işçiler ve toplum 5

Page 1

YH , VFL O HU 7RSO XP İşçi Hareketi ve Sosyalistler Stalin ve Bürokrasinin İktidarı Sohbet-Tartışma: Yıldırım Koç Tarihten Yapraklar: Tek Ülkede Sosyalizm 1936 İspanya Yenilgisi


tarafından hazırlanmıştır

www.solyayin.com


YH , VFL O HU 7RSO XP

Z

Yayınevi


İŞÇİLER VE TOPLUM 5 Aylık Siyasi Dergi

Dizgi

: Öz Dizgi

Baskı : Yaylacık Matbaası Kapak Baskı : Bizim Ofset

Z YAYINEVİ Babayani Sok. İpek Han No : 10, Kat: 2 Binbirdirek – İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : A. Yurdakul

— İşçiler ve Toplum’a gelen yazılar, hukuki sakıncalar dışında, hiçbir değişiklik yapılmadan aynen yayınlanır. — İşçiler ve Toplum’da yayınlanan yazılar kaynak gösterilerek kullanılabilir. — İşçiler ve Toplum cezaevlerindeki okuyucular için ücretsizdir; sendikalardan yapılacak başvurulara % 40 indirim yapılır. Yurtdışı fiyatları: Federal Almanya : 6 D Büyük Britanya : 2 £ Fransa : 18 FF


YH , VFL O HU 7RSO XP İÇİNDEKİLER —Yeni Sayı Üzerine

4

—İşçi Hareketi ve Sosyalistler

9

—Stalin ve Bürokrasinin İktidarı Mehmet ALİ BULUT

16

—Sohbet - Tartışma: Yıldırım Koç

60

—Tarihten Yapraklar: Tek Ülkede Sosyalizm Dilek FIRAT

79

—1936 İspanya Yenilgisi Tuncay KUMCU

93 109

—İşçi Smıfının Toplumsal Öncülüğü Hüseyin B.

Z

Yayınevi


YENİ SAYI ÜZERİNE RESMİ SOSYALİZM Dünya - tarihsel süreçte öyle dönemler yaşanabilir ki, tarih geçmişte olduğundan çok daha fazla gündelik politika haline gelir. İşte o dönemlerde tarih üzerine söylenen her kelimenin sorumluluğu da artar. Böylesi dönemlerde kullanılan kelimeler, kavramlar, ilkeler ölü değildir; aksine her biri bir canlılığı ve yeni bir oluşumu yansıtırlar. Soruna dünya sosyalistleri açısından bakacak olursak, 1920’li yılların tartışmalarının bugün tekrardan güncellik kazandığını tespit edebiliriz. Dünya vurgusunu özenle yapmak gerekiyor. Çünkü sorun coğrafi sınırlar içine hapsedilemeyecek kadar genelleşmiş ve çok farklı uluslara mal olmuştur. Bugün de o gün olduğu gibi, parti ve devlette sosyalist demokrasi, parti-sınıf ilişkileri, konsey demokrasisi, sosyal özgürleşmenin politik biçimleri, ekonominin inşası ve üretim sürecinin örgütlenmesi sorunları, vb. tartışılıyor. Yalnız o yıllarla bugün arasında son derece önemli bir fark var. Bugünkü tartışmalar resmi sosyalist anlayışın uygulamalarını, tarihi çarpıtmalarını, oluşturduğu teorik çerçeveyi, yani kısacası 60 yıllık bir dejenerasyonu da en ince ayrıntılarına kadar ele almak zorunda.


YENİ SAYI ÜZERİNE ● 5 Geçmişten öğrenebilmek için tarih ve teori yeniden bütünleştirilmelidir. Çünkü tarihle ideolojik değil, pratik bir ilişki ancak böyle kazanılabilir. Kazanılması gereken bu pratik ilişkinin ise anlamı büyüktür. Çünkü bugün hala resmi sosyalist anlayışın şekillendirdiği ve başarısızlığa uğramış reçeteler, yeni biçimler altında sunulmaktadır. Türkiye sosyalist hareketinin edindiği bir gelenek de, tarihin bir politik sekt’in veya partinin varlığının haklılığını göstermek için kullanılmasıdır. Bu tutum ise, kaçınılmaz olarak öğrenme süreçlerini engellemektedir. Halbuki tarihi yaşanmamış yapmak mümkün değildir. Pembe camlı at gözlükleri taşımanın dışında tek yapılabilecek olan, geçmişi bütünlüğü içinde kavrayarak, öyle akmış olmasının nedenlerini açıklayabilmektir. Yeni toplumsal projenin başından itibaren aynı hataları içermesi ancak bu sayede önlenebilir. Ancak şunu da bilmek gerekir ki, resmi sosyalizmin 60 yıllık dejenerasyonu birkaç ayda veya sayfada, hele hele de masa başında halledilemez. Resmi sosyalizmi, Stalin’in, Buharin, Troçki ve diğer ‘eski’ Bolşevik önderleri politik, örgütsel ve ‘teorik’ yenilgiye uğratmasından sonra Sovyetler Birliği’nde geliştirilen anlayışın ifadesi olarak anlamak gerekir. Şüphesiz ki, bu bir an değil, bir sürecin ürünüdür. O nedenle bürokrasinin toplumsal-politik hegemonyası ile sonuçlanan bu sürecin her anındaki değişikliği iyi kavramak gerekmektedir. Dolayısıyla resmi sosyalizm bir ideolojinin kurumsallaşması, sistemleşmesi ve yapısal özellikler kazanmasının da adıdır. İşte Mehmet Ali Bulut, ‘Stalin ve Bürokrasinin İktidarı’ başlıklı yazısında 1917 Ekim’i sonrasında yaşanmaya başlanan bu süreci ele alıyor. Bu dönemdeki devlet, parti, ordu, sendikalar ve üretim süreci içinde gerçekleşen değişiklikleri çarpıcı örnekleri ile değerlendiren yazar, yapısal Özelliklerin arka planına ışık tutuyor. Yazısınm ilk bölümünde 1917-1924 arasındaki gelişmelere değinen yazar, Bolşevikler’in tek parti olarak kalmalarının ardından parti ile devletin içice geçme sürecini ele alıyor. Aynı bölümde bürokrasinin gelişimi ve çarlık bürokrasisinin geri gelmesi de işleniyor. Yazının ikinci bölümünde ise, Lenin’in bir yanda Büyük Rus şovenizmine, diğer yanda ise bürokrasinin gelişimine karşı —pek başarılı olamayan— muhalefeti ele alınıyor. Üçüncü bölümün konusu ise parti, devlet, sendikalar ve ordu da sürdürülen ve 1939’da tamamlanan ‘temizlik’. Yazarın da ifadesi ile ‘Sovyetlerin imhası, sendikaların


6 ● İŞÇİLER VE TOPLUM özerkliklerini yitirmeleri, işçi sınıfının atomize edilmesi, zorla sanayileşme ve sermaye birikimi’ sonuçlarını üreten bu temizlik, aynı zamanda bürokrasinin de iktidarını sağlamlaştırdı. Dördüncü bölümde ise üretim süreci içindeki değişiklikler ele alınırken, işçi sınıfının Ekim Devrimi ile elde ettiği kazanımları nasıl parça parça yitirdiği de gözler önüne seriliyor. Şüphesiz ki, üretim sürecine ilişkin söylenmesi gereken daha çok şey var. Bu yazıdaki zengin malzemeler, üzerinde durulan tarihsel sürecin arka planını aydınlatmaya büyük kolaylık sağlıyor. Sekt anlayışı için sorun öznelliği ağır basan bir ‘düşünceler tarihi’ oluşturmaktır. O nedenle de bu anlayış verilere, tarihsel malzemeye önem vermez, veya sadece kendi haklılığını vurgulayan kısmma önem verir. Tarihsel değerlendirmelerdeki bu yüzeysellik ve vulgerlik aslında bilinçli bir cahilliğin, daha doğrusu bilmek istememenin sonucudur. İşte resmi sosyalist (veya Stalinist) anlayışa karşı mücadele aynı zamanda susmaya ve unutmaya karşı da bir mücadeledir. Birçokları için sorun ‘Stalinizm’ kavramı ile kişiselleştiriliyormuş gibi görülmektedir. Elbetteki tarihsel gelişmeler tek tek kişilerin marifetlerine indirgenemezler. Ama aşırı merkezileştirilmiş, tek seslileştirilmiş bir iktidar mekanizmasının en üstünde oturan bir kişinin de bu süreç boyunca yaptıklarını ve ürettiklerini ele almamak mümkün değildir. Buharin ve diğerlerine karşı ünlü Moskova mahkemeleri senaryoları düzenlenirken, ‘sosyalizmde sınıf mücadelesinin giderek keskinleşeceği’ teorisini ileri süren Stalin’di. Bu teori, her türlü muhalefeti ve şüpheliyi fiziken tasfiye etme mekanizmaları işletilirken, propagandist bir haklılık kazanma çabasının ürünüydü. 1939’da Hitler ile saldırmazlık paktı imzalarken, Komintern adına ulusal partilere yanlış direktifler yağdıran Stalin’di. örnekleri arttırmak mümkün. Ancak daha önemli olan bu örneklere temellik eden anlayışın ortaya çıkması. Lukâcs bu anlayışı, ‘taktik durumun birincil öneme yükselmesi; gerek stratejinin gerekse teorinin taktiğe tabi kılınması’ olarak tanımlar. Yani her taktik adım, onu haklı çıkartacak ve genelleştirecek bir teorik altyapıya sahip olmalıydı, ama bu altyapının genel tarihsel gelişme çizgisi ile ilgisinin olmasının bir önemi yoktu. (*) Kısacası Stalin, Marks’ın diyalektik yöntemindeki (•) Stalin’in yönteminin iç bağlantısına göre herhangi bir duruma karşı taktik olarak bir tepki gösterilirdi, teorinin bu andaki işlevi ise ilgili taktik kararı sonradan Marks ve Lenin’in yönteminin zorunlu sonucu olarak ortaya koyabilmekti. Bu yöntemde artık ideoloji, manipulasyonun birincil alanı haline gelmek zorundadır ve Marksizm sadece taktiğin bir aracı haline indirilir.


YENİ SAYI ÜZERİNE ● 7 teori-strateji-taktik dizilişini tersyüz ederek yeniden yapılandırdı. Ortaya çıkan ise bir başka yöntem ve anlayıştı. Resmi sosyalist anlayışa karşı mücadelede bu nedenle bazı kelimelere ve kavramlara onların otantik anlamlarını geri vermek için büyük özen göstermek gereklidir. Bu aynı zamanda bir mozaiği yeniden oluşturma çabasıdır. Bu mozaiği oluşturacak bazı tartışma konularını (resmi sosyalizmin alt başlıklarını) şöyle sıralayabiliriz: İkamecilik (parti iktidarı) -bürokratizm - tek seslilik - popülizm - milliyetçilik - üretim sürecinin örgütlenmesi (işbölümü, yabancılaşma vs.)- tek ülkede sosyalizm... İşte bu alt başlıklardan bir diğeri olan ‘Tek Ülkede Sosyalizmi’, Dilek Fırat ‘Tarihten Yapraklar’ başlıklı yazısında ele almaktadır. Bu kottu da 20’li 30’lu yıllarda en ciddi tartışmalara yol açmış olanlardan birisidir. Bu tartışmalar kısa zamanda o denli anlamsız bir noktaya itilmişler ki, sorun ‘sosyalist devrimi baltalayıp baltalamama’ ekseninde ele alınmış ve Stalin’den farklı pozisyonda olan herkes bu suçlamayla karşı karşıya kalmıştır. Tek ülkede sosyalizm’ tartışmasını birkaç düzeyde birden sürdürmek gerekiyor. Bunlardan birisini, yani tarihsel olanını bu yazısı ile Dilek Fırat gerçekleştiriyor. Lenin’in 1900’lü yılların başından, devrim ertesine kadar olan yaklaşımlarını ele alarak inceleyen yazar, ‘sosyalizmi kurmaya girişmekle, kurulmasının tamamlanması arasındaki’ ince ama çok önemli ayrıma değiniyor. Dilek Fırat’ın da belirttiği gibi, bu tartışmaların bir diğer boyutunu ise bu tezin Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerin işçi hareketlerine yansımaları oluşturur. 20’li yıllardaki tartışmalar sadece uluslararası harekete ciddi etkilerde bulunmuyor aynı zamanda onları şekillendiriyordu. Fransa, İspanya, Yunanistan olayları bunun sadece batı Avrupa’daki örneklerini oluşturmaktadır. Bu ise bu tezin tartışılmasındaki ikinci tarihsel boyuttur. İşte Tuncay Kumcu da ‘1936 İspanya Yenilgisi’ başlıklı yazısında bu etkilerin İspanya’daki sonuçlarını ele alıyor. ‘Tek ülkede sosyalizm* tartışmasının teorik-güncel olan boyutu ise bu kez ele alınmıyor. Dünya kapitalizminin bugün ulaşmış olduğu nokta, uluslararası üretim ilişkilerinin ve işbölümünün yaratmış olduğu sonuçlar açısından bu konuyu ele almak ise bu tartışmanın güncel olan boyutunu oluşturur. Kapitalizmden yeni bir —sınıfsız— üretim tarzına geçiş sürecinin özellikleri konusu ise, bu tartışmanın teorik boyutunu


8 ● İŞÇİLER VE TOPLUM oluşturmaktadır, özellikle 70 yıllık geçmiş, bu geçiş sürecinin özelliklerinin ve sorunlarının ne denli az kavrandığının birer göstergesi olmuşlardır. O nedenle de geçiş süreci tartışmaları gerek tarihsel gerekse güncel açılardan büyük önem taşımaktadırlar. Bu sayıda ele alınmamış olan, ama resmi sosyalizmin alt başlıkları olarak değerlendirilen konular da şüphesiz ki, bir an evvel tartışılmalıdır. İşçi hareketinin teori ve pratiğinin eleştirel bir değerlendirilişi marksizmin özgürleştirici içeriğinin de yeniden kazanılmasının ön koşullarından birisidir. Radikal ve eleştirel bir değerlendirme oluşturulmaya çalışılan toplumsal projenin de şekillendiricisi olacaktır. Dünyaya pembe at gözlükleri ile bakmaya alışmış birçok kişi için bugün şaşırtıcı şeyler olmaktadır, örneğin Şubat 1988’de (50 yıllık bir aradan sonra) Sovyetler Birliği’nde Buharin aklandı; 13 Haziran’da ise yine Stalin döneminde ‘halk düşmanı’ ilan edilmiş olan eski Bolşevik önderlerden Kamanev, Zinoviev, Radek ve Pyatakov’un politik itibarları iade edildi. Hala eski Bolşevikler’in neden ve nasıl ‘temizlendiklerini’ inatla ve bilinçli bir seçimle Öğrenmemiş olanlar için belki de bu iyi bir fırsattır. DİĞER YAZILAR Üç yazarın ortaklaşa kaleme aldıkları ‘İşçi Hareketi ve Sosyalistler’ başlıklı yazı genel hatları ile bugün Türkiye’de yaşanmakta olan bir süreci tanımlıyor. Bu yeniden şekillenme sürecinin özellikleri olan sınıfın birlik eğilimi, sendika bürokrasisine karşı mücadele ve kendiliğinden eylemleri ele alan yazarlar, bu gelişmelere katılabilmenin ve bilinçli müdahalenin temel koşulunun ne olduğunu tartışıyorlar. Yıldırım Koç ile yapılmış olan sohbet - tartışma ise yine Türkiye işçi hareketinin bugünkü durumu ve gelişme eğrisi üzerine malzemeler sunuyor. Bir sonraki sayımızda, yine Yıldırım Koç’un göndermiş olduğu eleştirileri, bunlara verilen yanıtı ve kendisi ile yapılan sohbet - tartışmanın değerlendirmesini yayınlamayı düşünüyoruz. Çünkü özellikle sınıfın kendi örgütlülüğünün gelişmesi konusunda, Türkiye işçi hareketi içinde çok fazla tartışılacak konu olduğundan herhalde kimsenin şüphesi yoktur.


İŞÇİ HAREKETİ VE SOSYALİSTLER Rıdvan AKAL Mehmet Ali BULUT Hakan MAHMUTOĞLU

‘87 yılının Kasım ayında yapılan seçimlerden bu yana genel olarak işçi hareketi, özel olarak da Türk-İş’in sendikal faaliyetlerinde yaşananlar bu dönemin temel özelliklerini bir kez daha çarpıcı bir biçimde yansıttı. Olmasını dilediklerimizi değil de olanı yorumlamak ve bu olanın dinamiğini kavrayarak onu geliştirmeye çalışmak, işçi hareketinin şekillenmesine katkıda bulunulmasını kolaylaştıracaktır. Sendikal açıdan son 5-6 aylık dönemi Türkİş ‘ricacılar kurulu’nun uzlaşmacılıkla-eylemcilik arasında gidip gelmesi olarak değerlendirebiliriz. Hatırlanacak olursa seçimlerin hemen ertesinde art arda gelen yüksek zam dalgalarına karşı Türk-İş ‘ricacılar

kurulu’ bekleme politikası uygulamıştı. O günkü ifadesi ile “hükümetin oluşması, programının açıklanması ve enflasyon oranının belirlenmesi” bekleniyordu. Ancak asıl beklenen işçinin zamlara karşı olan tepkisinin ve öfkesinin zaman içinde biraz da olsa dinmesi idi. Ardından Şubat ayı ortasındaki Türk-İş ‘ricacılar kurulu’ toplantısında bir ay önce alınmış olan ‘üç aylık iyi niyet bekleme karan’ bozuldu ve bu kez eylem kararları alındı. Bu kararların alınmasında rol oynayan birkaç faktör vardı. Birincisi, zam dalgalarının ardı kesilmiyordu ve kesilmeyecekti. O nedenle işçilerin öfkesinin Türk-İş ‘ricacılar kurulu’na yönelmesi engellenmeli, tepkiler sınır-


10 ● İŞÇİLER VE TOPLUM lanmalı ve gelişmelere militan bir üslupla müdahale edilmeliydi. İkincisi, toplu sözleşme dönemine girilmişti ve sendika bürokratları pazarlık güçlerini arttırmak istiyorlardı. Üçüncüsü ise, ILO’nun Haziran ayında Genel Kurul toplantısı vardı. Hükümet bu toplantı öncesinde ILO’ya şirin görünecek bazı düzenlemeler yapabilirdi ve 2000 profesyonel sendikacının 1989’da yeniden seçilmesini engelleyecek olan maddeler de bu fırsatta değiştirilebilirdi. Türk-İş ‘ricacılar kurulu’nun eylem kararlarına bir göz atıldığında bunların bir kısmının sadece militan görünme çabası içinde öne sürüldükleri görülmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken, en sağ kanadı oluşturan bürokratların en ‘keskin’ eylem önerilerinde bulunmalarıydı. Örneğin TürkMetal genel başkanı Özbek “genel grev” isterken, Çimse-İş genel başkanı Arslan “sözleşme aşamasına gelmiş işkollarında genel grev” önermekteydi. Her iki sendikanın da toplu sözleşme yılıdır. Geçen yıl demiryolu işçilerini kapalı kapılar ardında satan, kendisine muhalefet eden genel sekreteri tasfiye edebilmek için bu kurumu sendika tüzüğünden çıkarmaya çalışan Demiryol-İş genel başkanı Acıdereli ise “2 saat iş bırakmayı” önermekteydi. Bu öneriler zinhar bilinçli bir politika değişikliğinden veya işçilere karşı artan bir sorumluluk duygusundan kaynaklanmamaktadır. Nitekim bunun böyle olduğu sendikalı işçilerin tüm üretim birimlerinde uyguladıkları genel yemek boykotundan ve başardı geçen SakaryaAdana mitinglerinden sonra da görüldü. Özal ile olan zirve ardından önce 30 ilde yapılacağı ilan edilmiş olan mitingler iptal edildi; ardından Şevket Yılmaz Özal’la yaptığı üçüncü toplantı sonunda 1988 yılı için kamu sözleşmelerinde ortalama % 58

(1989’da % 30) ücret artışını kabul etti. Böylelikle Türk-İş bir yandan resmi verilerin bile % 75’in üstünde gösterdiği yıllık enflasyon oranını % 58 olarak kabul etti, öte yandan ise geçmiş yılların (‘86-’87) kayıplarını karşılama iddiasının büyük bir balon olduğunu gösterdi. Bunun ardından da bir danışıklıdövüş sonucunda İstanbul mitingi yapılmadı. Bu başarılı uzlaşmanın/ satışın karşılığında da hükümet 2000 profesyonel sendikacıyı 4 dönem daha seçilme olanağı ile ödüllendirdi. Böylelikle sendika bürokratları kurtuldu, işçiler ise açıkta kaldı. 2821 ve 2822 sayılı 12 Eylül yasalarının sermayeden yana olan özüne dokunulmadı. Seçimlerden sonraki ilk 6 ayı bu açıdan değerlendirdiğimizde, Türk-İş ‘ricacılar kurulu’nun Özal hükümetine çok büyük bir siyasi yardımda bulunmuş olduğunu görürüz. Pasif bir genel işçi eylemi olan yemek boykotu ve coşkulu iki işçi mitingi hem iktidarı hem de sendika bürokratlarını ürkütmüş oldu. Zirve, pazarlık ve uzlaşma/satış sonunda ise Özal hiç olmazsa önümüzdeki aylarda işçi/sendikal muhalefetinin sokaklara dökülmesini önlemiş oldu. Bakan Aykut’un dediği gibi “İşçi kesimi ile İpler çok gergindi. İpi germek de bir siyasettir, ama günü ve yeri gelince ip biraz bırakılır”dı. İşte şimdi ipler biraz gevşetilmiş oldu. YENİDEN ŞEKİLLENME 1985’den bu yana işçi ve sendikacı çevrelerinde dozu giderek artan bir biçimde — ama inişli çıkışlı— eylemden söz ediliyor ve kimi kez uygulanan kimi kez de vazgeçilen kararlar almıyor. 1986’da Türk-İş ‘ricacılar kurulu’ genel grev tartışması yapıyor, hatta Mayıs 86’da bunun gündeme gelebileceğini ileri sürüyordu; ‘87 seçimlerinden sonra ise bu kavram yeniden ‘ricacılar kurulu’ gündemine giriyordu. 1984’de 561 işçi greve çı-


İŞÇİ HAREKETİ ● 11 karken, bu sayı 1987’de 29.374’e ulaşıyordu. Grevci, greve çıkan işyeri ve grevde kaybolan işgünü sayısı ciddi bir artış gösteriyordu. Bütün bunlar neyin işaretiydi? Açık ki, Türkiye işçi sınıfı yeni bir şekillenme sürecinin bacındadır. Dünya -tarihsel açıdan değerlendirdiğimizde sınıf şekillenmesinin tek yönlü işleyen bir süreç olmadığını görürüz. Yani bu süreçte sürekli bir ilerleme ve gelişme kaydedilmez. Kimi dönemlerde mücadelenin gelişimi sınıfın nesnel ve öznel özelliklerinin bazılarının kaybolması sonucunu doğurur. İşçi hareketi genel bir atomizasyon dönemi yaşar ve kolektif davranma yeteneğini, birlikte mücadeleyi, özgüvenini vs. yitirir. İşte 12 Eylül darbesi ile yaşanan sürecin özellikleri bunlar oldu. 80-64 arasında sınıf şekilsizleşmesinin en alt noktasına ulaşıldı ve Türkiye işçi sınıfı itilebileceği en geri noktaya itildi. ‘84 yılından itibaren küçük protestolarla görülmeye başlayan yeniden şekillenme, ‘88 yılının sonlarında ilk ciddi atılımı yaptı.(*) İşçiler tekrardan kendi sınıf çıkarlarını diğer sınıfların çıkarları karşısında dayatmaya başladılar. Sınıfın üyelerinin kolektif davranabilme yeteneği gelişme göstermeye başladı. Şüphesiz ki, bu şekillenme süreci henüz sınıf üyelerinin özgün ekonomik ve politik örgütlenmelerinin yaratılması sonucunu doğurmadı, ama buna ilişkin ilk işaretleri üretti. Bu sürecin öne çıkardığı bazı özellikler bugünkü mücadelenin genel eğrisini de oluşturmaktadır: a) Sınıfın Birlik Eğilimi Bugün gerçekleşen eylemleri iki farklı alanda ele almak gerekiyor: Bunlardan biri doğrudan doğruya üretim birimleri, diğeri ise üretim birimlerinin dışı. Doğrudan üretim biriminde gerçekleşen eylemlerin en önemli

yanı, o üretim biriminde çalışanların büyük çoğunluğunun birlikte hareketini üretim süreci içinde sağlamasıdır. Bunların içinde en yaygın Uygulanan eylemi yemek boykotu oluşturuyor. Ayrıca birlikte servise binmeyerek yürüyüş yapma, fabrika kapısında oturma veya sakal bırakma (Petrol-İş üyelerinin son günlerdeki direnişlerinde olduğu gibi), saçları kazıtma (İzmir Belediye işçileri) gibi eylemler de görülüyor. Bunları pasif bir protesto ve tepki gösterme özelliğine sahip sorunları doyurma eylemleri olarak da niteleyebiliriz. ‘84-’88 arasındaki birçok eylem tek tek çabaların hükümet-sermaye sınıfı işbirliğinin oluşturduğu zincirin kırılmasına yetmediğini gösterdi. Ancak en geniş işçi kesimini kapsayan bir mücadelenin var olan ve yükseltilen talepleri dayatabileceği fikri yerleşti. Bunun üretim birimlerindeki yansıması ise bu küçük, pasif ama birlikte yapılan eylemlerdir. Bu tür eylemlerin etki sınırının en genişi olan genel yemek boykotu gerçekleşti. Artık işçiler de daha etkin olunmak isteniyorsa, bunun ötesine geçmek gerektiğini fark etmektedirler. Topluca viziteye çıkma, mesaiye kalmama, üretimi veya hizmeti yavaşlatma gibi eylemler yavaş yavaş yaygınlaşmaktadır. İşçiler ellerindeki en etkin araç olan üretim sürecini kullanarak sorunların varlığını duyurmak noktasından çözüm yollan dayatma yönüne doğru evrilmektedirler. *: Burada şekillenmenin nesnel boyutu olan ekonomik ve coğrafi şekillenme ele alınmamaktadır. Bu nesnel boyut sınıfın fiziki gelişimini, yoğunlaşmasını, iş süreci ve kendini yeniden üretme koşullarını kapsar. Şüphesiz ki, 12 Eylül’den bu yana bu faktörlerde de önemli değişimler yaşandı. Ancak yukarıca ele alınan nesnel değil öznel şekillenmedir.


12 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Üretim birimleri dışındaki eylemlerde de, örneğin en son yapılan Sakarya ve Adana mitinglerinde olduğu gibi. Bu birlik isteği ‘işçiler el ele genel greve’ sloganı ile dile geliyor. Bu kez tek tek üretim birimlerindeki birlikte davranma isteğinin ötesinde birçok üretim birimlerinde çalışanların birlik isteği yansıtılıyor. Şüphesiz ki, bu tür mitinglerin sorunları kamuoyuna duyurma, moral kazanma, gücünü görme ve gösterme açısından önemleri çok büyük. Ancak bunlar üretim birimlerindeki doğrudan eylemlerin etkisine ve üretim sürecini belirleme dolayımı ile olan dayatıcılığına sahip değiller. Nitekim pasif de olsa yemek boykotu ardından Özal’ın sarf ettiği “Daha başka yollar bulunabilir, yürüyüş yapılır, pankartlar alınır, gösteri yapılır, bunun yanında bir yerde miting de yapılır” gibi sözler üretim birimlerinde gerçekleşen eylemlerin verdiği rahatsızlığın dile getirilmesi olarak yorumlanmalıdır. Bu sözler elbette ki, Özal’ın sokak mitinglerinden yana olduğunu göstermez. Nitekim bu siyasi iktidarın geçmiş sokak mitingleri sırasında aldığı polisiye tedbirler ve o mitinglere karşı estirilen hava da bunun böyle olmadığının işaretidir. 12 Eylül darbesi ile atomize edilmiş ve birlikte davranma yeteneğini yitirmiş olan işçilerin bugün ön plana çıkardıkları en önemli özelliklerden biri işçilerin birlik eğilimidir. Atomizasyon aşıldığı ölçüde, varolan talepler toplumsal bir sınıf olarak karşı-güce dayatılabilir. b) Sendika Bürokrasisine Karşı Mücadele Türk-İş’in yönetici bürokratları, yeniden şekillenme sürecinde bu gelişmeyi sınırlandırabilme, yönetimi elden kaçırmama ve tepkiyi kanalize edebilme kaygısı içinde kimi zaman militan görünmektedirler. Darbe sonrasında oluşturulmuş olan yasal çerçeve,

sendikaları hükümetin dolayısıyla devletin doğrudan denetimi altına sokmuştur. Sözleşme yetkisinden mali denetime kadar her alanda sendika bürokratları, Çalışma Bakanlığı ve hükümetin denetimi ile karşı karşıya kalabilir. Sadece bu durum bile sendika bürokratlarının görevlerini sürdürmeleri karşılığında ödemeleri gereken bedeli belirlemektedir. Bu bedelin en genel ifadesi ‘işçi haklarını satmak’tır. Geçmişte defalarca tekrarlanmış olan bu durum, son dönemdeki gelişmelerde bir kez daha yaşanmıştır. Sendika bürokratlarının çok büyük bir kısmı toplu sözleşme görüşmelerinde bir varlık göstereme-menin ötesinde, hükümet ve sermaye sınıfı tarafından dikte edilen, yeni hak ve ücret kayıplarının dayatıldığı sözleşmelere imza atmışlar ve atmaktadırlar. Güven duyulan ve fiili mücadelenin öne çıkardığı ve çıkartacağı işçi önderlerine gerek duyulduğu son derece açıktır. Sendikaları denetleyen ve yöneten yaygınlaşmış taban örgütlenmelerinin gelişmemiş olması, gündelik mücadeleyi sendika bürokratlarının işçi sınıfının çıkarlarına uygun olmayan bir biçimde yönlendirmelerine yol açıyor. Ancak bu koşullarda 12 Eylül öncesinden farklı bir düzeyde sendika bürokrasisine karşı henüz yeterince şekillenmemiş ve bütünleşmemiş bir muhalefet hareketi gelişiyor. Bu eğilim özellikle reformist etkiler altında kalmamış önder nitelikteki işçiler arasında yaygınlaşıyor. Bunun işaretlerini birçok sendika içinde ve üretim biriminde gözlemek mümkündür. c) Kendiliğinden Eylemler Bir yanda işçiler arasındaki birlik eğilimi öte yanda ise sendika bürokratlarının kapalı kapılar ardında uzlaşma gelenekleri, işçileri üretim birimlerinde kendiliğinden (spontan)


İŞÇİ HAREKETİ ● 13 eylemlere itmektedir. Düşük ücretlere, işçi çıkarmalara ya da sözleşme hükümlerinin uygulanmamasına bağlı olarak gelişen bu spontan ama pasif eylemler, kamuoyundan büyük bir çabayla gizleniyor. Sorunların çözümünde sonuç alamayan ve beceriksizliklerinin doruğunda olan sendika bürokratları, kendileri dışında gelişen bu eylemleri yaygınlaşmamaları için gizliyorlar. Hatta Türkİş içindeki sağ ve orta kanat sendikacılar bu tür gelişmeleri bastırmak için işverenle ve kimi zaman da kolluk kuvvetleri ile işbirliği yaparak işçileri cezalandırıyorlar. Şubat ve Mart aylarında irili-ufaklı birçok üretim biriminde spontan protestolar yaşanmıştır. Sosyalist ve öncü işçilerin de insiyatif göstermeleri ve müdahaleleri ile üretim birimlerindeki iç dinamik sonucu gelişen bu eylemler son derece önemli bir potansiyeli göstermektedirler. Kısmi, koordine edilemeyen ve kısa süren bu protestolar ilk bakışta bu nedenlerle olumlu sonuçlar üretmekten uzak görünmektedirler. Ancak hiç şüphe yok ki, üretim birimlerindeki iç dinamiği en iyi yansıtmaları nedeniyle böylesi girişimler önümüzdeki dönemin vazgeçilmez öğesi olmaya adaydırlar. Türkiye işçi sınıfı, kendi tarihi içinde sendikal haklar ve siyasal özgürlüklerin yitirilmesi bakımından rastlanabilecek en geri düzeye kadar sürüldüğü bu noktadan sıyrılırken, kaçınılmaz olarak savunmacı değil, yeni haklar kazanma yönünde atak bir potansiyele sahiptir. Yeterli sonuca ulaştırmayan mücadele biçimleri yaşandıkça, daha gelişkin olan ve sonuç alıcı biçimler bulunacaktır. Sakal bırakma veya yemek yememe, üretimi yavaşlatma ve durdurmaya doğru evirilme potansiyeli taşımaktadır. Ancak bu şekillenme sürecinin başında olunduğunu da unutmamak gerekir. Bu dönem yılların ataletinin ve suskunluğunun

yavaş yavaş aşılması sonucunu doğurmaktadır. O nedenle her eylem bir ‘buzkıran’ özelliğine sahiptir, iler tür abartma, büyük beklentiler öznelliği ve hayalciliği körükler. Yapılması gereken ise bu değildir. İşçi sınıfının gündelik mücadelesinin geliştirilmesi ve başarısı için çalışmak ve dayanışmayı örgütlemek; gerçek bir grev ve toplu sözleşme hakkı için mücadele etmek; tüm sendikalarda ve üretim birimlerinde işçilerin iradelerini yansıtacak, denetleme ve yönetme özelliklerini geliştirecek bir anlayışın güçlenmesi için çabalamak; toplu sözleşmelerin, toplu sözleşme veya grev komiteleri tarafından denetlenmesi ve işçilerin son karan vermelerinin sağlanması için mücadele etmek bugün yapılması gerekenlerin başında gelmektedir. SOSYALİSTLERİN DURUMU 60’lı yıllardan bu yana bugün sosyalistler en olumsuz süreçlerini yaşamaktadırlar. Toplumdaki her hangi bir gelişmeye müdahale etme, insiyatif gösterme, politik gündemi etkileme gibi özelliklerden oldukça uzak görünmektedirler. Türkiye sosyalist hareketinin bugün içinde bulunduğu koşullan ele aldığımızda işçi sınıfından kopukluk, 70-’80 arasındaki dönemin değerlendirmesini henüz gerektiği gibi yapamamış olmak, 12 Eylül’ün sarsıntısından ve bunun sonuçlarından henüz fiziki, moral ve politik açılardan kurtulamamış olmak gibi sorunları tespit edebiliriz. Bir başka deyişle halen bir dağınıklık süreci yaşanmaktadır. Şüphesiz ki, bu tespitlere katılan her kişinin ilk söylediği bu olumsuzluklardan bir an evvel kurtulunması gerektiğidir. Toplumsal özgürleşmenin olmazsa olmaz koşulu, maddi çıkarları toplumsal sınıf bölünmesinin aşılması hedefi ile çakışan bir toplumsal gücün varlığıdır. Bunun da öte-


14 ● İŞÇİLER VE TOPLUM sinde, bu sınıfın bu hedef doğrultusundaki gerçek toplumsal faaliyeti gereklidir. Ancak bu faaliyetin gelişmesi ve nitelik kazanması, gerçekliğin fikre yaklaşmasını da doğurabilir. Yani, toplumsal özgürleşme gerçek bir sınıfın gerçek bir hareketinin sonucu olabilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin dönüştürülebilmesi potansiyelini nesnel olarak içinde barındıran gerçek sınıf ise işçi sınıfıdır. Yeni bir üretim sürecinin örgütlenmesi, toplumsal egemenlik ilişkilerinin dönüştürülmesi ile mümkündür. Üretim sürecine ilişkin her adım ise kaçınılmaz olarak doğrudan üretim birimleri üzerinde yükselir. O nedenle sosyalistlerin ilk önce yapmaları gereken, sosyalizmin kendine temel aldığı sınıfla ilişkye geçmeleridir. Türkiye sosyalist hareketi, işçi sınıfı ile arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmaya çalışmalıdır. Sosyalistler vakit geçirmeden işçi sınıfının üyelerinin kendi kendilerini örgütlemelerine yardımcı olmalıdırlar. Geçmişin değerlendirilmesi, 12 Eylül’ün etkilerinden kurtulabilme ancak bu faaliyetin anlamlı bir gelişmesi ile mümkün olacaktır. İşçi sınıfının gündelik mücadelesine, emeğin esaret zincirinin ilk halkasının döküldüğü yerde, yani üretim biriminde katılmak gereklidir. Sosyalistlerin birliği sorunu Türkiye sol hareketinin yakın geçmişinin gündeminde sık sık tartışılmış olan konulardan biridir. Bugün de gündelik görevler etrafında bir birlik sorunu kendini dayatmaktadır. Bu çabalara hem bir maddi zemin, hem de somut ve gerçekleştirilmesi mümkün ve acilen gerekli bir hedef sağlaması açısından işçi sınıfı içindeki faaliyet son derece önemlidir. Birlik sorununu bugün ilk olarak basit işbirliği doğrultusunda, işçi sınıfı ile sosyalistler arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmak görevini tabi olarak ele almak gerekmekte-

dir. Gerçekçi olan ve herhangi bir geleceğe sahip olan birlik, işçi sınıfı içinde faaliyet sürdürme zemininde bir araya gelen veya böyle bir faaliyete başlama yöneliminde olup da bu faaliyeti hızlandırmayı amaçlayanlar arasında gerçekleşebilecek işbirliğidir. Bir taraftan işbirliklerine girmek diğer taraftan ise teorik/politik sorunları bu sırada ele alarak çözmeye çalışmak gereklidir. Bu aşamada işbirliğine ille de kurumsal biçimler aramak gerekmemektedir; ‘beraber çalışmak’ yeterli bir birlik biçimi olacaktır. Bugün ve yakın bir gelecekte besbelli ki, hiçbir akım, çevre veya hareket, devrimci bir işçi partisine giden yolun görevlerini tek başına üstlenemez veya bunları başarıyla yerine getiremez. Bu durum sadece akımların ufak olmasından kaynaklanmamaktadır. Birincisi, herhangi bir akımın çevresini aşan çok sayıda sosyalist vardır ve bunlar dağınık da olsa Türkiye sosyalist hareketinin geleneğini ve mirasını taşımaktadırlar. Geçmişin aşılması mutlaka bunların, farklı geleneklerden geliyor da olsalar, bir tür ortak çabasının ürünü olacaktır. Bu ortak çaba ne kadar geniş veya dar olacaktır, bunu henüz bilmek mümkün değildir, İkincisi ve daha önemlisi, geçmişte şu veya bu akımın içinde yer almış, bugün de yer almaya devam eden veya bağımsız kalmış çok sayıda sınıf bilinçli işçi vardır ve yeni sınıf bilinçli işçiler de yetişmektedir. İşte bu sınıf bilinçli işçilerin önemli bir kısmının irade birliği de sağlanmak ve temsil edilmek zorundadır. Sınıf bilinçli işçileri bir tek akımın tek başına kucaklaması bugün mümkün görülmemektedir, yarın için de bu uzak bir ihtimaldir. Maddi zemin olarak işçi sınıfı içinde faaliyet ve bunun sorunları önümüze konmalıdır. Hedef kısa vadede bu mücadeleye katılma sürecinin hızlandırılması: uzun vadede ise sınıf bilinçli işçilerin belli bir işbirliğinin sağ-


İŞÇİ HAREKETİ ● 15 lanması ile bir nitelik değişikliğe yol açacak bir birlik olarak belirlenmelidir. Teorik ve pratik/ politik faaliyetinin merkezine işçi sınıfı ile sermaye sınıfının mücadelesinin sorunlarını koyan kişi, çevre ve akımların işbirliği hedeflenmelidir. Geçmişin değerlendirilmesine önem verenler, sosyalizmin uluslararası sorunlarına ilgi gösterenler, resmi sosyalizmden ve bunun politik cisimleşmeleri olan ikamecilik, bürokratizm, popülizm ve milliyetçilikten kendini kurtarmaya ve devrimci bir geleneğe otur-

maya çalışanlara bu açıdan son derece ciddi görevler düşmektedir. Birlik ve işbirliği konusunda pratik olarak ne kadar ‘telaş’ içinde olmamız gerekiyorsa, teorik olarak o derece soğukkanlı olmak gerekmektedir. Tüm sosyalistler birlik ve işbirliği sorunlarını bu bağlama oturtmaya çalışmalı, zaman kaybetmeden işçi sınıfı içinde faaliyet göstermek, onun günlük mücadelesine katılmak için davranmalıdırlar. Geleceğin temellerini ancak bu zemin üzerine inşa etmek mümkün olacaktır.


STALİN ve BÜROKRASİNİN İKTİDARI Mehmet Ali BULUT I. ARKA PLAN: 1917-1924 26 Ekim’de Bolşevik Partisi’nin ilk karşılaştığı muhalefet Geçici Hükümet’in iki ‘sosyalist’ partisi, Menşevikler’den ve Sosyalist Devrimci Parti’den geldi. Bolşevikler’in çoğunlukta olduğu Petersburg Sovyeti Askeri Komitesi’ne bağlı Kızıl Muhafızlar ve askeri birlikler Geçici Hükümet’in son kalesi olan Kışlık Sarayı kuşattıkları sırada toplantısına başlayan İkinci Tüm Rusya Sovyet Kongresindeki Menşevik, Bund ve sağ Sosyalist Devrimciler kongreyi terk ettiler. Geride toplam 650 delegeden 390 Bolşevik, 80 kadar sol Sosyalist Devrimci ve 20 kadar diğer gruplardan delege kaldı. Çoğunluk vardı. Diğer delegelerin itirazları arasında Bolşevik çoğunluk 9 aydır büyük işçi çoğunluğunun temel sloganı olan ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ sloganının artık gerçekleştiğini açıklıyordu, iktidar Geçici Hükümet’ten Sovyetlere geçmişti. Sovyet Yürütme Komitesi (VTsIK) seçim-


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 17 leri yapıldı, tik seçilen Yürütme’de 14 Bolşevik, 7 sağ Sosyalist Devrimci, 3 Menşevik ve 1 Birleşik Enternasyonalist (M. Gorki’nin grubu) vardı. Menşevikler’in ve sağ Sosyalist Devrimcilerin kongreyi terk etmeleri üzerine yeni bir seçim yapıldı. Bu kez 67 Bolşevik, 29 sol Sosyalist Devrimci, 6 Birleşik Enternasyonalist ve diğer gruplardan 14 delege VTsIK’e seçildiler. Kongre bir de Halk Komiserleri Konseyi, (Sovnorkom) seçti. Sovyet yasama, Sovnorkom ise yürütme organı idiler. Sovnorkom seçimleri öncesi sol Sosyalist Devrimcilere katılmaları önerildiyse de bu grup bunu reddetti ve böylelikle hükümet tamamen Bolşevikler’den oluştu. Bu ilk politik karşı çıkışı beyaz generallerin askeri harekatı izledi. 26 Ekim’de general Krasnov’un, daha önce Kornilov ayaklanmasına katılmış olan birlikleri Petersburg’a yürümeye başladı. Ertesi gün Petersburg’a 40 km. uzaklıktaki Gatçina kenti ele geçirildi. General Krasnov ise Petersburg’dan 25 km. uzaklıktaki Tsarskoe Jelo kentine kadar ilerledi. 30 Ekim’de Krasnov’un birlikleri Petersburg’un eteklerinde Troçki’nin örgütlediği işçi milisleri ve denizciler tarafından Gatçina kentine kadar püskürtüldü. 2 gün sonra ise Krasnov ele geçirilen Gatçina kentinde tutuklandı. Memurlar ve ‘Aydınlar’ Direniyor İşçi milisleri general Krasnov ile savaşırken Petersburg’da 27 Ekim’de tüm devlet memurları genel greve çıktılar. Çeşitli bakanlık memurlarının yanı sıra, bankalar ve kütüphanelerde çalışan 50 bin memur da greve çıktılar. Bakanlık memurlarının grevi uzadı. Onları Menşevikler’in ve Sosyalist Devrimcilerin etkin oldukları telgraf, posta ve telefon memurlarının grevi izledi. Kronştadt denizcileri telgraf ve telefonları çalıştırmaya uğraştılarsa da araçların tahrip edildiğini gördüler. Sonunda çeşitli fabrikaların işçileri bazı telgraf çılan yeniden işe başlamaya ikna ettiler. En önemli direniş ise yine Menşevikler’in ve Sosyalist Devrimciler’in etkin oldukları demiryolu işçileri sendikası Vikzhel’den geldi. Bu sendikada 3 grup çalışan vardı. Birinci grupta üst yöneticiler, ikinci grupta daha aşağı memurlar, mühendisler ve teknik elemanlar vardı. Bu iki grup tüm çalışanların % 17’sini oluşturuyordu. Geri kalan % 83 ise işçi idi. Vikzherin yönetimi ise şöyle oluşmuştu: 12 üst yönetici, 10 mühendis ve teknisyen, 3 avukat, 2 dok-


18 ● İŞÇİLER VE TOPLUM tor, 3 büro memuru, 2 makinist ve 8 işçi. Kısacası, üyelerin % 17’sini oluşturan memur kesimi sendika yönetiminin % 75’ini oluşturmaktaydı. Vikzhel Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler ile koalisyon kurmasına kadar grev yapacağını açıkladı. Devrimin en hareketli günlerindeki demiryolu işçilerinin bu grevi Bolşevikler için çok acı sonuçlar yarattı. Memurların ve öğretmenlerin grevi Petersburg’da 13 Ocak 1918’e kadar 2.5 ay, Moskova’da ise 4 ay sürdü. Sol Sosyalist Devrimciler Hükümete Giriyor Menşevikler’in ve sağ Sosyalist Devrimciler’in 2. Sovyet Kongresi’ni terk etmeleri ve ardından hızla karşı-devrime katılmaları, Bolşeviklerin karşılaştığı ikinci siyasal sorunu yarattı ve bu sorun esas olarak parti saflarında yaşandı. Kamanev, Zinoviev, Rykov, Nogin ve Lunaçarsky ayaklanmanın olgun olmadığını, iktidarın korunamayacağını söyleyerek hükümetin diğer partilere yayılmasını teklif ettiler. Aynı günlerde demiryolu işçileri sendikası Vikzhel’de aynı talebi ileri sürüyor hatta daha da ileri giderek Lenin ve Troçki’nin hükümetten çıkarılmasını istiyordu. Sağ kanadın ısrarı üzerine Bolşevik Merkez Komitesi diğer partilerle görüşmelere başlanmasına karar verdi. Ancak Bolşevikler diğer partilerin sovyet iktidarını tanımalarını, hükümette Bolşevikler’in çoğunluk olmasını ve diğer partilerin barış, toprak gibi kararları desteklemelerini koşul olarak ileri sürüyorlardı. Görüşmeler sırasında Bolşevik Merkez Komitesi, Lenin ve Troçki’nin olmadığı bir toplantısında Vikzhel’in Lenin ve Troçki’nin hükümetten çıkarılması talebini oyladı. Öneri 7’ye 4 reddedildi. Ancak diğer partiler taleplerinde ısrar ettiler ve bu arada Sovyet Yürütmesi’nin genişletilmesini ve Petersburg ve Moskova Duma’larının burjuva temsilcilerinin de VTsIK’e alınmasını önerdiler, özellikle sağ Sosyalist Devrimcilerin anlaşmaya niyetleri yoktu. Sosyalist Devrimciler “Bizim için Bolşeviklerle aynı hükümette bulunmak düşünülemez” (1) diyorlardı. Görüşmeler kesildi. Bolşevik Merkez Komitesi sorunu görüşmeye başladı. Lenin, Troçki, Stalin ve Sverdlov görüşmelerin kesilmesini isterken. Merkez Komitesi’nin diğer 10 üyesi görüşmelerin devamına karar verdi. İleriki günlerde Bolşevik Partisi’nin sağ kanadı sorunu VTsIK’e, ardından da Petersburg ve Moskova Sovyetler’ine getirdi. Sonunda sağ kanat tartışmayı kaybetti. 6 Merkez Komitesi üyesi ve 4 Halk Komiseri istifa ettiler. İstifa edenler kısa bir süre sonra istifalarını geri aldılar. Bütün


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 19 bu tartışmalar esnasında sağ Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler tutumlarında hiçbir değişiklik yapmadılar, ancak Sosyalist Devrimci Parti’nin sol kanadı hükümete katılmaya karar verdi. Yeni hükümette 11 Bolşevik’e karşı 7 sol Sosyalist Devrimci vardı. Kurucu Meclis Kurucu Meclis talebi Şubat 1917’den beri tartışılmaktaydı. Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler Kurucu Meclis isterken, Bolşevikler ancak Sovyetlerin yayılması ve güçlenmesi koşulu ile Kurucu Meclis’e taraftardılar. Ekim ayaklanmasının ardından Kurucu Meclis talebi daha da güçlü olarak gündeme geldi. Bolşeviklerin sağ kanadı da bu talebi destekledi. Lenin seçimlere karşı çıktı ve yalnız kaldı. Çünkü o, eski seçmen kütükleri ile yapılacak olan seçimlere güvenmiyordu. Seçimler bir hafta sürdü. Sonunda Sosyalist Devrimciler % 41.1, Menşevikler % 3.3, burjuva Kadet Partisi % 4.8, çeşitli diğer sol ve milliyetçi gruplar % 27.2 oranında oy alırken Bolşevikler de % 23.6 oy aldılar. TABLO 1 Oyların partilere dağılışı (2) Sosyalist Devrimciler 15.848.004 Ukrayna Sosyalist Devrimcileri 1.286.826 Menşevikler 1.364.826 Kadetler 1.986.601 Diğerleri 11.356.651 Bolşevikler 9.844.637 Seçilen 707 temsilcinin 370’i sağ Sosyalist Devrimci, 40 ı sol Sosyalist Devrimci, 175’i Bolşevik, 16’sı Menşevik, 2’si Halkçı Sosyalist, 17’si Kadet, kalan 87’si ise diğer partilerdendi. (3) Ancak ov dağılımı büyük sanayi kentlerinde ve bu kentlere yakın askeri birliklerde tamamen farklıydı. Buralarda Bolşevikler oyların 2/3’ünü almışlardı. Sosyalist Devrimciler’in oylan ise esas olarak sol kanadın programı sayesinde köylerden toplanmıştı. Seçimlerden hemen sonra Sosyalist Devrimci Parti’nin sol kanadı kendi bağımsız kongresini yaptı ve böylece bu parti resmen ikiye bölündü. Seçilen temsilcilerin ise ufak bir kısmı sağ kanada katıldı. Böylece sağ Sosyalist Devrim-


20 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ciler seçmenler arasında azınlığı temsil eder duruma geldiler. Kurucu Meclis 5 Ocak 1918 günü toplandı. Sverdlov Sovyet Yürütmesi adına Halk Komiserleri Konseyi’nin kararnamelerini özetleyen bir bildirge okudu. Bildirge 237’ye 135 oyla reddedildi. Aynı akşam Sovyet Yürütmesi VTsIK, Kurucu Meclis’i burjuva karşı-devrimin mihrakı olduğu gerekçesi ile dağıttı. Kurucu Meclis bir daha toplanamadı. Brest-Litovsk Barış Antlaşması 1917 Şubat-Ekim ayları boyunca işçi gösterilerinin temel sloganlarından birisi de barış idi. Ekim ayaklanmasının hemen ardından yeni Sovyet Hükümeti’nin karşısına çıkan belki de en önemli sorun Almanya ile yapılacak barış antlaşması idi. 3 Aralık günü Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile görüşmeler başladı. Almanya Rusya’nın bazı parçalarının ilhakını da içeren ağır koşullar öne sürünce Sovyetler adına görüşmelere katılan Troçki ve Radek geri döndüler. Bolşevikler barış sorununun tartışılmasında ciddi bir biçimde bölündüler. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Lenin, muzaffer proletaryanın derhal dünya devrimini teşvik etmesini ve devrimci bir savaşı başlatmasını öngörmekteydi. Almanya ile barış görüşmelerinin kesilmesi üzerine Lenin bu kez, koşulları göz önüne alarak 1915’den beri sahip olduğu görüşün tam tersini savundu ve Almanya’nın koşullarının kabul edilmesini önerdi. Lenin’e göre Sovyet Rusya o günkü koşullarda Almanya’ya karşı bir savaş başlatamazdı. Ekim ayaklanması sırasında sağ kanada karşı kendisini destekleyenler, Lenin’in bu yeni tutumu nedeniyle derhal onun karşısına geçtiler. Partinin sağ kanadı ise bu kez Lenin’i desteklemekteydi. 8 Ocak’ta toplanan genişletilmiş Bolşevik Partisi Merkez Komitesi toplantısında 3 fraksiyon ortaya çıktı. Lenin, Sverdlov, Stalin, sağ kanat, Kamanev, Zinoviev ve Sokolnikov birinci grubu oluşturuyordu. İkinci grup Troçki ve taraftarlarıydı. En güçlü grubu ise Bukharin’i destekleyenler oluşturuyordu. Yapılan oylamada Lenin’in tezi 15, Troçki’nin tezi 16 oy alırken Bukharin’in tezi 32 oy aldı. (4) Daha sonra Lenin bu durumu 1907’de parti çoğunluğunun Duma seçimlerini boykot ederken, kendisinin değişen sosyo-ekonomik ko-


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 21 şullardan dolayı Menşeviklerle birlikte boykota karşı çıktığı duruma benzetti. (5) İkinci Merkez Komitesi toplantısı daha da hararetli geçti. Dzershinsky, Lenin’in tutumunu Ekim ayaklanmasından önce ayaklanmaya karşı çıkan ve ayaklanma gününü açıklayarak partiye büyük zarar veren Kamanev ve Zinoviev’in durumuna benzetti. Bukharin ise bu tutumu Alman ve AvusturyaMacaristan proleterlerini arkadan bıçaklamak olarak nitelendirdi. Petersburg ve Moskova Komiteleri’nden gelen delegeler ‘biz Lenin’in eski tutumunu destekliyoruz’ dediler. Lenin’i destekleyen Stalin ise: “Şu anda Batı’da hiçbir devrim hareketi yok, sadece potansiyelleri var ve biz potansiyellere güvenemeyiz.” (6)

dedi. Yine Lenin’i destekleyen Zinoviev ise, Stalin gibi Batı’da devrimci bir gelişmenin beklenemeyeceğini belirtti. Lenin’in tutumunun ise Zinoviev ve Stalin’in tutumuyla ilgisi yoktu. “Potansiyellere güvenemez miyiz?” diye soruyordu Stalin’e. “Evet, şu anda Batı’da devrimin başlamadığı doğrudur... Ama Almanya devrime gebedir... Eğer barış görüşmelerinin bitmesi Alman hareketini derhal geliştirecekse, o takdirde kendimizi bizden çok daha güçlü Alman devrimi için feda etmeliyiz.” (7)

Sonunda Merkez Komitesi Troçki’nin ‘Devrimci bir savaş istiyor muyuz?’ sorusuna 2 evet, n hayır; Lenin’in ‘Bir barış istiyor muyuz?’ sorusuna da 12 evet 1 hayır oyu verdi. Son olarak Troçki’nin ‘Savaşı durdurmak, barış görüşmelerini devam ettirmek ve orduyu dağıtmak’ önerisi 7 hayır oyuna karşılık 9 evet oyu ile kabul edildi. Bu toplantının ardından büyük bir grup Merkez Komite üyesi, çeşitli VTsIK üyeleri ve çeşitli parti komitelerinin üyeleri bir parti kongresi talep ettiler. 18 Şubat’ta Alman ordusu taarruza geçti. O sabah yapılan Merkez Komitesi toplantısında Lenin yine ‘derhal barış’ önerdi, önerisi 7’ye karşı 6 oyla kaybetti. Akşam Alman ordusunun birçok şehri ele geçirdiği ve Ukrayna’da direnişsiz ilerlediği haberi geldi. Bu kez Troçki barıştan yana oy verdi ve barış önerisi 7’ye karşı 6 oyla kabul edildi. 4 gün sonra da Almanya daha ağır ko-


22 ● İŞÇİLER VE TOPLUM şullar ileri sürerek barış önerisini kabul etti. Almanya’nın koşullarına göre Rusya tüm Bal tık bölgesini, Beyaz Rusya’nın bazı bölgelerini kaybediyor; Kars, Batum ve Ardahan Türkiye’ye veriliyordu. Rusya ordusunu tamamen dağıtacak, Finlandiya ve Ukrayna’dan çekilecek, Ukrayna Halk Cumhuriyeti ve Rada milliyetçileri ile bağımsız barış görüşmelerine başlayacaktı. 3 Mart’ta Sovyet Rusya Almanya’nın tüm taleplerini ‘Bugünkü koşullar altında Rusya’nın tercih özgürlüğü yoktur’ diyerek kabul etti ve antlaşma imzalandı. Antlaşma ile birlikte Sovyet Rusya 3 milyon 443 bin km. kare toprak (tüm topraklarının 1/4’ü) ve 62 milyon nüfus (tüm nüfusunun % 44’ü) kaybediyor, tahıl ürününün 1/3’ünü ve tüm sanayisinin % 56’sını terk ediyordu. Barış antlaşmasına karşı parti içinde başlayan ayaklanma 6-8 Mart’ta toplanan parti kongresinde mağlup oldu. Ancak Lenin’in tutumuna karşı olanlar hiç de küçümsenemez. 42 il sovyeti’nin 6’sı Lenin’i desteklerken, 20’si ‘devrimci savaş’ istemekteydi. Kasabalarda ‘devrimci savaş’ isteğinin oranı daha da yüksekti. Bu arada Bukharin’in Sol Komünistler fraksiyonu Komünist adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Bukharin’in yanı sıra Kollontai, Innesse Armand, Radek, Uritsky, Piatakov ve birçok önde gelen Bolşevik daha bu yayında yer aldı. Bir süre için Komünist’in satışı parti merkez organı Pravda’dan daha yüksekti. Barış sorunu nihai olarak 15 Mart’ta toplanan 4. Sovyet Kongresi’nde çözüldü. 748 delege barıştan yana oy verdi. 197 sol Sosyalist Devrimci ve 64 ‘Sol Komünist’ karşı oy verdi. 115 delege ise çekimser kaldı. Barış antlaşması nedeniyle sol Sosyalist Devrimciler hükümetten çekildiler. İç Savaş Almanya ile barış antlaşmasının imzalanmasından sonra bir ölçüde nefes alınabileceği sanılırken, bu kez de bütün şiddetiyle iç savaş başladı. İç savaş ve onunla birlikte önce sağ Sosyalist Devrimciler’in, ardından Menşevikler’in ve onların da ardından sol Sosyalist Devrimciler’in birer birer sovyet rejimine karşı çıkmaları, beyaz generallere katılmaları ve son olarak da Kronstadt ayaklanmasını kışkırtmaları sovyet rejiminin tek partili olmasının yolunu da açtı. Bolşevik baskıyla önce burjuva Kadet Partisi yüz yüze geldi. Ne var ki,


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 23 açıkça sovyet rejimine karşı olan, daha da öteye silahlı örgütlenmelere sahip olan ve yine açıkça beyaz generalleri destekleyen Kadet Partisi’ne uygulanan baskıyı tam bir fasit daire içinde sağ Sosyalist Devrimciler protesto etmekteydi; bu defa onların uğradığı baskıyı Menşevikler, onların uğradığı baskıyı da sol Sosyalist Devrimciler protesto etmekteydi. 1918 Haziran’ı ile birlikte sağ Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler’in bir kısmı Kadetlerle birlikte beyaz generallere, bir kısmı ise Bolşevikler’e katıldı. Burjuva Kadet Partisi liderleri için Ekim Devrimi’nden bir ay sonra Sovnorkom tarafından tutuklama kararı çıkarıldı. Hükümet Kadet şeflerinin beyaz generallerden Kornilov ve Kaledin ile olan ilişkilerini ortaya çıkarmıştı. Hükümetin bu kararı VTsIK içinde sol Sosyalist Devrimciler ve Enternasyonalist Menşevikler tarafından protesto edildi. Buna rağmen tutuklama ve Kadet Partisi’ni sıkı gözaltında tutmaya ilişkin kararname “koşullar normalleşinceye kadar geçici”(8) idi. Öte yandan bu kararnameye rağmen Kadet Partisi’nin gazetesi Svaboda Rossi, iç savaşın başlamasına kadar —Moskova’da bir ölçüde baskı görmesine rağmen— serbestçe yayınlandı. Esas olarak küçük burjuva aydınlardan oluşan sağ Sosyalist Devrimci Parti önderliği 1917’den itibaren hızla Kadet Partisi’ne yaklaştı. Ekim ayından sonra ise bu iki parti arasında hemen hiç fark kalmamıştı. 1918 Mart ayında sağ Sosyalist Devrimci ve Menşevik Partileri Soiuz Vozrozhdeniia (Yenileşme Birliği) adlı bir örgüt kurdular. Birçok yerde Kadet Partisi’nin en sağ kanadı olan Oktobristler de Yenileşme Birliği’ne katıldılar. Sağ Sosyalist Devrimciler’in askeri örgütü birlik için bir askeri örgüt oluşturmaya başladı. Başına da sağcı bir general getirildi. Birliğe daha sonra Halkçı Sosyalistler de katıldı. Sağ Sosyalist Devrimciler’in monarşistlerle birlikte oluşturdukları bir başka örgüt ise Anavatan ve Özgürlükleri Koruma Birliği’dir. Bu örgüt 1918 Yazı’nda birçok ayaklanma örgütledi. Çekoslovak Alayı ayaklanıp Şamara kentini ele geçirdiğinde, sağ Sosyalist Devrimciler burada bölgesel bir hükümet kurdular. Benzer bölgesel hükümetler iç savaş boyunca Menşevikler, Halkçı Sosyalistler ve sağ Sosyalist Devrimciler tarafından da çeşitli yerlerde kuruldu. 1919 Bahar’ında beyaz general Kolçak artık Sovyet Devleti için tam bir teh-


24 ● İŞÇİLER VE TOPLUM like haline gelmişti. Beyaz orduların hızla güçlenmesi ve yayılması, Sosyalist Devrimciler’in ve Menşevikler’in Beyazlarla birlikte davranması üzerine 14 Haziran 1918’de VTsIK Menşevikleri ve Sosyalist Devrimcileri Sovyet’ten ihraç etti. Sol Sosyalist Devrimciler ise 6 Temmuz’da ayaklandılar. Ayaklanma şiddetle bastırıldı. Sol Sosyalist Devrimci Partisi’ne resmen ayaklanmaya karşı çıktığı için sovyet toplantılarına katılma izni verildi. Fakat sol Sosyalist Devrimci Partisi bu arada eriyip yok oldu. Çekoslovak Alayları’nın ayaklanmasına kadar sol Menşevik gazete Novaia Zhizn açıkça Bolşevik hükümet aleyhine propaganda yaptı. Gorki bir makalesinde Lenin için “katil”, “deli”, “Bakunin gibi bir anarşist” türünden suçlamalar yapmaktaydı. Menşevik Merkez Komitesi, saflarında beyaz generallerle birlikte davrananlar olmasına rağmen 1919 İlkbaharı’na kadar eleştirel bir biçimde Sovyet Hükümeti’ni destekledi. Bu tarihte Kolçak orduları iyice ciddi bir tehlike haline gelince, Sosyalist Devrimcilerle birlikte açıkça Sovyet Hükümeti’ne karşı çıktılar ve Mayıs 1919’da da bütün Menşevik önderler için tutuklama kararı çıktı. Menşevik Parti üçe bölündü. Bir kısmı Bolşevikler’in silahlı mücadele ile devrilmesi gerektiğine inanarak beyaz generallere katıldılar. Bir diğer kısmı ise Bolşevikleri destekledi ve giderek onlara katıldı. Merkez Komitesi etrafındaki ana kesim ise 1921 Kronstadt ayaklanmasına kadar merkezci bir tutum aldı. Menşevikler 1920 sovyet seçimlerinde de önemli gelişmeler elde ettiler. Moskova Sovyeti’nde 46, Kharkov Sovyeti’nde 205, Yekaterinoslov Sovyeti’nde 120, Tulo Sovyeti’nde ise 50 delege kazandılar. Sendikalarda da 1917 öncesi güçlerini yeniden kazanmaya başladılar. 1921 Kronstadt ayaklanması ve onun öncesindeki ve sonrasındaki grevlerde de Menşevikler aktif bir rol oynadılar ve bunun üzerine sistemli bir baskıyla giderek siyaset alanından yok oldular. Özetle, 26 Ekim günü toplanan 2. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nde 690 delegeden 390’ını oluşturan Bolşevikler, Mart 1918’de 1160 delegeden 796’smı, bir sonraki 4. Kongre’de ise 954 delegeden 933’ünü oluşturuyorlardı. Daha sonra hiçbir Sovyet Kongresi’nde Bolşevik olmayan delege görülmedi.


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 25 TABLO 2 Sovyet Kongrelerinde delege dağılımı 1917 1918 2. Kongre 3. Kongre Bolşevikler 390 796 Sol Sosyalist Devrimciler 80 275 Sağ Sosyalist Devrimciler 120 Menşevikler 60 43 Diğerleri 40 46

1919 4. Kongre 933 4 17

Parti ve Devlet İçice Giriyor Kronstadt ayaklanması ile birlikte Bolşevikler ülkedeki tek parti haline geldiler. Gerçekte ise 1918’in başından itibaren Bolşevik Partisi ile devlet giderek içice girmekteydi. Parti kongreleri bu durumu görüyor ve partinin devlet fonksiyonlarını üstlenmemesi için uyarılarda bulunuyordu. Mart 1919’da toplanan 8. Kongre parti ile sovyet ilişkisi üzerine şunları söylüyordu: “Komünist Partisi programının gerçekleşmesi için mevcut devlet organlarında — Sovyetlerde— tam egemenliğini İster... Fakat parti fraksiyonlarının fonksiyonları ile devlet organlarının —Sovyetlerin— fonksiyonları hiçbir şekilde karıştırılmamalıdır.” (9)

11. Parti Kongresi (Mart 1922) ise şöyle diyordu: «Parti kendi faaliyetiyle sovyet organları arasında, kendi aygıtları ile sovyet aygıtları arasında çok daha kesin bir önlem almalıdır... Şimdi çok önemli bir görev parti ile sovyet kurumları arasındaki doğru işbölümünü kurmak ve her ikisinin karşılıklı haklarını ve görevlerini oluşturmaktır.. (10)

Ekonomik Durum Devrimin hemen ardından Rusya ekonomisi tam bir kaos yaşamaya başladı ve bunun sonucu olarak ekonomi tam anlamı ile çökmeye başladı. Sanayi, hammadde ve yakıt yokluğundan durdu. Başta Petersburg olmak üzere büyük kentlerde açlık başladı. Günlük ekmek 100 grama düştü. 11 Mayıs 1918’de bütün bölgelere çekilen bir telgraf bu durumu çok


26 ● İŞÇİLER VE TOPLUM açıkça göstermekteydi: “Petersburg emsali görülmemiş bir felaket durumunda. Ekmek yok- Nüfusa son kalan nişasta ve ekmek kabuklan verildi. Kızıl başkent açlıktan telef olmanın eğiğinde. Karşıdevrim başını kaldırıyor ve aç yığınların memnunsuzluğunu Sovyet Hükümetine karşı yönlendiriyor. Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına Petersburg’a acil yardım istiyorum.”(11)

Gerçekten de çeşitli bölgelerde açlığın sonucu ‘Yasasın Kurucu Meclis’ ve batta ‘Yaşasın Çar 2. Nikola’ sloganları ortaya çıkıyordu. Hiçbir merkezi plan yoktu. Fabrika komiteleri hammadde alabilmek için makina satmaktaydılar. Demiryolları çökmüştü. Demiryolcuları grevi her şeyin üstüne tuz biber ekmekteydi. Bütün bu gelişmelerin ürünü olarak işten çıkarmalar başladı. 100 binlerce isçi tensikata uğradı. Brest-Litovsk antlaşması ile soluk alınacağını düşünen Lenin, uzun vadeli yeni bir ekonomik reform modeli geliştirmeye başladı: devlet kapitalizmi. “İşçilere söylemeliyiz. Evet, bu bir geri adımdır ama kendimize bir çare bulmalıyız.”(12)

Hedef özel sermaye ile devletin işbirliğini sağlamaktı. Bu politikanın ilk ürünleri hemen görüldü ve sanayi yeniden toparlanmanın işaretlerini vermeye başladı. Bu arada hemen belirtmek gerekir ki, 14 Kasım tarihli kararname fabrika komitelerine yönetimi denetleme, asgari üretimi saptama, yönetimin tüm yazışmalarını ve muhasebesini kontrol etme hakkı veriyordu. Kapitalistlerle devletin işbirliğini sağlamanın yan ısıra Lenin “Artık burjuva entelektüellerini çalışmamıza katmak acil, olgunlaşmış ve kaçınılmaz bir hedeftir.”

diyordu. (13) Sosyalizm daha gelişkin üretici güçlerdir, emeğin daha üretken olmasıdır. Çeşitli alanlardaki bilgi, teknoloji ve deney olmadan sosyalizme geçiş mümkün değildir. Ve Lenin teknik elemanlara yüksek maaşlar verilmesini önermekteydi: “Sınıf bilinçli işçilerin ezici çoğunluğu bu harcamayı (teknik elemanlara yüksek maaşı) anlayacaktır. Çünkü pratiklerinden biliyorlar ki, geriliğimiz bize milyarlara mal olmaktadır... Yüksek ücretin sovyet otoriteleri ve büyük işçi yığınları için çürüme olduğu ise tartışma götürmez.” (14) (abç)


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 27

Ve bütün bunlara ek olarak Lenin, fabrikaların tek bir uzmanın yönetimine verilmesini ve yeniden iş disiplininin kurulmasını istiyordu: “...Yönetimi kapitalistlerin eline verirken sovyet iktidarının yöneticinin her adımını gözlemesi, onun yöneticilik deneyinden öğrenmesi ve sadece emirlerine karşı çıkma hakkı değil... Sovyet iktidarının organları aracılığı ile geri aldırılabilecek işçi komiteleri ve işçi komiserleri atanmalıdır.”(15) (abç) “Artık sosyalist devrim var ve artık her şey eşitlerin disiplinini kurmakta, kapitalist kışla disiplininin yerini alacak çalışan insanların kendi disiplinini....”(16) (abç)

Daha ileriki sayfalarda disiplin, ücret, fabrika yönetimi gibi konuların 192936 arasında yeniden gündeme geldiğini göreceğiz. Ve yine göreceğiz ki, Lenin’in düşüncesi ile 1929-36 uygulamaları arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kapitalistlerin Direnişi ve İç Savaş Fabrikalardaki işçi kontrolüne karşı kapitalistlerin yoğun bir direniş ve sabotaj hareketi başladı. Birçok işyeri kapandı ya da sahipleri tarafından bilerek çalışamaz hale getirildi. Temmuz 1918’e kadar yaklaşık 500 işyerine el kondu. Bunların çoğunluğu (beşte dördü) bölgesel Sovyetler ya da fabrika komiteleri tarafından gerçekleştirildi. Aynı yılın Temmuz-Aralık ayları arasında ise 1208 işletme devletleştirildi. Bunların 863’üne bölgesel sovyetler el koydu. 1920 sonuna kadar sanayinin devletleştirilmesi bir ölçüde artarak devam etse de bu yine de küçük boyutluydu ve esas olarak da sabote edilen işletmelerde gerçekleşmekteydi. 1920 Kasımı’nda ise 5’den çok işçi çalıştıran tüm işletmelere el kondu. Bu kararın alınmasının iki nedeni vardı. Birincisi, iç savaşla birlikte sovyet rejiminin ihtiyaçları, acilen ve büyük ölçülerde arttı. Ancak bütün tedbirlere rağmen sanayi üretiminin çöküşü durdurulamadı. İç savaşın bittiği 1920 ilk baharı’na kadar sanayi üretiminde işçilerin verimliliği 1. Dünya Savaşı öncesine göre 4 kere, 1917 yılma göre ise 3 kere geriledi. Birçok sanayi dalında ise düşüş % 80-90’ı bulmaktaydı. Bu arada Kızıl Ordu, başta 1917’nin ürünü olan öncü işçiler olmak üzere ülkenin merkezileştirilmiş tüm ürünlerinin yarısını emmekteydi. Ve bütün bu koşullar açlığı, sefaleti, salgın hastalıkları beraberinde getirdi. Kent nüfusu


28 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ya Kızıl Ordu’ya katılarak ya da açlıktan kaçıp köylere sığınarak eridi. Petersburg’un nüfusu 1.917’de 2.5 milyon iken, 574 bine düştü. Moskova nüfusu da aynı şekilde 1.7 milyondan 1.1 milyona düştü. Tüm diğer sanayi kentleri de aynı akıbete uğradı. 40 il merkezinin toplam nüfusu % 33 azaldı. 1913’de 3.5 milyon olan işçi sınıfı, iç savaşın ardından 1.118.000’e indi. Ancak sanayi işçiliğini terk edenlerin sayısı 2.5 milyondan daha çoktu. Lenin o yıllarda şöyle diyordu. «Savaştan beri Rusya’nın sanayi işçileri çok daha az proleter, çünkü savaş boyunca askerlik hizmetinden kaçanlar fabrikalara gitti. Bu bilinen bir şey. (17)

Gerçekten de iç savaş boyunca tüm sendikalı işçilerin yarıdan çoğu Kızıl Ordu’ya katılmıştı. Ve 1921’deki 9. Sovyet Kongresi’nde Lenin şöyle diyordu: “...Sanayi proletaryası savaş, sefalet ve yıkım sonucu deklase bir hale gelmiş, başka bir deyişle, sınıf olduğundan çıkmış ve proletarya olarak varlığı sona ermiştir.”(18)

Proletaryanın varlığı sona ererken onunla birlikte 1917’de oluşturduğu iktidar organlarının da varlığı sona ermişti. Fabrika Komiteleri ve Sendikalar Şubat Devrimi’nin ardından kurulmaya başlanan fabrika komiteleri Bolşevikler’in Ekim ayaklanmasındaki başarısının temel örgütlenmelerinden birisiydi. Bolşevikler sovyete oranla, fabrika komitesinde çok daha güçlüydüler. ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ sloganının yanı sıra, fabrika komiteleri de, ‘Fabrikalarda işçi kontrolü’ sloganını savunuyorlardı. Ekim’den sonra Çalışma Komiseri olan Schmidt, ‘fabrika komiteleri kurulduğunda sendikalar yoktu ve fabrika komiteleri bu açığı doldurdu’ diyordu. (19) Ekim Devrimi’nden sonra fabrika komiteleri ‘tam’ bir özgürlük yaşamaya başladılar. Kapitalistlerin direnişine rağmen fabrika komiteleri birçok yerde büyük ölçüde anarşi içindeki fabrikaları yönetmeye başladılar. Anarşistler bu örgütlenmeyi ‘geleceğin toplumu’ olarak gösteriyorlardı. Birçok Bolşevik’e göre ise fabrika komitesinin ‘yarı otonom ve yarı anarşist tutumu, merkezi bir planlamayı ve dolayısıyla da sosyalizmin inşasını engellemekte’ idi.


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 29 Bu arada Bolşevikler doğal olarak sendikalarda da güçlenmeye başladılar. Ocak 1918’de toplanan 1. Tüm Rusya Sendikalar Kongresi’nde 423 delegeden 281’i Bolşevik, 67’si Menşevik, 21’i sol Sosyalist Devrimci, 10’u sağ Sosyalist Devrimci idi. 12 delege diğer gruplardan, 32 delege ise partisizdi. Kongre yoğun olarak fabrika komitesi ile sendikalar arasındaki ilişkiyi tartıştı. Delegelerin büyük çoğunluğu fabrikaların yerel kontrolünün dağınık ve koordinesiz olduğunda ve bunun yerine merkezi kontrolün gerekliliğinde anlaştılar. Büyük çoğunlukla ‘fabrika ve atölye komiteleri ilgili sendikanın yerel organı olmalıdır’ tezinde anlaştılar. Öte yanda 1917 sonunda kurulan Yüksek Ekonomik Konsey (VSNKh) ulusal ekonominin devlet maliyesinin örgütlenmesini üstlendi. YEK, ekonominin genel çizgilerini çizmekte, çeşitli komitelerin (gıda, ulaşım, yakıt, metal vs. gibi), ordu ve donanmanın, Bütün Rusya İşçilerinin Kontrol Komisyonu’nun ve ilgili işçi örgütlerinin (fabrika komiteleri ve sendikalar) faaliyetini birleştirmekte ve koordine etmekteydi. YEK’in 70 temsilcisinden 30’u sendikalardan gelmekteydi. Bölgesel birimlerde ise sendikaların oranı daha da yüksekti. Sendikalar, Yüksek Ekonomik Konsey’de belirleyici bir durumdaydılar. Sendikaların 4. Kongresi’nde Bolşevikler’in önerdiği ve kabul edilen karara göre ‘bütün yönetime ilişkin kararlar, özellikle de emeğin koşulları ve üretime ilişkin kararlar öncelikle ilgili sendika organlarında onaylanmalıydı’. Ve Çalışma Komiserliği sendika organlarının saptadığı prensipler ve kararlara bağımlıydı. Bütün bu gelişmeler parti ile devletin içice geçmesi gibi, devletin de sendikalarla içice geçmesine yol açtı. Sendikaların bağımsız olduğu 1924’e kadarki dönemde bu bir sorun olmadıysa da, 1929-36 arasında sendikalar bürokrasinin işçi hareketini dizginlemekteki bir başka aracı haline geldiler. Sendikalarla ilgili son bir nokta da sendikalı işçi sayısının hızlı artışıdır. 1917 ortasında sendikalı işçi sayısı 693 bin iken, 1920’de bu sayı 5 milyon 222 bine çıktı. Aynı tarihte sanayi işçilerinin sadece 1 milyon 118 bin olduğu hatırlanırsa, yeni sendika üyelerinin çok önemli bir kısmının devlet memurlarından oluştuğu ortaya çıkar. Ekim Devrimi’ni izleyen ilk günlerde ve hatta iç savaş boyunca grev, işçi sınıfı yaşamının doğal bir parçasıydı. O kadar ki, Zinoviev Halk Komiserleri


30 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Konseyi’nin grev fonuna katkıda bulunacağını belirtmişti. En önemli sendika önderlerinden Tomsky ise sendikaların kendilerinin ücretleri ve çalışma koşullarını belirledikleri bir sistemde grevlerin anlamsız olacağını belirtti. Tomsky bu görüşünde tam anlamı ile yapayalnızdı. Ve Tomsky anlamsız bulsa da, 1928’e kadar Rusya’da grevler devam etti. İşçiler kendilerini kendi devletlerine karşı korumaya çalıştılar. İç savaş yılları içinde bazı grevler askeri nedenlerle ya da sabotaj gerekçesiyle yasaklandı. Birçok kez grevciler ve grevleri kışkırtan Menşevikler tutuklandı. Buna rağmen sendikaların grev fonları vardı ve bu fonlar kullanılmaktaydı. İç savaşın ‘savaş komünizmi’ döneminde Lenin ‘binlerce Kızıl Ordu erinin ve işçinin canı mı, yoksa birkaç yüz ya da bin kişinin tutuklanması mı?’ diyerek- bir kısım grevlerin bastırılmasından yana oldu. Ancak, iç savaşın bitimi ve NEP dönemi ile birlikte yine aynı Lenin, bu kez bir yandan 1922’de Pravda’da yazdığı bir makalesinde grev fonları kurulmasını önermekteydi, (20) diğer yandan da işçilerin kendi devletlerine karşı mücadelelerinin gerekliliğini anlatmaktaydı: “Bugünkü devletimiz bürokratik deformasyona uğramış bir işçi devletidir... Devletimiz öyle bir durumdadır ki, tamamen örgütlenmiş proletarya kendisini ona-karşı korumalıdır ve biz işçilerin kendi örgütlerini, kendilerini kendi devletlerinden korumaları için kullanmalıyız.” (21)

Ve daha önce grevi anlamsız gören Tomsky ile birlikte 10. Parti Kongresi’ne verdiği önergede Lenin sendikaların kaybolan demokrasilerinin yeniden kurulmasını talep etmekteydi: “Çalışma koşullarına ilişkin işçi yığınlarının çıkarları ile- devlet işletmelerinin müdürleri ve yöneticileri arasında belirli bir çelişki var ...Kuşkusuz çalışan insanların çıkarını savunmak ...devlet aygıtının bürokratik sapmasını düzeltmek ...sendikaların görevidir.” (22)


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 31 TABLO: 3 Greve çıkan işçi sayısı Yıl 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928

Sayı 192.000 165.00 43.00 34.000 32.000 20.100 8.900

11. Parti Kongresi’nde (1922) grev hakkının devlet tarafından bir şekilde bastırılmamasına karar verdi. O yıl 192 bin işçi greve çıktı ileriki yıllarda grevlerin azalmasının nedeni hiç kuşkusuz işçilerin artık kendilerini savunma ihtiyacı duymamaları değil, tam tersine bir yandan savunma örgütlenmeleri olan sendikaları yitirmeleri diğer yandan da devlet baskısının 1922 Parti Kongresi kararma rağmen grevciler üzerinde artmasıydı. 1929’dan sonra ise grev artık zaten yasaktı.

Bürokrasi Gelişiyor Ocak 1918’de Lenin 3. Sovyet Kongresi’nde şöyle diyordu: “Sık sık işçi ve köylü delegeleri hükümete gelerek örneğin ‘şu toprağı ne yapacağız’ diye soruyorlar. Ve sık sık kesin bir fikirleri olmamasına şaşıyorum. Onlara ‘iktidar sizsiniz, ne istiyorsanız onu yapın, neyi istiyorsanız alın, biz sizi destekleyeceğiz’ diyorum.” (23)

İki ay sonra, bu defa 7. Parti Kongresi’nde ise şunları söylüyordu: “Devrimimizin yaptığı bir kaza değil ...o bir parti kararının ürünü değil ...o yığınların kendilerinin kendi sloganlarıyla, kendi güçleriyle yarattıkları bir devrim ... Sosyalizm bir azınlık, bir parti tarafından tamamlanamaz. 0 sadece on milyonlar kendi kendilerine yapmayı öğrendikleri zaman tamamlanabilir.” “Çalışanlar devlet yönetimini ele aldıktan beri özel devlet aygıtı kayboluyor.” (24)

Lenin bürokrasi konusunda da çok açık konuşuyordu: “Sovyet iktidarı bürokrasisiz, polissiz, düzenli ordusuz. burjuva demokrasisinin yeni bir


32 ● İŞÇİLER VE TOPLUM demokrasisi ile, çalışan insanları öne çıkaran, onlara yasama ve yürütme otoritesi veren ... bir demokrasi ile değiştiren yeni bir tip devlettir.” (25)

‘Sovyet Hükümeti’nin Acil Görevlcri’nde Lenin bürokrasiye karşı sovyet sisteminin ‘en önemli silahını’ şöyle anlatıyordu: «Bugün tam anlamı ile uygulandığı gibi sovyetin sosyalist, yani proleter demokratik karakteri önce seçmenlerin çalışan ve sömürülen insanlardan olmasındandır; burjuvazi dışlanmıştır. İkinci olarak, seçimlere ilişkin tüm bürokratik formaliteler ve sınırlamalar kaldırılmıştır, halkın kendisi seçimlerin zamanını ve biçimini tayin eder ve seçtikleri insanı geri çağırmakta tamamen özgürdürler.» (26)

Lenin, sosyalizmi sadece en geniş işçi yığınların sorunlarını bizzat çözerek inşa edebileceğine inanmaktaydı. Bu tutum 1918 ortalarına kadar sürdü. 1918 îlkbaharı’nda Lenin ‘ülke ve devrim ancak öncü işçilerin yığınsal gayreti ile kurtulabilir’ (27) diyerek en geniş işçi yığmdan, öncü işçilerin yığınına doğru çekildi. 1918 Mayısı’nda ise: “Rusya’nin öncü ve politik bilinçli işçi kesiminin ne kadar ince olduğunu biliyoruz”

diyordu. Bu ince, cılız öncü kesim iç savaşla birlikte (önceki sayfalarda anlatıldığı gibi) giderek daha da inceldi ve iç savaş öncesinin düşüncelerini adeta bir rüya haline getirdi. Maddi koşullar Sovyetleri hızla yemeye başladı. 1918’de kabul edilen Sovyet Anayasası’na göre, Rusya Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti’nin (RSSFC) yasama organı Tüm Rusya Sovyet Kongresi idi. Ne var ki, bu anayasa maddesi kısa zamanda sadece lafta kaldı. Anayasaya göre Sovyet Kongresi’nin atadığı Sovnarkom (hükümet) giderek fiilen en yüksek otorite haline geldi ve yasama işlevini de üstlenmeye başladı... Sovyet Yürütmesi VTsIK’in otoritesi eridi. Devrimin ilk yılında dahi yürütme organı Sovnarkom 480 kararname (yasa) çıkardı ve bunların sadece 68’i VTsIK’in onayına sunuldu, iç savaşın sonuna kadar ise Sovnarkom toplam 1615 kararname çıkarırken, VTsIK sadece 375 kararname çıkardı. (28) Bu arada devrimin ilk yılında 4 kez toplanan Sovyet Kongresi, önce yılda iki kez toplanmaya, sonra da anayasaya göre en az yılda iki kez toplanması gerekirken 2 yılda bir kez toplanmaya başladı. Bir başka gelişme ise VTsIK’in kendisine 78,kişiden oluşan ve anayasada yeri olmayan bir prezidyum oluşturmasıdır. Bu tedbir iç savaşın kızgın günlerinde yürütmenin hızlanması için alınmıştı.


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 33 Bölgesel düzeyde ise sovyet kurumu daha da ciddi ölçülerde geriledi. Hükümetin 24 Ocak 1919’da çıkardığı bir kararname ile iç savaşın etkilediği bölgelerde ‘Revkom’ (Devrimci Komiteler) adlı atamayla oluşan örgütlenmeler kurulmaya başlandı ve yerel Sovyetlere bu Revkom’lara itaat etmeleri bildirildi. Sovvetlerin etkinliğinin giderek azalmasının maddi zemini proletaryanın nicel ve nitel olarak uğradığı yıkımdı. İç savaşın bir başka ürünü ise, iç savaştan önce kurulmuş olmasına rağmen o güne kadar oldukça etkisiz bir örgüt olan gizli polis servisi Çeka’nın ‘karşı-devrim ile mücadeleye başlaması’dır. Şubat 1918’e kadar sadece 120 çalışanı olan Çeka, aynı yılın sonunda 31 bin kişi çalıştırmaktaydı. Bu sayı iç savaşla birlikte yüzbinlere ulaştı. Çeka, önceleri gazete ve diğer yayınları, belirli kişilerin hareketlerini kolluyor ve kamuya ait yerleri koruyordu. Fakat sonraları hayatın her alanını kontrol etmeye başladı. Çeka, sorgusuz sualsiz ve kanıtsız bir şekilde insanları cezalandırmaya, idam etmeye başladı. Çeka’ya göre yargı gereksizdi. O kadar ki, bir süre sonra ‘bütün iktidar Çeka’ya’ sloganı neredeyse gerçeklik haline gelecekti. Sonunda Çeka’ya karşı önce bir yayın kampanyası başlatıldı. Partinin gazetesi Pravda ve Sovyetlerin gazetesi Izvestia’da Çeka’yı eleştiren makaleler çıkmaya başladı. O günlerde 236 yerel sovyet ile yapılan bir araştırmaya göre 119 sovyet, Çeka’nın yerel Sovyetlerin yürütme kuruluna bağlanmasını; 99 sovyet, Çeka’nın yerel Sovyetlerin idari bölümlerine bağlanmasını istiyordu. Sadece 19 sovyet, Çeka’nın bağımsızlığından yanaydı. Aralık 1921 ‘deki 9. Sovyet Kongresi’nde Lenin (bu onun katıldığı son Sovyet toplantısıdır) uzun bir konuşma yaparak Çeka üzerine olan görüşlerini belirtti: «Bitirmeden önce, bu dersi (iç savaş dönemine ilişkin) bir kere daha bir kurumumuz için, Çeka için uygulamak isliyorum ...Çeka’yı reform etmek acildir, görevlerini ve gücünü yeniden tanımlamak ve politik sorunlara ilişkin çalışmasını sınırlamak gerekir ... Daha geniş devrimci legalite sloganını öne çıkarmak gerekir.» (29)

Bu kongreden kısa bir süre sonra Çeka dağıtıldı ve tüm gücü İçişleri Halk Komiserliği tarafından oluşturulan GPU’ya devredildi. Herki yıllarda —bu kez iç savaş koşullan da olmamasına rağmen— GPU, Çeka’nın yasa tanımaz baskısını kat be kat aşarak faaliyete başladı. Ancak bu kez kimse GPU aleyhine söz etmedi, edemedi. GPU, sonra OGPU, sonra da KGB devlet içinde devlet, parti içinde parti haline geldi.


34 ● İŞÇİLER VE TOPLUM

İç savaşın son bir ürünü ise Kızıl Ordu’dur. 1917 Şubat Devrimi ile beraber Çarlık Ordusu’nun tüm rütbeleri, tüm eski hitap biçimlenmeye başlandı. Ancak, iç savaş beklenenin tam tersine merkezi bir ordu üretti. Kızıl Ordu için defalarca askere çağırma kararnameleri ortadan kaldırıldı. Her düzeydeki subaylar, erler tarafından seçilecekti. Ne var ki, bu kararnameler sorunu çözemedi.1919 başında Kızıl Ordu’da i milyon asker vardı. Bu rakam 1920’de 3 milyona çıkmıştı. 1919’da asker kaçaklarının sayısı 1.3 milyondu, 1920’de ise bu sayı 3 milyona çıktı. Bu nedenlerle Kızıl Ordu başlangıçta tam anlamı İle gönüllülere dayanmaktaydı. Gönüllüler büyük kentlerin sanayi proleterleriydi. Savaş Komiserliği’nin yayınladığı bir kararnameye göre de her mangada bir komünist olmalıydı. Ne var ki, iç savaş Kızıl Ordu’nun başlangıçtaki birçok özelliğinin kaybolmasına neden oldu. ‘Sanayinin mühendislere ihtiyacı olduğu gibi, ordunun da uzmanlara ihtiyacı vardır’ denilerek Temmuz 1918’de Çarlık Ordusu subayları geri çağırıldı. Yılsonuna kadar 2691 subay Kızıl Ordu’ya katıldı. Ağustos 1920’de bu sayı 48.409’a yükseldi. Çarlık subayları askeri birliklerdeki komiserlerin denetimi altındaydı. İç savaşın ürünü olan Çeka (daha sonra GPU) ve Kızıl Ordu’nun gelişimi, bunların sistemli, merkezi ve olağanüstü yetkili kurumlar haline gelmesi hiç de 1917 öncesinde düşünüldüğü gibi değildi. Bolşevikler düzenli ordunun yerine işçi milislerini öngörüyorlardı. Ancak iç savaş, emperyalist işgal Kızıl Ordu’nun doğmasını zorunlu kıldı. Proletaryanın en iyi kesimleri ona katıldı ve bu arada proletarya sınıf olarak yok olmaya başladı, işte iç savaşın Sovyet Rusya’nın önüne diktiği paradoks buydu. Kızıl Kurdelalı Çarlık Bürokrasisi İç savaş bittiğinde daha önce de belirttiğimiz gibi 1 milyon 118 bin olan sanayi işçilerinin yanı sıra 5 milyon 880 bin (30) devlet memuru vardı. Bu yaklaşık her sanayi işçisi için 5 devlet memuru demekti. Aynı tarihte Kızıl Ordu’nun da 5 milyon olduğu, yaklaşık 150 bin subaya sahip bulunduğu ve Çeka’nın da birkaç yüz bin memuru olduğu hatırlanırsa, her bir sanayi işçisine düşen devlet memuru sayısı daha da artmaktadır. Mart 1919’da Petersburg Sovyeti’nde yaptığı konuşmada Lenin bürokrasisi için şöyle diyordu:


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 35

“...Eski bürokratları dışarı attık, fakat geri geldiler... Yakalarında kırmızı kurdelalar taşıyorlar ve sıcak köşelere yerleşiyorlar. Ne yapabiliriz? Bu pisliğe karşı tekrar tekrar mücadele etmeliyiz, eğer bu pislik geri gelirse onu tekrar tekrar temizlemeliyiz.” (31)

Aynı tarihte partinin 8. Kongresi’nde ise şöyle diyordu: «Çarlık bürokrasisi sovyet kurumlarına katılmaya başladı ve bürokratik yöntemlerini uyguluyor. Rus Komünist Partisi üye kartı taşıyarak, komünizmin renklerine bürünerek mevkilerinde başarılı olacaklarını tahmin ediyorlar... Burada kendini hissettiren sorun kültürlü güçlerin yokluğudur.» (32)

1920 sonrasında ise Lenin artık sadece bürokrasiye dikkati çekmiyor, ona karşı mücadele de ediyordu: “Sovyet hükümeti yüz binlerce burjuva ya da küçük burjuva büro işçisi çalıştırıyor. Bunların sovyet hükümetine hiçbir inançları yok.” (33)

Lenin, 1921’de de durumu şöyle tanımlıyordu: “Şu anda rüşvet her taraftan bizi sarıyor... Bana göre üç temel düşman var karşımızda; birincisi komünist kibir; ikincisi okuma-yazma oranının düşüklüğü, üçüncüsü rüşvet.” (34)

Ve son olarak 1922 Kasım ayında Komintern’in 4. Kongresi’ndeki yaşamının son konuşmasında şunları söylüyordu: “Biz eski devlet mekanizmasını devraldık, bu bizim talihsizliğimizdir. Sık sık bu mekanizma bize karşı çalışmaktadır. 1917’de iktidarı aldığımızda hükümet memurları bizi sabote ettiler. Bu bizi çok ürküttü ve ‘lütfen geri gelin’ diye yakardık. Hepsi geri geldi, fakat bu da bizim talihsizliğimizdi. Şimdi koskoca bir devlet çalışanları ordumuz var, fakat üzerlerinde kontrolü oluşturacak eğitilmiş güçler yok. Pratikte tepede biz politik iktidarı kullanırken mekanizma nasılsa işliyor; fakat aşağıda hükümet memurları tamamen keyfi bir kontrole sahipler ve sık sık kontrollerini bizim tedbirlerimize karşı kullanıyorlar. Yukarıda, ne kadar olduğunu bilmiyorum, fakat her halükarda, sanırım bir kaç bin, dışarıda ise birkaç on bin kendi insanımız var. Aşağıda ise, bazen bilerek ve bazen bilmeden bizim aleyhimize çalışan Çardan ve burjuva toplumundan aldığımız yüz binlerce eski memur var.” (35)

Parti İçi Gelişmeler


36 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Ekim ayaklanmasından kısa bir süre önce toplanan Bolşevik Partisi 6. Kongresi’nde Sverdlov 240 bin üye olduğunu söylüyordu. 1919 Mart ayında toplanan 8. Kongre’deki üye sayısı ise 250 bindi. Sverdlov’un 1917’de verdiği rakamların, o sırada Lenin’in ayaklanma tezini desteklemek için biraz abartılı olduğu kabul edilirse, ayaklanmadan sonraki 1.5 yıl içinde parti üye sayısı pek büyük ölçüde artmamıştır. Ancak aynı kongre partiye büyük ölçüde ‘güvenilmez’ unsurların dolduğunu da tespit etmişti. Bu tespitin üzerine yapılan ‘temizlik’ hareketi ile üye sayısı 150 bine düştü. Ne var ki, ‘temizlik’ten hemen sonra başlayan iç savaş nedeniyle parti kapıları yeniden açıldı. Ekim-Aralık ayları içinde 200 bin yeni üye kaydedildi. Mart 1920’de toplanan 9. Kongre’de üye sayısı 611.978’di. Yeni üye kaydı 1920-21 yıllarında yavaşladı. 1921’de toplanan 10. Kongre’ de üye sayısı 750 bine ulaştı. 10. Kongre yeniden bir ‘temizlik’ karan aldı. 1922’do toplanan il. Kongre’ye kadar 136.386 parti üyesi (toplam üyelerin 1/5’i) partiden ‘temizlendi.’ 1922 ‘temizlik’ hareketi öncesinde Bolşevik Partisi içinde çeşitli fraksiyonlar oluştu. Bunların en önemlisi İşçi Muhalefeti idi. Gerçekleşen ‘temizlik’ hareketinde, işçi ve yoksul köylülerin en az işlem gördüğü, ‘farklı düşünenlerin’ ve İşçi Muhalefeti’nin ‘eski’ üyelerinin temizlenmediği özel olarak belirtilmişse de, tüm ihraç edilenlerin % 11‘i ‘parti direktiflerini uygulamaktan kaçındıkları’ için ihraç edildiler. İhraçların % 34’ü ‘pasiflikten’, % 25’i ‘kariyerizm, içkicilik, burjuva çalışma tarzından’, % 9’u ‘sahtekarlık ve rüşvet almaktan’ gerçekleşti. Diğer partilerden Bolşevikler’e geçip de 1922’de ‘temizlenenler’ ise 6000’e (% 4-5) yaklaşmaktaydı. ‘Temizliğin’ ardından RKP’nin üye sayısı i Ocak 1923’de 485.500 idi. 1922 ‘temizliği’ açık ki merkezi uyarmalara rağmen İşçi Muhalefeti’nin tabanını büyük ölçüde ‘temizledi’. Bu Bolşevik Partisi tarihi içindeki ilk siyasal ‘temizlik’ oldu. 10. Kongre’nin en önemli kararı ‘parti içindeki grupları yasaklaması’ idi. özellikle ‘sendikalar tartışması’ sırasında ortaya çıkan birçok grup kongre kararı ile dağıtıldı. Ancak bu karar geçici idi ve parti içinde çıkacak tartışmalar için platformların kurulmasının gerekliliğini de vurgulamaktaydı. Ne var ki, daha ileriki yıllarda bu karar önce SBKP içinde, daha sonra da Stalinizmin etkisi ile bütün dünya sosyalist hareketi içinde örgütlenmeye ilişkin genel bir kural haline geldi. SBKP’nin pratiğinde ise, 1936 sonrasında sadece hizipler değil muhalif olmak, farklı düşünmek


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 37 cezalandırılmaya başlandı. Kongreler daima oybirliği ile kararları onaylar hale geldi. 1919’da parti üyelerinin % 20’si Ekim öncesi partiye üye olanlardı. % 8’i Şubat Ekim arasında partiye katılanlar, % 4-5’i ise diğer partilerden Bolşeviklere gelenlerdi. Parti üyelerinin % 67,5’u ise yeni üyelerdi. Aynı yıl parti üyelerinin %11‘i fabrikada çalışmaktaydı. Üyelerin % 52’si hükümet memuru (yani bürokrat), % 8’i parti ve sendika çalışanı (yine bürokrat) ve % 27’si Kızıl Ordu üyesi idi. (36) 1922’de partiye katılanların sadece % 12’si işçi, % 30’u ise Kızıl Ordu’dandır. 1923’den sonra partinin sosyal durumunu gösterir güvenilir sağlam rakamlar yok. Ancak 1923’de parti hücrelerinin sosyal konumunu gösteren rakamlar yayınlandı. Bunlara göre, tüm hücrelerin % 18’i sanayide ve ulaştırmada, % 24’ü orduda, % 19’u sovyet dairelerinde (bürokrasi arasında), % 30’u ise köylük bölgelerdedir. Buralarda da parti üyelerinin büyük çoğunluğu aslında yine sovyet memurudur. Hücrelerin geriye kalan % 9’u ise parti ve sendika memurları ve öğrenciler arasındadır. (37) Bütün bunlardan sonra 1917-24 arasındaki Bolşevik Partisi’nde (sonradan RKP ve SBKP) son bir noktaya daha değinmek gerekiyor o da eşitçilik. 1929 yılma kadar. —1924-29 arasında gevşeyerek de olsa— parti üyelerinin ücretleri ve yaşam koşulları üzerinde tam bir eşitlikçi anlayış vardı. Parti üyeleri kalifiye bir işçinin ortalama ücretini almaktaydılar. Parti üyeleri için eşitlikçi anlayış vazgeçilmez bir proleter sosyalist ilkeydi. II. LENİN’İN SON MÜCADELESİ Büyük Rus Şovenizmi

Ekim’in ardından ilk Halk Komiserleri Konseyi’nin Milliyetler Sorunu komiseri Stalin idi. Stalin daha sonra Merkez Komitesi sekreteri de oldu. Aynı zamanda partinin Politbüro ve Örgütlenme Bürosu üyesiydi. Stalin böylece partinin tüm yetkili organlarında aynı zamanda olan tek kişi idi. Partideki görevlerinin yanı sıra hükümet ve İşçi Kontrol Komisyonu’nun da üyesiydi. Parti sekreteri olarak Stalin, parti kadrolarının tayininden sorumluydu. İç savaş yıllarında parti kadrolarının tayini büyük önem taşımaktaydı. Parti ile devletin içice geçmesi sürecinde Stalin parti kadrolarının tayini yoluyla devlet kadroları


38 ● İŞÇİLER VE TOPLUM üzerinde de önemli bir söz hakkına sahipti. Stalin 1922’de toplanan 12. Parti Kongresı’ne verdiği raporda 42 bin parti üyesini atadığını belirtiyordu. (38) Aynı yıl RSSFC Ukrayna, Beyaz Rusya ve Transkafkasya Federasyonu ile yeni bir anayasa çerçevesinde birleşmekteydi, işte bu süreç içerisinde ağır hasta olan Lenin, ‘Büyük Rus şövenizmi’ne karşı yaşamının son ve başarısız mücadelesini veriyordu. Lenin’in ulusal azınlıklara karşı davranışlar üzerine olan ilk eleştirileri 1919’a kadar uzanır. Bu eleştiriler Stalin’in yukarıda belirtilen mevkileri aracılığı ile oluşturduğu mekanizma karşısında yeterince etkili olamadı. 1920’de 9. Parti Kongresi’nde Lenin “Bazı komünistlerin altını kazıyın, Büyük Rus şovenizmi çıkar’ (39) diyordu. Ertesi yılki 10. Kongre’de ilk kez ‘Büyük Rus Şövenizmi’nin varlığı resmen saptandı. 11. Kongre’de Ukraynalı Bolşevik N. Skrpnik parti organlarında, Stalin’in başında olduğu Kadro Tayin Komisyonu’nun Rus kadrolar atamasını eleştiriyor ve ‘bir ve bölünmez Rusya bizim sloganımız değildir’ diyordu. Gerçekten de o yıl tüm parti üyelerinin % 72’si Rus idi. Ancak Gürcistan’ın işgali bu olayı patlattı. İç savaş sürecinde Gürcistan bağımsızlığını ilan etti. Yapılan Ulusal Meclis seçimlerinde Menşevikler 130 sandalyenin 105’ini kazandılar. Geri kalan sandalyeler ise milliyetçilere ve Sosyalist Devrimciler’e gitti. Bolşevikler ise hiçbir etkinlikleri olmayan küçük bir azınlıktı. Yeni Gürcistan Cumhuriyeti hem RSSFC hem de Müttefikler tarafından tanındı. 7 Mayıs 1920’de RSSFC ile Gürcistan Cumhuriyeti’nin Menşevik hükümeti arasında, Gürcistan üzerindeki tüm Rus niyetlerini ortadan kaldıran ve RSSFC’nin Gürcistan içişlerine karışmamasını garantileyen bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmadan bir yıl sonra Gürcistanlı Bolşevikler ayaklandı ve RSSFC Kızıl Ordu’su Gürcistan’ı işgal etti. Lenin iki Gürcü, Stalin ve Ordhonikidze tarafından gerçekleştirilen bu işgale karşı büyük kuşku ile baktı. Stalin ve Ordhonikidze 1920’de tüm Kafkasya’nın yeniden işgali için bir Kafkasya Bürosu kurdular. Lenin, Kafkasya Bürosu’nun yerel bağımsız komünist partileri ve Gürcistanlı Menşevikler ile olan ilişkilerinin gözden geçirilmesini istedi. Büro’nun başı Ordhonikidze bu uyarıyı dinlemedi. Lenin bir telgrafla Kızıl Ordu’nun Gürcistan’da nasıl davranması gerektiğini şöyle açıklıyordu: “Gürcistan’ın egemen organlarına karşı özellikle saygılı olmalısınız. Gürcistan halkına karşı özel bir dikkat ve özenle davranmalısınız. Beni her türlü ihlalden ve hatta yerel halkla girişilecek en hafif bir sürtüşme ya da tartışmadan haberdar edin.” (40)


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 39

Çok geçmeden yerel parti örgütleri ile Stalin ve Ordhonikidze’nin Kafkasya Bürosu arasında sert çelişkiler çıktı. Kafkasya Bürosu Gürcistan, Ermenistan ve Azerbeycan’ı Transkafkasya Cumhuriyeti’nde birleştirmeye çalışıyordu. Bu plan şiddetli direnişlere yol açtı. 1922 Eylül’ünde RSSFC, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Transkafkasya Cumhuriyetleri birleştiler. RSSFC’nin 10. Kongresi Aralık 1922’de bu birleşmeyi onayladı. Stalin’in Parti Tayin Bürosu’nun başında olması ve aynı yıl 42 bin partilinin tayin edilmesi bunda önemli bir rol oynadı. Sovyet cumhuriyetlerinin birliği üzerine olan ilk karar taslağını Stalin hazırladı. Bu karar tasarısı RSSFC devlet ve hükümet organlarını tüm diğer bağımsız cumhuriyetlerin üzerine koymaktaydı. Karar taslağının son maddesi bu dokümanın, bütün cumhuriyetlerin VTsIK’leri bunu onaylayıncaya kadar gizli kalmasını içeriyordu. Gürcistan Parti Merkez Komitesi bu kararı reddetti. Bunun üzerine Stalin, Gürcistan Merkez Komite üyesi Mdivani’ye gönderdiği bir telgrafta RSSFC organlarının (hükümet ve VTsIK) bütün cumhuriyetler için bağlayıcı olduğunu belirtti. Lenin, Stalin’in karar tasarısı üzerine parti Politbürosu’na ‘Egemen Ulusal Şovenizmle Mücadele Üzerine Notlar’ başlıklı bir not gönderdi. Ağır hasta olan Lenin, bu birliğin kurulması sürecine aktif olarak katılamadı ama Stalin’i uyarmaya çalıştı. Kamanev’e yazdığı bir mektupta, ‘Sorun bana göre muazzam bir öneme sahip ve Stalin fazlasıyla acele içinde’ diyordu. Lenin’in milliyetler meselesine esas dönüşü ufak fakat anlamlı bir olayla gerçekleşti. Kafkasya Bölgesel Komitesi ile Gürcistan Merkez Komitesi arasında çıkan bir tartışmada Ordhonikidze bir Merkez Komite üyesini tokatladı. Tüm Gürcistan Merkez Komitesi istifa etti. Lenin bu olaya çok sert bir tepki gösterdi. 6 Ekim’de yine Kamanev’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Yoldaş Kamanev, egemen ulus şovenizmine karşı ölümüne bir savaş açıyorum. Hastalığımdan kurtulur kurtulmaz onu bütün sağlıklı dişlerimle yiyeceğim.” (41)

Ölümünden kısa bir süre önce yazdırdığı son mektuplarından üçü ise ulusal soruna ilişkindi. Lenin şöyle diyordu: “Özerkleştirme denilen ve resmi tanımı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin birleşmesi olan soruna enerjik ve sonucu belirleyici ölçüde müdahale etmemiş olmakla Rusya işçileri karşısında çok suçluyum... Eğer işler Ordhonikidze’nin kaba kuvvet kullanma aşırılığına varacağı bir noktaya ulaşmışsa, ne tür bir batağa girdiğimizi


40 ● İŞÇİLER VE TOPLUM düşünebiliriz. Açık ki, bütün bu ‘özerkleştirme’ girişimi temelden yanlış ve zamansızdı. “Birleşik bir aygıta ihtiyacımız olduğu söyleniyor. Nereden geliyor bu iddialar? Bunların geldiği yer daha önceki günlüklerimde belirttiğim gibi Çarlık’tan ödüne aldığımız ve hafifçe sovyet yağına buladığımız aynı Rus devlet aygıtı değil mi? Şüphe yok ki, bu aygıtın bizim utacağını garantileyeceğimiz güne kadar beklemeliydik. Şimdi elimizi vicdanımıza koyarak tersini itiraf etmeliyiz: Bizim dediğimiz aygıt bize tümüyle yabancıdır ve bu diğer ülkelerden yardımın gelmediği, açlığa karşı kavganın ve savaşın bizi ‘meşgul’ ettiği beş yıl boyunca fethetme fırsatını bulamadığımız burjuva Çarlık aygıtıdır. “Açık ki. bu koşullarda, kendimizi varlığı ile haklı çıkarmak istediğimiz ‘Birlik’ten çıkma özgürlüğü’, Rusya’daki azınlıkları yüzde yüz Rus elan. gerçekte bir alçak ve zorba olan, tipik bir Rus bürokratı olan Büyük Rus şovenlerinin saldırılarından koruyamayacak bir kağıt parçasıdır. Hiç şüphe yok ki, Sovyet ve sovyetleşmiş işçilerin küçük bir yüzdesi de, Büyük Rus süprüntülüğünün şovenizm denizinde süte düşmüş sinek gibi boğulacaklardır. Ve ayrıca azınlıkları Büyük Rus zorbalığından koruyacak tedbirleri almamız gerektiği halde, almadığımızı düşünüyorum. “Üçüncü olarak, yoldaş Ordhonikidze örnek olarak cezalandırılmalıdır. (Bunu olabileceğim kadar üzüntülü olarak söylüyorum, o benim yurtdışında birlikte çalıştığım özel bir arkadaşımdır)... Bu Büyük Rus milliyetçisi kampanyanın politik savunuculuğu, tabii ki Stalin ve Dzershinsky’ye yüklenmelidir.” (42)

Gürcistanlılara yolladığı gizli bir mesajda da Lenin bu mesajın kopyalarının Kamanev ve Troçki’de olduğunu belirterek: «Davanızı bütün kalbimle destekliyorum. Ordhonikidze’nin kabalığına ve Stalin’le Dzershinsky’nin suç ortaklığına fena halde kızdım. Sizin için bir konuşma ve notlar hazırlıyorum.» (43)

Lenin, ‘konuşma ve notları’ partinin Nisan 1923’deki —kendisinin katılmadığı— 12. Kongre’sine hazırlıyordu. Nitekim ulusal sorun üzerine yazdığı notlar da Kongre’ye ulaşmadı. Daha önce ‘ciddi olarak Gürcistan meselesini Parti Merkez Komitesi’nde savunmayı üstlenmeni istiyorum’ dediği Troçki’de sorunu gündeme getirmedi ve Büyük Rus şövenistleri hak ettikleri cezadan kurtuldular. Lenin’in ulusal soruna ilişkin olan son üç mektubu SSCB’de ilk kez 1956’da yayınlandı. Bürokrasiye Karşı Mücadele


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 41 Son mektup ve yazılarında Lenin ‘Büyük Rus Şovenizmine’ karşı mücadelenin yanı sıra bürokrasiye karşı da tedbirler önermekteydi. Lenin, kongreye yazdığı mektubunda Parti Merkez Komitesi’nin ‘birkaç düzine hatta yüz yeni üye’ ile büyütülmesini istiyordu. Bu yeni yüz üye Lenin’e göre tabandaki işçilerden alınmalıydı ve ‘partinin işçi sınıfından 50 ile 100 arasında Merkez Komite üyesi isteme hakkı vardı.’ Lenin 24 Aralık 1922’de Merkez Komitesi’nin büyütülmesini bu komite içindeki Stalin ve Troçki’nin çatışmalarına ve ayrılık tehlikesine karşı da önermekteydi: “Yoldaş Stalin’in, Genel Sekreter olduğundan beri elinde sınırsız bir otorite birikti ve onun her zaman bu otoriteyi yeteri dikkatle kullanabileceğinden emin değilim. Diğer yandan, yoldaş Troçki, Merkez Komite’de Ulaştırma Halk Komiserliği sorunu üzerine verdiği mücadelede kanıtladığı gibi, sadece istisnai bir yeteneğe sahip değil. O, kişisel olarak bugünkü tüm MK’nin en yetenekli insanı: fakat çok kendine güvenli ve işin tamamen yönetimsel kısmı ile ilgileniyor. “Eğer parti tedbir almazsa bu iki istisnai lider arasında bir ayrılık beklenmeyen bir anda gelebilir. “24 Aralık 1922 Tarihli mektuba ek: Stalin çok kabadır ve bu kusur aramızda ve biz komünistlerin aralarındaki ilişkilerde oldukça hoş görülse bile, bir Genel Sekreter’de hoş görülemez. Yoldaşların Stalin’i o mevkiden uzaklaştırmak için bir yol düşünmelerini ve yerine, diğer bütün açılardan Stalin yoldaştan farklı, yani daha hoşgörülü olan, daha sadık, daha kibar ve yoldaşlarım daha çok düşünen, daha az kaprisli, vb. bir kişiyi atamalarını öneriyorum. Bu durum göz ardı edilebilecek bir ayrıntı olarak görülebilir. Fakat sanırım, bir bölünmeye karşı güvence sağlamak açısından ve Stalin ile Troçki arasındaki ilişki hakkında yukarıda yazdıklarım açısından bir ayrıntı değildir ya da tayin edici bir önem kazanabilecek bir ayrıntıdır.” (44)

Merkez Komitesi’nin büyütülmesinin yanı sıra Lenin, İşçilerin ve Köylülerin Müfettişliği (Rabkin) kurumunun da radikalce yenilenmesini önermekteydi. ‘Az Olsun, Öz Olsun’ başlıklı makalesinde: “...Sovyet, sosyalist vb. olarak adlandırılmaya gerçekten layık yeni bir devlet aygıtını inşa etmek, gerekli olan unsurlara önemli sayıda sahip olduğumuz varsayımına dayanmaktadır. Hayır, böylesi bir aygıttan ve hatta öğelerinden gülünç derecede yoksunuz ve onun inşasının çok zamanlar alacağını unutmamalıyız” (45)

diyordu. Stalin 1919’dan 1922’ye kadar Lenin’in mutlaka ciddi bir biçimde re-


42 ● İŞÇİLER VE TOPLUM forma tabi tutulmasını istediği Rabkin’in başındaydı. Bu dönem içinde tüm devlet mekanizmasını tanımakta ve onun aracılığı ile devlet kadrolarının tayinlerine müdahalede bulunmaktaydı. Lenin’in Önerileri Üzerine Lenin’in son günlerinde gerek devlet gerekse de parti bürokrasisine karşı önerdiği tedbirler sadece teknik düzeydedir. Oysa Lenin’in bütün politik yaşamı boyunca en önemli özelliği işçi yığınlarını harekete geçirmekti. Bu özelliğini 1917 Nisan’ında tüm ‘eski Bolşevikler’ kendisine karşı çıkarken, sokaktaki işçileri harekete geçirerek; aynı şekilde Ekim ayaklanması öncesinde tüm Merkez Komitesi kendisine karşı çıkarken istifa edeceğini Merkez Komitesi’ ne bildirip yine işçilere giderek göstermişti. Son yazılarındaki Merkez Komite’yi genişletmek, Rabkin’i düzeltmek gibi öneriler ise aşağıdan sınıfın baskısını göz önüne almamaktadır. Gerek partide gerekse sovyet aygıtlarındaki bürokrasinin vardığı ölçüleri henüz görememektedir. Zaten uzun bir süredir aktif siyaset içinde değildir, öte yandan kendi deyimi ile ‘proletaryanın deklase’ olduğunu da göz önüne almamaktadır. Güvendiği öncü işçiler, ‘eski muhafızlar’ ise partinin sadece % 2 ila 3’ünü oluşturmakta ve çok büyük ölçüde devlet aygıtları içinde memur olarak çalışmaktadırlar. Belli başlı sanayi kuruluşlarından ve tekellerden toplanan istatistiklere göre 1922 yılında fabrika yöneticilerinin % 65’i ‘işçi kökenli’, % 35’i ise ‘işçi olmayan kökenli’dir. Bunların yedide biri parti üyesidir. 1923’de ise bu rakamlar tam tersine dönmüştür. ‘İşçi kökenli’ler %36, diğerleri ise %64’dür. Bu kez fabrika yöneticilerinin yarısı parti üyesidir. (46) Ve yine Lenin’in kendisi ‘yeni devlet aygıtının eski rejimin aygıtı olduğunu, sadece dışarıdan birazcık boyandığını’ söylemekteydi. Daha önce partinin sınıf kompozisyonuna ilişkin rakamlar da vermiştik. Bütün bunlar gösteriyor ki, ‘işçilerin devleti’ tam anlamı ile ‘bürokratik bir deformasyon’ içindedir ve yakalarında kızıl kurdelalar, ceplerinde parti kartı ile eski Çarlık bürokrasisi sadece devlet aygıtına değil, onunla içice geçmiş olan partiye de yerleşmekte ve her şeyi ele geçirmektedir.

III.

BÜROKRASİNİN İKTİDARI


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 43

Muhalefet ve Parti’de İlk Temizlik 10. Parti Kongresi geçici bir tedbir olarak hizipleri yasaklamıştı. Bu nedenle 1924-27 arasında Parti Merkez Komi-tesi’ne, Politbürosu’na ve Sekreterliği’ne karşı çıkan muhalefet grupları titizlikle hizip olmadıklarını iddia ettiler. Oysa Bolşevik Parti’nin tüm tarihi iç mücadeleler ve hizipler tarihidir. Lenin’in ölümünden sonra diğer küçük grupların yanı sıra 4 büyük grup oluştu. Birincisi, 1920-22’den beri parti aygıtına olduğu kadar devlet kurumlarına da hakim olan Stalin’in iktidar grubuydu. İkinci grup, diğer iki ‘sol’ muhalefet grubunun temizlenmesinde Stalin hizibi ile birlikte davranan ‘sağ’ Bukharin grubuydu. Diğer iki ‘sol’ grup ise, Zinoviev-Kamanev ve Troçki’nin gruplarıydı. İlk çatışma Ekim Devrimi’nde kimin en önemli rolü oynadığı üzerine çıktı. 6 Kasım 1918’de yayınlanan bir Pravda makalesinde Troçki’yi Ekim ayaklanmasının mimarı olarak gösteren Stalin, Troçki’ye karşı bir kampanya başlattı. (Yıllar sonra basılan Stalin’in Toplu Eserleri’nde bu makalenin bu bölümü olduğu gibi çıkarıldı. Ama Pravda’nın ilgili tüm sayıları elbette ki toplatılıp imha edilemedi.) Troçki esas olarak 1905-06 yıllarındaki Bolşevikler’e karşı tulumundan dolayı suçlanmaya başlandı. Asıl sorun Tek ülkede sosyalizm’ tartışması idi. Stalin, 1924 Nisan ayında ‘Leninizmin Temelleri’ başlığı ile yaptığı ve daha sonra basılan bir konuşmasında o güne kadar en temel verilerden biri olarak kabul edilen sosyalizmin bir tek ülkede gerçekleşemeyeceğini anlatıyor ve dünya devriminin, hiç değilse bir-iki Batı Avrupa ülkesindeki devrimin önemini vurguluyordu. Daha sonra Stalin, bu konudaki en temel marksist tezden ayrılarak, muhalefeti Ekim Devrimi’nin yapılmasına karşı çıkmakla suçladı. Lenin’in tüm edebiyatı sosyalizmin bir dünya devrimi sorunu oldu-ğu, tek bir ülkede, hele geri bir ülke olan Rusya’da bu sürecin tamamlanmasının mümkün olmadığı, Rusya’nın diğer devrimleri ve özellikle de başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa devrimlerini beklediği türünden sayısız ibarelerle dolu olmasına rağmen, Stalin 1915’tc Lenin’in bir makalesini kendisine temel aldı. Bu makalede Lenin, kapitalizmin değişik ülkelerdeki eşitsiz gelişimi nedeniyle devrimin önce


44 ● İŞÇİLER VE TOPLUM birkaç, hatta bir ülkede olabileceğini anlatıyordu. Oysa tartışılan sorun devrimin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği değil, sosyalizmin inşasının tek bir Ülkede tamamlanıp tamamlananı ayacağı sorusu idi. Bürokrat için ‘sosyalizmin tek bir ülkede, özellikle de Rusya’da gerçekleşeceği’ tezi büyük bir önem taşımaktaydı. İktidarı bütünüyle kazanmak isteyen bürokrasi içerde isçi sınıfını atomize etmek, örgütlenmelerini dağıtmak, sermaye birikimini hızlandırmak ve proletaryayı yeniden oluşturmak hedefine sahipti. Dışarıda ise, dünya işçi hareketi tarafından tanınmak ve korunmak ihtiyacı içindeydi. Tek ülkede sosyalizm teorisi bu hedeflere tam olarak uymaktaydı. Böylece bir yandan son Bolşevikler temizlenecek, isçi sınıfının tüm devrimci atılım olanakları elinden alınacak, ‘sosyalizmin inşası’ için isçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları en ağır hale getirilecek ve diğer yandan da tüm dünya çapında güçlü bir diplomatik orduya sahip olunacaktı. Stalin’in ‘Troçkizm kampanvasına’ Bukharin ve Kamanev-Zinoviev grupları da katıldılar. 1925 Ocak ayında Zinoviev-Kamanev ikilisi Troçki’nin Merkez Komitesi’nden atılmasını önerdiler. Stalin bu öneriye karşı çıktı ancak Troçki’nin Kızıl Ordu’nun basından ayrılmasını önerdi. Troçki daha sonra ‘Bonapartist darbe suçlamasından kurtulmak için’ diyerek açıkladığı bu öneriyi kabul etti. Böylece parti, devlet ve Kontrol Komisyonu’nda mutlak egemenlisi sahip olan Stalin bir organı daha egemenliği altına almaktaydı. Geride sadmen Znoviev’in etkinliği altındaki Petersburg Parti Komitesi ve Komintern kontrol dışı kalmıştı. ZinovievKamanev grubu köylüler lehine sürdürülen politikalara karşı çıkmaktaydı. Sorun 14. Parti Konferansında tartışıldı. Konferans’ta Zinoviev sessiz kaldı ancak daha sonra sorunu Petersburg Komitesi’nde canlandırdı. 14. Parti Kongresi uzun ertelemelerden sonra 18 Aralık 1925’de toplandı. Kongre öncesi toplanan Merkez Komitesi’nde 4 muhalif Zinoviev, Kamanev ve İşçi Muhalefeti’nden Sokolnikov ve Krupskaya köylü sorunu üzerine tartışma açtılar. Kongrede sadece Zinoviev’in etkin olduğu Leningrad delegasyonu muhalifti. Diğer tüm delegeler Stalin ve hizibi tarafından seçilmişti. Kongre, Zinoviev ve onun Leningrad delegelerine şiddetle saldırdı. Onları destekleyen Krupskaya, 1906 Stockholm Kongresi’ni hatırlatarak azınlığın daima haksız olmadığını söylediğinde (o kongrede Menşevikler çoğunluk, Bolşevikler ise azınlıktı) salon gürültüyle ayağa kalktı, Krupskaya konuşamadı. Kamanev ‘Artık Stalin’in Bolşevik


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 45 kurmayı birleştiremeyeceğine inandım... Bir tek adam yönetimine, lider yaratılmasına karşıyız’ dediğinde sözü kesildi. Bu konuşmalara verdiği cevapta Stalin, ‘kolektif liderlikten’ bahsetti ve ‘Parti Rykov, Molotov, Kalinin, Tomski, Bukharin olmadan nasıl yönetilir?’ diye sordu. (Stalin’in bu konuşması basıldığında Tomski tutuklanmasından önce intihar etmiş; Rykov ve Bukharin hainlikle suçlanmışlar ve Bukharin kurşuna dizilmiş, Rykov ise gönderildiği toplama kampında ölmüştü). Kongre Kamanev’i Merkez Komitesi’ne yeniden seçmedi. Sokolnikov Halk Komiserliği görevini yitirdi. Poiitbüroya hepsi Stalin’in adamı olan 5 yeni üye alındı. Merkez Komitesi 106 kişiye çıkarıldı. Kongreden sonra ise Molotov başkanlığında bir kurul Leningrad’a giderek Zinoviev’in etkisini kırdı. Kongreye katılmış olan Troçki ise hiç konuşmadı. Troçki 1025 yılında I.enin’in ‘Vasiyeti’ni bir Amerikalı gazeteciye verdi. Gazeteci ‘Vasiyeti’ kullandı. Bunun üzerine Merkez Komitesi, Krupskaya ve kendi deyimiyle ‘Stalin’in tehditleri nedeniyle’ Troçki ‘Vasiyetin olmadığını’, bunun ‘hastalıklı bir uydurma’ olduğunu söylediler. 1926 yılında Birleşik Muhalefet oluştu. Zinoviev-Kamanev, Troçki, Demokratik Merkeziyetçiler ve daha sonra ‘İşçi Muhalefeti’nin son kalanları bir araya geldiler ve 1927ye Kadar faaliyet sürdürdüler. Birleşik Muhalefet Stalin’in parti aygıtındaki üstün kontrolü nedeniyle pek varlık gösteremedi. Öte yandan Birleşik muhalefet faaliyet alanı olarak bürokrasinin açık aracı haline gelmiş olan partiyi seçti. İşçi sınıfını örgütlemeye çalışmadı. Elbette bu muhalefetin ezilmesinde OGPU’nun ağır baskısını da saymak gerekir. Birleşik Muhalefet 10. Kongre’nin hizipleri yasaklama kararı karşısında açıkça bir hizip olarak görünmemeye çalıştı. Stalin Birleşik Muhalefet’e karşı derhal harekete geçti. 4 ay sonra muhalefetin tüm unsurları ‘gizli muhalefet toplantıları yapmak’ suçundan Politbüro, Merkez Komitesi ve diğer görevlerinden atıldılar. 1926 Ekim ayında muhalefet, parti fabrika hücrelerinde toplantılar yapmaya başladı. Partinin işçi üyeleri arasında belirli bir destek kazanıyorlardı. Stalin yine derhal harekete geçti ve Troçki, Zinoviev, Kamanev, Piata-kov, Evdakimov ve Sokolnikov ‘parti disiplinini çiğnediklerini v© fraksiyon mücadelesine giriştiklerini’ itiraf eden bir açıklama yaptılar. Troçki Politbüro’dan, Zinoviov Komintern Sekreterliği’nden, Kamanev ise Merkez Komitesi aday üyeliğinden atıldılar. Buna rağmen


46 ● İŞÇİLER VE TOPLUM muhalefet 26 Ekim’de toplanacak 15. Konferans’ta görüşlerini açıklamak istediğini belirtti, fakat bu istek reddedildi. Konferans’ta sadece Stalin konuştu ve muhalefeti eleştirdi. Konferansın temel konusu ‘tek ülkede sosyalizm’ idi. Stalin’in konu üzerindeki önerisi oy birliği ile kabul edildi. Muhalefetin oy hakkı da yoktu. Muhalefet Mayıs 1927’deki Şanghay katliamı üzerine yeniden hareketlendi. Fakat aynı günlerde İngiltere, SSCB ile diplomatik ilişkilerini kesti ve birden ‘savaş tehlikesi ‘ortalığı kaplayarak her türlü tartışmanın önünü kesti. OGPU yoğun baskıya girişti. Muhalefetin sayısız önderi Rykov (başbakan), Bukharin (Komintern’in başı), Tomski ve Devlet Başkanı Kalinin’in itirazları arasında partiden atıldılar ve sürgüne gönderildiler. Troçki bir yandaşının sürgüne gönderilmesi sırasında yaptığı bir konuşmadan dolayı Zinoviev ile birlikte Merkez Komitesi’nden atıldı. Onların sürgüne gönderilmeleri Ordhonikidze tarafından engellendi. Parti kurallarına göre her yıl toplanması gerekmesine rağmen, sonuncusundan iki yıl sonra toplanan 15. Kongre’de Troçki, Merkez Komitesi’nin yığınlara yakın ilişkisi olanlardan seçilmesi önerisinin basılmasını ve delegelere dağıtılmasını istedi. Merkez Komitesi bu isteği reddetti. Oysa, kongreye sunulan bir önerinin basılmasının, oldukça eski bir geçmişi vardı. 1918’de Brest-Litovsk antlaşması sırasında kurulan ‘Sol Komünistler’ grubunun merkez yayın organı Komünist, parti tarafından basılıp dağıtılmaktaydı ve bu resmi parti yayını Pravda’dan çok satılıyordu. Aynı şekilde daha sonra ortaya çıkan ‘İşçi Muhalefetinin broşürleri de yine parti tarafından basılmaktaydı. Örneğin A. Kollontai’nin bir broşürü 250 bin adet basılmış ve dağıtılmıştı. Merkez Komitesi Troçki’nin önerisini basmayı reddedince, onun yandaşları öneriyi gizlice basmaya çalıştılar, fakat OGPU hepsini tutukladı. Kongrede Troçki son bir konuşma yaptı ve Lenin’in ‘Vasiyeti’nden bahsetti. Ama artık çok geçti. Stalin Troçki’nin daha önce vasiyetname üzerine yaptığı açıklamayı hatırlattı ve Troçki’nin silahı kendisini vurdu. Troçki ve Zinoviev kongrede Merkez Komitesi’ne seçilmediler. Sayısız muhalif partiden atıldı. Aralarında Zinoviev ve Kamanev’in de olduğu bir sürü muhalif kongreye ‘anti-Leninist’ görüşlere sahip olduklarını ve affedilmelerini isteyen bir dilekçe verdiler ve bu dilekçe reddedildi. Artık muhalefet dizlerinin üzerindeydi. Kongreden bir ay sonra Ekim Devrimi’nin 10. yıldönümünde muhalefet Moskova ve Leningrad’da sokak gösterileri düzenledi. OGPU gösterileri dağıttı. Troçki ve diğerleri sürgüne Sibirya’ya gönderildi-


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 47 ler. Partinin Yeni Üye Yapısı ve Muhalefetin Yenilgisi 1924-28 yılları arasında, SBKP’nin üye sayısı 472 binden, 1.304.471’e yükseldi. (47) Bu üyelerin 200 bini Lenin’in ölümünden sonra açılan ‘Lenin Kaydı’ sırasında partiye katılanlardı. Bu yeni kayıtlarla parti içindeki eski üyelerin tüm üyelere oranı çok düştü. 15. Kongre’de partiye 488 bin işçinin katıldığı iddia edildi. Aynı yıl yapılan parti hücreleri seçimlerinde, seçilenlerin sadece % 1,4’ü 1917 yılı öncesinde partiye katılmışlardı. Bunların 14. Kongre delegeleri arasındaki oranları % 44 idi. Yine 1927’de parti sekreterlerinin % 71’i, 1927’de seçilen MK’nin 10’u hariç hepsi 1917 yılı öncesinde partiye katılmışlardı. Bütün bunlara rağmen partinin % 60’mdan çoğu iç savaş sırasında katılanlardan oluşuyordu. 1924-28 arasında partinin sınıf karakteri ise, 1928’de Merkez Komitesi istatistik Bölümü’nün yayınladığı rakamlara göre şöyle idi: % 56,8 işçi, % 22,9 köylü. % 18,3 çalışanlar, % 2 diğerleri. (48) Ancak bu rakamlar üyelerin geldiği sosyal gruba göre düzenlenmişti. Daha gerçekçi olan rakamlar ise şöyle idi: % 6,9 Kızıl Ordu mensubu, % 35,2 işçi, % 1,2 tarım işçisi, % 9,2 köylü (ve hatta işgücü istihdam eden köylü), % 38,3 her türden bürokrat, % 9.2 parti ve sendika bürokratları. Özetle, partinin yaklaşık yansı, (Kızıl Ordu subayları eklenirse yandan fazlası) bürokrat, yaklaşık % 10’u ise mülk sahibi idi. Bir başka ilginç rakam ise partinin ücretli çalışanlarına ilişkin olandır. 1922’de 15.325 olan ücretli parti çalışanlarının sayısı, 1925’te 20.000’i aşmıştı ve bunların ücretleri diğer devlet memurlarından % 50 daha yüksekti. Fakat asıl ilginç olan sayılar parti üyesi bürokratlara ve fabrika müdürlerine ilişkindi. 1923’te sovyet kurumlarındaki partililerin oranı % 5 idi. Bu rakam sekreterliğin büyük çabası ile ileriki yıllarda arttı ve 1927’de % 20’ye yükseldi. 15. Kongre‘de tüm fabrika, işletme ve sanayi tekeli müdürlerinin üçte ikisinin parti üyesi olduğu ilan edildi. 1936’da ise fabrika müdürlerinin % 97’si, şantiye şeflerinin % 82’si. Başmühendislerin % 40’ı parti üyesiydi. İşte Stalin’in mutlak çoğunluğu bu parti üzerinde sağlandı. 15. Kongre’ye kadar mutlak çoğunluk sağlanan hiçbir Bolşevik Kongresi yoktur. Açık ki, 1927’nin


48 ● İŞÇİLER VE TOPLUM partisinin 1917’nin partisi ile ismi dışında pek bir ilgisi yoktur. 1936’da ise, partinin 1927’deki parti ile bile benzerliği kalmamıştı. 1927’deki parti, sekreterliğinin liderliği altında bürokrasinin partisi haline gelmişti. Böyle bir partide onun kurallarına uyarak muhalefet yapmaya çalışmak, ya da daha doğrusu muhalefet yapmamak ama muhalif olmak mümkün değildi. Her türden muhalefetin ilk ve temel yanılgısı buydu. İkinci temel yanılgı ise SSCB’yi ‘işçi devleti’ olarak görmeleriydi. Bu iki temel yanılgı sonucunda tüm muhalefet, ‘partiye karşı gelinmez’, ‘doğru da yapsa yanlış da yapsa bizim partimizdir’ diyerek 3 yıl içerisinde ‘temizlendi’. Lenin’in katıldığı son kongre olan 11. Kongre’de seçilen Merkez Komitesi’nin 26 üyesinden 18’i idam edildi. Sadece 5’i 1936’dan sonra yaşamaya devam edebildi. Sol Muhalefet’in ardından Bukharin-Rykov-Tomski muhalefetinin temizlenmesi kolay oldu. Stalin’in ‘sağ muhalefet’ diye adlandırdığı grup, önce Devlet Başkanı Kalinin ve Voroşilov’u da içermekteydi, fakat ikisi de daha sonra taraf değiştirdiler. Önce muhalefetin güçlü olduğu komiteler temizlendi. Bukharin-Rykov-Tomski grubuna saldırmadan önce Troçki sürgüne gönderildi. Zinovyev ve Kamenev dizlerinin üzerine çökertilip partiye geri alındılar. 16. Kongre’de Sol Muhalefet’in bir dizi önderi, köylülüğe karşı alınması gerektiğini savundukları politikalara benzer politikaların uygulanmaya başlaması üzerine partiye geri alınmak üzere başvurdular ve önemli mevkilere getirildiler. 1930da toplanan 16. Kongre’de Stalin ‘artık Troçkizmin öneminin kalmadığını’ belirtiyordu. 1930’da partiye geri alman Sol Muhalefet’in bütün bu üyeleri 1936-39 arasında ya idam edildiler ya da sürgüne, toplama kamplarına gönderildiler. 16. Kongre’ye Bukharin katılamadı. Diğer ikisi ise tüm kongre boyunca aşağılandılar. Rykov hariç diğerleri mevkilerini kaybettiler. 17. Kongre öncesinde Rykov da Halk Komiserleri Konseyi Başkanlığı’ndan istifa etti. Böylece SBKP içinde, ufak tefek gruplar dışında hiçbir muhalif grup kalmamış oldu. Fakat asıl temizlik 1936’da başladı. Şubat 1934’te toplanan ‘Muzafferler Kongresi’nde (17. Kongre), bir dizi eski ‘sağ’ ve ‘sol‘ muhalif konuşturuldu. Her biri geçmiş ‘hatalarını’ anlattılar. Parti yanılmazdı. Her biri konuşmasının sonunda lidere övgüler düzdüler. Bu kongrenin asıl ilginç olan yanı ise, Politbüro üyesi ve OGPU terörünün aşırılığına karşı olduğu bilinen, Leningrad Parti örgütünün başındaki Kirov’un seçimlerde Stalin’den daha fazla oy almasıydı. Aynı yılın sonunda Kirov, Nikolayev adlı bir öğrenci tarafından öldürüldü. Böylece 1936-39 arasında doruk noktasına ulaşan katliam başladı. İlk önce Kirov’un korunmasından sorumlu gizli


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 49 polis şefi, sorgulanmasından önce tuhaf bir ‘kaza’da öldü, diğer sorumlular ise derhal kurşuna dizildiler. 1936-38 döneminde yok edilenlerin hikayesi çok uzun. Burada sadece belli başlı noktalara değineceğiz. 1936’da ‘seçim sisteminin daha da demokratikleştirilmesi’ sloganı ile yeni anayasa tartışmaları başlatıldı. Yılsonunda yeni anayasa Olağanüstü 8. Sovyetler Kongresi’nde onaylandı. Tüm SSCB yurttaşlarına ‘eşit oy hakkı’ tanındı.(*) Sovyetler işyeri, askeri birlik, köydeki üretim birimleri temelli olmaktan çıkarılarak coğrafi temelli bir hale getirildi. Eski Beyaz Muhafızlara, sabotörlere, ‘geçmişteki eylemi ve mülkiyeti ne olursa olsun’ herkese oy hakkı verildi. Oy hakkı verilmeyenler sadece ‘akıl hastaları YC mahkemece kamu haklarından menedilmiş.’ olanlardı. 1930-39 arasında kamu haklarından menedilenler İse sadece bir zamanların SBKP üyeleriydi. Anayasa tartışmaları sürerken parti Merkez Komitesi üye yenilenmesi karan aldı. Ağustos ayında ise Kirov’un öldürülmesi bahane edilerek, Zinovyev ve Kamenev’i içeren bir grup tutuklandı. Onları 1937de SoKolnikov, Radek, ve Preobrazftenski ve diğerlerinin tutuklanması ve mahkemeleri izledi. Baskı bu kez Bukharin, Tomski ve Rykov’a döndü. Tomski intihar etti, Radek ve Sokholnikov hariç hepsi kurşuna dizildi, bu ikisi ise çalışma kamplarında öldüler. İkinci göstermelik mahkeme sürerken Bukharin ve Rykov tutuklandılar ve mahkemenin sonunda yok edildiler. Her 3 büyük göstermelik mahkemenin de savcısı eski sağ Sosyalist Devrimci ve 1917 Yazı’nda Geçici Hükümet’in Lenin’in tutuklanması için çıkardığı emrin altında İmzası bulunan Vischinsky idi. Aynı dönemin iki gizli polis şefi Yagoda vo Yazhov 3 büyük göstermelik mahkemenin sonunda ‘temizlendiler’. 1917-29 arasında partinin, 3. Enternasyonal’in ve Sovyet Devleti’nin en önemli yerlerinde bulunanların temizliği böyle oldu.

*: 1936 Anayasası’na kadar sovyetler işyeri temelliydi. Böylece sovyetler istediği an toplanın ‘CPri çağırma hakkını‘ kullanabilmekteydi. Pratikte bu hak 1922-24 arasında gerilemiş, 1924-29 arasında sönme noktasına gelmiş, 1929 sonrasında ise işlemez olmuştu. Yine de 1936 Anayasası’na kadar ‘eşit oy hakkı’ yoktu.


50 ● İŞÇİLER VE TOPLUM 1917 Ekim Devrimi sırasında Politbüro Lenin, Troçki, Stalin, Zinovyev, Kamanev, Sokolnikov ve Bubnov’dan oluşuyordu. 1920’de Preobrazhensky, Bukharin ve Serebriakov eklendi. Daha sonra Tomski Politbüro’ya girdi. 1923’te Rykov, Bukharin’in yerini aldı. 1923’e kadar Politbüro’ da görev alan bu Bolşevikler’den sadece Lenin ve Stalin ‘halkın düşmanı’ ünvanını almadılar. 5’i idam edildi, biri GPU ajanları tarafından öldürüldü, biri tutuklanması öncesinde intihar etti daha sonra ‘halkın düşmanı’ ilan edildi, biri toplama kampında öldü, ikisi 1936-39 temizliğinde ‘kayboldu’, Troçki Meksika’da öldürüldü. Aynı şekilde 1917 sonrasının ilk Halk Komiserleri Konseyi üyelerinden, Stalin hariç 4 kişi, temizlik öncesinde öldükleri için ‘temizlikten’ kurtuldular. 10’u 1936-39 arasında ‘hain’ ilan edildi. 1924’e kadarki tüm halk komiserlerinin % 75’i idam edildi. Ancak ‘temizliğin’ boyutları bu kadar da değil. Muzafferler Kongresi olarak adlandırılan 1934’deki 17. Kongre’de seçilen 139 Merkez Komitesi üyesinin 98’i 1936-38 arasında imha edildi. Aynı kongreye katılan 1961 delegeden 1108’i de imha edildi. Olanların boyutları ile ilgili olarak bahsedilmesi gereken son nokta ise toplama kamplarıdır. 1924’e kadar politik tutuklular hiçbir biçimde çalıştırılmazlardı. Çalışma zorunluluğu 1928’de getirildi. O tarihte kamplarda çoğu Sol Muhalefet’ten olan 30 bin kişi vardı. Bu rakam 1930’da 600 bine, 1935’de 5 milyona, 1942’de 8 ile 15 milyon arasındaki bir sayıya ulaştı.(49) Toplama kampları ile ilgili sayıyı seçmen kütüklerinden hesaplayabilmek mümkün. 1936 Anayasası’na göre 18 yaşını bitiren ve akıl hastanesinde olmayan ya da mahkemece kamu haklarından men edilmemiş olan herkes oy kullanabilmekteydi. 1939’da 193 milyon olan toplam nüfusun 112,7 milyonu 18 yaşından yukarı idi. Ancak aynı yılki seçmenlerin sayısı sadece 101.7 milyondu. Kısacası en iyimser tahminlerle 11 milyon kişinin toplama kamplarında olması gerekir.(50) Parti içinde, devlet mekanizmasında, orduda, sendikalarda süren temizlik, 1939 yılında tamamlandı. Bu sürecin sonuçları, Sovyetlerin imhası, sendikaların özerkliklerini yitirmeleri, işçi sınıfının atomize edilmesi, zorla sanayileşme ve sermaye birikimidir. 1927’de Sol Muhalefetin yenilgisi bürokrasiye kapıları açtı. 1929’da Birinci Beş Yıllık Plan’ın ilanı Sol Muhalefet’in bazı elemanlarını Stalinle uzlaştırdı. 1927-36 arasındaki 5 yıllık planların yanı sıra bürokrasi kendisini yeniden şekillendirdi ve tam anlamı ile devlete ve partiye egemen oldu. 1936’daki yeni anayasa ile birlikte sovyet


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 51 devleti bitti. ‘Temizlik’ hareketi ile de Bolşevik Partisi bitti. IV. BÜROKRASİNİN İKTİDARI ve İŞÇİ SINIFI 23 Haziran 1931’de Sanayi Yöneticileri Konferansında yaptığı konuşma da Stalin, bazı sanayi dallarında bir önceki yıla göre % 40-50’lik artışlar olmasına rağmen diğer bazı sanayi dallarındaki artışın sadece % 6 ila 10 arasında kaldığını belirtiyor ve bunun nedenlerinin giderilmesinin yollarını açıklıyordu. Stalin’in hemen hepsi parti üyesi olan bu sanayi yöneticilerine anlattıkları adeta bürokrasinin işçi sınıfına karşı olan ekonomik programıdır, önerilenler işçi sınıfının atomize edilmesi, ücret mücadelesinin durdurulması, dolaşma özgürlüğünün kaldırılması, işçilerin fabrika yönetiminden tamamen çıkarılması, eski sabotörlerin yeniden sorumlu mevkilere getirilmesi ve sermaye birikiminin hızlandırılması için olan tedbirlerdir. (51) Tek Kişi Yönetimi 1929 yılına kadar fabrika ve tekeller Troika denen yöntemle yönetilmekteydiler. Troika sendika, fabrika komitesi ve fabrika teknik yönetiminden oluşmaktaydı. Bürokrasinin ilk tedbiri Troika’yı yıkmak ve tüm sanayi işletmelerinin ‘kolektif yönetimden, tekelci bir yönetime geçmesini sağlamak’ oldu. (52) Fabrika komitelerinin ve sendikaların fabrika yönetimine katılması 1919‘da toplanan 8. Parti Kongresi tarafından ‘sovyet ekonomik aygıtının bürokratikleşmesine karşı bir önlem’ olarak tanımlanmaktaydı. Fabrikalardaki parti komiteleri de fabrika yönetimine katılmaktaydılar. Stalin’in 1930 konuşmasına gelene kadar bürokrasi çoktan epey yol almıştı. Eylül 1929’da Parti Merkez Komitesi “İşçi komiteleri işletmenin yürütülmesine doğrudan katılmamalı... Her anlamda tek adam yönetimine yardımcı olmalı, ve böylece işçi sınıfının yağam koşullarının iyileşmesine yardımcı olmalıdır”(53)

demekteydi. Merkez Komitesi üyesi Kaganoviç ise:


52 ● İŞÇİLER VE TOPLUM

“Ustabaşı atölyenin otoriter lideridir, fabrika müdürü fabrikanın otoriter lideridir ve her birinin bu mevkilerine eşlik eden hakları, görevleri ve sorumlulukları vardır”

diyordu.(54) Ve 1935’de yayınlanan bir ekonomi el kitabında “tek adam yönetimi sosyalist ekonominin örgütlenmesinin en önemli prensibidir”(55) deniliyordu. İşçi Sınıfı ve Ücret Silahı Tek adam yönetimine verilen en önemli yetki ücretlerin saptanmasıydı. Yine 1929’a kadar (1923’den itibaren giderek zayıflayarak da olsa) ücretler sendika tarafından saptanmaktaydı. 1917-21 arasında Bolşevikler birçok kez sendikalar sorununu tartıştılar. Lenin en açık bir biçimde (daha önce de aktardığımız gibi) işçilerin devletine karşı, işçilerin kendi örgütleri yani sendikaları aracılığı ile kendilerini savunmaları gerektiğini anlatmaktaydı. 11. Parti Kongresi grevlerin sınırlanmaması kararını almakta, Parti Merkez Komitesi grev fonuna katkıda bulunmakta ve sadece 1923 yılında 165 bin işçi greve çıkmaktaydı. Bürokrasinin sendikalardaki sözcüsü ise şöyle demekteydi: “...İşçiler kendilerini kendi devletlerine karşı savunmamalıdırlar. Böyle bir şey tamamen yanlıştır. Bu yönetici organların yerini almaktır. Bu sol oportünist bir sapmadır, bireysel yönetimi imha etmektir...”(56)

Ağır sanayi bakanı ise: “...Müdürler, yöneticiler, ustabaşıları olarak ücretler ve ayrıntılarını kişisel olarak elinize almalı ve bu çok önemli sorunu hiç kimseye bırakmamalısınız. Ücretler elinizdeki en önemli silahtır.”(57)

diyordu. Hemen belirtmekte yarar var ki, ücret sorununun sendikalar ve fabrika komitelerinden alarak ‘tek adam yönetimine’ verildiği günlerde sendikalar daha hala işçi sınıfını temsil edebilme şansına sahipti. 1932’de toplanan 10. Sendikalar Kongresi’nde delegelerin % 84,9’u fabrika işçisiydi. 17 yıl sonra toplanan 11. Kongre’de ise delegelerin sadece % 23.5’i işçi, % 9.4’ü teknisyen, geri kalanı ise sendika bürokratı idi. Kısa bir süre sonra ise ücretlerin saptanması tamamen plana bağlandı ve tüm


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 53 ücretleri, ‘bu en önemli silahı’, hükümet kullanmaya başladı. Bürokrasinin işçi sınıfına karşı en önemli silahı olan ücretler konusunda ise Stalin kalifiye elemanlara yüksek ücret verilmesini savunmaktaydı. Bolşevikler’in 1917-24 arasındaki ‘eşitlikçi’ anlayışına sertçe çatan ve bunu ‘köylü sosyalizmi’ olarak saptayan Stalin teknisyenleri işletmelere bağlamak için ücretlerinin yükseltilmesini savunmaktaydı. (58) Aynı konuşmasında Stalin, ücretlerinin yükseltilmesini istediği teknik elemanların kimler olduğunu da açıklıyordu: “Eski kararlı sabotajcılardan çoğunun da bugün işyerlerinde, fabrikalarda, işçi sınıfının yanı başında çalışmaları, eski aydınların dönüşünün başlamış olduğunun kesin bir kanıtıdır.”(59)

Eşitçilik anlayışına karşı olan 17. Kongre kararı ise şöyle diyordu: “Bolşevik politika eşitlikçiliğe karşı sınıf düşmanı, sosyalizme yabancı bir olgu olarak sürekli savaşılmasını öngörür.”(60)

Gerçekten de eşitlikçiliğe karşı yaman bir savaş verildi. Parti üyelerinin ortalama bir kalifiye işçi ücretinden daha fazla ücret almaması ilkesi kaldırıldı. Ücretler

arasında öylesine bir fark yaratıldı ki. Çok zaman ABD’de bil© aynı türden farkları bulmak imkansız hale geldi. Bürokratların maaşları artarken, işçi ücretleri hızla düştü. Örneğin 1937’de bir fabrika yöneticisi 1500 Ruble, bir müdür 2000 Ruble alırken (ki çoğu kez daha fazla ücret alınmaktaydı) kalifiye bir işçi 200-300 Ruble, asgari ücret alan bir işçi ise 110 Ruble almaktaydı. Maaşlarının yanı sıra fabrika müdürleri v© tekel yöneticileri ikramiye almaktaydılar. Plan hedeflerini aşan işletmelerin kârları müdürlere dağıtılmaktaydı. Örneğin, plan hedefini % 30 aşan bir fabrikanın müdürü her %l artış için kardan % 4 almaktaydı. Plan hedefini aşma oranı yükseldikçe, müdürlerin kârdan aldıkları pay da artmaktaydı. Müdürlerin bir başka gelir kaynağı ise 19 Nisan 1936’da oluşturulan ‘Müdürler Fonu’ idi. Yasaya göre plan hedefine ulasan isletmelerin kârlarının % 4’ü bunu asanların kârlarının ise % 50’si ‘Müdürler Fonu’na gitmekte ve daha sonra bu fon müdürlere dağıtılmaktaydı. Bütün bu tedbirlerle isletmelerin yöneticilerine aktarılan fonlar milyarlarca Rubleyi bulmaktaydı. Bu arada belirtelim ki, ortalama işçi ücreti 254 Rubleydi. Sadece bir fabrika da (Kharkov kentindeki Porchen fabrikası) müdür kârdan 20


54 ● İŞÇİLER VE TOPLUM bin ruble, parti sekreteri 10 bin, üretim bölümü başkanı 8 bin, baş muhasebeci 6 bin sendika komitesi başkanı 4 bin ve usta başı 5 bin Ruble almışlardı. Özetle bir işçinin yıllık toplam ücretinin 2 ila 8 misli. Buna aldıkları normal ücretler dahil değildi. Bütün bunlara ek olarak Stalin’in 60. yaş gününde ‘Stalin ödülleri’ kondu. Başarılı işletme müdürlerine, parti ve sendika bürokratlarına her yıl binlerce adet ‘Stalin ödülü’ dağıtılmaya başlandı. ‘Stalin ödülleri’ vergiden muaf olmak üzere 50 bin ila 300 bin Ruble arasında değişmekteydi. 1938’de sovyet 1. ve 2. başkanları 300 bin Ruble maaş almaktaydılar. Yüksek Sovyet’in her üyesi 12 bin Ruble, her toplantı günü için ise 150 Ruble (aylık işçi ücretinin üçte ikisi) almaktaydılar. Bir ilginç nokta da gelir vergisine ilişkin olandır. Gelir vergisi dilimleri yılda 180 ila 300 bin Ruble arasındaydı. Oysa, l918’de 10 bin Ruble’den fazlasına el konmaktaydı. Bir de Kızıl Ordu’ya ilişkin rakamlar var. Sanayi için geçerli olan anlayış Kızıl Ordu’da da uygulandı. 1929’da erlerin ve subayların birlikte kullandıkları ‘Kızıl Ordu Evleri’ subay kulüpleri haline getirildi. 1934’de bir teğmen yılda 3120, bir albay 4800, bir general ise 6600 Ruble alıyordu. 1939’da bir teğmen 7500 Ruble, bir albay 14400, bir general ise 24 bin Ruble almaya başladılar. 2. Dünya savaşı yıllarında ise bir er ayda 10 Ruble alırken, bir teğmen 1000, bir albay 2400 Ruble almaya başladı. Aynı dönemde ABD ordusunda ise bir er 50 Dolar, bir teğmen 150, albay ise 333 Dolar almaktaydı. Sonuç olarak 1917-24 arasının ilkeleri ve Lenin’in görüşleri 1929 yılı ile birlikte bu en keskin “Leninistler’ tarafından tepe taklak edildi. Lenin’in kendi açık ifadelerine ‘en iyi Leninistler olarak’ saldırıldı, görüşleri aşağılandı. Grevler yasaklandı, sendikalar bağımsızlığını, yitirdi, işçi sınıfı silahsızlandırıldı. Bundan sonrası ise artık oldukça kolaydı. Çarlık Pasaportu ve Çalışma Disiplini Yukarıda değinilen konuşmasında Stalin, işgücünün sabitleştirilmesi gerektiğini anlatıyordu. Bir tedbir kalifiye işçiler için ücretlerin arttırılması, eşitsizliğin yükseltilmesi idi. Ancak ücretleri arttırılmayacak, aksine düşürülecek olan işçiler nasıl sabitleştirilecekti? Çözüm kısa


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 55 zamanda bulundu: İç pasaport. 1930 yılına kadar Sovyetler Birliği’nde iç pasaport Çarlık otokrasisinin işçi sınıfı ve tüm ezilenler üzerindeki baskı aracı olarak lanetlenmekteydi. Ancak bir yıl sonra, 1931’de işçilerin izinsiz olarak Leningrad’ı terk etmeleri yasaklandı. 1932’de bu sistem her yerde uygulanmaya başlandı. Yeni sistem son derece baskıcıydı. Çünkü iç pasaport sistemi sadece işçilerin bulundukları kenti terk etmelerini değil, çalıştıkları fabrikayı da terk etmelerini engelliyordu. Hiçbir işçi izinsiz çalıştığı fabrikayı terk edemezdi. İşte Stalin ve şürekasının bulduğu ‘işgücünü sabitleştirme’ yöntemi buydu. İç pasaportun yanı sıra 1922’de iş yasası da büyük ölçüde değiştirildi. Yeni yasa bir gün geçerli bir gerekçesi olmadan işe gelmeyen bir işçinin işinden ve bu arada evinden atılmasını öngörüyordu. İşe geç gelenler, işten erken ayrılanlar ya da iyi çalışmayanlar bir alt ücret kademesine indirildi. Bu üç kere tekrarlandığı takdirde ise, işçi işten ve evinden atılırdı. İşten atılmak ise iç pasaport yasası nedeni ile yeniden iş bulamamak demekti. Aynı şekilde savaş sanayisini terk eden işçiler 5 ila 8 yıl hapse mahkum edilmekteydi. Grev ise müebbet hapis ile cezalandırılmaktaydı. Fakat ilginç olanı yasada grev sözcüğü kullanılmıyor, onun yerine ‘iş bırakma, yani sabotaj’ deniliyordu. Alman bütün bu tedbirlerin yanı sıra işçi sınıfını atomize eden bir başka yöntem ise parça başına iş idi. Parça basma iş bir yandan işçileri atomize ederken diğer yandan da üretimi olağanüstü bir hızla arttırmaktaydı. 1930’da tüm işçilerin % 29’u, 1931’de % 65’i, 1932’de % 68’i parça basma çalışmaktaydı. 1944’de parça başına çalışan ve ‘sosyalist rekabet’ içinde olan işçilerin sayısı % 80 ila 90 arasındaydı. İşçiler için ‘sosyalist rekabet’ gönüllü olarak seçilen bir olgu değil, bir zorunluluktu. Ve bütün işçilerin bildiği gibi parça başına çalışma sürekli olarak normun arttırılması ile insani olmaktan çıkar. Bu nedenle 1937-38 arasında tüm işçilerin % 60’ı normun altında kaldı ve böylece asgari ücretin altına düştü. Rus işçi sınıfı parça başına iş ile makina tarafından köleleştirildi. 1936 ve sonrasında bir başka emek deposu daha ortaya çıktı. Sayıları milyonları bulan politik tutuklular en ağır koşullar altında ücretsiz köleler olarak çalıştırıldılar. Bütün bunların yanısıra 1929’dan itibaren yaşam pahalılaştı.


56 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Gerçek ücretler düzenli olarak düştü. 1929 sonrasında SSCB’de sosyalizm ‘sanayileşme’ ‘gelişme’, ‘teknik açıdan ilerleme’ olarak algılandı. 5 Yıllık Plan’ın temel hedefi ülkeyi sanayileştirmekti. Kabul etmek gerekir ki, Rusya bu politikaların sonucu olarak hızla sanayileşti. Ancak bu hızlı sanayileşmenin yöntemleri dünyanın birçok başka ülkesinde rastlanan türde idi: işçi ücretlerinin kısılması, işçi sınıfının zorla, baskı ile daha fazla çalıştırılması ve böylece sermaye birikiminin hızlandırılması. Bürokratik devlet mekanizması polis, gizli polis ve ordusu ve bütün bunları harmonize eden partisi ile bir baskı ve terör ortamı içinde bunları gerçekleştirmekte güçlük çekmedi. 5. TEK ÜLKEDE SOSYALİZM Sovyet Rusya’nın işçi iktidarından, bürokrasinin diktatörlüğüne gidişinde en önemli ve belirleyici faktör kuşkusuz ki devrimin yalnız kalışıdır .1919 Macar Sovyetleri, 1919 Alman Devrimi, İtalya, yeniden Almanya ve bir dizi Avrupa ülkesindeki devrimci durumlar başarıyla sonuçlanmadı. Sonunda Alman Devrimi 1923’de liderliğinin deneysizliğinden ve Komintern’in müdahale etmekteki savsaklığından mağlup oldu. Alman Devrimi’nin yenilgisi Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin yeni yeni kendi gücünün farkına varmaya başladığı günlerde oldu. Bürokrasi yenilgiyi iyi kullandı. O, ulusal şuurlara kapanmaktan, ulusal sınırlar içinde sermaye birikiminden yanaydı. Çok geçmeden dünya partisine de egemen olduğunda ‘tek ülkede sosyalizm’ teorisi tüm uluslararası hareketi belirlemeye başladı. 1928’de toplanan 3. Entemasyonal’in 6. Kongresi temel çelişkiyi SSCB ile emperyalizm arasında belirledi. Artık bütün ülkelerin partilerinin görevi SSCB’de inşa olmakta olan sosyalizmi korumaktı. Bu anlayıştan Entemasyonal’in tüm politik önerileri fena halde etkilendi. Entemasyonal’e üye bütün partileri ‘Bolşevikleştirme’ adı altında bir kampanya başlatıldı. Bu partilerin içindeki tüm muhalif insanlar ve gruplar Troçkist, Luksemburgist vb. olma suçlamaları ile tasfiye edildiler. Kısa zamanda bu partilerde de ‘tek seslilik’ hakim oldu. Yukarıda bürokrasinin Sovyet Rusya’da iktidara gelmesini sağlayan olgunun dünya devriminin gerilemesi olduğunu söylemiştik. Ancak dünya devriminin gerilemesi geçici bir durumdu. Tek ülkede sosyalizm’ teorisinin resmileştiği


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 57 yıldan bir yıl sonra Çin’de, kısa bir süre sonra ise bir dizi ülkede koşullar yeniden olgunlaştı, fakat artık Enternasyonalin ulusal örgütleri tam anlamı ile sınıf uzlaşmacısıydılar. Artık resmi sosyalizm (veya Stalinizm) Rusya özgülünde bürokrasinin iktidara gelişinin, uluslararası ölçekte ise sınıf uzlaşmacılığının bir ifadesi oldu. 6. SONUÇ Bu yazıda kısa da olsa, kaba hatları ile bir dönemin gelişmelerinin verilerini sunmaya çalıştım. Sunulan malzemelerden de anlaşılacağı gibi bu süreçteki gelişmeler gerek ekonomik gerekse sosyal ve politik alanlara yayılmışlardı. Devlet kurumlarının ve partinin işleyişi, üretim sürecinin, yani çalışma yaşamının örgütlenmesi bu gelişmelerin etkisinde şekillenmişlerdir. Böylelikle bunlar geçici ve kısmi gelişmeler olmaktan çıkmışlar, sistemleşmiş ve yapısal özellikler kazanmışlardır. Dün ve bugün karşılaşılan ve karşılaşılacak olan sorunları ve gelişmeleri anlayabilmenin yolu bu yapısal özelliklerin yerleşme koşullarını ve biçimlerini bilmekten geçer. Ancak o takdirde tarihsel yorumlar ezbere olmaktan çıkıp, maddi temeller üzerine oturabilirler. NOTLAR 1. Marcel Liebman, Leninism Under Lenin, Londra 1975, s. 348. 2. O. H. Radkey, The Elections to the Russlan Constituent Assembly of 1917, Cambridge (Mass.) 1950, s. 16-17 3. Radkey, age, s. 20 4. The Bolsheviks and the October Revolution, Minutes of the Central Cömmîttee of the RSDLP (Bolsheviks), Auqust 1917 - February 1918. Londra 1974, s. 173 (Bundan böyle kısaca Tutanaklar olarak adlandırılacak.) 5. V. I. Lenin. Bütün Eserler, İngilizce 3. baskı, c. 26, s. 451 (Bundan böyle kısaca Eserler olarak adlandırılacak) 6. Tutanaklar, s. 177 7. Tutanaklar, s. 177-178 8. J. Bünyan ve H. H. Fisher, The Bolshevik Revolution, 1917-18, Docnments and Materials, Stanford, s. 148. (Aktaran: Tony Cliff, Lenin: Revolution Besieged, Londra 1976, s. 146 (Bundan sonra kısaca Lenin - 3 olarak adlandırılacak.) 9. Lenin - 3, s. 172 10. Lenin - 3, s. 174


58 ● İŞÇİLER VE TOPLUM 11. W. H. Chamberlein, The Rnssian Revolution, Nevv York, 1965, c. 1, s. 355 12. Eserler, c. 27. s. 301 13. Eserler, c. 27, s- 248 14. Eserler, c. 27, s. 248-50 15. Eserler, c. 27, s. 349 16. Eserler, c 26, s. 500 17. Eserler, c 29, s. 159 18. Eserler, c 33, s. 169 19. Lenin - 3, s. 118 20. Eserler, s. 18* 21. Eserler, c. 32, s. 24-25 22. Eserler, c. 33, s. 186 23. Eserler, c. 26, s. 476-77 24. Eserler, c. 27, s. 135-136 25- Eserler, c. 27, s. 133 26- Eserler, c. 27. s. 272 27. Eserler, c 27, s. 305 28. Lenin - 3, s. 149 29. Eserler, c. 33, s. 176 30. Lenin - 3, s. 158 31. Eserler, c. 29. s. 3233 32. Eserler, c 29. s. 391 33. Troçki. The First 5 Years of Communist International, c, 1, s. 99-100 34. Eserler, c 29, s. 375 35. Eserler, c. 29. s. 394 3G. Leonard Schapiro, The Communist Party of the Soviet Union, Londra 1963, s. 238 (Bundan böyle kısaca Schapiro diye adlandırılacak.) 37. Schapiro. s. 239-240 38. Lenin - 3, s. 187 39. Eserler, c 29. s. 194 40. Aktaran P. Pipes, The Formation of Soviet Union, Massachusets 1957, s. 21 41. Aktaran; M. Levin. Lenins Last Strugglc. Londra 1973. s. 148 42. Eserler, c. 36, s- 591-611 43. M. Levin. age, s. 99 44. Eserler, c. 36. s. 595-596 45. Eserler, c. 33, s. 488 46. Maurice Dobb, Soviet Economic Devclopment Since 1917, Londra 1948, s. 143. Aktaran Lenin - 3, s- 147 47. Schapiro, s. 313 48. Schapiro, s. 316 49. Tony Cliff. State Capitalism in Russia, Londra 1974, s. 30 (Bundan böyle kısaca Russia diye adlandırılacak.) 50. Lenin - 3, s. 31 51. J. Stalin, Kapitalizmin Büyük Banalimi, Ankara 1976, Yeni Aşama Yayınlan,


BÜROKRASİ’NİN İKTİDARI ● 59 s. 185-214 (Bundan böyle kısaca Buhran diye adlandırılacak.) 52. J. Stalin, Buhran, s. 212 Si. Komünist Partisi Merkez Komitesi Önerileri ve Kararları, Moskova 1941, Aktaran Russia, s- 13 54. Aktaran Russia, s- 13 55. L. Gintsburg ve E. Pashunaks, Sovyet Ekonomi Yasaları Kursu, Moskova 1935, c. 1, s. 50. Aktaran Russia, s. 13 56. Sendika Gazetesi Trud’dan aktaran; M. Gordon, Workers Before and After Lenin, New York 1941, s. 104-5 57. G. K. Ordhonİkidze, Seçme Eserler ve Konuşmalar, Moskova 1939, s. 359. aktaran Russia, s. 15 58. Buhran, s- 191 59- Buhran, s. 191 60. Kongre Tutanakları, aktaran Russia, s- 69


SOHBET - TARTIŞMA : Yıldırım Koç (*)

— Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, 1986 yılının başlarından bu yana işçi hareketinde hissedilir bir canlanma var. İşçiler 80’le birlikte gerek ücretler gerekse demokratik haklar açısından itildikleri o geri noktadan sıyrılmaya çalışıyorlar, bir çıkış yola arıyorlar. İşçilerin bu çabasında bir kaç özellik ön plana çıkıyor. Bunlardan biri birlik eğilimi olarak gözüküyor. İşçiler sendika toplantılarında, yürüyüşlerde, miting alanlarında «İşçiler el ele genel greve» ya da «İşçilerin birliği sermayeyi yenecek» gibi sloganlar atıyorlar. İşçiler arasında özellikle grev anlarında dayanışma yaygınlaşıyor. Öte yandan getirilmiş olan pek çok yasaklarla, kısıtlamalarla işçilerin örgütlenmesinin önüne çok boyutlu engeller çıkartılmış olduğu gerçeği kendisini var gücüyle hissettiriyor. Var olan bu sınırları aşma zorunluluğu da kendisini dayatıyor. Görünen o ki, isçi hareketi yeniden şekillenmeye başladığı bu dönemde sendikal ve demokratik alanda pek çok zorla soranlarla karşı karşıya. Sizin bu konudaki gözlemleriniz neler? İşçi hareketinin bugünkü sorunlarıyla ilgili görüşlerinizi açar mısınız? Bir de buna bağlı olarak işçi hareketinin bugün içinde bulunduğu durumla, dünkü durumu arasındaki farklılıklar ve benzerlikler konuşana ele alabilir miyiz?

*Yıldırım Koç ile bu söyleşiyi Rıdvan Akal ve Hakan Mahmutoğlu yaptılar. Yıldırım Koç, halen Türkiye Yol - İş Sendikası Eğitim ve Araştırma müdürüdür.


SOHBET - TARTIŞMA ● 61 Y. KOÇ: Birincisi, ücretlilerin satın alma gücünde müthiş bir düşme oldu. Türkiye’de savaş yılları dışında, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ücretlerde ilk kez böylesine bir düşüş oldu. İkincisi, işyerlerinde ‘80 sonrasında, işçilerin üzerindeki baskılarda bir artış var. Çok somut yaşanıyor. İnsanları adam yerine koymama biçiminde ortaya çıkıyor bu baskı. İşyerlerinde üretim sürecinin hızlandırılmasını görüyoruz. İşçi sağlığı, iş güvenliği önlemlerinin alınmadığını görüyoruz. Geçmişte özellikle 1963’ten 1980’e kadar, Türk-İş’e bağlı sendikalarda, DİSK’e bağlı sendikalarda, tümünde toplu sözleşmeler aracılığıyla oldukça iyi haklar alındı. 1977’ye kadar ücretler arttı, 77’den sonra enflasyona bağlı olarak ücretlerde bir düşüş var. Ama diğer haklar; çalışma süresi, ücretli izin, iş güvencesi gibi konularda oldukça ileri hükümler sağlanmıştı. Yani işçiler tek tek işyerlerinde, kapitalizmin onları böldüğü işyeri, işkolu sınırları çerçevesinde, o sınırlar içinde kalıp mücadele ettiklerinde ileri haklar alabiliyorlardı. Bir de, ikincisi, bununla bağlantılı olarak toplu sözleşme alanında mücadele yetiyordu. Yani siyasal alandaki mücadeleyi zorlayan bir hava yoktu. Simdi ‘80 sonrasında Türkiye’de hakim sınıflar dünya ile de bağlantılı olarak, geçmişte çok daha kolay tanıdıkları belli hakları kısıtladılar. Toplu sözleşme, grev hakkına müdahale had safhaya geldi, grevler yasaklandı, toplu sözleşmeler yasaklandı. Bunun sonucunda gerek ücretlerdeki düşüş gerekse haklardaki yitimlerle birlikte işçiler belirli bir süre ‘Osmanlı’nın yasağı 40 gün sürer’ diyerek beklemeyi yeğlediler. Süre bitti ve ‘84 başında yemden toplu sözleşme düzenine geçildiğinde bir umut daha vardı. ‘Bu yeni toplu sözleşmelerle geçmişteki belirli hakları yeniden geri alabiliriz, telafi edebiliriz’ diye düşündü işçiler, ama o da tutmadı. Bu nedenle işçiler giderek tek tek işyerlerinde, işkollarında birbirinden kopuk olarak mücadelenin geçmişteki kayıplarını telafi etmediğini yaşayarak öğreniyorlar. İkincisi de, salt toplu sözleşmeler alanındaki bir mücadelenin siyasal alandaki mücadele ile desteklenmediği takdirde ileri gitmediğini gördüler. Yani şöyle düşünürsek, Türkiye’de işçi sınıfı kapitalizmin sonuçlarına karşı tepki duymaya başladı sınıf olarak. Geçmişte işçi aristokrasisinin etkisiyle, sendikalarda çeşitli biçimlerde yönetime gelmiş insanların etkisiyle, bu tepkisini sınıf olarak göstermiyordu, şimdi sınıf olarak tepkisini göstermeye başladı. Ancak bu kapitalizmin sonuçlarına tepki, kapitalizmin alternatifi siyasal örgütlenmelere destek verme noktasında değil. Onun için çok daha farklı şeyler lâzım. Ama şu anda Türkiye’de işçiler ilk defa sınıf halinde, işkollarını, bölgeleri aşarak kapitalizmin sonuçlarına tepki duyuyor. Burada insanlara düşen görev, kapitalizmin sonuçlarına karşı tepkiyi kapitalizmin kendisine karşı bir tepki haline dönüştürmektir. Bu olursa sınıf hareketinin potansiyeliyle Türkiye başka yerlere gider, ama bu olamazsa çeşitli biçimlerde heba olur bu potansiyel. — Yani Türkiye’de işçiler geçmişten biraz da farklı olarak, ortak sorunlara karşı ortak bir mücadele vermeleri gerektiğini hissediyorlar diyebilir miyiz? İşçiler geçmişe göre daha fazla birlik içinde hareket etme eğilimindeler, bir bütün olarak, sınıf olarak mücadeleyi, tek tek fabrikalarda ya da bölgesel olarak mücadele etmenin ötesinde tercih ediyorlar diye ifade edebilir miyiz? Y. KOÇ: Katılırım, ama burada şu noktayı vurgulamak lazım. ‘80 öncesinde işçi sınıf mm çeşitli katmanları arasındaki çelişkiler çok büyüktü. 1980 sonrasındaki gelişmeler bu katmanlar arasındaki nesnel farkları ortadan kaldırdı. Yani ‘80 sonrasında gündemde «ta» salt bilinç düzeyinde insanların birlik eğiliminin ortaya çıkması değil. Birincisi, geçmişte katmanlar, yani azgelişmiş ülkelere özgü bir işçi aristokrasisi diyebileceğimiz kesimler var küçümsenmeyecek miktarda. Yaşanan ekonomik bunalımla birlikte bu işçi aristokrasisi ile —tartışılması gerek ama— işçi sınıfının diğer kademeleri, tabakaları arasındaki fark kapanıyor. Bununla ilgili konulardan biri olarak kamu-özel ayırımı ortadan kalkıyor. Geçmişte aşağı yukarı şöyle üç grup vardı: bir, tekelci işletmelerde çalışan işçilerin ücretleri çok yüksekti; iki, kamu kesiminde çalışanlar bir bütün olarak tekelci işletmeleri izliyordu, ücretler o kadar yüksek değildi, ama ücret dışı haklar ve ödemeler tekelci işletmelerin de ötesindeydi; üç, bunun dışında küçük işyerlerinde sendikasız bir kitle vardı. Bunlar arasında ortak mücadele olmuyordu. Aralarında çıkar çelişkisi belki


62 ● İŞÇİLER VE TOPLUM yoktu, ama bir çıkar birliğinden de söz etmek o kadar kolay değildi. Bu ayrımlar ortadan kalkıyor. Kamuözel ayırımı da kalktı. Kamu kapitalistleşiyor, yani geçmişte siyasal mülahazalarla kamu kesiminde kapitalist açıdan rasyonel olmayan işleyişler olabiliyordu. Arpalık olarak, siyasal destek olarak kullanılanları kapitalizm artık kaldıramıyor ve daha rasyonel işleyişleri gündeme getiriyor, kamudaki işçi-işveren ilişkilerini kapitalist ilişkiler haline dönüştürüyor. Bunun dışında geçmişte olan o aradaki farkları kaldıran bir gelişme ise şu oldu: Geçmişte siyasal partiler oy alabilmek için çeşitli ve büyücek haklar verdiler. Yani Demokrat Parti döneminde de, Adalet Partisi döneminde de büyük haklar verildi. Cumhuriyet Halk Partisi bu işi genellikle kısıtlı tuttu. Ayrıca siyasal ilişkiler aracılığıyla işe yerleştirme de önemli bir rol oynuyordu. Bu da ister istemez işyerlerinde oy verilen ya da tutulan siyasal partinin işçi sınıfını bölmesine ve farklı saflaşmalara yol açıyordu. ‘80 sonrasında ANAP bu işi çok fazla yapmıyor, yani geçmişte CHP’nin, AP’nin yaptığı gibi yapmıyor. Bu nedenle geçmişte siyasal parti ayrımlarının nesnel çıkarları itibariyle bölünebilen kesimler, bugün işçi sınıfı içinde birlikte tavır alıyor. Katmanlar arasındaki farkların kalkması; kamu-özel ayrımının kalkması ve bu konuda kapitalist işveren tavrının yaygın olması - yani o sosyal devlet vardı Türkiye’de çok sınırlı da olsa, onun yerine artık patron devlet diyoruz - devletin işçinin karşısına geçmişte olduğu gibi işçiyi gerektiğinde kollayan rolde değil, patron niteliğiyle yani sınıf niteliğiyle çıkması; bütün bunlar sınıfın birliğinin nesnel temellerini oluşturuyorlar. Bir de bunun ötesinde ANAP’ın işçilere karşı düşmanca olan tutumu ve sendikaları dışlayan tavrı da tam tersine döndürüyor işi. Baskı bir yere kadar panik yaratır, ama öyle bir nokta vardır ki, artık sendikaya sahip çıkmayan işçi bir süre sonra sendikasına sahip çıkmaya, kendi birliğine sahip çıkmaya başlar. Baskı birliği getirebilir. Sanıyorum o birlik eğiliminin arttığı, sınıf olarak davranma eğiliminin arttığı söylenebilir. — İşçiler sendikalarına sahip çıkıyor ve sendikal mücadele daha da yaygınlaşıyor. Bu bir anlamıyla doğru. Ancak Türk-İş’e bağlı sendikalarda veya bazı bağımsız sendikalarda, işçiler sendika yönetimlerine tepki duyuyorlar. Sendika bürokrasisine karşı bir mücadele var ve bazı sendikalarda işçilerin oluşturdukları muhalefetler sendika bürokratlarını sıkıntıya sokuyor, onları tavizler vermeye zorluyor. Sendikalarla ilgili bu tartışmalar bir yanıyla DİSK’le de bağlantılı. Yani DİSK’in kapatılmasından bu yana süren tartışmalar var. Bu tartışmalar içinde kimileri Türk-İş dışında yeni sendikalar kurmayı ve giderek yeni bir konfederasyon oluşturmayı, ya da bir başka deyişle yeni bir DİSK oluşturmayı, öngörüyorlar. Bunun tam aksine Türk-İş’te birleşmeyi, sendikal birliği burada sağlamayı savunanlar var. Bu yaklaşımların yanı sıra işçilerin Türk-İş ya da bulundukları diğer sendikalarda, fabrika örgütlülüğünü geliştirmeleri gerektiğini; sendikanın hem yönetimini almayı hem de sürekli denetlemeyi öneren ve yeni sendikaları ya da bir konfederasyonu işçi sınıfının bugünkü durumuyla bağlantılı olarak erken gören anlayışlar var. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz, neler öneriyorsunuz? Y. KOÇ: Şimdi bir kere sendikalara tepkinin olması son derece doğal- Çünkü sendikaların eksiklikleri ve hataları var. Ama burada, DİSK iyiydi, Türk-İş kötü gibi bir anlayışa ben karşıyım. DİSK’e bağlı sendikalar içinde iyi işler yapanlar da, kötü işler yapanlar da vardı. Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde de iyi işler yapanlar oldu kötü işler yapanlar da. Burada iyilikle kötülükten çok, ben sınıfın çoğunluğunun genel tavrını düşünüyorum. Türk-İş’e karşı belirli bir tepki var. Bu belirli tepki ne ölçüde bilinçli, ne ölçüde bilinçsiz bir tepkidir, önce bu soruyu sorma eğilimindeyim. Bundan kastettiğim şu: bilinçli tepki sendikacılık alanındaki alternatifleri biliyordur; yani, sendika içi demokrasinin geliştirilebileceği ve işyerlerinin boyutlarım aşan sağlıklı bir alternatifi vardır. Bir grup insan Türk-İş’e karşı bu anlamda muhalefet yapar ve bu sağlıklı bir yaklaşımdır, sağlıklı bir alternatiftir. İkinci tepki ise şöyle: 1963-1980 döneminde Türkiye’de başka ülkelerle karşılaştırıldığında sınırlı olsa bile bir grev hakkı vardı. Ekonomi büyüyordu, bir bunalıma girilse bile bu bunalımın çözümü için önerilen


SOHBET - TARTIŞMA ● 63 acı ilaçlar 80’e kadar sürekli erteleniyordu. Bu nedenle büyüyen bir ekonomi içindeki sağ iktidarlar altında kötü yönetilen sendikalar bile somut yararlar sağlayabilirler. 1963-80 döneminde Türk-İş bu açıdan özellikle örgütlü olduğu kamu kesiminde oldukça iyi haklar aldı. Yani Türk-İş’e bağlı sendikalarla, DİSK’e bağlı sendikaların ücret düzeyleri karşılaştırıldığında — diyelim gıda işkolundaki kamu kesiminde— Türk-İş ve DİSK arasında büyük farklar yoktur. Gerçi özel işletme ve kamu kesimi diye fark vardır. Ama benzer işkollarında ve benzer nitelikteki işyerlerinde DİSK daha mücadeleciydi, büyük haklar aldı gibi bir olaya katılmıyorum. Toplu sözleşmeler karşılaştırıldığında bu çıkıyor. 1980’e kadar DİSK mümkün olduğunca üye kitlesini harekete geçirerek bu hakları alırdı. Türk-İş’e bağlı sendikalar kamu kesiminde örgütlü olduğu için üye kitlesini harekete geçirmeden, üst düzeydeki siyasal ilişkilerle bunu belirlerdi. 1980’e kadar Türk-İş’e bağlı pek çok işçi sendikası onun gücünü istemeden ve onu miting meydanına çağırmadan, onu tehlikeye atmadan ona haklar sağladı. Şimdi bu makina bozuldu- Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçilerin bir bölümünün tepkisinin nedeni, ‘eskiden hak alırdı, şimdi almıyor’ biçiminde. Yani geçmişte kendisi mücadeleye sokulmadan hak aramanın mümkün olduğu koşullarda sağlanan hakların aynısını, bu kişiler yeni koşulların ortaya çıkardığı bedelleri ödemeksizin istiyor. Bir kısım işçideki tepki bu. Şimdi bunlar bilinçlenecek. Sendikalar çalışırsa bu süreç bunları bilinçlendirecek. Ama önemli olan bu işyerlerindeki öncü niteliğine sahip insanlar, yani yılların deneyimini yaşamış, gelişmiş olan insanlar. Kitleyi yönlendiren bilinçsiz değil, bu bilinçli insanlardan her işyerinde üç kişi, beş kişi vardır- Şimdi bunlar da şöyle bir tercih yapmakla karşı karşıya: Az sayıda insanla bir şey yapılması mümkün değil. Bunlar sermayenin saldırısı karşısında çok öne çıktıklarında harcanabileceklerini biliyorlar. Yürürlükteki yasalar sendikal mücadeleye atılanları, siyasal mücadele verenleri korumuyor. Bir de şunu gördük ‘80 sonrasında: İşyerlerinde bilinçli işçiler var, ama belirli bir gelenek henüz yerleşmediğinden bunlar henüz alternatif örgütlenmeleri doğuramıyor. Bu alternatif örgütlenme olayını siz de dergide ele almışsınız, ama bunlar belirli toplumsal altüst olma dönemlerinde yaşanır ve bu sendikaların aşılma noktasıdır. Mücadele geleneği bu alternatif örgütlenmeleri yaratamadı. Keşke yaratsaydı ayrı, ama yaratamadı. Sendikaların en işlevsiz olduğu- koşullarda bile demek ki, gelenekler, görenekler ve b kim düzeyi bunları yaratmaya elverişli değildi henüz. İlerde yaratacak ve o noktalara gelecek, ama bugün gelemiyor. Ama bunlar —yarı doktor adamı candan, yarı im den eder dedikleri gibi— yeterince bilinçli ve işçiyle bağı yeterli derecede olan insanlar değillerse, çok kolaylıkla yanlış bir eğilime kapılabiliyorlar, hele özellikle geçmişte DİSK’li yaşamamışlarsa. Çünkü DİSK, birçok çalışmada eleştirilmeden, insanların kafasında ideal bir sendika tipi haline getiriliyor. Halbuki sizin o yazıda ele alınmamış bazı noktalar var. DİSK’in İzmir Bölge Temsilciliği, DİSK’e bağlı ASİS sendikasının karşısında ve ağaç işkolunda yeni bir sendika örgütleyebiliyordu. Keramik-İş’in karşısında, Beton-İş diye bir sendika örgütleyebiliyordu. Temsilci olabilmek için konulan koşullarda, delege olabilmek için konulan koşullarda olağanüstü antidemokratik hükümler vardı. Şimdi bu bilinçli işçiler arasında DİSK’in ayrıntılı bir biçimde tartışılmadan kafalarda idealleştirilmesi, alternatif arayışlarını kolaylaştırıyor, ama bu kişiler şunun da farkındalar ki, bugün işçiyi sonuçları belli olmayan, insanların üzerinde hemen anlaşma sağlayamadıkları ve sağlayamayacakları bir alternatife götürmek mümkün değil. Bir de bilinçli insanlar var. DİSK’i de yaşamış olan bu bilinçli insanlarda benim gözlediğim, bunların DİSK’e geçmişte büyük işler başarmış bir örgüt olarak değil de, hataları ve sevaplarıyla Türkiye sendikacılık hareketinde yeni bir dönem açan, ama bir sürü hatanın da yapıldığı, insanların birbirini yediği ve ‘80 geldiğinde iç kapışmalar ve tartışmalar nedeniyle işçiyi harekete geçirme potansiyelini büyük ölçüde yitirmiş bir yapı olarak bakmalarıdır. Bunlar sınıfın desteğini sağlayıcı, belki daha uzun vadeli politikaları tercih ediyorlar. Bu da onları açıkçası bulundukları sendikal yapı içinde sendika içi demokrasiye zorluyor. Daha uzun zamanda esas olan işyerlerindeki işçileri yetiştirmektir. Çünkü sendika, işçi sınıfı mücadelesi içindeki araçlardan yalnızca biridir; kapatılabilir/kapatılmaz, başka alternatifler doğar/doğmaz, ama burada insan unsuru önemlidir. Bu bilinçli işçiler meseleleri tartışıyorlar, çok basit gibi düşünülen ve bilinen konuları gündeme getiriyorlar. Sizin dediğiniz gibi sendika, şube yönetimlerine aday oluyorlar, koope-


64 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ratiflere aday oluyorlar, bir şeyler kaynıyor bu anlamda. Bu tavır işçi sınıfı içindeki çeşitli farklı eğilimlerin kenara itildiği ve ortak sorunlar karşısında farklı katmanlar arasındaki nesnel farkların ortadan kalktığı süreçle birleştiğinde, sınıfın toplu hareketi gündeme geliyor. Ama bunu çok zorlamamak lazım. Yani çiçeğe çok fazla gübre verirseniz onu yakarsınız. Bu bir süreçtir, bir birikimdir ve gelişmeler olumlu. Bu anlamda bir taraftan eleştirirken, bir taraftan da sendikaya değil, örgütlülüğe sahip çıkmakla bu olay — örgütlülük sendikadır, kooperatiftir, birlikte mal almaktır, birlikte ufak tefek şeyler yapmaktır— ve bu eğilim güçlenir. — Bu son söylediklerinizde birşey özellikle ilgimi çekti, o da alternatif örgütlenmeler sorunu. Sizin de belirttiğiniz gibi yoğun hareketlilik dönemlerinde, alt-üst oluş dönemlerinde işçi sınıfının komiteleri, konseyleri gibi alternatif örgütlenmeleri ortaya çıkıyor. Peki böylesi dönemler dışında, işçi hareketi içersinde alternatif örgütlenmelerin oluşması mümkün değil mi? Yoğun hareketliliğin olmadığı dönemlerde işçi hareketi nasıl örgütlenecek? Mücadele organları neler olacak? Mücadele anına ve koşullara göre işçiler önemli bir hareketlilik ortamında bulunmasalar bile, kendilerinin yönettikleri ve denetledikleri fabrika örgütlerini oluşturmamalı mıdırlar? Sendika bürokrasisine karşı mücadelelerinde, sendikayı denetlemelerinde hatta yönetmelerinde ne tip örgütlülükler geliştirmeleri gerekir? Bir de bu sorulara ek olarak, dünyada sözünü ettiğimiz bu alternatif örgütlenmeler sorunuyla ilgili ve Türkiye’deki sınıf mücadelesiyle bağlantılı olarak Üzerinde durulabilecek ne gibi deneyimler var? Siz de çeşitli yazılarınızda, örneğin “Türk-İş Neden Böyle? Nasıl Değişecek’ isimli kitabınızda İtalya-Torino’da yaşanan alternatif örgütlenmeler gibi örneklere değiniyorsunuz. Y. KOÇ: Birincisi, bu bir Türkiye olayı. Bir Hollandalı ile konuşuyorduk. “Türk işçilerinin kafasında Türkiye’ye dönüp işyeri açmak var; Hollandalı işçinin kafasında kesinlikle böyle bir olay yoktur” dedi. İnsanların işçileşmeleri süreci salt mülksüzleşmeleri ile tamamlanmıyor. Kafaların da gerçekten mülksüz olmasıyla birlikte sorunların çözüleceği ortamı özlemesi olayı var. Şimdi Türkiye’de, sanıyorum bir kere alternatif örgütlenme konusu gündeme geldiğinde insanların kafalarının işçi olarak çözüm arayan, işçi olarak kurtuluş arayan kafalar haline dönmesi son derece önemli. İkincisi, ne zaman ortaya çıkıyor bu alternatif örgütlenmeler? Bunların başarılı olduğunu gördüğüm çok ufak deneyimler olabilir ama tek tek bu deneyimlerin sınıfın tümüne yaygınlaştırılabildiği durumlar iki türlü. Birincisi, işçi sınıfının bir sendikal örgütlenme geleneği vardır, faşizm gelir ve bunu yok eder, yani sendikacılığı yok eder veya kendi denetimi altında sendikalar kurar; bunun alternatifi gelişir. İkincisi, sendikalar işçi sınıfının belirli dönemlerde kullandığı araçlardan biridir ve düzenle bütünleşmişlerdir. İlk ortaya çıktıklarında düzen karşıtı örgütlerdir, ama daha sonra düzenle bütünleşmeyi yeğlemişlerdir, düzen de onları kendisi ile bütünleştirmeyi yeğlemiştir; onlar düzenin sınırları içinde, düzenin koyduğu kurallarla oynamayı, o kurallarla düzeni bir ölçüde reformlara tabi tutmayı öneren örgütlenmelerdir. Öyle dönemler olur ki, öyle alt-üst oluş dönemleri olur ki, sendikanın o düzenin içinde oynamayı öngören yapısı yetmez ve bu aşılır. Şimdi bunun dışında şu tür olaylar da olabilir. Sendikanın işlevinin farklı olduğu —bir Güney Afrika’da COSATU denilen örgütün durumu— burjuva demokratik devrimde işçi sınıfının sendikaları aracılığı ile daha etkin rol alabildiği ve diyelim demokratik niteliği ağır basan bir devrim mücadelesinde işçilerin fiili öncülüğünün de olup demokratik devrim aşamasının aşılabildiği deneyimler olabilir. Sendikalar kendilerini aşan görevler üstlenebilirler ve siyasal partiler de belli durumlarda sendika görevini üstlenebilirler. Ama bunun dışında sendikalar içinde demokrasinin şu ya da bu ölçüde uygulanabildiği veya savunulabildiği koşullarda ve sendikaların alternatifi olarak değil bütünleyicisi olarak yapı ve tüketim kooperatifleri veya yardımlaşma sandıkları da var olduğu durumlarda başarılı alternatif örgütlenmeler bilmiyorum. Geniş kitleleri kapsayan devrim dönemleri ya da faşizm dışında mevcut yasal sınırlar içinde sendikalar reformlar için uğraşır. Belirli değişikliklerin yapıldığı reformlar, reformcu bir anlayışla


SOHBET - TARTIŞMA ● 65 olabilir veya reformlar aracılığı ile sınıfın toplumu değiştirme gücünü arttırmayı amaçlayan bir anlayışla olabilir. İster reformcu bir anlayışla olsun, isterse reformlar aracılığıyla toplumsal yapıyı dönüştürecek olan toplumsal gücü harekete geçirmeyi amaçlıyor olsun, sendika demokrasisinin uygulanabildiği birimler olduğunda veya en azından savunulabildiği koşullarda geniş kitleleri harekete geçiren alternatif yapıları bilmiyorum. 69-70’de İtalya’da oldu. Özellikle Torino ve çevresinde fabrika işgalleri vardı. Onun da tek nedeni vardı. Üç sendikal konfederasyon birbirleriyle yoğun bir mücadele içindeydi. Sendikacılık hareketinin 1920’lerde tümüyle sağa kayması, İtalyan Sosyalist Partisi’ni desteklemesi, devrimci dönem ve sendikaların aşılmasının dışında sendikal enflasyon vardır ve üç konfederasyon birbirleriyle mücadele etmektedir. Mücadele koşullarında işyerlerinde işçi komiteleri doğar, fakat üç konfederasyon ortak tavır almaya başladığında bunların yerini sendikalar alır. Yani, onun için ben barış dönemlerinde —evrim dönemleri diyelim, öyle bir tanım kullanmak gerekiyorsa— sendikaların iyi ya da kötü işleyen biçimlerinde, işçi sınıfının bugüne kadarki deneyimleri içinde, işçilerin kapitalizme karşı tepkilerini ifade ettikleri ve örgütlendikleri ana birimler olduklarını düşünüyorum. Ama sendikaların işlevlerini sınırlı tutuyorum. Onların ne anarko-sendikalistlerin yüklediği gibi toplumun devrimci çekirdeği olduklarını ne de toplumu dönüştürmede aktif görevlerinin olmadığını düşünüyorum. Böyle bakıldığında sendikalar dışındaki alternatiflerin pek kalıcı olmadığını düşünüyorum. Sendikalar nasıl daha iyi işler hale getirilir? Bu bir kere insanların niteliği ile bağlantılıdır. Tüzük hükümleri bir yere kadar önemlidir. Tüzüğe siz istediğiniz kadar demokratik hükümler koyun, insanların evlerinden başlayan bir demokratlaşma, hesap sorma, eleştirme anlayışları yoksa, tüzük hükümleriyle bir yerden öteye sendika içi demokrasi sağlanamaz. Ben bu işe Türkiye’deki demokrasi olayıyla bağlantılı bakıyorum, Türkiye’de demokrasi yerleştiği, insanlar oy verdikleri siyasal partiye sahip çıktıkları ölçüde, oy verdikleri sendikaya ve yöneticiye de sahip çıkarlar. Bu ise bir günde olacak bir iş değildir. Bu bir süreç ve işçilerin bilinç düzeyinin, işçilerin genel kültür düzeyinin yükselmesi işidir. Hatta bu işçilerin vasıf niteliği ile de ilgilidir, işçi sınıfı hareketine potansiyelini veren, onun ezilmesi değil sömürülmesidir. Sendikaların hiç birinde en fazla ezilen işçiler yönetici değildir, aksine vasıflı olup işten atıldığında bir başka yerde kolaylıkla iş bulabilecek adam önder nitelik kazanır. Sendikalarda bu nitelikteki insanların sayısının artması, hesap soranların sayısının artması, dünyaya en basit ilişkilerde bile bir demokrat gibi bakabilen insanların sayısının artmasıyla doğrudan orantılıdır. Evde adam çocuğunu dövüyorsa, sendika yöneticisi olduğunda ve fırsat bulduğunda da başka işler yapar. Bu aslında biraz da insanın kendi içindeki özdenetim ve örgütteki diğer insanların hesap sorabilme alışkanlığı ile bağlantılı bir şeydir. — Denetleme olayı, hesap sorma olayı konusunda ben yine de şu soruyu sormak istiyorum: İşçilerin, denetlemeyi kendi organlarıyla tabandan yapmaları, bürokratlaşmayı önlemek bakımından da bilinçlenmiş işçilerin tek tek yapacakları eleştirilerden ve denetimlerden daha etkili olmaz mı? Bu tabandan işçilerce geliştirilecek bazı alternatif örgütlenmelerin, bugünkü mevcut sınırları ve sınırlı sendikal demokrasiyi aşmada yararı olamaz mı? Y. KOÇ: Olur da, burada benim hep söylemeye çalıştığım nokta şu: Belirli organlarla, denetleme eğilimi olmayan insanlar denetlettirilemez. Ama denetleme eğilimi olan insanlar, belirli organlarla daha kolay ve daha etkin bir denetim sürdürebilirler. Bunu şunun için söylüyorum; mesela eskiden DİSK’e bağlı Gıda-İş’te konsey lafı vardı. Şimdi bir sürü insan buna belirli bir dönemde içerdiği anlamı atfediyor. İlgisi yoktu. Yahut Yeraltı Maden-İş’in tüzüğünde konseyler vardı; bunlar işlemiyordu benim bildiğim kadarıyla. Maden-İş’te üniteler vardı ve ünite temsilcisi seçilirdi. Her 20 kişi bir ünite oluştururdu. Olmuyordu. İşyerlerinde 1/5 imza ile bir olağanüstü kurul toplama bile bir denetim imkanıdır. Sendika içi demokrasinin geliştirilmesi için ille de yeni organlar, yeni birimler gerektiğine inanmıyorum. 1/5’le olağanüstü genel kurul toplanması demek, denetimin genel kurul aracılığı ile her zaman yapılabilmesi de-


66 ● İŞÇİLER VE TOPLUM mektir. Tıkır tıkır işliyor muydu? İşlemiyor, mahkemelere gidiliyor, ama sonunda genellikle oluyordu. Eğer yönetim, sendikacıyı değiştirerek işçinin yönetime katılmasını sağlamayı istiyorsa, o zaman çeşidi temsilci toplantıları veya işyerleri düzeyinde alt örgütlenmeler filan yapılabilir. Sendikanın dışındaki alternatif örgütlenmeler aracılığı ile sendikaların denetimi olur mu? Bunlar derhal birbirinin rakibi olurlar. Yani hem ben senin alternatifinim diyorsunuz, hem de onu denetlemeye kalkıyorsunuz, O yapı buna izin vermez, yani dışlar. Özellikle işsizliğin arttığı koşullarda, işçiye somut yarar getirmeyen alternatifinin, işçiye toplu sözleşme aracılığı ile somut yarar getiren sendika karşısında gücünü arkasına almasının imkanı yoktur. — Bunlar birbirine rakip olurlar diyorsunuz,.. Y. KOÇ: III. Enternasyonal’in kararları var bu konuda- Birbirlerine alternatif değil, tamamlayıcı olmalıdırlar diyor. Mesela 5. Kongre’de, 1924 yılında alınan bir kararda, ‘fabrika komiteleri hareketi başlatmak’ diye bir bölüm var: “Fabrika komiteleri, proleter örgütlerinin yeni bir biçimidir. Bunlar yeni ve gerçekten devrimci bir sendikacılık hareketine yol açacaklar, işçi temsilcileri konseyinin çekirdeğini oluşturacaklardır.” 1923’teki sendikal soruna ilişkin bir kararda ise “Fabrikalardaki çalışmanın ağırlığının ve mücadelenin fabrika komitelerine kaydırılması kesinlikle hiç bir biçimde bu komitelerin sendikal örgütlenmelerin yerine geçecekleri anlamına gelmemelidir. Bu işçilerin hareketini zayıflatacaktır ve o nedenle kesin bir biçimde reddedilmelidir.” deniyor. Bu hiç bir şekilde işçi hareketi ile sendikal hareketin birbirinin alternatifi olması gibi bir anlayış değildir. Bunlar birbirine destek verir, ama alternatif olmaya kalkıldığı anda, sendika işçiye somut bir şeyler —ücret zammı, güvence— getiriyor, işyeri komitelerinin ise getirebileceği hiç bir şey yoktur. Sendikanın alternatifi anlayışıyla kurulan bir işyeri komitesi, devrim döneminde sendikayı aştığı için alternatif olarak bir yerlere gider, bir şeyler yapar. Ama somut şeyler getiremediği, pek bir şey elde edilemediği takdirde, işçinin geniş kesimlerinin desteğini alması söz konusu değildir. Alamadığında ise zaten bitti demektir. — Peki soruna bir de sendika içi demokrasi meselesinden yaklaşsak. Sendika içi demokrasi nereye kadar var olabilir? Y. KOÇ: Ülkede demokrasinin olduğu kadar. — Öyleyse sosyalistlerin ‘ülkede var olan demokrasi kadar olan’ sendikal demokrasiyi aşmaya çalışan, farklı bir demokrasiyi, işçi demokrasisini, en azından belli temel yönleriyle işçi hareketine yerleştirmeyi hedefleyen bir perspektifleri yok mudur? Y. KOÇ: Hayır, o anarko-sendikalistlerin perspektifidir. Yani, kapitalizm içinde gelecek toplumun çekirdeği anlayışıdır o- Sendikaların işlevleri son derece sınırlıdır. Sendikalar bir tepkinin örgütlenmesinin ötesine, genellikle, gidemezler, gidemiyorlar. Yani ben ata biniyorum, bu at sendika. Atın hızı, diyelim saatte 30 kilometredir. Bu at iyi bir arap atı bile olsa, zorladığınızda çatlatırsınız. Ben diyorum ki, ata binelim, ata binerken araba da oluyor, gün gelir arabaya da bineriz, 80-100 kilometre hızı da arabayla yaparız. Sendikalara, onların kaldıramayacağı işlevler yüklememeli. Düzen-içi örgütlerdir sendikalar. Diyelim, para yeme işi varsa o ülkede, bu sendikalara da yansıyor, çünkü toplumun aynasıdır sendikalar. — Peki o zaman daha değişik bir açıdan soralım; o ‘araba’ ne olmalı? Y- KOÇ: O farklı dönemlerde kitlenin kendiliğinden gelen hareketinin kapitalizmin alternatifini benimsediği dönemdir. Sendikalar kapitalizmin sonuçlarına bir tepkidir. Avrupa’da-ki sendikaların tüzüklerinde


SOHBET - TARTIŞMA ● 67 sosyalizm filan yazar, ama bu kapitalizme bir tepkidir. Öyle dönemler olur ki, yoğun yoksullaşma yaşanır, savaş vardır, çeşitli baskılar vardır ve çeşitli nedenlerle artık mevcut kapitalist sistem içinde sınıfın bir bütün olarak çözüm arama olanaklarının sınırına gelinmiştir. Sosyalistlerin sunduğu alternatif kabul edilir. O dönemde bunun adı belki konseyler olur, belki sovyetler olur, sınıfın kendisi onun adını bulur ve bizde belki tümüyle farklı olur. — Bu perspektifle değerlendirecek olursak, bugün Türkiye’deki durum işçi hareketi açısından, nedir? Y. KOÇ: Kesinlikle sorun bu değil bugün. Sınıfın bir bütün olarak alternatif aradığı bir dönemde değiliz. Daha önce de söyledim, sınıf kapitalizmin sonuçlarına tepkiyi birlik-beraberlik içinde göstermeye başlıyor. Daha sınıfın bir bütün olarak —bir bütün olarak derken, belki her bir bireyin değil, ama ağırlıklı olarak sınıfın— kapitalizm dışındaki alternatifleri benimsemesi döneminde değiliz Türkiye’de. — Peki, bu tamamen kendiliğinden mi olacak? İşçilerin kapitalizmi aşmalarına yardımcı olacak bazı araçlar olmayacak mı? Y. KOÇ: Bakın, sınıfın sıradan unsurlarını alternatif örgütlerde örgütlemek bunun aracı değildir. Sosyalistlerin siyasal çalışması, genellikle bizim dışımızda olan koşulların oluşturduğu zeminin bir an önce daha ötelere gitmesini sağlar. Ama sosyalistlerin bilinçli çalışması, kitlenin bilinçsiz kesimlerinin alternatif örgütünden farklıdır. Sınıf bilinci olabilir, ama sosyalist siyasal bilinç ayrıdır. Anlatmaya çalıştığım olay şu: alternatif kitle örgütlenmeleri, geriye gidişe tepki ve ileriye gidiş karşısında sendikaların yetersizliği durumu yoksa, istisnai durumlar dışında kitleleri kapsamıyor, ki o da geçicidir. Kitle zaten o düzeyde olsa daha başka bir şeyler yapar. Ama siz kitleyi o düzeye getirmek için onu öngörüyorsunuz. Sıkıntı orada. — Öyleyse, sizce sosyalistlerin sendikalar karşısındaki tutumları ne olmalı? Nasıl çalışmalılar sendikalarda? Bilinçli işçilerin, sosyalist işçilerin sendikaların yönetimlerine gelmeleri sorunları çözer mi? Mesela bugün sendikaların yönetimlerine sosyalist işçilerin geldiğini farz etsek; O saman ne olur? Taban örgütlenmeleri olmadan ne değişir? Bugün getirilip dayatılmış sınırları aşabilirler mi? İşçi hareketinin mücadelesini ilerletebilirler mi? Y. KOÇ: Şimdi bir kere sosyalistler işçilere nasıl bakar? Ben işçilere ezildikleri için sempati duymuyorum. Sendikalara bakış, işçilere bakıştan farklı değildir. İşçiler eziliyorlar, yahut işte ne güzel sendikalar var gibi. Sendikalara bakış da bu genel çerçeve içinde dönemden döneme ve bizim gücümüze göre değişiyor. 1919 yılındaki İtalya gibi olsak, işçiler çeşitli nedenlerle İtalyan Sosyalist Partisi’ni daha fazla yeğlerler. İtalya için hep söylenen bir olay var. İşçiler sendikalı olmadan önce Sosyalist Parti üyesidir. Çünkü çok farklı bir gelenek. Böyleysem sendikalara bakışım farklıdır; Norveç’te, İsveç’te sosyal demokratların, Avrupa standartlarında olsun sosyalistlerin, sendikalara bakışı farklıdır, bizde farklı. Bir kere genel bir bakış olmaz. Bu işçi sınıfının birikimine, işçi sınıfının genel özlemlerine, kapitalizme tepkisine bağlı olarak dönemden döneme ve ülkeden ülkeye değişir. Genci bir şey var; sendika işçi örgütlenmesidir. İşçi sınıfı da düzenle çelişkileri olan yeni bir toplum kurma potansiyeli taşır. Kadınlar ezilebilir, ama kadınlarla yeni bir toplum kuramazsınız. Çünkü kadınların mevcut çelişkileri, onları daha öte bir dünyaya götürmez. Yahut çevrecinin çelişkileri vardır, ama o da insanı daha öteye götüren bir çelişki değildir. Milli mesele nedeniyle enfesler vardır, ama bu beni çok da ilgilendirmiyordur, çünkü burada öteye giden potansiyeli görmüyorumdur. Bu açıdan baktığımda, bence sendikalar ücret almanın ötesinde sınıfa kendi gücünü öğreten yerler olmak zorundadır. Bence bir sosyalistin bugün Türkiye’de sendikalardan bekleyebileceği, sendikalar aracılığı ile sosyalist siyasal bilinç vermek değil, sınıfın


70 ● İŞÇİLER VE TOPLUM kendi özgücüne güvenmesi, kendi gücünü kullanarak gelişmesi ve dayanışmasını sağlaması, diğer sınıflarla olan ayrılıklarını ve çelişkilerini öğrendiği bir yapı haline gelmesidir. Sendikalara bugün Türkiye’de bundan daha öte görevler yükler-sem, bunu bütünlüğe götürememiş olurum. Bu çerçeve içinde bugün sosyalist bir işçi nasıl ve hangi programla sendika yönetimine gelebilir? Ne yapar? İşçiler sendika yönetimine gelen insanların çoğunun siyasal görüşünden önce, mesela şube yönetimindeyse onların işçinin günlük sorunlarıyla ilgilenip ilgilenmediğine bakar. Meselelere sahip çıkıyor mu, dolaşıyor mu, çayımı içiyor mu ve beni adam yerine koyup konuşuyor mu? Böyle şeylere önem verir işçiler, değerlendirir. Bizim sosyalist işçi arkadaşların bir bölümünde görülen bir hata ise ‘bunlar bir şey anlamaz’ tavrıdır. Ama buna karşılık siyasal bilinci bu kadar gelişmemiş bir insan oy alabilmek amacıyla ya da onları sevdiği için gidip onlarla konuşuyor- Bir kere, bir zorluk var ve bunu aşmak gerekiyor. Sosyalist bir işçi yönetime gelirse ne yapacak? Bence yapması gereken sınıfın iç örgütlülüğünü geliştirmek, yani toplantılar yapmaktır; işçinin, en alt bilinç düzeyindeki işçinin bile tartışmalara katılabileceği toplantılar düzenlemektir; çocuklar arasında ilişkiler kurmak, çocuk kulüpleri kurmaktır; sendikaya ek olarak kadınlar arasında ilişkiler kurabilmek, evlerdeki kadınların bilinçlenmesini sağlamaktır. Çünkü ilerde işçi olacak çocuğu yetiştiren evdeki kadındır, o nedenle sendikayı işyerinin dışına çocuğa ve kadına taşımaktır; diğer alanlarda da işçi sınıfının birlikte davranış alışkanlığını geliştirmektir. Spor kulübü bile çok basit görünür, ama işçi yanından hareketle kurulan bir spor kulübü bile kendi özgücüne güveni sağlar. Yani adam Konyalılar derneğine gideceğine, hemşerilik bağlarını ön plana çıkaracağına, metal işçilerinin oluşturduğu metal-spora gitsin, Fenerbahçe’yi tutacağına metal-sporu tutsun. Bu tür ufak tefek gibi gözüken şeyler işçinin bakışında hemşeriliği, din-mezhep ayrımlarını, köşeyi dönme umutlarını ortadan kaldırmada büyük bir birikim yapıyor. Sendikada, sınıfın büyük bir kısmının sosyalizme kazanılacağı beklenmemelidir, yani bir ülkede sınıfın büyük bir çoğunluğu evrim dönemlerinde sosyalizme kazanılıp devrim olmamış. Bu bir zamandır, bir süreçtir, kadroların yetişmesidir. İnsanlar sosyalist siyasal bilinç öncesinde, işçi olma bilincini özümsemelidir. Para biriktirip bir dükkan açma hayali gerçekten sona ermelidir. İnsanlar daha faal, daha politik kılınmalıdır. Bizden farklı düşünebilirler, ben de düşünürüm. Eğer sosyalist bir işçi sendikalar aracılığı ile dünyayı değiştirme gibi büyük programlara çıkarsa, üç ay sonra genel kurul toplarlar ve indirirler adamı. Sendikaları siyasal partilerin işçi kolları haline döndüren genel kurulda gider ve ondan sonra da devrilen arkadaş işçilere küfretmeye başlar, ‘bunlar beni anlamadılar’ diye. Bu tür olayları ‘80 öncesinde gördük. O, 300-400 üyeli, çeşitli siyasal eğilimlerin işçi kolları niteliğini kazanmış küçük küçük sendikalar hiç bir işe yaramadı. Önemli olan sınıfın bütününü kavrayabilmektir. — Yönetimde bilinçli sosyalist işçiler de olsa ekonomik açıdan bile haklarını korumaları çok zor... Y. KOÇ: Bakın, çok zor şu nedenle: ‘80 öncesinde belirli bir işyerinde işçilerin büyük özverisiyle belirli hakları almak mümkündü. Bugün —işin iyi yanı— geçmişte sınıfın tek tek işyerlerinde verdiği mücadele, sınıfın bir bütün olarak vermesi gereken mücadele haline dönüştü. O nedenle, bir tek işyerinde kazanılan mevzi ile cephenin bütününde bir başarı kazanmak mümkün değil. İşçiye bu anlatıldığında işçi anlıyor. Yani işçi kendi somut yaşantısından bir işyerinde verilen mücadelenin son derece sınırlı olduğunu, yönetici ne kadar yetenekli ve dürüst olursa olsun bir yerden öteye gidemeyeceğini biliyor. Karşımızda tek tek işverenler yerine, bir bütün olarak burjuvazi var artık. Türkiye’de bundan sonra her toplu sözleşme, sermayedarlar, servet sahipleri ile işçi sınıfı arasındaki bir mücadeledir. Bugüne kadar böyle değildi. Olay çok boyutluluk kazandı ve genişledi. Bu iyidir. Bu gelişme tek tek sendika yöneticilerinin işini belki zorlaştırmıştır, ama sınıfın sınıf mücadelesine çekilmesini sağlamıştır. Gel gelelim o sosyalist işçimiz orada mutlaka sosyalizm propagandasını da yapacaktır. Onu siyasal partisi kanalıyla yapacaktır. Sendikalar sosyalizmin iktidar mücadele araçları değildir. Sendikalar sosyalizmi benimseyebilir. Sendikanın yönetiminde sosyalizme inanmış işçiler bulunabilir. Ama sendikalar işlevleri sınırlı araçlardır. Siyasal parti


SOHBET - TARTIŞMA ● 71 çalışsın, uğraşsın, kendi tabanını genişletsin yapabiliyorsa. — Toplu sözleşmelerin bugün pek bir işe yaramadığı birçok işçi tarafından söyleniyor. Yani toplu sözleşmelerle alınan ücretler çok kısa dönemler içinde eriyip gidiyor. Bu duruma ilişkin olarak neler önerilebilir? Mesela eşel-mobil sistemi tartışıldı bir ara. SHP’nin de bu yönde bir önerisi oldu. Tabii bunlar kalıcı çözümler değil, ama kısa vadede bu ücret-enflasyon çıkmazına karşı neler önerilebilir? Y. KOÇ: Bakın, eşel-mobil filan birer araçtır. İki sınıfın karşı karşıya geldiği durumlarda amaçlanana ulaşmak için, ücretlerin fiyat artışlarına eşitlenmesi de başka şeyler de kullanılır. Ama bu sorunu çözmüyor. Bunu yaptırtacak ve onu aştırtacak gücüm olsa ben zaten onu aşarım. Bugüne kadar akıl etmedik de eşel-mobil uygulanmıyor ve bizim ücretlerimiz azalıyor değil. Bugün uygulanan ekonomik modelde benim ücretlerimin düşürülmesi gerek. Toplam emek içersinde, üretken olan emek çok azaldı. Üretken olmayan emeğin ve sermayenin üretken olmayan alanlardaki işgücü maliyetinin düşürülmesi için belirli bir süre içinde işçiyi daha yoğun bir şekilde çalıştırır siniz. Yani nispi artı-değeri arttırmaya çalışırsınız. Çalışma süresini arttırmaya çalışırsınız. Ya doğrudan ücretleri azaltmaya çalışırsınız, ya da sosyal güvenlik harcamalarını azaltarak, devletin ücrete katkısını azaltmaya çalışırsınız. Bütün bunlar kullanabileceğiniz yöntemler. Sistem şimdi böyle. Yani ücretler, eşel-mobil sistemi akla gelmediği için değil, işçi sınıfı buna karşı direnemediği ve ücretlerin bu sistemde düşmesi gerektiği için düştü. Aslında sistem, işçi sınıfı mücadelesi açısından Çok olumlu koşullar yaratıyor. Açıkçası, toplu sözleşmelerin işe yaramaması, işçi sınıfı açısından üzülünecek değil, sevinilecek bir durumdur. İşçiler tek tek işyerlerinin boyutlarını aşıyorlar. Kısa vadede ücretlerin arttırılmasının yolunun genel siyasal mücadeleden, sınıfın bir bütün halindeki mücadelesinden geçtiğini anlatmak; toplu grevlerin ve işyerlerinde toplu sözleşmelerin bir arada götürülmesi gerektiğini savunmak; bunun da ötesinde sendikal yapıyı güçlendirici alternatif örgütlenmelerle sınıfın iç örgütlülüğünü geliştirmek, kooperatifler, yardım sandıkları örgütlemek gerekir. Toplu sözleşmelerde işçinin alım gücü düşüyor. Nasıl artırım diye değil ne yapabilirim de işçilerin ücretlerinin toplu sözleşmelerle arttırılamadığı bu yapı içinde siyasal mücadelenin yaygınlaştırılması gerektiğini anlatırım ve mevcut topla sözleşmede alabildiğimi alıp, azami yararı sağlarken, işçinin örgütlülüğüne yeni boyutlar kazandırırımı düşünmek gerek. Sistem, sermaye ile emeği sınıflar olarak karşı karşıya getirdi. Siyasal mücadele olmadan benim toplu sözleşmelerle bir şey yapabilmem, bu çarkı tersine döndürmem mümkün değil. Tabii elimden geleni yaparım. Ama hakim sınıflar benim işgücü maliyetimi düşürmek istediklerinde iki yol izlerler; ya baskı uygularlar, ki baskı uygulandığında 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, sendika bitmiştir ve enflasyonu yüzde 30’lara kadar düşürmüşlerdir. Ama baskı uygulayamayacakları bir noktaya gelindiğinde benim cebimdekini çalmak için enflasyonu kullanırlar. Enflasyon doğanın getirdiği bir afet mi ki, ben kendimi enflasyona karşı eşel-mobil ile koruyayım. Enflasyon baskının azaltılması gerektiği koşullarda, işgücü maliyetinin düşürülmesinin bir aracı. Yani bu hakim sınıfların bu sistemde bilinçli olarak kullandıkları bir araçtır. — Söylediklerinizde dikkatimi çeken bir nokta oldu. Etkili bir yöntem olarak toplu grevler dediniz. Ya genel grev konusunda ne düşünüyorsunuz? Bugünkü koşullarda genel grev önerilebilir mi? Y. KOÇ: Önerilebilir, ama gerekli çalışmayı yaptıktan sonra. Bu kolayca başarılabilir mi, henüz bilemiyorum. Benim korktuğum şu: Sermaye her zaman sağdan vurmaz, bazen soldan da vurur. Bazen keskin şeylerle de vurur. Eğer genel grev öncesinde işyerlerinde iyi çalışma yapılmazsa, öncü işçiler namus belasına bu genel greve çıkarlar ve bir kadro kıyımı ve demoralizasyon olur. Kitlenin bir daha harekete geçirilmesi mümkün olmaz. Gerçekten hangi noktada genel grev gündemdeki bir sorundur. Bu uzun


72 ● İŞÇİLER VE TOPLUM vadedeki gündemin bir maddesi olabilir. Bugün olur mu? Yenilgi olmamalı, yani öyle bir dönem olabilir ki, işçi sınıfı gelişkin mücadelesi içinde bir de yenilgi alabilir. Ama ölü toprağının yavaş yavaş kalktığı dönemlerde yenilgi olmamalı. Sendikaların, işyerlerinde siyasal nitelikteki işçilerin çalışmalarını gözden geçirmek lazım. — Türkiye’nin bugünkü koşullarında tepeden alınan kararlarla genel greve çıkmak mümkün olmaz kanımca. Olursa da amacına ulaşmayacağı gibi, işçi hareketinin gelişimini de ters yönde etkileyebilir. Başarısız olduğunda sınıfı demoralize eder ve böyle bir başarısızlığa işçi sınıfı mücadelesinin tahammülü olmadığını düşünüyorum. Y. KOÇ: Yok hayır. Onun için bütün unsurların iyi çalışması gerek. — Peki Türkiye’de genel grev denemeleri ile ilgili neler söylenebilir? Genel grev denemelerinin sınıf hareketine kattıkları neler oldu? Böyle deneyler var mı? Örneğin bir 15-16 Haziran’ı nasıl değerlendirebiliriz? Y. KOÇ: 15-16 Haziran ne ölçüde bir genel grev bir kere bilemiyorum. Bir kere bölgesel bir hareket. Bölgesel bir genel grev denebilir- Çok önemli bir olay, bir kendiliğinden hareket o. Kendiliğinden hareket temelinde gelişmeyen hareketlerin iktidarı aldıktan sonra ileriye gidiş ve iktidarı denetleme potansiyeli olmuyor. Kendiliğinden hareketin gelişmesi son derece önemli. Bu olaya bazılarının yaptığı gibi küçümseyerek bakılmamalı. 76 DGM direnişi o kadar başarılı olmadı. İstanbul yöresinde etkiliydi. Ama sınıfın bütünü açısından önemli değildi. 20 Mart 78’de kısa süreli bir direniş olmuştu ve o önemliydi. Ancak sınıfın tümünü kapsayan ülke çapında bir genel grev olmadı. Bence bir de şundan kurtulmak gerek. Her ileri eylem, doğru eylemdir diye bir olay yok. Bazen kırmak isteyenler de ileri eylemlere itebiliyorlar. İşçiden ürken bazı sendikacılarda, ileri düzeyde bir eylem ortaya atıp gereklerini yerine getirmeme ve işçi istemiyor deme eğilimi var. — Mesela benim aklıma hemen şu geliyor. Yemek boykotu oldu. Özal bunun ardından biraz da alaycı ve küçümseyen bir tavırla «aç kalmanın ne alemi var, böyle şeyler yapacağınıza çıkın grev yapın, miting yapın yasak mı bunlar» gibi adeta işçileri grev ve miting yapmaya çağıran şeyler söyledi. Özal’ın bu söyledikleriyle sizin biraz önce açıkladıklarınız arasında bir paralellik kurulabilir mi? Y. KOÇ: Bana Özal’ın o lafları küçümseme çabasının bir parçası gibi geliyor. Mitingler başarılıdır. Sakarya ve Adana’da yapılan işçi yürüyüşlerinde, oralarda siyasal partilerin topladığından daha fazla kalabalıkların toplandığı ve gösterilerin çok daha coşkulu geçtiği söyleniyor. Hele İstanbul’da mutlaka bir miting yapılmalı. İstanbul’da 500-600 bin insanın katılacağı bir mitingin —provokasyonlar önlenerek— sınıfın kendi özgücüne olan güvenini arttırıcı bir rolü olur. Ben şunu hissediyorum ki, yemek boykotundan sonra insanlar ayaklarını daha sağlam basıyorlar. Kademe kademe yükseltmek gerekli, bu önemli. ‘Görüş’ dergisinde yazmıştım, şimdiki sendikalar biraz merasim ordusu gibi. Şimdi bu merasim ordusundan, savaşan bir orduya geçmek gerekiyor. Şimdi savaşa giriliyor. Burjuvazinin ilan ettiği savaşı kabul etmek zorunda kaldı sendikalar. Sınıf içinde siyasal insanlar harekete geçecek, deneyimler kazanılacak, bütün bunlar olmak zorunda, ancak çok zorlarsanız kopartırsınız olayı. — Burada burjuvazinin tavrı da mücadelenin gelişimini etkileyecek sanıyorum. Daha doğrusu iki temel sınıfın yaklaşımları Türkiye’deki siyasal ortamın belirlenmesinde en Önemli rolü oynayacak ve işçi sınıfının mücadelesinin alacağı şekillenme de burjuvazinin eğilimlerinde etkili olacak zannediyorum. Ama bugün için işçi hareketine karşı burjuvazinin tutumu nedir sizce?


SOHBET - TARTIŞMA ● 73 Y. KOÇ: Şimdi bir kere sendikal planda hükümet var karşıda. 1975-76 döneminde tekstil gibi bir-iki işkolu dışında sendikaların muhatabı tek tek işverenlerdi. Daha sonra işveren sendikalarının grup sözleşmeleriyle bir atak yaptığını görüyoruz. Bu doğaldı, çünkü tek tek işyerlerindeki sendikalar tek tek mevziler kazanabiliyorlardı. ‘80 sonrası artık mülk sahibi sınıfların bir bütün olarak işçi sınıfının karşısına dikildiği bir dönemdir. Karşımıza hükümetten başlayarak sermaye sınıflarının oluşturduğu bir blok çıkıyor. Bir kere artık sınıflar toplu sözleşmelerde bile karşı karşıya. Sürekli olarak iki şey yaparlar. Bir, doğrudan baskı uygularlar, önderleri katlederler, baskı altına alırlar. Sendika üyesi olmanın bile sıkıntı yaratacağı koşullar yaratılır, sendikalar suç örgütü gibi gösterilir. İkinci olarak daha sinsi bir yöntem izleniyor. Örgütlülüğü yok etmeye çalışıyor, insanların örgüte güvenini yok edici bir yöntem izliyorlar. Bunda da iki yol gözleyebiliyorum. Birincisi, geçmişte işçi örgütlerinin başında bulunan bazı adamların yapmaması gereken hareketlerine zemin hazırlandı. Onları yaptırarak kullandı, şimdi ise teşhir ediyor. Mesela eskiden sendika yöneticisi ile ilişki kurmak için kumarı kullanıyordu. Mesela ORHIM-KUTYAY diye bir yer var, oraya gidiyordu sendika yöneticisiyle ve kumar oynuyordu diyelim. Şimdi bunu teşhir ediyor. Sendika ağalarına karşı benim kullandığım jargonu kullanıyor. Sendikacıların hatalarını kullanarak işçinin örgütlülüğe olan inancını zayıflatmak istiyor, ikincisi ‘bunlar güçlü değil, sizin sorunlarınızı çözemez, ANAP’a gelin’ mantığını izliyor. — Bu noktada Türkiye’de işçi sınıfının örgütlenme geleneği sorunu karşımıza çıkıyor. İşçi hareketinin mücadelesinde örgütlenme geleneği, sınıf olarak davranma olayıyla bağlantılı olarak ön plana çıkıyor. Bence bu geleneğin görece zayıf olması, sınıfın bugünkü mücadelesini de etkiliyor. Sınıfın örgütlenme geleneği hangi düzeyde? Y. KOÇ: Oldukça geri. Çünkü mülksüzleşme süreci bir kere yeni, son 30 yıllık. 1950 yılında şimdi tam hatırlayamıyorum ama, 1.5 milyon işçi ancak var. 1960 yılında 2 milyon 400 bin işçi var. Şu anda 7-8 milyona filan geldi. Memur dediğimiz insanları da işin içine katmak gerekli, onlar da işçidir esasında, 657’ye tabi olmaları bir şey değiştirmez. Bu yeni işçileşme, yeni yeni kuşakların işçileşmesi bir geleneğin de yokluğunu beraberinde getiriyor. Bir kere büyük bir eksiklik. Toplumun hızla mülksüzleşmesi, işçileşmesi, örgütlenme eksikliğini de beraberinde getiriyor. Geçmişin deneyimini devralmamışız. İkincisi, geçmişteki CHP iktidarları 1950 yılına kadar geleneği yok etmek için çok etkili çalışmışlar. Osmanlı döneminde işçi örgütlenmeleri var, CHP bu geleneği yok etmiş. Yani 1925’ten 46’ya kadar bir kuşak sendika deneyimini bilmeden yaşamış. ‘46 sonrasında ise sendikalı işçi sayısı baskılar nedeniyle zaten çok az. İşçiler, komünistlik diye, sendikalardan korkutulmuş. Öylesine bir baskı var geçmişte. Bu gelenek meselesi son 20 yılın olayıdır. Sendikaların hataları ve işçinin olaya katılmaması nedeniyle, işçilerin sendikaları kendilerinden bir parça ve kendi birimleri olarak görmemelerine yol açmış. Adalet Partisi neyse, Demokrat Parti neyse, CHP neyse sendika da o- İşçiyle ilişkisi o kadar; aidat toplanıyor, karşılığında toplu sözleşme geliyor; oy veriyor kasabasının veya köyünün yolu yapılıyor. Sendikalar işçinin örgütü değil, işçi sendikaya kendi örgütü gözüyle bakmıyor. Bakın 77’de Yeraltı-Maden İş’teydim. Hekimhan’ın bir köyündeki bazı ocaklarda grev vardı. Ben de eğitim sekreteri olarak işçilere eğitim veriyorum, o sırada da faşistler Ankara’da saldırıyor. Ben işçilere faşistleri, faşizmi anlattım ve işçiler benim üzerime yürüdüler. O sendikanın üyeleri madenciler. Sonradan öğrendik ki, o köyde faşistler varmış ve onlar grevci işçilerin akrabalarıymış. İşçiler faşist filan değil, ama dünyaya hala işçi gibi değil, köylü gibi bakıyorlar. Köylülük ön planda. Siz faşistleri anlattığınızda, o akrabasına küfredilmiş gibi bakıyor olaya. Onun için, gelenek yeni yeni oluşuyor diyebiliriz. — Biraz da yazılarınızda değindiğiniz bazı konulan ele alalım isterseniz. Örneğin DİSK’e sosyal demokrat bir konfederasyon diyorsunuz. Neden?


74 ● İŞÇİLER VE TOPLUM

Y. KOÇ: Şimdi bir kere DİSK 67’de kurulduğunda şu anlamı ile önemliydi: Türk-İş genellikle kamu kesiminde örgütlü bir konfederasyondu. Üye kitlesini mücadeleye sokmadan, yukardan iş bitirmeye uğraşırdı. Bu işte oldukça da başarılıydı. Amerikan devletiyle yakın ilişkiler içersindeydi ve Amerikan sendikacılığının ötesinde devlete bağımlıydı. Sınıfın özgücüne dayanan bir hareket değildi. DİSK bunu aşmaktır. DİSK, sınıfın gücüne güvenmekten başka çıkar yolu olmayanların hareketidir. DİSK, özel sektör işyerlerinde bu yanlarıyla son derece önemliydi. Ama iki noktayı birbirine karıştırmamak lazım. Sınıf bilinci ile sosyalist siyasal bilinç birbirinden farklıdır. Ücret bilinci işçinin en temel bilincidir. Onun ötesinde işçinin sıçrayabileceği kendiliğinden sınıf bilincidir. ‘Ben işçiyim, ben kapitalizmin sonuçlarına karşıyım’. Bu sınıf bilincidir. DİSK, sınıf bilincini temsil ediyordu. DİSK, sosyalist siyasal bilinci hiç bir zaman temsil etmedi. 69’da TİP’i, 73’de CHP’yi destekledi. Ne menem bir şeydir ki, ‘73 seçimlerinde CHP’yi kitlelerin önüne umut olarak koyabildi. 75’de yönetime gelen ekip, CHP’nin ötesinde çok fazla bir şey benimsetmedi. Tüzüklere sosyalizm adının geçmesi, onu sosyalist bir sendika haline getirmez. ‘77 yılında yönetime gelenlerin ise zaten bugün nerede olduklarına bakın. Baştürk, Işıklar SHP milletvekilleridir. Programına ve yaptıklarına bakın, sosyal demokrasinin ötesinde ne gibi bir hedefi oldu? Tüzüğüne sosyalizm diye yazdı, ama kitleleri bu doğrultuda harekete geçiremedi. Geçirebilir miydi? 1967-68’de DİSK’in söylediklerine baktığımızda bunların bugün belirli koçularda Türk-İş’in söylediklerinden çok da farklı olmadığını görürüz. Nasıl bugün TİP’in 63-64-65’lerde savunduklarına nesnel olarak baktığımızda, ona sosyal adaleti savunan bir örgüt diyoruz. TİP sosyalizmi 1966 sonrasında kullanmaya başladı. DİSK’le o açılardan TİP’e benziyor. — İzleyebildiğimiz kadarıyla TİP deneyiyle ilişkili olarak pek fazla bir şey yazmıyorsunuz. Buna ilişkin olarak neler söyleyebilirsiniz? Y. KOÇ: Yoo, ben çok fazla bir şey bilmiyorum bu konuda. Ama genel olarak eksiğiyle, fazlasıyla çok şey kattığına inanıyorum TİP deneyinin. Biraz o dönemi yaşadım. Birçok insanı TİP hareketlendirdi. Keşke kitlesel niteliğini yitirmeseydi. İnsanlar farklı düşünüyorlar diye siyasal örgütü dışlamasalardı, ya da oradan dışlanmasalardı. İkisi de oldu çünkü. Solun o tür yaygın legal örgütlenmelerinin çok yararlı olduğuna inanıyorum. Özellikle bugün. O tarihlerde insanlar siyasal ayrılıkları yeterince bilmediklerinden bir-aradaydılar, keşke şimdi de bilerek bir arada olabilseler, ama bir arada olsalar. — Bugüne ve partilere dönersek en azından şunu söylemenin doğru olduğunu düşünüyorum: İşçilerin önemli bir bölümü SHP’den umut kesmemiş, hatta umudunu ona bağlamış durumda. Bu anlamda SHP’nin işçi hareketine politik alandaki müdahalesinin oldukça ciddi bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Belki SHP iktidara gelse, işçilerin bu partiyle nasıl bir çıkar çelişkisi içerisinde olduklarını, bu partinin de aslında sermayeden yana bir burjuva partisi olduğunu anlamaları çok kolaylaşacak. Kendilerine sosyal demokrat diyen bu insanları, işçilerin çıkarlarını işçiler için değil kendileri için savunur gözüken SHP ve DSP gibi partilerden koparmak Mal mümkün olabilir? Sosyalistler işçi hareketinin SHP’den ve diğer sermaye partilerinden, dolayısıyla burjuvaziden bağımsızlaşmasında nasıl yardımcı olabilirler? Bu koşularda neler düşünüyorsunuz? Y. KOÇ: Birincisi, SHP Avrupa ölçütlerine göre bile sosyal demokrat değildir. Avrupa ölçütlerine göre sosyal demokrat hareket, işçi hareketinin reformist kanadıdır. SHP, bunu tekrar tekrar vurgulamak lazım, sosyal demokrat bile değildir. SHP, yeni yeni memurlara sendika hakkından söz etmeye başladı. Sermayeye karşı hiç bir zaman açık tavır almadı. İşçiyle konuştuğunuzda, kime oy veriş olursa olsun ortak sorunlardan söz ettiğinizde aynı dili konuşuyorsunuz. Bugün mevcut partiler ANAP’ı eleştiriyor, sermayeyi eleştirmiyor. Sermayeyi eleştiren, servet sahiplerim karşısına alan bir siyasal örgütlenme güçlü olduğu


SOHBET - TARTIŞMA ● 75 takdirde; bugüne kadar sol hareket içerisinde farklı düşünmesine karşın bir araya gelebilecek, ayrılıklarını koruyarak ve bu kurulacak partinin görevlerinin ve işlevlerinin çok sınırlı olduğunu bilerek ona büyük işlevler yüklemeden bir şey yapıldığı takdirde sosyalizme kazandırır. Oldukça dolaştım ve çok insanla konuştum, bu böyle gibi geliyor bana. — Birçok insan, legal bir partiden söz ediyor, ama önemli bir bölüm insan da, ki buna o bir araya gelmesi düşünülen sosyalistlerin önemli bir bölümü de dahil, bu konuya olumsuz yaklaşıyor. Bu konunun daha uzun süre tartışılacağı anlaşılıyor. Ama bütün bu tartışmaların işçi sınıfı hareketinin önemli bir canlanma göstermesiyle, fabrikalarda işçilerin kendi örgütlülüklerini ve bağımsız hareketlerini geliştirmeleriyle daha bir anlam kazanacağını düşünüyorum. Böyle bir partinin sosyalistlerin de çabalarıyla ve etkileriyle kurulması —tabii etkin bir partiden bahsediyorum— sosyalistlerin bu dönemde işçi sınıfının gündelik mücadelelerinde daha fazla yer almalarıyla olanaklı olacaktır de. Ama bu konuda da bir sorunumuz olduğu açık. Yani geçmişte de sosyalist sınıfla bağları zayıftı. Hem o dönemdeki sosyalizme ve işçi sınıfına ilişkin yanaş kavrayışlarımızdan dolayı, hem de kendi hareketliliğimiz içinde bu durumun fazlaca farkına varamadığımızdan dolayı olsa gerek, bu çok fazla üzerinde durulan bir konu değildi. O dönemdeki anlayışlarla bu konunun üzerinde ne kadar durulabilirdi, o da ayrı bir tartışma. Şimdi bu son derece hatalı anlayışlar ne ölçüde değişti, bunu tam olarak kestirmek oldukça zor. Ama en azından, artık işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağım ve sosyalistlerin onun adına davranmak yerine ona bu mücadelesinde yardımcı olmaları gerektiğini savunan ve yüzünü sınıfa dönen sosyalistlerin sayısı da az değil-Sosyalistlerin sınıfla bağlarının zayıf olmasının nedenlerine en azından başlıklarla değinebilir misiniz? Y. KOÇ: Birincisi, sosyalist hareketin işçi sınıfıyla bağ kurabilmesi sosyalistlerin legal çalışma olanakları bulabilmesiyle doğrudan bağlantılı bir olay. Ya çok gizli çalışacaklar ya iyice açık çalışacaklar. Çok gizli çalışma da öyle çok kolay olan bir şey değil. 20’li 30’lu, 40’lı yıllarda bunu pek yapamadılar. Legal çalışma da zaten 60’h yıllarla birlikte başladı. ‘60 sonrasında da, sanıyorum sol içindeki ayrılıkların hep ayrı örgütlenmelere dönüşmesi, uluslararası plandaki ayrılıkların anında yansıması etkili oldu. Öğrenci hareketinin çok kolay adam derlenebilen bir kaynak oluşturması, işçi sınıfı içindeki uzun vadeli çalışmaları engelledi. Sol içinde öyle deneyimli kadrolar 60’larda pek yoktu. İnsanlar bir şeyleri hep el yordamıyla öğrendiler. 60’lı, 70’li yıllarda öğrenci gençliğin o çabuk alev alan, ama kalıcı olmayan yapısı insanlara çekici geldi. Ama bundan sonra değişir sanıyorum. Sununla da bağlantılı; 20 yıl önce sanat okulu mezunu sayısı çok sınırlıydı. Şimdi fabrikalarda üniversite mezunu olup işçi statüsünde bedeni olarak çalışan insanlar var. Mesela sanırım 74’de bir sanat okulları boykotu olmuştu, şimdi o boykota katılan insanlar işyerlerinde. Bu bir süreçtir. Başka ülkelerdeki ilişkinin farklı olmasının kaynağı şu: sendikalar ilk çıktığında düzen-dışı örgütlerdir, bundan dolayı doğal olarak kendilerine en yakın buldukları düzen-karşıtı örgütlerle iç içe girebilirler. Türkiye’de sendikalar düzenin kurumları olarak 46’da kuruldu. Düzen-içi olarak kurulan yapılar, düzenkarşıtı ideolojilere tavır alıyorlar ve kendilerini koruyorlar. Bir de hükümetin, polisin baskısı var. Zaten bir avuç insan. Sovyetler Birliği ile olan gergin ilişkiler nedeniyle Rus ajanı diye propaganda da yapılmış. İşte bütün bunlar eklendiğinde sınırlı olması doğal. Bundan sonra patlayacak olay. Geçmişte işçi sınıfının kendiliğinden hareketi zayıf, sosyalist hareket zayıf, deneyimsizdi. Ama şimdi birleşecek. — Geçmişte, yani ‘89 öncesinde sosyalistlerin işçi sınıfının yerine hareket etme, onun yerine mücadele verme anlayışları da işçi hareketiyle bağların hep zayıf kalmasına yol açtı zannediyorum. Y. KOÇ: Buna katılıyorum da, bir nokta daha var üzerinde durulması gereken. Türkiye’de sosyalist hareket Kemalizm’den bir türlü kopamadı. Bu nokta bana çok önemli geliyor. Solun yanlış bir anlayışı var ve bu sınıfla bağ meselesini etkiliyor. Bu 1946’ya kadar olan dönemi küçük burjuva radikalizmi olarak


76 ● İŞÇİLER VE TOPLUM yorumlama ve bu dönemin genel olarak emekten yana olduğu anlayışıdır. Oysa halk için, işçi sınıfı için 1946 öncesi baskı ve zulümdür. İşçi aristokrasisi vardır, ama onun dışındaki kesimler için ‘46 öncesi diktatörlüktür. “Bize kuru üzümle çay içirtti, zorla evimden eşya sattırdı” diyen çok insan vardır. Türkiye sosyalist hareketi Kemalizm’e, CHP’nin 46’ya kadarki tavrına karşı açıkça tutum almadığı, o yapıyla ve o gelenekle bağını koparmadığı sürece kitlelerle bağ kuramazdı. Onun ötesinde bir şeyi yanlış değerlendirdik gibi geliyor bana. Demokrat Parti düşman gibi görüldü. Halbuki, DP işçiye çok hak sağladı. İşçi düşman gibi bakmıyordu DP’ye. Olaya klasik sağ-sol ayırımı gibi bakılırsa; sol, CHP ve daha solu, sağ da DP ve AP gibi bakılırsa işçiler somut yararını gördükleri parti olan DP’ye, AP’ye bakıyorlar, bir de Kemalizm’e ve CHP dönemine bakıyorlar. Kemalizm’in, solun bir parçası olarak kamuoyuna sunulması ve sosyalistlerin de buna sahip çıkıp neredeyse “o da bizden, işte Bursa nutku-gençlik nutku, işte biz oradan kaynaklanıyoruz, ama biz bir parça daha ileriyiz” dedikleri anda kitlelerle bağ kopuyor. Demokrasi yok o dönemde. Bana göre Demokrat Parti demokrasisi, burjuva demokrasisidir. Sanıyorum sosyalist hareket Kemalizm’den koptuğu sürece işçi sınıfı ile bağ kurabilecek. Geçmişte kuramamasının bir nedeni de o. — Bir de Türkiye’de sosyalistlerin dünyadaki deneyleri iyi değerlendiremediğini düşünüyorum... Y. KOÇ: Herkes kendi deneyini yaşar. Başka ülkelerde işçi sınıfının yaşamış olduğu deneylerden yararlanırsınız, ama o kadar. Onun ötesinde herkes kendi deneyini yapar ve ondan öğrenir. Yani yapılarak öğrenilir. Siyasal alanda durum başka tabii. Benim dediğim esas olarak sendikal alanda. Siyasal alanda deneyimlerin ötesinde şeyler var. Dünya’da 1963 sonrasında hatta daha geriye gidilirse 1928 sonrasında sosyalizmin sorunları var. Biz ders çıkartmadık da hata yaptık değil. — Ders çıkarttık mı, çıkartabildik mi? Y. KOÇ: İnsan öğreniyor da, kendisi toplumsal alt-üst oluşları yaşamadan bir yerden öteye de fazla bir şey olmuyor. Yani sınıf hareketi.ile sosyalist hareketin bütünleşmesi, sosyalist harekete çok şey katacak ve bunlar hep yeni yeni oluyor. Dünya’da yaşanan deneyimlerle ilgili değerlendirmeler yapılıyor, tezler ortaya atılıyor ve sonra milyonlarca, on milyonlarca insan o tezlerin arkasından gidiyor. Sonra bir gün bakıyorsunuz ki, o tezler hatalı sayılmış. Bu süreç bir şey öğrettiyse geniş düşünmeyi öğretti, sorgulamayı öğretti daha hoşgörülü olmayı öğretti, bir parça da kendimize güveni öğretti. Neyin nasıl yapılacağını öğrenmekten çok, onları öğrendik gibi geliyor bana. Her işçi sınıfının oluşumu, deneyim birikimi farklı. Sınıf kendisi yaratıyor. Alternatifler, modeller sunabilirsiniz, ama yaşam o modellerin dışında gelişiyor. Çünkü siz hep o modeller için geçmiş deneyimlere bakıyorsunuz. Ama hiç bir zaman o, gerçekliğin bütününü kaplayan bir model olmuyor. Ama incelenecekse Latin Amerika’da, Afrika’da bazı özel deneyimler var. Avrupa ülkelerinin yüklü birikimi var. Yalnız, biz öğreniyorsak, karşımızdakiler de öğreniyor. Onlar da davranışlarını değiştiriyorlar. Biz aynısını yapsak bile, karşımızda başka bir davranış buluyoruz. Biraz herkes kendisi öğreniyor bu işten.

— Evet, herkesin kendisinin öğrendiğine karşı çıkmıyorum, ama Türkiye’deki işçi sınıfı hareketinin uluslararası, işçi hareketinin deneylerinden öğreneceği, değerlendireceği, ders çıkartacağı pek çok şey var. En azından sosyalistlerin bu tarihsel ve uluslararası deneyleri işçi sınıfına aktarmaları ve bunların tartışılması yararlı olur kanımca. Ben bir de son olarak gerici ve faşistlerin sendikal hareketle olan ilişkileri konuşma girmek istiyorum. Gerici ve faşist hareketlerin sendikal alanda geçmişten bu yana bir faa-


SOHBET - TARTIŞMA ● 77 liyetlerinin olduğunu biliyoruz. Ancak bugün özellikle İslami akımların sendikacılık alanına yayılma çabaları hissedilir bir artış gösteriyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Y. KOÇ: Bakın, Hak-İş 1976’da kuruldu. Fakat üç-beş yıl kendisini toplayamadı. ‘83 sonrasında bir atak yaptı, ama ben bunu şu nedenle büyütmüyorum. 19 yüzyıl Avrupası’nda sendikalarda Marksizm gelişirken, buna karşı alternatif olarak hristiyan sendikacılık da gelişir. Sınıfların varlığı kabul edilir, ancak hristiyanların sınıflar mücadelesi anlayışıyla değil, sınıfların uzlaşması için çaba göstermesi gerektiği belirtilir. Ancak bu hareket sonunda özyönetime dönüştü. 1890’larda ulaştığı nokta bu oldu. İslamiyet’te böyle bir olay yok. İslamiyet’in değişmesi ve geliştirilmesi için yetkili organlar olmadığından, İslamiyet bir tüccar toplumu gibi görünüyor. O tüccar toplumu içinde de varılabilen yer sınırlı olur. Hak-İş’in ben ideolojik dayanaklarıyla yeni bir anlayış geliştirdiğini düşünmüyorum. Görüşüyorum onlarla, görüyorum ki, bunun sıkıntısı içindeler. İkincisi, Hak-İş üç işkolunda ön plana çıktı: Tekstil işkolu, gıda işkolu, metal işkolu. Niye çıktı? Çünkü bu konuda Türk-İş sendikaları yapmaları gerekenin çok az bir bölümünü yapıyorlardı da ondan. Türk-Metal, Öz-Demir İş’in, gelişmesine yol açtı; Teksif, Öz-İplik İş’in gelişmesine yol açtı; Tek-Gıda, Öz Gıda-İş’in gelişmesine yol açtı. Bunun içinde de ne kadarı dincidir, bu insanların ne kadarı Türk-İş’e gitmemek için Hak-İş’e gelmiştir, o da tartışmalıdır. Bunun için, Avrupa hristiyan sendikacılığının Marksizme karşı bir alternatif olarak üretildiği gibi, Türkiye’de de müslüman sendikacılığın bir alternatif olarak ortaya çıkmasını düşünemiyorum. Çok sıkıntı içindeler. Namuslu adamlar, para yemiyorlar, içki içmiyorlar, ama bu yetmiyor sınıf mücadelesi için. Dürüst olmak sınıf mücadelesi için gerekli, ama yeterli bir koşul değil. — Türk-İş’le ilgili olarak biraz daha tartışmak istiyorum. Bugün Türk-İş’te işe yaramayan sendikacının yerine iyisini koymak için mücadele vermek gerektiğini ve sendikayı denetlemek gerektiğini söylüyorsunuz. İşçilerin ‘İmama kızıp oruç bozmamasını’ istiyorsunuz. Türk-İş’i değiştirmek gerçekten mümkün mü? Bunun ötesinde Türk-İş’i bugün sendikal birliğin zemini olarak gösterebilmek mümkün mü? Bu noktada işçilerin gündelik mücadeleleri ve talepleri açısından sendikadan beklentileri neler? Önce bunu tespit etmek gerekmez mi? Y. KOÇ: Önce bir sendika şöyle kuruldu, geçmişte böyleydi, bu değişmez diye bir olay olmaz. CGT’yi anarko-sendikalistler kurdu, kuran adam güya daha sonra reformist oldu ve bunlar daha sonra da Komünist Parti’nin kontrolü altına girdi. Yahut Yunan Sendikalar Konfederasyonu, 67-74 arasında cuntayı destekledi, şimdi ise iç komünistler, dış komünistler ve PASOK’un denetimi altında. Sendikalar böyle kuruldu, böyle gider diye bir olay yok. İkincisi, Türk-İş’i işçi sınıfı hareketinin gerisinde bir araç olarak tutmak isteyenler de, Türk-İş’i işçi sınıfının mücadelesinde bir araç olarak kullanmak isteyen de var. Mesela son alman eylem kararı bu muğlaklığın bir sonucu olarak pek kolay çıkmadı, benim bildiğim kadarıyla. Ama Türk-İş bir şeyler yapıyor. İstenileni yapabiliyor mu? Ben inanıyorum ki, önümüzdeki dönemde, o olmazsa bir sonraki dönemde sarfta bütünü harekete geçecek. Türk-İş sınıfın hareketinin önünde bir engel olursa, sınıf burada değil bir başka yerde harekete geçer. Açıkçası sınıf Türk-İş’e tapulanmış değil. Ama bu aşamada Türk-İş’teki sendika yönetimlerinin, sınıfın hareketinin önüne


78 ● İŞÇİLER VE TOPLUM geçebilecek kadar güçlü olmadıklarını düşünüyorum. Mesela 89’un sonunda Türk-İş’in genel kurulu var. Aralık ayındaki genel kurulu siz oturup Eylül ayında çıkartabilirsiniz. Delege seçimleri sırasında Türk-İş içindeki mücadeleci, işçi sınıfının gücüne inanmış insanlar ‘88 sonundan itibaren çalışmaya başlarlarsa, sekterlik etmezlerse, işçilere oy verdikleri partiye göre bir tavır almazlarsa, aksine eylemlerde kim ona sahip çıkıyor kim çıkmıyor gibi bir yaklaşım içinde karşı tarafı izole etmeye çalışırlarsa ben umutluyum. Ama bu umut uzun vadeli, öyle bir-iki günde gerçekleşebilecek bir şey değildir. Zaman içinde olur. Olmazsa tapulu değil, ipotek altında değiliz. Bu olmaz aşar gider. — Yani Türk-İş içindeki işçilerin taleplerini değerlendirerek, bu talepleri çalışmanın merkezine koyarak, onlar adına davranmadan tabandan mücadeleyi ilerletmeyi hedefleyerek ve genel kurullara güçlü bir biçimde hazırlanıldığında, Türk-İş’in değişmemesi için bir neden yok diyorsunuz. İşçileri tapulanmış görmemek ve Türk-İş’te ya da başka sendikada mücadele biçimleri önerirken onlardan yalnızca destek istememek önemli. ‘Ne yapılacaksa bizzat işçilerle yapılacak’ anlayışını egemen kılmak gerek. Zaten başka türlüsü de belki kısa vadede bazı gelişmelere yol açar, ancak daha sonra işçiler hareketlendiğinde, hakları ve talepleri için mücadeleyi yükselttiğinde dışarıda yapılan bu hazır önerilerin pek bir anlamı kalmaz. Bugünden işçi sınıfının sendikal birliğinin nerede sağlanacağı konusunda fetva vermek hem doğru değil, hem de akılcı değil. Bu tamamen işçi sınıfının hareketliliğine, gücüne ve önümüzdeki dönemdeki şekillenmeye bağlı bir sorun. Ancak bu açık gerçeklere karşın, işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu koşulların sonuçlarını değil, kendi isteklerini işçilerin istekleriymiş gibi sunan bazı yaklaşımlar var. Bu yaklaşımlar genelde Türk-İş’ten ayrılarak yeni sendikalar kurulmasını, sınıf mücadelesinin ilerletilmesi bakımından zorunlu görüyorlar. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Y. KOÇ: Ben böyle bir şeyin olamayacağını düşünüyorum. Olmalı mı, olmamalı minin ötesinde. Yürürlükteki mevzuat kalkmadığı sürece bu mümkün değil. Onun da ötesinde, sınıfı çekip çevirecek ve alternatif yerlere götürecek insanlar yok. Türk-İş’ten herhangi bir sendika ayrılır mı? Türk-İş’ten hiç bir sendika yeni bir konfederasyon için ayrılmaz. Bugün yönetimi eleştirmek ayrılmak anlamına gelmez. İşyerlerinde verilen mücadele bunların boyutlarını aştı. Küçük sendikaların yaşama şansı bu anlamda yok. Eskiden vardı. ‘80 öncesinde kendi işyerinde bir sürü şeyi göze alan bir sendika başarılı olabilirdi. Bu olay bitti. Şimdi sınıflar kapışıyor. Sınıflar kapışırken, sınıfın en büyük kesimini arkanıza aldığınızda başarılısınızdır. Sınıfın bütünü iki adım mı atsın, yoksa içinden 50 bini 5 adım mı atsın? 67’de atılan 5 adım niteliksel bir sıçramaydı. Bugün öbürü 5 adım atamayacak zaten, 1 adımda kalacak. Bazı küçük sendikalar kurdular. Bunların büyük fedakarlıklar sonucunda bugün ulaştığı nokta bir trajedidir. Bir şey yapamadılar. Sosyalist işçi yetiştirmekse siyasal parti kursunlar. Siyasal partinin işçi kolları olarak adam yetiştirsinler. Sınıfın alt-üst oluş dönemleri hariç, sınıfın içinden bir azınlığın ‘benim dediğim doğrudur’ diyerek kuracağı sendikaların yararına inanmıyorum. Bence yapılması gereken Türk-İş içinde sendikal demokrasiyi savunmaktır, hataları teşhir etmektir, örgüte zarar vermeksizin tabandan çalışarak yönetimi ele geçirmeye çalışmaktır, yönetimi denetlemektir. — Bu sohbet için teşekkür ederiz.


TARİHTEN YAPRAKLAR: TEK ÜLKEDE SOSYALİZM Dilek FIRAT

Lenin’in ölümünden sonra başlayan ‘tek ülkede sosyalizm’ tartışması, sadece Marksist doktrine ilişkin bir teorik tartışma olmaktan öte anlam taşır. Tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği tezinin geçerlilik kazanması, uluslararası sosyalizmin tarihi içinde çok önemli olan iki gelişmeye öngelmiştir. Birincisi, SBKP içinde Stalin ve ekibinin hegemonyalarını kurması ve ikincisi, Komintern’in dünya dünya partisi olmaktan çıkıp, ne pahasına olursa olsun Sovyetler Birliği Devleti’nin korunmasının ve buna ilişkin dış politikaların çeşitli ülkelerdeki takipçisi haline getirlmesidir. Şüphesiz, Stalin yaptığı her şeyde olduğu gibi bunda da Lenin’i kendine şahit tutmaya çalışmıştır. Zaman, mekan ve politik bağlamından tamamen boşaltılıp dog-


80 ● İŞÇİLER VE TOPLUM malar dizisi haline getirilmiş bir Leninizm, bu konuda da muhaliflere karşı bir ideolojik baskı aracı olarak kullanılmıştır. (...) (...) Marks ve Engels için olduğu gibi, Lenin için de sosyalist devrim bir dünya devrimidir; her ne kadar, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası yüzünden iktidar sorunu bütün ülkelerde veya birkaç ülkede bile eş zamanlı olarak gündeme gelemeyecek olsa da. Sosyalizmin dünya-ölçekli karakteri, modern üretici güçlerin kapitalizmi dünya-ölçekli bir üretim tarzı yapmasından ve bundan doğacak ve gelişecek yeni bir üretim tarzının da ancak dünya-ölçekli olabileceğinden kaynaklanır. Bugün, söylemeye gerek yok ki- kapitalizmin bu karakteri geçmişte tahmin edilebilecekleri misliyle aşmış durumdadır. Bir tek firma düzeyinde bile bu noktaya ulaşıldığının bolca örneği görülmektedir. Örneğin İngiltere’de Ford otomobil fabrikasındaki bir grev, aynı firmanın Belçika, İspanya ve Almanya’daki fabrikalarının üretim planlarını ve stoklarını alt-üst edebilir. Marks’ta ileri sürüldüğü şekliyle, kapitalist toplumun kendisinden doğacak ve gelişecek sınıfsız toplumun patlak vereceği yerler, onun gelişmesinin koşullarının da var olacağı yerler olmalıydı. Bundan dolayıdır ki, 19. yüzyılın dünyasında ancak Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkeleri sosyalist devrimin ülkeleri olabilirdi. Sosyalist devrimin hangi ülkelerde olabileceği konusundaki fikirleri aynı kalmakla beraber, hem Marks hem Engels —özellikle yaşamlarının sonuna doğru— Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkeleri olmayan bölgelerdeki gelişen işçi sınıfı mücadelelerine ve ulusal kurtuluş mücadelelerine (Polonya, İrlanda vb.) büyük önem atfetmişler ve bu mücadelelerin Avrupa gericiliğinin kalelerini yıkarak sosyalist devrimlere ivme kazandıracaklarını söylemişlerdir. Buradan Lenin’e atlayacak olursak, 1917 Şubat Devrimi’ne kadar onun Rusya’da sosyalist devrimi olası görmemiş olmasında Rusya’nın durumu kadar, Marks ve Engels’in bu düşüncelerinin de payı vardır. Önce konu açısından önemli olan bazı kavramları açmakta yarar var: Bir siyasal devrim olarak sosyalist devrim ile bir sosyal devrim olarak sosyalist devrim. Bu kavramlar Stalin tarafından karmakarışık edilerek, birbirinin içine geçirilerek kullanılmış ve bugün de aynı şekilde kullanılmaktadır. Bir sosyal devrim olarak sosyalist devrim, ekonomik ve sosyal yapılar ile politik ve kültürel üstyapıların sosyalist dönüşümü demektir. Bir siyasal devrim olarak sosyalist devrim ise, siyasal iktidarın (...) ele geçirilmesi demektir. Birincisi, yani sosyal devrim ikincisini kesinlikle içerir. İster burjuva isterse sosyalist, bütün sosyal devrimler zorunlu bir si-


TEK ÜLKEDE SOSYALİZM ● 81 yasal devrim aşamasını içerirler. İkincisi, yani siyasal devrim ise, birincisini kısmen içerir. İktidarın aynı egemen grubun bir fraksiyonu, bölümü tarafından ele geçirildiği hükümet darbeleri hariç, her siyasal devrim şu ya da bu ölçüde bir sosyal içeriğe sahiptir. (...) Fakat bu ilk adım, inşa edilecek şeyin ilk taşı olan siyasal devrim, inşanın tabi olacağı yasalardan oldukça farklı olan yasaların ve koşulların ürünüdür.

1917 ŞUBAT ÖNCESİ

Lenin’in 1917’deki Şubat Devrimi’ne kadar Rusya’ da sosyalist devrimi olası görmediğini söyledik. 1905 Devrimi patladıktan sonra yazdığı bir makalesini «...Rus siyasal devrimini Avrupa’daki sosyalist devrimin başlangıcı yapacağız.» (1)

diye bitirir. İlk Bolşevik kuşağın en önemli karakteristiklerinden biri de, onların Avrupa’daki büyük işçi sınıfı mücadelelerinin, partilerinin ve teorisyenlerinin geleneğini çok iyi özümlemiş olmaları ve kendilerini hep bu geleneğin bir parçası olarak görmüş olmalarıdır. Lenin de bu kuşağa dahildir ve Avrupa devrimi ,dünya devrimi perspektifini hiç kaybetmemiştir. Nitekim, hem 1905’te hem de 1917’de Rusya’da bir devrimin olasılık kazandığı ve gerçekleştiği anlarda, bu devrimlerin Avrupa ülkelerindeki sosyalist devrimleri başlatacağı fikrini taşımıştır. 1905 sonunda yazdığı ‘Devrimin Aşamaları, Eğilimleri ve Beklentileri’ adlı makalede Lenin «...Rus proletaryası artı Avrupa proletaryası devrimi örgütleyecekler. Böylesi koşullarda Rus proletaryası bir ikinci zafer kazanabilir. Dava hiç de umutsuz değildir. İkinci zafer Avrupa’da sosyalist devrim olacak. Avrupalı işçiler bize ‘nasıl yapılacağını’ gösterecekler ve sonra onlarla beraber sosyalist devrimi yapacağız.» (2)

der. Yine aynı mantığı görüyoruz: Rusya’daki demokratik devrim, Avrupa’da sosyalist devrimler başlatacak ve sonra Rusya’da sosyalist devrim olacak. (...) (...) Birinci Dünya Savaşı patladıktan sonra, Ağustos 1915’te yazdığı ‘Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı’ adlı makalesinde Lenin şöyle der:


82 ● İŞÇİLER VE TOPLUM “...Ancak kendi başına bir slogan olarak. Dünya Birleşik Devletleri pek doğru olmayacaktır; çünkü birincisi,’ sosyalizmle içice geçmektedir; ikincisi, tek bir ülkede sosyalizmin mümkün olamayacağı şeklinde yorumlanabilir ve böyle bir ülkenin diğerleriyle ilişkisi konusunda yanlış kavramlara yol açabilir. Eşitsiz ekonomik ve politik gelişme kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bu yüzden, önce (abç) birkaç hatta bir tek kapitalist (abç) ülkede sosyalizmin zaferi mümkündür. Kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra, söz konusu ülkenin muzaffer proletaryası dünyanın geri kalanına karşı —kapitalist dünyaya— ayağa kalkacak, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına çekecek (...) (...) Proletaryanın burjuvaziyi alt etmede muzaffer olduğu toplumun politik biçimi demokratik cumhuriyet olacak ve bu cumhuriyet henüz sosyalizme geçmemiş devletlere karşı mücadelede, söz konusu ulusun veya ulusların proletaryasının güçlerini artarak yoğunlaştıracak.” (3)

Bu alıntı önemli, çünkü Stalin’in ve Stalinistler’in ‘tek ülkede sosyalizm’in olabileceğine dair inançlarına Lenin’den kanıt göstermeye sıra geldiğinde en sık kullandıkları yer bu. Dolayısıyla bu alıntı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Birincisi, ‘sosyalizmin zaferi’ ile kastedilenin ne olduğuna bakalım: ‘Kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi ve sosyalist üretimin örgütlenmesi.’ Biliyoruz ki, ikisi bir arada kesinlikle sosyalist devrim gerektirirler. Halbuki Lenin o sırada Rusya için sosyalist devrimi savunmamaktadır. Dolayısıyla bu olasılık Rusya için geçerli değildir. İkincisi ise, sayılan bütün görevler sosyalist devrimin görevleri iken ‘proletaryanın burjuvaziyi alt etmede muzaffer olduğu toplumun politik biçimi’ olarak ‘demokratik bir cumhuriyet’ten bahsedilmektedir. Bu teorik olarak mümkün olmadığı gibi politik-tarihsel olarak da yaşanmamıştır. Demek ki, dikkate alınabilir kısım ilk kısımdır. İlk kısımda ‘sosyalizmin zaferi’ ile kastedilenler, sosyalist siyasal devrim artı sosyalist üretimin örgütlenmesi, yani sosyalizmin inşa edilmesine başlanmasıdır. Yoksa, sınıfsız topluma geçilebilmesinin koşullarının yaratılmış ve sosyalist inşanın tamamlanmış olduğu anlamındaki bir sosyalizmin zaferinden bahse-dilmemektedir. (...) (...)

1917 ŞUBAT-MART SONRASI Bildiğimiz gibi, Lenin 1917 Şubat Devrimi’nden sonra Rusya’ya döndüğünde ‘Bütün İktidar Sovyetlere’ sloganında ifadesini bulan, sosyalist devrime geçişi savunur. Ünlü ‘Nisan Tezleri’nin ardından, 10 Nisan’da yazdığı ‘Devrimimizde Proletaryanın Görevleri’ adlı broşürde şöyle der: «Şubat-Mart 1917 Rus Devrimi, emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi-


TEK ÜLKEDE SOSYALİZM ● 83 nin başlangıcıydı. Bu devrim, savaşı sona erdirmeye doğru ilk adımı attı; fakat, savaşın bitişini kesinleştirmek ikinci bir adımı (...) (...) gerektiriyor. Bu dünyaölçekli bir ‘fırlayış’ın ve kapitalist çıkarlar cephesinde bir kopuşun başlangıcı olacak ve yalnızca bu cepheyi kırarak proletarya insanlığı savaşın dehşetlerinden kurtarabilir ve barış gedebilir.» (4)

Rus Devrimi’nin karakteri konusunda ‘fikrini değiştirmiş’ (*) olan Lenin, karakteri ne olursa olsun Rus Devrimi’nin dünyada oynayacağı rol hakkında fikrini değiştirmemiştir. Rus Devrimi’ni, devrimin bizzat yaşandığı günlerde dünya kapitalist çıkarlar cephesindeki bir kopuşun ilk patlaması olarak görmektedir. Rus Devrimi ve Bolşevikler. 1923’teki son yenilgisine kadar heyecanla ve coşkuyla Almanya’da devrim beklerler. Bu öylesine derin kökleri olan bir bekleyiştir ki, Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht’in 1919’un başında öldürüldükleri tarihe kadar, Lenin’in çok az makalesi vardır ki, bu iki seçkin devrimciden ve onların önderlik ettiği Alman Devrimi’nin ‘gelmekte’ olduğundan bahsetmesin. Bolşevik geleneğin örgütlenme, devrimin hazırlık çalışması gibi çok önemli sorunlardaki gelişkinliği ve Almanya hakkındaki yakın bilgilenmeleri dikkate alındığında, —en azından 1918-19’da— Almanya’da olacak başarılı bir devrimden bu kadar emin gözükmelerinin biraz şaşırtıcı olduğunu söylemeliyim. Dünyanın ve Avrupa’nın değerlendirilmesinde ve savaşla beraber devrimler döneminin başladığında yanılmadılar. Gerçekten de Almanya başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinde işçi sınıfı hamle etti. Ama bu ülkelerin hiçbirisinde Rusya’daki gibi bir parti yoktu.

(*) Bazı Troçkistler bu durumu ‘Lenin nihayet Troçki’nin fikrine geldi, Troçki’den öğrendi’ biçiminde sunarlar. Lenin’in, ‘Vasiyeti’nde ‘Merkez Komitesi’ndeki en yetenekli kişi’ diye tanımladığı birisi olan Troçki’den birşey öğrenmek fikrinde ilke olarak acayip bulacağı bir şey olduğunu zannetmiyorum. Ama benim kanım odur ki, Lenin söz konusu sorunda Troçki’den pek bir şey ‘öğrenmemiştir’. Şubat’tan sonra ‘fikrini değiştirmesi’nin asıl nedeni, Lenin’in devrimin teori ve taktiklerini daima işçi sınıfının hareketinin bizzat kendisinden çıkarmasıdır. Şubat’tan sonra proletaryanın kaçınılmaz olarak sosyalist devrime ilerlemek zorunda olduğunu farketrr. Nitekim, Troçki üzerine hala en iyi eser sayılan üç ciltlik eserinde Deutscher. Lenin’in 1919’a kadar, Troçki’nin 1906’da yazdığı ve sürekli devrim fikrini geliştirdiği ‘Sonuçlar ve Olasılıklar’ını okumamış olduğunu söylemektedir. Ancak burada söylediklerim Troçki’nin Rus Devrimi’nin geleceğini görmüş olmaktaki engin teorik kapasitesini görmediğim anlamına alınmamalı.


84 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Şubat-Mart arasındaki ikili iktidar döneminde keskinleşen sınıf mücadelesinin etrafında döndüğü en önemli konu, savaşın sona erdirilmesidir. Bu dönemin ciddi siyasal krizleri bu sorun etrafında döner. Lenin, Nisan ayının sonunda yazdığı ‘Krizin Dersleri’ adlı makalede «...Dünyanın durumu giderek daha çok karışıyor. Tek çıkar yol bir dünya işçi devrimidir, şimdi Rusya’da başka herhangi bir ülkede olduğundan daha ileri durumda olan bir devrim, fakat açıktır ki, Almanya’da da yükselmektedir (grevler, kardeşleşme).» (5)

der. Yine aynı günlerde toplanan RSDİP Bütün Rusya 7. Konferansı’nın açış konuşmasını Lenin şu sözlerle bitirir: «Devrimi başlatmanın büyük onuru Rus proletaryasına düştü. Fakat Rus proletaryası unutmamalı ki, onun hareketi ve devrimi sadece, örneğin Almanya’da her geçen gün ivme kazanmakta olan, bir dünya devrimci proletarya hareketinin parçasıdır. Görevlerimizi yalnızca bu açıdan tanımlayabiliriz.» (6)

Aynı fikri burada da görmek mümkün: Rus Devrimi sadece bir başlangıçtır. Hatta bundan da öteye, örneğin Almanya’daki bir devrimin olabileceği biçiminde bir başlangıç değil, kendisini devam ettirebilmesi için Avrupa devrimine kesinlikle ihtiyaç duyar bir başlangıçtır. Bu fikri daha ileride açıklıkla göreceğiz.

EKİM DEVRİMİ VE SONRASI 25 Ekim (7 Kasım) 1917’de, yapılan Petrograd İşçi ve Asker Sovyetleri toplantısına sunduğu ‘Sovyet İktidarı’nın Görevleri Üzerine Rapor’u Lenin: «...Her şeyin üstesinden gelecek ve proletaryayı dünya devrimine götürecek olan kitle örgütünün gücüne sahibiz. Şimdi Rusya’da bir proleter sosyalist devletin inşasına başlamalıyız. Yaşasın dünya sosyalist devrimi.» (7) diye bitirir. Yine aynı toplantıda onaylanan ve Lenin’in kaleme aldığı ‘Karar’ şu sözlerle biter: «Sovyet, Batı Avrupa ülkelerinin proletaryasının, sosyalizm davasında tam ve kalıcı zafere ulaşmakta bize yardım edeceğinden emindir.» (8)


TEK ÜLKEDE SOSYALİZM ● 85 Devrimden sonra, yeni devletin karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi, varlığını ciddi bir şekilde tehdit eden Alman saldırısıdır. Çarlıkla savaşa tutuşmuş olan Alman emperyalizmi henüz doğmuş olan devrimci iktidarın zaaflarını bilmekte ve en büyük toprak parçasını koparmak için saldırısını arttırmaktadır. Aynı dönem, içerde de devrilmiş olan burjuvazinin iç savaş hazırlıkları yaptığı dönemdir. Patlayacağına kesin gözüyle bakılan Alman devrimini beklemeden ve çabaları onunla birleştirmeden, Alman devleti ile ayrıca bir barış anlaşması yapılıp yapılamayacağı gündeme gelir. ‘Ayrı ve İlhakçı Bir Barışın Acil Olarak Sonuçlandırılması Üzerine Tezler’de Lenin: «...Avrupa’da sosyalist devrimin olması gerektiğine ve olacağına şüphe yoktur- Sosyalizmin nihai zaferine dair bütün umutlarımız bu kesinlik ve bu bilimsel teşhise dayanmaktadır.» (9)

der. Alman emperyalizmine karşı ‘devrimci savaş’ın sürdürülmesini savunan Sol Komünistlere ise aynı tezlerde şöyle der: «Ancak, eğer, birkaç ay içinde Alman devrimi olmaz ve savaş devam ederse, olayların gidişi ölümcül yenilgilere yol açacak ve bu yenilgilerin sonucunda Rusya çok daha kötü koşullarda bir barış imzalamaya zorlanacaktır. Daha da öteye, bu barış bir sosyalist hükümet tarafından değil, başka bir hükümet tarafından imzalanacaktır (örneğin, bir burjuva Rada ve Chernov takipçileri bloku tarafından veya benzeri bir şey). Çünkü savaşın tükettiği köylü ordusu ilk yenilgilerden sonra — ve büyük bir olasılıkla bu birkaç haftalık bir meseledir, birkaç aylık değil— sosyalist işçilerin hükümetini devirecektir.» (10)

Görüldüğü gibi, Lenin ‘ayrı bir barış’ düşünürken Alman devriminin elzemliğinden herhangi bir kuşkusu olduğu için değil, tam tersine bu olana kadar Rusya’nın dayanması gerektiğinden hareketle bunu düşünmektedir. Çünkü eğer hemen olmaz ve savaş devam ederse, köylü ordusu işçi hükümetini boğacaktır, Alman devrimi için ölmeyi göze almayacaktır. Mart 1918’de toplanan RKP (B) Olağanüstü 7. Kongresi’nde, Merkez Komitesi adına kongreye sunduğu raporda, hem sosyalizmin inşasının ekonomik gelişmişlikle ilişkisi bağlamında hem de Rusya’da sosyalizmin inşası ve nihai zaferi hakkında söyledikleri oldukça aydınlatıcıdır: “...Avrupa’da sosyalist devrimin öngereklilikleri üzerine dikkatlice dönüşmüş olan herkes, Avrupa’da başlangıcın ölçülemez derecede zor olacağı konusunda açık olmalı, halbuki bizde ise başlangıç ölçülemeyecek kadar kolay oldu; fakat, devrimi devam ettirmek bizim için orada olduğundan daha zor olacak. Bu nesnel durumu yaşamak, tarihin yaptığı olağanüstü keskin ve zor dönüş tarafından


86 ● İŞÇİLER VE TOPLUM bize dayatıldı... Tarih bizi olağanüstü zor bir konuma soktu; benzeri görülmemiş zorluktaki bir örgütlenme işinin ortasında bir dizi acı yenilgiler yaşayacağız. Dünya-tarihsel bakış açısından ele alındığında, eğer diğer ülkelerde devrimci hareketler olmazsa, eğer yalnız kalırsak devrimimizin nihai zaferinin şansının olmadığına hiç şüphe yoktur... Tekrar ediyorum, bütün bu zorluklardan kurtuluşumuz bütün —Avrupa devrimindedir... mutlak doğru odur ki, bir Alman devrimi olmazsa hakkımızdaki hüküm verilmiş demektir... Eğer Alman devrimi gelmezse, her halükarda, akla gelebilecek bütün koşullar altında hükmümüz verilmiştir.”(11)

Bu sözlerde, Rus Devrimi’nin nihai kaderinin, yani sosyalizmin nihai zaferinin tamamıyla Avrupa’nın gelişmiş ülkelerindeki devrime bağlı olduğu ayan beyan ortadadır. Lenin’in sosyalizmin inşasına dair söylediği pek çok şeyi de biliyoruz. Bazıları belki de bu konuda edilmiş sözleri örnek verip, Lenin’in ‘tek ülkede sosyalizmin kurulabileceğini düşündüğünü ileri süreceklerdir. Her kim bunu denerse, boşuna denemiş olacaktır. Elbette ki, Lenin tarafından sosyalizmin inşasına dair pek çok önemli şey söylenmiş ve yapılmıştır. Ama bunların hepsi, nihai zaferin (...) koşullarının yaratılmasının ancak Avrupa devrimine bağımlı olduğu kesin kanaati ve perspektifi ile söylenmiş ve yapılmışlardır. Onun içindir ki, iflas etmiş olan İkinci Enternasyonal’in yerine derhal bir Üçüncü Enternasyonal’in örgütlenmesine girişilmiştir. 1919’daki ilk kongresi oldukça cılız bir temsil yeteneğine sahip olarak toplanmış olan Komintern giderek güçlenmiştir. Her yıl muntazam olarak toplanan ilk dört kongresine Lenin’in de katıldığı, tartışmalarına katkıda bulunmayı ve görev almayı önemli saydığı Komintern, dünya devriminin ve işçi hareketinin forumu, enternasyonalizm ilkesinin gerçekleşmiş haliydi. Lenin’in ölümcül bir şekilde hastalandığı 1923’ten, Stalin tarafından 1943’te kapatılana kadar geçen 20 yıl içerisinde ise sadece üç defa Komintern Kongresi toplanmıştır! Avrupa devrimine yalnızca Avrupa ülkelerinde siyasi iktidarın ele geçirilmesi ve böylece Rusya’daki sovyet iktidarının sosyalizmi inşa etmesine fiilen yardıma gelinmesi anlamında bakılmamıştır. Henüz fiilen bir iktidar devri olmasa bile, güçlü işçi sınıfı hareketleri dünyanın her yerinde Sovyet Rusya’nın en önemli müttefikleri olarak görülmüş ve Rusya’daki sovyet iktidarının siyasal terimler açısından yaşaması bile dünya işçi sınıfı hareketinin desteğine bağlı görülmüştür. Lenin’in 1 Ekim İ918’de Sverdlov’a ve Troçki’ye çektiği telgraf Avrupa devriminin o sırada ne kadar hayati bir önemi olduğunu görmek bakımından en iyi örneği teşkil etmektedir:


TEK ÜLKEDE SOSYALİZM ● 87

“Almanya’da başlamış olan devrimi ilerletmelerinde Alman işçilerine yardım etmek için hepimiz ölmeye hazırız. Sonuç: 1) Tahılı emniyete almakta on defa daha fazla çaba (hem bizim için hem de Alman işçileri için bütün stokları temizleyin), 2) Orduya kayıtları on defa daha arttırın. Uluslararası işçi devrimine yardım etmek için bahardan itibaren üç milyonluk bir ordumuz olmalı.. (12)

Marksist sosyalizm teorisi bilimsel bir teoridir. Avrupa ve dünya devrimi beklentisi, duyulan özlem ve coşku kendi başlarına değil, bu bilimsel teorinin sonuçları olmaları itibariyle anlam taşırlar. Rusya tek başına ve tecrit edilmiş bir şekilde kaldığında, orada sosyalizmin inşasının tamamlanamayacağından Lenin’in hiç kuşkusu olmamıştır. Avrupa dillerine çevrilmiş olan toplu eserlerinde Avrupa ve dünya devrimi ve bunun Rus Devrimi ile bağlantısı üzerine çok şey bulmak mümkündür. Fakat tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceği konusunda söyledikleri toplu eserlerinin dördüncü Rusça baskısından sonraki baskılarında tahrif edilmiştir. Ve Avrupa dillerine çevirisi, bu tahrif edilmiş baskılardan yapıldığı için, tam da bu konuda söylediklerini bulmak zorlaşıyor. Elbette bu, teorik içeriğe, arka plana dikkat etmekten çok biçime, lafıza bakanlar için sorun olmaktadır. Ama, hem böyle bir geleneğin hakim olduğu bir ülkenin sosyalistleri olduğumuz için, hem de yapılan tahrifi göstermesi bakımından bir-iki örnek vereceğim. Lenin, Mart 1919’da Petrograd Sovyeti toplantısında yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Sovyetlerin rolünü ancak dünya ölçüsünde değerlendirdiğimizde iç işlerimizin ayrıntılarını ortaya koyabilecek ve zamanında regüle edebileceğiz, (düzenleyebileceğiz, D.F.) İnşa çalışması tamamıyla, Avrupa’nın en önemli ülkelerinde devrimin zaferinin hızına bağlıdır. Ancak böyle bir zaferden sonra ciddi olarak inşa çalışmasına girişebileceğiz.” (13)

6 Kasım 1920’de devrimin üçüncü yıldönümü dolayısıyla Moskova İşçi, Köylü ve Asker Temsilcileri Sovyeti, RKP (B) Moskova K si ve Moskova Şehri Sendika Konseyi’nin ortak toplantısında söyledikleri ise daha da açıktır: «Enternasyonal bir bakış açımız olduğu ve sosyalist devrim gibi bir davaya bir tek ülkede ulaşılamayacağını daima vurguladık.» (14)

Bu alıntıları aktardığım Sovyetler Birliği’ndeki ünlü rejim muhalifi Roy Medvedev şöyle diyor:


88 ● İŞÇİLER VE TOPLUM

“Bu alıntılar orijinal kaynaklarından alınmışlardır. Lenin’in toplu eserlerinin dördüncü ve beşinci (Rusça) baskılarında söyledikleri tahrif edilmiştir”(15)

Gerçekten de toplu eserlerin mevcut İngilizce baskısında, yukarıdaki iki alıntıda altı çizili olarak yer alan kısımlar yoktur. En son makalelerinden biri olan ve 1922 Şubat’ının sonunda yazılan ‘Bir Yayıncının Notları’nda Lenin, sovyet iktidarının politik-tarihsel olarak olağanüstü kazanımlarını saydıktan sonra, bu kazanmalarla başı dönerek çok önemli bir gerçekliğe gözü kapatmanın ölümcüllüğüne şöyle dikkat çeker: «Fakat biz henüz sosyalist ekonominin temellerini inşa etmeyi bile bitiremedik ve çürüyen kapitalizmin düşman güçleri bizi hala bundan alıkoymaktadırlar. Bunu açıklıkla değerlendirmeli ve samimiyetle kabullenmeliyiz; çünkü illüzyonlardan (ve baş dönmesinden, özellikle de yüksek mevkilerde) daha tehlikeli bir şey yoktur. Ve bu doğruyu kabul etmekte, en hafifinden bile olsa yeise kapılmaya meşru sebepler kazandırmaktan daha korkunç olan bir şey kesinlikle yoktur. Çünkü biz Marksizmin elementer (esas, temel, D.F.) doğrusunu her zaman ileri sürdük ve tekrarladık —sosyalizmin zaferi için birkaç ileri ülkenin işçilerinin ortak çabası gerekmektedir.» (16)

(...) İşçi sınıfının sosyalizmi inşa yöntemleri ve temposu üç koşul tarafından belirlenir: a. Ekonominin hem bir bütün olarak hem de tek tek dallarında üretici güçlerin ulaşmış olduğu gelişmişlik seviyesi ve sanayi ile tarım arasındaki karşılıklı ilişki ve buna bağlı olarak işçi sınıfı ve köylülüğün birbirleri karşısındaki konumları; b. işçi sınıfının kültür ve örgütlenme seviyesi, c. işçi sınıfının iktidar sorununu çözdükten sonra karşı karşıya bulunduğu politik durum. Bu her üç koşul da (...) Rus proletaryasının lehinde değil aleyhinde idiler. Sanayinin bazı dallarındaki yüksek sermaye ve işgücü yoğunlaşmasına rağmen Rusya geri bir köylü ülkesiydi. Devrimden sonra ise önce emperyalist savaşla, sonra da iç savaşın sebep olduğu yıkım sonucunda ülke tam bir harabe halinde idi. Üretici güçler tahrip olmuş, üretim korkunç derecede düşmüş, halkın en ihtiyaçlarını karşılamak için, deyim yerindeyse işe başlamak için. lazım olan bütün ekonomik örgütlenme dağılmış, işçi sınıfı fiilen kırılmış, açlık kol geziyordu. Son derece ileri ve yüksek politik deney olan örgütlü bir öncüye sahip olmasına rağmen Rus proletaryası köylülüğü geri bir kültür ve örgütlülük düzeyine sahipti. Bütün önemli Bolşevik önderlerin vurguladıkları gibi, çok özel tarihsel koşulların sosyalist ge-


TEK ÜLKEDE SOSYALİZM ● 89 lişme yoluna soktuğu Rusya’da bunu yapacak güç olarak proletarya olağanüstü zor bir durumdaydı. Batı Avrupa’ da devrimin gerçekleşmemesinin sonucunda hem ülke içinde hem de uluslararası düzeyde burjuvazinin saldırılarına tek başına karşı koymuş ve büyük kahramanlıklar göstermişti. Ancak bu durum, yani Rus Devrimi’nin yalnız başına kalmak zorunda olması, burjuvazinin ulusal ve uluslararası ölçekteki direncini arttırmıştı. Gerçi buna karşı konulmuş ve siyasi iktidar korunmuştu, ama ortada tam anlamıyla bir harabe vardı. Ve bu harabeden sosyalizme doğru yola çıkılmalıydı. İşte NEP ancak bu koşullar akılda tutulduğunda anlaşılabilir. Doğrudur, Lenin NEP üzerinden sosyalizme yürünebileceğini söylemiştir. Ama, NEP öylesine çok koşula bağlıdır ki, Lenin’in bu önermesi ancak koşullar hiç değişmeden kaldığında gerçekleşebilir bir olasılıktır. (Bu arada, konumuz gereği belirteyim ki, sosyalizme yürünebilmesi ile ‘tek ülkede sosyalizmin zaferi’ tamamen ayrı şeylerdir.) 1920’lerin başında ulusal ve uluslararası koşullar, Rusya’nın sosyalizme doğru evrilmesini son derece ihtiyari ve nazik bir koşula bağlamıştı: Devlet örgütü ile içice geçmeye çoktan başlamış olan iktidar partisinin istikrarı, birliği ve böylece işlerin tamamen siyasi tedbirlerle götürülebilmesi. Şüphesiz bu olamazdı ve olmadı da. Hem partide hem de devrimi yapan yığınlar arasında muazzam bir otoriteye sahip olan Lenin’in ölmesiyle, Bolşevik Partisi bütün bir yaşamı boyunca karşılaşmadığı bir şeyle karşılaşıyordu: Sınıf mücadelesinin koşullarına, yani proletaryanın bütün iradelerin dışındaki nesnel-tarihsel hareketine tabi olmak ve onun aldığı yöne göre politikalarını tespit etmek zorunluluğundan kurtulabilme, bağımsızlaşabilme koşulları doğmuştu. Yani iktidar partisinin kendisini proletaryanın yerine ikame edebilmesinin koşulları doğmuştu. Parti harabe halindeki bir ülkede olağanüstü merkezileşmiş bir devlet iktidarının mutlak hakimi idi. İşte Stalin ve Sovyet Thermidor’u bu koşullarda yükseldi.

STALİN VE TEK ÜLKEDE SOSYALİZM Kasım-Aralık 1922’de toplanan ve Lenin’in katıldığı son kongre olan Komintern’in Dördüncü Kongresi’nde kabul edilen ‘Rus Devrimi Üzerine’ başlıklı tez ‘tek ülkede sosyalizm’ konusunda şunları söylemektedir: «Dördüncü Dünya Kongresi her yerdeki proleterlere hatırlatır ki, proletarya devrimi bir tek ülkenin sınırları içinde asla zafer kazanamaz; yalnızca uluslararası bir şekilde, dünya devrimine doğru gelişerek zafere ulaşabilir.» (17)


90 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Stalin de henüz aynı fikirdedir. Lenin öldükten hemen sonra, 1924’ün başında yayınladığı ‘Leninizmin Temelleri’ adlı broşüründe bunu şöyle vurgular: «Burjuva iktidarın yıkılması ve proletarya iktidarının bir ülkede kurulması, sosyalizmin tam zaferinin emniyete alındığı anlamına gelmez. Sosyalizmin başlıca görevi —sosyalist üretimin örgütlenmesi— hala tamamlanmak durumundadır. Birkaç ileri ülkenin proleterlerinin ortak çabası olmaksızın bu görev yerine getirilebilir mi, bir ülkede sosyalizm nihai zaferine ulaşabilir mi? Hayır ulaşamaz. Burjuvaziyi yıkmak için bir ülkenin çabaları yeterlidir; bu devrimimizin tarihi tarafından kanıtlanmıştır. Sosyalizmin nihai zaferi için, sosyalist üretimin örgütlenmesi için, bir ülkenin çabaları, özellikle Rusya gibi bir köylü ülkesinin çabaları yetersizdir; bunun için birkaç ileri ülkenin proleterlerinin çabaları gerekmektedir.» (18)

Bu sırada parti Zinovyev, Kamenev ve Stalin üçlüsü (triumvira) tarafından yönetilmektedir ve bu üçlü Troçki’ye karşı düşmanca ve onu partinin gözünden düşürmek isteyen bir tavır içindedir. Aynı yılın Eylül ayında Troçki ‘Ekim Dersleri’ni yayınlar. ‘Ekim Dersleri’, üçlü tarafından yaratılmış olan ve ‘düşmez kalkmaz bir Allah’ gibi sunulan, dogmalaştırılan Bolşevizm anlayışına büyük bir darbe indirir. Bu arada elbette- üçlünün bizzat kendisi de Şubat’tan Ekim’e kadar oynadıkları tutucu rolün ‘dersler’in içinde yer almasından çok rahatsız olup, Troçki’ye karşı ittifaklarını pekiştirirler. Troçki’nin ‘Lenininst olmadığını’ ispatlamak için ‘sürekli devrim’ bulunup çıkarılır. Ve adı ‘edebiyat tartışması’ olarak anılan garip, tuhaf bir tartışma başlar. Aynı yılın Aralık ayında Stalin, ‘Ekim ve Rus Komünistlerinin Taktikleri’ni yazar. Adından da anlaşılacağı üzere Troçki’nin broşürüne karşı yazılmıştır. Stalin bu broşürün bir yerinde: «...Şüphe yok ki, Avrupa’nın başlıca ülkelerinde olacak eş-zamanlı devrimler evrensel teorisinin, bir tek ülkede sosyalizmin zaferini olanaksız gören teorinin yapay ve savunulamaz olduğu kanıtlanmıştır. Rusya’daki proleter devriminin yedi yıllık tarihi bu teorinin tersini göstermektedir.» (19)

der. ‘Eş-zamanlı devrimler’ anlayışının daha Marks ve Engels’in sağlığında değişmeye başladığını, Lenin’in ve Troçki’nin bu ‘teorinin taraftarları olmadıkları bilinmektedir. Stalin ilk broşürünü geri çeker ve geçersiz ilan eder. ‘Teori’ ilk ortaya çıktığında Zinovyev ve Kamenev sorunu ciddiye almazlar ve omuz silkmekle yetinirler. Onlar Stalin’i, entelektüel olarak biç ciddiye almadıkları bu ortakları-


TEK ÜLKEDE SOSYALİZM ● 91 nı, asıl olarak Troçki’yi yenmekte maşa olarak görmektedirler. Öyle ki, Nisan 1925’te 14. Parti Kongresi’nde Stalin teorisinin onaylanmasını istediğinde ve bu onayı aldığında bile, yani uluslararası sosyalizmden ulusal sosyalizme ilk resmi adımın atılışı bile onları uyandırmaz. Troçki de 1926’ya kadar bu dogmayı eleştirmez. Hiç kimse bu teorinin restorasyona nasıl da uygun geleceğinin tam farkında değildir. Tek ülkede sosyalizm’ teorisi Komintern’in 1928’deki 6. Kongresi’nde kabul edilen programın arkasındaki teori olur. Program şöyle der. «...Politik ve ekonomik gelişmenin eşitsizliği kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Dolayısıyla uluslararası proleter devrimi her yerde eş-zamanlı olarak yer alan tek bir eylem olarak düşünülemez. Bunun için, sosyalizmin önce birkaç ülkede, hatta bir tek ülkede zaferi olanaklıdır.» (20)

Burada birden çok ‘numara’ var: 1. Yukarıda da söylediğimiz gibi eş-zamanlı devrimi zaten kimse savunmuyordu. 2. Sosyalizmin, zaferinden ne anlaşıldığı belli değildir. Ne Lenin ne de diğerleri işçi sınıfının iktidar sorununu çözmesi ve sosyalizmi kurmaya girişmesi anlamında sosyalizmin zaferinin olasılığından söz etmemişlerdir. Sorun, kurulmasının tamamlanıp tamamlanmayacağı anlamındaki zaferidir; bunu ise olanaklı görmemişlerdir. Yine aynı kongrede kabul edilen program ‘yeni bir temel çelişkiyi’. ‘Sovyetler Birliği ile kapitalist dünya arasındaki çelişkiyi‘ kabul eder. Ve nihayet, «Sovyetler Birliği proletaryanın gerçek anavatanı, kazanımlarının en kuvvetli dayanağı ve dünya çapındaki kurtuluşunun ana faktörüdür. Bu, uluslararası proletaryayı Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın başarısını ilerletmek ve (...) her yolla kapitalist güçlerin saldırılarına karşı savunmakla yükümlendirir.» (21)

1933’te Almanya’da Naziler’in iktidara gelmesinden 1943’te Komintern’in kapatılışına kadar, Stalin yaptığı bütün konuşmalarda ve yazdığı bütün makalelerde Komintern’den sadece iki defa bahseder. Dimitrov’un 7. Kongre’deki ‘ünlü’ konuşmasında bir kere bile dünya devrimi lafı geçmez. Dünya sosyalist hareketi 60 yıldan fazla bir zamandır Stalinizmin hegemonyası altında. Ve bu zaman zarfında hem bir düşünce akımı olarak sosyalizm, hem de onun pratik-politik ifadesi olarak uluslararası işçi hareketi büyük yenilgiler yaşadı,


92 ● İŞÇİLER VE TOPLUM prestijini kaybetti. Teori ve eylem işçi sınıfı merkezli olmaklığını tamamen kaybetti. Devrimci sosyalist teorinin, uzun yıllardır üstüne çökmüş olan bu kabustan kurtarılması ve temizlenmesi gibi bir görev bütün ülkelerin sosyalistlerinin önünde durmaktadır. Türkiye’de ise bu sorun hiç el atılmamış bir şekilde ortada durmaktadır. NOTLAR 1- V.I. Lenin; Toplu Eserler, İng. Baskı, e. 8, s. 303 2. VX Lenin; a.g.e., c 10. s. 92 3. V.I Lenin: a.g.e., c. 21. s. 342 4. V.I. Lenin; a.g.e., c. 2-1, s. 07 5. VJ. Lonin: a.g.e., c. 24, s. 215 6. VI. Lenin; a.g.e.. c 24, s. 227 7. V.I- Lenin; a.g.e.. c. 26. s. 240 8. V.I. Lenin; a.g.e., c 26. s. 242 9. V.I. Lenin; a.g.e., e. 26. s. 443 10. VJ. Lenin; a.g.e.. c 26, s. 448 llv VJ. Lenin; a.g.e., c. 27. s. 93-95-98 12. V.I. Lenin; a.g.e., c. 35, s. 364-65 13. Aktaran Medvedev, Roy; Leninism and Western Socialism, Londra 1981, s. 175, 14. Medvedev, Roy; a.g.e., s. 175 15. Medvedev, Roy; a.g.e., s. 302 16- V.I. Lenin; a.g.e., e. 33, s. 206 17. Theses, Resolutions, Manifestos of the First Four Congresses of the Third International, Londra 1983, s. 427 18. Aktaran Deutscher, Isaac ‘Socialism in One Country’, The Stalinist Legacy, Londra 1984 içinde, s. 95 19. Aktaran Claudin, Femando; The Communist Movement, Londra 1975, s. 72 20. Claudin, Fernando; a.g.e., s. 74-75 21. Claudin, Fernando; a.g.e., s. 75


1936 İSPANYA YENİLGİSİ Tuncay KUMCU 1936 İspanya iç savaşının üzerinden elli iki yıl geçti. Ancak, 1936-39 arasındaki olaylara dönüp bakmak, sadece tarihi anmak için değil, o dönemde olanların arka planını kavramak için de gerekli. O yıllarda İspanya’da yaşanan olaylar sadece cumhuriyetçi saflar ile faşistler arasındaki bir iç savaş değil, aynı zamanda, işçi sınıfı ve yoksul köylüler ile toplumun diğer sınıf ve katmanları arasındaki bir iktidar mücadelesiydi. Üstelik, bunlar birbiriyle son derece içice geçmiş ve birbirinin sonucunu büyük ölçüde tayin eden iki mücadeleydi. Başta Madrid ve Barselona olmak üzere, cumhuriyetçi saflar içerisindeki tüm şehir ve kırsal yerleşme merkezlerinde yaşanan o sosyal değişikliği Uluslararası Tugaylar’la İspanya’ya gitmiş olan İngiliz gazetecisi ve edebiyatçısı George Orwell şöyle anlatıyordu: «İşçi sınıfının iktidarda olduğu bir yerde ilk defa bulunuyordum. Neredeyse her çapta bina işçiler tarafından ele geçirilmiş ve kızıl bayraklarla,


94 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ya da anarşistlerin kırmızı-siyah bayraklarıyla donatılmıştı; hemen hemen her kilise kundaklanmış ve putlar yakılmıştı. Yer yer kiliseler işçi grupları tarafından sistematik bir şekilde yıkılıyordu. Her dükkanın ve kahvehanenin üzerinde, kolektifleştirildiğini belirten bir pano vardı; hatta ayakkabı boyacılarının kutuları bile kolektifleştirilmiş, kutular kırmızı ve siyaha boyanmıştı. Garsonlar ve dükkanlarda çalışanlar karşılarındaki müşterinin yüzüne bakıyor ve bunlara eşitleri gibi davranıyorlardı. Aşağılayıcı ve hatta resmiyetçi konuşma biçimleri ortadan kalkmıştı... Bahşiş vermek yasaklanmıştı; ve ilk deneylerimden biri, asansördeki çocuğa bahşiş vermeye çalıştığım için hotel müdüründen ders dinlemek oldu. «Hiç bir özel otomobil kalmamıştı, hepsi müsadere edilmişti, ve tüm tramvaylar, taksiler ve diğer araçların çoğu kırmızı ve siyaha boyanmıştı. Her yer duvarlardan temiz kırmızı ve mavi renklerde sarkan devrimci afişlerle kaplıydı ve geriye kalmış birkaç reklam afişi bunların yanında çamur lekesi gibi duruyordu. İnsan kalabalıklarının sürekli aşağı-yukarı gelip geçtiği şehrin geniş merkez caddesi Ramblas’da, hoparlörlerden bütün gün ve gece geç saatlere kadar devrimci şarkılar kükrüyordu. Ve en garip şey, kalabalığın görünümüydü. Dış görünüşü itibariyle burası, zengin sınıfların neredeyse tamamen ortadan silindiği bir yerdi... «Herşeyden öte, devrime ve geleceğe güven, birdenbire bir eşitlik ve özgürlük çağma ermişlik hissi vardı. İnsanlar, kapitalist düzenin çarkları gibi değil, insan gibi davranmaya çalışıyorlardı.» (1) Kısacası, toplumsal düzen tamamen değişmişti. Öyleyse, ne oldu ki bunlar korunamadı? Üstelik bu durumun değişmesi daha Franko ordularının buralara erişebilmesinden çok öncesine, cumhuriyetçi Halk Cephesi hükümeti dönemine rastlar. Bu yazının iddiası, 1936 İspanyası’ndaki kazanmaların yitirilmesinin sorumlusunun Halk Cephesi politikası ve pratiğinin olduğudur. Özellikle de PCE’nin (İspanya Komünist Partisi) bu cephe hükümeti içindeki kendi rolünü, orta sınıfları cephede tutmak adına, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin kazanımlarını frenlemek ve


İSPANYA YENİLGİSİ ● 95 nihayet açıktan baltalamak olarak saptamış olmasıdır. Yine bu yazının iddiası, İspanya olaylarının o dönemdeki dünya olaylarından ayrı düşünülemeyeceğidir. Özellikle Komintern’in bu dönemdeki perspektifleri ve Stalin’in dış politikası, bu olayların yönünü ve nihai sonucunu tayin eden başlıca temel unsurlar olmuştur. İLK İSPANYA CUMHURİYET HÜKÜMETİ DÖNEMİ İspanya’da 1936 olaylarının arka planını yüzyılın başından bu yana hızla gelişen bir sınıf mücadelesi oluşturur. 1910 ile 1930 arasında iki misli artan sanayi işçileri başlıca dört bölgede yoğunlaşmıştır. Bunlardan Bask bölgesi tüm ülkenin demir, çelik ve tersane kapasitesinin %70’ine sahiptir; Asturya bölgesi ise kömür üretiminin büyük çoğunluğunu üstlenir. Başkent Madrid başlı başına büyük yerleşme merkezlerinden biridir ve işçi sınıfının en yoğun olduğu Katalonya bölgesi ise işçilerin yaklaşık yarısını barındırır. Ayrıca Andalusya kırsal bölgesinde, büyük çiftliklerde çalışan çok yoğun bir tarım işçisi kesimi vardır. İşçi sınıfı hareketi, iki büyük konfederasyon etrafında örgütlenmiştir. Bunların büyüğü, Sosyalist İşçi Partisi’nin (PSOE) önderliğini yaptığı Genel İşçi Sendikası (UGT)’dir. Katalonya’daki işçilerin çoğunluğu anarko-sendikalistlerin önderliğindeki Ulusal İşçi Konfederasyonu (CNT)’de örgütlüdür. PCE’nin de bir konfederasyonu vardır, fakat bu konfederasyon pek etkinlik kazanamamış ve sonunda 1936’da UGT ile birleşmiştir. İspanya’nın bir diğer özelliği ise sanayileşmenin nispeten geç başlaması nedeniyle ve bunun genelde yabancı sermayeyle yürümesi sonucu, ulusal burjuvazinin sahnede kendine daha pek yer edinememiş olmasıdır. Nitekim ülke 1931’e kadar monarşiyle yönetilmiş, ancak bu yılın başlarındaki genel seçimlerin ve büyük şehirlerdeki grev hareketleri sonucu monarşi Nisan ayında devrilmiş ve yerine İspanya Cumhuriyeti kurulmuştur. Nisan 1931’den Ekim 1934’e kadar süren ilk cumhuriyet hükümeti, ülkede sağlam bir burjuva demokrasisinin temellerini atmayı başaramamıştır. Vadedilen köklü toprak reformu gerçekleşmemiş, köylü gösterileri zorla bastırılmıştır. Ulusal sorun çözümlenememiş, Katalonya’ya özerklik verilirken, milliyetçiliğin daha güçlü olduğu Bask bölgesi bundan mahrum bırakılmıştır.


96 ● İŞÇİLER VE TOPLUM

Yine bu dönem boyunca işçi sınıfının yaşam düzeyi düşmüş, işsizlik giderek artmış ve hükümet işçi sınıfı mücadelesinin önüne geçmek için grevleri yasaklamış ve yeni iş kanunları çıkarmıştır. İşçi sınıfının bütün bunlara rağmen giriştiği mücadeleler ise, örneğin Haziran 1931, Ocak 1932 ve Ocak 1933’deki grevlerde olduğu gibi polis ve ordu tarafından zorla bastırılmıştır. Aynı şekilde Ocak 1933’de. Barselona’da anarşistlerin önderliğinde başlayan bir ayaklanma hükümet tarafından amansızca bastırılmıştır. Bu ilk cumhuriyet hükümeti, toplumdaki hemen hemen her kesimi karşısına almayı başarmıştır, işçi sınıfı, bu kısa burjuva hükümeti döneminde bile, burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü görmeye ve böyle bir düzenin işçi sınıfına vereceği pek bir şey olmadığı sonucunu çıkarmaya başlamıştır. Köklü bir toprak reformundan mahrum bırakılan köylülük de aynı şekilde hayal kırıklığına düşmüştür. Öte yanda orta sınıflar ve hakim sınıfın önemli bir kesimi de hükümete karşıdır. Orta sınıflar, işçi sınıfı ve köylüleri sindirecek daha köklü bir çözüm peşinde aşırı sağa kayarken, Katolik kilisesi ve burjuvazinin bir kesimi de hükümete karşı açık bir kampanya başlatmıştır. Nihayet Ekim 1934’de hükümet düşer. Ancak bu defa iktidarın faşist partiye geçme olasılığı belirir. PSOE, bu olasılığa karşı genel grev ve ayaklanma çağrısı yapar, fakat işçi sınıfını sonradan frenleyemeyeceğini kestirince bundan son anda vazgeçer. Her şeye rağmen bu çağrıya cevap verenler olur. Örneğin 20.000 Asturya’lı maden işçisi, yerel UGT, CNT ve PCE kadrolarının önderliğinde silaha sarılırlar ve General Franko’nun ordusuyla iki hafta kıyasıya çarpışırlar. Ayaklanma çağrısının ardından tek başlarına kalan Asturya maden işçileri, sonunda yenilip teslim olurlar. Franko teslim olan işçilerin 3.000’ini öldürerek intikam alır. Acı sonuna rağmen bu eylem İspanya Devrimi’nin ilk önemli mücadelesi olur. Bunun ardından yer yer çeşitli mücadeleler olur, fakat hükümet ve ordu bunlara her zamanki zorbalıklarıyla cevap verirler. Bu altı ay içinde 40.000 kişi siyasi nedenlerle hapse atılır. Bütün bu baskıya rağmen işçi sınıfı mücadelesi hızını kaybetmez ve örneğin 1935’in 1 Mayıs’ı genel grevle kutlanır. Grevin baş talebi, siyasi mahkumların serbest bırakılmasıdır.


İSPANYA YENİLGİSİ ● 97 AYNI YILLARDA SOVYETLER’DE DURUM İspanya’daki olaylar böyle gelişirken dünyanın bir başka yerinde, Sovyetler Birliği’nde, tüm dünya sol hareketine damgasını vuracak çok önemli bazı gelişmeler yaşanmaktadır. Daha sonra sadece İspanya’da değil, birçok ülkede yaşanan olayları anlamamıza yardımcı olması için bu gelişmeleri ayrıntılı olarak incelemekte yarar var. Ocak 1934’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 17. Kongresi toplanır. Tarihe ‘galiplerin kongresi’ adıyla geçen bu kongrede, resmi olarak «ulusal ekonominin tüm dallarında, kişinin kişi tarafından sömürüsüne son veren sosyalizmin zaferi» kutlanıyor olmasına rağmen, ‘galiplerin’ burada asıl kutladıkları şey, kulakların bir sınıf olarak tasfiyesi, köylü kitlelerin zorla kolektifleştirilmesinin tamamlanması ve sanayi üretiminin devrimden bu yana kaydettiği büyük artıştır. Resmi olarak kutlanmayan bir diğer gelişme ise, bürokrasinin iktidarını pekiştirmesidir. Bütün bu kutlamaların altında yatan asıl neden ise, Stalin’in artık muhaliflerini harcamak için gereken konuma gelmiş olmasıdır. Ve bunu takip eden yıllarda Stalin, artık tüm muhalefeti, tüm eski Bolşevikleri yavaş yavaş saf dışı bırakacaktır. Ağustos 1936, Ocak 1937 ve Mart 1938 Moskova mahkemeleri bu çabanın doruğu olacaktır. Sovyetler Birliği’ndeki bürokrasi, aynı zamanda uluslararası düzeyde iktidarını pekiştirmek için Komintern partilerindeki sol muhalefetlerin de saf dışı bırakılması gerektiğinin farkındaydı. Stalin’in ‘tek ülkede sosyalizm’ ilkesi, artık 1934’de Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulduğunun ilanıyla, şimdi tek sosyalist ülkeyi koruma ilkesine dönüştü. Bunun arkasından, artık Komintern Sovyetler Birliği dış politikasının —üstelik başka muhtemel devrimleri satma pahasına— ve Sovyetler Birliği’ni korumanın aleti oldu. Stalin, özellikle bu dönemde Alman faşizmine karşı korunmanın yolunu, devrimi Avrupa’da yaymak olarak değil, Almanya’ya ve İtalya’ya, karşı İngiltere ve Fransa ile cephe kurmak olarak tespit etmişti ve Mayıs 1935’de Fransa ile bir ‘karşılıklı güvenlik anlaşması’ imzaladı. İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle anlaşmanın faturası ise, Avrupa’da ve başka yerlerde devrimleri desteklemekten uzak durmak, buralarda Komintern partilerini burjuvazinin peşine takmak idi. Komintern Yü-


98 ● İŞÇİLER VE TOPLUM rütme Kurulu Nisan 1936’daki kararında bunu şöyle ifade eder: «Bugünkü durum 1914’deki durum değildir. Barışı sağlamak isteyenler artık sadece işçi sınıfı, köylülük ve tüm çalışanlar değil, aynı zamanda bağımsızlıkları savaş ile tehdit altında bulunan ezilen ülkeler ve zayıf uluslardır. Dünya proletaryasının ve tüm ezilenlerin yıkılmaz kalesi olan Sovyetler Birliği, barış için mücadele veren tüm güçlerin odak noktasıdır. Mevcut dönemde barışı korumak bazı kapitalist ülkelerin de lehindedir. Böylece, emperyalist savaş tehlikesine karşı işçi sınıfından, tüm çalışanlardan ve bütün uluslardan bir cephe oluşturma olasılığı vardır.» (2) Komintern, bu politikası ile üçüncü dönemde sosyal-faşist diyerek lanetlediği sosyal demokrat partilerin bile sağma kaymış oldu. Şimdi Komintern partilerinin uygulamaları beklenen sınıf uzlaşma politikası, Komintern’in kurucularının reddettiği I. Dünya Savaşı başında sosyal demokrat partilerin takındıkları sınıf uzlaşma politikalarından farksız idi. Artık Komintern partilerinden beklenen kendi burjuvazileriyle halk cepheleri kurmalarıydı. Temmuz - Ağustos 1935’deki 7. (ve son) Komintern Dünya Kongresi, üçüncü dönemin bittiğini ve girilen yeni dönemi şöyle anlatıyordu: «Barış mücadelesi en geniş cepheleri kurmak için en büyük olanakları sunmaktadır. Barışı korumaya meraklı herkes bu cepheye çekilmelidir. Her verili anda savaş kışkırtıcılarına karşı (ve şu anda faşist Almanya’ya ve onunla işbirliği içinde olan İtalya ve Japonya’ya karşı) güçlerin bir araya toplanması en önemli taktiksel görevi oluşturmaktadır... Sosyal demokratik ve reformist örgütlerle, kitlesel ulusal kurtuluşçu, dini-devrimci ve pasifist örgütlerle ve bunların taraftarlarıyla birlik cephesi kurmak, savaşa ve her ülkede bunun faşist kışkırtıcılarına karşı mücadelede belirleyici önemdedir.» (3) İSPANYA’DA HALK CEPHESİ POLİTİKASI Komintern’in yeni halk cephesi politikası çerçevesinde PCE de kendi ülkesinde anti-faşist gördüğü her unsurla cephe kurmaya çalıştı.


İSPANYA YENİLGİSİ ● 99 Komintern’in, uluslararası parti olarak işlev görmeye çalıştığı ilk dört kongresini kapsayan, birinci döneminde savunulan cephe anlayışı farklıydı. O zaman birleşik cephe’den kastedilen şey, komünist partilerinin tartışılmaz örgütsel bağımsızlığı temelinde, işçi sınıfı mücadelesi eksenindeki eylemde bir cephe anlayışıydı. 1935’den sonraki Komintern halk cephesi anlayışı ise, sosyal demokratların sağındaki liberal burjuvaziyi bile kapsayan (hükümet olmak için) bir cephe anlayışıydı. Bu cephe işçi sınıfı mücadelesi ekseninde değil, bir dış politikanın belirlediği eksendeki bir cepheydi, ki bu dış politika faşizme karşı emperyalist İngiltere’yi ve Fransa’yı kendi saflarına çekmeye çalışıyordu. Komünist partilerinin herhangi bir devrimci mücadelesi de bu emperyalist güçlerin hoşuna gitmeyen, dolayısıyla durdurulması gereken bir şeydi. İspanya olaylarına dönecek olursak, burada her şeye rağmen yükselen işçi sınıfı mücadelesi sayesinde Halk Cephesi 16 Şubat 1936 seçimlerini kazandı. Cumhuriyetçi partiler ve işçi sınıfı partileri arasındaki bu cephede, burjuva partileri safında Cumhuriyetçi Sol Parti (bunun başkanı Manuel Azana Başbakan olur), Cumhuriyetçi Birlik, iki Katalonya Milliyetçi Partisi ve Bask Ulusal Eylem Partisi; işçi sınıfı partileri safında, ise PSOE. PCE ve Katalonya bölgesindeki Katalan Birleşik Sosyalist Partisi (PSUC) vardı. İşçilerin Marksist Birlik Partisi (POUM) ise çeşitli itirazlarda bulunmakla birlikte, sonunda cephe anlaşmasına imzasını attı. CNT (anarşistler) cepheyi dışarıdan desteklediğini belirtti ve aslında Halk Cephesi’nin seçimleri az farkla kazanabilmesi ancak CNT’nin seçimlerde oy kullanmama politikasını değiştirerek- taraftarlarını oy kullanmaya çağırmasıyla mümkün oldu. Cephe Hükümeti’nin programını sol bir program olarak düşünmek yanlış olur. Bu programa göre, Cephe’nin kurmak istediği toplumsal yapı: «Sosyal veya ekonomik sınıf motifleriyle yönlenmiş bir Cumhuriyet değil, bundan ziyade, toplumsal ve sosyal ilerleme motifleriyle hareket eden bir demokratik rejim» idi. (4) Ancak işçilerin beklentileri bundan çok öteydi. Nitekim seçim sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte işçi sınıfı harekete geçti. Seçimlerin ertesi günü (17 Şubat) işçiler Valensiya, Ovideo ve diğer büyük hapishaneleri basarak, ilk cumhuriyet hükümeti döneminin sonlarında tutuklanmış binlerce militanı ve siyasi tutukluyu


100 ● İŞÇİLER VE TOPLUM serbest bıraktılar. Tüm ülkeyi bir grev dalgası sardı. 10 Haziran ve 24 Haziran günlerinde ve yine Temmuz 1936 başlarında bir milyonun üzerinde işçi, ücret artışları için, fakat aynı zamanda 1934’de işten atılan militanların yeniden işe alınması gibi taleplerle greve çıktılar. Güney ve doğu İspanya’nın topraksız köylüleri, toprak sahiplerinin topraklarına el koydular. Mayıs-Temmuz 1936 arasında tarım işçileri ücret artışı ve daha iyi çalışma koşulları için tekrar tekrar greve çıktılar. Bütün bunlar Cephe Hükümeti programını aşan olaylardı. Dönemin tarihçilerinden Carr bunu şöyle anlatır: «Hükümet programının belki de en olağanüstü tarafı herhangi bir ciddi sosyal veya ekonomik talepten yoksun, oluşuydu. Köylülerin toprağa ve işçilerin fabrikalara el koyması için ajitasyon sol’un gayretle sürdürdüğü bir faaliyetti... Fakat bu, Halk Cephesi’nin programının yansıttığı, ya da teşvik ettiği bir şey değildi. Hükümetin programı, o günlerin ateşli tartışmaları ölçüsüyle, belli ki, ancak cumhuriyete ve bir çeşit demokratik hükümet ilkesine bağlılıklarıyla birleşmiş farklı çıkarları ve görüşleri geniş bir koalisyonda toplamayı hedefleyen ılımlı ve yatıştırıcı bir belgeydi.» (5) İşçi ve köylü hareketi bu programı fazlasıyla aşıyordu. Cephe Hükümeti işçileri frenleyebilmek için elinden geleni ardına koymadı. Ve tabii ki bu görev hükümet içindeki işçi sınıfı partilerine düşüyordu. Örneğin, PSOE’nin gazetesi, tarım işçilerinin eylemlerine karşı tavır aldı: «Bu yöntem gerçekten anarşistliktir ve sağcıların öfkesini provoke etmektedir.» (6) PCE’nin gazetesi ise, örneğin, Madrid inşaat işçileri grevine karşı şöyle bir tavır alıyordu: «Herkes bilir ki, 16 Şubat’tan beri faşist patronlar mücadele biçimlerine işçileri anlaşmazlık çıkarmaya itmeyi dahil etmişlerdir... Bu, işçileri hükümet ile karşı karşıya bırakır, çünkü bir askeri darbenin Ön koşullarından biri de budur... Grevi sona erdirmeyi öğrenmenin zamanı gelmiştir.» (7)


İSPANYA YENİLGİSİ ● 101

PCE, işçi ve köylülerin mücadelelerini frenleyerek orta sınıfların kalbini kazanmak görevini, Cephe Hükümeti’nde bulunmanın sorumluluğu olarak görüyordu. PCE’nin ve PSOE’nin bütün gayretlerine rağmen, 16 Şubat’tan - 16 Temmuz 1936’ya kadar geçen beş ay boyunca işçi hareketleri gelişmeye devam etti. FRANKO AYAKLANMASI Bu süre içinde burjuvazi ve toprak ağaları, Cephe Hükümeti’nin işçileri durdurabileceğinden ümitlerini çoktan kesmişlerdi ve çareyi orduda ve faşistlerde arıyorlardı. Küçük-burjuva gençlik yoğun bir şekilde faşist Falanj Partisi’ne akmaya ve sokaklarda devrimciler ve işçilere karşı silahlı mücadelelere girmeye başladı. Hükümet dışında herkes bir iç savaşın kaçınılmaz olduğunun farkındaydı. Sonunda 17 Temmuz 1936 günü General Franko, Fas’taki İspanya askeri karargahında bir ayaklanma başlattı (bu 25.000 kişilik karargahın çoğunluğunu Faslı yoksul köylüler oluşturuyordu - bu konuya ilerde döneceğiz) ve İspanya yarımadasındaki diğer karargahlara da ayaklanmaya katılma çağrısı yaptı. Haber ordu içindeki hükümet taraftarlarınca derhal hükümete yansıtıldı. Ancak hükümet, önce tam bir gün boyunca haberi örtbas etmeye, gizlemeye çalıştı, sonunda ise sadece haberi yalanlayıcı bir mesaj yayınladı. 18 Temmuz günü Sevilla, Saragossa ve Navarra vilayeti garnizonları Franko’ya destek çıktılar. Bu arada her türlü işçi örgütünden hükümete yağan destek ve savunma taleplerine karşm, Cephe Hükümeti şu mesajı yayınladı: «Hükümet, işçi örgütlerinden aldığı destek tekliflerine teşekkür eder ve bunlara minnettarlığını belirtmekle birlikte, hükümete yapılabilecek en iyi yardımın, sükûnetin ve devletin askeri gücüne güvenin en büyük örneğini vererek, günlük hayatın düzenini garanti etmek olduğunu ilan eder... Düzeni yeniden sağlamak için hükümet yeterlidir.» (8) PSOE ve PCE her şeyin hükümete bırakılması çağrısını yaptı hatta Cephe Hükümeti Franko’ya taviz vermek için koşuşturdu. Darbenin bu ilk iki günü birçok bakımdan çok önemli idi. Bazı garnizonlar Franko’ya katılmışlardı, ama çoğu


102 ● İŞÇİLER VE TOPLUM hükümetin önderliğini bekliyorlardı. Örneğin deniz kuvvetlerinin tümü ayaklanmaya katılmayı reddetti ve denizciler sağcı subaylarını tutukladılar. Fakat hükümet, donanmayı Cebelitarık Boğazı’na gönderip, Franko’nun Fas’tan İspanya yarımadasına asker nakli yapmasını önlemeyi reddetti, çünkü boğazın kapatılması, İngiliz ve Fransız ticaret yollarını kapamak ve bu ülkeleri gücendirmek anlamına gelecekti. Franko ise bu arada ordularını Fas’tan İspanya’ya nakletmekte önemli bir yol katetti ve zaten Hitler’in ve Mussolini’nin nakliye uçakları da bunu nispeten kolaylaştırmıştı. İŞÇİ SINIFININ CEVABI 19 Temmuz günü işçi sınıfı, hükümetin önderlik etmesinden ümidi kesip kendi savunmasını hazırlamaya başladı. Madrid ve Barselona‘daki askeri karargahlar işçiler tarafından kuşatıldı ve bir günlük bir savaşın ardından bu karargahlar teslim alındı. Parti veya sendika üye kartı gösteren işçilere, karargah silah depolarından silah dağıtımı başladı. Bu iki büyük şehirdeki işçi hareketlerini diğer şehirler takip etti. Sendikalar ve sol partiler işçi milisleri kurarak bunları kırsal alanlara savaşmaya gönderdiler. Tarım işçileri orduyla savaşa girdiler ve teker teker birçok köyü düşürerek topraklara el koydular. Temmuz ayı sonlarına gelindiğinde, orta ve doğu İspanya’da, güney ve kuzey sahilinin çoğu kesiminde askeri darbe işçilerin ve köylülerin mücadeleleri sonunda mağlup edilmişti. Hükümet ayakta kalmayı böylece başardı, ama bütün devlet kurumları dağılmıştı. Ordu ya Franko, ya da işçi direnişi saflarına geçmişti. Her yerde işçi komiteleri ortaya çıktı. Bunlar sağlık, taşıma, yiyecek dağıtımı ve milis kurma görevlerini üstlendiler. Fabrikalarda üretim işçilerin denetimi altında devam etti. Köylüler tarım kolektifleri kurdular, toprak bunların denetiminde işlenmeye, şehirlere yiyecek dağıtımı bunların denetimi altında sürmeye başladı. Savaş cephelerinde milisler kendi subaylarını seçtiler, selam verme zorunluluğu gibi şeyler kalktı, askeri strateji tartışma ve oy kullanma yoluyla saptanmaya başlandı. Gerçekten toplumsal bir değişiklik yaşanıyordu. Faşizme karşı şehirlerde ve kırsal alanlardaki tepkinin en kızgın anlarının yaşandığı, işçi sınıfının ve yoksul köylülerin mücadeleci bir durum yaşadıkları bu günlerde PCE gazetesinin editörü 6 Ağustos 1936 tarihli gazetede şunları yazıyordu: «Savaşa katılmamızın sosyal bir motifi olduğu söylenemez. Bu varsayımı herkesten önce biz komünistler yalanlarız. Bizi hareket ettiren tek


İSPANYA YENİLGİSİ ● 103 isteğimiz demokratik cumhuriyeti korumaktır.» (9) Aynı günlerde Troçki ise şunları yazıyordu: «Radikal burjuvazinin önünde, dizlerin üzerinde sürünmeye son verilmelidir. Radikaller de dahil olmak üzere, burjuvaziye karşı gerçek bir işçi-köylü birliği oluşturmak gerekir. İşçi sınıfının gücüne, insiyatifine ve cesaretine güvenmek gerek ve işçiler orduyu yanına çekmesini bilecektir. Bu sahte değil, gerçek bir işçi-köylü-asker ittifakı olacak. İşte bu birlik şu anlarda İspanya’da iç savaş ateşinin içinde yaratılmakta ve kurulmaktadır. Halkın zaferi demek, Halk Cephesi’nin sonu ve sovyet İspanyası’nın başlaması demektir. İspanya’daki muzaffer sosyal devrim kaçınılmaz olarak Avrupa’nın her tarafına yayılacaktır. Bu, İtalya’nın ve Almanya’nın faşist cellatları için her bir diplomatik anlaşmadan ve her askeri ittifaktan defalarca daha kötüdür.» (10) Faşizme karşı direniş saflarında yaşanan gerçekten bir sosyal devrimdi. Örneğin Barselona’da, fabrikalardan sinemalara kadar her şey kamu malı ilan edilmişti. CNT çeşitli işkollarında tüm şehri kapsayan kolektifler kurdu. Ücretler arttı, çalışma saatleri düşürüldü. Kadınlar mahalle komitelerinde ileri görevler aldılar, milislere katıldılar. Kürtaj serbest bırakıldı. Yeni serbest evlenme yöntemleri getirildi. Sendika veya parti toplantılarında yapılan bu evlilikleri her iki taraftan biri dilediği an bozma özgürlüğüne sahip oldu. Katolik kilisesi bütün prestijini yitirdi. Halk kitleleri kiliseleri yaktılar. Faşizme karşı direnişin ve sosyal devrimin başlamasıyla sadece İspanya’da değil, tüm Avrupa’da sosyalistlerin yüzü gülmeye başladı. Faşizmin durdurulabileceği görülüyordu. Avrupa’dan mali yardım yağmaya başladı ve devrimciler Uluslararası Tugaylar’ı kurarak İspanya’ya, cepheye gelmeye başladılar. İSPANYA’DA İŞÇİ SINIFI PARTİLERİNİN DURUMU Tabanda şekillenmeye başlayan sosyal devrimi pekiştirmek ve kurumsallaştırmak için nesnel koşullar mevcuttu. Gerçekten ikili bir iktidar yaşanıyordu Cephe hükümeti, her türlü devlet kurumlarını yitirmiş ve yönetmekten acizdi. Ama ortada işçileri ve köylüleri yönlendirecek bir parti yoktu. PSOE’nin sağ kanadını hükümet içindeki diğer burjuva partilerinden ayırt etmek giderek imkansız oldu ve tüm parti sınıf içerisinde büyük prestij kaybetti. Zaten Mayıs 1936’da par-


104 ● İŞÇİLER VE TOPLUM tinin gençlik örgütü PCE’nin gençlik örgütüyle birleşmişti ve Kasım ayında ise bu birleşik gençlik örgütünün, PCE’ye geçmesiyle tüm PSOE giderek önemini yitirdi. Öte yandan PCE’de ortada olan sosyal devrimi yalanlamaya çalışıyordu. PCE’nin tavrı şuydu: sosyalizmin lafını şimdi etmek yerine, Önce savaşı kazanmak gerek. Ama savaşı kazanmak için en geniş anti-faşist cephe gerekli. Dolayısıyla, orta sınıflan ve liberal burjuvaziyi kazanmak için, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin taleplerinin burjuvaziyi ürkütmesi engellenmeli idi. Böylelikle PCE, özellikle 1936’dan itibaren, nerdeyse bütün gücünü sol ile uğraşmaya ayırdı. PCE’nin solundaki en önemli örgüt anarko-sendikalist CNT (Ulusal İşçi Konfederasyonu) ve bunun siyasi kanadı olan FAI (İberya Anarşist Federasyonu) idi. Fakat bunların sözlüğünde devrim demek, patronu fabrikadan atmak, orduyu sokakta yenmek ve hemen yeni toplumu —nasıl olacaksa— kurmak demekti. (...) Onlara göre, her türlü iktidar ve devlet baş belasıydı. Üstelik, örneğin Katalonya’da pratikte iktidarı elinde tutan aslında CNT’ydi, ama onlar bunu kurumlaştırmaya karşıydılar. Sol’da önemli bir diğer örgüt daha vardı. POUM. Halk Cephesi politikasını açık ve doğru bir şekilde eleştirdi ama sonunda CNT’nin peşinden Cephe’ye katıldı ve bölgesel hükümetlerde yer aldı, merkezi hükümete katılamamasının tek nedeni ise PCE’nin vetosuydu. Her-şeye rağmen, işçi iktidarı sloganı altında Temmuz ve Ağustos ayları içinde üye sayısını 10.000’e çıkardı ve Katalonya’da CNT’den sonra en büyük işçi örgütü oldu. Ancak POUM’un stratejisi CNT’ye rakip çıkmak değil, onun önderliğini kazanıp böylece büyümek şeklindeydi. Bunu beceremedi ve her dönemeçte CNT’nin peşine takılıp gitti. MADRİD Olaylara dönecek olursak, iç savaş giderek Halk Cephesi’nin aleyhinde gelişti. Franko yavaş yavaş ilerledi ve Kasım ayında başkent Madrid yakınlarına kadar geldi. Madrid’in kimin elinde kalacağı bir bakıma iç savaşın sonucunu tayin edecekti. Buna rağmen hükümet kendini başka bir şehre, Valensiya’ya taşıdı. Sonunda, PCE’nin yerel kadroları önderliğinde şehrin savunması başladı. İşin geçmek üzere olduğunu gören Sovyetler Birliği, nihayet ilk büyük silah naklini yaptı. Ayrıca 25.000 kişilik Uluslararası Tugaylar Madrid savunmasına katılmaya geldiler. O ana kadar Halk Cephesi’ne dışarıdan silah gelmemesinin en büyük nedeni, Fransa’daki Halk Cephesi hükümetinin diğer ülkelere Ağustos’ta sunmuş olduğu


İSPANYA YENİLGİSİ ● 105 İspanya’ya müdahale etmeme’ anlaşmasıydı. Fakat en başından beri Almanya ve İtalya’nın ihlallerine rağmen, bu öneriye Fransa, İngiltere, ABD ve Aralık ayma kadar da SSCB uydu. Faşistlerin Madrid’ten püskürtülmesi ilk önemli zafer oldu. Bu aynı zamanda, PCE’nin Cephe içindeki prestijini artırdı. PCE, bu yeni prestijini yine her yerde sola saldırarak kullandı. Örneğin, Katalonya dışında her yerde POUM’un gazeteleri kapatıldı. Ardından aynı muamele Şubat 1937 de Valensiya’da ve Mart ayında Bask’ta CNT’ye yapıldı. Üstelik CNT’li basın işçileri ve önderleri tutuklandı, gazetelerin mal varlığı PCE’ye devredildi. POUM ve CNT üyelerine karşı PCE’nin başlattığı saldırıda sayısız ölenler oldu. Çok geçmeden Madrid ve Valensiya işçi milislerinin silahları ellerinden alındı. Fabrika işçi komitelerinin yetkileri daraltıldı, fabrika sahiplerine savaş sonunda mallarının iade edilceği sözü verildi. PCE, işçi ve köylü milislerinin merkezileştirilmiş bir Halk Ordusu’na dönüştürülmesine başladı. Amaç, mücadelenin daha etkinleştirilmesi değil, tüm iplerin PCE’nin elinde toplanmasıydı. Önce Ocak 1937’ de, sadece PCE milislerinden oluşan bir Halk Ordusu kuruldu. Devrimin başında ordudan temizlenmiş olan ve milislere ise hiç sokulmayan her türlü işleyiş Halk Ordusu içinde teşvik edildi: subaylara yüksek maaş, selam zorunluluğu, subayların emirlerine tartışmasız itaat, vb. Sonunda, Şubat 1937’de, her milisin bu Halk Ordusu’na katılması zorunlu kılındı. İşte bütün bunlar orta sınıfları ve işverenleri Cephe Hükümeti’nde tutmak ve onlara güven vermek adına yapıldı. CNT ve POUM ise bunlara karşı koyabilecek siyasi ve toplumsal güçte değildiler. KATALONYA Devrimin çarklarının geri çevrilmesinin bir diğer örneği de Katalonya olaylarıdır. Ekim 1936’da, o ana kadar iktidar organları olarak işleyen mahalle komitelerinin dağıtılmasına karar verildi. Bunların yerine, bölgesel hükümetteki oranlar korunarak yerel belediye meclisleri atandı (orta sınıf partilerinden beş, CNT’den üç, PSUC’den iki ve POUM’dan bir temsilci). Ardından Kasım ayında, işçi milislerinin dağıtılması ve silahlarının belediyelere teslim edilmesi emredildi. Bütün bunlar solun tabandaki gücünü dağıtmaya yönelik girişimlerdi. Nitekim Aralık ayında bu defa POUM hükümetten atıldı. Bölgesel hükümet Ocak 1937’de, tüm yiyecek dağıtım yetkisini Katalan Partisi PSUC’ye verdi. PSUC bu yetkisini, işçi yiyecek dağıtım komitelerini feshederek ve bu görevi, iplerini kendi elinde bulundurduğu küçük iş sahipleri birliğine dev-


106 ● İŞÇİLER VE TOPLUM rederek kullandı. Bunun sonucunda çok geçmeden yiyecek fiyatları yükselmeye başladı. Bölgesel hükümetin yayınladığı bir kararname sonucu Mart ayında ilk kez yeniden sokaklarda polis devriyeleri gezmeye başladı. Ve Nisan ayından itibaren, silahlarını terk etmeyi reddeden işçi milisleri ile polis arasında Barselona sokaklarında silahlı çatışmalar yaşanmaya başladı. Giderek artan baskıya karşı tavır almakta tereddüt eden CNT önderliğinden ümidi kesmeye başlayan bir grup CNT’li, sonunda Nisan ayında örgütten ayrılarak, işçileri CNT önderliğine karşı açık tavır almaya çağırdı ve işçi konseyleri kurulması çağrısı yaptı. Ancak hükümet hiçbir şeyi tesadüfe bırakmak niyetinde değildi. İşçilerin yeniden güç toparlamasını önlemek amacıyla 1 Mayıs gösterileri yasaklandı. Ardından 4 Mayıs günü, PSUC’li bir bakanın önderliğindeki komando birlikleri, Barselona’da devrimin simgesi olarak görülen ve devrimin ilk gününden beri işçilerin denetimindeki merkez telefon dairesinden CNT’li işçileri zorla çıkarmak üzere harekata giriştiler. Bu saldırı Barselona işçileri için, kendi iktidarlarından geriye kalan bir yere yapılan bir saldırıydı. Anında tüm işçi semtlerinde barikatlar kuruldu. Akşam olduğunda, şehir merkezi hariç tüm Barselona işçilerin denetimindeydi. Diğer Katalonya şehirlerinde de polisin silahları ellerinden alındı, PSUC ve hükümet binaları işçiler tarafından işgal edildi. Ancak hareket devrimci bir önderlikten yoksundu. CNT’den ayrılan önemsiz bir grupçuğun ve bir avuç Troçkist’in bu önderliği sağlaması beklenemezdi. CNT halen çok güçlü ve sınıf içinde büyük prestiji olan bir örgüttü, fakat hükümet içindeki yerini korumanın cazibesine kapılmıştı. Üstelik, ayaklanmanın sürdüğü beş gün boyunca tekrar tekrar barikatların indirilmesi çağrısı yaptı. POUM kadroları, işçi sınıfından ayrı düşülmemesi gerektiği ilkesiyle barikatlardaki işçilere katıldılar, ancak yine de ümitlerini esas olarak bu karar anında CNT önderliğini ve dolayısıyla kadrolarını kazanmaya bağladılar. CNT önderliğinin buna niyeti yoktu ve devrime önderlik etmeyi bu kritik anda reddetti. POUM, herşeye rağmen CNT’nin kuyruğuna takılmaya devam etti ve CNT’yi kazanmayı başaramamanın ardından, ayaklanmanın dördüncü günü çatışmayı durdurmak üzere CNT’yle işbirliğine girerek kendi kadrolarına barikatlardan ayrılmalarını emretti. Böylece güçler dengesi artık tamamen değişmiş oldu.


İSPANYA YENİLGİSİ ● 107 Katalonya işçileri her şeye rağmen mücadeleyi bir süre daha sürdürdüler; sonunda, 8 Mayıs günü, yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldılar. Komando birlikleri ve Ulusal Güvenlik Birlikleri Barselona’yı ele geçirdi. POUM derhal yasadışı ilan edildi. POUM ve CNT militanları sokaklarda kurşunlandılar. Hükümet birlikleri aynı şekilde Aragon tarım kolektiflerini bastılar ve ‘Halk Ordusu’, PCE’nin öncülüğünde, tarım işçilerini amansızca ezdi. Bütün bu olaylar işçilerde ve köylülerde büyük hayal kırıklığı ve usanmışlık yarattı ve sonunda devrimin kalıcı bir şekilde hayata geçememesinin ötesinde, iç savaş da yavaş yavaş kaybedilmeye başlandı. Aslında Franko’ya karşı savaş Nisan 1939’a kadar sürdü, ama 1937 Mayısı’nda İspanya işçi sınıfının, Halk Cephesi Hükümeti elinde bozguna uğratılmasından sonra tüm cumhuriyetçi saflar teker teker faşist orduya yenik düştüler. SONUÇ İspanya iç savaşının yenilgisi, sonuç olarak Halk Cephesi Hükümeti’nin ve bunun içindeki en önemli işçi sınıfı partisi olan PCE‘nin stratejisi sonucudur. Mevcut düzeni Franko’nun faşist emellerine karşı korumaya çalışırken, o mevcut düzene öylesine bağlandılar ve mücadelenin mevcut düzenin sınırları içinde verilmesi gerektiğine öylesine körce tutuldular ki, o mevcut düzeni işçilere karşı kıyasıya korumak zorunluluğu hissettiler. Liberal burjuvaziyle cephe kurma mantığı PCE’yi liberal burjuvaziyi ürkütmemek için işçi sınıfını frenleme ve gerekirse satma durumuna getirdi. Oysa faşizmi yenmek, İspanya’daki o tarihi koşullarda tabanda beliren sosyal devrime önderlik etmekten ve onu hızlandırmaktan geçiyordu. Örneğin, işçi sınıfının Madrid’de, Barselona’da ve diğer büyük şehirlerde Temmuz-Ekim 1936’da Cephe Hükümeti’ne rağmen elde ettiği kazanımları pekiştirmek gerekiyordu. Aynı şekilde, Franko’ya karşı cephe içindeki liberal toprak ağalarını ürkütmekten çekinmek faşist işgal altındaki yoksul köylüyü de kaybetmek sonucunu üretti. Bir başka büyük yanlış da Fas konusunda işlenmiştir. Franko’nun ilk ordusunun çoğunluğu, açlıktan kurtulmak üzere askere yazılmış yoksul Fas köylülerinden oluşuyordu. 1937’de Fas Ulusal Kurtuluş Mücadelesi önderi Abd-El-Krim Fransız Halk Cephesi (o günün başbakanı, Sosyalist Parti başkanı Blum idi) hükümetinin hapishanelerinde çürüyordu. Hapisten İspanya ve Fransız Halk Cephesi Hükümet-


108 ● İŞÇİLER VE TOPLUM leri’ne şu çağrıyı yaptı: ‘Bırakın beni’ gidip Fas’ta bağımsızlık hareketini örgütleyeyim ve Franko’nun ordusunu kökünden dağıtalım.’ Ancak buna ne PCE ne PCF (Fransız Komünist Partisi) ne Komintern, ne de Stalin taraftardı. Çünkü İspanyol Fas‘ının bağımsızlığı, şüphesiz Fransız Fas’ına da sıçrayacaktı. Bu ise, Stalin’in Fransa’yla uzlaşma girişimlerine taş koyar, Fransız burjuvazisi, Fransa Halk Cephesi Hükümeti’ne gücenirdi. Sonuç olarak İspanya iç savaşı tarihi, sadece faşizm karşısında yenilginin değil, aynı zamanda İspanya Devrimi’nin de doğarken ölmesinin tarihidir. KAYNAKLAR 1. G. Orwell, Homage to Catalonia (Katalonya’ya selamlar), Londra 1970, sayfa 8-10. 2. D. Hallas, The Comintern (Komintern), Londra 1985, sayfa 142. 3. R. Degras, The Communist International 1919-43: Docnments (Komünist Enternasyonal 1919-43: Belgeler), cilt 3, Londra 1965, sayfa 375. 4. C. Hore, Spain 1936 (İspanya 1936), Londra 1986, sayfa 7. 5. E. H. Carr, The Comintern and the Spanish Chil War (Komintern ve İspanya İÇ Savaşı), Londra 1984, sayfa 3. 6. C. Hore, age, sayfa 9. 7. C. Hore, age, sayfa 9. 8. F. Morrovv, Revohıtion and Counter-revoitıtion in Spain (İspanya’da devrim ve karşı-devrim), Londra 1976, sayfa 271. 9. F. Morrovv, age, sayfa 34. 10. L. Troçki, The Spanish Revolution 1931-39 “(İspanya Devrimi 1931-39), New York 1973, sayfa 239.


İŞÇİ SINIFININ TOPLUMSAL ÖNCÜLÜĞÜ Hüseyin B. İşçi sınıfının hiç bir mücadele biçimi «araç» adı altında küçümsenemez.. Bilakis her bir mücadele taktiğimiz, stratejik amacımızın yapı taşlarıdır.

İşçi sınıfının öncülüğünü bütün yönleriyle kavrayabilmemiz için, genel olarak toplum biçimlerinin akışını, özel olarak modern çağın açılımını bilince çıkarmamız gerekiyor. Toplumsal düzenlerin her çağda ve mekanda temelleri ekonomi faaliyetleri olagelmiştir. Üretim, değişim, üleşim, tüketim gibi bölükler ekonomik yapıyı oluştururlar. Bunlar içinde de temel, üretim olayıdır. Ortada üretilmiş bir ürün var olmayınca ne değişim, ne de tüketim faaliyeti gerçekleştirilemez. Dolayısıyla ekonomi faaliyetinin işlerlik kazanmadığı durumda da hiç bir insancıl ve toplumcul (teşkilat, kültür, siyaset, hukuk v.s.) özellikten bahsedilemez. Toplumsal hayatın en temelli gerçekliği budur. Modern çağda bu gerçeklik —geniş üretim patlamasına bağlı olarak— çok daha ileri ve gelişkin biçimde anlaşılır olmuştur. İşçi sınıfı neden öncüdür dediğimiz zaman- kendi


110 ● İŞÇİLER VE TOPLUM sade gerçekliği içinde bu geniş üretim faaliyetine ve bunun toplumsal önemine bakmalıyız. Bu durum içinde: 1) İşçi sınıfı geniş üretim faaliyetini gerçekleştirdiği için öncüdür. İşçi sınıfının geniş üretimde kendisinin biricik insani üretici güç olması yanında, teknik üretici gücünü de kullanıp-hareket ettirmesi toplumsal gücünü ve öncülüğünü gösterir. İşçilerin üretim ve teknik hakkında teorik bilgilerinin yetersiz oluşu pratik güçlerini asla yok etmez. İşçilerin sınıf olarak üretim faaliyetinden çekildikleri dönemlerde üretim ve teknik hakkında teorik olarak çok şey bilen mühendislerin-teknisyenlerin üretim faaliyetini gerçekleştirdikleri görülmüş değildir. 2) İşçiler «sınıf» olduğu ve «sınıf olarak» mücadele ettiği için öncüdür. İşçiler modern üretim faaliyetini gerçekleştirirken iş güçlerini aynı sosyal ve teknik şartlar içinde harcarlar. Bu ortak emek harcamak içinde işverenlerin ve şeflerin, ustabaşların sürekli olarak saldırısı ile de karşı karşıya bulunurlar. Bu çalışmayı ve acılarını ortak olarak paylaşan işçi sınıfı, ortak (sınıf olarak) mücadele etmeyi de kendiliğinden benimser. Burada işçi sınıfının her bireyi kişi olarak bir hiç, sınıf olarak muazzam bir sosyal güç olduğunu sezgilerle kavrar. İşçi sınıfının doğuşundan sonra anavatanında Ovenizm’in ütopik tepeden verme vaadlerine aldırmadan Çartist hareket olarak ortaya çıkışı, yayıldığı tüm bölgelerde ve ülkelerde ekonomik-politik mücadele biçimleri ile boy göstermesi sınıf olmasının ve sınıf olarak mücadele etmesinin ifadesidir. 3) İşçi sınıfı hem çalışıp-çalışmamakta, hem de bireysel mülkiyetten «hür» olduğu için öncüdür. Modern toplum öncesi basit yeniden üretim faaliyetinin çalışan ve ezilen yığınları/Serfler, Köleler, Köylüler, Esnaflar / çalışıp - çalışmamakta ve bireysel mülkiyetten «hür» değillerdi. Köleler: Efendilerinin işyerlerinde istedikleri gibi çalıştırılan, diledikleri zaman pazarda alınıp satılan «ma» idiler. Serfler: Toprak ağalarının ve beylerinin topraklarında boğaz tokluğuna çalıştırılan «yarı köle» idiler. Serfler pazarda alınıp-satılmasalar bile ağalarına körü-körüne bağlılık alınyazıları idi. Köylüler ve Esnaflar: Küçük mülkiyetlerine büyük inançla bağlı olduklarından dolayı «hür bir


TOPLUMSAL ÖNCÜLÜK ● 111 sınıf» olarak toplumsal öncülük ve mücadele edememişlerdir. İşçi sınıfı hem bireysel mülkiyetten, hem de çalışıp-çalışmamaktan «hür» olduğu için kayıkları batmış tek sosyal sınıftır. Bireysel mülkiyet ve çıkar dünyasında kaybedecek hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfının toplumsal öncülüğü ve kolektivizmi doğasının (üretici güç oluşunun) gereğidir. Modern çağın bu çıplacık sosyal gerçekliğini, birçok neden kavrayışta ve uygulayışta gölgeleyebilmektedir. Bunlar: 1) Modern çağın anasının antik çağ oluşudur. a) Antik çağın temelinin basit üretim oluşu ve üretimi Serfler ve Köleler gibi horlanan-kişiliksiz ve fazlaca aşağılanan sınıfların gerçekleştirmesi- üretim olayına ve üretici güçlere «tü ka ka» denilmesine yol açmıştır. b) Keza antik çağda insan bilgisinin fazlaca idealizme (maddi olmayan) saplanması, zihinleri hayatın maddi gerçekliğine yabancılaştırmıştır. 2) İşçi sınıfının anavatanlarında son 100 yıldır (özellikle 50 yıldır) düşürüldüğü durum. İşçi sınıfının doğduğu ve ilk yayıldığı ülkelerde öncülüğü siyasi iktidar ile taçlandıramayıp, kapitalizme uzun soluk aldırışı- işçi sınıfı mücadelesine yüzeyden bakanlara haklılık kazandırmaktadır. Bizzat Bilimsel Sosyalizmin kurucuları 19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Almanya sosyal yapılarını tahlil etmişler, bu objektif şartların tahlilinden yola çıkarak bu ülkelerde devrim şartları tespit etmişler, bu tespitleri eserlerinde işlemişlerdir. Yaşanılan gerçekler bu tespitlerin «yanılgı» olduğunu göstermiştir. Ancak bu yanılgı ölçme aletinde (metod kullanmada) değil, ölçülen aracın duruşundan geldiği için metodun gücünü gölgeleyemez. Bırakalım 19. yüzyılı, 21. yüzyıla geçiş yapacağız, hala bu ülkeler kapitalizmin en yoz ve gelişkin biçiminde yaşıyorlar. Üretimin sosyalleşmesi, sermayenin milyonlarca satış yapması, sözde sınıf partilerinin varlığı, sınıf olarak proletaryanın ezici nicel çoğunluğu kapitalizme «ölüm aşaması»nda yüz yıldır soluk aldırıyor. Avrupa işverenleri sosyal devrim dönemlerinde halklarının ilkel komünal geleneklerini (kolektif mücadele ruhu- fedakârlık, yiğitlik, toplumsal girişkenlik) kendi burjuva demokratik program ve taktiklerinde harcamışlar,


112 ● İŞÇİLER VE TOPLUM peşinden geri ülkelerden gasp ettikleri değerlerle ülke işçi sınıflarını refaha boğmuşlardır. Gerek mülkiyet, gerekse yönetim biçimiyle zincire vurulmayan Batı Avrupa işçi sınıfı fazla ücret, rahat iş, bireysel meta tüketimi, ve emperyalist kültür yoğunluğu içinde devrimci ruhunu fazlasıyla aşındırmıştır. Dolayısıyla sosyal devrim elini, Ekim Devrimi ile birlikte doğulu ülkelere vermiştir. 3) İşçi sınıfının ortak mülkiyet sağlayabildiği ülkelerde gerekli program taktik tüzük birliği içinde «devlet hayatının aşağıdan yukarıya demokratik organizasyonu» sağlanamamış olması da işçi sınıfının öncülüğünü karartmaktadır. Bu ülkelerde despotik merkezler (Lider, Parti, Devlet) yığınların içine sade vatandaşlar olarak katılmadıkça ve yığınları kendi seviyelerine çıkarmadıkça işçi sınıfının öncülüğü pratik olarak yerli yerine oturmayacaktır. 4) Sosyal devrime hamile ülkelerde bile tekelci kapitalizm kendince aristokrat zümreleşme ile işçi sınıf mm tümlüğünü bölmüş, bu aristokrat zümre içinde ekonomizm-sendikalizm-parlamentarizm hastalıkları ile işçi sınıfının kolektif mücadelesini bir yerde parçalamıştır. Bu atmosferde işçi sınıfının ekonomik mücadeleye fazlaca tutunması, işçi sınıfı mücadelesine katılan orta ve küçük burjuva aydınları günlük işlerden uzaklaştırmış kendi teorik dünyalarına hapsetmiştir. Bu ana nedenler yanında gündelik hayat içinde bireysel olarak var olma savaşı veren işçilerin durumu işçi sınıfının öncülüğünün ve kolektif mücadelesinin göstergesi değildir. İğne ile kuyu kazmayı benimseyen öncüler için şaşmaz hakikat, işçi sınıfının kolektif mücadelesinin ancak ve yalnız ekonomik, politik, teorik olarak; propaganda-ajitasyon ve teşkilat biçimleri ile yapılabileceğidir. Bu ise insanlık tarihinin topyekün incelenip, sentez edilmesi ile mümkündür. Gelişen ve savaşan sentez biliminin laboratuvarları her dönemden fazla fabrikalar olmuştur.. Sentez bilimini öğrenmenin ve öğretmenin yolu işçileşmekten geçmektedir. Aydınlar bu zor olan yolu seçerken «işçi sınıfının toplumsal öncülüğü»nü daha net göreceklerdir. Ütopizm-Populizm konaklarının yıkılışı da, ekonomizm-sendikalizmlerle mücadele etmenin yolu da budur.


www.solyayin.com

tarafından hazırlanmıştır


YH , VFL O HU 7RSO XP .ú 7$3 'ú =ú 6ú

İşçi Hareketi: Bu Bir Başlangıçtır Ortalıkta Dolaşan Hayalet: Popülizm Gorbaçov Ne Vadediyor? İspanya İşçi Hareketi ve Comisiones Obreras Türkiye’de Neler Oluyor?

Sosyalist Bir İşçi Hareketi İçin İslami Hareket ve İşçi Sınıfı İşçi Sınıfı Bu Bir Saplantı mı? Referandum Kadınlar ve Özgürlük İngiliz İşçi Partisi’nin Seçim Yenigisi

YH , VFL O HU 7RSO XP

YH , VFL O HU 7RSO XP

.ú 7$3 'ú =ú 6ú

Seçim Sonuçları ve Yeni Dönem Grevler ve Sosyalistler Ekim Devrimi ve Sosyalist Demokrasi Çekoslovakya 68-69 Parti Tartışmalarında Bir Yönelim Rus Marksistleri ve Öğrenci Hareketi Demokrasi Hareketleri

1750 TL

(KDV DAHİL)

.ú 7$3 'ú =ú 6ú

24 Ocak Programının 8. Yılı DİSK’in Kuruluş Yıldönümü ve Sendikal Sorunlar Alman Devrimi’nin Yenilgisi 1917-1923 Rus Popülizmi Üzerine Notlar Tari Direnişi İspanya İşçi Komisyonları


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.