Si572

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

572

24 Ağustos 2016 2 TL. sosyalistisci.org

DEVLET ELİNİ CEK ,

SURİYE'DE SAVASA ,

HAYIR!

Türkiye Suriye’nin iç işlerine hiçbir şekilde karışmamalıdır. Suriye’ye sadece yaralarını sarmak için insani yardım yapılmalıdır. Sağlık, yiyecek ve iç savaşta yıkıma uğrayan Suriyelilerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için çaba göstermelidir. Sınır kapısını açmalı ve Suriyelilerin geçişişine izin vermeli, Türkiye’de Suriyelilerin mülteci hakkını tanımalı ve yaşam standartlarının yükselmesi için bütçe ayırmalı, AB ile göçmen pazarlığı yapmaktan vaz geçmelidir. Türkiye ne ABD liderliğindeki koalisyonla ne de Rusya liderliğindeki emperyalist blokla beraber davranmalı. Suriye halkının kendi kaderini belirlemesi için çabalamalı.


2

GÜNDEM

ÇÖZÜM İÇİN YÜKLENELİM SURİYE’DEN ELİNİZİ ÇEKİN! Bütün ülkelerin, bütün emperyalist güçlerin, bütün alt emperyalist devletlerin aynı anda bombaladığı tek bir ülke var: Suriye! Türkiye de Suriye’yi bombalayan ülkeler arasında. 22 Ağustos’ta ise ilk kez PYD güçlerini bombaladı. Bir yandan PYD’yi ve aynı anda IŞİD’i bombalayarak, iç politikada sık sık tekrarladığı, “Biz hepsine karşıyız” yaklaşımına sadık kaldığı izlenimini de vermeye çalıştı. Bütün kaynaklar Türkiye’nin Cerablus’a bir operasyon yapmaya hazırlandığını dile getiriyor. Gaziantep’te bir kına gecesinde IŞİD’in canlı bomba eylemi yapması üzerini örtmüş gibi görünse de devlet Suriye’de kendisine bağlı Suriyeli güçlerle Cerablus’a saldırarak bölgeden IŞİD’i temizlemeyi amaçlıyor. Böylece hem IŞİD’i sınırdan iteleyecek hem de devlet açısından çok daha önemli olduğunu bildiğimiz, Kürt koridorunu engelleyecek. Kobanê’den Afrin’e bir Kürt koridorunun engellenmesi, başbakan Binali Yıldırım’ın 22 Ağustos’ta yaptığı basın açıklamasında bir kez daha söylediği gibi, devlet açısından ölüm kalım meselesine indirgenmiş vaziyette. Türkiye, Rus uçağının düşürülmesinin ardından aylara yayılan bir manevra yaparak yeniden Suriye’ye askeri müdahalede bulunmak için bir fırsat elde ettiğini düşünüyor. Bu fırsatı kullanırken de ilk kez IŞİD’e karşı ABD liderliğindeki koalisyona katılıp Suriye’yi vurmaya başladığında yaptığını yaparak, IŞİD gösterip Kürtleri hedef alıyor. IŞİD’e birkaç uçak saldırısından sonra Kandil’i bombalamaya başladığı gibi devlet bugün de PYD’ye karşı müdahalesine IŞİD gerekçesiyle zemin hazırlıyor. Devletin savaş korosunun en önünde yer alabileceğini düşünmesine neden olan adımlardan ilki, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Rusya’yla ilişkilerin daha hızlı toparlanması ve Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta Putin’le görüşmesi. Rus uçağının düşürülmesinden sonra Türkiye açısından uçuşa yasak bölge haline gelen Suriye’de Türkiye Putin görüşmesinden sonra elini daha rahat hissediyor. Bir başka adım ise Türkiye’nin İran’la ilişkilerinin Suriye’ye müdahalede model ortaklık haline gelebilecek kadar ileri bir aşamaya taşınması. O kadar ki Binali Yıldırım, bölgeye sadece Türkiye ve İran’ın müdahale edebileceğini, zira bu iki ülkenin “buralı” olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gitti. Kuşkusuz Türkiye’yi hızlandıran etken, PYD’nin ağırlıklı askeri güç olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin Membıç’ten IŞİD’i kovmasıyla, Türkiye sınırında bir Kürt koridoru ihtimalinin daha da güçlenmesi. Türkiye, Suriye’de Kürt düşmanı politikalardan hemen vaz geçmelidir! Bu politikalar, devletin Suriye’nin iç işlerine aktif bir şekilde karışmasıyla elele gidiyor. Türkiye Suriye’nin iç işlerine hiçbir şekilde karışmamalıdır. Suriye’ye sadece yaralarını sarmak için insani yardım yapılmalıdır. Sağlık, yiyecek ve iç savaşta yıkıma uğrayan Suriyelilerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için çaba göstermelidir. Sınır kapısını açmalı ve Suriyelilerin geçişişine izin vermeli, Türkiye’de Suriyelilerin mülteci hakkını tanımalı ve yaşam standartlarının yükselmesi için bütçe ayırmalı, AB ile göçmen pazarlığı yapmaktan vaz geçmelidir. Türkiye ne ABD liderliğindeki koalisyonla ne de Rusya liderliğindeki emperyalist blokla beraber davranmalı. Suriye halkının kendi kaderini belirlemesi için çabalamalı. Türkiye sınırları içinde yeniden çözüm sürecini başlatmalı. Kürt düşmanlığını politikasının temel ekseni yapmaktan vaz geçmeli. Suriye’nin bataklığa dönüşmesinde belirleyici olan devletlerle işbirliğine ve Suriye’nin iç savaşına katkıda bulunan mezhepçi yaklaşımlara son vermeli.

KEMAL BAŞAK

Çoğunluğunu emekçi insanların oluşturduğu kitlelerin tanklara karşı vücutlarını siper ederek seçilmiş hükümeti koruması ve 15 Temmuz Darbe Girişimini bastırması, Kürt sorununun barışçıl çözümü için yeni bir fırsat yarattı. Kürt halkının yaşadığı şehirlerin enkaza dönmesinde, binlerce kişinin ölmesi ve sakat kalmasında doğrudan sorumluluğu bulunan generallerin darbecilikten tutuklanmasından sonra Kürt siyasetçilerden peş peşe “müzakereler yeniden başlasın” açıklamaları geliyor. Geçtiğimiz hafta içinde Meclis kürsüsünde Osman Baydemir’in, HDP grup toplantısında Selahattin Demirtaş’ın yaptığı çağrılara KCK Yürütme Konseyi’nden olumlu yanıt geldi: “AKP iktidarının Kürt sorununun çözümü konusunda gerekli iradeye sahip olduğunu ortaya koyması ve çözüm için adım atacağını Türkiye halklarına taahhüt etmesi, HDP’nin de içinde olduğu bir Meclis Heyetinin Önderliğimizle görüşerek çözüm müzakerelerini hemen başlatma kararını alması ve Önder APO’nun bu süreçte kendi örgütü dahil, parlamento içi ve dışındaki tüm siyasi partiler, Aleviler başta olmak üzere demokratikleşme ve kendi sorunlarının çözümü konusunda görüşü olan topluluklar, sivil toplum örgütleri ve aydınlarla görüşmesine imkan yaratacağını ortaya koyması halinde,

REWHAT

Özgürlük Hareketi olarak biz de atılacak adımlar ve karşılıklı taahhütler çerçevesinde üzerimize düşen sorumlulukları her bakımdan yerine getirmeye hazırız.” KCK’nin doğrudan Parlamentoyu muhatap kabul ederek yaptığı bu açıklamanın üzerinden saatler geçmeden IŞİD doğrudan Kürt yurttaşları hedef alan vahşi bir katliam daha gerçekleştirdi. Katliama rağmen, Kürt siyasetçiler barış ve çözüm mesajları vermeye devam ediyor. Taziye ziyaretinde “Barbarlardan alınabilecek en iyi intikam, ülkeyi barışa götürmektir. Ülkemizi iç savaşa sürükleyen hiçbir tezgahta olmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş, Kürt tarafının kararlılığını bir kez daha ortaya koydu. Ardından, çözüm süreci boyunca Abdullah Öcalan’la görüşmeleri sürdüren HDP İmralı Heyeti KCK’nin önceki gün açıkladığı deklarasyonla ilgili, deklarasyonu ciddi bir özenle ve ciddiyetle ela alınması gerektiğini belirterek ”hükümet bir yerden başlamak istiyorsa işe Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasından başlamalı” dedi. Hükümet, Kürt siyasetçilerin bu çağrılarına olumlu yanıt vermeli, 32 yıl boyunca defalarca denenen ve sorunu daha karmaşık hale getirmekten başka bir sonuç getirmeyen savaş politikalarından bir an önce vaz geçmeli ve çözüm masasını yeniden kurmalıdır.

ASLI ERDOĞAN’I BIRAKIN


GÜNDEM KATLİAMLARI DURDURMAK İÇİN: ACİL BARIŞ Gaziantep’te bir düğüne saldıran IŞİD canlı bombası, geceyi kana buladı. Açıklamalar en az 50 kişinin öldüğünü gösteriyor. Çok sayıda yaralı var.

ANTEP KATLİAMI: DÜĞÜNE SALDIRACAKLARI BİLİNİYORDU

Gaziantep’teki IŞİD katliamını, ölümlerden ve yaralanmalardan duyduğumuz acıları, barış yönünde bir irade göstererek tedavi etmezsek, 5 Haziran’dan beri tüm bombalamalarda ölenlere, Gaziantep’te ölenlere borcumuzu ödememiş oluruz. Ölümler, militarizm, düşmanlık, gerilim, savaş politikalarını çöpe yollayalım. Elimizin tersiyle itelim. Bu, tüm bu türden eylemlerin sorumlularından hesap sorulması için de önemli bir adım olacak. Gaziantep saldırganlarının bu türden bir eylem planladıkları bilinmesine rağmen, göz göre göre işlenen bu cinayetlerin gerçekleşmesinde dahli ya da ihmali olan herkes hesap vermelidir. Çözüm ve diyalog, barış ve eşit koşullarda kardeşlik için harekete geçelim! IŞİD’in saldırılarını ve bombalı eylemleri durduracak olan canlı bir barış sürecidir. Darbeyi püskürttük, barışı da kazanabiliriz! DSİP Merkez Komitesi

21.08.2016

ASLI ERDOĞAN’I SERBEST BIRAKIN

Olabilir. Bu adımların her birinde Cemaat’in silahlı kanadının bir rolü, yargıdaki elemanlarının dahli olabilir. Peki öyleyse, Aslı Erdoğan’ı neden tutukladınız? Her dönem, Kürt hareketi üzerinde baskıların artması, Kürt halkıyla dayanışmayı hayatının önemli demokratik meselelerinden birisi haline getiren Kürt olmayan kadınlara saldırıyla elele gidiyor. Eren Keskin 1990’larda hedefteydi. 2002 yılında TSK’ya hakaret ettiği için Eren Keskin hakkında neler yazıldığını biliyoruz.

Tüm bu saldırıların karşısında, ölenlerin ve yaralananların yanındayız.

Savaş politikaları, uzlaşma, diyalog, çözüm, barış, kardeşlik yönünde tartışmaların yerine bomba, ölüm, yıkım seslerinin hakim olmasına neden oldu. 15 Temmuz darbecilerinin cüretkâr katliamcılığı da Kürt sorununda savaş politikalarından güç aldı.

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

Günün modası, yakın geçmişin ter türden zorbalığını cemaate havale etmek. Roboski, “Cemaat’in işi!”, Kürt illerinde sert müdahaleler, “Cemaat’in işi”, KCK operasyonları, “Cemaat’in işi.”

Yine büyük bir acıyla yüz yüzeyiz. 5 Haziran 2015’ten beri, apaçık bir taarruz altındayız. Diyarbakır, Suruç, Ankara, İstanbul, Bursa, yine Ankara, yine İstanbul, Elazığ, Van, Diyarbakır… liste uzuyor. Ayda bir kez, onlarca kardeşimizi kaybettiğimiz bombalı saldırılara maruz kalıyoruz.

Bir düğünü canlı bomba eylemiyle kana bulamak, çocukları öldürmek, bu eylemi düzeneyenlerin en geniş anlamda insanlığa ve yaşama düşman olduğunu gösteriyor. Fakat gelişmeler başka bir soruna daha işaret ediyor: Kürt sorununda çözüm dinamiklerinin rafa kaldırılıp yeniden savaş politikalarının devreye sokulması, içinde bombacıların ellerini kollarını sallayarak hareket edebilecekleri, uygun kaotik politik iklimi yarattı.

3

2009 yılında gemi azıya alan KCK tutuklamalarının hedefinde ise Büşra Ersanlı vardı. Büşra Ersanlı tutuklandı.

IŞİD’in kürt düğünlerine saldırı planı, Ankara tren garı katliamı iddianamesinde yer almıştı.

Antep'te Kürt ailelerin düğün törenine saldıran IŞİD, en az 51 kişinin ölümüne ve 30'u ağır 100'den fazla kişinin yaralanmasına neden oldu. Dünyanın her yerinde kutsal sayılan düğün törenlerine bile saldırmaktan çekinmeyen bu cani örgütün en tüyler ürpertici yüzü, bu canlı bomba saldırısında kullandığı militanın 12-14 yaşlarında bir çocuk olmasıydı!

Ankara garındakilerin aynısı çıktı. 10 Ekim katliamından sonra yakalanan IŞİD militanlarının üzerinden çıkan notlarda, Kürt düğünlerine saldırmak için izin istedikleri bilgisi de yer alıyordu. Bu bilgiye sahip olan devlet güçlerinin aylardır katliamı engellemek için hiçbir şey yapmadığı ortaya çıktı.

Katliam haberinin hemen ardından ırkçı gruplar Türk bayrakları ve ırkçı sloganlarla olay yerine doğru yürüyüşe geçtiler. Yaralıların kaldırıldığı hastanenin önüne gelenler de yine ırkçı saldırılara hedef oldu.

HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise yaptığı açıklamada barış çağrısını yineledi. "Ben bütün yurttaşlarıma ve kardeşlerime şu çağrıda bulunmak istiyorum; bu barbarlardan ve gözü dönmüşlerden alınabilecek en iyi intikam, ülkeyi barışa götürmektir. Bundan daha büyük bir intikam olamaz. Ülkeyi barışa ve huzura taşıyabilmek, bu alçaklara verilebilecek en büyük cevaptır."

Erdoğan saldıranın IŞİD olduğunu söylerken başbakan faili hala araştırıyoruz dedi. Antep’teki bombanın düzeneği, Suruç ve

HAFTANIN IRKÇISI KATLİAMA DANIŞIKLI DÖVÜŞ DİYEN CEMİLE BAYRAKTAR Antep katliamından sonra AKP’lilerin dahi IŞİD’i işaret etmesine rağmen, Cemile Bayraktar twitter hesabından “HDP vekilleri bölgeye gidiyorsa Antep saldırısı danışıklı dövüştür, provokasyona gidiyorlardır. Kendilerini 6-8 Ekim Katliamından tanıyoruz” diye yazdı. En az 51 kişinin öldüğü, 100’den fazla kişinin de yaralandığı saldırıyla ilgili

HDP’den barış çağrısı

olarak HDP, Siirt nüfusuna kayıtlı olduğu belirtilen yurttaşların düğününe yapılan bombalı saldırının hedefinde parti üyelerinin olduğunu belirtmişti. Cemile Bayraktar, 10 Ekim katliamından sonra saldırının HDP’nin seçim çalışması olduğunu öne sürmüş, Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülmesine ilişkin olarak “Müslüman ülke, tecavüz... fırsatçılığına soyunmayın, Amerika’da her iki dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Şimdi çenenizi kapatın” yorumunu yapmıştı. Kürt ve Alevi düşmanlığında sınır tanımayan Cemile Bayraktar, Antep katliamı performansıyla haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

2016 yılında ise Eren Keskin’in evi Özgür Gündem gazetesinin yazarı olduğu için basılırken, yine gazetenin yazarlarından edebiyatçı aslı Erdoğan beş günlük göz altının ardından çıkartıldığı mahkemece tutuklandı. İki ay önce, insan hakları aktivisti Şebnem Korur Fincancı Özgür Gündem gazetesiyle dayanıştığı için ifade vermeye gittiği mahkemece tutuklanmıştı. Eğer Kürt hareketiyle, Kürt kadınlarıyla dayanışmak için harekete geçen bu kadın aktivistlerin, yazarların, insan hakları mücadelesi sürdürenlerin tutuklanmasının, göz altına alınmasının nedeni, Cemaat’in çözüm ve barış sürecini sabote etmek için örgütlediği kumpaslarsa, o zaman 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Eren Keskin’in evi neden basılıyor, Aslı Erdoğan neden tutuklanıyor? Zamanında Pınar Selek de hedef tahtasındaydı. Kürt halkıyla dayanışmak isteyen, öne çıkan, tanınmış kadınlar, sanki Türkiye’de “hukuk sisteminin” yazılı olmayan bir kuralı gibi, devlet baskısıyla karşı karşıya geliyor. Barış İçin Akademisyenler grubundan Esra Mungan ve Maral Camcı da tutuklanıp, cezaevine konulmuştu. Mesaj çok açık: “Kürtlerle dayanışmayın, Kürtlerin çevresinden çekilin, Kürtlerin haklarını savunmak size mi kaldı?” Cemaat’in tanınmış bir çok isminin Kürt düşmanı politikalara sahip olduğunu yazılarından ve sosyal medyada vakti zamanında yaptıkları çağrılardan biliyoruz. Ama bu, Kürtlerle dayanışma içinde olanlara yönelik devlet baskısının sadece Cemaat mensuplarının bir operasyonu olduğu anlamına gelmiyor. Devlet, çözüm sürecinde Akil İnsanlar diye bir platform oluşturabiliyorken, çözüm süreci sonlandırıldığında, neredeyse Akil İnsanlar platformunda görev alan AKP’li olmayan bireyleri tutuklama aşamasına geldi. Devletin bilgisi ve onayı dahlinde İmralı ve Kandil’e giden HDP’liler hakkında, terör örgütü propagandası yaptılar gerekçesiyle fezleke hazırlamanın başka bir izahı yok.


4

DÜNYA

İSRAİL YİNE GAZZE’YE SALDIRDI

BOLİVYA: MADENCİLER GREVDE

Türkiye ve İsrail arasında Haziran ayında yapılan ve Türkiye-İsrail arasındaki diplomatik ilişkileri “düzelten” anlaşmadan iki ay sonra İsrail yine Gazze’yi bombaladı. 2014 yılındaki çatışmalardan sonraki en ciddi İsrail saldırısı olma özelliği taşıyan bu saldırıda İsrail uçakları en az 50 kez saldırı gerçekleştirdi. Filistin’den atılan bir roketi bahane eden İsrail’in saldırılarında şu ana kadar aralarında 17 yaşında bir çocuğun da olduğu iki kişi yaralandı. 2014 yılındaki çatışmalarda çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 2.100 Filistinli ile 67 İsrail askeri ve 6 İsrailli sivil hayatını kaybetmişti. Türkiye İsrail ile yaptığı anlaşmayla İsrail’in Mavi Marmara’da ölenler için “özür dilemesi” ve Gazze’ye İsrail kontrolünde ulaşan bir yardım gemisi karşılığında İsrail ile bir anlaşma imzalamıştı. Türkiye tarafından diplomatik bir başarı olarak sunulan anlaşmaya rağmen Gazze ablukası sürüyor.

Fakirlerin oylarıyla başbakan olan Morales, madencilere karşı tutumu ile bir kez daha sınavda.

Bolivya’da greve giden madencilerle polis arasında çatışma çıktı. La Paz kentinde sokağa çıkan işçiler hükümet binasına doğru yürümek istedi, ancak polis onları durdurdu. Göstericiler polise patlayıcı maddeler atarken, polis de onlara göz yaşartıcı gazla karşılık verdi. İşçiler Potosi bölgenin kalkındırılmasını ve ülkenin Başkanı olan Evo Morales’in bu konuda verdiği sözü tutmasını istiyorlar. İşçiler bölgenin sanayileştirilmesini ve yeni iş kaynakları yaratılmasını talep ediyor.

Kuşatma altındaki Gazze’ye son saldırı.

MISIR: DEVRİMCİLER SERBEST BIRAKILDI

Mısır’da Devrimci Sosyalistler üyesi Mahinur El-Masri ve Yusuf Şaban, 15 aylık hapis cezasının ardından serbest bırakıldı. 2011’deki devrimde İskenderiye’deki ayaklanmada önemli bir rol oynayan devrimciler daha sonra ulusal çapta bir kampanyaya dönüşen ilk polis şiddeti karşıtı eylemleri örgütlemişlerdi. Mısırlı devrimciler 2013’te yaşanan darbenin hapse attığı on binlerce kişi gibi zor koşullarda hapis yattı. Kirli hücrelerde yüksek sıcaklıklarda az su verilen tutsaklara, yetersiz tıbbi destek verildi. Askeri yönetim işçi düşmanı

Mahinur hapisten çıktı ve bekleyenlerine askeri yönetime karşı slogan attırdı.

KÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral

HAŞEMA YASAĞIYLA IŞİD’İ GERİLETMEK Fransa IŞİD’in korkunç saldırılarını düzenlediği ülkelerden biri. Dünyanın içinde bulunduğu kısır döngünün daha sarih yaşandığı bir yer Fransa. IŞİD’in saldırıları karşısında devletin esas politikası islamofobiyi güçlendirmek oluyor, ülkede islamofobi ve ayrımcılık yükseldikçe IŞİD’e katılımlar artıyor. Fransa’da başörtüsü ve peçe yasakları 2004’ten beri devam eden bir konu. Bu konuda Avrupa’daki en katı ülkelerden biri. Müslüman kadınların devlet okullarında başörtüsü takmasına dair yasak tartışmasından, 2011’de Sarkozy döneminde kamusal alanda peçenin yasaklan-

İki devrimci hapisten kurtulmuş olsa da, hapishaneler ağzına kadar dolu olmaya devam ediyor. Son olarak Tiran ve Sanafir adalarının Suudi Arabistan’a verilmesini protesto eden yüzlerce kişi hapse atıldı. İşçi liderleri de cunta yönetiminin hedefinde bulunuyor. Askeri mahkeme İskenderiye tersanesindeki bir grup işçiyi “grevi teşvik” suçlamasıyla hapse attı. masına kadar sık sık gündeme Müslümanların kadınların ne giyip ne giyemeyeceği mefhumu sık sık gündeme geliyor. En son ülkenin Cannes şehrinin Belediye Başkanı plajlarda burkini/haşema giyilmesini yasaklayan bir karara imza attı. Karara göre plajda kadınların haşema giymesi ‘kamu düzeni için tehdit oluşturabilir’. Cannes plajlarında haşema giyenler 38 avro para cezasına çarptırılacak. Cannes’ın ardından başka yerlerde de benzer ayrımcı yasaklar uygulanmaya başlandı. Dahası üniversitelerde ve özel sektörde başörtüsünün yasaklanmasına dair bir tartışma da başladı. Belediye Başkanı ‘sadece islami aşırılığın simgesi olan bir üniformayı yasaklıyorum’ dedi, belediyenin başka bir yöneticisi ise daha da ileri giderek ‘bizimle savaş halinde olan terörist hareketlere bağlılık anlamına gelebilecek olan kıyafetler yasak’ diyor. Hangi aşırı islamcı örgüt dalgıç kıyafetinden üniforma

Dünyadaki en yüksek rakımlı şehirlerden biri olan Potosi, maden kaynakları ile bilinen kırsal bir bölge. Bolivya’daki en zengin gümüş rezervlerine sahipken, Potosi oldukça yoksul bir bölge olmayı sürdürüyor.

PERU: POLİS YOLSUZLUK KARŞITI EYLEME SALDIRDI Peru’da polis, ülkedeki üniversitelerdeki yolsuzluğu protesto eden ve meclise yürümeye çalışan öğrencilere saldırdı. Meclise çıkan yolları bloke eden polis, öğrencilerin yürümesini engellemek için onlara göz yaşartıcı gaz sıktı. Ulusal Federico Villarreal Üniversitesi öğrencileri, üniversite yönetiminin oyları satın aldığını söyleyen öğrenciler, eğitime ayrılan bütçenin azlığına ve eğitimin kalitesizliğine de dikkat çekti. Eylemlere katılan bir öğrenci; “Bizler kaliteli bir eğitim, onurlu bir eğitim istiyoruz. Öğrencilerin tavanı dökülen, duvarlardan sular sızan sınıflarda okuması nasıl beklenebilir?” dedi.

yapmış acaba? Belediye yetkililerinin bu mantık çizgisine ‘saçmalık’ deyip geçmek mümkün elbette. Ancak konu ciddi. Müslüman kadınların denize girerken giydiği kıyafeti IŞİD’e desteğin bir kanıtı olduğunu düşünmek ırkçılıktır. ‘Başörtüsü takıyorsa, haşema giyiyorsa, Müslümansa IŞİD’i destekliyordur’ diye düşünmek düpedüz ırkçılıktır. Bu islamofobik önyargıların yayılması oldukça tehlikeli. Çünkü IŞİD’e güç katan şey tam da bu. Söz konusu yasak, IŞİD’in Nice kentindeki resmi törende 80’den fazla sivili katlettiği dehşet verici saldırısından sonra devreye sokuldu. Fransa’nın IŞİD saldırılarına dair ‘çözümü’ OHAL ilan etmek, güvenlikçi uygulamarı arttırmak ve savaş politikalarını derinleştirmek. Fransa’ya ait uçaklar bir haftadır Suriye’yi bombalıyor. Müslümanları komple IŞİD eylemlerinin sorumlusu, muhatabı, destekçisi ilan etmek, islamofobik yasalar çıkarmak ve Suriye’yi bombalamak, Avrupa’da ırkçı sağı yükseltmekten ve IŞİD’i dünyanın başına daha uzun süre bela etmekten başka bir işe yaramıyor.


RÖPORTAJ

5

“NE ÖZÜR NE TAZMİNAT ŞARTI GERÇEKLEŞTİ”

Türkiye İsrail arasında ‘normalleşme’ diye yansıtılan anlaşma meclisten geçti ve onaylaması için Cumhurbaşkanı’na gönderildi. Hükümetin İsrail konusundaki bu politika değişikliğini ve anlaşmaya tepkileri Müslüman aktivist Yasin Altıntaş’la konuştuk. Hükümet anlaşmanın zafer olduğunu söylüyor. Gerçekten öyle mi? Hükümet anlaşmanın zafer olduğunu net olarak söylemekten çekiniyor. Belki kendileri de farkındalar ne kadar kötü olduğunun. Anlaşmanın içeriği okununca zafer olması bir tarafa, Cumhurbaşkanı’nın kendisinin dört sene kadar önce açıkladığı hiçbir şeyle uyuşmuyor. O dönem özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve Gazze’ye ablukanın kalkması şartları Cumhurbaşkanı tarafından açıklanmıştı. Bu şartların hiçbiri gerçekleşmiyor. Özür şartının 2013’teki bir telefon görüşmesiyle yerine geldiği söyleniyor. ‘Netanyahu aradı özür diledi’ deniyor ancak yazılı hiçbir metin yok. Uluslararası hukukta sözlü ifadeler ne kadar geçerliyse, bu telefon görüşmesi de o kadar geçerli. Tazminat anlaşma metninde ‘tarafın suçsuz olmasına rağmen jest olarak ödeme’ şeklinde yer alıyor. Adı hiçbir şekilde tazminat olarak geçmiyor. Anlaşmaya göre İsrail suçsuz olduğunu lütuf olarak da Mavi Marmara’da zarar görenlere ödeme yapacağını beyan etmiş oluyor. Ödemeyi de doğrudan zarar görenlere ve yakınlarına değil Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin belirlediği bir hesaba aktaracak. Kısaca Mavi Marmara’da mağdur olanlar tazminat almış olmuyor. Yani özür şartının yanı sıra tazminat şartı da gerçekleşmiyor. Anlaşmada ablukayla ilgili hiçbir ifade yok. İma yollu ifade bile yok. Abluka bir yana, İsrail’in Filistin üzerindeki politikalarını son dönemde Gazze’nin bombalanmasıyla birlikte görüyoruz. Daha da sertleşen, hukuku hiçe sayan, yeni yerleşim yerleri yaratmaya çalışan, balıkçıların açılmasına engel olan, tarım arazilerini yok eden politikalar var. Ablukanın hafiflemesi bile söz konsu değil. Cumhurbaşkanı’nın kendisinin ilan ettiği şartların hiçbiri yerine gelmiyor. Çoğunluğu AKP’nin oylarıyla mecliste kabul edildi anlaşma. Şimdi Cumhurbaşkanı’nın onayını bekliyor. Kazanımlar var deniliyor ama metinde buna dair işaret dahi yok. Neden İsrail’le anlaşma yapıldı? Bu soruyu ben kendime de sordum. Şu anda Türkiye’nin izlediği, Rusya’yla yakınlaşma gibi konular gündemdeyken böyle bir anlaşma neden alelacele meclise getirildi anlaşılır değil. İsrail’i ABD’den bağımsız düşünmek mümkün değil. Bu anlaşma ABD ile gerilen ilişkileri yumuşatmak için bir araç olarak kullanılıyor olabilir. Son dönemdeki dış politika eğilimleri değişiyor. İran ve Rusya’yla sıcak temaslar, Şangay Beşlisi tartışmaları, hatta Suriye’de ‘Esad’lı çözüm olabilir’ gibi Suriye politikasının değişebileceğine dair sinyaller var. Bu ortamda ABD ile denge politikası yürütmek için İsrail’i araç olarak kullanıyor olabilirler. Türkiye’de Filistin ve özellikle Mavi Marmara konusunda

büyük bir duyarlılık var. Mevcut anlaşma duyarlı kamuoyunda nasıl bir tepki çekti? Anlaşma ilk gündeme geldiğinde, daha anlaşma metnindeki maddeler net olmasa da İHH öncülüğünde bir grup STK hükümetin yanlış yaptığını söyleyerek tepkilerini ortaya koydular. Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında çok sert çıkmasından ve ‘giderken bize mi sordunuz’ ifadelerinden sonra İHH başta olmak üzere bu STK’ların hepsi geri adım attı. Anlaşmanın meclise gelişinde adeta ölüm sessizliğine gömüldüler. Olumlu veya olumsuz hiçbir tepki yok. Anlaşmadan hemen sonra İsrail’in Gazze’yi vurması üzerine cılız da olsa sesler çıktı. Ama bu konuda hep önde olan STK’lar, kanaat önderleri sessizliğe bürünmüş durumda. Hükümete yakın olan hatta güdümünde görünen STK’lar zaten anlaşmayı kazanım diye anlatıyor, onları bir kenara bırakıyorum. Onlar hiçbir zaman bu konuda gür sesi çıkmayan, yarı devletçi STK’lar. Muhalif İslami gruplar içinde bu anlaşmanın ağır hezimet olduğuna dair fikir birliği var. Hükümete hep muhalif kalmış ekipler genel olarak böyle düşünüyor. Şehit edilenlerin yakınlarının ciddi tepkileri var. Genel olarak şehit yakınlarının hepsi sosyal medyadan tepkilerini dile getirdiler. Ama bunun haricinde geçmişte yüz binlerce in-

sanın protestolarında toplandığı, hükümete baskı yapan grupların sessizliği var. Anlaşmaya tepki gösterenlerse sayısal olarak büyük kitleleri olan gruplar değil. Entelektüel birikimleri yüksek ama sayısal olarak azlar. Ayrıca eylemleri blokoja uğruyor. Dün İsrail Konsolosluğu’na protesto için girmeye çalışan 5 kişi gözaltına alındı. Bu tip haberlerin merkez ve yandaş medyada esamesi okunmuyor. Protesto eylemleri oluyor ama absorbe ediliyor medya tarafından veya amacı dışında haberleştiriliyor. Eylemin amacı anlaşma metnini protestoyken darbe sürecini katarak sulandırıp veriyorlar haberleri. Anlaşma meclisten geçtikten birkaç gün sonra İsrail Gazze’yi yine bombalamaya başladı. Hükümetin yaklaşımı ne olur? Bugün bir nota verdiler. Ama cılız bir nota. Duymaktan bıktığımız ifadeler. Orantısız güç gibi her zaman duyageldiğimiz ifadeler dışında bir şey yok. Hükümetin tavrında değişiklik olacağını düşünmüyorum. Anlaşmaya halk tepkisi oluşmaması için belki yüksek tonda açıklamalar duyabiliriz. Ama normal rutinde devam edecek diye düşünüyorum bu anlaşma. Röportaj: Meltem Oral


6 GÜNDEM

GÜLENCİLERİN ÖNÜNÜ KİM AÇTI? 15 Temmuz darbesinin liderliğini yapan Gülencilerin bu iş için 40 yıldır örgütlendikleri söyleniyor. Eğer böyleyse 40 yıllık gizli halk düşmanı bir örgütlenme bir gecede yenildi.

DARBEYİ SULA

Darbeci subayların orduya giriş tarihlerine bakıldığında ise 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinden sonra topluca alındıkları ortaya çıkıyor. ‘Ordu içinde cemaatin sızdığı bilinmiyor muydu’ sorusuna tüm yetkili isimler ‘biliniyordu’ cevabını veriyor. 1984-2003 arası 400 subay ordudan ihraç edildi ve bunların önemli bölümü “irtica” ile suçlandı. Gülenciler yerlerini korudu, birileri için vazgeçilmez olmaya 16 Temmuz sabahına kadar devam ettikler. Bunu hiç de dini yöntemlerle başarmadılar: - İdeolojileri Türk milliyetçiliğiydi, her zaman devletin has adamı oldular. - Bütün pis işlerde vardılar. Burjuvazinin adamlarıydılar. - Darbelere katıldılar, desteklediler. - Irkçı ve Kürt düşmanı bir çevre olarak savaşla beslendiler. - Darbeci subayların hepsi NATO’cu, jandarmalık yaptıkları emperyalizmin desteğini hep arkalarında buldular. Bu gerçekler ‘kandırıldık’ diyen Erdoğan ve AK Parti’yi haklı çıkartmaz. Onlar, kendilerini yenmek isteyen kemalist darbecilere karşı ne olduklarını ile bile Gülencilerle ittifak kurdular. Bu yüzden tüm darbecilerin dahil olduğu Hrant dink cinayeti hâlâ aydınlatılamadı. Ordunun kendi halkına düşman olarak örgütlenişi, yani devletin ta kendisi Gülenci asker, poli ve sivil bürokratların önünü açtı.

HAKLI ÇIKTIK Sosyalist İşçi gazetesi her zaman hükümet olmakla iktidar olmanın aynı şey olmadığını, Erdoğan ve AK Parti’nin devleti ele geçirdiklerini zannederek nasıl yanıldıklarını yazdı. 15 Temmuz darbesi ve sonrasında yaşananlar savunduğumuz marksist görüşün haklı olduğunu ortaya çıkarmıştır: n Devlet, bir azınlığın iktidarının çoğunluğa karşı sürdülmesini sağlayan şiddet tekelidir. n Devlet yekpare bir bütün değil içinde bir çok çıkar grubunu barındıran çatışmalı bir örgütlenmedir. n Devlet görevlileri, siyasi görüşü ne olursa olsun, çıkarılarına hizmet ettiği sermaye kesiminin adamıdır. n Siyasi partiler değişen hükümetler kursa da, devletin değişme bir yapısı vardır. Devletin “asıl sahibi” hükümetler yıkılırken, her seferinde büyük sermayenin istediğini yapan bürokrasidir ve bürokrasinin resmi ideolojisi kemalizmdir. Kim buna uymuyorsa yok edilmek istenir. n Tam da bu nedenler yüzünden bir devrim gereklidir. Hangi hükümet gelirse gelsin, devlet bu şekilde varlığını sürdürdüğü sürece asıl iktidar olmayacak, “değişmeyen iktidar” için çalışacaktır. Bu yüzden devrim gereklidir.

SOL SAFLARDAN KOVULMASI GEREKEN FİKİR Darbeye karşı direnen kitlelere “IŞİD zihniyeti” demek, AK Parti’ye oy verenlere “IŞİD’çi” yani “katil demek, bir sosyalistin asla kabullenemeyeceği bir çizgidir. Ve Antep katliamından sonra daha büyük bir ayıptır. AK Parti’ye her iki seçmenden biri oy veriyor, vermeyenler gibi düğünde çocuk katliamı yapanlara karşı. Türkiye’de muhaliflere ırkçı Donald Trump’ın dünya görüşü yön veremez, bütün dindarlar IŞİD’çi değildir. Darbeye karşı direnenlere “IŞİDçi” demek işçi sınıfını bölmektir.

16 temmuz sabahı, darbenin yenildiği an.

Kanlı darbenin halk tarafından önlenmesinin üzerinden 1

aydan fazla zaman geçti. 15 Temmuz hakkındaki gerçekler ele alınmak yerine gündem darbeyi sulandıranlara bırakılmış gibi. Sanki küçük bir olay ve geride bırakılmış gibi gösteriliyor. 15 Temmuz arkasında kim vardı? Darbecilerin siyasi uzantıları kimlerdi? Ekonominin yüzde 1’i bile etmeyen Gülencilerin şirketleri dışında hangi sermaye grupları darbe girişimini destekledi? Nasıl bir yönetim kuracaklardı? Bir darbe varsa onun için şartları oluşturacak bir darbe planı da olmalı. Son yıllardaki şiddet ve katliam dalgasının arkasında kimler vardı? Çözüm sürecini kim sabote etti ve savaşı körükledi? Darbecilerin halka karşı suçları henüz ortaya dökülmedi. Öte yandan 2003’ten beri AK Parti’yi hükümetten indirmek ve Erdoğan’ı durdurmak için yapılan darbe girişimlerinin, hayata geçirilen kanlı eylem planlarının üstü örtülüyor. Toplumun vicdanında mahkum edilen Ergenekon ve Balyoz darbecileri, bu davalara Gülenciler baktığı ve soruşturmaları kendi çıkarları doğrultusunda saptırdıkları gerekçesiyle aklanarak ordu ve bürokrasideki koltuklarına geri dönüyor. 15 Temmuz darbe girişimine katılanların ordu ve devlet içinde hâlâ varoldukları, bu işin sadece Gülencilerle sınırlı olmadığı, orduda birilerinin yeniden darbe yapmaya kalkabileceği söyleniyor.

Darbe başarılı olsaydı, şu anda ne durumda olacağımızı 12 Eylül 1980’den ve Mısır’daki askeri yönetimden biliyoruz. Sulandırmalarına izin veremeyiz. İtirafçılar ve Melih Gökçek Darbeyi sulandırma kampanyasının başını medya çekiyor. Gülenci itirafçılar TV’lere çıkarılıyor, onlar her şeyi “FETÖ”nün üstüne yıkarken, gerçekler hakkında bir kelime bile söylemiyorlar. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise darbecilerin cinlerle örgütlendiği ve ikinci darbe planının büyük İstanbul depremini tetiklemeleri olacağını söylüyor. Hükümeti destekleyen gazeteler, Gülencileri itibarsızlaştırmak adına 28 Şubat’takine benzer cemaat hikayelerini öne çıkarıyor. 15 Temmuz gecesi Erdoğan ve hükümet, darbenin ordu içindeki Gülenci subaylar tarafından yapılan kalkışma olduğunu söylemişti. 16 Temmuz sabahı ortaya çıkan manzara ise daha farklıydı: ordunun küçük bir bölümü dışındakiler ya darbeye katılmış ya da “hareketsiz” kalarak darbeyi izlemişlerdi. Ordunun komuta kademesinin üçte biri tutuklu ve dışarıda olanlar hakkındaki kuşkular sürüyor. Bir çok darbe-karşıtı ve askeri uzman, Gülencilerin ordu


GÜNDEM 7

ANDIRMAYIN İktidarın sadece “FETÖ”nün üstüne gidip orduyu aklamasına itiraz etmeyen CHP’nin uzlaşma noktası kendi görüşündeki isimlerin boşalan devlet kadrolarına atanması. Bu yüzden tıpkı Perinçek gibi ‘kumpas’ diyerek önceki darbe girişimlerinin aslında olmadığı tezini ileri sürülebiliyor. Polis-savcı-hakim Gülenci olabilir, soruşturmayı istediği gibi yürütmüş ve saptırmış da olabilir. Bu durum, ne Sarıkız-Ayışığı-Yakamoz darbe planlarını, ne 2007’de AK Parti’ye açılan kapatma davası ve yargı müdahalelerini, 27 Nisan e-muhtırası ile Balyoz darbe planının gerçekliğini ortadan kaldırmaz. 15 Temmuz bunların devamcısıdır. Önceki darbelerin liderliğini yapan kemalist generallerin Ergenekon soruşturması ile ordudan tasfiyeleri Gülenci ve NATO’cu subayların önünü açtı ve onlar buldukları ilk fırsatta darbe yapmaya kalktı. Ergenekon ve Balyoz davalarına sahtecilik ekenler, sorşturmayı kısıtlayanlar, halka karşı işlenmiş suçların arkasındakileri hiçbir zaman yargılamayan Gülenci bürokratlar sayesinde eski darbeciler TV’lerde saygın şahıslarmış gibi konuşabiliyor. Halk darbecilerden hayatı pahasına mücadele ederek kurtulmuşken diğer darbecilerin önü açılıyor. Yılgınlık yaratanlar Tarihte gerçekleşen her darbenin öncelikli hedeflerinden olmuş ve 15 Temmuz darbecileri tarafından bitirilmek istendiği belli olan sol ve muhalif çevrelerin, darbeyi sulandırmaları acı olduğu kadar mücadeleyi engeleyen bir karamsarlığı yayıyor ve kitlelerden kendini tecrit eden yaklaşımı besliyor.

içerisindeki Erdoğan karşıtlığını patlatmak istediklerini ve 15 Temmuz’da yalnız olmadıklarını, darbenin geniş bir koalisyonun işi olduğunu söylüyor. Medyanın ve AK Parti’nin “FETÖ” karşıtı propagandası: n Darbeci Gülen’in yarattığı efsaneleri besliyor ve ona olmadık bir güç vererek 15 Temmuz’u uluslararası alanda sulandırmasına fırsat sunuyor. n Darbedeki ortaklarına gizlenme olanağı sağlıyor. n 15 Temmuz’u önceki darbelerden ayıran yeni bir resmi tarih yazıyor.

‘15 Temmuz bir simülasyondu’, ‘Ne ordu darbesi yahu saray darbesi var’, ’15 Temmuz’da FETO darbesi bitti, 16 Temmuz’da Erdoğan darbesi başladı’, ‘Hem ordu darbesine hem sivil darbeye karşıyız’, ‘Türkiye’de hiç görülmemiş bir baskı dönemine girdik 15 Temmuz’dan sonra’, ‘Demokrasi nöbeti tutanlara karşı özsavunmaya.’, ‘Bunlar IŞİD zihniyeti...’ Hiçbiri gerçeğe uymayan bu iddiaların kendine sol diyenlerden gelmesi, beraberinde darbeyi durduranların aşağılanması ve katil diye sunulması, kanlı darbeye karşı çıkması ve toplumu uyarması beklenenlerin sanki bu olay hiç yaşanmamış ya da bir günlükmüş geride kalmış gibi davranması hem darbecilere fırsat sunuyor hem de kitleleri Erdoğan ve AK Parti’ye itip demokratik muhalefetin başını çekmesi beklenenleri yıldırıyor.

n 15 Temmuz ‘tiyatroydu’ komplocu fikrini besleniyor.

Ne istiyoruz?

n Darbeyi ordunun yaptığı gerçeğinin üzeri örtülüyor.

n 15 Temmuz hakkındaki tüm gerçekler açıklansın. İtirafçılara, şaibeli şahıslara, Gökçek gibi adamlara konuşma fırsatı verilmesin.

n Darbe soruşturması baştan itibarsızlaştırılıyor ve ileride “ne darbesi canım kumpastı” diyeenler tarafından düşürülmesine zemin hazırlanıyor. AK Parti, her şeyi “FETÖ”nün üstüne atıp efsaneler yaratmaktan vazgeçmeli, bu tutumları darbeyi sulandıranlara hizmet ediyor. ‘Ergenekon Balyoz’ kumpastı’ 15 Temmuz darbe girişimine karşı net tutum alan CHP, demokrasiyi savunmasıyla elde ettiği yeni meşruiyet alanını eski darbecilerin işlerine dönmesi için kullanıyor.

n Kim darbeye katılmışsa, yapılmasına destek sunmuşsa, yargılansın ve cezalandırılsın. 15 Temmuz darbe soruşturması sonuna kadar gitsin. n Ergenekon ve Balyoz davaları gibi olmasın. Darbe girişimine katılmamış hiç kimseye dokunulmasın. Darbecilere merhamet nedeniyle değil bir daha darbe olmaması için, adalet için, darbeyle, darbecilerle hiç ilgisi olmayanların baskı görmesi engellensin. Adalet bu davada uygulansın. Bu darbecilerin de daha sonra aklanmasının önüne geçecek olan, adalet ve adil yargılanma hakkıdır.

GÖRÜŞ Roni Margulies

ELİTLER DEĞİL, MİLLETİN KENDİSİ İslamî cenahın bir dergisinde bu hafta şu sözleri okudum: “Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğim köydeki yaşlı bir akrabam, darbeyi durduranın yönetici elitler değil, milletin kendisinin olduğunu, ama giderek yükselmekte olan diktatoryal sorununun da ortada durduğunu (elbette böyle ‘süslü’ laflar etmeksizin) söyledi.” Yazının sonunda şöyle deniyor: “Bu kriz anları atlatıldığında, sanki bunları savuşturanlar iktidar seçkinleriymiş gibi, halk veya millet bir kez daha unutularak toplumsal-mekân devletlûların insafına terk edilecek ya da devletlûlar tarafından toplumsal-mekâna bir kere daha el konulacaktır. Oysa doğru tutum, halkın karar verme etkinliklerini ve yetkinliklerini artırmaktır. Halk/millet bu konuda belki tevazu göstermekte olabilir. Ama görülen o ki, birçok konuda kendisini yönetenlerden daha basiretli ve cesur olduğunu defalarca ispatlamıştır.” Söylemeye gerek yok, yazının yazarı da sosyalist değil, köydeki yaşlı akrabası da. Ama 15 Temmuz gecesi yaşananlara gösterdikleri tepki bir sosyalistten beklenecek tepkinin tıpkı aynısı: Önce, “İşte, toplumu değiştirecek olan kitlesel güç; yönetici elitler değil, milletin kendisi” diye düşünmüşler. Sonra, “Doğru tutum, halkın karar verme etkinliklerini ve yetkinliklerini artırmaktır” diye. Sonra da, “Ama giderek yükselmekte olan diktatoryal sorun da ortada duruyor” diye. Bunlar, tam tamına, darbe girişimi ve sonrasında benim de aklımdan geçenler. Ve bu düşünce zincirinden ben şu sonucu çıkarıyorum: Halk 15 Temmuz’da silahlı askerlere karşı, tankların önünde durarak, kendi seçtiği hükümeti savunmak için çıktı sokağa. Yani, sokaktaki her bireyin tek tek ne düşündüğünden, herhangi bir kişinin kafasından “demokrasi” kavramının geçip geçmemesinden bağımsız olarak, demokratik bir içgüdüyle çıktı. Bu, en temel anlamda, AKP hükümeti için bir sorundur. Attığı her otoriter adımda, demokrasiden her uzaklaştığında bu içgüdüye çarpma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Hükümet elbette halkın seferberliğini kendinden yana yontmaya çalışacak. Ve elbette bunu yaparken avantajlı bir konumda olacak. Hükümetin otoriterliğine muhalif olan bizlerin ise yapması gereken, halkın demokratik içgüdüsüne hitap etmek, “diktatoryal sorunu” vurgulamak, hükümetin anti-demokratik uygulamalarını işaret etmek, “Darbeyi bunun için mi durdurduk?” diye bar bar bağırmaktır. Ama bunu yapabilmek için halka güvenmek gerekir. Diktatoryal sorunu sadece bir avuç aydının değil halkın da bildiğine güvenmek gerekir. Halkı beğenmeyen, “gerici, dindar bir sürü” olarak gören ve hatta tehdit olarak algılayanlar yenilgiyi baştan kabullenmiş demektir. Bu bir mücadele; kolay olacak diye bir şey yok. Bu işler böyledir.


8

TROÇKİ

21. YÜZYIL SOSYALİZMİNE YÖN VEREN GELENEK VOLKAN AKYILDIRIM

Rusya'da sosyalist devrimin Lenin'le birlikte lideri Lev Troçki'ye 20 Ağustos 1940'da sürgünde yaşadığı Meksika'da Stalinist rejimin bir ajanı tarafından suikast yapıldı. Troçki ertesi gün hayatını kaybetti. 1927'de parti üyeliğinden atılmış ve sürgün hayatı başlamıştı. Bolşevik geleneğin sürdürücüsü Sol Muhalefet devlet tarafından imha edilmiş, "Troçkist" denilen Bolşeviklerden hayatta kalanlar toplama kamplarına gönderilmişti. Devrimciler orada yaptıkları açlık grevlerinde ölürken, dünya komünist hareketinin çoğunluğu Stalinizm’i sosyalizm olarak gördü, destekledi. Stalinist rejim öldüremeyip sürgüne gönderdiği Troçki'yi en büyük düşman ilan etti. Troçki ile birlikte tutum alanlarsa bir azınlıktı. Sürgünde, uzakta, Stalinizmi yıkacak siyasi güce sahip olmadığı hâlde neden öldürdüler? Sürgün yıllarını Stalinizm’in devrimci eleştirisini yaparak, Almanya'da Nazilerin önlenebilir yükselişi ve birleşik cephenin gerekliliği hakkında dünya işçi sınıfını uyararak, 1917 devrimiyle başlayıp II. Dünya Savaşı’yla son bulan devrimci altüst oluşlarda kazanmak için taktikler önererek ve Bolşevik geleneğin sonraki kuşaklara aktarılması için yazarak geçiren Troçki'yi onlar için tehlikeli kılan devrimci fikirleriydi. Devrimcileri öldürebilirsiniz ama devrimci sosyalist fikirlerin yayılmasını önleyemezsiniz. Stalinist rejimler 1989'da halk ayaklanmalarıyla devrildi. Dünya işçi hareketine sınıf uzlaşmacı fikirler yayan ve 1968'de Fransa'da olduğu gibi genel grevleri satıp devrim fırsatını heba eden komünist partiler tarihe karıştı. Stalin 20. yüzyılın en vahşi diktatörlerinden biri olarak edilerek tarihte hak ettiği yeri alırken; Troçki'nin geleneğini sürdürenler, küçük fakat diri güçleri ve berrak perspektifleriyle, 21. yüzyıl küresel işçi hareketinin devrimci kanadını oluşturuyor. Son büyük bölünme Sosyalist hareketin içinde hep iki kanat varoldu: Yukarıdan sosyalizm, aşağıdan sosyalizm. Birbirine zıt bu iki gelenek, uluslararası işçi hareketinin tarihindeki üç büyük siyasi bölünme ile şekillendi. İlk büyük bölünme, I. Enternasyol’de sosyalistler ve anarşistler arasında yaşandı. Marx’ın bilimsel sosyalizmini küçümseyen anarşistler, onu destekleyenlere “Marksistler” dediler. Marx, devrimci sosyalizminin kendi adıyla anılmasına karşı çıktı fakat adımız böyle kaldı. İşçi sınıfının siyasi mücadelesini reddeden anarşistler bilinçli bir azınlığın, kapalı ve konspiratif yöntemlerle örgütlenmesini savunuyordu. Marksistler ise devrimi sadece siyasi iktidarın ele geçirilmesi değil, yapan kitlelerin bilinç değişikliğiyle yeni bir topluma geçişi sağlama eylemi olarak görüyorlardı. Kitleleri, ekonomik ve siyasi mücadelelerle kendi kurtuluşlarını sağlayacak özne olarak gören Marksistler, işçi sınıfını pasif bir destekçi kılan elitist yukarıdan sosyalizmi reddettiler. Marksizm, bu bölünmeden ana sosyalist akım olarak çıktı. İkinci büyük bölünme, Marksistler tarafından kurulan II. Enternasyonal’de yaşandı. Bölünmenin sebebi I. Dünya Savaşı’ydı. II. Enternasyonal’in çoğunluğu emperyalist savaşa katılan kendi hükümetlerini destekledi ve işçi sını-

fına vatanseverlik çağrıları yaptı. Rosa Luxemburg, Lenin ve Troçki gibi marksistler ise “kendi” devletlerini desteklemeyi reddedip savaşa karşı sınıf savaşı ve devrim çağrısı yaptı. Sosyal-demokrasi, mecliste çoğunluğu elde edip kararnamelerle sosyalizmin kurulabileceğini savunuyordu. Parti siyasi mücadeleyi vermeli, işçiler ekonomik mücadeleyle ilgilenmeliydi. İşçi sınıfı sosyal-demokrasi için de pasif bir destekçiydi. Seçimlerde gidip oy vermeleri yeterliydi, partinin kontrolü dışında gelişen her hareket sosyalizmin evrimini sekteye uğrattığı için yanlıştı. Sosyal-demokrasinin yukarıdan sosyalizmi, onu burjuvazi ile işçi sınıfı arasında uzlaşmayı öneren bir akım hâline getirdi ve bundan emperyalist savaş destekçiliği çıktı. II. Enternasyonal’in işçi sınıfına ihanetine karşı çıkan devrimcilerin başını Lenin çektiği için, bu bölünmede aşağıdan sosyalizmi savunanlar Leninist ya da Bolşevik olarak adlandırıldı. Uluslararası işçi hareketinin üçüncü büyük bölünmesi ise Stalinizm ve Troçkizm arasında yaşandı. Tek bir ülkeye sıkışan, sosyal tabanını iç savaşta kaybeden işçi devleti, 1920’lerin ortasından itibaren başka bir sınıfın elini geçmişti. Devlet bürokrasisi ile parti bürokrasisinin birleşiminden oluşan yeni yönetici sınıfın lideri Stalin’di. Stalin, sosyalizmin tek bir ülkede kurulabileceğini iddia etti. Bu, devrimci sosyalist geleneğin tartışmasız kabul ettiği, küresel kapitalizmden kurtulmak için dünya devriminin gerekli olduğu temel fikrinin reddiydi. Marksizm’in özü olan enternasyonalizme karşı oluşturulan Tek ülkede sosyalizm milliyetçi teorisi, Rusya’da işçi devriminin elde ettiği kazanımların gasp edilmesinin ideolojisiydi. Sosyalist devrimi gerçekleştiren işçi sınıfının atomize olmuştu, fabrikaları dolduran yeni işçilerin köyden henüz kopmuş ve devrim deneyiminden uzaklardı. Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Partisi liderliği sağ, merkez ve sol kanat bölünmüştü. Stalin’in liderliğindeki merkez, bürokrasinin karşı-devrimine liderlik etti. Troçki ise Sol Muhalefet’in lideriydi, Lenin’in geleneğini sürdürenler kendilerine Bolşevik derken Stalinistler tarafından Troçkist olarak adlandırıldı. Troçkistler, önceki iki bölünmede Marksist ve Leninist tarafta yer alanlardı. Troçki’den sonra Troçkizm Troçki’nin katledilmesini II. Dünya Savaşı ve bitiminde kurulan iki kutuplu dünya düzeni izledi. Sovyetler Birliği’nin yozlaşmış işçi devleti olduğunu söyleyen Troçki, Stalinizm’in politik bir karşı devrimle iktidarı ele geçirdiğini fakat ekonomideki yapının devrimin kazanımları tarafından belirlenmeye devam ettiğini düşünüyordu. Kastettiği kazanımlar planlı ekonomi, tam istihdam, parasız sağlık ve eğitimdi. Bürokrasinin yeni bir hâkim sınıf değil, geçici bir asalak olduğunu düşünüyor ve yaklaşan II. Dünya Savaşı’nda devrilerek çıkacağını tahmin ediyordu. Böylesi bir gelişme dünya komünist hareketinin önünü açacak, sosyal demokrasinin hâkimiyeti son bulacak ve Stalinizm’den kurtulan partiler, krize soktukları kapitalizme karşı devrimci dalgayı yeniden başlatacaktı. Böyle olmadı. Stalinizm savaştan sonra Rusya’da yıkılmak bir yana Doğu Avrupa’yı işgal ederek dünyanın üçte birini kontrol eden küresel bir kampa dönüştü. ABD imparatorluğunun karşısında SSCB imparatorluğu oluştu. Bürokrasi devrilmek yerine daha da güçlendi. Kapitalizm

LEV TROÇKİ

krizden çıkarak yeni bir büyüme dönemine girdi. Komünist partiler savaş sonrası işçi sınıfının öncü kesimlerinin baktığı kitlesel partiler olmaya devam ederken sosyal-demokrasi hegemonik akım olmayı sürdürdü. Troçki’nin kurduğu 4. Enternasyonal dünya partisine dönüşmeyerek küçük bir hareket olarak kaldı. Doğu Avrupa’da Kızıl Ordu’nun işgali ile kurulan Stalinist rejimler SSCB’nin birer kopyasıydı. Eğer orduların işgali ile yukarıdan, dejenere de olsa işçi devletleri kurulabiliyorsa ya işçi sınıfının devrimci tek sınıf olduğunu savunan Marksizm kökten yanlıştı ya da Troçki’nin yozlaşmış işçi devleti teorisi. Troçkist hareket krizdeydi. Takipçilerinin bir kesimi dünyadaki durumu reddederek Troçki’nin savunduğu fikirlerin bütünüyle doğru olduğunu dogmatikçe savunmaya başladı. Tony Cliff ise Marksist yöntemle SSCB’ye bakarak, sorunun Troçki’nin teorisinden kaynaklandığını buldu. Yanıldığı yer SSCB’nin yozlaşmış işçi devleti değil bürokratik devlet kapitalisti olduğuydu. Bürokrasi geçici bir asalak değil hakim sınıftı. Devlet mülkiyeti aracılığıyla ekonomiyi kontrol eden azınlık, neyin ne kadar üretileceğine, nasıl paylaşılacağına karar veriyordu. Hiç bir zaman hedefleri tutmayan ekonomik planlar, sermaye birikimi için yaygın emek sömürüsünün örgütlenmesinden başka bir şey değildi. SSCB’de artı-değer sömürüsü, bürokrasinin ayrıcalıklarını büyütüyordu. Özel mülkiyet edinme hakkı yoktu fakat bürokratlar merkezi olarak kontrol ettikleri üretimde elde edilen zenginliğe kolektif olarak el koyuyordu. 1948 yılında Tony Cliff tarafından yazılan Rusya’da Devlet Kapitalizmi, sosyalizmin Stalinizm olmadığını dünyaya duyurdu. Cliff’in katkısının büyüklüğü 1989’da Doğu Avrupa’da Stalinizm’in çöküşü ile görüldü. Stalinistlere göre çöken sosyalizm, ortodoks Troçkistlere göre yozlamış da olsa bir işçi devletiydi: Her iki akım da SSCB’nin işgali ile kurulan stalinist baskı rejimlerinin, işçilerin önderliğindeki halk ayaklanmarıyla yıkılmalarını “karşı-devrim” olarak niteledi. Bu, sosyalizmden kökten kopuştu ve kopanlar bir daha kendilerine gelemedi. Uluslararası Sosyalizm Akımı (IST) ise 1989 Doğu Avrupa devrimlerini selamladı, çünkü tam da Troçki’nin dediği olmuştu. İşçi sınıfının ideolojisi sosyalizmin içini boşaltıp ona karşı kullanan gaddar rejimlerin varlığına işçiler son verdi. Bize göre Stalinizm’in böyle sonu, bunun ekonomik krize dayanması, dünyada devrimlerin önünün açıldığı yeni bir mücadele döneminin başlangıcıydı. Ortada güçlü sosyalist partiler yokken, 21. yüzyılın protesto ve ayaklanma dalgasıyla başlaması, önceki yüzyılın dünya düzenin tarihe karışması, bütün bunların bağrında işçi mücadelelerin olması haklı çıktığımızı kanıtlıyor.


İŞÇİ HAREKETİ

MAAŞLARINI ALAMAYAN İŞÇİLER OTELİ İŞGAL ETTİ

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

OHAL FIRSATÇILIĞI: İŞÇİ DÜŞMANI YASALAR Son günlerde TBMM’den peş peşe işçileri ilgilendiren yasalar çıkarılıyor. Bir kısmı torba şeklinde çıkarılmakta olan yasalarda emekçilerin aleyhine pek çok madde var: Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi kuruluyor, işçilerin maaşının yüzde 3’ü otomatik kesilecek ve bir özel emeklilik kurumuna aktarılacak. Süreç içinde kamusal sigorta sisteminin giderek küçültülmesi ve tümden tasfiyesi amaçlanıyor. Aile hekimlerine ve aile sağlığı personeline nöbet zorunluluğu yasa maddesi haline getiriliyor, angarya yasalaştırılıyor. 4,2 milyon kişinin çalıştığı, 50’den az işçi olan işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi bulundurma zorunluluğu Temmuz 2017’ye erteleniyor, iş kazalarını ve meslek hastalıklarını önleme başka bahara bırakılıyor. Aralarında TRT, TPAO, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri, Çay Kur, Şeker Kurumu ve Türkiye Taş Kömürü Kurumu’nun da olduğu 100’den fazla kamu kurumunun özelleştirilmesinin önü açılıyor.

Oteli işgal eden işçiler “buradaki her türlü imkanı kullanacağız” diyerek tatile başladı!

n Bodrum’da maaşlarını alamayan işçiler, söz verildiği gibi ödemeleri yapılmadığı için çalıştıkları oteli işgal etti.

üye oldukları gerekçesiyle işten atıldılar ve 2 Ağustos’tan beri direnişteler.

n Gemlik Gübre’de toplu iş sözleşmesi sürecinde anlaşma sağlanamaması üzerine işçiler greve çıktı.

n Antalya Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nde taşerona bağlı çalışırken işten atılan işçilerin işyerindeki direnişi sürüyor.

n DİSK Tekstil, Çerkezköy’de bulunan Güney Kore kökenli Hyosung işyerinde 6 yıl süren hukuksal mücadelenin ardından greve çıktı.

n Kendilerini madene kapatarak 5 aylık alacakları için açlık grevi eylemi başlatan Cenne (Özkar) Madencilik işçileri, 3 aylık ücretlerini almayı başardı.

n Uşak’ta bulunan İzka İnşaat’a bağlı isçiler 3 aydır maaşlarını alamayınca çalıştıkları inşaatı işgal etti.

n Adana’da Ekoroma işçileri, ödenmeyen ücretleri ve kıdem tazminatları için yaklaşık 6 haftadır Turgut Özal bulvarı üzerindeki Esentepe şubesi önünde bekleyerek direnişlerini sürdürüyor.

n İstanbul’da Tedi Dicount Tekstil Mağazacılık’ta çalışan işçiler, DİSK/Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, Ardiye ve Antrepoculuk İşçileri Sendikası’na (Limter-İş)

n Şişli Belediyesi’nin haksız şekilde işten attığı Nilüfer Parlar açlık grevine başladı.

n İstanbul’da Varlık Fonu ve özelleştirmeleri içeren torba yasayı protesto etmek isteyen Devrimci Sağlık-İş Sendikası üyeleri, polis engeliyle karşılaştı. n İstanbul Beykoz’da TÜRGEV’e ait bir inşaatta çalışma koşullarının düzeltilmemesi üzerine iş bırakan yaklaşık 500 işçinin direnişi sonuç verdi. Patronlar, işçilerin taleplerini kabul etti. n Manisa’nın Alaşehir ilçesinde Öz Gıda-İş Sendikasının örgütlü olduğu Tariş Üzüm Entegre İşletmesinde “çalışma sürelerinde eşitlik” talebiyle greve çıkan ve başta Kaymakam olmak üzere verilen sözler üzerine TİS imzalayarak işbaşı yapan işçilerin tamamı askıya alındı, yani ücretsiz izne çıkarıldı.

TONY CLİFF’İN DÖRT CİLTLİK LENİN SETİ SONBAHARA KADAR ÖZEL İNDİRİMLİ: SADECE 50 LİRA! SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞTIĞINIZ YERDEN ALABİLİRSİNİZ. Z YAYINLARI

Türkiye tarihinin en büyük özelleştirme dalgası gerçekleştirilecek ve elde edilen gelirler yeni kurulacak olan Türkiye Varlık Fonuna aktarılacak. Türkiye Varlık Fonu aslında paralel bir hazine sistemi. Bu sistemin en önemli özelliği her türlü denetimden uzak olması. Daha önce Hazine’de ve çeşitli fonlarda biriken paralar, bundan böyle Varlık Fonuna akacak. Varlık Fonu’nun kaynaklarının en önemlisi İşsizlik Sigortası Fonu birikimleri olacak. Haziran 2016 itibarı ile İşsizlik Sigortası Fonu’nda 97,5 Milyarlık bir kaynak birikmiş durumda. İşçi için harcanmayan bu kaynağa şimdi Varlık Fonu yoluyla el konulacak. Devasa kamu kaynaklarına hükmedecek olan Varlık Fonu neredeyse kanunlardan ve kurallardan muaf kendi başına buyruk bir kurum olarak tasarlanıyor. Varlık Fonu, Sayıştay denetimi dışında kalacak, kurumlar vergisinden muaf olacak ve ihale mevzuatına tabi olmayacak. Darbe girişimi ve OHAL’in ardından kamu emekçilerinin iş güvencesi ortadan kaldırıldı. Kara para düzenlemesi yasalaştırıldı. Sermayeye yeni teşvikler getirildi. Yeni işçi düşmanı yasalar Meclis gündeminde, OHAL nedeniyle fırsata çevrilerek teker teker yasalaştırılmakta. İşçi sınıfı örgütleri bu olumsuz gidişe dur demelidir. Darbeyi engelleyen işçi ve emekçiler kazandıkları özgüvenle kendi aleyhlerine çıkarılmak istenen her türlü yasayı engelleyebilir.


10

SOSYALİZM

KİTLELERDEN KORKMALI MIYIZ?

15 Temmuz direnişi, köprü, İstanbul. CANAN ŞAHİN

Dünyada beş yıldır Arap devrimleri, karşı devrimleri, savaşlar devam ediyor. Kapitalizmin ve emperyalizmin krizi artarak sürüyor. Avrupa’da kitle hareketleri, kitle partileri, radikal sol yükseliyor. Türkiye’de bürokratik aygıtın krizi, darbe girişimi ve darbe girişiminin kitle hareketi ile engellenmiş olması söz konusu. Tartışmalarda ana başlıklarımız siyasal İslam, AKP’nin karakteri, din, solun tutumu vs. Bu tartışmalar bizi iki noktaya götürüyor. Biz bütün bu olanları medeniyetler çatışması, ilerici-gerici çatışması, din çatışması olarak mı göreceğiz, yoksa Marksist bir analiz yaparak içindeki sınıf çatışmasını mı açığa çıkaracağız? Kendiliğinden hareketler Kitle hareketleri ve grevlerle ilgili olarak Rosa Luxemburg önemli analizler yaptı. Özellikle Rusya’da1905 grevlerini analiz ettiğinde harekete geçen kitlelerin güçüyle, liderliklerin güçsüzlüğü arasında büyük bir mesafe olduğunu tespit eder. Bu durum 15 Temmuz darbe girişimine karşı mücadeleyle de benzerliğe sahip; sol darbeye karşı tanklara çıkan insanların gerisinde kalmıştır. Rosa, hayallerle gerçekler arasında açı olduğunu söyler. Sol 19. yüzyılda da ideal kitle hareketleri tasavvur ederdi. Bakuninci anarşist görüş kitle hareketlerinin kontrol edilebileceğini, kolaylıkla sosyal devrime evriltilebileceğini öne sürer. Rosa bu görüşlerle tartışır. Solun evdeki hesabı çarşıya uymayınca, gerçekler karşısında dehşete kapılır. Bu tip tartışmalar yıllardır devam etmektedir. Kitle mücadeleleri solun tasavvur ettiği koşullarda gerçekleşmez, hareketin koşullarını biz belirleyemeyiz. Bizler tahmin edemeyeceğimiz koşullarda ortaya çıkan kitle hareketlerine müdahale etmeye çalışırız. Mesela darbe olacağını bilemezdik, ama ortaya çıktığında hemen darbe karşıtı hareketin içinde yer aldık. 1905 Rusya’sında Çarlık polisinin kontrolündeki sendika üyelerinin yine Çarlık ajanı Papaz Gapon önderliğindeki Kışlık Saray’a yürüyüşü devasa bir hareketin başlamasına sebep oldu. Daha sonra örgütler bu kitle hareketinde yer alabilenlerden doğdu. Rosa kitle hareketlerinde yer almaktan korkan solun hareket içinde kolayca kırılmaktan korktuğunu anlatmak için porselen, steril sol tanımlaması yapar. Kitle hareketlerin-

den korkmamak, onu evriltmeye çalışmak gerekir. Ama bizdeki solun bazı kesimleri kendiliğinden gelişen darbe karşıtı harekete büyüteçle bakıp, içinde IŞİD’i gördü. Kitle hareketleri ve demokrasi tartışması hareketin köklü bir tartışmasıdır. Darbeyi durduran hareket somut olarak demokratik bir davranış göstermiştir. Elbette darbe karşıtı harekette pek çok farklı düşünce vardır. Saf kendiliğindencilik de yoktur. Darbe karşıtı harekete katılanların 28 Şubat darbesinde şekillenen bir bilinçleri vardır. Rusya’da devrim öncesinde sosyal demokratlar ve Menşevikler kendiliğinden hareketlerden hep korktular. Halbuki dünyayı değiştirmek isteyenler harekete geçen kitleler içindeki her türlü düşünce ile tartışabilmelidirler. 100 yıldır aynı şeyin yapılması, kitle hareketlerinin barbarlıkla suçlanması, elitizmdir, seçkinciliktir. Nitzche de kitleleri iktidara, güce tapanlar olarak görür. Kitle hareketlerini, totaliter rejimlerin kaynağı olarak görür. Bu düşünceler solda 1960’lı yıllara kadar yaygındı. Bizler kitle hareketlerine bakarken farklı eğilimleri tespit etmek zorundayız. Kitleleri saf, homojen, değişmeyecek bireyler olarak görmeyiz. Hareket içinde tüm aykırı düşüncelerle tartışır, onları sınıf mücadelesi çizgisine çekmeye çalışırız. Elitizmin yukarıdan bakışı Solun bazı kesimleri yıllardır AKP analizlerinde onu ABD’nin yeşil kuşak projesinin bir unsuru, yeşil sermayenin temsilcisi, Türk-İslam sentezinin uygulayıcısı olarak tanımladı, ama kitlelerin niçin AKP’ye oy verdikleri ile ilgilenmedi. Kitleleri kandırılmış yığınlar olarak gördü. Bu analiz komplocu, sadece AKP liderliğini ele alan bir yaklaşımdır ve tabanda yer alan milyonlarca yoksulun neden bu partinin sloganlarına yöneldiğini anlamaktan uzak bir analizdir. Kitleler maniple edilen, pasif, kandırılan kalabalıklar olarak tanımlanır, harekete geçtiklerinde ise barbar olarak suçlanırlar. Halbuki 1980’li yıllardan beri süren ağır bir neoliberal saldırı altında Türkiye’de halk giderek yoksullaştı. Köyden kente yoğun göçler yaşandı, solun ideolojik yenilgisi sonrası kitleler yüzünü siyasal islama döndü. Yani analizlerimizi kitlelerin değişimini, yönelimini anlamak için aşağıdan yapmalıyız. Kitlelerin davranışlarını anlamaya çalışmalı, yukarıda, liderliklerin tutumlarının analiziyle

yetinmemeliyiz. AKP’nin yeşil sermaye, inşaatçı vb. özelliklerini anlatan pek çok yayın vardır, ama kitleler AKP’ye niçin oy verdiğini izah etmeye çalışan yayın çok azdır. Bu tip analizler yapanlar, hegemonya mücadelesinin bir parçası olmaz, sadece izlemekle yetinir. Ne yapmalı? Egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir, ama harekete geçen kitleler egemen sınıfın fikirleri ile tartışır. Bizler bu tartışmaları daha da derinleştirebiliriz. Mesela Balyoz, Ergenekon davaları olmadan da ordunun darbeci olduğunu biliyorduk, ama dava süreçleri başladıktan sonra ordunun darbeci yapısını kitlelere anlatmak daha kolay oldu. Yine 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları olmadan önce biz egemen sınıfların hırsız olduğunu, çaldığını biliyorduk. Ama soruşturmalar, belgeler bu yolsuzlukları kitlelere anlatmayı kolaylaştırdı. Kitle mücadelesi için birleşik cephe siyaseti önemlidir. Sol komünizm, birleşik cephe siyaseti önünde önemli bir engeldir. Lenin, sol komünizmi şöyle tanımlar: İşçi sınıfının hayati çıkarları söz konusu olduğunda bile harekete müdahil olmama, geniş cepheden uzak durma, sekterlik. Bu tip davranışlar 1920’li yıllarda Almanya ve İtalya’da devrimin yenilgisini kolaylaştırdı, faşizme kapı araladı. Sol komünizm sadece kendisini haklı ve doğru görür, strateji ve taktik tartışmalarından, birleşik mücadeleden uzak durur. Mısır’da devrim sonrası yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin son turunda iki aday vardı: Mursi ve eski rejimin temsilcisi A.Şefik. Sol bu seçimlerde “Ne veba, ne kolera” dedi ve ikisine de oy vermedi. Sisi darbesi sonrası bu sloganın ne kadar yanlış olduğunu gördü. Mısır solu Mursi karşıtı eylemlerde giderek koleraya razı oldu. Darbeci Sisi rejimine destek oldu. Suriye’de ilk ayaklanmalar başladığında sol kontrol edemediği bu devrimci kitle hareketinden korktu, uzak durdu. Önceleri “Ne Esad ne Cihatçılar” derken giderek “Esad Cihatçılardan iyidir” noktasına sürüklendi. Bizler Türkiye’de kültürelciliğin, özcülüğün etkili olduğu bir ortamda siyaset yapıyoruz. Her kesimin kendi mahalleleri var. İşçi sınıfının seküler dindar kesimleri ayrışıyor. Bu da solu siyasette cılız bir hale getiriyor. Sokağa çıkan milyonları gerici ve faşist olarak nitelemekten vaz geçerek, cılız kalmaktan kurtulmak yönünde ilk adım atılabilir.


AKTİVİST

11

GÖRÜŞ ŞENOL KARAKAŞ

UMUTSUZLUK POMPALANIYOR

21-22-23 EKİM İSTANBUL

Üç günlük toplantılar dizisinde aşağıdaki başlıkları tartışacağız. Sen de gelir misin? n Bir darbe girişiminin anatomisi ve sonrası n Cumhuriyet tarihinin darbe günlükleri n Küresel kapitalizmin krizi: Bildiğimiz dünyanın sonu mu? n Marksizm ve ekoloji

n Ermenisizleştirmenin ekonomik-sosyal-politik ve ideolojik kökenleri ve sonuçları n Kürt sorunu: Yeniden çözüm için n Kadınların özgürlük mücadelesi: Olasılıklar ve engeller n Kriz, savaş, iç savaş, göçmenlik ve ırkçılık bağlamında Suriye n Evrendeki yerimiz n Yeni bir devlet politikası olarak “Yerli ve milli “eksen n 21. Yüzyılda nasıl bir örgütlenme

HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ: EMİN PAZARCI

Şehir meydanlarına, havaalanlarına, kentlerin en işlek caddelerine, mitinglere bombalı saldırılara, en son kına gecesine yapılan ve çok sayıda çocuğun öldüğü Antep saldırısı eklendi. Sadece Türkiye’de yaşanmıyor bu saldırılar. Fransa’da, Belçika’da da yaşanıyor. Dünya alarmda. Türkiye IŞİD’in en çok saldırı gerçekleştirdiği ülke. Fakat Türkiye’yi saldırıya açık hale getiren, Kürt sorununda savaş politikalarının devreye girmiş olması. Şehirler de yıkıldı son bir yılda karakollar ve şehirlerde canlı bomba eylemleri de yapıldı. Çözüm sürecinden, Abdullah Öcalan’ın görüşleri kamuoyunun bütünü tarafından merak edilen bir siyasetçiye dönüştüğü, İmralı heyetinin açıklamalarının canlı yayınlarda verildiği ve Kürt sorunun bütün düzeylerinin tartışılabildiği koşullardan yeniden savaş koşullarına dönmenin bedeli çok pahalı oldu. IŞİD saldırıları ödediğimiz bedeli daha da artırdı. Fakat ödediğimiz bedeli olduğundan daha heybetli görmeye neden olan başka bir ruh hali var. Bu, yenilginin ruh hali. Yıkımın içinden kazanma umudunun nerede olduğunu görmeyi engelleyen, biteviye her şeyin çok daha kötüye gittiğini ve daha da kötüye gideceğini anlatmayla sonuçlanan bir ruh hali bu.

n Marx neden haklıydı?

n Farklı görüşlerden konuşmacıların sunuşlarının ardından söz salonun olacak. n Etkinlikte sosyalist kitap ve yayınlara indirimli olarak ulaşacağınız bir stant yer alacak. n Katılım için bizimle iletişime geçin: Rumeli Caddesi, Nakiye Elgün Sokak, İkbal Apt, No:32/3 - Osmanbey - 0?????? - facebook.com/sosyalisttartisma

5 Haziran 2015 gününden beri, her ay bir patlama yaşanıyor. Temmuz 2015’ten beri ise yıkıcı bir savaş hali devam ediyor. Kürt sorununda yeniden savaş politikalarının devreye girdiği zaman bu zaman.

ETKİNLİK YERİ

CEZAYİR SALON

Hayriye Cad. 12 Galatasaray Beyoğlu - İstanbul

Kinaye yaparak zekâsını da konuşturan Pazarcı’ya göre, ya Emniyet içinde gözü dönmüşler nedense hep bunlara (PKK yandaşları diyor) rastlıyormuş ya da PKK operasyonlarına hep “gözü bozuk memurlar” gönderiliyormuş.

Özgür Gündem baskınında gözaltına alınanlar arasında olan İMC TV muhabiri Gülfem Karataş, ifadesinde dayağa maruz bırakıldığını beyan etti ve polisin kendisini tecavüz ile tehdit ettiğini söyledi. Baskın sırasında canlı yayında olan Karataş’ın ekrandan çığlıklarını duymuştuk, en son darbe gecesi CNNTURK ekranlarında çığlık duyan bizler için son derece zor bir andı bu.

Demek Pazarcı’ya göre kendisinin güzellik kriterlerini karşılayan bir kadın, tecavüz edilebilir oluyor?

Karataş’ın ifadeleri basına yansıyınca, Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi Emin Pazarcı, sosyal medya hesaplarından “Ne çekiciliği var bunların? Sağdan bakıyorum, soldan bakıyorum olmuyor” şeklinde kısaltabileceğimiz “bir şeyler” söylemiş.

Emin Pazarcı, ilerleyen saatlerde, yazdıklarıyla “esas tecavüzcülerin” can damarına bastığını, yalanlarını ortaya çıkardığını falan filan söylemiş.

Demek Pazarcı’ya göre devlet güçleri birer melek ve gözaltında tecavüz bir işkence aracı olarak kullanılmıyor? Demek kadının beyanına değil de, eski ülkücü, kim olduğu belirsiz, Akşam gazetesi satılınca hızla AKP’ye dümen kırmış, ağzı bozuk, ruhu çirkin bu ırkçı adama inanacağız?

Adeta zehir hafiye, bu zekâ ile potansiyeli harcanıyor olmalı.

Bu ruh hali üç sene önce Gezi direnişinin, geçen sene HDP’nin 7 Haziran’da aldığı 6 milyon oyun ve 15 Temmuz gecesi darbeyi durduran halk kitlelerinin gücünü, etkisini ve yankısını unutturuyor. Daha garip bir sonuca neden oluyor: her kötü olayın, daha kötü bir başka olayın, esas olarak da bir iç savaşın tetikçisi olacağını alttan alta anlattırıyor. Örneğin Suriye’de Cerablus’ta bir askeri liderin haince öldürülmesinin bölgeyi ateşe sürükleyeceği yazılabiliyor. Bölge daha ne kadar ateşe sürüklenebilir. Yaklaşık 500 bin Suriyeli ölmüş durumda zaten! 1 milyonu aşkın Iraklı, ABD’nin işgali sırasında öldü zaten! En tehlikelisi, karamsarlığı, gerçekliğin ifadesi olarak yutturmaya çalışan eğilim. Bu doğru değil. Çok ölü verdik, çok yaralandık, gözaltılar, tutuklamalar oldu, ama mücadele sürüyor. Bir karşı devrim yaşamıyoruz. İşçi hareketi atomlarına ayrılmış değil, Kürt sorununda barışı inşa etmek için, Suriye halkıyla dayanışmak için, neoliberal saldırıları durdurmak için sayısız mücadele fırsatı var. Yaşama kastedenlerin karşısında yaşam için ses vermekten vaz geçmeyenler var. Savaşın, çatışmanın ve gerilim en yoğun olduğu yerde bile, barışın, umudun soluğunu hissetmek mümkün. Demirtaş’ın, Antep katliamının, tam da tarihi bir sürecin başlangıcında yapıldığı yönündeki sözlerini hatırlamakta fayda var. Barıştan vaz geçmemekte fayda var. Barış mümkün zira. Yeter ki harekete geçelim.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

KÂR DEĞİL YASAM İCİN , SU , en önemli engeli oluşturuyorlar. Tüm ortak müştereklerin (su, orman, toprak) şirketlerin emrine verilmesini sağlayan, devletleri tam anlamıyla şirket haline dönüştüren neoliberal politikalar ise hem iklim krizini derinleştiren hem de yine çözümün önündeki engellerden biri. Ve tüm bu engellerin kaynağı kâr, rekabet ve büyüme temelli çalışan kapitalist sistem. Bu sistem sayesinde dünyada akla hayale gelmeyecek zenginlikler üretilirken halen insanların büyük kısmı temiz içme suyu olmadan yaşıyor. Ve iklim krizi her geçen gün yoksullaşan, yaşamak için suya erişmekte zorluk yaşayan insanların sayısını artırıyor. Yaşam olanaklarından yoksun olanların başlattığı göç ise milliyetçilik ve ırkçılıkla, savaş gibi sorunlarla daha da büyük insanlık felaketlerine yol açıyor.

NURAN YÜCE

Su Hakkı Kampanyası 19-20-21 Ağustos tarihlerinde Büyükada’da düzenlediği “Yaşam için Su” yaz kampında tüm canlılar için yaşamın vazgeçilmezi suyu ele aldığı bir etkinlik düzenledi. İstanbul, Ankara, Kocaeli, İzmir, Dersim, Kırklareli, Trabzon ve Diyarbakır gibi farklı şehirlerden yüze yakın gencin, üç gün boyunca su merkezli ekolojik kriz etrafında ırkçılıktan milliyetçiliğe, milliyetçilikten savaşlara, savaşlardan eşitsizlik ve adaletsizliğe bir çok başlığı ve bütün bu meselelerin kapitalizmle ilişkisini tartıştı. Susuz yaşayamayız, susarak hiç yaşayamayız Raşatırmalar, dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin 30 büyük kentinde suyun fiyatının hane halkının tüm diğer temel gider kalemlerinden daha hızlı artığını ve 2010 yılından bu yana %41’lik bir artış olduğunu gösteriyor (Circle of Blue). Türkiye’de de durum farklı değil. Türkiye’nin en büyük dört şehrinde de durum farklı değil, su fiyatları enflasyon oranının üstünde artıyor, geçtiğimiz hafta Muğla belediyesi su fiyatına %423 oranında zam yaptığını duyurdu. Yine ABD’de ulusal su krizinin başlangıcı son 1200 yılın en uzun ve şiddetli kuraklığının dört yıl üst üste Kaliforniya’da yaşanması ile ilan edildi. İklim krizi ve neoliberal politikalar artık yoksul ülkeler ile zengin

Değiştirebiliriz

Büyükada’daki kampa katılan aktivistler, su hakkı kampanyasını kitesel hale getirmenin yollarını tartıştı.

ülkeleri hem suya ekonomik erişebilirlik hem de fiziki olarak su yokluğu açısından eşitlemiş durumda. Bu iki kriz ile birlikte artık birinci dünyada da bir üçüncü dünya oluştu. İklim krizi su krizini derinleştiriyor Dünyanın en zengin 500 şirketi sıralama-

sının ilk sıralarında fosil yakıt şirketleri ve ona bağlı sektörler yer alıyor. Bu sektörler iklim değişikliğini durdurmak için bilimsel raporlarda yer alan“fosil yakıtların %80’nini toprakta bırakın” talebi gerçekleşirse zenginliklerini ve kârlarını direkt kaybedecek olan kesimler. Bu nedenle iklim değişikliğini durdurma mücadelesinde

Yaşam için Su Yaz Kamp’ında var olan su sorunu tarihselliği ve bütünselliği ile tartışırken, bu sorunların giderilmesi için bugünden neler yapılabileceği konuşuldu. Bu soruna karşı dünyanın dört bir yanında yaşam savunucularının, hak savunucularının verdikleri mücadelelerin deneyimleri paylaşıldı. Krizlerin tüm canlılar için yarattığı olumsuz koşullardan ancak birlikte mücadele edersek hem kurtulabilir hem de daha eşit ve adil bir dünyanın temellerini ancak bu sayede atabiliriz.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ EKONOMİYİ VURACAK İklim değişikliği ekonomiyi vuracakTarım: Dünya Bankası’na verilerine göre bile iklim değişikliğine yönelik gerekli tedbirlerin alınmadığı taktirde 2030’a kadar 100 milyon insanın fakirliğe sürüklenebileceği öngörülüyor. Dünya nüfusunda şu an için yoksulluk çeken nüfusun üçte ikisinden fazlası kırsal alanlarda yaşıyor ve bu insanların çoğu geçimini tarım sektöründen sağlıyor. Tarım sektörü, hizmet sektöründen sonra dünyada yaklaşık 1 milyardan fazla insanın istihdam edildiği bir sektör. Açıkça görülüyor ki, iklim değişikliği tarımla geçimini sağlayan insanları tüm geçim kaynaklarından mahrum bırakacak.

ğinden etkilenecek. Turizm sektörü de iklim değişikliğinden, spesifik olarak deniz seviyesinin yükselmesinden bir hayli etkilenme potansiyeline sahip. Örneğin, Maldivler’de deniz seviyesinin yükselmesi kıyı erozyonuna sebep olurken, belki de 30 yıl içerisinde bu gibi yerlerde büyük kara parçalarının yok olmasına sebep olacak ve tuzlu suyun girişi yaşamı elverişsiz hale getirecek. Senede yaklaşık 60-80 milyon turiste ev sahipliği yapan Alpler’de beklenen iklim değişikliği turist rehberinden, otel çalışanına, restoranına kadar çok büyük ekonomik yıkımlara yol açacak.

Turizm: 2015’te gayrisafi küresel hasılanın %9.8’ini oluşturan ve 284 milyon istihdam yaratan turizm sektörü de iklim değişikli-

*19 Mayıs’da Hindistan tarihinin en yüksek sıcak gününü yaşadı. Termometreler, Rajistanın Phalodi bölgesinde 51C’ye ulaş-

tı, ülkedeki kuraklık 300 milyon kişiyi etkiledi, suları çalınmasın diye baraj ve su depoları kolluk kuvvetler tarafından koruma altına alındı. * Ekvator kemerinin altında Avustralya’da en sıcak sonbahar yaşıyor. Ortalama sıcaklıklar ilk defa neredeyse 2 dereceden daha fazla bir fark yarattı.

*Dünyanın en büyük mercan resifi ve Dünya mirası bölgelerinden biri olan Büyük Set Resifinin %93’ünün su asitliğinden etkilendiği belirtiyor. Tüm su canlılarının %25’ini içinde barındıran bu kadar büyük bir ekolojik alanın kaybolması ile bir dünya mirasını daha kaybetmiş olacağız.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.