DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
522
6 Mayıs 2015 2 TL. sosyalistisci.org
ERDOĞAN SEÇİMLERDEN ELİNİ ÇEK! n Cumhurbaşkanı partisiz olmalıdır. Erdoğan AKP militanı gibi davranıyor. n Seçime katılan partilerin sözcülerinden daha çok televizyonlara çıkıp AKP’ye oy istiyor. n Devlet olanaklarını ve Cumhurbaşkanlığı olanaklarını AKP’ye oy istemek için kullanıyor. n Adil seçim istiyoruz! n Başkanlık değil demokrasi! ERMENİSTANLI AKTİVİSTLER: GELECEK YIL DA 24 NİSAN’DA İSTANBUL’DAYIZ sayfa 5
1 Mayıs 2015, Ankara RONİ MARGULİES: KARL MARX 197 YAŞINDA!
sayfa 9
ÜMİT İZMEN: PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİNİ NASIL DEĞERLENDİRMELİ? sayfa 11
2
GÜNDEM
1 MAYIS’TA AKP PROVOKASYONU
ERDOĞAN ASLINDA KORKUYOR Evet. Erdoğan gerçekten de korkuyor. Tüm o efelenmelerinin ardından, büyük bir korku duygusu yatıyor. Gücü kaybettiğinde başına nelerin geleceğini biliyor. Güç, iktidar gücü. Bütün siyasal alanı kendi ellerinde merkezileştirdi. Bu merkezileştirme yetmedi. Şimdi mega başkanlık peşinde. Parlamenter sistemin bekleme odasına alındığını söyledi en son. Cumhurbaşkanının halk oylamasıyla seçilmesiymiş Erdoğan’a göre bunun nedeni!
1 Mayıs 2015, Beşiktaş. DİSK kortejine acımasızca saldırdılar.
Sanki cumhurbaşkanlığı seçiminde parlamentoyu bekleme odasına almak içi oy çağrısında bulunmuş gibi partiler ya da referanduma sunulmuş da parlamenter sistemin kaderi oylanmış gibi.
1979 yılından beri 1 Mayıs kutlamalarında işçilere yasaklı olan Taksim Meydanı, 2010-2012 yılları arasında işçilere açılmıştı. On binlerce işçi ve öğrencinin katıldığı yürüyüşlerde hiçbir olay yaşanmamıştı. Ancak o dönem 1 Mayıslardaki Taksim korkusunu yenmekle övünen AKP hükümeti, 2013’te “Taksim yayalaştırma projesi” nedeniyle açılan dev çukurların güvenlik sorunu oluşturacağını bahane ederek meydanı işçilere bir kez daha kapatmıştı. Hükümetin Taksim’i yasaklayarak ve olağanüstü önlemler alarak provoke ettiği 1 Mayıs kutlamaları, son iki yıldır olduğu gibi bu yıl da olaylı geçti.
çilerin buluşma yerlerine gitmeleri engellendi. İstanbul’da yaşanan polis saldırıları sonucu 339 kişi gözaltına alındı ve 13 kişi tutuklandı.
25 bin polis, 64 TOMA, 5 helikopter ve 7 km uzunluğunda demir barikatlarla kapatılan Taksim meydanına girmek için Beşiktaş ve Şişli’de buluşan sendikalara ve siyasi partilere polis saldırdı. Taksim’e giden her türlü ulaşımın kesildiği 1 Mayıs’ta, sendika otobüsleri de durdurularak iş-
Gezi direnişi sonrasında Erdoğan’ın “gerektiğinde polistir, alperendir” dediği esnaflardan üçü, Fulya’da polisten kaçan göstericilere sopalarla saldırdı. Gazetelere demeç de veren saldırganlar, polisin kendilerine teşekkür ettiğini söyledi.
Sadece cumhurbşkanını halk seçti, o kadar. Halkın seçtiği meclisteki partiler cumhurbaşkanı seçerken, şimdi doğrudan seçmenler tercihlerini ifade ettiler. Buradan seçmenlerin parlamentoyu bekleme odasına aldığı yönünde bir kanaat çıkartmak mümkün değil; bu çok zorlama olur. Ve Erdoğan hiç aldırmadan, sanki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halkın oy kullanması, mevcut cumhurbaşkanının tarafsız olması, partilere eşit mesafede olması kurallarını değiştirmiş gibi bir AKP sözcüsü olarak medan meydan geziyor. Hem suç işliyor hem de gerçekte parlamanter sistemi zorla bekleme odasına sokmaya çalışıyor. Buradan mevcut sistemin mükemmel bir demokrasi örneği olduğu sonucu çıkmaz. Buradan, tek bir adamın mevcut sistemi, kendi çıkarları, kendi korkuları, kendi güç düşkünlüğü ve yolsuzluğa bulaşmış yakın çevresi lehine düzenlemeye çalıştığı sonucu çıkar. Sorun, her geçen gün, “Demokrasi mi başkanlık mı?” ikilemi içine sıkışıyor. Bu yüzden, mevcut parlamenter sistemin demokratikleştirilmesinin, siyasal demokrasinin sınırlarının genişletilmesini savunmak ama aynı anda mega başkanlık projesinin demokrasiyle bir alakasının olmadığını da anatmak zorundayız. Bazı Erdoğan fanatikleri, Sosyalist İşçi’nin bu politik hattını kategorik AKP karşıtlığı ya da Erdoğan’a duyulan nefret dalgasının bir uzantısı olarak yaftalamaya çalışabilirler. Varsın çalışsınlar. Ama unutulmamalı: Nefreti örgütleyen bizzat Erdoğan. Toplumun sayısız kesimini aşağılayan Erdoğan. Tüm demokratik hamleleri massetmeye çalışan Erdoğan. Kutuplaştırma denilen nefret dilinin keskin bıçağını iki de bir toplumun üzerine sallayan Erdoğan. Çocukların cenazelerinin üzerinde tepinen, yine Erdoğan. Sadece parlamentoyu değil, Kürt sorununda çözüm sürecini rafa kaldıran da Erdoğan. Yolsuzlukların açığa çıkmasıyla hızla orduyla arasını düzelten, Balyozcularla el sıkışan, darbecilerden af dileyen de Erdoğan. İşçilerin grevini yasaklayan, kadınların bedenine, giyimine müdahale eden Erdoğan.
BÖLÜNMÜŞ 1 MAYIS
Sendikaların ortak bir platform oluşturamadığı 1 Mayıs, farklı yerlere yapılan çağrılarla işçi sınıfının bölünmüşlüğüne sahne oldu.
Son bir yılda özellikle madenlerde ve metal sektöründe yaşanan iş cinayetleri ve grevler nedeniyle kendi tabanından da büyük tepki çeken Türk-İş, Zonguldak’ta merkezi bir 1 Mayıs kutlaması yaptı. Hak-İş ve Memur-Sen, 1 mayıs’ta Konya’daydı. DİSK ve KESK ise İstanbul’da Beşiktaş’ta toplandı fakat Taksim’e gidemeden polis müdahalesiyle karşılaştı.
Önümüzdeki dönemde, 1 Mayısların ve işçilerin tüm sorunları için vereceği mücadelenin birleşik bir platform hâlinde örgütlenmesi için çabalamalıyız. Hemen bütün sendikaların ayrı eylem çağrıları yaptığı 1 Mayıs, işçi sınıfının iş cinayetlerinden taşeronlaştırmaya, grev yasaklarından düşük işçi ücretlerine kadar bir dizi başlıkta biriktirdiği öfkenin merkezileşmesine yardımcı olmadı. Tek tek bütün 1 Mayıs eylemlerinde işçilerin öfkeli olduğu çok açıktı. Önümüzdeki dönem, bu öfkenin, örgütlü ve kolektif hâle gelmesine yardımcı olmak en önemli siyasi hedef olmalıdır.
Erdoğan korkuyor. Sadece AKP dışındakilerden değil, AKP içinden çıkacak çatlak seslerden de korkuyor. Yol haritasını tamamlamak istiyor hızla. Bu haritanın hiçbir köşesinde demokrasi, özgürlüklükler, haklar, eşitlik, adalet yok!
1 Mayıs 2015
Erdoğan, etrafındaki kitle ile beraber dokunulmazlık zırhına bürünmek istiyor. Ama onun bürünmek istediği dokunulmazlık zırhı, olduğu kadarıyla özgürlüklerin ve demokrasnin bekleme odasına alınması demek. Bu yüzden memleketin en ulusalcı, en darbeci zevatıyla ittifak kuran Erdoğan’a hayranlık beslerken, demokrasiyi savunanlara darbeci diyebilecek kadar gözü dönmüş olanlara söylenebilecek fazla bir şey yok. Belli ki onlar da korkuyorlar. Öyleyse korkularının boşuna olmadığını göstermenin tam zamanıdır. 7 Haziran yaklaşıyor. Sokakta özgürlükler için mücadele, sandıkta çekincesiz HDP!
Hükümet, iç güvenlik yasası çıkarıldıktan sonra ilk büyük uygulamasını 1 Mayıs’ta gerçekleştirmiş oldu. Yetkileri arttırılan polis, Şişli ve Beşiktaş’ta çantaları dahi arayarak gaz maskesi bulunduran insanları gözaltına aldı. Gözaltına alınan birkaç göstericiden iki gün boyunca haber alınmazken, daha sonradan bu kişilerin bir depoda alı konuldukları öğrenildi.
“Her şeyden önce bu bir savaş değil.. Bu savaş değil, biz barış istiyoruz. Bize bunu vermelisiniz. Gelip bizim her şeyimizi alıyorsunuz. Biz de sizin her şeyinizi alacağız. Bu savaş değil biz hakkımızı istiyoruz.” Baltimore’de ayaklanan siyahlar
FAŞİSTLER 1 MAYIS’A KATILANLARA SALDIRDI Türkiye’nin bir çok yerinde coşku ile kutlanan 1 Mayıs, Trabzon, Tokat, Niğde ve Uşak’ta ülkücü faşistlerin saldırılarına sahne oldu. Trabzon’da yürüyüş sırasında HDP kortejine saldıran MHP’liler, Tokat, Niğde ve Uşak’ta 1 Mayıs mitinginden dağılan emekçileri hedef aldı.
KARGA KAFASI
KEMAL GÖKHAN GÜRSES
GÜNDEM
ERDOĞAN BARIŞ MASASINI DEVİRDİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzını her açtığında çözüm sürecine saldırması “meyvesini verdi”. HDP’nin İmralı heyeti, çözüm sürecinin bozulduğunu net bir şekilde açıkladı. Heyetin geçen hafta yaptığı basın açıklamasında konuşan Sırrı Süreyya Önder, “Yolun sonuna geldik” dedi. Açıklamada AKP’nin içindeki bölünmeye dikkat çekildi.
AKP’nin içindeki çatlak, yolsuzluk oylaması ve başkanlık sistemi gibi gelişmeler hakkında yapılan farklı açıklamalarla görünür olmuştu. Ancak bölünmüşlüğün açıkça ortaya serildiği gelişme, Dolmabahçe Mutabakatı oldu. HDP’nin İmralı heyeti ve hükümet yetkilileri, Başbakanlık konutunda Öcalan’ın metnini okumuş ve 10 maddelik mutabakatı açıklamıştı. Bir izleme heyetinin oluşturulması üzerine de uzlaşıldığı kamuoyuna duyurulmuştu. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, mutabakata da izleme heyetine de karşı olduğunu söyleyerek, barış masasını devirdi. Bülent Arınç “Hükümetimiz mutabakatın arkasında” dediyse de AKP’nin seçim beyannamesinde Kürt sorununun yer almamasına dair yapılan açıklamalar, Erdoğan’ın miting meydanlarındaki “Masa yok, Kürt sorunu yok” gibi süreci, heyeti itibarsızlaştıran savaş çığırtkanlığı “masayı boşalttı”. Erdoğan’ın “Çözüm sürecine vücudumu koydum” sözlerinin ne anlama geldiği de açıklığa kavuşmuş oldu. Batı’da hükümetin çözüm sürecini yokuşa sürmesine, masaya tekme atmasına karşı duracak bir barış hareketinin ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu gelinen aşamanın kendisi gösteriyor. 7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesi, toplumdaki barış isteğinin ve çözüm sürecinin arkasındaki iradenin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha kanıtlayacak.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Yürütme Kurulu üyesi Yıldız Önen Sosyalist İşçi’nin sorularını yanıtladı: İki yıldan uzun bir süredir devam eden çatışmasızlık durumu, barışa ulaşacağımız konusundaki iyimserliğimizi artırıyor. Ama özellikle iktidar çevrelerinin ateşkes ortamını zehirleyen açıklamaları karamsarlık yayıyor. Dolmabahçe’de açığa çıkan umudun yayılmasına ihtiyacımız var. Bütün ilgili tarafların katıldığı ve temsil edildiği kesintisiz diyaloga, eşit koşullarda kardeşliği inşa edecek adımların atılmasına, anadillerin özgürleşmesine, barışa her gün bir adım daha yaklaşmaya ihtiyacımız var. Karamsarlık yayan, gençlerin ölümüyle beslenen, özgürlükleri kısıtlayan uygulamalara, yasaklara, konuşmalara ihtiyacımız yok. Devlet biran önce müzakereleri yeniden başlatmalıdır.
“DOLMABAHÇE BULUŞMASINA DÖNÜLMELİ” Türkiye Barış Meclisi’nden Hakan Tahmaz, Erdoğan’ın çözüm sürecine karşı açıklamalarını ve süreçte yaşanan tıkanıklığı Sosyalist İşçi için değerlendirdi:
“Çözüm sürecinde tarafların sorun olarak tarif ettiği veya çözülmesini istediği konular çok farklı. Hükümet için çözülmesi istenen konu PKK’nin varlığı. Ancak bu işin en kolay çözülecek yanı. Esas sorun, Kürtlerin eşit yurttaşlık haklarını kullanabilmeleri ve PKK güçlerinin demokratik siyasette yer alması sorunudur. AKP bazı küçük adımlarla yetinilmesini istiyor. Bu nedenle sorunu müzakere etmeye yanaşmıyor. Kendi belirlediği zeminde, kendi istediği gibi tek taraflı yürütmek istiyor. İki yıllık süreçte hükümetin bu tutumunun değişir gibi olduğu Dolmabahçe toplantısından sonra ‘sarayla’ hükümet farklılaştı ve Cumhurbaşkanı hükümete müdahale etti. Dolmabahçe toplantısının önemi, iki yıllık diyalogdan müzakere aşamasına geçilmesi doğrultusunda atılan adım olmasıdır. Ancak Cumhurbaşkanı, müzakere için gerekli olan üçüncü gözün oluşumuna
HAFTANIN IRKÇISI BİLECİK’TE HDP’YE SALDIRANLAR 1 Mayıs akşamı Bilecik’te sosyal medya üzerinden örgütlenen yaklaşık 2000 kişi, ırkçı ve faşist sloganlar eşliğinde HDP İL Başkanlığı binasına doğru yürüyüşe geçti. İl binasına çok az bir mesafe kaldığında polislerle bir süre konuşan faşist güruh, ardından istiklal marşı
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
DEVLET NEDEN SOYKIRIM İÇİN ÖZÜR DİLEMELİ? Hrant Dink’e, onun barış ve adalet için verdiği mücadele mirasına sahip çıkmak için devleti özür dilemeye mecbur bırakmalıyız. Ermenilerden özür dilemeli bu devlet.
“DEVLET MÜZAKERELERİ BAŞLATMALIDIR”
izin vermedi ve süreç durduruldu. Hükümet ve devlet, diyalog aşamasındaki sözlerini tutmadı. Müzakereleri yasal, kurumsal bir çerçevede yürütmek istemiyorlar. AKP ‘Kürt sorunu çözüldü’ propagandasıyla Kürtleri ikna etmeye çalışırken, aynı zamanda Türk milliyetçilerine ‘PKK sorununu hallettik’ mesajıyla oy avcılığı yapıyor. Ama sorunun seçimlerle sınırlı olmadığı Erdoğan’ın sözlerinden anlaşılıyor. Sürecin ilerlemesi için Dolmabahçe buluşmasına dönmekten başka yol yoktur. Müzakerenin yasal, kurumsal alt yapısı oluşturulmalıdır. Ötekileştirici ve milliyetçi dil terk edilmelidir. Top hükümettedir. Oynamak istiyorsa, oyunu kuralına göre oynamalıdır. Heyetin İmralı’ya gönderilmesi ve Öcalan’ın değerlendirmesinin kamuoyu ile paylaşılması gerek. Çünkü masanın başında Öcalan var. Durumun daha net anlaşılmasının en iyi yolu budur. Son olarak, hükümet hızla hasta tutsaklar konusunda adım atmalıdır. Barış Grubu üyesi, kanser hastası Aysel Doğan’ı tedavi görmesi için serbest bırakmalıdır.” okudu ve HDP İL Başkanlığı binasına üç ayrı koldan saldırıya geçti. HDP İl Başkanlığı binasına ulaşan faşist güruh, binada asılı duran HDP bayrağını indirip yerine Türkiye bayrağı asmak istedi. Emniyet müdürü, faşist güruhun talebini destekleyerek saldırganlardan birinin il binasına çıkmasına izin verdi. Parti yetkililerinin faşist saldırganı dışarı çıkarması üzerine, polisin gözü önünde HDP binası önündeki parti bayrakları indirilip Türkiye bayrağı asıldı. Polisin gözaltı yapmadığı saldırı sonrası faşist grup ırkçı sloganlarla dağıldı. Bilecik’teki faşist güruh ile saldırganlığa seyirci kalan polisler, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
3
1915 yılında nüfusun yüzde 20’sini oluşturan ama 1920’lere gelindiğinde yok olan Ermeni ve Süryani halklarına borcumuz var, devlete özür diletemediğimiz sürece bu tarihi borcun altında ezilmeye devam edeceğiz. Sadece tarihi bir mesele, tarihi bir yüzleşme sorunu değil karşımızdaki. Bugün Türkiye ve Ermenistan’da yaşayan, dünyanın çeşitli ülkelerinde sürgünde olan Ermenilerin kendilerini rahat, güvende hissetmeleri ve tüm hakları her düzeyde iade edilmiş bir şekilde yaşamaları için devlet özür dilemeli. Türkiye’de militarizmin kötülük ekmeye devam eden savaşçı dilinden, nefret söyleminin kanıksanmış günlük muhabbet dil olarak kullanılmasından kurtulmanın ilk adımı olduğu için devlet özür dilemelidir. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun soykırımla ilgili yayınladığı broşürde değinildiği gibi, “Türkiye’de devlet, Türkiye’de silahlanma, Türkiye’de siyaset, Türkiye’de sermaye, Türkiye’de yasalar, Türkiye’de ordu, Türkiye’de sağ, sol, ekonomi, ideoloji, şiddet, kullanılan nefret dilinin kanıksanmasında en belirleyici etmen Ermeni soykırımıdır.” Devletin Alevilere yönelik ayrımcılığından, şiddetinden yok saymasından mı şikâyetçiyiz? Ayrımcılığın, yok saymanın ve şiddetinin kökenine bakalım. Bakınca göreceğimiz ilk olgu Ermeni soykırımıdır. Kürtlere yönelik şiddet, Kürtlere karşı yıllarca sürdürülen inkarcılık ve düşük yoğunluklu savaş politikaları, faili meçhuller, komplolar, suikastlar, cinayetler nereden mi kaynaklanıyor? Devletin “kurucu prensibinden” yani, devletin Ermeni soykırımı üzerinde şekillenmesinden, örgütlenmesinden ve soykırım inkârcılığının bir politik varoluş zemini haline gelmesinden kaynaklanıyor. Türkiye siyasal tarihinin kanla yazılan her bir sayfasında Ermeni soykırımının etkilerini görebiliriz. Soykırım, bir halkın imha edilmesi değil, aynı zamanda o halkın hiç var olmadığının da kanıtlanması çabasıdır. Bu çabanın, günlük burjuva siyasetinin özü haline gelmesi, soykırımla yüzleşemeyen toplumsal yapıların kaçınılmaz kaderidir. Bu açıdan, soykırım hiçbir zaman geçmişte yaşanıp bitmez, bugünü etkiler, “Ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerinde bir kabus gibi asılı durur.” Bu kâbustan uyanmak, tek tek tüm özgürlük mücadelelerinin önünü açmak, bu devletin demokratikleşmesi, yani yok olması için geçmek zorunda olduğu ilk badirenin atlatılması için, atılması gereken ilk ve en önemli adım devletin soykırımla yüzleşmesi için kitlesel bir politik basınç yaratmaktır. Kolay olmayan ama zorunlu olan adım budur.
4
DÜNYA
ABD: IRKÇI POLİS CINAYETLERİNE ÖFKE SÜRÜYOR ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ
ABD’nin Maryland eyaletinin Baltimore şehrinde 25 yaşındaki Freddie Gray’in polis tarafından öldürülmesinin yankıları sürüyor. Gray 12 Nisan’da polis tarafından gözaltına alınmış, kelepçelenip, ayaklarına pranga vurulup polis aracının arka kısmına atılmıştı. Polis aracında 40 dakika geçirdikten sonra kaldırıldığı hastanede omurgasının yüzde 80 zedelendiği ve gırtlağının ezildiği ortaya çıkan Gray’in “sert sürüş” denilen işkenceye maruz kaldığı düşünülüyor. ABD’deki polislerin kullandığı bu uygulamada gözaltına alınan kişi elleri kelepçelendikten sonra tutunacak bir yeri olmadan polis minibüsünün arkasına atılıyor ve araç özellikle sert bir şekilde kullanılıyor. Böylece elleriyle kendisini koruyamayan kurban yaralanıyor. Freddie Gray bir hafta hastanede kaldıktan sonra 19 Nisan günü hayatını kaybetti.
mesine neden oluyor. Su faturalarını ödeyemeyen 25.000 kişinin suyu kesilirken polis için toplam 5,4 milyon dolarlık harcama yapılıyor.
kenin siyah başkanı Obama hem de Baltimore’un siyah valisi Stephanie Rawlings-Blake göstericilerin “şiddetini” kınadı.
2012’de 17 yaşındaki Trayvon Martin’in, 2014’te 12 yaşındaki Tamir Rice ve 18 yaşındaki Michael Brown’ın ve 43 yaşındaki Eric Garner’ın öldürülmesi ırkçı polis şiddetini yeniden ülke gündemine taşıdı. Kendisini Siyahların Hayatı Önemlidir sloganı üzerinden ifade eden yeni bir insan hakları hareketi ortaya çıkıyor. Ancak ABD devleti ve kurumları bu hareketi düzen kurumlarına kanalize etmeye çabalıyorlar. Siyah politikacılar isyancı gençlere beklemelerini, sabırlı olmalarını söylemekten başka bir şey yapmıyor. Hem ül-
ABD toplumu ırkçılık konusunda giderek kutuplaşıyor. Bir yandan daha fazla insan devletin ırkçı yüzünün farkına varıp harekete katılırken, diğer yandan Amerikan sağı, katil polislerle mali dayanışma kampanyaları ve isyancıların kötülenmesi üzerinden örgütleniyor. Baltimore isyanı, sesi duyulmayanların sesi oldu. Bu sesin gerçek bir etki yaratıp yaratamayacağını ise isyancı siyah gençlerin işçi sınıfı hareketiyle bağ kurup kuramaması belirleyecek.
Cinayetin ardından çoğunluğu genç ve siyah, on binlerce kişi polisin bu ırkçı cinayetini protesto etmek için sokağa döküldü. Ancak ABD medyası buna değil kırılan camlara, yağmalanan birkaç dükkâna odaklandı. ABD devletinin adalet isteyenlere karşı olan tepkisi ise tam teçhizatlı çevik kuvvet polislerini, Ulusal Muhafızlara bağlı askerleri görevlendirmek, olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı ilan etmek oldu. 254 kişi gözaltına alındı. Ancak kitle hareketinin şimdiden önemli bir etkisi oldu. Gray’i gözaltına alan polislerin kimlikleri açıklandı, mahkemede cinayetle suçlanacaklar. ABD’de siyahlara yönelik ırkçı polis şiddeti uzun dönemdir var olsa da bu sorun son zamanlarda daha görünür hale geldi. 2015 yılının ilk beş ayında 381 kişi, geçtiğimiz yıl ise 1100 kişi öldürülmüştü. Bu her sekiz saatte bir kişinin öldürüldüğü anlamına geliyor. Gray cinayetinin ardından Baltimore’daki siyah gençlerin isyan etmesi sadece polis şiddetine olan tepkiden kaynaklanmıyor. Onlar hem küresel ekonomik krizin etkisini hissediyor, hem yoksulluk çekiyor hem de polis tarafından ırkçı bir önyargıyla karşılaşıyorlar. Baltimore’da pek çok ABD kentinin kaderini paylaşıyor; bir yandan okullar, hastaneler sosyal yardım kurumları kapanırken diğer yandan yoksul siyahların oturduğu bölgelerdeki soylulaştırma çalışmaları kiraların artmasına ve insanların evlerini kaybet-
KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
İŞGALCİ TÜRKİYE KIBRIS’TAN ELİNİ ÇEK! Geçtiğimiz haftalarda oyların yüzde 60,5’ini alan Mustafa Akıncı Kıbrıs’ın yeni cumhurbaşkanı oldu. Akıncı’nın seçim kampanyasının en önemli unsuru Kıbrıs’ta yeniden çözümün önünü açma vaadiydi. Annan Planı’nı yeniden canlandırmaktı.
tirme projesinin ilk adımı, kuzeydeki Rumların evlerine ve dükkanlarına saldırılarak, cinayetler ve tehditler yoluyla Rumları korkutarak onları güneye kaçırmak oldu. Kaçanların mallarına el konuyor ve bunlar Türklere dağıtılıyordu. Böylece kuzeydeki Rum nüfusu giderek azaldı. Ancak Rumları kaçırmak yetmiyordu, çünkü Kıbrıslı Türkler de Türkiye tarafından “yeterince Türk” olarak görülmüyordu. Yıllarca Rumlarla iç içe yaşamış, dostane ilişkiler kurmuş olan Türklerin de “Türkleştirilmesi”, yani asimile edilmesi için benzer bir cinayet, saldırı, tehdit faaliyetleri gerçekleştirildi. Bugün bile hala adada bu terör dönemi “TMT ruhu” olarak adlandırılır.
Ancak Erdoğan’ın bu sözlerinin ardında bir sinir krizi değil, işgalci bir devlet geleneği yatıyor.
Türkiye 1974’te Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etti. Uluslararası yasalara göre işgal altındaki topraklara nüfus kaydırmak savaş suçu sayılmasına rağmen, Türkiye’den Kıbrıs’a on binlerce Türk yerleşimci olarak gönderildi. Bunlarla birlikte adanın Türkleştirilme politikasına hız kazandırıldı. Bugün Kuzey Kıbrıs’taki Türk nüfusun çoğunluğunu, işgal sonrası Türkiye’den gönderilen Türkler oluşturuyor.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kıbrıs’taki ‘derin’ faaliyetleri, 1950’lerde adada kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı ile başladı. Türkiye Devleti’nin 1958 yılında Rauf Denktaş’a kurdurduğu bu paramiliter örgüt, adanın bölünmesi ve kuzeyde bir Türk devleti oluşturulması için çalışmaya başladı. Bunun için yoğunluklu olarak Rumların yaşadığı adanın kuzeyini Türkleştirmesi gerekiyordu. Bu Türkleş-
İşte bugün Erdoğan’ın vazgeçmek istemediği bu işgalci devlet zihniyetidir. Bu zihniyete göre Kıbrıs “kardeş” değil, “yavrudur” ve öyle kalmalıdır. Bizler ise işgalcilerin değil, her zaman olduğu gibi, bu işgale karşı direnenlerin, yani “adada çözüm” diyen Kıbrıs halkının yanındayız. Türkiye devleti Kıbrıs’tan elini de dilini de çekmelidir.
Akıncı, bu sonucun ardından yaptığı konuşmada Türkiye’den “kardeş” diye söz edince Erdoğan’ın “sen kim oluyorsun da…” diye başlayan cümlelerinden o da nasibini aldı. “Kıbrıs yavru vatandır, öyle kalacaktır” sözleriyle kendisine haddi bildirildi.
KÜRESEL MÜCADELELER Ortadoğu: Dört yıl önce ayaklanmaların ve devrimlerin yaşandığı Ortadoğu’da, 1 Mayıs gösterilerine asgari ücretin artırılması talebi damgasını vurdu. Sekiz yıllık yasağın sona erdiği İran’da binlerce işçi insanca yaşayacak asgari ücret talebi ile sokağa çıkarken, Mısır, Tunus ve Lübnan’da gerçekleşen gösterilerde aynı talep dile getirildi. İsrail: Etiyopyalı Yahudilere yapılan ırkçılığa karşı binlerce kişi Kudüs’te sokağa çıktı ve polisle çatıştı. İsrail ordusundaki Etiyopyalı bir askerin İsrail polisi tarafından dövülmesinin videosu öfkeyi doruğa çıkardı. Göstericiler “Polis, Etiyopyalı Yahudilere karşı aşırı güç kullanıyor. Polis tarafından dövülen bir sürü kişi var. Bu vakalar giderek de artıyor” dedi. Protestocular TOMAlara, ses ve gaz bombasına taş ve pet şişe atarak yanıt verdi. Avustralya: Altı bin Aborijin, Melbourne’de federal hükümeti protesto etti. Hükümet, Batı Avustralya’daki 140 Aborijin yerleşimine yapılan sosyal yardımlarda kesintiye giderken, bu bölgeleri kapatmak istiyor. Avustralya’nın yerlisi ve en fakir kesimi olan Aborijinler, “Biz hâlâ buradayız”, “Her zaman Aborijin ülkesiydi, hep öyle olacak”, “Ellerini ana vatanımızdan çek” ve “Topraklarımızı koruyun” sloganlarını haykırdı.
RÖPORTAJ
5
ERMENİSTANLI AKTİVİSTLER: GELECEK YIL DA 24 NİSAN’DA İSTANBUL’DA OLACAĞIZ
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Platformu Ermenistanlı aktivistlerle birlikte Erivan’daki Soykırım Anıtı’nı ziyaret etti. Türkiye’de 2010 yılında başlatılan anmalar 24 Nisan 2015’te diaspora mensubu yüzlerce Ermeni ve 30’un üzerinde ülkeden gelen insan hakları aktivistlerinin de katılımıyla çok daha güçlü bir şekilde gerçekleştirildi. Durde Platformu aktivistleri 24 Nisan’da İstanbul’da gerçekleştirilen anmanın ardından Ermenistan’daki soykırım anmalarına katıldı. Röportajın birinci bölümünde Ermenistanlı aktivistlerle Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşme mücadelesini konuştuk. Türkiye’den giden heyetin izlenimlerinin yer aldığı ikinci bölüm Sosyalist İşçi’nin önümüzdeki sayısında yayınlanacak. Türkiye’nin soykırımla yüzleşmesi neden önemli? Satenik Baghdasaryan (Regional Studies Center, Erivan): Soykırımla yüzleşmek Türkiye’nin demokratikleşme çabalarını ciddi anlamda güçlendirecek. Diğer meselelerin yanında soykırımın tanınması daha kolay bir mesele. Daha önceki yıllarda Türkiye’de soykırım anmalarının gerçekleştirilmesini aklınızdan bile geçiremezdiniz. Anmalardaki insanların çoğunun Ermeni olmadığını, hatta Ermenilerle hiçbir bağlantısı olmayan, soykırım mağduriyetini yaşamayan insanlar olduğunu görüyoruz. Bu tablo çok umut verici. Anush Ghazaryan (Regional Studies Center): Bu yıl Durde Platformu aracılığıyla yaptığımız Türkiye sivil toplumuyla diyalog çalışmalarında ve anmalarda şunu gördüm: Türkiye halkı yüzleşme konusunda hükümetin önünde gidiyor. İnsanlar soykırımı konuşmaya ve yüzleşmeye hazır. Türkiye sivil toplumu daha fazla demokratikleşme için adımlar atıyor. Türkiye halkı sadece milliyetçilerden ve inkârcılardan oluşmuyor ve bu kesim meseleye sadece hoşgörüyle yaklaşmıyor kabullenmeyi de biliyor. Daha öncesinde Türkiye’de üç tip Türk olduğunu düşünüyorduk. Soykırımı tamamiyle inkâr edenler, soykırımı kabul edenler ve hiç umursamayanlar. Bu yılki anmalarda yeni bir kategorinin olduğunu gördük. Bu insanlar biz soykırımı kabul ediyoruz ve bunun için her ne pahasına olursa olsun mücadele edeceğiz diyor. Türkiye’deki aktivistlerin soykırımın tanınması konu-
sundaki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Satenik Baghdasaryan: Hükümetin soykırımı tanıma kararı büyük önem taşımakla birlikte aslolan her iki ülke halklarının biraraya gelmesi. Bu konuda son yıllarda gördüğüm sivil inisiyatifler beni gelecek konusunda daha umutlu yapıyor. Ermenistan halkının Türkiye’den temel talepleri nelerdir? Satenik Baghdasaryan: Ermenistan’da ortalama vatandaşın talebi tarihi adaletin yerine getirilmesi için soykırımın tanınmasıdır. Tazminat ve toprak talepleri küçük bir grup olarak niteleyebileceğim ekstremistlerin talebi. Kendi adıma konuşmak gerekirse, ben tazminat meselesinin çok gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok kompleks bir süreç. Bu sürecin nasıl yürütülebileceğine dair hiç fikrim yok. Tazminat meselesi daha çok devletler katında konuşulması gereken bir konu. Şu anki temel önceliğimiz halklar arası diyalog ve soykırımın tanınması olmalı. Anush Ghazaryan: Tazminatlar meselesi tanınma gerçekleştikten sonra netleşecek. Bu mesele sadece para meselesi değil. Bu konuda farklı talepler var. Bazı mağdurlar soykırım sırasında ellerinden alınan toprakların iadesini de istiyor. İnsanların ne yapılması gerektğine dair hiçbir fikirleri yok. Bugün Ermenilere ait topraklarda Kürtler yaşıyor. Bu durumu daha da zorlaştırıyor. Tanıma pek çok meseleyi çözecek. Tanıma aynı zamanda sınırların açılmasını da sağlayacak. Türkiye’deki son 24 Nisan anması konusundaki izlenimlerinizi paylaşabilir misiniz? Satenik Baghdasaryan: Duygusal olarak karışık duygular içerisindeydim. Türkiye’de böyle birşeyin olmasını beklemiyordum. Türkiye’de soykırımı tanıyan ve hükümetin de tanımasını talep eden insanlarla yan yana durmak gelecekte daha iyi şeylerin olacağı konusunda beni ikna etti. Bu inanılmaz bir andı, gerçekten çok etkileyiciydi. Bu bağlamda Durde’nin çabalarını takdir ediyoruz. Biz dışardan gelen insanlarız. Zor şartlar altında risk alarak mücadele
veren sizlersiniz. Durde olmasaydı bu tecrübeyi yaşayamazdık. Gelecek yıl da 24 Nisan’da İstanbul’da olacağız. Anush Ghazaryan: İnsanlara Türkiye’ye gideceğimi söylediğimde “korkmuyor musun” diye soruyorlardı ve ben “hayır” cevabını veriyordum. Bu kadar insanın olacağını beklemiyordum. Üstelik anmalara katılan insanların çoğu Türklerden oluşuyordu. İnsanları izledim. Kendi meselemiz olarak gördüğümüz bir konuda bizimle aynı safta olmalarını ve mücadele etmelerini hayretler içerisinde izledim. Türkiye’de insanların yıllarca soykırım konusunda hiçbir bilgi sahibi olmadıklarını gördük. Toplumsal değişim konusunda sivil toplumun değişimin aktörleri olabileceğini gördük. Sivil toplum hükümeti adımlar atmak konusunda zorlayabilecek bir güce sahip. Sivil toplum olmasa mevcut adımların atılabileceği asla düşünülemezdi. Bu mesele Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok önemli. Cemal Paşa gibi soykırımın mimarı olan insanlardan birinin torunu olan Hasan Cemal Ermenistan’a geldi ve soykırımdan dolayı özür diledi. Bu çok etkileyici bir andı çünkü biz bugüne kadar başka bir Türkiye tanımıştık, Türkiye halkı hakkındaki bakış açımız çok farklıydı. Türkiye sivil toplumunda görülen son yıllardaki gelişmeler (Gezi direnişi gibi mesela) Türkiye halkının daha fazla demokrasi, özgürlükler, insan hakları ve farklılıklara saygı gibi evrensel değerler için savaşmaya hazır olduğunu gösteriyor ve bu durum birlikte mücadele etmek için bize de umut veriyor. Anmalar sırasında dışarıdan hiçbir müdahalenin olmadığı gibi aktivistlerin oraya gelen Ermenilerin güvenliğini sağlama konusunda etten duvar ördüklerini görmek de gerçekten çok etkileyiciydi. Bunlar tanımaya giden yolda önemli çabalar. Türkiye’de genç kuşakların değişimin taşıyıcısı olacağını göruyoruz ve cesaretleniyoruz. Bu bağlamda, Durde’nin çabaları çok önemli. Devlet için tabu olan bir konuda mücadele etmek, her geçen yıl daha fazla insanı anmalara dahil etmek hiç kolay bir iş değil. Çabalarınızı takdir ediyoruz. RÖPORTAJ: GONCA ŞAHİN
6
GÜNDEM
AKP’NİN YENİ TÜRK ESKİ REJİMİN DEVAM AKP liderliği uzunca bir süredir “Yeni Türkiye” kavramını kullanıyor. Buna göre, Yeni Türkiye, Kürt sorununun çözüldüğü ve demokratikleşmenin yaşandığı, cumhuriyetin on yıllardır devam eden adaletsizliklerini ve eşitsizliklerini gideren yeni bir rejim. Son yıllarda bazı alanlarda mücadele sonucu elde edilen kazanımlar olduğu doğru. Ancak bunların hükümetle bir ilgisi yok. Erdoğan ve adamlarının son birkaç yılda birçok başlıktaki tutumu, AKP’nin bir darbe girişimini savuşturduğunu hissettiğinden beri izlediği politikalar, bu partinin yönetimindeki Türkiye’nin bilindik kemalist baskıcı rejimden hiçbir farkı olmadığını ortaya koyuyor.
KÜRT SORUNU YOKMUŞ! HDP İzleme Heyeti, Öcalan’ın inisiyatifiyle yaptığı açıklamada, çözüm süreci masasının durduğunu ancak masanın etrafında kimsenin kalmadığını, bunun da Tayyip Erdoğan yüzünden gerçekleştiğini söyledi. Erdoğan, Kürt sorunu diye bir şeyin artık kalmadığını iddia ediyor. Selahattin Demirtaş’ın deyimiyle, fırsatını bulsa Kürtlerin de olmadığını iddia edecek. AKP liderliğinin çeşitli sözcüleri, PKK’ye yönelik bilindik devlet dilini kullanıyor. “Terör”, “hainler” ve benzeri kavramlar sıkça duyuluyor. Çözüm sürecinde hükümet tarafından atılan adımlar yetersiz ve AKP bu yönde bir girişimde bulunmak yerine sürekli olarak Kürtlere saldırıyor.
SOYKIRIMI İNKARCI Hükümet Ermenileri tehcirle tehdit ediyor. Türkiye’de ve dünyada soykırımın tanınması ve adaletin sağlanması için sesler yükseldikçe AKP köşeye sıkışıp tavizler veriyor. Ancak 1915’in inkârı konusunda eski Türkiye’nin tüm iddiaları yeniden piyasaya sürülüyor.
Erdoğan, Cumhurbaşkanı olur olmaz askeri vesayet rejiminin temsilcisi, halefi Süleyman Demirel’i ziyaret ederek şunu söyledi: “İkazlarınız bize yol göst
BAŞKA BİR TÜRKİYE MÜMKÜN!
KIBRIS’TA SÖMÜRGECİ Erdoğan, Kuzey Kıbrıs halkına “beslemeler” demişti. Adada Türkiye ordusunun işgali sürüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini AKP’nin desteklediği Derviş Eroğlu kaybedince, Erdoğan, kazanan isim olan Mustafa Akıncı’ya geçmişten beri devam eden “yavru vatan” edebiyatıyla saldırdı.
1 MAYIS’A DÜŞMANLIK Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm tarihi emekçilere düşmanlığın tarihi. 1 Mayıslarda cinayetlerin işlendiği, polisin işçi sınıfına ve sosyalistlere saldırganlığının tarihi. AKP bu bakiyeyi de aynen devraldı. 2007, 2008 ve 2009 yıllarında on binlerce işçinin ısrarlı mücadelesi sonucu Taksim kazanılmıştı. O dönemler bunu kendi hanesine yazmak isteyen AKP, “1 Mayıs artık Taksim’de” pankartları asıyordu. 2013 yılından beri ise “provokasyon olacak”, “kaos yaratıyorlar” ve “yakıp yıkıyorlar” edebiyatıyla 1 Mayıslarda Taksim emekçilere yasaklanıyor.
Kemalizmin eski Türkiye’si ile AKP’nin yeni Türkiye’si birbirinden farksız. İkisi de işçi sınıfının ve ezilenlerin düşmanı. İkisi de “millî” çıkarlardan, yani patronların çıkarlarından yana. İkisi de demokrasinin ve özgürlüklerin düşmanı. İkisi de insanca yaşamı ve sosyal adaleti istemiyor. Bu yüzden “Ne AKP neoliberalizmi ne CHP kemalizmi” di-
yoruz. Ne eski ne yeni Türkiye; başka bir Türkiye mümkün. Başka bir Türkiye’yi 1 Mayıslarda devlet terörüne direnenler, Gezi Parkı’nda doğayı ve yaşamı savunanlar, Kürt sorununda eşitlik ve Ermeni Soykırımı için adalet talep edenler, kadın cinayetlerine karşı çıkanlar, her politik başlıkta özgürlük için mücadele edenler kuracak.
GÜNDEM
KİYE’Sİ MI
YOLSUZLUK VE RÜŞVET Türkiye ekonomisi zenginler için büyüyor. Yoksullar, büyümeden pay alamadan açlık sınırının altında yaşamaya devam diyor. Davutoğlu asgari ücretin artırılmasına “işverenlerin aleyhine olacağı” gerekçesiyle karşı çıkarken, AKP eliyle yürütülen neoliberal kâr düzeninden hükümete yakın çevreler de pay alıyor. Yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının üstü örtülse de AKP tabanı iddiaların gerçek olduğunu düşünüyor. Yüz binlerce dolarlık saatler, ayakkabı kutularındaki milyonlar ve bir türlü “sıfırlanamayan” paralar ile AKP’nin hırsızlığı gizlenemiyor. Eski Türkiye de yolsuzlukların ve hırsızlığın sistematik hâle getirildiği bir rejimdi. Yeni Türkiye’de de işler benzer şekilde ilerliyor.
BASKI VE DEVLET TERÖRÜ AKP, özgürlükler konusunda mücadeleyle elde edilen kazanımları bütünüyle rafa kaldırıp eski Türkiye’yi geri getirmeye çalışıyor. Erdoğan bir gün Twitter’a, bir gün gazetecilere saldırıyor. Basına, sosyal medyaya ve her yere “ayar” vermeye çalışıyor. Demokratik protesto hakkını engellemeye çalışan hükümet, gösteri yapmak isteyenlere “Benim izin verdiğim yerde yapacaksınız” diyor. Yapmayanlar için İç Güvenlik Yasası devreye sokularak insanlar gerekçe gösterilmeden “şüphe” üzerine gözaltına alınabiliyor.
HUKUKSUZLUK CENNETİ Kemalist rejim, askerlerin siyaset üzerindeki vesayetini sağlamak için yargıyı kullanıyordu. Yargı, seçilmiş hükümetleri devre dışı bırakmaya yarıyordu. Bütün baskı ve yasaklar yargı kararlarıyla tasdikleniyordu. AKP ise bugün yargıyı “paralel yapıyla mücadele” için kullanıyor. Erdoğan, 2010 referandumunda “demokrasi” diyerek yargıda hata ettiklerini itiraf etmişti. Hukuk sistemi işçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin aleyhine işleyen bir mekanizma olarak varlığını korurken, AKP suçlarının üstünü örtmek ve siyasi rakiplerini tasfiye etmek için yargıya müdahale ediyor, tahliye kararı veren hakimler hükümetin girişimiyle tutuklanıyor.
terir”
ERGENEKONLA UZLAŞMA n 2002 yılında Türk toplumunun en zengin yüzde biri mal varlıklarının yüzde 39.4’üne sahipti. 2014’te bu rakam 54.3 olmak üzere yükseldi. n 2012’de 23 milyon 668 bin olan yardıma muhtaç insan sayısı 2014’te 30.5 milyona yükseldi. Yardıma muhtaç hane sayısı 8 milyon. n En zengin yüzde 20 toplam 100 birimlik gelirin 46,6’sını almasına karşın, en fakir yüzde 20 toplam 100 birimlik gelirin 4,9’unu alıyor.
AKP’li köşe yazarları AKP dışındaki herkesi “kemalist” olmakla suçlarken, 17-25 Aralık operasyonlarının ardından gelişen süreçte Erdoğan eski rejimin en kirli unsurlarıyla uzlaştı. Paralel yapının kendilerine tuzak durduğunu anlatmak isteyen AKP, bunun için Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davalarının da “millî orduya kumpas” olduğunu söyledi. Bunun üzerine tüm darbeciler ve çeteciler sokağa salındı. Tayyip Erdoğan, Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada, Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda “aldatıldığını” söyleyerek TSK’dan af diledi. Kendi partisindeki ve tabanındaki çatlaklar karşısında zor durumda kalan AKP, çareyi eski rejimin yöneticileriyle ittifakta arıyor.
MİLLİYETÇİLİK SİLAHI
n Nisan 2015 itibarıyla dört kişilik ailenin açlık sınırı 1.334 TL, yoksulluk sınırı 4.344 TL. Agari ücret ise net 949,07 TL. Bir kişinin 1.631 TL geçim maliyeti için iki asgari ücret gerekiyor.
Kemalist rejim, devamlı dış ve iç mihraklar uydurarak Türkiye’nin “önünü kesmeye çalışan” güçlerden bahsederdi. Özellikle Gezi’den beri AKP de aynı anlatıyı sahipleniyor. Buna göre, büyüyen ve güçlenen bir Türkiye var ve bu yüzden “uluslararası komplolar” devreye sokularak “istikrar” bozulmak isteniyor. Türkiye’ye oyunlar oynanıyor. Faiz lobisi, MOSSAD vs. hepsi “üst akıl” adı altında birleşmişler.
n Ocak 2015 istatistiklerine göre Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 10.6. Yani 10 işçiden yalnızca 1’i sendikalı.
Tabii bu güçlerin içerdeki “işbirlikçileri” de var. Bunlar, AKP dışındaki hemen hemen herkes. Aleviler, Kürtler, kemalist medya, paralel yapı, Geziciler ve teröristler birleşmişler. Bu “hainler” ülkemize zarar vermek, birliğimizi parçalamak istiyorlar.
7
ÖNE ÇIKAN Canan Şahin
SAİR ZAMANLAR ANADOLU’DA: “BELA BEDENLER” “Bazı yaralar zamanla kapanmaz” diyoruz ya Ermeni Soykırımı’nın tanınmasının bile iyileştiremeyeceği kesikler için; trans seks işçilerinin yaşadığı şiddeti düşündüğümde, bu acı sitem şöyle bir cümleye tekabül ediyor: “Bazı bedenlere sürekli yeni yaralar açılır”. ‘Bela Bedenler’ mi demeli? Nefretçi ahlakı, temiz geleceği bize sunan, bir küreymiş gibi pamuklara yatıran ellerde trans kadın bedenleri yırtılacak birer çarşaf. Polisi, lümpen hipererkeksi serserisi, savcısı, kendi bedininden ve arzusundan duyduğu korkuyu başka bedenleri yok etmekte bulan fobikleriyle burası ‘kiç’ bir penetrasyon fabrikası. Burası, hesabını kendine değil başkasına kesebildiğin özgürlükler ülkesi. Korkuların en sevdiği geceler, bu ülkenin ölü korteksine sığınıp üreyebilirler. O kadar geniş bir haznesi var ki konuşulmayanın ve konuşulmaya layık görülmeyenin, bu coğrafyanının hafızası ilkelliğin en konforlu saklama kabı sanki. Bir kanlı fotoğraf ya da eşcinsellerin ve transların özgürlüğünü Kürt halkının özgürlüğüne eş kılmış bir adayın röportajının altındaki nefret yorumları, o hücreleri ölmüş limbik sistemden bağırıyorlar: “Bu tarz benim!” Abartayım mı? Kalan hücrelerimle nasıl bir sahihlik bunalımında olduğumu göstermek için daha fazla konuşayım mı? Gerçekten soruyorum. İzlemeye tenezzül etmeyeceğimiz grafik korku filmlerinde birer figüranız da haberimiz mi yok; yoksa bilinçaltını kusan bir ahlakçının kâbusuna canlı mı bağlandık? Şehveti ve şiddeti, Yeni Türkü’nün bir şarkısında tatlı bir simbiyoz gibi eşlediğimiz içeriğinden sıyıran bir usturayla traşlanıyor imge dünyamız. 2 Mayıs’ı 3’üne bağlayan gece, dört şehirde kim bilir kaç yerimizden delindik. Eş zamanlı bir komplo gibi. Öyle olsalar gözümde küçülecekler. Değiller. Ayağımızı her gün vuran nasırlar kadar sıradanlar. Daha bir gün önce 25 şehirde alanlara gökkuşağı ile girerken alkışlanmamış mıydık? Patronlu ve pezevenkli dünyanın tetikçileri ‘daha değil’ mi dedi? Bir adım attık diye iki ayağımızdan vuracaklar mı bizi hep? “Yeryüzünün Çocukları” diye başlayan sloganlar, şarkılar hatırlıyorum. Bizim coğrafyamız neresi? Şişli’de dört duvar, Gebze’de dört duvar, İzmir’de bir sokak, Ankara’da bir cadde. Bizim saatimiz kaç? Sindrella’nın uykusunun ertesi: sair zamanlar. Bizim ederimiz ne? Ahlakınızdan kanatarak attığınız bedenlerimizi çıkarsak kaç kalır? Bir peçeteye yazılmış hemşire notuna gözyaşı dökmemiz kaç travmalık boşalma? Tabii ki öfkeme denk sözcükler peşindeyim. Biliyorum nefret yasası lazım, biliyorum devletin sistematik şiddetinden hesap sorulması lazım. Seks işçilerinin sendikal haklarının tanınması lazım derhal, farkındayım. Farkındayım… Lakin, sair zamanın melekleri için hüzünlüyüm. Olabildiğim kadar.
8
GELENEK
AVRUPA’DA BİR HAYALET DOLAŞIYOR...
MARX 197 YAŞINDA! RONİ MARGULİES
Tahminimce hiçbir yerde “Marx 197 yaşında” diyen bir afiş veya pankart göremeyeceksiniz. Oysa gerçekten de öyle. Üstelik bu ay doğmuş. Az önce hesabını yaptığımda şaşırdım doğrusu. Çok olduğunu biliyordum, ama neredeyse 200 yıl olmuş, o kadarını zannetmemiştim. İnsan düşünmeden edemiyor: İki yüzyıl önce doğmuş bir adam nasıl oluyor da hâlâ konu oluyor, hâlâ izleniyor, bazı çevrelerde merak, bazılarında nefret ve korku uyandırıyor? “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor... Avrupa’nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halindeler” sözünü sanki kendisi için söylemiş! İki yüzyıl oldu, sadece Avrupa’da değil bütün dünyada egemenler hâlâ Marx’ın hayaletinden kurtulamıyor. Dünyanın neresinde bir mücadele dalgası yükselse, sömürülenler, ezilenler, yoksullar mevcut yaşam koşullarına karşı nerede isyan etse, orada Marx’ın kitapları çok satmaya, çok okunmaya başlıyor. Dünyayı değiştirmek için ihtiyaç İnsanlar belli ki içinde yaşadıkları düzenden mutsuz olduklarında, olduklarının farkına vardıklarında ve bu durum hakkında bir şeyler yapmaya karar verdiklerinde, “Bir bakalım, şu Marx ne demiş acaba” diye düşünüyor. Ve düşünmekte haklılar. Bakmayın siz 200 yıl geçtiğine, Marx’ın söylediklerinin artık geçersiz olduğunu kanıtlamak için koca koca üniversite bölümleri kurulduğuna. Kapitalizmi anlamak için, nasıl değiştirilebileceğini kestirebilmek için Marx okumaktan başka çare yoktur. Birileri işgücü istihdam ettiği ve birileri işgücünü satmak zorunda olduğu sürece; üretim insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil, kâr etmek için yapıldığı sürece; insan toplumları bu ilişki temelinde örgütlenmiş olduğu sürece, Marx’ın yazdıkları geçerli olacak. Bunlar değiştiğinde, Marx’ı siyasî ihtiyaç olarak değil, zevk için veya düşünce tarihine meraklı olduğumuz için okuyacağız. Bugün ise ihtiyaç. Görünüşe aldanmayalım! Sermaye, bizim ‘para’ dediğimiz şey değildir. İki şeyin ilişkisidir. Para, ancak işçilerin işgücünü satın almak için kullanıldığında ‘sermaye’ olur. Yani işgücü olmadan sermaye olmaz. Aynı şekilde, emek de herhangi bir çalışma veya koşuşturma değildir. Çalışma yeteneğimizi sermaye sahibine ücret karşılığında sattığımızda, yaptığımız çalışma ‘emek’olur. Emek ile sermaye birbirleriyle ilişki içinde tanımlanır ve kapitalist sistemin kalbini oluşturur. Tarihin daha önceki toplumlarında elbette çalışan insanlar ve paralı insanlar vardı, ama bunlar emek ve sermaye olarak karşı karşıya gelmiyordu, biri öbürünü satın almıyordu, aralarındaki ilişki ticarî bir ilişki değil zora dayanan bir ilişkiydi. Kapitalist sistemi ise emek-sermaye ilişkisi tanımlar, her şey bu ilişkiden doğar: Kapitalizmin doğası da, tarihi de, iç çelişkileri de, mezar kazıcısı da, hep bu ilişkiden doğar. Ve bu, “özgür” bir ilişkidir. Kimse işçileri çalışmaya mecbur etmez, herkes çalışmamakta özgürdür. Ama Marx bizi
ikaz eder! Toplumsal ilişkilerde her şey göründüğü gibi değildir. O zaman, bir daha bakalım. Evet emek-sermaye ilişkisi özgür bir ilişki. Ama işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan kişi (yani proleter, yani metal işçisi ve kömür madencisi ve öğretmen ve belediye işçisi) emek gücünü satmamakta özgür müdür? Değildir. Emeğin karşılığı Emek-sermaye ilişkisi, yine görünüşte, hırsızlık içermez. Sattığı şeyin karşılığı işçiye ücret olarak verilir. Üstelik, işçi örgütlüyse, sattığının tam karşılığını alabilir. Yani hem özgür, hem de adil bir sistem! Ama bir daha bakalım.
lar, bu nedenle “köylülük”, “halk”, “ezilenler” gibi kavramlarla pek uğraşmaz. Bunları önemsemediği için değil, sistemin kalbiyle ilgilendiği için, sistemin merkezinde emek-sermaye çelişkisi yattığı için. Bütün dünyanın işçileri, birleşin! Sermaye boş duramaz. Kâr etmek, tekrar üretime girmek, daha çok kâr etmek, tekrar üretime girmek zorundadır. Ne üretildiği sermaye için hiç önemli değildir, ne kadar kâr ettiği, ne kadar büyüdüğü önemlidir. Şu veya bu sermaye sahibi iyi niyetli ve insancıl olabilir, kârını tekrar üretime yatırmak yerine başkalarına dağıtabilir. Ve iflas eder, rakipleri onu yutar, sermayenin döngüsü devam eder.
İşçi, günde sekiz saat çalışma yeteneğini satar, bunun karşılığını alır. Evet. Ama sekiz saat boyunca ürettikleri kendine ait değildir. Ve bu ürettiklerinin değeri, satıp karşılığını aldığı şeyden daha yüksektir. Aradaki fark kârdır. Sermaye sahibinin cebine girer. Sömürü, teknik anlamıyla, budur. Emek gücünü sermayeye satan herkes bu sömürüye maruz kalır.
Sermaye birikimi kapitalizmin doğası ve lokomotifidir. Sadece işçi değil, patron da buna tabidir.
Ve bu düzeni değiştirmek, azıcık değil de kalıcı olarak ve kökünden değiştirmek bu noktada mümkündür ancak. Emeği de sermayeyi de ortadan kaldırarak mümkündür.
Kapitalizm dünya çapında bir sistem. Herhangi bir ülkenin millî sınırları içinde bu sistemden kurtulmak mümkün değildir.
Marx bu nedenle işçi sınıfının merkezî konumunu vurgu-
“Millî” solculuğun gülünçlüğü de bundan kaynaklanır.
Ve birikim coğrafyayla, ülkelerle ilgilenmez, anadili ve milliyeti yoktur. Kapitalizm ilk gününden itibaren uluslararasılaşmaya, küreselleşmeye başlamıştır. Nerede kâr varsa, oraya gitmiştir. Emperyalizmin kaynağı budur.
SINIF MÜCADELESİ
METAL İŞÇİLERİ ÖRGÜTLENİYOR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TAŞERON SİSTEMİ TÜMDEN KALDIRILMALI Türkiye’de taşeron sisteminin ne kadar insanlığa aykırı bir çalışma biçimi olduğunu iktidar da kabul etmiş olacak ki, Başbakan Davutoğlu “6 bin taşeron işçisine kadro vereceğiz” diye bir söz vermek zorunda kaldı. Taşeron sistemi, temel demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı, sendikal hakların yok edildiği, güvencesiz ve kuralsız çalışmanın egemen olduğu, düşük ücretle çalıştırılmanın esas olduğu bir “kölelik” düzenidir.
Bursa’da Türk Metal sendikasının ihanet sözleşmesine
karşı haftalardır direnen metal işçileri, fabrikalar arasındaki koordinasyonu sağlayacak bir kurul oluşturdu. Renault, Coşkunöz ve Mako fabrikalarından işçilerin yer aldığı kurul, tüm fabrikalara iç örgütlülüklerini güçlendirme çağrısı yaptı. Türk Metal’e 5 Mayıs’a kadar süre veren metal işçileri, sendika liderliğinin tutumunu değiştirmemesi durumunda Türk Metal’den toplu olarak istifa edecek. Fabrikalar Arası Kurul, ikinci toplantısında aldığı kararda “Metal işçisi kendi yolunu çizecek” darken, açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “İstifaların ardından süreci fabrikalarda öncü arkadaş-
lardan oluşacak kurullar ile genel olarak Fabrikalar Arası Kurul yürütecektir. Bundan dolayı hiçbir hesap gütmeden tüm fabrikaların ve fabrikalardaki işçi arkadaşlarımızın bu kurullarda temsili sağlanmalıdır. Bu metal işçisini, farklı hesabı olan, böylelikle metal işçisini bölüp parçalayacak olan güçlere karşı birleştirecektir. Hakları için mücadele eden metal işçisi güvenle taleplerini elde etmek için mücadelesini sürdürecektir. Fabrikalar Arası Kurul’a katılan ve bunun için sorumluluk alan işçiler, çeşitli nedenlerle bu kurula katılamayan işçi arkadaşları selamlarken, mevcut kopuklukları gidererek bu süreci tek merkezden yürütmek için bütün işçileri bu kurulda yer almaya, omuz omuza yürümeye çağırıyor. Bütün metal işçisi kardeşlerine selamlarını gönderiyor.”
FABRİKALARDAN, İŞYERLERİNDEN, OFİSLERDEN HABERLER n İki ayı aşkın süredir işe geri alınmak için direnişte olan Divan Turizm işçileri, Taksim’deki Divan Otel önünde bir kez daha eylem yaptı. n Mersin Büyükşehir Belediyesi’nde geçtiğimiz yıl işten çıkarılan taşeron işçileri, işe geri alınacaklarının açıklanması üzerine direnişi sonlandırdı. n Sağlık meslek örgütleri, ASM ve TSM çalışanlarına esnek ve güvencesiz çalışmayı dayatan yönetmeliklere karşı 20-21-22 Mayıs’ta üç gün iş bırakma kararı aldı. n Dersim’de AKP’li Pertek Belediyesinin işten çıkardığı 6 işçinin açtığı davada, mahkeme işçilerin işe iadesine karar verdi. Kararın bir yıl içinde işten atılan ve şu an dire-
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
1915’LE YÜZLEŞME KOMİSYON BIRAKILABİLİR Mİ? Cumhuriyet tarihi boyunca katliamlara ve kirli savaşa maruz kalmış bir halk, aynı acıları yaşayan halkların taleplerini de savunuyor. HDP’ye oy vermemizin ve barajı aşması için sokakta kampanya yapmamızın başlıca gerekçelerinden biri, bu topraklarda egemen sınıfların isteği doğrultusunda devlet tarafından işlenen tüm soykırım ve katliamlarla yüzleşme çağrısı yapması. 1915 Ermeni Soykırımı’nı tanıyan meclisteki tek parti olduğu için, Taksim’de 24 Nisan anmalarını başlatan ve sürdüren bizler HDP’ye oy vereceğiz.
nişte olan 51 işçi için de emsal olması bekleniyor. n Düşük ücretlere sigortasız çalıştırmaya ve resmi tatillerin uygulanmamasına karşı bir hafta grev yapan Karahan Nakış işçileri taleplerini kazandı. n Van’ın Muradiye ilçesinde belediye bünyesinde taşeron olarak çalışan işçiler, taşeron sisteminin kaldırılması talebiyle Saat Kulesi’nde basın açıklaması yaptı. n Ankara’da Yılmaz Çelik Hasır işçilerinin, alacakları için fabrika önünde sürdürdükleri nöbet 40. gününü geride bıraktı. 2 aylık ücretleri ve kıdem tazminatları için fabrikadaki makinelerin kaçırılmasına izin vermeyen işçilere patron tehditleri ise sürüyor.
AKP bu seçimlerdeki tek rakibi HDP’yi yıpratmak için her yola başvuruyor. Ermeni düşman köhnemiş ırkçı fikirleri diriltmek gibi. CNN Türk’te bir gazeteci Demirtaş’a şunu sordu: Toplumun yüzde 80-90’ının karşı çıktığı bir şeyi seçim beyannamenize almanız demokrasiye aykırı değil mi? Demirtaş, Ermenilerin başlarına gelenlerle bu topraklarda gerçekleşen başka soykırım ve katliamların tanımını yapmadıklarını, bunları mecliste kurulacak Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu’nun araştıracağını, çıkan sonucu halka sunulacağını ve halk ne karar verirse siyaset kurumunun ona uyacağını söyledi. Toplumsal yüzleşmeye bağlanan bu yaklaşım yanlış. Hakim fikirler, hakim sınıfın fikirleridir. Ermeni soykırımını inkarı hakim burjuva fikirlerden biridir. 100 yıl sonra yaygın ve diri olmasının nedeni soykırımın devamcısı olan devletin bütün kurumlarıyla inkarcılık yapması, sermaye partilerinin bu konu gündeme gelince aralarındaki
Taşeron işçiler genellikle asgari ücretle çalışırlar, kıdem tazminatı alamazlar. Yıllık izin hakları engellenir, yasaların öngördüğü pek çok sosyal haklar verilmez. Çalışma koşulları ağır olan tehlikeli işlerde çalıştırılırlar, iş kazalarında ölen işçilerin yüzde 80’i taşeron işçilerdir. Taşeron firmalarda çalışan işçilerin hiçbir iş güvencesi yoktur. Olağan çalışma süreleri 10-12 saat arasında değişir. Angarya işlerde sigortasız çalışmak, ücret kesintilerine, işten atılmalara maruz kalmak sık rastlanan durumlardır. Taşeron işçiler, aynı işi yaptıkları kadrolu işçilerden daha az ücret alırlar. Kriz dönemlerinde kolayca işten çıkarılırlar. Türkiye’de yaklaşık 4 milyon işçi taşeron sisteminde çalışıyor. Kamu kurumlarında çalışan taşeron işçi sayısı 600 bini buluyor. 2014 yılında çıkarılan bir yasa ile 2015 yılının başından itibaren taşeronlaştırma, özel istihdam büroları aracılığı ile tüm işlere ve işyerlerine yayılmış durumda. Sendikalar yıllardır mücadele etmelerine rağmen şimdiye kadar taşeron sistemini durdurmayı başaramadı. Ama son dönemde artan iş cinayetlerine karşı toplumun genelinde oluşan tepkinin de etkisi ile Türkiye’de artık taşeron sistemini savunmak hiçbir iktidarın işine gelmiyor. Sendikalar, toplumda oluşan bu taşeron karşıtı havayı doğru kullanarak, taşeron sistemine çok etkili bir darbe vurabilir, sistemin ortadan kaldırılması için önemli adımlar atabilirler. Sendikalar “taşeron sisteminin tümden ortadan kaldırılması” konusunda tüm partilere ve özellikle de iktidar partisine baskı yapmalıdır. Sadece altı bin taşeron işçisine kadro vermek yetmez. Taşeron sistemi tümden kaldırılmalı, taşeron işçilerin sendikalaşmasının, toplu sözleşme ve grev yapabilmesinin önü açılmalı, taşeron sistemi yasal olarak yasaklanmalıdır. İşçiler, siyasi iktidarlara bunu yaptırabilir mi? Elbette yaptırabilir. Ama bunun için işçi örgütlerinin bir araya gelmesi ve işçi sınıfının birleşik eylemi gerekir. tüm anlaşmazlıkları rafa kaldırıp devleti savunmasıdır. Okul kitaplarından günlük gazetelere, hayatın her alanında Ermenilere düşmanlık her dönem yükseltilen bir değer. Devlet tutum değiştirip, 1915’te gerçekleşen insanlık suçlarını kabul etmeden, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeden tek tek insanlardaki ırkçı ve milliyetçi nefret yok olmaz. Tam da bu yüzden kanlı geçmişle yüzleşme mücadelesi, 1915’te işlenen suçları devlete kabul ettirme kavgasıdır. 1915 ne bir meclis komisyonu tartışmasına havale edilebilir ne de bu insanlık suçuna ortak edilen çoğunluk devlet tavır değiştirmeden bu durumdan kurtulabilir. Bir oy bile önemli, ancak HDP gibi mücadeleden gelen bir parti ne gerekçeyle olursa olsun 1915 Ermeni Soykırımı’nı tanıyan doğru tutumunu belirsizleştirmemeli. Soykırımın 100. yıldönümünde devlet köşeye sıkışmış, resmi ideoloji darmadağın. Sevgili Selahattin Demirtaş, lütfen ilk tutumunun arkasında dur. İnkarcıları birlikte yenelim.
10 MEKTUP&DUYURU
ANKARA’DA COŞKULU 1 MAYIS TOPLANTI DUYURULARI 7 Mayıs Perşembe 19:00 Beyoğlu
İZMİR’DE 1 MAYIS’A YOĞUN KATILIM İzmir 1 Mayıs’ı, yine Taksim meydanının yasaklanmasının ve polis saldırılarının gölgesinde kalsa da kutlamalar yapan insanların bedenleri alanda, akılları İstanbul’da olsa da gayet coşkulu ve yoğun bir katılımla gerçekleşti. Bizler de, “Soykırımın Tanınması İçin Oylar HDP’ye”, “Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur Demek İçin Oylar HDP’ye”, “Homofobi ve Transfobiye Karşı Oylar HDP’ye” gibi, neden 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy vermek gerektiğini dile getiren dövizlerimiz ile yürüyüşe katıldık ve Gündoğdu Meydanı’na girdik. Toplumsal muhalefetin her alanında, yeni bir umut dalgası yaratabilme potansiyelini içerisinde barındıran HDP’ye, DSİP’in oy çağrısı yapmasının arkasındaki siyasal motivasyonu 1 Mayıs yürüyüşündeki dövizlerimize ve sloganlarımıza doğrudan yansıttık. Sokakta Mücadele, Sandıkta HDP! Ziya Dinçsoy
KİTAPÇILARDAN İSTEYİN!
100. yıl değerlendirmesi ve Ermenistan izlenimleri Konuşmacı: Gonca Yıldız Leyla Teras İstiklal Cad. Mis Sok. No:6 Kat:4 Beyoğlu Şişli
Evrim ve insan doğası Konuşmacı: Tolga Yıldız Nakiye Elgün Sok. No:32/3 Osmanbey Kadıköy
Ankara’da 1 Mayıs bu defa sanki bir başka havadaydı. İşçi sınıfının birlik dayanışma, mücadele gününe işçi sınıfının öz örgütleri olan sendikaların yanı sıra, yaklaşan genel seçimin etkisiyle olsa gerek, siyasi partiler de her zamankinden daha güçlü bir katılımla alandaydı. İstanbul’daki yasak, baskı ve saldırıların aksine, Ankara’da miting alanına giriş esnasında üst araması dahi yapılmadı. Polis saldırısı olmayan yerde, en küçük bir olay dahi çıkmadığı bir kez daha açıkça görüldü. Kürsüden Kürtçe ve Türkçe konuşmalar yapıldı ve miting olaysız bir şekilde sona erdi. Bu sene Halkların Demokratik Partisi (HDP) korteji de hatırı sayılır büyüklükteydi. Biz DSİP olarak HDP kortejinin
hemen arkasında yer aldık. “Sokakta mücadele, sandıkta HDP” yazılı gösterişli pankartımız, dövizlerimiz, davulumuz ve sloganlarımızla en azından bulunduğumuz bölgeyi canlandırdık ve renklendirdik. Ama sadece renkliliğimizle değil, siyasi kararlılığımız ve netliğimizle de dikkatleri üzerimize çektik. Üç günlük tatilin de etkisiyle sayımız fena olmamakla birlikte, asla yeterli değildi. Daha büyük bir DSİP örgütünün, bulunduğu yerdeki atmosferi belirleyeceğini biliyoruz. Bunun için daha fazla örgütlenmek, örgütlenmek ve yine örgütlenmek gerektiğini de. Hepimize kolay gelsin! Atilla Dirim
DSİP KADIN KONFERANSI 16 Mayıs 2015 (Cumartesi) 12:00 – 13:30
Kapitalizm ve Cinsiyetçilik Konuşmacılar: Nurdan Düvenci, Ayşe Demirbilek 16:00 – 17:30
“Ne demek?” atölyesi Moderatör: Gonca Şahin 17 Mayıs 2015 (Pazar) 13:00 – 14:30
Cinsiyetçilik, Milliyetçilik ve Militarizm Konuşmacılar: Doğuş Derya (FEMA aktivisti, Kıbrıs milletvekili) Yıldız Önen (Küresel BAK) 15:00 – 16:30
Cinsiyetçiliği nasıl yeneceğiz? Konuşmacı: Meltem Oral Yer: İsmail Beşikçi Vakfı
www.altust.org
İstiklal Cd. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu - İstanbul İletişim: 0531 451 62 51
Özgür Kıbrıs mümkün! Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 Üsküdar
Marksizm ve Din konuşmacı: Roni Margulies Daimler Cafe Tunusbağı Caddesi 46/B
14 Mayıs Perşembe 19:00 Beyoğlu
Özgür Kıbrıs mümkün! Konuşmacı: Meltem Oral Leyla Teras İstiklal Cad. Mis Sok. No:6 Kat:4 Beyoğlu Şişli
Özgür Kıbrıs mümkün! Konuşmacı: Deniz Güngören Konuşmacı: Nakiye Elgün Sok. No:32/3 Osmanbey Kadıköy
Kapitalizmden sonra yaşam Konuşmacı: Ferda Keskin Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 Üsküdar
Hukuk: Kimin için, neye göre? Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Daimler Cafe Tunusbağı Caddesi 46/B 15 Mayıs Cuma 19:00 Fatih
Özgür Kıbrıs mümkün! Konuşmacı: Faruk Sevim Beyrut Kafe At Pazarı Meydanı, No: 7
BİZİ ARAYIN:
Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171 www.sosyalistisci.org
EKONOMİPOLİTİK 11
PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİNİ NASIL DEĞERLENDİRMELİ? toplumsal tahayyül için paranın nerden bulunacağı değil, bu tahayyülün toplum tarafından benimsenip benimsenmeyeceğidir.
ÜMİT İZMEN
AKP, CHP ve HDP’den sonra MHP de seçim beyannamesini açıkladı. Tüm partilerde ekonomik konular baş sırayı işgal etti. Geçmişte de ekonominin ve özellikle ekonomik vaatlerin aynen bugün olduğu gibi ana gündem konusu olduğu seçim dönemleri olmuştu. Bu aslında siyasette normalleşmenin en önemli göstergesi. Aynı zamanda, gelecek dönemde siyasetin, geçmiş dönemden farklı olarak kimlikler üzerinden değil, sınıflar üzerinden yapılacağının da öncü işareti. Bunun da nedeni Türkiye’de emek mücadelesinin son yıllarda hızla yükselmiş olması. Emek mücadelesi yükseliyor çünkü Türkiye ekonomisinin durumu ne olursa olsun, emekçiler açısından ekonomik durum giderek zorlaşıyor. Yandaki grafikten de görüldüğü gibi, 2009 yılında bu yana enflasyondan arındırılmış asgari ücret, ekonomideki büyümenin gerisinde kalmış; üretilen değerin bölüşümünde emek hak ettiği payı alamamış. Ekonomide işlerin çok da parlak olmadığını, üç yıldır patinaj çekiyoruz diyen Erdoğan da teslim etmişti. Partilerin ekonomik vaatleri tartışmasında en çok tartışılan konu vaatlerin ne ölçüde gerçekçi olduğu. Ama bana kalırsa burada önemli olan rakamsal hedeflerin gerçekçiliğinden çok, partilerin ülke yönetimine hangi açıdan baktıkları. Yoksa 2023 yılı hedeflerini çoktan rafa kaldırmış olan AKP’nin yanında, diğer partilerin seçim vaatlerinin gerçekçiliğinin lafı bile olmaz. AKP’nin beyannamesini tek cümle ile özetlemek mümkün: “Şimdiye kadar yaptıklarımız, yapacaklarımızın da teminatıdır”. AKP’nin gelecek dönem için vaat ettiği ekonomik perspektif, zaten hali hazırda çeşitli planlarda, strateji belgelerinde, reform programlarında filan çoktan kayda geçmiş adımlardan oluşuyor. Yani AKP’nin belli ki artık topluma söyleyecek yeni bir şeyi kalmamış. Geleceğini toplumun talepleri üzerine değil, kendi geçmişi üzerine kuruyor.
HDP’nin bildirgesindeki konu başlıklarının AKP ve CHP bildirgelerindeki tematik başlıklar yerine toplumsal katmanlar (yani HDP bildirgesindeki dil ile “biz”ler) olması da bu yeni yaşam tahayyülünün kuvvetli bir ifadesi. AKP ve CHP’den farklı olarak HDP’de ekonomideki öncelikler kamu maliyesi, bilişim, enerji vb alanlarda neler yapılacağı değil, ekonomi politikalarının hangi tercihlerle kimler lehine (yani “bizler”in açılımı...) nasıl kullanılacağı olarak kurgulanmış. üzerindeki denetimini artırmak” olarak vurgulanmış. HDP’nin seçim bildirgesi, bütünsel olarak bir gelecek tahayyülü çiziyor; bence önemi de orada. İçindeki tektek maddeleri cımbızlayarak tartışmak bence beyannamenin ruhuna aykırı. Buradan bakınca, HDP’nin hedeflerinin gerçekçi olup olmamasının da hiçbir önemi yok; çünkü burada çizilen çerçeve farklı bir bölüşüm ilişkisini esas aldığı için bu sistemin üreteceği rakamsal büyüklükler var olan sistemle karşılaştırılabilir değil. Bu nedenle asgari ücret, çalışma süresinin ücret kaybına yol açmadan 35 saate düşürülmesi, sosyal yardımların GSYH’nın %3’üne yükseltilmesi gibi başlıklarda gördüğümüz gibi toplumsal bölüşüm ilişkilerinde topyekun değişikliğe yol açacak bu ekonomik modele AKP’nin yönelttiği kaynak nerede sorusunun cevabı, şu ya da bu rakamsal hesaplama olamaz. Konu bu yeni
Ekonomide ortaya çıkan değerin daha adaletli bölüşümünü esas alan HDP programı bu değerin nasıl üretileceği konusunda daha az ipucu veriyor. Yine de, üretim önceliklerinin doğal, tarihi ve kültürel çevreyi korumayı hedefleyen, güvencesiz, sigortasız, sendikasız, kayıtdışı çalışmaya karşılık, emekten yana, sendikal hak ve özgürlükleri genişletmekten yana olduğunu görüyoruz. HDP’nin ekonomi bölümünün girişinde dayanışmacı, halkın iradesiyle kararların alındığı, toplumsal ihtiyaçları karşılamayı ve ekosistemi korumayı esas alan ekonomi politikaları ile eşitlikçi, paylaşımcı, cinsiyet eşitlikçi, ekolojik bir Güvence Ekonomisi inşa edileceği vurgusunun ötesinde üretime ilişkin pek ipucu yok. HDP’nin ekonomi tahayyülün en önemli eksikliği, bölüşüm ilişkilerindeki değişime denk gelecek üretim ve mülkiyet ilişkilerinin nasıl olması gerektiği. Bu da umalım ki bir sonraki seçimlerin sıcak tartışma konusu olsun.
CHP’nin ekonomik vaatleri, AKP döneminde kötü yönetilen ekonominin iyi yönetileceği tezi üzerine kurulu. CHP, mevcut ekonomik sistemden köklü bir sapma değil, “neoliberalizmden farklı olarak piyasanın iyi ve adil bir biçimde düzenlendiği ve kamunun güçlü bir destekleyici role sahip olduğu bir yaklaşım” benimsiyor. Piyasanın ne kadar iyi ve adil olabileceğini, ekonomi sayfası için değil, çocuklara masallar sayfası için yazmayı planlıyorum… Ama yine de CHP’nin bildirgesinin emekçilerden, dar gelirlilerden, oy almayı hedeflediği de aşikar. “Ankara’nın başkent işlevlerini güçlendirecek, devlet kurumlarının ve kamu bankalarının merkezlerinin başka illere taşınmasına izin vermeyeceğiz” gibi simgesel olmanın yanında hiçbir anlam taşımayan bildik CHP tadında öneriler de olsa, kıdem tazminatının koruma altına alınması, taşeronlaşmanın sona erdirilmesi, sendikal hakların genişletilmesi, ekolojik anayasa, aile sigortası gibi CHP’yi sosyal demokrat bir parti olmaya yaklaştıran politikalar da var. Belli ki bir yandan yükselen emek mücadelesi bir yandan HDP’nin yarattığı rüzgar, CHP’nin ekonomi politikalarını eskiye kıyasla biraz daha sola çekmesine yol açmış. HDP’nin ekonomi politikaları ise bambaşka bir perspektiften, bölüşüm perspektifinden oluşturulmuş. HDP bildirgesinin ekonomi bölümünün girişinde temel perspektif, “tüm değerleri üreten, ancak ürettikleri üzerinde söz ve denetim hakkı bulunmayan emekçilerin ekonomik ilişkiler
Türkiye ekonomisinin durumu ne olursa olsun, emekçiler açısından ekonomik durum giderek zorlaşıyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
NEDEN HDP’YE OY VERMELİYİZ? KUBAN KURAL
HDP bugün siyasetin anahtarı hâline gelmiş durumda. Ki-
litlenmiş siyaset alanının aktörleri olan; eskimiş ve bir o kadar devletleşmiş Ak Parti, klasik ulusalcı çizgisini makyajla kapatmaya çalışan CHP ve Türk milliyetçiliğinin en rijit hâli MHP. Anahtar ise devleti istemek yerine devletten istemeyi tercih eden HDP. Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşmek şiarıyla çıktığı yolda, ağırlıklı olarak sol cenaha açılması ve İslamcı (Ak Partileşmemiş ve devletleşmeyi reddeden) kesimden temsilciler barındıran bir bütünlüğe dönüşmesi, Kürt sorununun farklı enstrümanlar ile ülke gündemine gelmesine hizmet ediyor. Ki belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin, adına Çözüm Süreci denen sürecin eşit yurttaşlık temelinde barışa evrilmesi olduğu bu günlerde, bu çeşitliliğin varlığı paha biçilmez. Ayrıca gerek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerekse şu an yaşadığımız seçim döneminde kullandığı dil ile her kesime hitap edeceklerini en net ifade eden Selahattin Demirtaş, nobranlaşmış devlet dilinin yanında siyasetin dilini hatırlatıyor bizlere. HDP’ye oy vermek önemli! Çünkü ülkenin siyaset üreten ve devleti ele geçirmeyi değil halka sunmayı hedefleyen bir siyasi partiye belki de hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. HDP’ye oy vermek önemli! Çünkü ülkenin devletçi reflekslerini minimize etmiş, Türk sorununa da çözüm üretebilecek bir perspektife ihtiyacı var. HDP’ye oy vermek önemli! Çünkü bu ülkede zihni devletin milliyetçilik zehriyle iğfal edilmiş geniş kesimlerin özgürleşmeye ihtiyacı var. HDP’ye oy vermek önemli! Çünkü ülkenin bütün bastırılmış,
SOSYALİZM SOHBETLERİ Meltem Oral
İKTİDARI ALMADAN DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİR MİYİZ? Türkiye’de kalabalık anarşist gruplar olmasa da son yıllarda birçok bağımsız aktivist kendini anarşist veya otonomist olarak tanımlıyor. Farklı başlıkları olsa da anarşizm ve otonomculuk birçok noktada kesişiyor. Bu kesişim noktalarının devrimci marksizmden ayrımlarını birkaç temel başlıkta kategorize etmek mümkün: Liderlik, devrimci partiler ve devletin rolü. Reformist partilerin ve sendikaların liderliklerinin pek iç açıcı tablo sunmadığı bir gerçek. Sendika liderleri mücadelenin içinden gelseler de çalışma koşulları değiştikçe hızla temsil ettikleri işçi sınıfının gündelik hayatından
yok sayılmış, görünemeyen kimliklerinin özgürce sorunları-
muz post-kemalizmi geriletmek, uzun vadede ise bütün tor-
nı ifade edeceği iklimi vadeden ama bunu eşitlik perspekti-
tularıyla birlikte ondan kurtulmak için gerekli.
finde dillendiren bir umuda ihtiyacı var.
Kısaca, HDP’ye oy vermek geçmişin bütün kirinden kurtul-
HDP’ye oy vermek önemli! Çünkü daha kemalizmin tortu-
mak ve yeni, özgür bir gelecekten özgüvenle bahsedebilmek
larını üzerimizden atamadan bir anda karşımızda bulduğu-
için gerekli...
kopuk bürokratlara dönüşebiliyorlar. Ancak marksizmin tariflediği ‘liderliğin’ bu durumla bir alakası yok. İş yerinde grevi savunan da Soma’da mahkemeye girmesin diye konulan polis barikatlarını omuzlayarak aşan da Baltimore’da ırkçı polislerin karşısına dikilen de liderdir. Liderlik tartışmasının doğrudan bağlandığı diğer konu siyasi partilerin rolüdür. Tüm dünyadaki parlamenterist partilerin çıkarcılığını, yozlaşmışlığını, hiyerarşisini reddetmek gerekir. Diğer yandan devrimci partilerin rolü işçi sınıfının farklı deneyimlerini mücadelenin genel stratejisi için birleştirmekten başka bir şey değildir. Kapitalist sistem IMF’den devletlere kadar inanılmaz derece örgütlü bir yapıya sahip. Bu sistemi ancak kendi örgütlü gücümüzle değiştirebiliriz. Kapitalizmin örgütlülüğünün en berrak görüldüğü kurum devletlerdir. Devlet zengin azınlığın toplumdaki yönetici sınıf konumunu ‘şiddetle’ korumak adına oluşturulmuş bir araçtır. Sosyalistler zengin azınlığın çıkarlarını koruyan
mevcut devlet aygıtının işçi sınıfı tarafından parçalanmasının ve çoğunluğun kendi çıkarları için oluşturduğu öz yönetim-denetim organlarıyla yeni bir toplumun inşasının mümkün olduğunu savunur. Birçok anarşist, bu hedefin yeni iktidarlar ve yeni güç ilişkileri yaratmak anlamına geldiğini savunur. İşçi sınıfının öz iktidarına karşı ‘iktidar olmadan dünyayı değiştirmek’ gerek diyenler sistemin içinde kendi alanlarımızı yaratarak toplumu değiştirebileceğimizi söylüyor. Mekan işgalleriyle otonom ‘alanlar’ yaratarak kapitalist sistemin içinde bir alternatif oluşturabileceğimize dair görüşler Türkiye’de de yaygın. Ancak işgal evinin penceresinden görünen manzara devletin hayatın her alanında görmezden gelinemeyecek kadar örgütlü ve baskıcı olduğu. Sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz bir ürünü olarak devlet kendisine yönelik her türlü tehlikeyi ezmeye çalışır. Kapitalizmi yenecek olan uluslararası işçi sınıfının kitlesel mücadelesidir.