Si 547

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

547

23 Aralık 2015 2 TL. sosyalistisci.org

#CİZRE

KÜRT HALKI YALNIZ DEĞİL İSPANYA’DA İKİ PARTİLİ SİSTEMİN SONU sayfa 4

ZİRVE KATLİAMI DAVASI AVUKATI ERDAL DOĞAN’LA RÖPORTAJ sayfa 5

2015: SAVAŞIN VE DİRENİŞİN YILI sayfa 6-7

657’YE DİKKAT! TÜM İŞÇİLERE İŞ GÜVENLİĞİ! sayfa 9


2

GÜNDEM

DEVLETİN DÜŞMANLARI LİSTESİ Türkiye Cumhruiyeti ister tek partili rejimi olsun isterse çok partili, her zaman bir devlet düşmanları tanımına sahip. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Aleviler, Kürtler, sosyalistler, hatta başörtülüler. Sadece içerideki düşmanlar değil, Türkiye’nin dört bir tarafının düşmanlarla çevrili olduğu da cumhuriyet tarihi kadar eski bir efsane. Erdoğan, vakti zamanında devletin düşmanları listesinde önlerde yer alırken, bugün devlet adına yeni yeni düşman tanımlarını yapıyor. Devletin neden reforme edilemeyeceğini gösteren acıklı bir örnek Erdoğan’ın siyasi yaşamı. Devletin dışladığı bir toplumsal kesim adına kalıcı reformları hayata geçireceği iddiasıyla başladığı siyasi yaşamını, devlet adına yeni yeni düşmanlar icat ederek tamamlıyor. Bugün Kürt illerinde yaşanan tüm devlet şiddeti, üç yıl önce Erdoğan’ın Suriye’nin Türkiye sınırında Kürt hareketinin özerklik girişimlerine, “kırmızı çizgimizdir” dediği günlerde mayalandı. Bir yandan çözüm süreci devam ederken aynı anda PYD’yi düşmanlaştıran yaklaşım zirve noktasına, IŞİD’in Kobanê saldırısı günlerinde çıkacaktı. Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” sözleri değildi önemli olan, önemli olan, “PKK eşittir IŞİD” sözleriydi. Suriye’de Kürtlerin kendi kaderini belirlemesine keskin vurgularla karşı çıkarken Türkiye’de çözüm sürecinin uzun soluklu olamayacağı açıktı. Kürt halkından Türkiye’de çözüm sürecinin selameti için Suriye’de kendi kaderini belirleme fırsatı ve hakkını değerlendirmemesini istemek ise ucuz milliyetçiliğin küçük esnaf pazarlıkçılığının ürünü olabilirdi ancak. 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatının yok sayılmasının ve Nisan ayından itibaren Abdullah

SAVAŞ ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ DERİNLEŞTİRİYOR PKK’nin tek taraflı ateşkesinin devam ettiği günlerde ikti-

dara gelen AKP, iktidarının ilk yıllarında Kürt sorununun adını koyarak kimi adımları attı, ancak sorunu Kürt halkının istekleri doğrultusunda tamamen çözmek konusunda hep direnç gösterdi. Bu direnç yüzünden, önce 2006 – 2008 yıllarında, ardından 2011 – 2012 yıllarında taraflar arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. 2012, bu çatışmaların, serhıldanların ve cezaevlerinde açlık grevlerinin yaygınlık kazandığı bir yıl oldu. Binlerce PKK’li tutsağın cezaevlerindeki açlık grevi eyleminin Kürt halkını kopma noktasına getirmeye başladığı yılın son günlerinde İmralı’da tutsak bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan devreye girdi, eşit koşullarda vatandaşlık etrafında çözümün silahsız bir şekilde sağlanabileceğini söyledi. Öcalan’ın çağrısı ile açlık grevleri sonlandı ve PKK fiili ateşkes ilan etti. HDP’li vekillerin de dahil olduğu görüşmeler silsilesi ve iniş çıkışlarla dolu bir sürecin ardından taraflar arasında Abdullah Öcalan’ın yazdığı bir metin etrafında mutabakat sağlandı. Buzdolabına kaldırılan çözüm süreci Dolmabahçe’de hükümet üyeleri ve HDP’li vekiller tara-

fından deklare edilen 28 Şubat 2015 tarihli bu mutabakat daha bir hafta geçmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yok sayıldı. Suriye sınırları boyunca yeni ve PKK’ye bağlı bir Kürt yönetiminin ortaya çıkmasını bir türlü hazmedemeyen Erdoğan, çözüm sürecini sonlandıracak adımları hızla atmaya başladı. 7 Haziran seçimleri öncesinde şehirlerde HDP’ye, dağlarda gerillalara karşı provokasyonlar yapıldı. Ancak hem HDP’nin parlamentoya güçlü bir şekilde girmesi hem de PYD-YPG’nin etki alanını genişletmesi, bölgesel bir güç olma planları sekteye uğrayan Erdoğan yönetimini çıldırttı. AKP bu siyasi öfkesiyle Kürt sorununda yeniden savaş politikalarını devreye soktu. Polis / Jandarma Özel Harekat’taki ülkücü faşistler ve cezaevlerinden çıkardıkları Ergenekon üyeleri ile birlikte devletin bütün silahlı güçleri çoğu silahsız olan Kürt halkına saldırıyor. Şehir merkezleri tanklar ve ağır silahlar taşıyan diğer askeri araçlar tarafından işgal edilmiş durumda. Hükümet, hiçbir yasal dayanağı olmayan sokağa çıkma yasakları ve infazlarla Kürt halkını teslim almayı hedefliyor. Ancak, statüsüz yaşamayı ve AKP’nin dayatmalarını kabul etmeyen Kürt halkı hakları için mücadele etmeye devam ediyor.

Öcalan’a tecrit uygulanmasının nedeni buydu, hükümet ve devlet erkanının savunduğu gibi hendekler değil. Şimdi Cizre, Nusaybin, Yüksekova, Sur, Derik, Şırnak gibi sayısız yerde devletin hemen hemen bütün kanatlarının, asker, polis, özel harekat, JİTEM, MİT, derin, gizli, açık ve yasal bütün birimlerinin sahneye koyduğu şiddet, devletin aynı zamanda Suriye’de gelişen Kürt siyasi iradesinden intikam almasının da yöntemi. Ama bu geçerliliği olan, sürdürülebilir olan, sonuç alıcı bir yöntem değil. Bu yöntem ne Kürt halkının Suriye’de sahip olduğu direnci kırabilir ne de Türkiye’de yıllar içinde açığa çıkan, şekillenen ve son seçimlerde görüldüğü gibi milyonlarca oya ulaşabilen kitlesel ve kolektif bilinç sıçramasını kırabilir. Cizre’de sıkıyönetim binlerce Şırnaklının Cizre’ye doğru yürüyüşüyle tesadüfen protesto edilmiyor. Bu, devletin neden batıda kitlesel bir barış hareketinin inşa edilmesini engellemek için tüm psikolojik ve fiziksel olanaklarını devreye soktuğunu da gösteriyor. Kürt halkı yıllar önce korku duvarını aştı. Kobanê direnişiyle korkmak bir yana ulusal varoluşunu küresel bir vaka haline getirmeyi başardı. Batıda da milyonlarca insan özellikle Gezi direnişiyle birlikte korku duvarını aşmıştı. Ama özellikle Suruç katliamı ve arkasından 103 arkadaşımızın ölümüyle, yüzlercesinin yaralanmasıyla sonuçlanan Ankara katliamı, AKP’nin 1 Kasım seçimlerindeki üstünlüğüyle birleşerek yeniden bir korku duvarının inşa edilmesine neden oldu. Şimdi, bu duvarı yeniden yıkmak zorundayız. Korku duvarını aşmak zorundayız. Batıda, kıpırdanmalar başladı, Diyarbakır’la dayanışmak isteyen, Kürt sorununda barış politikalarının yeniden devreye girmesini isteyen, Kürt halkının kendi kaderini belirlemesini isteyen insanlar harekete geçiyor.

Bu hareket büyüyecek. Ama öncelikle, Kürt halkıyla dayanışmak için eylemler örgütlemek, eylemlere katılmak, barış için barışı savunan ağları inşa etmek yerine, “Neden ses vermiyorsunuz?” cümlesiyle özetlenen ve özellikle sosyal medyada artarak devam eden serzenişleri dile getirmenin barış eylemleri örgütlemeye ve Kürt halkıyla dayanışmaya hiçbir yardımı olmadığını görmemiz gerekiyor. Batıda oturup da “Neden ses çıkartmıyoruz” sorusunu soranlar örgütlenip bir araya gelseler çok etkili bir ses çıkartacak kadar çoklar. Öyleyse, Kürt halkı ağlaşmaz, örgütlenir direnirken, batıda da örgütlenip direnmek için, kıpırdayan barış hareketlerinin birleşik bir şekilde büyük bir barış hareketi olarak açığa çıkması için kolları sıvamalıyız.

DEVLET TERÖRÜ! Vatandaşı güvenlik güçlerinin kötü muamelesine karşı koruyacağı yalanını 13 yıldır tekrarlayan, “şeffaflık”, “işkenceye sıfır tolerans” gibi sloganlarla göz boyayan AKP iktidarının, insan hakları sicilleri çok kirli olan önceki iktidarlardan bir farkı olmadığı artık çok net olarak görülüyor. İHD raporundaki veriler korkunç: Yargısız infaz ve gösterilerde ölüm

2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 44 42 52 44 34 35 97 43 76 47 44 103

Gözaltında ölüm

2 5 5 4 5 8 6 6 5 10 - 5

Asker intiharları

18 18 48 21 36 24 34 47 43 69 61 44

İşkence

818 843 825 708 687 1546 1835 1349 3252 2571 11977 3401


GÜNDEM

DIŞ POLİTİKANIN STRATEJİK SIĞLIĞI

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

“SİLİP SÜPÜRMEK” HAKKINDA BİRKAÇ ŞEY Hem Erdoğan hem de Davutoğlu, Kürt sorununda “silip süpürme” stratejisini savunuyor. “Güzel şeyler olacak” müjdesinin verildiği, Akil İnsanlar grubunun oluştuğu, Abdullah Öcalan’la İmralı’da çözüm masasının kurulduğu, Dolmabahçe’de ortak açıklamaların yapıldığı günlerden her şeyin silinip süpürüleceği günlere çok hızla savrulduk. Fakat bu “silip süpürme” stratejisinde, şöyle bir yanlış kanaati var devlet yöneticilerinin: Kürt hareketi Tamil gerillalarının kaderini yaşamayacak ya da Putin’in Çeçenistan’da uyguladığı şiddetin benzerinin uygulanabileceği bir küresel siyasi iklimin içinde değiliz. Kürt sorunu, öncelikle, PKK kadrolarının hapsedilmesi

Özel güvenlik uygulamasının sürdüğü şehirlerin duvarlarında polis ve askelerin yazdığı sloganlar.

Başbakan Davuoğlu, “Stratejik Derinlik” kitabıyla ününe

ün katan bir siyasi figür. Erdoğan başbakanken danışmanlığını yapan Davutoğlu, daha sonra Dışişleri Bakanı oldu. Fakat AKP döneminde Türkiye’nin dış politikası giderek “komşularla sıfır sorun politikası”ndan “kavgasız komşu olmaz politikası”na evrildi.

Haksızlık etmeyelim. “Komşularla sıfır sorun politikası” üretildikten sonra komşularda siyasi dengeler sürekli değişkenlik gösterdi. Ama bu tutarsız bir dış politikayı derinlikli strateji olarak yutturan AKP liderliğinin siyasi hırsları için attığı tehlikeli adımların yanlışlığını görmezden gelmemeye yol açmamalı. Türkiye kara sınırlarını Bulgaristan, Yunanistan, Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye’yle paylaşıyor. Bulgaristan dışında hemen her ülkeyle gerginliğe dayalı bir politika izliyor. Yunanistan’la Kıbrıs sorunu üzerinden sık sık gerginlik yaşıyor. Kıbrıs’ta işgalci güç durumunda ve su hattını keserek Kıbrıs’a şantaj yapıyor. Aynı denizi paylaştığı Rusya’nın uçağını düşürüyor. İran’la tarihsel bir husumet içinde. Suriye politikalarında İran’la düşman kamptalar. Suriye’de ise hem Esad rejimiyle düşman hem de Kürt partisi YPG’yle. Suriye’de rejimle çatışan gruplara çeşitli düzeylerde yardım ederek Suriye iç politikasında ve iç savaşında doğrudan taraf durumunda. Suriye’nin kuzeyinde özerk yönetim alanları genişleyen Kürtlere ise düşman. Başka bir ülkenin içindeki özerklik girişimlerinin Türk devletinin kırmızı çizgisi olduğunu ilan edip duran Türk yetkililer var.

ya da yok edilmesiyle çözülebilecek bir sorun değil.

Kuzey Irak’ta ise Kandil Türk savaş uçakları tarafından sürekli bombalanıyor. İki hafta önce Başika’ya asker göndererek Irak’taki üçüncü büyük yabancı askeri güç haline geldi Türkiye.

Yani, PKK, sokağa çıkma yasağının uygulandığı il ve

Ermenistan’la kısa bir süre normalleşen ilişkiler ise esas olarak Türk devletinin Ermeni düşmanı politikaları nedeniyle sürekli gergin tutuluyor.

rülmesi, bu nedenle Kürtlerin vereceği mücadelenin

Türkiye sadece Kıbrıs, Lübnan ve Irak’ta asker bulundurmakla yetinmiyor. Askeri üslerinden bazılarını ABD liderliğindeki savaş koalisyonuna açarak komşu ülkelerin bombalanmasına yardımcı oluyor.

yönelmiş olabilir mi bu durumda?

ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin başarıya ulaşmaması, ABD’nin bu iki ülkede hem askeri hem de politik açıdan mağlup olması, devletler arasındaki hiyerarşik ilişkileri dağıtırken hem Rusya gibi emperyalist devletler hem de Suudi Arabistan, Türkiye, İsrail ve İran gibi devletler bölgesel güç olduklarını göstermek için bu küresel çatlaklardan yararlanarak askeri ve siyasi hamleler yapıyor. Türkiye egemen sınıfı adına davranan AKP bölge ülkeleri arasında yaşanan çatlakları bölgesel bir güç olmak için değerlendiriyor. Bölgesel güç olmak için izlediği politikanın temel aracı ise militarizmin derecesini yükseltmek ve birçok ülkenin içişlerine doğrudan-askeri müdahalede bulunmak. Kürt halkına ise, sadece Türkiye sınırlarının içinde değil komşu ülke sınırları içindeki Kürtlere de düşmanca yaklaşması, Türk dış politikasının hiçbir derinliği olmayan, sürekli olarak askeri gücünü sınadığı bir sefalet politikası anlamına geldiği çok açık.

ilçelerde hendeklerin başında bekleyen gençlerden ibaret değil. Kürt halkının ezici bir çoğunluğunun desteğini alan bir hareket. Kadrolarının silinip süpüsonlanacağı anlamına gelmiyor. Devlet şiddeti, Kürt halkının bütününü imha etmeye Şehirlerde tankların gezmeye başlaması, Kürt halkının bütününü imha etmek anlamına gelmiyorsa da halkın bütününe göz dağı vermek anlamına geliyor. Bu çok açık. Fakat açık olan başka bir gerçek daha var: Bu gözdağının bir anlamı yok. Kürt halkına on yıllardır göz dağı veriliyor. Kent merkezlerinde zırhlı birlikler kullanılmaya başlanması, kent sokaklarında top atışları yapılması devletin güç gösterisi olabilir. Ama milyonlarca insanı birlikte şekillendiren ortak ruh halinin top atışlarıyla kırıldığı görülmemiştir. Kürt halkı Kobanê direnişi günlerinden beri özel olarak kolektif-ulusal bir bilinçle şekilleniyor. Devlet ya bu şekillenmeyle eşitlik temelinde ilişki kurar ya da savaşı daha da tırmandırır. Fakat şu çok açık ki savaş ne kadar tırmandırılırsa tırmandırılsın, hem Kürt halkının örgütlülük düzeyi hem de bölgesel dinamikler

HAFTANIN IRKÇISI NOEL KUTLAMALARINI PROTESTO EDENLER Son günlerde Noel kutlamasını protesto adı altında, Hıristiyanlara yönelik ayrımcı ve ırkçı eylemlerin ve afişlerin sayısında artış görülüyor. Bu, aslında içinde bulunduğumuz seneye özgü bir durum değil. Her sene yılbaşı yaklaşırken ırkçı, Hıristiyan düşmanı, ayırımcı

eylem ve etkinliklerle karşılaşıyoruz. Geçen sene plastik Noel Baba maketi bıçaklanmış, bir örnekte sünnet dahi edilmeye çalışılmıştı. Fatih’in Nesli Gençlik Eğitim Merkezi adı verilen bir örgüt, bu sene de Hıristiyanlara yönelik ırkçı ve ayrımcı faaliyetlerine hız verdi. Sokaklarda ve medyada Müslümanlar Noel kutlamaz başlığı altında yürütülen kampanya, her ne kadar Müslümanlara sesleniyor gibi görülse de, meydanlara kurulan Noel ağaçlarına da karşı çıkıldığı için, Hıristiyanlar da hedef alınıyor. Gerek yılbaşını kutlamak isteyen Müslümanları, gerekse de inançları doğrultusunda Noel’i kutlamak isteyen Hıristiyanları hedef gösteren bu örgüt, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

ve dengeler Sri Lanka ve Çeçenistan formüllerinin uygulanmasına ve başarı kazanmasına olanak tanımayacaktır. Peki devlet bundan sonra hangi adımı atmayı tercih edecek? Devlet rasyonel hareket eden bir yapı olsa, kuşkusuz şehir merkezlerinde hukuk dışı sıkıyönetim uygulamaya ve tank atışlarıyla binaları yıkmaya bir son verebilir. Devleti kent merkezlerinde zırhlı araçlar dolaştırmaktan vazgeçirecek şey, “Sri Lanka modelini” değil, barış modelini uygulamaya zorlayacak adım, rasyonel davranması beklentisi içerisine girmek değil, halkların eşit koşullarda kardeşliği yönünde kitlesel bir şekilde barış için ses çıkartmaktır.


4

DÜNYA

İSPANYA’DA İKİ PARTİLİ SİSTEMİN SONU

BM’DEKİ UZLAŞMA SURİYE’DE SAVAŞI BİTİRİR Mİ? Suriye konusunda uzun zamandır beklenen karar ve plan geçen hafta Birleşmiş Milletler’den geçti. BM Güvenlik Konseyi'nin Suriye'ye ilişkin 2254 numaralı karar taslağında Ocak ayı başında siyasi geçiş için ateşkes ve resmi müzakere çağrısı, IŞİD ve El Nusra Cephesi dâhil "terörist" olarak görülen grupların dışında tutulması, bu gruplara yönelik "saldırı ve savunma eylemleri"nin -yani ABD ve Rusya öncülüğündeki hava saldırıları- devam etmesi bulunuyor. Bu plana göre Suriye’de altı ay içinde "güvenilir, kapsayıcı ve mezhepsel olmayan bir yönetim" oluşturulacak, 18 ay içinde BM gözetimi altında "özgür ve adil seçimler" yapılacak ve tüm bu siyasi geçiş süreci Suriye önderliğinde gerçekleşecek. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, ateşkesin nasıl denetleneceğine dair 18 Ocak'a kadar bilgi verecek. Esad Üzerinde anlaşıldığı iddia edilen bu genel çerçevenin yanı sıra tarafların farklı görüşlere sahip olduğu pek çok kritik başlık bulunuyor. Örneğin Batılı ülkeler ile Arap dünyası Esad'ın geçiş sürecinin bir parçası olmasını kabul ediyor fakat süreç sonunda da gitmesi gerektiğini savunuyor. Rusya ve Çin ise barış müzakerelerinde Esad'ın iktidarı bırakması koşulunun öne sürülmemesi gerektiğini söylüyor. ABD ise bir yandan Esad'ın 'ülkeyi bir arada tutma yetisini kaybettiğini' belirtirken, diğer yandan Esad'ın iktidarı hemen bırakmasını talep etmenin de 'savaşı uzatacağını' söylüyor.

PODEMOS’a oy veren gençler, iki partili dönemin bitişini sevinçle karşıladı.

İspanya’da uzun zamandır merakla beklenen seçimler ni-

hayet gerçekleşti. Seçimleri halen iktidarda bulunan muhafazakar Partido Popular (Halk Partisi) kazandı. Ancak Halk Partisi tek başına hükümeti kuracak meclis çoğunluğunu elde edemedi. İspanya parlamentosunda artık iki değil dört parti var ve Podemos da bunlardan biri.

İspanya’da 2011 yılına göre yüzde 5’lik bir artış ile seçmenlerin yüzde 73’ü oy verdi. İspanya siyasetinde hakim iki ana parti Halk Partisi (PP) 4.5 milyon, İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE ) 2 milyon oy kaybederken yeni partiler yükselişe geçti. PSOE yüzde 22, Podemos (Yapabiliriz) ise yüzde 20.6 oy aldı ve 69 milletvekili ile meclise girdi. Podemos özellikle Katalonya ve Bask bölgesinde yüksek oranlarda oy aldı. Seçimlerde en önemli konular, ülkedeki ekonomik kriz, yolsuzluk iddiaları ve Katalonya'nın bağımsızlığı oldu. Başbakan Mariano Rajoy liderliğindeki hükümet kriz karşısında sert kesinti politikalarına başvurdu. Bu dönemde

KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

2015’İN AYNASINDAN 2016’YA BAKMAK Kimse 2015’in dünya açısından kolay bir yıl olduğunu söyleyemez. 2015 bir yandan Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de devam eden savaşın daha da yoğunlaştığı, emperyalist güçlerin birbiriyle açıktan mücadele ettiği bir yıl oldu. Özellikle Rusya’nın savaşa dahil olması sadece Suriye’nin değil Ortadoğu başta olmak üzere dünyada bir dizi gelişmenin kaderini etkiledi. Bugün Suriye’de yaşanan hiçbir şey artık Suriye ile ilgili değil. Bugün Suriye’de, Türkiye’nin hamleleri de dahil

Kim terörist? İspanya ekonomisinde göstergeler yeniden büyümeye dönse de ülkede işsizlik oranı yüzde 21’e ulaştı. Dolayısıyla bu seçimin İspanya açısından en önemli sonuçları Franco’nun ölümünden bu yana aşılamayan iki partili parlamento sisteminin çöküşü ve neoliberal saldırılara karşı çıkış oldu. Podemos’un 69 milletvekili ile İspanya’da meclise girmesi Syriza’nın Yunanistan’da yarattığı hayal kırıklığından sonra yeni bir umut oldu. Podemos lideri Pablo Iglesias seçim sonuçlarının kesinleşmesinin ardından "yolsuzluk ile savaşacak ve sosyal adaleti savunacak 69 koltuğumuz var" diyor. Şimdi Syriza’nınkine benzer bir sınav Podemos’u bekliyor. Ancak her ne olursa olsun Podemos’un zaferi bir kez daha neoliberal kemer sıkma politikalarının halkın gözünde yenildiğini ve buna karşı mücadelenin belirleyici olduğunu gösteriyor. Podemos’un kaderini de onu iktidara taşıyan bu mücadele ruhuna ne kadar sadık kalıp kalmayacağı belirleyecek. olmak üzere yaşanan her şey dünya çapında emperyalistler arası hegemonya mücadelesi ile ilgili. Savaş demek tabii ki göç demekti. Suriye’de 2011’den beri devam eden iç savaş nedeniyle 7.6 milyon kişi yerinden edildi. Bunların yaklaşık 4 milyonu Suriye dışında bulunuyor. Savaş politikaları ve IŞİD saldırılarının Suriye ve Irak dışına çıkarak Paris gibi şehirlere kadar ulaşması ve Ortadoğu’da savaşa karşı güçlü bir hareketin inşa edilememesi tüm dünyada Müslümanlara ve göçmenlere yönelik ırkçılığın ve islamofobinin artmasına neden oldu. Birçok dünya ülkesi savaştan kaçan bu insanlara sınırlarını kapattı ve göçmen karşıtı politikalar tüm dünyada sağ ve ırkçı partilerin en önemli propaganda malzemesi haline geldi. Le Pen, Donald J. Trump gibi ırkçıların oyları tarihlerinin en yüksek noktasına ulaşarak yüzde 40’lara vardı. 2015’in bir diğer önemli gündemi özellikle Avrupa’da

Bu plan aynı zamanda ateşkes çağrısında bulunuyor. Fakat hangi grupların "terör örgütü" olarak nitelendirileceğine ve dolayısıyla hangi grupların görüşmelerden veya ateşkesten muaf tutulacağına ilişkin fikir birliği yok. İsrail-Filistin ve Suriye Yıllardır BM gözetiminde pek çok barış görüşmesi yaşanan İsrail-Filistin meselesi bize gösteriyor ki Ortadoğu’da halkların özgürlüğü ve adalet temelinde gerçekleşemeyen hiçbir çözüm kalıcı olamıyor. Benzer bir sürecin Viyana Görüşmeleri sonucunda ortaya çıkan bu planın başına gelmesi de çok muhtemel. Tabi her ne kadar şu an benzer bir süreç imkansız gibi görünse de bizim aklımızda hep tutmamız gereken 2011’de tüm Ortadoğu’da demokrasi rüzgarları estiren, diktatörleri deviren Arap devrimleridir. Ortadoğu’yu ve Suriye’yi yeniden özgürleştirecek sürecin tohumları BM çatısı altında değil, o devrimlerdedir. etkili olan kemer sıkma politikaları adı altında gerçekleştirilen neoliberal saldırılar ve bunlara karşı mücadele ve bu mücadelelerden doğan Podemos, Syriza gibi yeni sol partiler oldu. Yılı Syriza’nin seçim zaferi ve ardından geri çekilişi ile açıp Podemos’un seçim zaferi ile kapatmış gibi görünüyoruz. Ancak seçim zaferleri ile AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’nın dayattığı kemer sıkma politikalarını durdurmak arasındaki açı hala hareketin önündeki en önemli sorulardan biri olarak önümüzde duruyor. Tüm bunların ışığında 2016 yılında da bizi üç konu bekliyor olacak; savaş, ırkçılk ve neoliberal saldırılar. IŞİD’e karşı mücadele adı altında devam eden emperyalist savaşa karşı çıkan ve bunun ırkçılığa ve neoliberal saldırılara karşı mücadele ile bağlantısını kuran kitlesel bir hareket inşa edip edemeyeceğimiz hepimizin kaderini belirleyecek.


RÖPORTAJ

5

“ZİRVE KATLİAMI DAVASI SÜREKLİ İTİBARSIZLAŞTIRILMAYA ÇALIŞILDI” Hükümetin devletin sorumlu olduğu her suçu 'paralel' yapıya yükleme girişimine bir yenisi daha eklendi. Malatya Zirve Yayınevi katliamı davası '25 Aralık kumpas' soruşturmasıyla birleştiriliyor. Sosyalist İşçi olarak gelişmeleri Zirve Yayınevi davası avukatı Erdal Doğan'a sorduk. 2007'de gerçekleşen katliamla ilgili şimdiye kadar yüzden fazla duruşma görüldü. Aradan geçen yıllarda davanın seyri nasıldı? Dava suç üstü yakalanan ve onlara yardım eden sanıklarla başladı. Davaya gelen ihbar mektupları, sanıkların beyan ettiği ifadelerdeki ayrıntılar, olayın hazırlık süreci ve azmettirici konusuyla ilgili biz müdahillerin de talepleri doğrultusunda dava derinleştirildi. Sonrasında tetikçi diye adlandıracağımız sanıkları azmettiren kişilerin de dahil olmasıyla sürdü. Genişleyen soruşturma içerisinde; azmettiren konumundaki kişiler, yakalanan belgeler, ortaya çıkan yeni tanıklar olayın basit bir nefret suçu cinayeti olmadığını gösterdi. Çok öncesinden hazırlanmış organize bir eylem olduğu ve bu organize eylemcilerin bağlı olduğu yapılanmanın, Ergenekon'la bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Davanın 2011'de son halkası, Ergenekon davasının bir parçası olarak görülmesi oldu. Sanıklar arasında cinayet zamanında Malatya'da görevli olan subayların bir kısmı da yer aldı. Aynı zamanda Ergenekon'dan yargılanan Hurşit Tolon da sanıklar arasındaydı. Dava içerisinde elde edilen dökümanlar, ses kayıtları cinayet öncesi hazırlıkların nasıl yapıldığını somut olarak deşifre etmekteydi. 2014 Şubat'ta son iddianame doğrultusunda tüm sanıkların cezalandırılması talep edildi. Fakat 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasından sonra hem mahkeme heyeti değiştirildi hem mahkeme son olarak da savcı değiştirildi. Sanıkların son savunması 2 yıldır alınmaya çalışılıyor. Diğer Ergenekon, Balyoz davalarında olduğu gibi deliller yeniden değerlendirilmek istendi ve bazı bilirkişi raporları alınmaya çalışıldı. Yeni birkaç tanık sokuldu. Davanın bir kumpas olduğu savunmaları arttı. Kumpas iddiası özellikle 17-25 Aralık soruşturmasından sonra Yalçın Akdoğan'ın 'orduya kumpas kuruldu' söyleminden sonra tüm Ergenekon sanıklarının sarıldığı can kurtaran oldu. Davalar sonlandırılmaya çalışıldı. Malatya davasında da benzer gelişmeler yaşanıyor. Bunun tüm nedeni mevcut hükümetin 17-25 Aralık'tan sonra eski müttefiki Gülen grubuyla hasım olması, eski düşmanı konumundaki Ergenekoncularla müttefikliğe girişmesi. Malatya Zirve Yayınevi davasında Savcı değiştirildi ve savcıya yeni mütalaa hazırlaması için süre verildi. 5 Ocak'ta da muhtemelen bu mütalaa az önce anlattığım siyasi gelişmelerden dolayı sanıklar lehine bir gelişme sergileyecek. Bu davayla ilgili önemli bir husus belirtmek isterim. Sürekli itibarsızlaştırma çabası yapıldı. Bu yargılananlar arasındaki bir sanığın, çok ayrıntılı örgüt ve sanıklarla ilgili bilgiler vermesiyle başladı. Aynı zamanda sanık ve tanık olan kişi, İlker Çınar itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Halbuki davada onun beyanları tek delil değil. Mevcut sanıklardan elde edilen dökümanlar ve soruşturma boyunca ortaya çıkan tanıklar önemli delillerdi. Bir başka önemli husus Türkiye'deki derin devlet cinayetleriyle ilgili önemli bilgilerin olduğunu düşündüğümüz 'Kozmik Oda' soruşturması davası da müttefiklik değişikliği sonrası kapatıldı. Burada çıkan deliller, Zirve veya Hrant Dink davasını çok önemli noktada etkileyebilirdi. Cinayet organizasyonunu tartışmasız bir şekilde teşhir edecek belge ve bilgilere sahip olan bir soruşturmaydı. 2009'da başlatılan soruşturma dosyası bu yıl başında kapatıldı. Burada Zirve davasını ilgilendirecek delillerin olabileceği düşüncesiyle, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan sanıklarla

18 Nisan 2014 Malatya Ermeni mezarlığı. - Zirve’de katledilen Tilman Ekkehart Geske, Uğur Yüksel ve Necati Aydın 7. yıl anmasın

ilgili deliller, bilgiler ve yargılandıkları örgüt olan yapılanmayla ilgili belge ve bilgilerin mahkemeye gönderilmesini talep ettik. Mahkeme talebimizi uygun görerek bu bilgileri başsavcılıktan istedi. O zamandan beri savcı iki kere değişti, biz aynı şeyi 5 kez talep ettik. Son talebe kadar soruşturmanın sürdüğü gerekçesiyle bilgilerin gönderilmeyeceği yanıtını aldık. Son aldığımız cevap, 'bilgiler devlet sırrı kapsamına girmektedir gönderemiyoruz' oldu. Mahkemeye, devlet sırrı kapsamına girse bile mahkemeden gizlenemeyeceğini söyledik, yeniden talep ettik ama mahkeme reddetti. Tüm bu cevaplarda, sanıklar ve sanıkların bağlı olduğu örgütlenme yapısı Tusad'ın, tersten ikrarı ve doğrulanması söz konusu. Bunun teyidi de Kozmik Oda soruşturmasına verilen takipsizlik kararının içeriğinde mevcut. Zirve davasında sanıkların yargılandığı konular, Hıristiyanları, Ermenileri hedef yapan ortamı hazırlayan çalışmalar, Kozmik Oda soruşturmasında sanıkların bürolarında ortaya çıkan belge bilgilerdeydi. Kozmik Oda savcısı bu çalışmaları rutin bir iş, görevleri kapsamında olan bir husus olarak değerlendirdi. Halbuki Zirve veya Ergenekon'da yargılananlar bunların sahte delil olduğu konusunda ısrarcıydılar. Kozmik Oda savcısıysa bunları çalışma faaliyeti olarak gördü. Bu gelişme bile çok önemliydi. Ergenekon davaları da çok itibarsızlaştırıldı. Bugün bu durumun başını çeken hükümetin kendisi. Bir yanda Ergenekon fasa fiso diyenler haklı çıktıklarını söylüyor diğer yanda Veli Küçükler dışarıda. Nasıl değerlendiriyorsunuz? Ergenekon soruşturmasında yargılama hataları oldu, ol-

madı değil. Soruşturmayı yapan savcıların ve mahkemelerin, Kürt siyasi hareketi ve sosyalist davalarda yaptığı düşman ceza hukukunu burada da uyguladıkları doğrudur. Eylem üzerinden değil fikriyattan gittiği, sanık olamayacak bazı kişilerin sanık olduğu doğrudur. Ancak Silivri 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararın 16 bin sayfalık gerekçesinde ayrıntılara bakılırsa, bu yapılanmanın bazı sanıkları arasında çok ciddi bir irtibat ve delil bağı olduğu görülecektir. Fakat bu gibi şeyler araştırılmadığı için, 5-10 kişinin manipülasyon haberleriyle ve iktidarın kumpas iddiasıyla bu davalar tümden buharlaştırıldı. Bu gibi söylemlere kamuoyu inanmak durumunda kaldı. Ama tek söyleyeceğimiz husus 16 bin sayfalık gerekçeli karar birkaç saatimizi ayırıp okuduğumuzda delil ve irtibatın nasıl oluşturulduğu görülecek ve olayın ciddiyeti anlaşılacaktır. Hrant Dink davasında sorumlu kamu görevlilerinin yargılanması ihtimali var. Sizce bu nasıl bir gelişme? İlk zamanlarda ben de Dink davasında görev yapıyordum. En baştan beri sorumlu tuttuğumuz kamu görevlileri arasında bugün paralelle ilişkilendirilmeye çalışılan kamu görevlileri de vardı. Basit bir ihmalin ötesinde ciddi bir kastın olduğu Emniyet görevlileri mevcuttu. Aynı zamanda örgütsel yapıyla da birlikte yargılamayı gerektiriyor. 8 yıl sonrasında böyle bir gelişme olması elbette önemli. Ama işin organizatörü olarak lanse edilmesinin ciddi bir algı operasyonu olduğunu düşünüyorum. Soruşturma savcısı bile bunları iddia etmediği halde iddianame yanlış aksettiriliyor. Bir süre sonra siyasi iktidar yine bu kesimlerle ittifaka girdiğinde, davanın sanıklarının da isnat eden suçlamalardan kurtulması pekala mümkündür. İşin ciddiyeti buradan başlıyor.


6

GÜNDEM

BARIŞ, ÇÖZÜM, Ö 2015 SAVAŞ VE DİR AKP sokakta her yenilgi aldığında, muhaliflerine “sandığı” işaret ediyordu. 7 Haziran seçimleri AKP’nin seçimlerde zayıflatılamayacağı yönündeki yanılgıyı ortadan kaldırdı. Birçok alanda biriken öfke sonucu 2 milyon AKP seçmeni partisini boykot etti. Diğer partilere giden oylarla birlikte, hükümet her beş seçmeninden birini kaybederek genel seçimlerde %40.9 oranında oy aldı. Bu, HDP’nin barajı geçmesiyle birlikte, AKP’nin tek başına hükümet kuramaması anlamına geliyordu. “Millî irade” lafını dilinden düşürmeyen Recep Tayyip Erdoğan, sandıktan çıkan sonuca hiçbir saygısı olmadığını kanıtladı ve en başından itibaren Davutoğlu liderliğinde partisinin herhangi bir koalisyona yaklaşmasının önünü kesti. Bunun sonucunda 1 Kasım’da seçimler tekrarlandı. Kürt sorununda yeniden başlayan savaşın belirleyiciliği, “istikrar” arayışı ve muhalefetin (sanki CHP-MHP-HDP aynı şeyleri savunuyormuş gibi) “%60’lık blok” gibi gözükmesi, 1 Kasım seçimlerinde AKP’nin tekrar güçlenmesine ve tek başına hükümet kuracak çoğunluğu yakalamasına yol açtı. 2015’te gerçekleşen iki genel seçim şunu açıkça ortaya koydu: Kemalizmle arasına netçe mesafe çeken ve AKP’nin tabanındaki yoksulları kazanmayı hedefleyen bir hat inşa edildiğinde, Erdoğan-Davutoğlu yenilebilir. Demirtaş 7 Haziran öncesinde böyle bir siyasi hat izledi ve HDP’ye gelen oyların en az üçte ikisi AKP’den kazanılmıştı. Bu, hem gerçek bir sol siyasi odağa yönelik arayışın ne kadar kitlesel olduğunu hem de böylesi bir çizgi ortaya konulduğunda AKP tabanının başka bir alternatife nasıl yönelebileceğini gösterdi.

KADIN CİNAYETLERİNE ÖFKE PATLAMASI

20 yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan Aslan, Mersin’in Tarsus ilçesinde evine gitmek için bindiği minibüste tecavüze uğradı. Cesedi yakıldı. Bu, tüm Türkiye’de büyük bir öfkeye sebep oldu ve onlarca şehirde milyonlarca kişi sokaklara çıkarak kadın cinayetlerini protesto etti. Bu, tüm liderleri cinsiyetçi açıklamalar yapan ve kadına şiddete karşı “ahlak”, “aile” ve “namus” öneren AKP’ye büyük bir darbeydi. Bu toplumsal mücadelenin sonunda, Özgecan’ın katillerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.

Hükümet tarafından yasaklanan metal grevindeki işçiler.

HÜKÜMET BARIŞA DÜŞMAN 2015’in en önemli gelişmelerinden biri de, 28 Şubat’da Dolmabahçe’de AKP ve HDP liderlerinin çözüm süreciyle ilgili Abdullah Öcalan’ın metnini okumasından sonra yaşananlardı. Tayyip Erdoğan, barış için önceki tüm adımlardan farklı olan bu mutabakatı “doğru bulmadığını” ifade etti. 7 Haziran seçimleri öncesinde, AKP, HDP’yi baraj altında bırakmak için Kürt halkına büyük bir saldırı dalgası başlattı. Yaz aylarında ise devlet tarafından savaş yeniden başlatıldı. Kandil bombalanırken, eski “terör” söylemi geri döndü. Suruç ve Ankara’da IŞİD’in patlattığı bombalarda hükümetin ihmali büyük. Ancak Erdoğan ve Davutoğlu buna rağmen ölenleri suçlamaya devam etti.

laştı. Bunu, “hendekler” bahane edilerek Kürt kentlerine uygulanan abluka, sokağa çıkma yasakları ve genç, yaşlı, anne, hala demeden tüm sivillerin katledilmesi izledi.

AKP, Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarını engellemek amacıyla Suriye politikasını değiştirdi ve IŞİD karşıtı koalisyona İncirlik Üssü’nü açarak emperyalizmle an-

Hükümet, çözüm sürecini “buzdolabına” kaldırırken, sürecin mimarlarından olan Abdullah Öcalan’la görüşmeler de aylardır engelleniyor.


GÜNDEM

ÖZGÜRLÜK! RENİŞ YILI OLDU SOYKIRIMIN 100. YILI VE KAMP ARMEN DİRENİŞİ 2015’in 24 Nisan’ı, Ermeni soykırımının 100. yıl dönümünü simgeliyordu. Birkaç yıldır devam eden yüzleşme ve soykırım kurbanlarını anma faaliyetleri, 100. yılda zirveye çıktı. İstanbul başta olmak üzere bir dizi kentte bir hafta boyunca sayısız etkinlik düzenlendi. Taksim’de yapılan anmada binlerce kişi vardı. Ermeni diasporasından ve Avrupa’daki ırkçılık karşıtı aktivistlerden de etkinliklere yoğun katılım oldu. Türkiye’den bir heyet ise 24 Nisan günü Ermenistan’daydı. AKP ise 2014’teki açıklamasına göre bir adım daha geri atarak “1915 yılında, tehcir sırasında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini bir kez daha saygıyla anıyor, çocuklarının ve torunları-

SURİYE’DE SAVAŞ DERİNLEŞİYOR Suriye’de halkın ayaklanmasıyla başlayan süreç, 5. yılında tüm büyük emperyalist güçlerin ve onların bölgesel müttefiklerinin dahil olduğu bir iç savaşa dönüştü. Esad rejiminin yanı sıra 12 ayrı ülkenin uçakları, “IŞİD’le mücadele” adı altında Suriye’yi bombalıyor. Rusya’nın, ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın ve diğerlerinin bombardımanları IŞİD’i geriletmediği gibi “insani” krize çözüm olmadı. İki büyük emperyalist blok, Viyana’da Suriye’nin geleceği için Suriyelilerin söz hakkı olmadığı görüşmelere başladı. Rusya ve ABD, Esad’ın gidip gitmeyeceği konusunda hâlâ tartışıyorlar ama onun dışında baskıcı Baas rejiminin yapısını aynen koruyarak devam etmesi konusunda hemfikirler. 2016 yılında, ne ABD-AB blokunun dünyanın herhangi bir yerine demokrasi götürebileceğine ne de Rusya’nın “antiemperyalist” veya “ilerici” bir güç olduğuna inanan, her ülkenin Suriye’ye askeri ve politik müdahalelerine karşı çıkan bir savaş karşıtı hareketi inşa etmeliyiz.

nın acılarını paylaşıyoruz” demek zorunda kaldı. 1915’ten 100 yıl sonrasına damgasını vuran bir diğer olay ise Kamp Armen direnişi oldu. Devlet tarafından on yıllar önce gasbedilen Ermeni yetimhanesinin yıkılıp yerine villa yapılması gündeme geldiğinde, bir grup Ermeni genç, ırkçılık karşıtı aktivistler ve enternasyonal sosyalistler Tuzla’ya giderek yıkımı durdurdu. Yıkımı durduranlar, Kamp Armen’i işgal ederek direnişe geçtiler. Aylar süren mücadele sonunda kamp sahiplerine iade edildi. Bu durum, el konulan azınlık mallarının iade edilmesi konusunda muazzam bir emsal teşkil ediyor.

GRVELERİN BAŞLADIĞI YIL 2015 bir yandan da, 2014 Mayıs’ında gerçekleşen Soma katliamı sonrası işçi hareketinde görülen kıpırdanmanın, iyiden iyiye hissedilir olduğu bir yıl oldu. Bilecik’ten Kayseri’ye, Sivas’tan Rize’ye, işçi sınıfının görece daha hareketsiz kesimlerinin dahi kitlesel iş bırakma ve grev eylemlerine kalkıştığı, heyecanlı bir yılı geride bıraktık. 2015’e damga vuran ise kuşkusuz metal işçilerinin mücadelesi oldu. Yılın başında, Ocak-Şubat aylarında DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikasının grevine 15 fabrikada binlerce işçi katıldı. Bu grev, işçi düşmanı AKP hükümeti tarafından yasaklandı. Mayıs ayında ise Bursa’daki Renault ve TOFAŞ fabrikalarında başlayan, kısa sürede 8 şehirde binlerce işçiyi içerisine çeken iş bırakma eylemlerine şahit olduk. Bu eylemler, patronların yanı sıra, faşistlerin elindeki Türk-Metal sendikasına da karşıydı. Direnişin sonucunda birçok fabrikada kazanımlar elde edildi. Türk-Metal çoğu yerden kovuldu. Metal işçileri bazı yerlerde DİSK’e geçerken bazı yerlerde kendi sendikalarını kurdular. 2015 yılının sonunda ise patronlar intikam almaya ve direnişin başını çeken öncüleri kovmaya çalışıyordu.

7

SOLUN YÜKSELİŞİ 2015’e, Yunanistan’da radikal sol parti Syriza’nın genel seçimleri kazanarak iktidar olmasıyla girildi. Bunun hemen ardından İspanya’daki Podemos’un yükselişi geldi. Portekiz’de radikal sol ve sosyal demokratlar seçimi kazandı. İngiltere’de ise İşçi Partisi’nin başına, tabandan inşa edilen bir kampanyayla, radikal sol bir aktivist olan Jeremy Corbyn geldi. Tüm bunlar, Avrupa’da sol bir dalganın estiğinin işaretiydi. Ancak bunun yanı sıra, özellikle bu örneklerin en çarpıcısı olan Syriza ve Çipras’ın yaptıkları, reformizmin iflasını da ortaya koyuyor. Syriza liderliği, 5 Temmuz’da halk %61 gibi yüksek bir oranla AB ile anlaşmaya “OXI” (Hayır) demesine rağmen, anlaşmayı imzalayarak işçi hareketini sattı. Yunanistan’da 2015’in son çeyreğinde Çipras hükümetine karşı grevler vardı.

IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE Dünyada 2015’in önemli gelişmelerinden biri, ırkçılığa karşı verilen mücadelelerin kitleselleşmesiydi. Charlie Hebdo ve IŞİD’in son Paris katliamı gibi olaylar özellikle Avrupa’da İslamofobiyi yükseltse de, buna karşı kitlesel mücadeleler de vardı. Yıl, ABD’de Michael Brown adlı siyah gencin polis kurşunuyla öldürülmesi sonucu başlayan kitlesel isyan dalgasıyla açıldı. 2014’ün sonunda Almanya’da örgütlenmeye çalışan Pegida çetelerini ezen ırkçılık karşıtı hareket, 2015’in başında da mücadeleyi sürdürüyordu. Avrupa’da asıl yükseliş ise yaz aylarında yaşandı. Bir dizi devletin Suriyeli mültecilere yönelik engellemeleri ve polis terörü, önce Suriyeli göçmenlerin bizzat kendi eylemleriyle karşılandı. Bunlara, kıtanın pek çok yerinde sokağa çıkarak mültecilerle dayanışan yüz binlerce kişi eklendi. Bu mücadele, bazı hükümetlerin göçmen politikaları konusunda geri adımlar atmasına neden oldu.


8

GELENEK

SOSYALİZM MÜMKÜN OLABİLİR Mİ? ATİLLA DİRİM

Sosyalizmin mümkün olup olmadığı sıkça karşılaştığımız bir soru. Aslında kapitalizmin temsilcileri günün yirmi dört saati durup dinlenmeden bu soruyu olumsuzlayarak yanıtlıyor, sosyalizm diye bir şeyin mümkün olmadığını, bunun en iyimser düşünceyle bile ancak bir ütopya olabileceğini, iyi niyetli bazı gençlerin ham hayallerinden ibaret olduğunu anlatıyorlar. Bunu yaparken kapitalizmin bir fırsatlar sistemi olduğundan dem vuruyor, kafasını çalıştıran ve şansı yaver gidenin zenginlerin o ışıltılı ve masalvarî yaşamına dahil olabileceğini her çeşit televizyon dizisiyle ortaya koyuyor, bu fırsatları kaçıranları ise bir başka dünyada daha güzel bir yaşam vaadiyle avutmaya çalışıyor. Kapitalizmin temsilcilerinin bütün bu söylemlerinde dayandıkları en önemli örneklerden biri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan durum. Aslında 1920'li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalizmle olan ilişkisini bir karşı devrimle kesmiş ve kapitalizme sert bir geri dönüş yapmış olan Sovyetler Birliği'ndeki ağır sömürü ve baskı koşulları, yıllarca kapitalistler tarafından dünya işçi sınıfına sosyalizm olarak tanıtıldı ve sosyalizm öcüleştirildi. Sovyetler Birliği ve diğer devlet kapitalisti ülkelerin bizzat işçiler tarafından yıkılması ise kapitalist ideologlar tarafından "tarihin sonu" olarak ilan edildi. Onlara göre zaten doğası gereği kötü olan sosyalizm bir daha geri gelmemek üzere iflas etmiş, kapitalizm mutlak egemenliğini ilan etmişti. Kapitalizm kendi mezarını kazıyor Oysa bunun böyle olmadığı çok kısa bir süre sonra anlaşıldı. 1999'da kapitalizmin kalbi denebilecek Seattle'da Dünya Ticaret Örgütü'nün toplantısı, binlerce kapitalizm karşıtı tarafından devasa gösterilerle protesto edildi. Bu olay dünya genelinde büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Mutlak zaferini ilan ettiği öne sürülen kapitalizm, hem de tam kalbinde on binler tarafından protesto ediliyordu! Bunun nedeni aslında bir sır değil. Kapitalizm, kendi içinde uzlaşmaz çelişkiler barındıran bir sistem. Bu çelişkilerin ilki ve en önemlisi, kâr oranlarının düşme eğilimi. Kâr oranlarının düşme eğilimi, aslında kapitalistlerin rekabet güçlerini artırmak bağlamında üretimi daha verimli kılmak için makineleşme ve otomasyona daha fazla yatırım yapmaları anlamına geliyor. Bu, kapitalistler için ilk bakışta anlaşılır bir durum gibi görünürse de, aslında kâr oranları giderek düşmeye başlıyor, çünkü kâr oranlarını belirleyen bileşenlerin en önemlisi, Marx'ın artı değer teorisinde anlatıldığı üzere, sömürülen emek gücünün miktarı. Makineleşme artıp sömürülen emek miktarı azaldıkça, elde edilen kâr azalıyor. Dolayısıyla, bir yandan verimliliği ve rekabet güçlerini artırırken, öte yandan daha az para kazanıyorlar. Kâr oranları elbette sürekli bir düşüş eğilimi göstermiyor. Kapitalizm kimi zaman silahlanmayla, savaş ekonomisiyle, kimi zaman da işçi sınıfına yönelik neoliberal saldırılarla kâr oranlarını yükseltmeye çalışıyor. Günümüzde çalışanların ücretlerinde, emeklilik maaşlarında, sosyal haklarda ve başka bir dizi alanda yapılan kesintiler, kapitalistler tarafından kâr oranlarının daha fazla düşmesini engellemek için bulunan çözümlerden biri. Yunanistan,

2011, ABD: Wall Street’i igal et eylemine katılan işçiler

İspanya, Fransa, İtalya, Portekiz, İrlanda ve başka bir dizi ülkede ise uygulanan neoliberal politikalar güçlü tepkilerle karşılaştı. Bu ülkelerin birçoğunda işçi sınıfı kemer sıkmalara, kesintilere karşı sayısız grev ve direniş örgütledi, sol ve sosyalist hareketler güçlendi, radikal sol hareketler kimi ülkelerde iktidara geldi. Kapitalizm çeşitli ölçeklerde sorgulanmaya başlandı. Sadece Avrupa'da değil, yoğun baskı ve sömürü politikaları, gıda fiyatlarında görülen artış, sosyal harcamaların neredeyse dibe vurması, Kuzey Afrika ile Arap yarımadasında isyan ve ayaklanmalara neden oldu. Tunus'ta bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla başlayan isyan hareketleri, kısa sürede bir devrime dönüştü. Mısır ve Libya'da yıllardır iktidarda bulunan ve devrilmeleri mümkün görülmeyen diktatörler, birkaç hafta zarfında alaşağı edildi. Tunus'ta ve Mısır'da örgütlü işçi sınıfı, bu hareketlerin başını çekti. Böylece artık var olmadığı öne sürülen işçi sınıfının en baskıcı, en zalim diktatörlüklerde bile devrimler gerçekleştirebileceği olanca görkemiyle açığa çıktı. Ancak kapitalist devletlerin yıkılamaması, bu devrimlerin dünyaya yayılamaması, devrimlerin boğulmasına ve karşı devrim süreçlerinin yaşanmasına neden oldu. İklim krizi kapıdan içeri girdi Kapitalizmin içinde bulunduğu en önemli krizlerden biri de iklim krizi. Aslında fosil yakıt kullanımına bağlı olarak ortaya çıkan karbon gazlarının atmosfere aşırı miktarda yayılmasıyla dünyanın ısısının artması olarak özetlenebilecek olan iklim krizi, giderek daha korkunç bir hal alıyor. Yıllar boyunca yağış almayan çölleri sel bastığı, aslında yağışlı olan bölgelere aylarca bir damla yağmur düşme-

diği, aşırı sıcaklardan ya da soğuklardan yüzlerce insanın öldüğü haberleri hemen her gün medyada yer alıyor. Bu durum, kapitalizmin en büyük açmazlarından biri. Aslında fosil yakıt tüketimine son verip yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeleri gerektiğini hepsi çok iyi biliyor, fakat aralarındaki rekabette geri düşecekleri korkusuyla bunu yapmaya bir türlü yanaşmıyor, yanaşamıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Paris'te düzenlenen iklim konferansında bu yönde bağlayıcı bir kararın alınamaması, bu durumun son örneklerinden biri. Ancak dünya ısısının bu şekilde artması durumunda önümüzdeki birkaç on yıl içinde canlı hayatının önemli bir kısmı yok olacak, buzulların erimesi nedeniyle deniz seviyesi hatırı sayılır bir şekilde artacak, deniz kıyısında bulunan yaşam alanları su altında kalacak, dünyada içme suyu ve devasa mülteci krizleri yaşanacak. Kapitalizm, karşısındaki bu çok büyük tehdide bir çözüm üretmiş değil. Çağların pisliğini temizlemek Bütün bu sorunları sistem içinde çözmek mümkün değil. Ama bu sistemin kalıcı ve yıkılmaz olduğu fikri de gerçek değil. Milyonlarca insan her gün çeşitli şekillerde kapitalizme karşı mücadele ediyor. Devrimci sosyalistler ise bu kitleleri sosyalizm fikrine bir adım daha yaklaştırmak için mücadele ederler, çünkü çok iyi bilmektedirler ki, Marx'ın dediği gibi, "devrim, sadece egemen sınıf başka türlü devrilemeyecek olduğu için değil, aynı zamanda şu nedenle de gereklidir: deviren sınıf ancak bir devrim sürecinde kendini çağların pisliğinden temizleyebilir ve toplumu yeniden yaratabilecek bir sınıf haline gelebilir".


SINIF MÜCADELESİ

İŞYERLERİNDEN HABERLER n ODTÜ grevi 11. gününde kazanımla sonuçlandı. İş primi ve sorumluluk tazminatı sözleşmeye konuldu. n İstanbul’da Anadolu Adliyesi’ndeki taşeron işçiler, ödenmeyen ücretleri için direnmeye devam ediyor. n Metal direnişinin ardından işten atılan Ford işçilerinin açtıkları davalar görülmeye devam ediyor. Ford işçileri işe iadelerini ve sendikal tazminatlarını kazandı.

KAMU EMEKÇİLERİYLE DAYANIŞMAYA!

TÜM İŞÇİLERE İŞ GÜVENLİĞİ!

n Manisa’nın Soma ilçesindeki İmbat Madencilik’te işten atılan işçiler direnişe başladı. n İzmir Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile Tek Gıda-İş İzmir 7 No'lu Şube arasında süren toplu sözleşme ücret konusunda anlaşılamayınca tıkanmış ve işçiler greve başlamıştı. Grevin 48. günü olan 17 Aralık günü İBB ile yapılan görüşme sonucu grev sonlandırıldı.

n Çukurova Üniversitesi’nde işten atılan ve 125 gündür hastane önünde direnişini sürdüren Mustafa Hotlar’ın çadırına saldıran özel güvenlik ve sivil polisler, Hotlar ile birlikte kendisine destek veren 4 kişiyi gözaltına aldı.

MEMURLAR ORTAK MÜCADELEYE Liderliği AKP’ye yakın sendikalar 657 sayılı yasayla garanti altına alınan haklar gasp edilmeye başlandığında ne yapacak? Bu tanıma uyan ve en büyük memur sendikası olan Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın geçen ay “657 Sayılı Kanun değişikliği ve iş güvencesi odaklı tartışmaları doğru bulmuyoruz. Memur-Sen olarak, güvencesiz istihdama kesinlikle karşıyız. İş güvencesi Memur-Sen ve kamu çalışanlarının ortak kırmızı çizgisidir. Hangi hükümet olursa olsun, bu kırmızı çizgimizi aşmasına izin vermeyiz” dedi. Buradan anlaşılabilecek olan husus Memur-Sen’in AKP hükümetinin 657 sayılı yasada özellikle iş güvencesi konusunda yapılacak değişikliklere kesinlikle karşı çıkacağıdır.

657 sayılı yasa tartışmaları yeni değildir. İlk defa 2003 yılında Kamu Personel Rejimi değiştirilmek istenmiş, memur sendikalarının güçlü direnişi sonucu yasa Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiş, hükümet tarafından da bir daha meclise getirilmemişti. Ama yıllardır hayata geçirilen torba yasalarla, kanun hükmünde kararnamelerle ve fiili uygulamalarla kamu personel rejiminde sermayenin lehine, kamu emekçilerinin ve kamu hizmetlerinden yararlanan vatandaşların aleyhine bir dönüşüm yaşanmaktadır.

n İstanbul Tabip Odası (İTO) ve Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) İstanbul Şubeleri, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi önünde yaptıkları basın açıklaması ile Kürdistan’daki sokağa çıkma yasaklarını ve sağlık emekçilerine dayatılan bir haftalık nöbeti protesto etti.

n Çanakkale’de Kalkım Edremit yolu üzerinde bulunan Oreks Madencilik firmasına ait üç ocakta çalışan 60’ın üzerinde işçi, çalışma şartlarının düzeltilmesi, iş güvenliği ve işçi sağlığı şartlarının sağlanması için greve çıktı.

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen ay “Ne yazık ki bu paralel yapı devletin içerisine sızmış virüs gibi. 657 değiştirilmediği sürece bu iş çözülmez” dedi. Ve bu sözleri talimat olarak gören AKP hükümeti 657 sayılı yasada değişiklikler yapacağını hemen kamuoyuna duyurdu.

n DİSK üyesi işçiler İzmir, Mersin, Ankara, İstanbul ve birçok şehirde taşeron işçilere kadro talebiyle eylem yaptı.

n İzmir’de Çiğli Organize'de bulunan Schneider ve Senkromeç metal fabrikalarının işçileri, kentte yaşayan Suriyeli mülteciler için elbise topladı.

9

AKP, kamu emekçilerine büyük bir saldırıya hazırlanıyor. Devlet Me-

murları Yasası olarak bilinen 657’nin değişmesiyle ilgili uzun süredir bir çalışma yürütülüyordu. Bahsi geçen değişiklik yapılırsa, iş güvenceleri ortadan kaldırılacak, görevden alınmaları veya yerlerini değiştirilmesi kolaylaşacak. Görevden alınan memur açtığı davayı kazansa bile yeniden eski görevine dönemeyecek. Tayyip Erdoğan bu saldırıyı “paralel yapıyı temizleme” gerekçesiyle savunurken, Davutoğlu bilindik “memurlar çalışmadan para alıyor” yalanına sarılıyor. KESK başta olmak üzere birçok kamu emekçisi sendikası değişikliğe karşı çıkarken, sorunun etrafından dolanan Memur-Sen de “iş güvencesine dokundurtmayız” diyor. Önümüzdeki dönemde kıdem tazminatına yapılacak saldırılarla birlikte 657’deki değişiklikleri, ancak ortak talepler etrafında farklı emek örgütlerini bir araya getirecek bir platform ve işçilerin birleşik mücadelesi durdurabilir.

Bugün yapılmak istenen değişiklikler gelinen noktada bir taraftan kamu emekçilerinin zaten sınırlı olan iş güvencesini ortadan kaldırmaya, diğer taraftan kamu hizmetlerini toptan tasfiye etmeye yöneliktir. Sendikaların “reform” adı altında gündeme getirilen bu saldırılara karşı kararlı bir şekilde mücadele etmesi, iş güvencesini ortadan kaldırmayı hedefleyen her türlü girişimin karşısında olması gerekir. İş güvencesi, sadece kamu emekçilerinin değil, taşeron istihdamının olağanüstü boyutlarda arttığı koşullarda işçilerin de sorunudur. Sadece kamu emekçilerinin değil, tüm çalışanların gerçek anlamda bir iş güvencesine kavuşturulması gerekir. Bunun için iş güvencesinin “kırmızı çizgileri” olduğunu deklare eden konfederasyon ve sendikalar başta olmak üzere tüm işçi ve memur örgütleri 657 sayılı yasanın çalışanlar aleyhine değiştirilmesi girişimlerine karşı ortak bir mücadele inşa etmelidir.

ANTİKAPİTALİSTLER EMEK FORUMU- PROGRAM: Birinci Oturum: Yeni Liberalizme Karşı Mücadele Ferda Keskin (Bilgi Üniversitesi, Sosyal-İş) İkinci Oturum: Mücadele Kazandırır Konuşmacılar: Bahadır Altan, THY’de sendikal mücadele ve sendikal bürokrasi (Gökkuşağı Hareketi) Berna Tezcan, Kamu çalışanları sendikalaşma mücadelesi (Eğitim-Sen) Çağla Oflas, Meslek Odalarında Sendikalaşma Hüseyin Yüksel, Mobinge karşı mücadele (Mobinge Son kampanyası aktivisti) Işıl Işık, Bilişim çalışanları dayanışma ağı (BİÇDA)

Metin Arslan, Tekel Direnişi Memduh Hüsünbeyi, Gezi’den Plazaya eyleme (Plaza Eylem Platformu aktivisti) Nehir Sevimli, Savaşa değil Emekçiye Bütçe (Eğitim-Sen) Yavuz Sabancı, Mavi Jeans grev mücadelesi Arçelik LG işçisi

26 Aralık 2015, Cumartesi 14.00 – 18.00 Cezayir Toplantı Salonu İletişim: antikapitalistler2015@gmail.com, Tel: 0555 4237407


10 KİTAP

LENİN’İN MÜCADELESİ VE RUS DEVRİMİNİN GERÇEK TARİHİ ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

Ölümünden 91 yıl sonra, Lenin hem kapitalistler, hem de onun yolundan gittiğini iddia edenler açısından tartışmalı bir insan. Liberaller ve kapitalistler onu eli kanlı bir diktatör olarak resmederken, Stalinistler ise onun anısını Stalinizmi meşrulaştırmak için kullanıyorlar. Tony Cliff’in 1970’lerin sonlarında yazdığı ancak Türkçeye 1990’ların ikinci yarısında kazandırılan dört ciltlik Lenin biyografisi Lenin’i efsaneleştiren ve şeytanlaştıran tutumlardan uzak durarak bu büyük devrimciyi Rusya’daki işçi sınıfı hareketi ve Bolşevik Parti’nin gelişimi bağlamı içinde ele alıyor. Biyografinin ilk cildi olan Partinin İnşası Lenin’in Marksist olma sürecini ve Bolşevik Parti’nin kuruluş yıllarını ele alıyor. Lenin’in Rus popülistleriyle olan tartışması, Bolşevik-Menşevik ayrışması ve 1905 devrimi bu ciltte açıklanıyor. Partinin İnşası devrimci partinin nasıl işlediğini ve nasıl geliştiğini anlatırken mücadelenin çeşitli evrelerinde örgütün nasıl manevra yaptığını ve işçi sınıfı ile nasıl ilişkilendiğini de sayısız örnekle anlatıyor. Bütün İktidar Sovyetlere adlı ikinci cilt tama-

men Ekim Devrimi sürecini anlatıyor. Bolşevik Parti’nin Birinci Dünya Savaşı’na karşı yürüttüğü çalışmanın işçilerde nasıl karşılık bulduğu, işçilerin barış ve ekmek taleplerini merkezine alan Bolşevik Parti’nin kısa sürede nasıl kitleselleştiği ele alınıyor. Bütün İktidar Sovyetlere Lenin’in devrimin her aşamasında işçi sınıfından öğrendiği, Bolşevik Parti ile tartıştığı ve partiyi kendi politikasına nasıl kazandığı ayrıntılı olarak gösteriliyor. Biyografinin üçüncü cildi olan Kuşatılmış Devrim, Ekim Devrimi’nin ardından gelen iç savaş yıllarına odaklanıyor. Alman Devrimi’nin başarısızlığa uğramasının ardından devrimin Rusya’da sıkışmasının sonuçlarını inceliyor. İç Savaş yıllarında kurulan Kızıl Ordu’nun artan etkisini, devrimi yapan işçi sınıfının nasıl yok olduğunu ve bu boşluktan faydalanan bürokrasinin adım adım nasıl kendisini iktidara taşıdığını gösteriyor. Lenin’in hayatının son yıllarına odaklanan, biyografinin son cildi Dünya Devrimi ve Bolşevikler, Komünist Enternasyonal’in doğuşunu ve kitleselleşmesini anlatıyor. Lenin’in Ekim Devrimi’nin öncesinde ve sonrasına sık sık belirtti-

TOPLANTI DUYURULARI

24 Aralık Perşembe 19:00 BEYOĞLU

ği dünya devrimi perspektifini açıklayan kitap Rusya dışındaki ülkelerdeki deneyimleri ele alıyor. İngiltere, Bulgaristan ve Almanya’daki kitle hareketlerini ve devrimci liderlikleri inceleyen kitap Stalinizm’in yükselişi ve Lenin’in ölümüyle sona eriyor. Lenin biyografisi iki açıdan önemli. Birincisi bugün dünyayı değiştirmek için mücadele edenlere dünyayı değiştirmek için mücadele etmiş başka bir kuşağın deneyimlerini, odağına bir kişiyi alarak aktarıyor olması. Bu biyografi, Lenin’in ilk yıllarında Narodnikler ile tartışmasından, devrimci partinin inşasına, parti-sınıf ilişkisinden, parlamentonun devrimci mücadeledeki rolüne bugüne de ışık tutabilecek pek çok deneyim barındırıyor. İkincisi ise Lenin’in yazdığı kitapları bir bağlam içine oturtarak anlaşılmalarını kolaylaştırıyor. Lenin biyografisi, Devlet ve Devrim’den, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı’na, Ne Yapmalı’ya Lenin’in bütün önemli eserlerine bir arka plan sağlıyor. İşgallerin, savaşların, katliamların ve kitle hareketlerinin dünyamızı kasıp kavurduğu bu yıllarda Tony Cliff’in Lenin biyografisi her devrimci için vazgeçilmez bir kaynak.

n Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, Alex Callinicos, Phonex Yay., 412 sf. 25 lira.

İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2

FATİH

PARİS İKLİM ZİRVESİ DENEYİMLERİ

Konuşmacı: Onur Devrim Üçbaş Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31, Fatih

KADIKÖY

HRANT DİNK: YOKSA DAVA BAŞLAYACAK MI? Konuşmacı: Anıl Yüksel Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3

HRANT DİNK: YOKSA DAVA BAŞLAYACAK MI?

Emperyalizm Türkiye solunun sıklıkla Amerikan egemenliği ile eş anlamlı olarak kullandığı, her şeye gücü yeten bir güç olarak tahayyül ettiği bir kavram.

Callinicos; Marx, Rosa Luxemburg, Lenin ve Buharin’in yazdıklarını ele alarak emperyalizmin oluştuğu dönemde dönemin Marksistlerinin onu nasıl gördüklerini açıklarken 1.Dünya Savaşı öncesinde ortaya atılan ultra-emperyalizm kavramı üzerinden gelişen tartışmaları da ele alıyor. Emperyalizmin 1870-1945 arası klasik emperyalizm, 1945-1991 arası ise Süper Güç Emperyalizmi dönemlerinden geçtiğini savunan yazar, günümüzde ise çok kutuplu bir dünyada yaşadığımızı vurguluyor. Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, bir yandan emperyalizmin artık geçerli olmadığı yönündeki savlarla tartışırken diğer yandan şirket egemenliğinin ulus devletleri önemsizleştirdiği düşüncesine karşı çıkıyor.

Konuşmacı: Alper Koç

ŞİŞLİ

EMPERYALİZM NEDİR? GÜNÜMÜZDE NE ANLAMA GELİYOR?

İngiliz Marksist Alex Callinicos Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik kitabında emperyalizmi kapitalizmin dünya üzerindeki örgütlenme şekli olarak tanımlayarak emperyalizm teorilerinin tarihsel gelişimini inceliyor.

HRANT DİNK: YOKSA DAVA BAŞLAYACAK MI?

Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey

ORHAN PAMUK VAROŞLARI ANLATIYOR Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık romanını hâlâ okumayan varsa, yeni yıl tatili bunun için iyi bir fırsat. İstanbul sokaklarında boza satan Mevlüt Karataş'ın 40 yıllık hikâyesinin anlatıldığı roman adını İngiliz şair William Wordsworth'un "Kafamda bir tuhaflık vardı. İçimde de ne o zamana ne de o mekâna aitmişim duygusu.” sözlerinden alıyor. Bu sözler aslında Mevlüt gibi hayata tutunmaya çalışan 'küçük' ve sıradan bütün insanların, yaşadığımız sisteme uyum sağlamasını zorlaştıran bir meselesi olduğunu çok güzel özetliyor. Roman, Mevlüt'ün aşık olduğu ve yıllarca mektup yazdığı kadın yerine bir başkasını yanlışlıkla kaçırmasıyla başlar. Bu yanlışlığın ve sonrasında gelişen olayların ardında sadece bir

aile hikayesi değil derin sosyal ve toplumsal yarılmalar gizlidir. 1970'lerde Anadolu'dan İstanbul'a göç eden yoksulların bu acımasız şehirde tutunma çabası, aşağılanma, 'sonradan gelenleri' birbirinin üzerine basmaya zorlayan rekabet, bir yanda büyüyen ve gelişen İstanbul diğer yanda tek göz odaya büyük hayaller sığdıran gecekondu mahalleleri, kentin rantını yiyebilenler ve ranta yem olanlar, çilekeş kadınlar kısaca bugün de belirleyici olan bir dizi kültürel ve sınıfsal gerilimin hikayesi romanda mevcut. Cevdet Bey ve Oğulları romanında bir aile hikayesi anlatırken aslında Cumhuriyet'in kuruluş panoramasını sunan Pamuk, son romanında da aynı şeyi çok iyi başarıyor. n Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk, YKY, 480 sayfa, 22 TL

SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171


AKTİVİZM

GÜÇLÜ BİR ANTİKAPİTALİST MUHALEFET İÇİN GÜÇLÜ BİR DSİP

11

GÖRÜŞ Roni Margulies

İSRAİL DEVLETİ, DOĞALGAZ VE AKP AK Parti Sözcüsü ve Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, İsrail ile normalleşme sürecine ilişkin olarak, “Kesin bir anlaşma yok. İmza atılmış bir şey yok. Taslak üzerinde çalışılıyor. İsrail Devleti ve halkı Türkiye’nin dostudur” dedi. Bu haberi Milliyet gazetesinde okudum. Yeni Şafak’ta ise İsrail’le normalleşme süreci hakkında hiçbir şey yok. Ne var peki? Başbakan Davutoğlu’nun AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde söylediği “Dik duracak, boyun eğmeyeceksiniz. Önümüzde yeni bir fetihler çağı bulunuyor” sözleri var. Hem de manşet olarak. Ayrıca “İsrail’den Hizbullah liderine suikast” haberi ve manşeti var. Ama İsrail’le normalleşme haberiyle Ömer Çelik’in sözleri nedense Yeni Şafak’ın gözünden kaçmış! AKP tabanı bunlardan pek hoşlanmaz diye mi korkmuşlar acaba? “Haberleri olmasın daha iyi” diye mi düşünmüşler?

1 Mayıs 2011, DSİP korteji Taksim’e yürüyor.

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin Genel Konferans'ı 19 Aralık tarihinde İstanbul'da yapıldı. HDK Eşsözcüsü Sebahat Tuncel ve YSGP Eşsözcüsü Naci Sönmez, 23. dönem İstanbul milletvekili Ufuk Uras gibi isimlerin yanı sıra Kore, Suriye, İspanya, İrlanda, İngiltere, Lübnan, Yunanistan ve bir dizi ülkedeki devrimci marksist örgütlerden dayanışma mesajlarının gönderildiği konferansta dünyaya ve Türkiye'ye dair önemli politik tartışmalar yapıldı. Savaşa hayır Konferansın ilk gündeminde ağırlıklı olarak Ortadoğu'da ABD ve Rusya'nın başını çektiği iki ayrı bloğun Suriye üzerinden hegemonya savaşı yürüttüğü tartışıldı. Emperyalist müdahalelere karşı enternasyonal bir savaş karşıtı hareketi örgütlemenin ihtiyacı vurgulandı. Bugün Suriye'nin IŞİD gerekçe gösterilerek bombalanmasının bedelini aslında bölgedeki sıradan insanların, yoksulların ödediği aynı zamanda bu askeri müdahalelerin Batı'da islamofobinin ve aşırı sağın yükselişine neden olduğu tartışıldı. Savaş karşısında alınması gereken doğru tutumun emperyalist kamplar arasında taraf olmak değil savaş karşıtı mücadele örgütlemek olduğu vurgusunun sonucu olarak Batı emperyalizminin müttefiki olan AKP'nin savaşı kışkırtan politikalarına karşı da muhalefeti yükseltme kararı alındı. Suriye üzerinden yürütülen emperyalist çatışma bağlamında tartışılan konulardan bazıları Suriyelilere yönelik düşmanlık, ırkçılık ve AKP'nin AB'yle yaptığı anlaşmalardı. Irkçı saldırıların durdurulması, sınırların açılması ve Suriyelilerin mültecilik haklarının tanınması konusunda 2016 yılı boyunca kampanyalar yapılmasının kararlaştırıldığı konferansta AKP'nin 3 milyar dolar karşılığında AB'nin bekçiliğini yapmayı kabul ettiği anlaşmaya karşı Suriyelilerle dayanışma vurgusu yapıldı. Kürt halkına özgürlük Konferansta tartışılan önemli başlıklardan biri de hükümetin buzdolabına kaldırdığı çözüm süreciydi. Bugün AKP'nin liderliğini yaptığı ve devletin tüm kurumlarının desteklediği savaş politikalarının kökü Suriye'deki gelişmelere dayanıyor. Kürt hareketinin Suriye'de kazandığı mevzileri kendisine tehdit olarak gören devlet Dolmabahçe'deki mutabakattan geri adım atarak çözüm masasını devirdi. AKP'nin dış politikadaki önceliği olan Kürt düşmanlığının bir sonucu olarak; IŞİD'i bombalama ge-

rekçesiyle İncirlik Üssü'nün uluslararası koalisyona açılmasının karşılığında Kandil bombalanmaya başlandı. DSİP Konferansı'nda 2016 yılında da savaş politikalarının sona ermesi ve Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılması, Kürt halkının taleplerinin karşılanarak güvence altına alınacak her türlü yasal değişikliğin yapılması ve Türk milliyetçiliğinin geri püskürtülmesi konusunda kararlı mücadeleye devam edilmesi gerektiği vurgulandı.

Öyle düşünmüşlerse, doğru düşünmüşler.

AKP'ye karşı mücadele

“Devlet” dediğin ise, zaten hiç kimsenin dostu mostu olamaz; duygularla hareket eden bir yaratık değildir.

Devlet terörünün en kanlı sürecine liderlik eden AKP'ye karşı ulusalcı olmayan, ulusalcılıkla her türlü bağını kopartan özgürlükçü ve antikapitalist bir muhalefeti inşa etmenin zorunluluğu konferansta en çok vurgulanan konulardan biriydi. Otoriter, neoliberal ve sağcı bir parti olan AKP'ye karşı, sınıfsal çelişkileri silikleştiren ve dindarlar-sekülerler ikilemi üzerinden şekillenen her türlü söylem söz konusu partinin iktidarını perçinliyor. Oysa 7 Haziran seçiminde AKP'nin tabanının bir kısmı AKP'den vazgeçmiş, boykot etmişti. 1 Kasım'da savaş ve istikrarsızlık söylemiyle tabanını geri kazanmayı başaran AKP'nin seçmeni olan işçiler kazanılmadan, yenilmesi mümkün olamaz. Konferansta son dönemde yükselen grev ve işçi eylemliliği dalgasının AKP'yi yenmenin anahtarını sunduğu vurgulanarak işçi sınıfı hareketiyle köklü bağlar kurmanın DSİP'in önünde duran önemli görevlerden biri olduğu kararlaştırıldı. Soykırımın 100. yılında yapılan etkinliklerin önemi vurgulanarak aynı kararlılığın 2016'da da sürmesi gerektiği tartışıldı. Ermeni soykırımının tanınması mücadelesinin 100. yılla bitmediği konuyla ilgili çok daha geniş kampanyaların örgütlenmesinin mümkün olduğu, Müslüman olmayan azınlıklara yönelik ırkçılığa karşı faaliyetlerin artırılması kararlaştırıldı. DSİP Genel Konferansı'nda ayrıca kadın cinayetlerine ve cinsiyetçiliğe, Alevilere yönelik ayrımcılığa ve iklim değişikliğine karşı daha kararlı bir mücadele yürütülmesinin ihtiyacı tartışıldı. Tüm bu başlıklarda örgütlü mücadelenin büyütülmesinin tarihi önemde olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dünyanın dört bir tarafındaki istikrarsız ve çelişkili koşullar antikapitalistlerin önüne önemli fırsatlar sunuyor. Bu fırsatları dünya işçi sınıfının lehine değerlendirmenin tek yolu örgütlü mücadeleyi büyütmekten geçiyor. Bu yüzden DSİP, 2016 yılında da konferansta tartışılan politik ilkeler etrafında, net ve kararlı bir söylemle örgütlenme çalışmalarına devam edecek.

AKP’nin tabanının durumdan pek hoşlanmayacağını ben de düşünüyorum doğrusu. “İsrail Devleti ve halkı Türkiye’nin dostu” mudur, bilmem. “Halk” dediğin, milyonlarca kişiden oluşur; “şunun dostu”, “öbürünün uzaktan tanıdığı” filan olamaz; hepsinin farklı farklı düşünceleri vardır.

Ama diyelim ki inandık, bu “halk” ve “devlet” Türkiye’nin dostları; can ciğer kuzu sarmasıyız bunlarla. Peki, Filistin halkı ne oldu? Gazze ne oldu? Mavi Marmara ne oldu? “One minüt” ne oldu? Bu kadarmış demek ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın ilkeli davranma süresi. Bu kadarmış Filistin halkıyla dayanışma kararlılığı. Yeter, fazlası zarar! Ve gerçekten de, kelimenin gerçek anlamıyla, “zarar”. Müslümanlık, ilkelilik, dayanışma... bunlar hep güzel şeyler, ama ekonomiye zarar vermedikleri sürece güzel şeyler. Ekonomi ve para ve kâr söz konusu olunca çirkinleşiyorlar! Din kardeşliği, insaniyet filan önemli, ama doğalgaz daha da önemli! Yeni Şafak işin bu tarafını gözde kaçırmış, ama Hürriyet anlatmış: “İsrail ile Türkiye arasındaki yakınlaşmada doğalgazın önemli etkisi var. İsrail için en ekonomik yol gazını Türkiye’ye taşımak; Türkiye ise gazda kriz yaşadığı Rusya’ya alternatif oluşturmak istiyor. Bu yüzden Tel Aviv-Ankara arasındaki yakınlaşma, İsrail-Türkiye Boru Hattı görüşmelerini hızlandırabilir. 2016’da bir gaz anlaşması yapılırsa, İsrail gazı 2019’da Türkiye pazarına giriş yapabilir.” Giriş yaparsa ne olur? Buyrun size bir ipucu: “Zorlu Enerji hisseleri Türkiye ile İsrail arasında imzalanan ön anlaşmanın ardından yüzde 10’a yakın prim yaptı.”


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

Avrupa –AKP anlaşmasını çöpe atalım

MÜLTECİ HAKKI TANINSIN

Suriye’yi bombalayan kapitalist devletler, bölge üzerindeki hegemonya mücadelesine hız verirlerken, kendi yarattıkları felaketlerden kaçan insanların Avrupa’ya ulaşmasını engellemek için her türlü yolu mübah görüyorlar. İçinde bulundukları ekonomik krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek isteyen Avrupa’daki kapitalist devletler göçmenleri günah keçisi ilan ederken, ırkçı ve faşist partiler göçmen düşmanlığı ve İslamofobi üzerinden güç kazanıyorlar.

Fransa’da meydana gelen Charlie Hebdo ve IŞİD saldırılarının ardından Avrupa’da göçmen düşmanı politikalar ve ırkçılık, yükselişe geçti. Fransa’da yapılan yerel seçimlerin ilk turunda faşist parti birinci geldi. İkinci turda aynı başarıya gösteremese de faşist tehlike geçmiş değil. Türkiye Avrupa’nın bekçisi Daha birkaç ay önce Aylan Kurdi’nin Ege kıyalarına vuran ölü bedeninin ardından Türkiye Avrupa Birliği ile yeni ölümlere yol açacak kirli bir anlaşma imzaladı. Yapılan anlaşmaya göre, Türkiye üç milyar avro karşılığında Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya geçişlerini engelleyecek. Sınırlarını Suriyeli mültecilere açan AKP hükümeti, önce “misafir” dedi, ardından “Geçici Koruma Statüsü” verdi. Büyük bir kısmı kamplardaki sağlıksız ortamlarda, bir kısmı da büyük şehirlerde her türlü güvenceden yoksun, fahiş fiyatlara kiraladıkları evlerde yaşamak zorunda kalan, parasız olanların sokaklarda yaşamak durumunda kaldığı mülteciler, Türkiye’deki koşullarının düzelmemesi nedeniyle Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına göre; AB-Türkiye göç görüşmelerine paralel olarak Türkiye’de yüzlerce mülteci avukatları ve aileleriyle görüştürülmeden çeşitli kamplarda alıkonma merkezlerinde tutuluyor. Bazıları işkenceye maruz kalıyor ve zorla kaçtıkları ülkelere geri gönderiliyor. Avrupa Birliği’ne sınır bekçiliği yapan Türkiye uluslar arası hukuku çiğniyor.

‘MİSAFİRLİKTEN’ ARTIK ‘BESLEYEMEYİZ’E Geçen yaz boyunca yüzlerce mülteci Avrupa’ya Ege denizi yoluyla kaçarken yaşamını kaybetti. Eylül ayında Türkiye’deki yaşam koşullarından bezen binlerce mültecinin Edirne sınırına yürümesi üzerine AKP hükümeti “misafir” konseptinden güvenlik konseptine hızlı bir geçiş yaptı. Edirne’den Yunanistan’a ve oradan da Avrupa’ya geçmek isteyen çoluk, çocuk, yaşlı, engelli binlerce mülteci polis tarafından engellendi. Biber gazı ve copla dağıtıldı. Oradan da toplanarak kamplara gönderildi.

Mültecilere karşı bir çok saldırı ve eylem gerçekleşti, dayanışma ise DSİP’in içinde bulunduğu ırkçılık karşıtlarından geldi.

Irkçılığa geçit yok Suriyeli mülteciler Türkiye’ye geldikleri andan itibaren MHP gibi faşist partilerin ve ulusalcıların hedefi haline getirildiler. Suriyeli mültecilere karşı medyanın da kullandığı nefret dili sonucunda 2014 yılında Ankara, Gaziantep, İstanbul ve Hatay’da ırkçı saldırılara maruz kaldılar.

1 Kasım seçimleri öncesinde CHP Suriyelileri geri göndereceğini beyan etti. Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı propaganda ve saldırılara karşı mücadeleyi yükseltmek milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadelenin parçasıdır. Mültecilere yönelik düşmanca tutumlar işçi hareketini zayıflatırken, ırkçılığın ve milliyetçiliğin tırmanmasına yol açıyor.

SAVAŞA SON, GÖÇMENLERE ÖZGÜRLÜK! İçinde Türkiye’nin de yer aldığı NATO ve AB ülkelerinin oluşturduğu koalisyon ortaklığının dışında, Suriye’de savaşan Rusya ve İran, mülteci sayısının artmasına neden olacak. Bu nedenle sorunun çözülmesi için öncelikle Suriye’deki emperyalist müdahalenin sona ermesi şart. Öte yandan neredeyse beş yıldır Türkiye topraklarında yaşayan Suriyelilerin mülteci haklarının tanınması, kampların boşaltılması ve güvenli göç yollarının sağlanması talebi 2016 yılının en önemli mücadele başlıklarından birini oluşturmakta. Göçmenlere karşı insanlık dışı uygulamalara son vermek için uluslararası dü-

zeyde harekete geçmek, göçmen dayanışma ağlarını inşa etmek, s av a ş l a r ı n , yoksulluğun, göçlerin sorumlusu kapitalizme karşı işçi sınıfının güçlenmesini sağlayacaktır. Eylül ayında binlerce Suriyeli mülteci sınırların açılması için harekete geçti. Şimdi yapmamız gereken, bu harekete omuz veren, güçlü bir göçmen dayanışma hareketi inşa etmek.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.