovyetin yürütmesini meydana getiriyorlardı. Aynı sovyette birleşmenin olmadığı yerlerde ise yürütmeler ortak toplantılar. yapıyorlardı. Ayrıca iki ayrı sovyetin üyeleri birbirlerinin toplantılarına katılabiliyorlar, ancak oy hakkına değil sadece konuşma hakkına sahip olabiliyorlardı46. Sovyetler, uzun bir süre hepsinin birden uyduğu seçim kurallarına sahip olmadılar.
108 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Moskova ve Petrograd’daki ilk seçimlerin temsil oranı kuralı daha önceki Savaş Sanayii Komiteleri’nin işçi gruplarının seçiminden kalmıştı. Diğer yelerdeki Sovyetler de büyük ölçüde bu iki örneği takip ediyorlardı. Fakat yerel koşullara da uyulmaya, çalışılıyordu. Örneğin İvanovo-Voznesensk’de 500 işçi bir delege seçiyordu. Küçük işyerleri bir araya gelip ortak bir delege gönderiyorlardı. Başlangıçtaki seçimlerde (delege seçimleri) çok az ya da hiç kontrol uygulanmıyordu, dolayısıyla meclis toplantısına katılan ve konuşan temsilciler çoğu zaman orada1 bulunma hakları olmayanlardı; fakat çoğunlukla temsilciler kendilerini seçenler tarafından şahsen bilinen kişilerdi. Daha sonra, özellikle Sovyetler içinde partilerin mücadelesi arttıkça kurallar sıkılaşacaktı. Meclis toplantısına sadece işyerlerinden seçilmiş temsilciler değil, çeşitli işçi örgütlerinin temsilcileri de, sadece konuşma hakkına sahip olmak üzere, katılıyorlardı. Örneğin sendikalar, hastalık yardımı fonları, semt Sovyetleri temsilcileri, İzvestiya yazı kurulu, işçi kooperatifleri ve partilerin temsilcileri. Önceleri, toplantıların gündemi, usulü gibi şeyler yoktu. Ve bütün temsilciler kendi işyerleri hakkında uzun raporlar sunuyorlar, ilk defa, elde ettikleri konuşma özgürlüğünü doya doya kullanıyorlardı. Troçki bu durumu şöyle anlatıyor: «Devrim henüz adetler edinmemiş ti. Sokaklar duman içinde, yığınlar henüz yeni şarkıları öğrenmemişlerdi. Toplantı başıboş akan, kıyıları olmayan, taşmış bir nehir gibi. Sovyet kendi coşkunluğunda boğuluyor. Devrim kudretli fakat hala saf, bir çocuğunki kadar»47. En yetkili organı meclisi olmakla beraber, Sovyetler, bir dizi organlara sahiptiler. Yürütme komitesinde meclisteki her parti nispi olarak temsil ediliyordu ve kendi içinde günlük işlerini yürütmek için ayrıca bir yürütme komitesi bürosu da vardı. Haziran 19İ7’de yayınlanan bir araştırma Petrograd Sovyeti’nin yürütme organı hakkında ilginç bilgiler veriyor. Üyelerinin % 37’si aydın mesleklerine sahip olanlar diye tanımlanıyordu. Halbuki sovyet delegelerinin sadece % 4’ü bu kategoriye giriyordu. İşçiler için bu oran yürütmede % 52, delegeler içinde % 83 idi; geri kalanlar işçi olmayan çalışanlar ve ‘ayrıcalıklı işçiler’ idiler. Delegelerin % 1l’ine karşılık, yürütme üyelerinin % 54’ü orta veya yüksek eğitim görmüşlerdi48. Yürütme Komitesi 28 Şubat’ta 15 kişiyken, bir ay sonra 42 kişiye, Nisan ortasında 90’a çıktı, büro ise 7 üyeden 24’e çıktı. Daha 3 Mart’ta, yani Duma Komitesi ile 2 Mart’ta Geçici Hükümetin kurulması için anlaşmaya varıldığının ertesi günü, sov-
SOVYET DEVLETİ ● 109 yet sanki hükümetmiş gibi örgütlenmeye başladı. Daha sonra bölüm adını alacak olan 11 komisyon kuruldu. Bazılarına sovyetin dışından ‘uzmanlar’ ve ayrıca memurlar, daktilocular vb. alındı49. En önemli üç bölüm, askerî işler, ihtiyaç maddelerinin temini ve çalışma işleri bölümleri idi. Çalışma işleri bölümü sendikaların kurulması ve işçi-işveren anlaşmazlıklarının çözümünden sorumluydu. Ayrıca Geçici Hükümete ulaştırılmak üzere yasa önerileri hazırlıyordu. Uluslararası bölüm İse diğer ülkelerdeki sosyalist partilerde savaşa karşı propagandayı teşvik ediyordu. Ayrıca ülke içinde ajitasyon ve propagandayı yürüten bir bölüm vardı. Her tarafa konuşmacılar gönderiyor, broşürler, bildiriler vb. basıyor ve sovyetin iki yayınından sorumlu bulunuyordu: İzvestiya ve Goîos Soîdata. Malî işleri yürüten bölüm de vardı. Ayrıca, hem şehrin çeşitli semtlerindeki Sovyetlerle hem de ülkedeki diğer Sovyetlerle ilişkiler kuran şehirlerarası işler bölümü vardı. Bu bölüm sovyet hareketini bölgesel ve ulusal çapta birleştirmede önemli bir rol oynayacaktı. SOVYETLERİN BİRLİĞİ Ülke çapında Sovyetleri birleştirme çalışmaları Mart’ta başladı. Ayın sonunda iki bölgesel konferans toplandı: Moskova’da ve Saratov’da. Moskova’daki, 70 işçi ve 38 asker sovyetini temsil ediyordu. Moskova konferansı her iki kategoriden 16 temsilciyi kapsayacak bir geçici bölge bürosu oluşturmaya karar verdi. Saratov’daki, Aşağı Volga ve Urallar’dan 18 sovyeti temsil ediyordu ve Saratov Sovyeti’ni geçici olarak, gerektiğinde bölge bürosu , gibi davranmaya yetkilendirdi50. Petersburg’da ise Yürütme Bürosu Mart’ın 28’inde 42 sovyetin katılacağı bir kongre önerdi. Böylece 29 Mart’tan 2 Nisan’a kadar süren Birinci Bütün Rusya Sovyetler Konferansı toplandı. 600 delege katıldı. Çoğunluğu başşehirden ve kuzey doğu bölgesindendi. 120’den az olmayan şehir ve 138 sovyet temsil edildi. Her birim, bir işçi bir asker sovyetini temsilen iki delege ile katıldı. Ayrıca farklı askerî komitelerin temsilcileri vardı. Böylece askerler çoğunluktaydılar, ve bu durum Petrograd Sov-yeti’nin hattını devam ettirme olanağı verdiği için Sosyalist Devrimcileri ve Menşevikleri sevindiriyordu. Çünkü onlar köylü ve küçük “burjuva sınıf menşeli temsilciler içinde çok güçlüydüler. Konferans çok yakında Bütün Rusya Kongresi toplama kararı aldı ve temsil oranım ve biçimi her sovyetin kendisine, bıraktı. 3 Haziran’da Sovyetler Bütün Rusya Birinci Kongresi toplandı. 53 bölge, il ve bir şehirden büyük alanı temsil eden birleşik sovyetle 305 yerel sovyet katıldı. 173’ü birleşikti (işçi ve asker) ve 72’si köylü temsilcileri sovyeti idi, bunların dışımda 34 askerî örgüt temsil edildi. 822 tam oy hakkı olmak üzere 1090 delege vardı. Yapı-
110 ● İŞÇİLER VE TOPLUM lan bir ankete cevap veren 777 delegenin 285’i Sosyalist Devrimci, 248’i Menşevik olarak tanımladılar kendilerini. Bolşevik delegelerin sayısı ise 105’ti ve bazı küçük sol gruplara bağlı delegeler de vardı51. Kongre çoğunluğu Petrograd ve çevresindeki Sovyetlerden olan bir Merkez Yürütme Komitesi seçti. MYK kendisine 50 kişilik bir büro ve 9 kişilik bir prezidyum seçti. Aynen Petrograd Sovyeti’nde olduğu gibi askerî ve uluslararası işler, halkın ihtiyaç maddelerini temin ve çalışma işleri gibi bölümlerin dışında bir dizi başka bölümü de vardı. Tarım, demiryolları ulaşımı, Menşevik Cherevanin’in önderliğindeki ekonomik plânlama bölümü, tıp ve hıfzısıhha bölümü, yerel idareler bölümü,, adalet bölümü vb. gibi günlük yaşamın hemen her alanında, Geçici Hükümetin başında olduğu eski mekanizmaya alternatif pek çok bölümleri vardı. SOVYETLERE KARŞI TAVIR 1905’te olduğu gibi 1917’de de Bolşevikler sovyetler karşısında farklı yaklaşımlara sahipti. 1905’teki farklılık parti açısından ciddi pratik sonuçlar taşımamıştı, çünkü Petersburg Sovyeti o zaman ‘embriyon’ halindeydi. 1917’de ise durum farklıydı, çünkü embriyon gelişmiş ve o ölçüde de fiilen kendini hissettiriyordu. Bu yeni durumda farklı tavırlar ciddi teorik ve politik farklılıklara tekabül ettikleri gibi, partinin’ yığınları etkileme gücü ölçüsünde de yığınların kaderi üzerinde pratik politik anlamlar taşıyacaklardı. Ünlü Nisan Tezleri’nden önce Bolşevikler arasında, sovyete, daha doğru ifade edersek sovyetin geçici hükümet ile ilişkisine dair farklı tutumlar söz konusu idi. O sırada parti içinde etkin olan ve hareketin önemli noktalarında bulunan örgütlerin söyleşi bir sıralamasına katılmak doğru gözüküyor: MK Rusya bürosu, Petersburg Komitesi, Vyborg Komitesi ve Pravda’nın Yazı Kurulu52. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Vyborg komitesi şehrin en önemli işçi semtlerinden birinin örgütü idi; Şubat devriminde çok önemli bir rol oynamıştı ve Şubat-Ekim arasında semt sovyetinde sürekli çoğunluğu elde tutmuştu. Bu örgütün diğerlerinden en önemli farkı sovyet hareketi karşısında parti önderliğini desteklememiş, harekete katılmış ve yönlendirmeye çalışmış olmasıydı. «Vyborg Semt Komitesi, kapitalizmi yıkmak ve Rusya’da sosyalizmi başlatmak üzere sovyet iktidarı çağırışı yapmıyordu. Bir Geçici Devrimci
SOVYET DEVLETİ ● 111 Hükümet oluşturmak için sovyet çağırışı yapıyorlardı ve bu 1 Mart’taki genel toplantıda kabul ettikleri açıklamada açıklıkla belirtilmektedir»53. Geçici Devrimci Hükümet Lenin’dn 1905’de formüle ettiği gibi, 8 saatlik işgününü, toprağın kamulaştırılmasını ve asgari ücreti hayata geçirecek, demokratik bir cumhuriyet kurmak için kurucu meclisi toplantıya çağıracaktı. Bu, birazdan göreceğimiz gibi Nisan Tezleri’ndekinden çok farklı bir formülasyondur. Petersburg komitesi savaş başladığından beri üyeliği bakımından bir türlü istikrara kavuşamamıştı. Üyeleri arasında hep polis ajanları bulunmuş ve sürekli olarak tutuklanmalara maruz kalmıştı. Öyle ki, Şubat devriminden sonra bile bu durum devam etmiş ancak Haziran’da durum açıklığa kavuşmuştu. Bu komite devrimden sonraki ilk toplantısında yeniden oluşturuluyordu. Eski üyeler hapisten çıkmış ve semtlerden gelen yeni delegelerin komite üyelerinin ne kadarını oluşturacakları üzerine farklı eğilimler vardı. Üzerinde anlaşmaya varılan çözüm gereğince, hem Şubat’tan önce üyeliğe seçilenlerin hepsi, hem de semtlerden gelen delegeler komiteye alındılar. Böylece Petersburg komitesi, çoğunluğu devrime katılmamış, bir kısmı ise uzun bir zamandır işçi hareketinden uzak kalmış üyelerden oluşmuş oluyordu. Geçici Hükümete karşı tavırda Petersburg komitesi, sovyetin Menşevik ve Sosyalist Devrimci çoğunluğu ile aynı düşünce çizgisinde idi. Bolşevik delegeler sovyette Geçici Hükümetin şartlı desteklenmesine karşı çıkmamışlardı ve çoğunluk ile birlikte oy kullanmışlardı. Ama Vyborg komitesinin ve birazdan göreceğimiz gibi Rusya Bürosu’nun Geçici Hükümet karşısındaki düşünceleri farklı idi. Petersburg Komitesi, 3 Mart’ta ‘eylemleri proletaryanın ve geniş demokratik halk yığınlarının çıkarlarına karşılık geldiği kadarıyla Geçici Hükümet’in iktidarına muhalefet etmeyeceğini’ oyladı54. Oylamaya katılan 9 üyeden üçü aleyhte oy kullanıyordu ve bunlar Vyborg semtinden gelenlerdi (Kaimin, Tolmehev, Shutko). Rusya Bürosu daha önce bahsettiğimiz gibi ve tabandaki üyelerin baskısı ile yayınladığı ‘Rusya’daki Bütün Yurttaşlara’ adlı manifestoda, büyük burjuvazinin ve toprak sahiplerinin Geçici Hükümeti’nin desteklenemeyeceğini ve partinin Geçici Devrimci Hükümet çağırışı yaptığını söylüyordu. Geçici Devrimci Hükümet minimum programı gerçekleştirecek ve Kurucu Meclis’i toplantıya çağıracaktı. Rusya Bürosu ile Vyborg Komitesi’nin tutumları Geçici Hükümet’e karşı ayını, ama sovyete karşı farklı idi. Rusya, Bürosu’na göre Geçici Devrimci Hükümet partinin
112 ● İŞÇİLER VE TOPLUM çağırışı ile, Vyborg Komitesi’ne göre ise sovyet tarafından kurulacaktı55. Parti işçileri konferansına sunulmak üzere 22 Mart’ta Geçici Hükümet üzerine bir karar alan Rusya Bürosu’nun zaman geçtikçe sovyet üzerine tavrını değiştirmeye başladığı gözleniyor. Karar, Sovyetlerin yeni iktidarın embriyonu olduğunu, Geçici Hükümetin devrimin görevlerini çözemeyeceğini, Petrograd Sovyeti’nin hükümetin eylemlerini dikkatle kontrol etmesi gerektiğini söylüyor ve Kurucu Meclis’ten hiç sözetmiyordu36. Partinin günlük gazetesi Pravda’nın Yazılı Kurulu, Geçici Hükümeti koşulsuz destekleyen bir tavrı onaylamıştı. Gerekçeleri, devrimin burjuva aşamasında olduğu ve iktidarın burjuvaziye ait olması gerektiği idi. 12 Mart’ta Muranov, Kamenev ve Stalin’in sürgünden dönmeleri ile bu grup önemli yandaşlar kazandı. Muranov ve Kamenev siyasal olarak Pravda Yazı Kurulu ile anlaşma halindeydiler57. Stalin ve Kamenev sürgüne gitmeden önce MK üyeleri idiler. Sürgünden döndüklerinde Rusya Bürosu haklarında şu karara vardı: Kamenev büroya alınmayacaktı, çünkü 1915’de mahkemede parti kararlarını çiğneyen bir ifade vermişti. Pravda’da yazabilirdi ama ismi çıkmayacaktı. (İlginçtir, Kamenev daha sonra Nisan Tezleri’ne de en sağ politikalarla karşı çıkacak olmasına rağmen Lenin ile beraber ve onun desteğini alarak kongrede Merkez Komitesi’ne seçilecekti.) Stalin ise ‘kişisel karakteristiklerinden’ dolayı tam üyeliğe alınmadı, onun sadece söz hakkı olacaktı58. Diğer yadan hem Stalin hem Muranov Pravda Yazı Kuruluna girdiler. Devrimden önce hukukî zorunluluklardan dolayı Duma fraksiyonunun yayın organıymış gibi yayınlanan Pravda için artık yeni koşullarda bu zorunluluk kalkmıştı. Muranov ise işler hiç değişmemiş gibi eski Duma fraksiyonunun üyesi olarak, gazetenin sahibi gibi davranıyordu. Bu andan itibaren ciddi bir karışıklık başlar. Kamenev karara rağmen ismiyle ve Rusya Bürosu’nun politikalarına karşı, Petersburg Komitesi ile uyuşan, Geçici Hükümet’e şartlı destek veren yazılar yazmaya başlar. Buna hem Moskova örgütünden hem de tabandaki işçi üyelerden tepkiler gelir ve Rusya Bürosu’nda Kamenev’in hattı oylanarak reddedilir. Fakat yeniden yazı kurulu seçimleri yapıldığında, Molotov ve Eremeev ile birlikte Kamenev de yazı kuruluna girer. Eremeev şehirde olmadığı için onun yerine Stalin alınır. Sorunlar giderek büyür. Kamenev Petersburg Komitesi’ne şartlı destekten vazgeçip, Geçici Hükümet’e tam destek vermeleri önerisinde bulunur ve komite bunu kabul eder. Tabandaki üyeler ise Pravda Yazı
SOVYET DEVLETİ ● 113 Kurulu’nun Partiden atılmasını isterler. I917’de Sovyetler karşısındaki tutum üzerine Lenin’e geçmeden kısaca Menşeviklerden bahsedelim. Menşevikler ne 1905, ne de 1917‘-de Sovyetlere karşı hiçbir zaman iktidar bağlantılı bir tavır almadılar. Devrimin burjuva karakteri konusunda 1905’te Bolşeviklerle aynı şeyi söylüyormuş gibi gözükmelerine rağmen, aralarında çok önemli bir fark vardı. Menşevikler sınıf mücadelesini hiçbir zaman nihai hedefine doğru itelemek, bunun için mücadelenin kendisinin bilinçsiz olarak sunduğu fırsatları bilince çıkarmak için çabalamadılar. Onun için kurulmasında her iki seferinde de Bolşeviklerden daha atak davranmalarına rağmen, Sovyetlerin tarihsel önemini fark etmediler ve hep geçici organlar olarak gördüler. Onların amacı burjuva demokratik özgürlüklerin bulunduğu bir Rusya’da, Batı Avrupa’daki kitlesel işçi partileri gibi (özellikle ASDP) bir parti olmaktı. Sovyetler bunu sağlayacak, bu özgürlükleri garantiye alacak ve sonra yerini burjuva demokratik kapitalist bir cumhuriyete bırakacak organlar olacaklardı. Hem sovyetten, hem de Geçici Hükümetten yana olmaları nedeni ile, 1917 Şubat-Ekim arasında tarihin Rus işçi sınıfına çok özel bir rol biçtiği bu dönemde sürekli olarak sınıfın gözünden düştüler, etkinliklerini yitirdiler. 1917 SOVYETLERİ VE LENİN O sırada İsviçre’de sürgünde bulunan Lenin, 7-26 Mart tarihleri arasında 5 mektup yazar. Birinci mektupta savaşın meydana getirdiği dünyatarihsel koşulların Rus devrimini nasıl bu kadar hızla sonuca ulaştırdığını, yeni hükümetin İngiliz ve Fransız, emperyalizminin ajanı olduğunu dolayısıyla savaş yanlısı ve devrimin kazançlarının düşmanı olduğunu anlatır. «Bu hükümet ile -şu andaki savaş söz konusu olduğunda milyar dolarlık ‘İngiltere ve Fransa firması’nın temsilcisinden başka bir şey değildir yan yana proletaryanın ve şehir ve kır nüfusunun bütün yoksul kesiminin çıkarlarını temsil eden gayrıresmi, henüz tam gelişmemiş ve öbürü ile kıyaslandığında zayıf olan işçilerin hükümeti yükseldi. Bu Petrograd’daki İşçi Temsilcileri Sovyeti’dir ve askerlerle, köylülerle ve aynı zamanda köylülerden daha çok, şüphesiz, tarım işçileri ile - özellikle ve birincil olarak tarım işçileri ile -bağlantılar arıyor»59 «İşçi Temsilcileri Sovyeti işçilerin bir örgütüdür, embriyon halindeki işçi
114 ● İŞÇİLER VE TOPLUM hükümetidir, nüfusun yoksul kesiminin bütün kitlesinin çıkarlarının, yani nüfusun onda dokuzunun temsilcisidir ve barış,, ekmek ve özgürlük için mücadele etmektedir»60. «Bizimki bir burjuva devrimidir, bu yüzden, işçiler burjuvaziyi desteklemeli diyor Potresovlar, Gvozdyovlar, Çekitzeler, Plehanov’un dün dediği gibi. » «Bizimki bir burjuva devrimidir, diyoruz biz marksistler, bu yüzden işçiler burjuva politikalarının aldatmacasına halkın gözlerini açmalıdırlar, onlara bu sözlere inanmamalarını bütünüyle kendi güçlerine, kendi örgütlerine, kendi birliklerine ve kendi silahlarına bağımlı olmalarını öğretmelidirler. » «Oktobristlerin ve Kadetlerin, Guçkovların ve Miyukovların hükümeti, samimi olarak istese bile (sadece çocuklar Guçkov ve Luvov’un samimi olduklarına inanabilir) halka ne barış, ne ekmek ne de özgürlük veremezler»61. Hükümete karşı acil tavra ilişkin ‘taktik problemlerin’ daha sonraki makalede tartışılacağını söyleyen Lenin, o andaki durumun ‘devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına bir geçiş’ olduğunu söyleyerek proletaryanın müttefiklerini şöyle sıralar: «...birincisi, sayısı milyonlara varan Rusya’nın nüfusunun ezici çoğunluğunu meydana getiren geniş yarı proleter kitleler ve kısmen küçükköylü nüfus. Bu kitle için barış, ekmek, özgürlük ve toprak elzemdir.» Bu kitlenin kaçınılmaz olarak burjuvazinin, özellikle de küçük-burjuvazinin (Sağ Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin radikal demokratizmi) etkinliği altında olduğunu söyleyen Lenin, «Şimdi yeni düzenin göreli özgürlüğünden ve İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nden yararlanmalı ve her şeyden önce bu kitleyi aydınlatmalı ve örgütlemeliyiz -bu en ivedi görevlerimizden biri. Bu bağlamda sadece tarım işçilerinin kendi ayrı sovyetlerini kurmaları için değil, fakat mülksüz ve en yoksul köylülerin de iyi halli köylülerden ayrı olarak örgütlenmeleri
SOVYET DEVLETİ ● 115 için çabalayacağız»62. Rus proletaryasının ikinci müttefikinin ise savaşan ülkelerin ve genel olarak bütün ülkelerin proletaryası olduğunu söyleyen Lenin, mektubu şöyle bitirir: «Bu iki müttefikle, şu andaki geçiş durumunun özelliklerinden yararlanarak, proletarya önce Guçkov-Milyukov yarı monarşisinin yerme demokratik cumhuriyete ve köylülüğün toprak sahipleri üzerindeki zaferine ve sonra savaştan yorulmuş halka barış, ekmek ve özgürlüğü yalnız onun verebileceği sosyalizme ilerleyebilir». Bu mektup Pravda’da, epey kesilerek yayınlanır. Nedenini’ anlamak kolay, pratik bir alternatif sunmamakla beraber Lenin kesinlikle Geçici Hükümet’e karşıdır, kurucu meclisten bahsetmemektedir ve sosyalizme geçiş sürecinin yaşandığını ileri sürmektedir. 9 Mart’ta yazdığı ikinci mektup ve daha sonrakiler de Pravda’da yayınlanmayacaktır. İkinci mektup tamamen The Times, Le Temps veNeue Züricher Z-itung’ûa, Rusya üzerine okuduğu son haberlerin bilgisi ile yazılmıştır. Ve mektup emperyalist Avrupa burjuvazisinin daha, şimdiden Rusya’daki durumu ‘anarşi’, ‘düzensizlik’, devrimin getirdiği ‘kargaşa olarak değerlendirmesine, kapitalistlerle Çar’ın anlaşarak ‘düzeni tesis etmesi’ dileğine karşı öfke ile doludur. Dolayısıyla proletaryanın düzeni -barış, ekmek, özgürlük- tesis etmeye muktedir olduğunu anlatır. «Devrim proletarya tarafından yapıldı. Kahramanlığını gösterdi, kanını akıttı, kendisi ile birlikte ezilenlerin ve yoksulların geniş kitlelerini sürükledi; ekmek, barış ve özgürlük talep ediyor; Cumhuriyet talep ediyor; sosyalizme sempati ile bakıyor. ...Kırların işçileri, köylerin ve şehirlerin en-yoksul kesimi tarafından desteklenen bir proletarya cumhuriyeti barışı getirebilir, ekmek, düzen ve özgürlüğü sağlayabilir»64. Evet gündeme hızla kimin düzeni kurulacak sorusu gelmektedir ve Lenin bunun şiddetle farkındadır. Fakat hâlâ İşçi Sovyetleri Hükümeti’ demez. Çünkü Lenin’in bulunduğu yerdeki koşullar sovyeti gereğince tanımasına elvermemektedir.
116 ● İŞÇİLER VE TOPLUM 11 Mart’ta yazılan üçüncü mektup doldurulması gereken ve o andaki konumu, devraldığı siyaset ve yönetme mirası nedeniyle burjuvazinin doldurmaya aday olacağı gözüken boşluğu proletaryanın hasıl dolduracağını anlatır. İlk defa 1871-1905 ve 1917 arasında paralellikler kurar, Maks’ın ‘İç Savaş’ta önerdiklerine uygun olarak yeni devletin özelliklerine değinir. İşçi Sovyetleri’nden bahsetmesine rağmen, bunlara hâlâ iktidar fonksiyonu yüklememektedir. «Devrimci zamanlarda nesnel durumun hayatın genel akışmdaki gibi ani ve beklenmedik bir şekilde değiştiğinin farkına varmak önemlidir. Ve biz taktiklerimizi ve acil görevlerimizi verili anın özgün karakteristiklerine uydurabilmeliyiz. 1917 Şubat’mdan önce acil görev cesur devrimci-enternasyonalist propaganda yürütmek, yığınları kavgaya çağırmak, ayağa kaldırmak idi. Şubat-Mart günleri ivedi düşmanı, Çarlığı bertaraf etmek için fedakâr mücadelenin kahramanlığını gerektiriyordu. Şimdi devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına, Çarlıkla ‘uğraşmaktan’ GuçkovMilyukov toprak sahibi ve kapitalist, emperyalizmle ‘uğraşmaya’ geçiş durumundayız. Acil görev, örgütlenmedir, sadece alışılmış anlamdaki çalışma ile alışılmış Örgütleri kurmak için değil, fakat ezilen sınıfların daha önce görülmemiş genişlikteki kitlelerini, devletin askerî, siyasal ve ekonomik işlevlerini görecek bir örgüte çekmek anlamında»65. Halbuki Rusya’da sovyetler tam da bu görevleri yapmaya başlamıştır! 12 Mart’ta yazılan dördüncü mektup Maksim Gorki’ye dair aldığı bir gazete haberine tepki ile başlar. Neue Züricher Zeitung, İsveç’teki Gorki’nin Geçici Hükümet’i kutlayan bir telgraf çektiğini haber vermektedir. Telgraf özellikle barış talep etmekte ve Geçici Hükümet’in erken bir barışı sağladığı takdirde sadece Rusya’ya değil, bütün insanlığa büyük bir hizmette bulunmuş olacağını söylemektedir. «Baştan başa alelade f.ilişten ön yargılarla doldurulmuş bu mektubu insan derin üzüntü ile okuyor. Bu satırların yazarı Capri’deki toplantılarda Gorki’yi siyasal hataları yüzünden uyarmak ve eleştirmek için pek çok fırsata sahip olmuştu. Gorki, o taklit edilemez cazip gülüşü ile bu eleştirileri savdı ve samimi bir açıklamada bulundu: ‘Biliyorum kötü bir marksistim. Ayrıca biz sanatçılar hepimiz biraz sorumsuzuz.’ Buna karşı çıkmak mümkün değil»66.
SOVYET DEVLETİ ● 117 Bu girişten sonra savaşa- tutuşan emperyalistlerin Türkiye’yi, özellikle İstanbul’u, Ermenistan’ı, Arnavutluk ve Galiçya’yı paylaşmadan bu savaşı bırakmayacaklarını, onlardan barış beklemenin boşuna olduğunu anlatır. Ve sonunda, ‘eğer siyasal iktidar Rusya’da İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri’‘nin elinde olsaydı, bu Sovyetler ve onlar tarafından seçilen Bütün Rusya Sovyeti’ Parti’nin bir barış programını hayata geçirebilirdi diye bitirir. İşçilere ve köylülere seslenerek: «Kendiniz karar verin, eğer büyük 1905 devriminin yaşayan anıları ile donanmış Rus halkı tam özgürlüğü kazanır ve bütün siyasal gücü İşçi ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerine devrederse, savaş devam edebilir mi, yeryüzündeki kapitalist egemenlik devam edebilir mi?»67 26 Mart’ta yazılan son mektup daha önceki mektuplarda yazılanları özetleyerek proletaryanın acil görevlerini sıralar: «Bu adımlar zorunludur, şimdinin savaş koşulları tarafından yaratılmışlardır. Bütünlükleri ve gelişmeleri içinde bu adımlar sosyalizme geçişe işaret edeceklerdir. Rusya’da sosyalizme bir hamlede, geçiş önlemleri olmaksızın varılamaz, fakat böylesi geçiş önlemlerinin sonucunda ulaşılabilir elzem bir hale gelmiştir. Bu bağlamda, kırsal alanlarda, özel İşçi Temsilcileri Sovyetleri’ni, yani tarımdaki ücretli işçilerin, diğer köylü temsilcileri sovyetlerinden ayrı olarak, sovyetlerini acilen örgütlemek görevi en aşırı acillikte bir sorun olarak öne çıkmaktadır»68 NİSAN TEZLERİ Lenin 3 Nisan’da Rusya’ya döndüğünde Geçici Hükümet’in tamamen kukla olduğunu, asıl gücün Sovyetlerde olduğunu derhal görecek ve belirleyici sloganı saptayacaktı: Bütün İktidar Sovyetlere! Ünlü Nisan Tezleri özetle şunları söylüyordu: 1. Lvov ve ortakları hükümeti altında Rusya açısından savaş emperyalist bir savaştır ve ‘devrimci savunmacılığa’ en küçük bir taviz bile verilemez. 2. Rusya’da şu andaki özgün durum ülkenin devrimin birinci aşamasından -proletaryanın yetersiz sınıf bilinci ve örgütlenmesi yüzünden iktidar burjuvazinin elindedir - iktidarı proletaryanın ve köylülerin en yoksul kesimlerinin ellerine verecek
118 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ikinci aşamasına geçmekte olduğudur. 3. Geçici Hükümet’e destek yok; vaadlerinin yalan olduğu açığa çıkarılmalı, özellikle ilhaklara karşı çıkışı. 4. Kitlelerin, İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin mümkün tek devrimci iktidar biçimi olduklarını görmeleri gerekmektedir. Bu yüzden de görevimiz sabırlı, sistemli ve ısrarlı bir şekilde bu hükümetin taktiklerinin yanlışlığını açıklamaktır, bu açıklama onların pratik ihtiyaçlarına uyarlanmış olmalıdır. 5. İşçi Temsilcileri Sovyeti’nden parlamenter cumhuriyete dönüş geri bir adım olacaktır. «Tezler yalnızca Lenin’in imzasıyla yayınlandılar; bir tek Bolşevik örgüt, grup veya kişi ona katılmamıştı. Ve Pravda’nın Yazı Kurulu üyeleri Lenin’in yalnızlığını ve kendilerinin ondan bağımsızlığını vurgulamayı gerekli bulmuşlardı. ‘Lenin’in genel şemasına gelince’ diyordu Pravda ‘burjuva demokratik devrimin bittiği varsayımından hareketle bu devrimin ivedilikle sosyalist bir devrime dönüşeceğini hesap ettiği sürece bize kabul edilmez gözükmektedir69». Lenin burjuva demokratik devrimin tamamlandığını şöyle anlatır: «Devrimden sonra iktidar farklı bir sınıfın, yani, burjuvazinin ellerindedir. Devlet iktidarının bir sınıftan diğerine geçişi, bir devrimin ilk, birincil ve temel işaretidir, terimin hem sıkı bilimsel ve hem de pratik politik anlamıyla. ,Bu ölçüde, burjuva veya burjuva demokratik devrim Rusya’da tamamlanmıştır»70. Lenin özetle şunu anlatıyordu: iktidarın sınıfsal bileşimi itibariyle burjuva demokratik devrimin, burjuva kısmı tamamlanmıştır, demokratik kısım ise burjuva iktidara destek olan Sovyetlerde kendini ifade etmektedir. Bu kısmın tamamlanması ancak sosyalizme geçişle birlikte ve sovyet iktidarı ile tamamlanacaktır. Tartışmalar müthiş bir hızla ve sıcaklıkla sürer. 24-29 Nisan’da yapılan 7. Parti Konferansı bittiğinde Lenin, partiyi kendi yanma kazanmıştır. SOVYET DEVLETİ
SOVYET DEVLETİ ● 119
Mayıs ayından itibaren başta büyük şehirler olmak üzere Bolşeviklerin İşçi ve Asker Sovyetlerindeki etkinliği artmaya başlar. 25 Ekim’de 2. Bütün Rusya Kongresi toplandığında, bir gece önce Petrograd Sovyeti şehri ele geçirmiştir. Kongrede 402 İşçi ve Asker Sovyeti temsil edilir. 650 delege içinde Bolşevikler çoğunluğu, oluşturmaktadırlar. Hakkında bilgi, olan 366 sovyet örgütünden 255’i (% 69,6’sı) ‘Bütün İktidar Sovyetlere!’ sloganını, Sl’i (% 22,1) ‘Bütün İktidar Demokrasiye’ veya1 ‘Kadetsiz koalisyon’ sloganını desteklediler, 30’u (% 8,3) kararsızdılar71. 3. Bütün Rusya Sovyet Kongresi 28 Ocak 1918’de toplanır. 3 gün sonra ise Köylü Sovyetleri Kongresi ile birleşir. Birleşik Kongre’deki 942 delegeden sadece 52’si muhalif idiler. Lenin daha sonra 710 delegenin 434’ünün (% 61) Bolşevik olduğunu yazmıştır72. Birleşik Kongre yeni devletin adım ‘Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ koyar ve kendisini en yüksek iktidar organı ilân eder. Sovyet devriminde, Batı’daki burjuva devrimlerinde olduğu gibi hararetli anayasa tartışmaları hemen hiç gündeme gelmedi. Çünkü yeni devrimin, birbiriyle kıyasıya dövüşmüş sınıfların sonunda ulaştıkları denge noktasını ve bu noktada bir tarafın diğer tarafa verdiği - aslolarak ezenlerin ezilenlere - tavizleri veya diğer taraftan bakacak olursak bir tarafın -ezilenlerin- diğerinin iktidarının sınırlarına işaret eden bir uzlaşma belgesi olan bir anayasaya ihtiyacı yoktu. «Devrimin ilk avlarının coşkunluğunun anayasal biçimlere pek aldırdığı yoktu. Anayasa taslağının hazırlandığı dönem hem ekonomik hem de dış politikada çok ciddi ve devamlı bir kriz dönemi idi ve rejimin varlığını tehdit ediyor, küçük meselelerle uğraşmaya zaman bırakmıyordu. Sonuç olarak anayasa taslağı, hazırlandığı cumhuriyet yönetenleri tarafından dünya çapında sosyalist cumhuriyete veya cumhuriyetler federasyonuna giden yolda kısa bir geçiş aşaması olarak görülüyordu»73. Sovyetler 4. Bütün Rusya Kongresi’ne gelindiğinde, Mart 1918’de ortada hâlâ tamamlanmış bir taslak yoktu. 1 Nisan 1918’de, Bütün Rusya! Yürütme Komitesi kısa bir tartışmadan sonra ana-
120 ● İŞÇİLER VE TOPLUM yasa taslağını hazırlayacak bir komisyon kurmaya karar verdi. Komisyonun başkanı, Bütün Rusya Yürütme’sinin başkanı olan Sverdlov idi. Diğer üyeler Stalin tek hükümet üyesi ve partinin ulusal sorun uzmanı -, Bukharin ve Pokrovsky - ünlü bir Marksist tarihçi idi-, Steklov -îzvestiya’nm. editörü- ve bazı bakanlıkların temsilcileri idiler. 3 Temmuz 1918’de taslak bitti ve Sovyetler 5. Bütün Rusya Kongresi’ne gelmeden önce Parti Merkez Komitesi’nin onayına sunuldu. İlk dört bölümü 3. Bütün. Rusya Sovyetler Kongresi’nde kabul’ edilen ‘Ezilen ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirisi’nden alınan genel prensiplere ayrılmıştı. 5. Bölüm bir dizi genel önermeye ayrılmıştı. Örneğin, cumhuriyetin federal karakteri; devletin ve okulun, kiliseden ayrılması; gazeteler, broşürler ve kitaplar yayınlayabilmenin teknik olanaklarının ve aynı zamanda toplantı salonlarının hizmetlerine verilmesi garanti altına alınarak işçilere söz, fikir ve toplantı özgürlüğü; bütün yurttaşların ‘çalışmayan yemeyecek’ prensibi gereğince çalışma zorunluluğu; cumhuriyetin savunulması için bütün işçilere askerlik hizmeti zorunluluğu; siyasal ve dinsel nedenlerden dolayı takibat altında bulunan yabancılara1 sığınma hakki; ırk ve milliyet temelindeki bütün ayrımcılığın kaldırılması. 6. ve 8. bölümler merkezi örgütlenme ile ilgiliydi. En yüksek güç kaynağı her 25 bin seçmene bir delegenin düştüğü şehir Sovyetleri ve her 125 bin seçmene bir delegenin düştüğü taşra Sovyetleri delegelerinden oluşan Bütün Rusya Sovyet Kongresi idi. Bütün Rusya Sovyet Kongresi’nin seçtiği Bütün Rusya Merkez Yürütme Komitesi’nin 200 üyesi, kongrenin toplantı halinde bulunmadığı zamanlarda kongre adına yetki kullanacaktı. Bütün Rusya Merkez Yürütme Komitesi, Halk Komiserleri Konseyi’ni atayacaktı. Halk Komiserleri Konseyi’nin işlevi ‘Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin işlerinin genel idaresi’ idi, ama aynı zamanda, ‘kararname, emir ve talimatnameler’ - yasa değil - yayınlayabilirdi. 13. Bölüm oy hakkının sadece yaşamlarını üretimle veya topluma faydalı çalışma ile kazananlara, askerlere ve sakatlara veriyor ve işçi istihdam edenlere, rantiyelere, özel ticaret erbabına, keşişlere ve rahiplere, eski polis teşkilâtının memur ve ajanlarına oy hakkı vermiyordu74. Lenin’e göre yeni devlette genel oy hakkının olmaması ilkesel anlam taşımıyordu. O bunun «sadece bir Rus sorunu olduğunu» defalarca belirtir. Başka ülkelerde genel oy hakkı ve sovyet devletinin birlikte olabileceğini söyler75.
SOVYET DEVLETİ ● 121 Bu anayasa tarihte ilk defa ortaya çıkan bir devlet tipinin sınıf ilişkilerinin siyasalhukuksal ifadesiydi. Kabalıkları ve eksiklikleri ile beraber ve onlara rağmen demokrasisini bambaşka zeminler üzerinde tarif ediyordu ve kendisini sadece bir başlangıç olarak değerlendiriyordu. Ayrı zeminlerde tarif edilmiş ve zorlanmadan, tarifini dejenere etmeden yaşayabilecek rejimler çıkmadığı sürece serpilebileceğine inanmıyordu. NOTLAR 1 Oskar Amveiler; Die Raetebewegung in Russland 1905-21, E.J. Brill, Leideru 1958, s. 27 2 O. Anweiler; ibid, s. 29 3 O. Anweiler; ibid, s. 31 4 O. Anweiler; ibid, s. 32 5 Tony Cliff; Lenin, Vol. 1, Pluto Press, London, 1975, s. 153 6 Tony Cliff; ibid, s. 153 7 O. Anweiler; ibid, s. 42 8 O. Anweiler; ibid, s. 43 9 O. Anweiler; ibid, s. 44 10 O. Anweiler; ibid, s. 49 11 O. Anweiler; ibid, s. 54 12 Leon Troçki; 1905, Pelican Books, London, 1973, s. 123 13 Leon Troçki; ibid, s. 65 14 O. Anweiier; ibid, s. 60 15 O. Anweiler; ibid, s. 58-59 16 L. Troçki; ibid, s. 267 17 T. Cliff; ibid, s. 161 18 Novaya Zizn, sayı 7, aktaran O. Anweiler, ibid, s. 95 19 Novaya Zizn, sayı 5, aktaran O. Anweiler, ibid, s. 96 20 Lenin, Toplu Eserler, İngilizce Baskı, Cilt 10, 1972, s. 19 21 Lenin; ibid, s. 21 22 Lenin; ibid, s. 21 23 Lenin; ibid, s. 302 24 Lenin; ibid, s. 72 25 Lenin; Toplu Eserler, İngilizce Baskı, Cilt 11, 1972, s. 124-25 26 L. Troçki; ibid, s. 266 27 L. Troçki; ibid, s. 268 28 L. Troçki; ibid, s. 269 29 L. Troçki; Sürekli Devrim, Köz Yayınları, İstanbul, s. 236 30 John L.H. Keep; The Russian Revolution,. Weidenfield and Nicolson. Lc don, 1976, s. 49 31 John L.H. Keep; ibid, s. 49 32 O. Anweiler; ibid, s. 121 33 Lenin; ibid, Cilt 21, s. 401-02
122 ● İŞÇİLER VE TOPLUM 34 O. Anweiler; ibid, s. 123 35 Lenin; ibid, s. 402 -36 T. Cliff; Lenin, Vol. 2, Pluto Press, 1976, London, s. 77 37 Tsuyoshi Hasegawa; The Bolsheviks and The Formation of the Petrograd Soviet in the February Revolutıon, Soviet Studies, Vol. 29, The University of Glasgow, 1977, s. 91 38 Aktaran T, Hasegawa; ibid, s. 91 -39 Aktaran T. Hasegawa; ibid, s. 91 10 T. Hasegawa, ibid, Ek, Belge C, s. 106-07 11 T. Hasegawa; ibid, s. 93 42 Aktaran T. Hasegawa; ibid, s. 93 13 Aktaran T. Hasegawa; ibid, s. 95 44 Giterman V. Geschichte Russlands, Hamburg 1949. Aktaran O. Anwelîer, s. 129 45 L. Troçki; The History of the Russian Revolution, Pluto Press, London 1977, s. 177 46 John L.H. Keep; ibid, s. 117-8 47 L. Troçki; ibid, s. 177 18 John L.H. Keep; ibid, s. 125 49 John.L.H. Keep; ibid, s. 127 50 John L.H. Keep; ibid, s. 129 51 John L.H. Keep; ibid, s. 131-32 52 D.A. Longley; The Divisions in the Bolshevik Party in March 1917, Soviet Studies, Vol. 34, The University of Glas-gow, 1973, s. 6 53 D.A. Longley; ibid, s. 63 54 D.A. Longley; ibid, s. 65 65 D.A. Longley; ibid, s. 87 56 D.A. Longley; ibid, s. 68-69 57 D.A. Longley; ibid, s. 70 58 D.A. Longley; ibid, s. 68 59 Lenin, Toplu Eserler, Cilt 23, İngilizce Baskı, 1977, s. 304 60 Lenin; ibid, s. 304 61 Lenin; ibid, s. 306 62 Lenin; ibid, s. 307 63 Lenin; ibid, s. 307-08 64 Lenin; ibid, s. 310 65 Lenin; ibid, s. 331 66 Lenin; ibid, s. 333 67 Lenin; ibid, s. 339 68 Lenin; ibid, s. 341 69 Sukhanov, The Russian Revolution 1917; London, 1955, s. 299. Aktaran T. Cliff; ibid, s. 124 70 Lenin; Toplu Eserler, İngilizce Baskı, Cilt 24, 1977, s. 44 71 Aktaran O. Anweiler; ibid, s. 243 72 O. Anweiler; ibid, s. 272, 52 numaralı dipnot. 73 E.H. Carr; The Bolshevik Revolution-1, Pelican Books, 1977, s. 134 74 E.H. Carr; ibid, s. 135-36 .75 Lenin; Seçme Eserler, Almanca Baskı, Cilt 2, s. 435. Aktaran O. Anweiler; ibid, s. 282
İNGİLTERE’DE GENEL SEÇİM : BİR YENİLGİ DÖNEMİNİN SON PERDESİ Galip GÜRBÜZ Onbir Haziran günü İngiltere’de Margaret Thatcher’in Muhafazakâr Partisi aralıksız olarak üçüncü kez hükümet oldu. Toplam oyların % 42’sini alarak genel seçimleri kazanan Thatcher, böylece bu yüzyılda üst üste üç dönem başbakanlık yapan ilk parti lideri olma başarısını gösterdi. Neil Kinnock’un önderliğindeki İşçi Partisi ise, oyların % 32’sini alarak 1979 ve 1933’ten sonra üçüncü ağır yenilgisini yaşadı. Kuşku yok ki, bu sonuç ülkedeki tüm sosyalistler için ciddi bir darbe oldu ve büyük ölçüde demoralizasyona yol açtı. Bu demoralizasyonun etkisi büyük olasılıkla Önümüzdeki yıllarda da kendini hissettirecek. Hükümet bir yandan sosyal devletin kanatlarını kırpmayı sürdürür, bir yandan da işçi sınıfına ve örgütlerine yönelttiği dolaysız saldırıları artırırken, sınıfın yaşam düzeyini ve çalışma koşullarını savunma mücadelesinde başı çekecek olan işçilerin demoralizasyonu hükümetin işini alabildiğine kolaylaştıracaktır. Son yılların defansif mücadelelerini bile örgütlemek zorlaşacaktır. İşçi Partisi, oylarını bu seçimde 1983’e kıyasla % 3 artırarak milletvekili sayısını 200’den 229’a çıkardı. İki nedenle bunu başarı olarak nitelemek mümkün değil. Birincisi, 1983 İşçi Partisi’nin tüm tarihi boyunca en başarısız olduğu seçimken, bunun ancak % 3 üzerine çıkabilmek anlamlı bir ilerlemeye işaret etmiyor. İkincisi, 1987’de kazanılan ek oyların neredeyse tümü üçüncü parti olan Liberal/ Sosyal Demokrat İttifak’tan kazanılmış oylar ve Muhafazakâr Parti, 1983’te aldığı oyları aşağı yukarı tümüyle korudu. İşçi Partisi’nin belki de tek başarısı, kimilerinin beklentisinin aksine siyaset sahnesinden silinmeyip, ikinci büyük parti olma özelliğini korumuş ve İttifak Partileri’ni gerilemeye uğratmış olması. İşçi Partisi’nin bu ağır yenilgisinin nedenleri önümüzdeki aylarda parti içinde uzun uzun tartışılacak, büyük olasılıkla parti içi sol-sağ mücadelesini yeniden su yüzüne çıkaracak. Daha şimdiden sağın saldırısı başlamış durumda. Örneğin, İşçi Partisi’nin tek bir adayının solcu olmadığı İskoçya’da, Muhafazakâr Parti’nin neredeyse tamamen silinmiş olması, solcu adayların oy kaybına neden olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor. Partinin ‘tek taraflı silâhsızlanma’ politikası ise hem birçok partili tarafından, % 3 kadar bir oy kaybına neden olan «önemli bir hata» olarak yorumlanıyor.
124 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Bunlara karşılık, Parti’nin sol kanadı yenilginin nedenlerinin sosyalist siyasetlerin terk edilmiş olmasında aranması gerektiğini savunuyor. Sol kanat Liverpool, Sheffield, Manchester gibi büyük kentlerde solcu adayların başarısına işaret ederek, partinin seçmenlerin önüne sosyalist bir programla çıkması gerektiğini ve geleneksel siyasetlerden vazgeçildiği ölçüde oy kaybedildiğini vurguluyor. Şurası bir gerçek ki, bu seçimlerde İşçi Partisi’nin programında, sosyalizm bir yana, fazlaca radikal görüşlerden bile eser yoktu. Parti sözcüleri tekrar tekrar son yıllarda Muhafazakârların uygulamaya koydukları siyasetlerden birçoğunu havayollarının, gaz ve telefon idarelerinin özelleştirilmesi; belediye toplu konutlarının buralarda oturanlara satılması; anakent belediyelerinin lağvedilip yerlerine merkezden atanan yönetim komitelerinin getirilmesi; sendikalar yasasında yapılan değişiklikler - değiştirmeyeceklerini vurguladılar. Uzun mücadelelerden sonra baş eğilen ve işçilerin günlük hayatını dolaysız olarak etkileyen bu yaptırımların hiçbiri partinin programında yer almıyordu. Silahsızlanma dışında - üstelik bu da nükleer silâhlar yerine klasik güçlerin geliştirilip güçlendirilmesini öneriyordu - partinin önerilerinden hiç biri sosyalizm açısından ileri bir adım niteliği taşımıyordu. İşçi Partisi’nin seçim kampanyasının temel taşlarından biri Muhafazakârların kalpsiz ve acımasız oldukları, ulusal birliği zedeledikleri, ulusal sanayi zayıflattıkları tartışması, diğeri ise Neil Kinnock’un Thatcher’dan daha iyiliksever ve insancıl olduğu, vatanını ve vatandaşlarını daha çok sevdiği iddiası idi. Böylelikle kampanya tümüyle Kinnock’ın kişiliği etrafında odaklaştırılmış, basının üzerine gideceği tahmin edilen partinin geleneksel radikal siyasetlerinin tümü hasıraltı edilmiş oldu. Sağda ve solda tüm gözlemcilerin oybirliğine vardıkları bir nokta, İşçi Partisi seçim kampanyasının son derece profesyonel bir şekilde yürütülmüş olduğu idi. Bu, siyasi değil, teknik açıdan kuşkusuz doğru bir yargı. Bu strateji üstelik besbelli partinin sol kanadının da onayıyla yürütülmüştü. Kısacası, İşçi Partisi Muhafazakârların seçtiği ve saptadığı meydanda at koşturdu ve yıllardır sağa kaymakta olan siyasal gündemin bu kayışını veri olarak alıp, kabullenip, kendi gündemini yaratmaktan kaçındı. Geleneksel olarak Muhafazakârların gündem maddesi olan konuları - asayişi sağlamak, polis sayısını artırmak gibi - kendi programına aldı. Bütün bunlar -sosyalizmin parti programından silinmesi; seçim kampanyasının parlak, profesyonel fakat siyasetten uzak niteliği; alternatif siyasetler yerine Kinnock’un insancıl kişiliğinin sunulması - parti içinde Kinnock’un kesin zaferinin habercileri idiler. Partinin 1983 seçimlerinde yediği ölümcül darbeden hemen sonra başkan olan Kinnock’un önünde iki acil görev vardı: Partiyi ve siyasetlerini ‘modernize’ etmek (yani sağa çekmek) ve yeniden güvenilir bir hükümet partisi olabileceğini egemen sınıfa kanıtlamak. Bu görevlerin ikisi de partinin sol kanadını etkisizleştirmeyi, susturmayı, partinin karar mekanizmalarından (ve hatta partiden) uzaklaştırmayı gerektiriyordu. Bu şekilde Kinnock ağırbaşlı, ılıman, her türlü aşırılığa karşı tahammülsüz ve partinin sol kanadını kontrol altında tutabilen bir lider olduğunu kanıtlayabilecekti.
İNGİLTERE’DE GENEL SEÇİM ● 125 Aynı şekilde, bu iki görev partinin ‘aşırı’ ve ‘demode’ olarak kabul edilen (yani sol) politikalarından da arıtılmasını gerektiriyordu .Bu gereklilik solun geniş kesimlerinde yaygın olarak kabul gören bazı saptamalara da dayandırılıyordu. Bunlardan birincisi, geleneksel işçi sınıfının artık eridiği, yok olduğu ve bu nedenle geleneksel tabanını kaybeden İşçi Partisi’nin artık işçi sınıfının partisi olma iddiasından vazgeçip, diğer sınıflara da hitap”etmesi gereği. İkincisi, sendikaların fazla güçlü olduğu görüşünün toplumda yaygınlık kazandığı ve bu nedenle Parti’nin sendikalarla olan ilişkisini arka plana itmesi gereği. Üçüncüsü, Muhafazakârların siyasetlerinden birçoğunun, ‘yeni-tip işçi sınıfı’ da dahil olmak üzere, geniş kitlelerce benimsendiği ve bu nedenle Parti’nin bu siyasetlere artık muhalefet etmemesi gerektiği (bunlar, yukarıda da saydığımız, özelleştirme, belediye konutlarını satma, sendikaların gücünü kısıtlama gibi siyasetler). Parti’nin sınıfsal tabanından ve sınıf siyasetinden uzaklaşma gerekliliği bir diğer unsurca da dayatılıyordu. 1980 yılında İşçi Partisi’nden kopan dört milletvekilinin kurduğu Sosyal Demokrat Parti ile Liberal Parti’nin İttifak’ı, 1983 seçimlerinde İşçi Partisi’nden çok önemli oranda oy çalmış, Parti’nin oy oranının % 28’e düşmesinde başrolü oynamıştı. İttifak’a giden oyları geri kazanmak gerekiyordu. İttifak da İşçi Partisi’nin solcuların elinde olduğunu iddia ettiğine göre bunun böyle olmadığını kanıtlamak gerekliydi. 1987 seçimleri,. en azından, Kinnock’un bu görevlerini büyük ölçüde başarmış olduğunu kanıtladı. Hem solun sesini soluğunu kısan, hem de sosyalizmi parti programından ihraç eden Kinnock seçimlerden liderliğini pekiştirmiş olarak çıktı. Bu, aslında, dört yıllık bir sürecin son aşamasıydı. Bu sürecin iki etabından özellikle söz etmek gerek. Biri, 1984-85 kömür madencileri grevi karşısında Kinnock’un takındığı tavır. Hatırlanacaktır, bir yıl süren grev tüm Thatcher döneminde Muhafazakâr hükümete karşı girişilen et etkili mücadele haline dönüşmüş, polisle çatışmalara sahne olmuş, ülkeyi büyük ölçüde politize etmiş, işçi sınıfının geniş kesimlerine moral ve güven aşılamış, bu kesimlerden büyük destek görmüştü. Grev boyunca tüm sosyalistler ve İşçi Partisi’nin binlerce sıradan üyesi destekleme kampanyalarına katılırken, Neil Kinnock görevden mümkün olduğunca uzak durmuş, sanki böyle bir mücadele yaşanmıyormuş gibi davranmış, yorum yapmaya zorlandığı zaman da söylemeye tenezzül ettiği tek şey grevdeki şiddet unsurunu (hem polisin, hem madencilerin kullandığı şiddeti) kınamak olmuştu. Kısacası, tüm işçilere ve üstelik İşçi Partisi üyelerine bu denli moral kazandıran, hükümeti bu derece zorlayan bir mücadele, Kinnock için bir sorun, asıl (parlamenter) görevinden bir sapma idi. Üstelik de zararlı bir sapma, çünkü Kinnock’un anlayışına göre, sınıfın hem militan mücadelesi, sendikaların her kıpırdanışı İşçi Partisi’ni egemen sınıfın gözüne ‘tehlikeli’ bir parti olarak gösterebilirdi. Kinnock’un dört yıllık yükselişinin ikinci bir ilginç etabı da antrizm taktiği uygulayarak parti içine sızmış, adeta parti içinde parti kurmuş devrimciler ile bazı bağımsız devrimcilere karşı getirdiği uygulamalar oldu. 1983 yenilgisinin sorumluluğunu bunlara yükleyip parti içinde tecrit ettikten sonra birçoğunu partiden ihraç ettirdi. Devrimcilerin kontrolünde olan Liverpool parti örgütünü tümüyle lağvetti. Son seçimlerde Nottingham bölgesinin devrimci
126 ● İŞÇİLER VE TOPLUM adayını merkez kararıyla adaylıktan alarak yerine ılımlı bir aday atadı. Genel olarak, parti içindeki devrimci solu ihraç etmek, ilimli solu ise sindirip kendi saflarına çekmek siyasetini, büyük ölçüde başarıyla, uyguladı. Bundan sonra da aynı siyasetin daha da şiddetli bir biçimde sürdürüleceği kuşkusuz. Kinnock’un ve çevresindeki parti yönetiminin tüm bu başarıları göz önüne alındığında seçim yenilgisinin nedenlerini anlamak, kendi görüş açılarından bakıldığında, oldukça güç. Sesi çıkmayan bir sol kanat; sosyalizmden uzak, tartışma konusu olabilecek sorunlara değinmeyen bir program; güvenilirliğini egemen sınıflara kanıtlamış ılımlı bir lider; ve bu liderin vasıflarını vurgulayan profesyonel bir kampanya. Tüm bunlara rağmen ağır bir yenilgi, nasıl olabilir? Yenilginin bir nedeni çok açık ki tüm sosyal demokrat partilerin klasik açmazından kaynaklanıyor. Siyaset anlayışları ve perspektifleri tümüyle parlamenter bir çerçeveyle kısıtlı olduğundan, konjonktür el veya temel herhangi bir nedenle oy kaybına uğradıklarında, bu kayıbın toplumsal nedenlerini çözümleyecek araçlardan yoksundurlar. Bakış açısı parlamento ile sınırlı olduğu için, onlara gözüken manzara salt şudur: Sağ partiler oy kazanıyor, biz kaybediyoruz. Bunun çaresi ise bellidir ve tektir: sağa kaçan oyları geri kazanabilmek, sağdan oy kapabilmek, oy tabanını sağa doğru genişletmek. Bu da partinin siyasetlerini sağa doğru değiştirmekle, yelpazenin sol tarafını biraz kırpmakla başarılabilir. Mitterand’m Sosyalist Partisi’nden Berlinguer’in Komünist Partisi’ne, Papandreu’nun Pasok’undan Gonzales’in Sosyalist Partisi’ne, tüm sosyal demokrat partilerin tarihi böylesine sağa açılmaların örnekleriyle doludur. Sosyal demokrasi şunu kavramaktan acizdir: toplumda hakim olan ideoloji egemen sınıfın ideolojisidir. İşçi sınıfının devrimci potansiyeli bunu değiştirmez. Sınıfın devrimciliği potansiyel değil de aktüel bir devrimcilik olsaydı, zaten kapitalizm pek kısa ömürlü olur, devrimci partiye, uzun boylu bir sınıf mücadelesine gerek kalmazdı. Sınıfın çoğu, çoğu zaman egemen sınıfın ideolojisinin etkisi altında olduğundan, toplumu şu veya bu ölçüde değiştirmenin propagandasını yapan bir parti zaten baştan akıntıya karşı yüzüyordur, oyunun kuralları baştan kendi aleyhine saptanmıştır. Devrimci bir değişimin savunuculuğunu yapan bir parti, devrim anı hariç, hiçbir zaman tüm işçileri kendi saflarına katamaz. Sosyal demokrasinin düşü ise tam da budur: İşçilerin büyük çoğunluğunu kazanmak, tartışma ve ikna yoluyla eğitmek, toplumsal değişimi böylece, barışçıl bir yolla, gerçekleştirmek. Oysa, işçi sınıfının ezici çoğunluğu burjuva ideolojisini kabullenmişken, bu işçileri kazanmak ancak burjuva ideolojisine yaklaşmak, ona ödün vermek ve onu bir ölçüde benimsemekle gerçekleştirilebilir. Yüzyılımızda sosyal demokrasinin tarihi bu benimsemenin tarihidir. Sosyal demokrat bir partinin oy kaybına uğraması toplumda (ve bunun bir parçası olarak, işçi sınıfının üzerinde) burjuva ideolojisinin etkinliğini artırmasından ve güçlenmesinden kaynaklanır. Böyle durumlarda tüm varlık nedeni oy kazanmak olan sosyal demokrat partinin bu oyları kazanabilmek için sınıfın peşinden sağa kayması ve burjuva ideolojisine gittikçe artan ölçülerde ödünler vermesi kaçınılmazdır.
İNGİLTERE’DE GENEL SEÇİM ● 127 Ne var ki, böyle bir partinin sağa kayarak oylarını artırması da zordur. Sağın geleneksel partileri dururken, sonradan sağa kayan bir partinin niye tercih edilmesi gerektiğini seçmenlere anlatmak kolay olmasa gerek. Üstelik, sağın oyları peşinde koşan böyle bir parti kaçınılmaz olarak kendi geleneksel tabanının bir kesimini yabancılaştıracak, kendi militanlarının bir bölümünü kaybedecektir. İngiltere İşçi Partisi’nin başına gelen de aynen bu oldu. Seçim manifestosunu sulandırıp programını tavşan bokuna çevirmesi sağ partilerden oy kazanmasına yetmedi. Sağda hem Muhafazakârlar hem de İttifak gibi gerçekten sağcı iki alternatif varken (ve bunlar kendi seçmenlerine İşçi Partisi’nin aslında ılıman değil gizlice aşırı solcu olduğunu anlatırken) İşçi Partisi’nin sağdan oy kazanmasını beklemek zaten ancak meseleye sosyal demokrasinin gözlükleriyle bakınca mümkün olabilirdi. Yukarıda, sosyal demokrasinin kendi seçim performasını çözümleyecek kuramsal araçlardan yoksun olduğuna değinmiştik. İşçi Partisi de üst üste üç yenilgisini kâh zayıf liderliğe, kâh kötü bir seçim kampanyasına, kâh programını seçmenlere iyi sınamamış olmasına bağlamaktan ileri geçemiyor. Oysa, seçimleri sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görüp, bu perspektifle yorumlarsak, partinin, yenilgisinin çok daha temel toplumsal nedenleri olduğunu görmek mümkün. İşçi Partisi’nin yenilgisini İngiltere işçi sınıfının 1970’li yılların ortalarından beri sürmekte olan gerileme ve yenilgi döneminin bağlamında görmek gerekir. 1974 -76 arası güçler dengesinin işçi sınıfı aleyhine dönmesiyle başlayan bu dönem, on-yıldan fazla bir süredir sınıfın girdiği, zaten defansif, mücadelelerin büyük çoğunluğunda yenilgiye uğramasıyla sürmekte. Ardarda yaşanan yenilgiler sonucu, mücadelelerin arası gittikçe açılmakta, sınıfın morali ve kendine güveni 40; yıldır en düşük düzeyine düşmüş durumda. Kendi gücüne inancı kaybolan, girdiği grev mücadelelerini bile kazanmakta güçlük çeken bir işçi sınıfının toplumsal düzeni değiştirebileceğine olan inancı da elbette yok olacaktır. Böylesi dönemlerde, ilk elde sosyal demokrasi sınıfın önemli bir kesimine çekici bir alternatif olarak görünebilir. Kendi eyleminden umut kesen sınıfa, sınıfın adına (sınıfın kendi eylemine gerek kalmadan) toplumu değiştirmeyi vadeden sosyal demokrat bir partinin saflarını kabartabilir. Nitekim, İşçi Partisi’nin sol kanadının 1980 - 81 yıllarındaki şahlanışını da bu şekilde yorumlamak gerek. Ekonomik mücadele son derece düşük bir düzeydeyken, solun adayı Tony Benn’in İşçi Partisi başkan yardımcısı seçimlerini sadece % l’lik bir farkla kaybetmesi ve solun parti içinde bir dizi kazanımlar elde etmesi bir anlamda yanıltıcıydı. Ekonomik mücadele ile politik mücadele uzun zaman birbirinden ayrı düzeyde gidemezdi. Nitekim, ekonomik yenilgilerin sürmesi ve sınıfın moralinin üstüste-darbeler yemesi sonucu, siyasi mücadele de ekonomik mücadelenin düzeyine düştü. 1981’den beri de aynı düzeyde sürmekte. İşçiler burjuva ideolojisini ancak mücadele içinde aşarlar .Demek ki, mücadele düzeyinin on yıldır sürekli düştüğü İngiltere’de burjuva ideolojisinin sınıf üzerindeki etkisinin bugün bu denli güçlü olması da doğal. İşçi sınıfı, sınıf olarak, toplumsal düzeni ancak mücadele
128 ● İŞÇİLER VE TOPLUM içinde sorgulamaya başlar (bu, bireyler için; aynı ölçüde geçerli değil tabii). Mücadele dışında, sınıfın kolektif gücü gizlidir, kendini belli etmez. Yine aynı şekilde, mücadele dışında, burjuvazinin gücü sarsılmaz görünür, egemenliği doğal karşılanır. Buna bağlı olarak ideolojik egemenliği de azami düzeyindedir. Bu teorik saptamayı somut olarak örneklemek çok kolay. İşçi Partisi’nin seçimler ve kamu yoklamalarındaki oy oranı 1979’dan beri, kısa bir dönem dışında, % 28 ile % 32 arasında. Sadece bir dönem % 40 - 42’ye çıktı. Sözü geçen dönem kömür madencileri grevinin ikinci yarısı. Bütün sınıfın dikkatlerini ve ümitlerini üzerinde toplayan bu kitlesel mücadele süresince burjuva ideolojisinin etkisi gittikçe zayıfladı. Bu ideolojinin çeşitli yönlerini sorgulamaya başlayan işçiler gözlerini ilk elde ‘kolay’ alternatife, yani İşçi Partisi’ne çevirdiler. Oysa sosyal demokratlar mücadelenin «topluma fazla zarar vermeden» bir an önce sonuçlandırılması için ellerinden geleni yapmakla meşguldular. Sınıfın, ancak mücadele içinde Muhafazakâr Parti’den kopacağı, hükümetin siyasetlerini sorgulamaya başlayacağı, İşçi Partisi’nin önerilerine daha açık olacağı - bütün bunlar sosyal demokrasinin anlayabileceği şeyler değildi. Sosyal demokratların bunları anlayamamasının maddi temelleri ise çok açık. Mücadele içinde sınıf gözlerini ilk elde sosyal demokrasiye çevirmekle birlikte, mücadele uzayıp kızıştıkça aynı zamanda kendi gücünün de bilincine varır - sınıfın kendi eyleminin gelişmesi sınıf adına bir şeyler yapmak isteyenleri gittikçe gereksiz kılar. Düzen bir bütün olarak sorgulandığı zaman, düzenin bir parçası olan sosyal demokrasinin siyasi misyonu anlamsız bir hale gelir. Bu nedenledir .ki, sınıfın mücadeleleri ilk elde sosyal demokrasiye çıkar sağladığı halde, sosyal demokrat partiler böyle mücadelelerden diğer düzen partileri kadar uzak durur.. Sosyal demokrasi bu dönem süresince çareyi kendini yenilgiye uyarlamakta bulur; sağa kayan, demoralize bir sınıfın peşinden sağa kayar. Oysa sınıfın hareketsizliğini, demoralizasyonunu, kendine güvensizliğini yenmesinin tek yolu kendi mücadelesinden geçer. Bu durumda büyük küçük her mücadele, her grev, her işgal, her kampanya, kendi sınırlarının çok ötesinde bir önem kazanır. Çünkü önemli olan sınıfın kendine güvenini kazanmasıdır. Patronunu yenemeyen, işten .atılan bir arkadaşlarını koruyamayan, kantindeki yemeklerin kalitesini düzeltemeyen bir grup işçinin, bundan öte amaçlar için mücadeleye girişmesi beklenemez. “İngiltere işçi sınıfı 10-15 yıldır yaşamakta olduğu bu yenilgi ve demoralizasyon döneminden kuşkusuz çıkacaktır. Dönem 1930’lar kadar karanlık bir dönem değil: Avrupa’nın yarısı faşizmin çizmesi altında değil, sınıfın Örgütleri dağıtılmış değiller, egemen sınıflar ekonomik sorunlarını çözmüş olmaktan çok uzak. Mücadelenin ne zaman ve hangi koşullar altında canlanacağını önceden saptamak mümkün değil. Yalnız şu kadarı kesin: Bugüne bakıp işçi sınıfının işi bitmiştir demek ne kadar kolay gelse de, sınıf mücadelesinin tarihsel bir süreç olduğunu unutmamak gerek. Bu süreç sınıflar dengesinin kâh bizden yana, kâh burjuvaziden yana değiştiği, ama hep değiştiği bir süreçtir. 1980’ler dengenin, Avrupa çapında, işçi sınıfı aleyhine evirildiği ne ilk dönemdir, ne de herhalde son dönem olacaktır.
www.solyayin.com
tarafından hazırlanmıştır
YH , VFL O HU 7RSO XP .ú 7$3 'ú =ú 6ú
R LE E N
? OR Y U OL
VE ETİ K RE HA ERAS İ Ç TÜ BR İŞ YA ES O N N A R? İYO İSP İSİO D E M VAD CO V NE O Ç BA GOR ALET: AŞAN HAY L O D A T ORTALIK POPÜLİZM İY RK
E ED
İŞÇİ HAREKETİ: BU BİR BAŞLANGIÇTIR Mehmet Ali BULUT Uç yıldır santim santim ilerleyen işçi sınıfı hareketi son 5-6 aydır gözle görülür bir biçimde hızlandı. Beş ayda greve çıkan fabrika ve işyeri sayısı 100e, işçi sayısı ise 15 bine yaklaşıyor. Gerçekleşen grevlerin yanısıra birçok fabrika ve işyerinde grev kararları alınıyor ya da toplu sözleşmeler grev kararının alınması ve uygulanması arasında geçen sürede imzalanıyor. Grevlerle birlikte işçi yürüyüşlerine de değinmek gerekir. Son dört ayda dört işçi yürüyüşü ve mitingi gerçekleşti. Türk-İş'in Samsun mitinginin yanısıra Bozüyük'de 4000 işçi «işçinin birliği sermayeyi yenecek-sloganı ile yürüdü. İstanbul, Kazlıçeşme'de ise bine yakın deri işçisi 'iş kazası'nda Ölen bir arkadaşlarının anısına kısa ama anlamlı bir küçük yürüyüş yaptılar. Binlerce deri işçisi ise yemek boykotu yaparak bu eylemi desteklediler. İzmit'te ise 35 bin işçi grevdeki Petrol-İş üyeleri ile dayanışmalarını gösterdiler. İzmit yürüyüşü bu kentte bugüne kadar yapılan en büyük yürüyüş oldu. Yemek boy
. KITAPÇILARDA