DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
548
6 Ocak 2016 2 TL. sosyalistisci.org
BARIS, VE DEMOKRASİ İCİN ,
HDP'Lİ VEKİLLERE DOKUNMAYIN! SUUDİ ARABİSTAN’DAKİ İDAMLAR NE ANLAMA GELİYOR? sayfa 4
ÜMİT KIVANÇ: TÜRKİYE’NİN FAY HATTINDA SOYKIRIM VAR sayfa 5
ROSA LUXEMBURG: YA EMPERYALİZM YA İŞÇİ SINIFI sayfa 8
FAŞİZM: BİR UMUTSUZLUK HAREKETİ sayfa 10
2
GÜNDEM n YENİ ANAYASA AKP’NİN ELİNE BIRAKILAMAZ KEMAL BAŞAK
ŞIMARIKLIĞA KARŞI MÜCADELEYE Cumurbaşkanı şımarıyor. Başbakan, şımarıyor. AKP liderliği, şımarıyor. AKP’li belediye başkanları, belediye temsilcileri şımarıyor. Erdoğan 1 Kasım seçimlerinden sonra, silah taşıyan MİT tırlarıyla ilgili, “taşısa ne olur, taşımasa ne olur” demişti. Geçenlerde bir kamyonun aşırı yük taşımasından şüphelenen jandarma çevirme yaptığında belediye başkanı tarafından “Paralelci” olmakla suçlandı. Davutoğlu, gazeteci Ahmet Hakan’ı açıktan tehdit eden ve gazetenin basılmasında, camlarının kırılmasında görev alan AKP gençlik kolları başkanını kongrelerinde öve öve bitiremedi. Durmadı, bir de terfi ettirdi. Ahmet İnsel’in “lağımcı gazetecilik” dediği kategoriden yazılar yazan Yeni Akit yayın müdürünün ölümünün ardından cenaze töreni adeta devlet gövde gösterisine dönüştürüldü. Ölen adamın yazıları yer yüzünde bilinen bütün nefret söylemlerini içeren, küfürlü, düzeysiz, ırkçı, pespaye yazılardı. “Kahvehane muhabbeti” denilen konuşmalar, çok daha az küfür içeriyordur muhtemelen bu adamın yazdıklarından. Erdoğan, Davutoğlu ve Genelkurmay ve Erdoğan’a yakın olmayı gazetecilik sayanlar bu adamı öven yazılar yazdılar, başsağlığı mesajları yayınladılar. Giderek artan bir şımarıklıkla karşı karşıyayız. Bu şımarıklığa dikkat çekenlere, “Siz Erdoğan düşmanısınız” diyerek had bildirenlerle birlikte düşününce, şımarıklığın giderek tehlikeli bir hale geldiğini görmeliyiz. Bu dokunulmaz olduğunu düşünenlerin, devletin bizzat kendisi olduğunu düşünenlerin, her yaptığı, içinde olduğu her hukuksuzluk yanıma kar kalır diye düşünenlerin, eskiden dışlanmış olduğu nimetleri en çok kendisinin hakettiğini sınırsız ve utanmaz bir iştahla düşünenlerin şımarıklığı. Bu şımarıklık bir siyaset yapma tarzı haline geldi. Bu şımarıklık demokrasi, eşitlik, kardeşlik ve adaletin önündeki en önemli tehdit. Bu şımarıkları tabanlarına, şımaracak mecali kalmayana kadar çalışmak ve asgari ücretli, yoksul bir yaşam sürdürmek zorunda olanlara teşhir etmek, önümüzdeki dönemin en ciddi mücadele ekseni olacak.
ASGARİ ÜCRET İÇİN 1300 LİRA YETMEZ! Asgari ücret 1300 TL’ye yükseltildi. Ancak bu yeterli değil. Türkiye’de 20 milyona yakın kişinin hayat koşulları asgari ücrete bağlı. Aralık 2015 verilerine göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1385 TL. Asgari ücret hâlâ bunun altında. Üstelik yeni yıl, elektrik, doğalgaz, sigara ve ulaşım gibi birçok başlıkta zamları beraberinde getirdi. Zammın getireceği maliyetin %40’ını devlet karşılayacak. Bu, bizden alınan vergilerin buraya harcanması anlamına geliyor. Oysa Türkiye’deki işverenlerin kârlılık oranı AB ülkelerinden bile yüksek. AKP dönemindeki 13 yılda, en zengin %1’in geliri %39’dan %54’e yükseldi. Devlet bütçesinin önemli bir bölümü “güvenlik” adı altında savaşa aktarılıyor. İşçi sınıfının payına ise yoksulluk düşüyor. Asgari ücretten alınan vergi kaldırılmalı, eğitim-barınma-ısınma-ulaşım gibi alanlarda asgari ücretlilerden ihtiyaçlar dahilinde para alınmamalı, asgari ücret insanca yaşamaya yetecek bir düzeye çekilmelidir. Asgari ücretin 2000 TL olması için verilecek mücadelede tüm emek örgütleri birleşirse kazanırız.
7 Haziran yenilgisi sonrası, “iktidarda olmazsam kaos olur, istikrarsızlık olur” perspektifini, bir taraftan güvenlik güçleri ile, diğer taraftan yol verdiği IŞİD bombacıları ve ülkücü faşistler ile Kürt halkına saldırarak hayata geçiren ve bu yolla 1 Kasım’da yeniden çoğunluk partisi olan AKP bugünlerde anayasa değişikliği gündemi ile muhalefet partileri ile görüşüyor. Görüşmeler, istikrar şöyle dursun, Kürdistan’da şehirlerin ağır silahlarla bombalandığı, Suriye ve Irak sınırları içinde bölgesel bir güç olma adına girişilen askeri operasyonların hezimetle sonuçlandığı koşullarda yapılıyor. Bu koşullar, AKP – HDP görüşmesini daha randevu aşamasında imkânsız hâle getirdi. HDP’nin yer almadığı bir tartışma ortamında, AKP sözcüleri tarafından dillendirilen “demokratik ve özgürlükçü bir anayasa” söyleminin de hiç bir inandırıcılığı kalmadı. Bu nedenle AKP’nin CHP ve MHP ile yaptığı görüşmelerde daha çok cumhurbaşkanının ısrarla vurguladığı “başkanlık sistemi” öne çıkıyor. AKP’nin başkanlık sisteminden ne anladığı ise liderlerinin
HANİ AKP – HDP KOALİSYONU KURULACAKTI? “Yeni ve 12 Eylül’den arındırılmış bir anayasa” sözleri etrafında AKP ve CHP’nin uzlaşmış olmasında yeni olan ne? İki parti arasında 7 Haziran seçimleri sonrasında koalisyon görüşmeleri vesilesiyle başlayan yakınlaşma belli ki “üniter devlet çatısı” altında devam ediyor. Bu iki partinin uzlaşmasından tek kimlikli bir anayasa dışında başka bir şey çıkmayacağı sadece AKP’nin tavrından değil, CHP liderliğinin de anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesine karşı olduklarını hem Meclis'te hem de Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda defalarca ifade etmelerinden anlaşılıyor. Bugün kimin AKP ile birlikte hareket ettiği, kimin özgürlükler için mücadele ettiği çok açık olarak görülüyor!
“üniter sistemde başkanlık yoktur’ diye bir şey yok. Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz” sözlerinde açığa çıkıyor. Bu sözler, bütün o “özgürlükçü” cilanın altında bugünkü anti-demokratik anayasayı bile mumla aratacak bir düzenleme isteğinin yattığını gösteriyor! Umudunu AKP’ye değil mücadeleye dayandıran sosyalistler anayasanın da örgütlü bir mücadele sonucunda iyileştirilebileceğinin farkında. Sosyalistler, grev, çalışma ve sendikalaşma hakkının güvenceye alındığı; güvenlik güçlerinin ve savcıların anti-demokratik yetkilerinin kaldırıldığı; yasalardaki ırkçı, ayrımcı sözcüklerin temizlendiği; Kürt halkının, ayrılma hakkı dahil olmak üzere bütün haklarının tanındığı; soykırımın bir insanlık suçu olarak kabul edildiği ve Türk devleti tarafından soykırıma uğratılmış halkların geriye dönük taleplerinin karşılandığı; bütün etnik-dinsel-cinsel kimliklerin güvence altına alındığı; insan haklarının, çevre ve canlı türlerinin korunduğu, sınırsız gösteri ve örgütlenme özgürlüğüne dayalı bir anayasa talep ediyor.
YENİ ANAYASA VE DEMOKRATİK ÖZERKLİK Savaş ve sıkıyönetim politikaları tüm şiddetiyle sürerken, Kürt halkı Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) aracılığıyla demokratik özerklik ve öz yönetim talebini yüksek sesle ifade etti. Başkanlık sistemini “üniter devlet yapısı” içinde tartışan cumhurbaşkanından başbakanına, bakanlardan parti sözcülerine kadar bütün AKP ileri gelenleri bu talebe öfkeyle karşı çıkarak savcıları harekete geçirdi. AKP liderliği, DTK sözcülerini ve onun en önemli bileşeni olan HDP eş genel başkanlarını bu vesileyle bir kez daha “hain” ilan ederek, dokunulmazlıklarını kaldırıp hapse atma tehdidiyle, bu haklı talebin öne çıkmasını engellemek istiyor. Oysa bütün halklar gibi, Kürtlerinde kendi kaderini özgürce belirleme ve istediği gibi yaşama/yönetilme/yönetme hakkı vardır.
GÜNDEM
KÜRT ŞEHİRLERİ ATEŞ ALTINDA Kürdistan'da devlet saldırısı olanca şiddetiyle sürmeye devam ediyor. Diyarbakır'ın Sur ilçesinde bir aydan uzun bir süredir sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Devlet güçlerinin yoğun saldırısı altında bulunan ilçede yiyecek, ilaç, yakıt gibi temel ihtiyaçlar temin edilemiyor. Sokaklarda alınmalarına izin verilmeyen cesetler var.
Yılbaşından önceki haftasonu, Demokratik Toplum Kongresi’ne DSİP adına katılmak için Diyarbakır’daydım. Toplantıya gelirken, Türkiye’de iki farklı ruh hali olduğunu ve Kürdistan’da süregiden ruh halinin batıdakinden büyük farklar taşıdığını tahmin ediyordum. DTK toplantısı bu tahminlerimi doğruladı.
Sokağa çıkma yasağının bir aya yaklaştığı Şırnak'ın Silopi ve Cizre ilçeleri yoğun top atışına tutuluyor. Şırnak'ın Barbaros ve Başak mahallelerinde hayatını kaybeden 6 kişinin cenazeleri henüz toprağa verilemedi. Geçtiğimiz günlerde Cizre'de bir yaralının yardımına koşmak isteyen bir sağlık emekçisi, başından vurularak katledildi. İlçede birçok ev tahrip edildi ve oturulamaz duruma getirildi.
DTK, Kürt illerinde süren direnişin ruh hali tarafından sarıp sarmalanmıştı. Öyle AKP’nin sesi gibi yazan gazetecilerin anlattığına benzeyen, “bölen”, “kopartan” bir hava yoktu DTK Olağanüstü Kongresi’nde. Daha çok, Arap Baharı’nı tanımlarken kullanılan, “haysiyet” kavramına uygun bir ruh hali vardı. Haysiyet için mücadele, onurlu bir dik duruş. Diyarbakır’ın Sur ilçesi: Evinde kahvaltı eden bir kadın atılan roketle katledildi.
BARIŞ ÇAĞRILARI YÜKSELİYOR n Roboski katliamının 4. yıldönümü olan 28 Aralık'ta başta Roboski, İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere birçok yerde yapılan basın açıklamaları ve gösterilerde, devletin işgal ve katliam politikaları protesto edilerek bir an önce müzakere masasına dönülmesi çağrısında bulunuldu. n Diyarbakır'da toplanan Demokratik Toplum Kongresi, Kürt sorununda yaşanmakta olan krizden çıkışın özyönetim talebi etrafında birleşme gerekliliği olduğunu saptadı. DTK kongresindeki bir diğer önemli vurgu, devlete yönelik son kez yapılan müzakere çağrısıydı. Bunun ardından ise hem Ankara hem Diyarbakır'da cumhuriyet başsavcılıkları, bu doğrultudaki konuşmaları nedeniyle Selahattin Demirtaş, Hatip Dicle ve dört önde gelen Kürt siyasetçi, hakkında hakkında soruşturma başlattı. n 30 Aralık'ta aralarında Baskın Oran, Lale Mansur, Ali Nesin gibi isimlerin
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
DİRENİŞ, HAYSİYET VE SİYASİ STATÜ
Evlerin büyük bir kısmı harap olmuş durumda, stratejik yerlerde bulunanları karakol haline getirilmiş ve işgal altındaki okulların tümü kapalı.
İşgal altındaki Kürt şehirlerinden her gün yeni katliam haberleri geliyor. Çözüm sürecini "buzdolabına" kaldırıp Kürtlerin ablukaya alınması talimatını veren Tayyip Erdoğan ise 2016 yılında da "temizlik" politikasının devam edeceğini söyledi.
3
de bulunduğu yüzden fazla aktivist ve aydın, "aslolan hayattır" düşüncesi çerçevesinde akan kanın bir an önce durması talebiyle, Kürt halkıyla dayanışmak için Diyarbakır'a gitti. Bu şehirde önce Sümerpark'ta yapılan bir salon etkinliğinde barış ve müzakere çağrısı yapan bir metin Kürtçe ve Türkçe olarak okundu, işgal ve katliamın devam ettiği Sur ilçesinden gelen mağdurların tanıklıkları dinlendi. Sonra sokağa çıkma yasağının sürmekte olduğu Sur ilçesine doğru yürüyüşe geçildi, burada da barış ve müzakere çağrısı metninin okunmasının ardından belediye başkanları ve baro ziyaret edildi. n "Barış İçin Yürüyorum İnisiyatifi" olarak 27 Aralık 2015 günü Bodrum’dan yola çıkarak Muğla, Ankara, Adana ve Urfa’dan katılımlarla Diyarbakır'a ulaşan grup, 31 Aralık günü sokağa çıkma yasağının olduğu Sur ilçesine yürüyüş yapmak istedikleri sırada gözaltına alındı.
HAFTANIN IRKÇISI
Barış İnisiyatifi üyeleri, akademisyen ve gazetecilerin aralarında bulunduğu 24 kişi, Cumhuriyet Savcısı tarafından “örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına faaliyette bulunmak" ve "2911 sayılı gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet etmek" iddialarıyla tutuklama istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Yürüyüşçülerin 23'ü serbest bırakıldı. n Kitle örgütleri de savaşa karşı cılız da olsa seslerini yükseltmeye başladılar. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, savaş ve baskı politikalarına karşı 29 Aralık Salı günü "Savaşa karşı barışı savunacağız" diyerek grev kararı aldılar, ancak bu gerçek bir grev olarak değil, "hizmet üretmeme" şeklinde örgütlendi. Türkiye genelinde yapılan basın açıklamaları ve gösterilerle, devletin savaş politikalarına karşı ses çıkartıldı. DSİP üyeleri, Antikapitalist imzalı bildirilerle işçilere ve emekçilere mücadeleyi gerçek grevlerle yaygınlaştırma çağrısında bulundular.
(TSK) de bu bilgiyi haberleştirdi. Sığınakta ilaç, yiyecek, giyecek vb. çeşitli maddelerin yanı sıra, Kürtçe bir İncil bulunduğu vurgusu da özel olarak yapıldı.
KÜRTÇE İNCİL’E DAHİ TAHAMMÜL EDEMEYEN TSK
Sözde laik bir devletin güya bütün inançlara eşit mesafede bulunması gereken bir kurumu olan TSK’nın “Kürtçe İncil bulundu” vurgusunun arkasında, Kürt düşmanlığının yanı sıra, Hıristiyan ve yabancı düşamnalığı da bulunuyor. 1915-24 yılları arasında birbirini izleyen soykırımlarla Anadolu’nun Hıristiyan nüfusunun yok edilmesi ve Hıristiyanların taşınır/taşınmaz servetlerine el konulmuş olması, bugün herkesin bildiği bir sır.
Geçtiğimiz hafta Bitlis’in Mutki ilçesinin kırsal alanında bir PKK sığınağının ortaya çıkarıldığı haberi medyada yer aldı. Sadece medyada değil, Türk Silahlı Kuvvetleri
Bu soykırımların sorumluluğunu taşımaya devam eden TSK, bunu Kürt düşmanlığı ile birleştirerek, Kürtçe İncil üzerinden haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
Evet, Kürt illerinde sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği tüm ilçelerde devlet akıl almaz bir terör estirse de, hendeklere indirgenerek küçümsenmeye çalışılan direniş, haysiyeti için ayağa kalkan insanların varoluş mücadelesi. Devlet, bu nedenle başarısız bu direnişi ezmekte; çünkü sorun ne sadece hendekler ne sadece bir grup genç. Sorun bir halkın iki yıldan uzun süren çözüm süreci boyunca devletin bir adım bile atmadığı yönündeki güçlü inancı. Çözüm sürecinin yarattığı beklenti çok büyüktü, süreç buzdolabına kaldırılınca yaşanan hayal kırıklığı da çok büyük oldu. İşte Kürt illerinde yaşanan denetimli ayaklanma hali bu hayal kırıklığının bir sonucu. Hayal kırıklığı, en başta, Kürt halkının simge ismi Abdullah Öcalan’a uygulanan tecride duyulan öfkede açığa çıkıyor. Nisan ayına kadar Kürt halkının sözcüsü ve zaman zaman çözüm sürecinin kriz çözücüsü olarak öne çıkan Abdullah Öcalan’la Nisan ayından beri görüşmelerin engellenmesi, Abdullah Öcalan’ın gelişmeler hakkındaki yorumlarının bilinmemesi, hayal kırıklıklarının en belirgini. Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin ne anlama geldiğini anlamak için, Öcalan’ın mücadele eden Kütlerin bütünün sözcüsü olduğunu kavramak gerekir. Bunu kavrayınca, Öcalan’a uygulanan tecride karşı öfkeyle haysiyet mücadelesinin nasıl iç içe girdiği daha iyi anlaşılır. DTK’nın hazırladığı sonuç metni ve toplantıda konuşan Kürt siyasilerin ruh hali sadece haysiyet mücadelesindeki kararlılığı değil aynı zamanda Kürt hareketinin temel yönelimini de ortaya seriyor. Bu yönelimi basitçe, siyasi statü talebi olarak özetleyebiliriz. Bu talebi çözüm sürecinin yeniden başlatılmasıyla elde etmek istiyor Kürt halkı. Kürt halkı, kendi kaderini siyasi statü elde ederek belirlemek istiyor. Kürt halkı, siyasi statü istiyor. Bu nedenle iki farklı ruh hali var: Kürtlerin ruh hali, batıda Kürtlerle dayanışmak isteyenlerin ruh hali. Kürtlerle dayanışmak isteyenlerin ruh hali de değiştiğinde, işte devlet o zaman tam anlamıyla köşeye sıkışacak.
4
DÜNYA
SURİYE’DE ANLAŞMAZLIK DERİNLEŞİYOR Suriye İnsan Hakları Gözlem Örgütü 2015 yılı sonunda yayınladığı raporda geçen yıl Suriye'de 55 bin kişinin öldürüldüğünü açıkladı. Örgüt iç savaşın başladığı 2011 yılından bu yana üçüncü en çok insanın öldüğü yılın geride kaldığını duyurdu.
Suriye’de bir yandan yaşam koşulları giderek kötüleşirken diğer yandan savaş da kızışıyor. Suriye’de bu ay başlaması beklenen barış görüşmeleri herkesin elindeki tek plan olmakla birlikte artık Suriye içinde operasyon yapan o kadar çok ülke ve bunların çalıştığı o kadar çok sayıda yerel örgüt var ki Suriye’deki düğümün kısa sürede çözülmesini beklemek mümkün değil. Üstelik tüm bu karmaşık ilişkiler kolaylıkla denetimden çıkabilir.
Medya reformu paketini protesto eden devlet kanallarında görev yapan dört üst yönetici istifasını sundu. Hükumetin söz konusu medya reformuna sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Avrupa Birliği Komisyonu da tepki gösterdi.
Ocak ayında başlaması planlanan Viyana Görüşmeleri’ni BM’nin 18 aylık geçiş planı izleyecek. Ancak tüm bu süreçlerde hala üzerinde uzlaşılmamış çok sayıda konu var. Esad’ın konumu, kimlerin terör örgütü sayılıp kimlerin masada yeri olacağının belirlenmesi gibi konularda hala anlaşmazlıklar devam ediyor.
Avrupa Yayın Birliği (EBU) son kabul edilen yasa konusunda endişelerini dile getirerek Polonya Devlet Başkanı Andrey Duda’dan parlamentoda kabul edilen yasayı imzalamamasını talep etti. Sınırsız Gazeteciler Örgütü de yaptığı açıklamada devlet yayın kuruluşları ile başlayan basın özgürlüğüne yönelik saldırıların bağımsız basına karşı da başlatılmasını beklemek gerektiğini belirtti.
Türkiye açısından tüm bunların yanı sıra Kürtlerle olan ilişkiler ayrıca sorun oluşturuyor.
Tüm bu karmaşık manzaranın ortasında ise bizim bu yıl da unutmamamız gerekenler şunlar: Ne Rusya’nın ne de Batı’nın müdahalesi Suriye’deki sorunu çözebilir. Bu güçler Suriye’nin şu an içinde bulunduğu
PETROL FİYATLARI DÜŞÜYOR
Suriye’den canını kurtarmak için kaçanları düşünen yok. Tek dertleri, sınırları geçmemeleri.
durumun baş sorumlusudur ve bu sorunu onlar çözemez. Dolayısıyla öncelikle bu devletlerin tamamı Suriye’den çekilmeli ve Suriye halkları kendi kaderine kendisi karar vermelidir.
Uluslararası piyasalarda Brent petrolün (kuzey denizinden çıkarılan ve varili uluslararası standart olarak kabul edilen, dünya genelinde parasal ölçü birimi olarak kullanılan petrol) varil fiyatı 36 dolara inerek son 11 yılın en düşük düzeyine geriledi. Bu duruma gerekçe olarak ABD ve Rusya'nın uluslararası piyasalarda daha fazla petrol satması ile önümüzdeki yıl yaptırımların kalkması ile birlikte İran'ın da yeniden petrol satışına başlayacak olması gösteriliyor. Bu durumdan en fazla etkilenen ülkeler ise başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
SUUDİ ARABİSTAN’DAKİ İDAMLAR NE ANLAMA GELİYOR? 2016’ya Suudi Şii din adamı ve politik aktivist Nimr alNimr’in Suudi Arabistan rejimi tarafından “terörist” olduğu gerekçesiyle idam edilmesiyle birlikte Ortadoğu’daki gerilimin tehlikeli bir seviyeye ulaştığı endişesiyle girdik. İran ve Suudi Arabistan arasındaki bu gerginlik yeni değil. Her iki ülke de yıllardır Ortadoğu’da çeşitli zamanlarda bu tür gerginlikler yaşadı. Örneğin Yemen’de halen devam etmekte olan savaş bunlardan bir tanesi ve oradaki durumun da, arada ilan edilen ateşkeslere rağmen kısa sürede değişmesi beklenmiyor.
Polonya’nın yeni muhafazakar hükümeti Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştiren yasa değişikliğinin ardından basın üzerinde kısıtlamalar getiren yasa tasarısını Polonya Parlamentosu’nun alt kanadı Sejm’den geçirdi. Polonya’daki muhafazakar hükümetin devlet kontrolündeki yayın organlarında kontrolü ele geçirdiği ve otoriter bir yönetime doğru gittiği değerlendirmeleri yapılıyor. Çıkacak yeni yasa Maliye Bakanını devlet radyo ve televizyonlarındaki müdürleri atama ve işten el çektirme yetkisi ile donatıyor. Ayrıca devlet radyo ve televizyonlarını Polonya halkının ‘‘yurtsever duygularını’’ güçlendirme konusunda yayın yapmakla da görevlendiriliyor.
Birleşmiş Milletler'in tahminlerine göre, iç savaşta şimdiye kadar en az 250 bin kişi öldü.
Dolayısıyla 2016 yılı Suriye’de savaşın bittiği değil kartların daha açık oynandığı bir yıl olacak gibi görünüyor.
POLONYA: MEDYA HÜKÜMETİN HEDEFİNDE
Noel öncesindeki iki hafta sonunda Polonya halkı sokaklara dökülerek hükümetin anti-demokratik programını protesto etmiş, eski Devlet Başkanı Lech Walesa’da hükümetin tutumunu değiştirmemesi durumunda ülkenin iç savaşa sürüklenebileceği uyarısını yapmıştı.
oldu. Suudi Arabistan, kaya petrolü üreticileri gibi yüksek maliyetli üreticileri piyasa dışına itebilmek ve piyasa payını koruyabilmek için petrol üretimini yüksek seviyelerde tuttu. Ancak bunun sonucu bütçe açığı, petrol gelirlerinin yüzde 23 düşmesinin etkisi ile 98 milyar dolara çıkarak Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) yüzde 15'ine ulaştı. Suudi Arabistan yönetimi, Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu toplantısının ardından zam kararını açıkladı. Buna göre, akaryakıt fiyatlarında artışa
Ancak Nimr al-Nimr’in idamının bölgede hiçbir şeyi değiştirmediğini söylemek de doğru olmaz. Bunun Suudi Arabistan tarafından bilinçli bir şekilde yapılmış bir hamle olduğu çok açık. Nimr al-Nimr ve onun gibi aktivistler daha önce defalarca tutuklanmışlardı ancak Suudi Arabistan’da yıllardır hiçbir Şii din adamı asılmamıştı. Peki Suudi Arabistan neden şimdi böyle bir hamle yaptı? Bunun yanıtı sadece mezhepçilik olamaz. Ortadoğu’da bugün mezhepçiliğin yükselişte olduğu bir gerçek ancak bunun da altında yatan bölgedeki politik gelişmeler. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın bu hamlesinin altında sadece dini farklılığa dayalı mezhepçilikten fazlası var. Birincisi, bu hamlede de ABD’nin Irak işgalinin sonuçlarını görüyoruz. İkincisi, Suriye’deki iç savaşta kartların yeniden dağıtılacağı yıl olan 2016’ya Suudi Arabistan bu hamleyle giriş yaparak hafife alınamayacağını gösterdi. Üçüncüsü, İran ile yapılan nükleer anlaşma Suudi Arabistan’ın en başından beri çok hoşuna gitmemişti. Ayrıca
gidildi. Ayrıca Maliye Bakanlığı, bazı sektör ve işletmelerin özelleştirmesi de dahil bazı tedbirlere gitti. Bunun yanında, enerji, su ve elektrik fiyatlarında, verimliliği iyileştirmek için bazı düzenlemelere gidildi. Benzin fiyatlarına zammın yanında, yüksek refaha sahip vatandaşlar için elektrik tarifeleri artırıldı. Su fiyatlarına zam yapıldı ve sanayi kullanıcıları için tüm enerji fiyatlarında değişikliğe gidildi. Petrol fiyatlarındaki düşüş eğiliminde 2016 yılında da bir değişiklik olması beklenmiyor.
böylesi politik hamleleri mezhepçilik maskesi arkasına gizlemenin Suudi Arabistan gibi ülkeler açısından ülke içi her tür olası muhalefeti bastırmanın aracı olduğunu da unutmamak lazım. Suudi Arabistan’ın bu idam hamlesi onun hem gücünün hem de güçsüzlüğünün göstergesi. Arap devrimlerinin yenilmesiyle Suudi Arabistan bölgede yükseldi. Türkiye ve Katar gibi ülkelerle birlikte oluşturduğu Sünni cephe onu daha da güçlü kıldı. Ancak Suriye ve Yemen’deki öngörülemez iç savaş ve İran ile yapılan nükleer anlaşma onun zayıf noktalarını oluşturuyor. Dolayısıyla Suudi Arabistan da zayıf yönlerini kapatıp güçlü yönlerini öne çıkarmak için her fırsatta İran’a meydan okuyor, mezhepçiliği öne çıkararak gerçek politik tartışmaların üzerini örtüyor. Fakat bu mezhepçilik oyunu Ortadoğu’nun son geldiği noktada artık çok tehlikeli olabilir. Fitili bir kez ateşlediğinizde onu söndürmek artık eskisi kadar kolay olmayabilir.
RÖPORTAJ
5
“TÜRKİYE’NİN FAY HATTINDA SOYKIRIM VAR” Sosyalist İşçi olarak bu hafta Radikal yazarı Ümit Kıvanç’la konuştuk. Aynı zamanda Hrant’ın Arkadaşları grubunun parçası olan Kıvanç’a, Hrant davasının gidişatıyla ilgili görüşlerini, Türkiye’nin genel durumu ve savaşla ilgili ne düşündüğünü sorduk. Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden 9 yıl geçti. Yeni bir dava sürecinin başlama ihtimali var. Davanın ısrarlı takipçilerinden biri olarak, sizce gerçek sorumlulardan hesap sorulması 9 yılın ardından ne kadar mümkün? Bu şartlarda pek mümkün olacağını sanmıyorum. Bu davanın niye ve nasıl bu aşamalara gelebildiğini de pek anlayamıyorum doğrusu. Tabiî hayırlı bir durum. Nihayet cinayetin devlet içinden örgütlendiği, kollandığı, sonrasında delil karartma ve örtme işlerinin yine elbirliğiyle yapıldığı artık müstehcen bir şekilde ortada. Başından beri söylediklerimiz doğrulanmakla kalmadı, fazlası ortaya çıktı. Ama Hrant Dink davasında adaletin yerine gelmesinden anlamamız gereken, polisi, askeri, faşisti, AKP’lisi, cemaatçisi, ulusalcısı şusu busu ile cinayet şebekesinin yargılanmasıyla da sınırlı değil. Hrant’ı, yazmadığı şeyden mahkum edip hedef haline getiren, sonra da bazı mensupları “o zaman öyle yapmamız gerekiyordu” diyen yüksek yargı ne olacak? Yani olması gereken kapsamıyla sahici bir davanın açılması, doğru dürüst yürütülmesi, devrim gibi bir şey olur. Böyle bir yaklaşıma sahip kim var şu anda devlet katında? Aksine, şu andaki savaşçı devlet yönelimi, tasfiye edilen bir unsuru hariç Hrant’ı öldüren resmî koalisyona yeniden hayat verdi, onun üzerine kuruldu. AKP özellikle 7 Haziran’dan sonra ‘içeride ve dışarıda’ savaş politikalarını yürütüyor ama yalnız değil. Yazılarınızda ifade ettiğiniz ‘düşman kardeşler’ nasıl ve neden birleşti? Onların arasındaki sorun, bir tek mevzu hariç, esas kimin sözünün geçeceğiydi. AKP önderliği ve esas olarak Tayyip Erdoğan, orduya el uzattı, Kürtlerle savaş devletin AKP dışındaki kesiminin zaten istediği bir şeydi, konu bu olunca bütün Teşkilat-i Mahsusa uzantıları biraraya geldi. Türk İslâmcısı da Teşkilat-ı Mahsusa uzantısıdır. Bu güya seküler ve Aydınlanmacı olan muhaliflerine para gönderen Abdülhamid’in zamanının, o zaman öncelikle gayrimüslimlere karşı kurulan, sonradan Türklükle Müslümanlığı zor ayrıştırılır bir alaşım içerisinde biraraya getiren koalisyonu. İslâmcılar Abdühamid’i, sözde laik ve seküler muktedirler İttihatçıları sahiplendi, ama görünüşteki dindarlık meseleleri dışında, aslî politikalar bakımından bunların arasındaki ayrım nedir ki? Türkiye’nin gerçek fay hattı hep gözlerden gizlenmiştir, çünkü orada Ermeni soykırımı var, Cumhuriyet tarihi boyunca devam eden etnik temizlikler var, Kürt isyanlarının feci şiddetle ve hırsla, kinle bastırılması var. İş
bu meselelere gelince bunlar her zaman biraradadır. Hamurumuzda türdeşlik tutkusu ve ırkçılık var. Batı’da birçok kişi devlet şiddeti karşısında ‘ama hendek’ diyor. Başkanlık mefhumu rejim değişikliği bağlamında tartışılabilirken neden hendekleri kazdıran özyönetim talebi bu kadar tepkiyle karşılanıyor? Kürtler tarafından dile getirildiği için. Kürtler ellerinde Türk bayraklarıyla İstiklal Marşı okumadıkları sürece, söyleyecekleri, yapacakları her şey mundar! “Batı” dediğimiz şey, başka durumlarda birbirlerinin gözünü oyacakmış gibi konuşurken Kürtleri elbirliğiyle ezmeye uğraşan bir ırkçılar koalisyonunun gürültüsü altında Kürtlerin acısını paylaşan, zulme tepki duyan, ses çıkarmaya çalışan ama bunu nasıl yapacağını bilemeyen bir ufak halis azınlık. Kürtler “özyönetimi tartışalım” dedi. Ne var bunda? Niye tartışılmasın? Barışın ve çözümün inşası nasıl mümkün olur? Bilmiyorum. Koca bir toplum, şu zulümden rahatsız olmuyor, buna itiraz etmiyor, yarın öbür gün bu insanî sorumluluğun altından nasıl kalkarım diye dertlenmiyorsa ne diyebilirim? “Türkiye” hiçbir zaman gerçek anlamda bir toplum olmamıştı. Şimdi en büyük zararını görüyoruz. Sadece şunu eklemek isterim: Kürtler, ama öyle ama böyle, geleceklerini kuracaklar. Artık onları bu yoldan döndürmek mümkün değil. Belki geçici bir süre daha zulüm görecekler, ama sonunda bir çözüm elde edecekler. Fakat bugün “ülkenin batısı” diye tarif ettiğimiz toplumun geleceği nasıl olacak? Kaderi hakkında söz sahibi olduğu, onurlu bir gelecek kurabilecek mi bu toplum çoğunluğu? Yoksa potansiyel Hitlerlerin elinde kukla mı olacak? İslâmcılar her şeye bir maç gibi bakıyor. Kendileri gol attığı sürece hayat güzel sanıyorlar. Bu ülkeye ve topluma ve insanlara yaptıkları kötülüğün, hayatı, hayatın kaynaklarını kuruttuklarının farkında değiller. Askerî vesayet ruhlarımızı eğitim sahası yapmak için her yerimize rütbe levhaları dikmiş, dikenli teller dolamıştı; İslâmcılarsa manevî âlemimizde yeşillik, mavilik, pınarlar, ağaçlar, hiçbir şey bırakmayacak, orayı çöle çevirecekler. Ortadoğu’da kızışan mezhep savaşına katılabilmek için de çırpınıyorlar. Türkiye’de bir yaranın daha haşince kanatılması demek bu. Barış kelimesinin ortalama Türk insanının gözündeki değerine bakın! Terör falan gibi bir şey. İşimiz çok zor. Röportaj: Meltem Oral
6 SAVAŞ AKP DARBECİLERİN VE DİKTATÖRLERİN DOSTU AKP, iddia ettiğinin aksine, bölgedeki tüm darbecilerin ve diktatörlerin dostuydu ve hâlâ öyle. Askeri darbe rejimlerinin bulunduğu Madagaskar, Fiji, Moritanya, Tayland ve Sudan, AKP’nin müttefikleri. Esad, Arap Baharı’ndan birkaç ay öncesine kadar Erdoğan’ın “kardeşi” idi. Bugün AKP, Suud hanedanıyla stratejik işbirliği ilan etti. Siyonist İsrail rejimiyle ilişkiler “normalleşiyor”, Erdoğan “İsrail’e ihtiyacımız var” diyor. Türkiye ayrıca Mısır’daki Sisi cuntasıyla da “Teröre karşı İslam ittifakı” bünyesinde müttefik oldu.
TÜRKİYE’NİN ORT SALDIRGANLIĞINI
TÜRKİYE IRAK’TA İSTENMİYOR Irak Dışişleri Bakanı İbrahim el-Caferi, Türkiye'nin Başika'dan askerlerini çekmemesi durumunda Bağdat'ın askeri operasyonu düşünmek zorunda kalacağını söyledi. Ankara, Irak'ın tepkisinin ardından Musul yakınlarında bulunan Başika Kampı'ndaki gücünü azaltmış, fakat askerleri tamamen geri çekmemişti. Irak Dışişleri Bakanı Caferi, Türkiye'nin yaklaşık 10 gün önce Başika Kampı'nda bulunan Türk askerlerini geri çekmeye devam edeceğini açıklamasını "doğru yönde atılmış bir adım" olarak nitelemişti. Türkiye, Irak hükümetiyle krizin başından beri "Kalacağız" diyerek birliklerin işbirliği doğrultusunda gönderildiğini iddia etmişti. Irak hükümeti defalarca bunun aksi açıklamalar yaptı. Başbakan Davutoğlu "Musul için desteğimiz sürecek" diyordu. Erdoğan ise Irak hükümetinin aksi yöndeki açıklamalarının ardından “Kuzey Irak’taki PKK varlığı”nı öne sürerek TSK askerlerinin gayrimeşru varlığını savundu.
MÜLTECİLERE KARŞI AB İLE ANLAŞMA AKP, dış politikada yaşadığı sıkışıklığı aşma doğrultusunda AB liderleriyle de anlaştı. 3 milyar dolarlık yardım karşılığında, Suriyelileri Batı’ya salmama sözü verdi ve Ege denizinde ölüm yolculuğuna çıkmaya hazırlanan göçmenleri toplayarak kamplara yolladı. Suriyelilere ya buralarda insanlık dışı koşullarda yaşama ya da Suriye’ye geri gönderilme seçenekleri sunuluyor. Erdoğan, “misafirlerimiz” dediği ve mültecilik statüsünü tanımadığı Suriyelilerden şimdi “Nasıl besleyeceğiz?” diye yakınıyor.
ARAP BAHARI’NDA DEVRİLENLERİN RUH İKİZİ AKP’nin Arap Baharı’na verdiğini iddia ettiği desteğin ne kadar sahte olduğu Gezi direnişiyle birlikte açığa çıktı. Tahrir veya diğer Ortadoğu başkentlerinden daha küçük ölçekte bir gösteri dalgasıyla karşı karşıya kalan Erdoğan, buna, Mübarek’ten Kaddafi’ye tüm diktatörlerin kullandığı argümanlar ve devlet terörüyle yanıt verdi. Gösterilerin “Batı komplosu” olduğunu ileri sürdü, direnen aktivistlere gaz bombaları yağdırdı, 8 kişinin ölümüne sebep oldu. Katil polisleri ise “Talimatı ben verdim” diyerek sahiplendi.
Musul’da işgal girişiminde bulunup, Irak hükümeti tarafından tepkiyle karşılanan Türkiye askerleri kışlaya hâlâ geri dönmedi.
Bir dönemler AKP’li entelektüeller tarafından “dahi” olarak nitelenen Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” adı verilen dış politika stratejisi son iki yılda büyük bir çöküşle sonuçlandı. “Komşularla sıfır sorun” denilirken Türkiye şu an bütün komşularıyla sorun yaşayan bir ülke hâline geldi, AKP’liler buna “değerli yalnızlık” kılıfını geçirdi. Oysa AKP’nin hiçbir politikasının Ortadoğu halklarının özgürlüğüyle bir ilgisi yok, hepsi Türk sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin bölgede altemperyalist bir güç olması için girişilen saldırgan maceralardan ibaret. 2008 krizi ve Ortadoğu’ya yönelme Patronlar için Türkiye ekonomisi AKP’nin ilk yıllarında, AB’ye giriş doğrultusunda atılan adımlarla birlikte, istikrarlı bir şekilde büyüyordu. Ancak 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz, Türkiye’nin dış politikasında radikal bir değişikliğe sebep oldu. AKP, Türk sermayesinin hammadde, pazar ve emek gücü arayışı doğrultusunda Ortadoğu’ya yönelmeyi tercih etti. 2003 yılında ABD’nin Irak işgaline ortak olma planlarının sokağa çıkan devasa savaş karşıtı hareket tarafından engellenmesinin ardından Tayyip Erdoğan “Oyunun dışında kaldık” diye öfkelenmişti. Türk şirketleri bu açığı, yerle bir olan Irak’ın yeniden inşası sürecinde rol alarak kapatmaya başlamışlardı. AKP, örneğin bugün “katil Esed” dediği Baas rejimiyle uzun vadeli bir
işbirliğinin temellerini atmaya başlamıştı. İsrail’e yönelik “Van minüt” çıkışları, Ortadoğu’daki direnişlerle kurulan bağlar, bu yönelimin Ortadoğu halkları nezdinde meşrulaştırılmasının araçlarıydı. Arap Baharı ve AKP Bu sürecin ortasında Arap devrimleri başladı. Gerici diktatörlüklerle iş tutmaya hazırlanan AKP, Arap Baharı’na uyum sağlayarak yıkılacak rejimlerin yerine gelmeye alternatif olmaya çalışan hareketlerle bağ kurdu. Üstelik, örneğin Mısır’da Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketlerin ana muhalefeti temsil ediyor olması, AKP’ye bu ilişkilenme sürecinde bir dizi rahatlık sağladı. Ancak AKP’nin bu tutumunun, liderliğinin iddia ettiği gibi Ortadoğu halklarının özgürlük istemleriyle hiçbir ilgisi yoktu. Mısır’da Mursi iktidara geldiğinde, Tayyip Erdoğan ülkeye 250 patronla birlikte çıkartma yaptı. Libya’da önce BM-NATO müdahalesine karşı çıktı, birkaç gün içinde çark ederek bugün ülkedeki kaosun temellerini atan emperyalist saldırının destekçisi oldu. Libya’da savaş tırmandığında, binlerce Türkiyeli mühendis ve işçi gemilerle kaçırıldı. Suriye politikasındaki değişiklik Bütün süreçte Türkiye’nin en çok müdahil olmak istediği
SAVAŞ
TADOĞU’DAKİ DURDURMALIYIZ KÜRTLERLE ANLAŞMAK VARKEN İÇERİDE DE SAVAŞ
AKP’nin bugünkü Suriye politikasının özünü Kürt düşmanlığı oluşturuyor. Bunu en net Kobanê’ye IŞİD’in saldırdığı günlerde görmüştük. ABD ile anlaşırken Türkiye’nin istediği YPG’ye verilen desteğin kesilmesi ve Kandil’i bombalama hakkının elde edilmesiydi. Erdoğan, Kürtlerin Suriye’de özerk bir bölge kurmasını engellemek için kantonların birleşmesine karşı elinden geleni ardına koymuyor. Türkiye’de ise buna paralel olarak çözüm sürecini durdurdu. Kürt illerini ablukaya aldı ve halk katlediliyor.
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
“KÜRTLERİ DİNSİZLEŞTİREN PKK” Bir zamanların en yaygın devlet söylemiydi, hatırlarsınız: “Kürt sorunu” yok, PKK sorunu var. Yani Kürtlerin hiçbir sorunu yok, memleket güllük gülistanlık, ama işte PKK ortalığı karıştırıyor, durup dururken maraza çıkarıyor. PKK’yi hallettik mi tamam, her şey süt liman olur yine. Sonra devlet bu söylemi terk etmek ve PKK ile masaya oturmak zorunda kaldı. Masaya oturmak demek, birincisi, PKK’yi “halletmenin” mümkün olmadığını kabul etmek, ikincisi, çözülmesi gereken hakiki bir Kürt sorunu olduğunu kabul etmek anlamına geliyordu. Devlet bunları kabul ediyor olmaktan pek memnun değildi elbet, ama mecbur kalmıştı. Zaten hep tereddütlü olan, hep en azını vererek durumu kurtarmaya çalışan devlet, kuzey Suriye’de bir Kürt devletinin şekillenmeye başlamasıyla birlikte barıştan, görüşmelerden, müzakereden derhal vazgeçti. Güneyde devlet yöneten PKK’nin yurtiçinde de saygın ve etkin bir örgüt olmasını Türkiye devleti kabul edemezdi, etmedi. Kendi nüfusunun beşte biriyle savaşa girmeyi tekrar göze aldı; barış sürecini buzdolabına değil, derin dondurucuya kaldırdı. Görüşmeleri sona erdirdi, Öcalan’ı tekrar tecrit etti, silahlı güçlerini tekrar Kürt illerine saldı. Buna karşılık PKK ne yaptı? Türk ordusuna gerillayla cevap vermedi. Geçmişte yaptığı ve şimdi de yapabileceği gibi büyük baskınlar gerçekleştirmedi, düzinelerce askerin öldüğü çatışmalara girmedi. Devlete, “Benimle masaya oturmazsan, kendi sınırların içindeki epey bölgeyi yönetilemez hâle getiririm. Bunu yapabileceğimi sen biliyordun, ama unuttun galiba. Hatırlatırım” dedi.
Burası Gazze değil Cizre.
ülke ise Suriye’ydi. AKP, başta İhvan’a yakın grupları destekledi. Daha birkaç ay önce işbirliği planladığı diktatör Esad’a karşı tutum aldı. Fakat Suriye’ye yönelik saldırgan politikasına Batı’dan bir türlü güvenilir bir müttefik bulamadı. Uçuşa yasak bölge, doğrudan askeri müdahale veya güvenli bölge oluşturma; bütün bu talepler ABD’de karşılık bulmadı. Mısır’daki darbe ve Suriye’deki iç savaşın derinleşmesiyle İhvan zayıflayınca, AKP daha radikal cihatçı alternatiflere yöneldi ve Ahrar-uş Şam adlı örgütü desteklemeye başladı. “Bayırbucak Türkmenleri”ne gönderildiği iddia edilip meşrulaştırılarak Suriye’ye “insani yardım” adı altında silahlar gönderilmeye başlandı. Emperyalizmle işbirliği ve mezhepçilik Son bir yıldır ise AKP’nin Suriye politikası esas olarak PYD’nin ilerleyişini engelleme amacı etrafında şekilleniyor. Kobanê günlerinde ABD’nin Türkiye’yi saf dışı bırakarak Kürtlere silah yardımı yapması üzerine, 2015 yazında hükümet, ABD’nin yörüngesine girerek İncirlik Üssü’nü emperyalist bombardımanın hizmetine sundu. IŞİD’i umursamayan tavrında değişikliğe gitti. Bir yandan ise bölgedeki en gerici rejimlerden biri olan Suudi Arabistan’la müttefiklik inşa etmeye başladı. Bu, AKP’nin, bölgedeki
mezhepçi kırılmada Sünnilerin tarafındaki güçlerin ekseniyle bütünüyle birleşmesine yol açtı. “Üst akıl” palavraları çöktü Bugün gelinen durum ise şu: AKP, Gezi direnişinden sonra kendisine yönelik her muhalefeti uluslararası bir komplonun parçaları olarak tanımlamaya çalışıyordu. “Küresel vesayet”, “faiz lobisi”, “üst akıl” gibi pespaye kavramlarla gerekçelendirilmeye çalışılan bu sahte anti-emperyalizmin, bugün ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’la kurulan ittifaklarla büyük bir palavra olduğu açığa çıktı. Üstelik, NATO’nun kendisine sahip çıkacağını düşünerek giriştiği Rus uçağı uçurma işinin sonucunda, AKP Suriye’deki inisiyatif alma girişimlerinin de boşa çıktığı bir durumla karşı karşıya kaldı. YPG’nin Fırat’ın batısına geçtiğinden haberi dahi olmayan Erdoğan’ın rejimi, herkesin müdahil olduğu Suriye’nin hava sahasında uçak uçuramaz hâle geldi. Irak’taki TSK varlığı kimse tarafından istenmiyor. Ancak AKP’nin Ortadoğu saldırganlığı “uluslararası dengeler” ile durdurulamaz. Türkiye’de hükümetin bölge için planladığı savaşlara ve Kürt halkına yönelik katliamlara karşı güçlü bir savaş karşıtı hareket inşa etmek, Erdoğan-Davutoğlu ikilisini durduracak asıl faktör olacaktır.
Hâlâ diyor. Ve PKK bunu derken, Türkiye devleti kendi vatandaşlarının oturduğu ilçeleri tank ve top ateşine tutmak, yakıp yıkmak zorunda kalıyor. Yaptıklarını mazur göstermek için, “Kürt sorunu yok, PKK sorunu var” söylemine geri dönüldü. Bir iki örnek vereyim. Ağrı Valisi Musa Işın, haftasonları vatandaşlarla bir araya gelip kahvaltı edermiş. Geçenlerde şöyle demiş: “Bu halk Müslüman, dindar, namusuna düşkün ve samimidir. Kürtlerin çok güzel meziyetleri var. Ama PKK dünyada ve Türkiye’de ‘Kürtler gaddardır’ imajı çizdi. Bunlar Kürtlere düşmanlıktan başka hiçbir şey yapmamaktadır. PKK’nın projesinin amacı Kürtleri dinsizleştirmektir.” Suruç Belediye Eşbaşkanı Orhan Şansal hakkında ‘Terör örgütüne üye olmak ve finansman sağlamak’ suçlamasıyla tutuklama kararı çıkarılmış. İddianamede Şansal’ın PKK’ya yardım ettiği, güvenlik güçlerinden kaçan örgüt sempatizanlarını belediyenin hizmet binasında sakladığı, yapılan aramalarda PKK’lıların kullandığı ayakkabılar, 18 el bombası ve çok sayıda silah ele geçirildiği söyleniyor. “Kürtleri dinsizleştiren ve ayakkabılarını belediyede gizleyen PKK”! Devlet PKK’yi halledemediğini tekrar hatırlayacak. Hatırlayınca da bu gülünç söylemi yine unutacak. O zamana kadar, yâ sabır!
8
GELENEK
YA EMPERYALİZM YA İŞÇİ SINIFI MELTEM ORAL
15 Ocak’ta Rosa Luxemburg’un, Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD)’nin paralı asker birlikleri tarafından kafası dipçikle ezilerek ve dövülerek öldürülmesinin 87. yılı olacak. Rosa Luxemburg kuşkusuz döneminin en parlak ve korkusuz devrimcisiydi. Üstelik o ‘dönem’ bir yanda kapitalist barbarlığın yıkımının diğer yanda kitlesel işçi mücadelelerinin, devrimlerin, tarihin en kanlı denemlerinden I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı sert bir dönemdi. Luxemburg henüz ilk gençlik yıllarında ortasına atıldığı işçi sınıfı mücadelesinden hiç kopmadı. 1918 Alman devrimi sırasında işçi sınıfının ayaklanmasını erken bir ayaklanma olmakla eleştirmesine rağmen, ölümü pahasına ayaklanmanın en önünde yer aldı. Rosa Luxemburg’un kitle grevinin önemi, reformizmle tartışmalar, mücadelenin kendiliğindenliği ve işçi sınıfına güvenmek gibi bir dizi başlıkta yaptığı katkılar bugünün mücadelesinde geçerliliğini ve önemini koruyor. Neredeyse dünyanın tüm ülkelerinin bombaladığı Suriye üzerinden, emperyalist blokların hegemonya savaşı verdiği günümüzde Luxemburg’un emperyalizme, savaşa ve militarizme karşı mücadele anlayışı belki de hiç olmadığı kadar güncel.
Rosa Luxemburg 1906’da Varşova’da tutuklandığında polisin çektiği “sabıka” fotoğrafları
Reformizmin ihaneti Ağustos 1914 Almanya’daki sınıf mücadelesi açısından dönüm noktasıdır. Dünya savaşının bir parçası olma kararı Alman egemen sınıfının yanı sıra, o dönem dünyanın en büyük işçi partisi olan SPD vekilleri tarafından da parlamentoda onaylanır. Tüm topluma, hatta kendi siyasi örgütüne hakim olan savaş çığırtkanlığının arasında Luxemburg’un ve birkaç arkadaşının taviz vermediği savaş karşıtlığı ilham vericidir. Luxemburg’un savaş ve emperyalizm karşısında alınması gereken tutuma dair tartışmaları savaşın başlamasından öncesine uzanır. Enternasyonal’in 1907’deki kongresinde emperyalist güçlerin sömürgeciliği tartışılır. Kongrenin yarısı, ‘prensipte her sömürgeyi reddetmeyiz’ diyerek hükümetlere sömürgelerdeki yerlilerin haklarının korunması için uluslararası bir anlaşma imzalatma kararını onaylar. Bu tutum aslında emperyalizmin, yayılmacılığın ve savaşların onaylanmasıdır. Emperyalizmi ve onun savaşını yenmenin ancak kapitalizmi yenmekle mümkün olduğunu düşünen Rosa Luxemburg’un sunduğu karar tasarısı ise bambaşkadır: “Savaş tehdidi halinde, işçilerin ve parlamentodaki temsilcilerinin görevi savaşın patlak vermesini önlemek için her şeyi yapmaktır”. Ancak SPD’nin liderliği olan Kautsky ve Bernstein emperyalizmi bir tehdit olarak görmüyor hatta egemen sınıfların bir
aşamada silahlanmanın ağır yükünü fark edip emperyalist politikalardan vazgeçeceğine inanıyorlardı. Onlara göre emperyalizm kapitalizmin bir ürünü değil, silah tüccarları ve bankacıların çıkardığı kötü bir icattı. Savaşlar da emperyalizmin doğal sonucu değildi. 1911’de dünyada herhangi bir savaş tehlikesinin olmadığını düşünen bu isimler silahsızlanma anlaşmaları, günümüzde AB olan Avrupa Birleşik Devletleri’nin müdahalesi veya uluslararsı mahkemelerin savaş ihtimalini önleyebileceğini anlatıyordu. Emperyalizme hayır Luxemburg’a göre kapitalizmin yayılma olmaksızın mümkün olabileceğine dair bu görüş, emperyalizmin ve militarizmin egemen sınıfların da çıkarına olmadığını ve bu yüzden işçi sınıfıyla ‘makul’ burjuvazi arasında bu konuda ittifak kurulabileceğini varsayıyordu. Bu eğilime yanıt verirken adeta, bugün de BM’e, güvenlik zirvelerine, ‘insani müdahaleye’ umut bağlayanları görmüştü. Luxemburg’a göre emperyalizm ve savaşlar kapitalist toplumun hayati çıkarlarından doğar. ‘Orak altındaki mısır gibi biçilen şey, bizim umudumuz, bizim insanlarımızdır. Burjuva toplumu bir çıkmazla yüz yüzedir. Ya sosyalizme dönüşecek ya da barbarlığa geri döne-
cektir. Biz bir seçimle yüz yüzeyiz ya emperyalizmin zaferi ve yok oluş ya da işçi sınıfının zaferi”. Luxemburg için savaşları durdurmanın yolu emperyalistler arasında tercihte bulunmak veya egemen sınıfın kurumlarından medet ummak değil, savaşa karşı kitle mücadelesi örgütlemekten geçiyordu. 1913’te temel ilkelerinden biri ‘bu sisteme bir tek kuruş ve bir tek adam yok’ olan SPD, silahlanma için yeni bir verginin konmasını partinin sağ kanadının çoğunluğu kazanmasıyla birlikte onayladı. Luxemburg yazılarında, silahlanma için mülk sahiplerinin vergilendirilmesinin işçi sınıfını vergi yükünden kurtarmak anlamına gelmediğini ve ezilenlerin çıkarına olmadığını anlatıyordu. Çünkü militarizmin güçlenmesi, militarizme verilen her kuruş emperyalizmin siyasal ve ekonomik egemenliğini güçlendiriyordu. Bu yıllarda yaptığı militarizme ve savaşa karşı konuşmalar nedeniyle, Alman subaylarına hakaretten hakkında davalar açılıp duruyordu. Savaşa, militarizme geçit yok Kısa bir süre sonra sınav niteliğinde, yeni bir parlamenter oylama SPD’nin karşısına çıkacaktı. Ancak sosyal demokrasi sınavı geçemedi. 1914 yılının Ağustos ayında Bi-
rinci Dünya Savaşı için kredi oylamasında, parlamentoda savaşa karşı sadece tek bir ses çıkıyordu ve aleyhte oy veriyordu: Luxemburg’un yoldaşı olan Karl Liebknect. Alman egemen sınıfı savaşı meşrulaştırmak için ‘gerici’ Çar rejimine karşı olduğunu söylüyordu. SPD’nin tutumu ise katıksız bir milliyetçilikti. Sisteme verilecek tek bir adam yok ilkesi yerini ‘Rus despotizmine karşı Alman ulusunun geleceğini, ülkenin bağımsızlığını ve uygarlığını korumaya’ bırakmıştı. Rosa Luxemburg ve yoldaşı Liebknecht tüm dünyada savaşın desteklendiği en zor zamanlarda, savaşın dünyanın yoksullarını birbirine kırdırmaktan başka bir anlamı olmadığını kararlılıkla anlattılar. Savaşın kanlı, ağır yükü fark edildikçe, işçi sınıfını 1918’de devrimci bir ayaklanmaya götüren süreçte, tutarlı savaş karşıtlığından taviz vermeyen Luxemburg, Liebknecht ve bir avuç yoldaşının rolü büyüktü. İşçi sınıfını bölen milliyetçi fikirler karşısında egemen sınıfın yenilgisini savunmak, milliyetçiliğe ve militarizme taviz vermemek, amasız fakatsız emperyalist savaşlara karşı olmak Rosa Luxemburg’un parlak devrimciliğinden ders çıkarmamız gerekenlerden sadece birkaçı.
SINIF MÜCADELESİ
VERİLEN SÖZLER TUTULMADI
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
ASIL DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜÇ İŞÇİ HAREKETİDİR Türkiye işçi sınıfı, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin motor gücü olduğunu her gün daha fazla gösteriyor. 30 milyon çalışandan 21 milyonunun işçi olduğu, bu işçilerin 3 milyondan fazlasının da sendikalı olduğu Türkiye’de işçi sınıfının gücünü görmek gerekir.
Soma’daki madenci katliamının ardından verilen hiçbir sözün tutulmadı. 2015 yılında en az 1730 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Sebep patronların kâr hırsı, maliyetleri kısma çabası ve hükümetin denetimsizliği. DİSK’e bağlı Dev Maden-Sen’in 2015 iş kazaları üzerine geçen hafta yayınladığı bildiriye göre iş cinayetleri geçen yıl boyunca hiç durmadı: n Ocak - “İş kazası” sayısı: 8, ölü sayısı: 5, Yaralı sayısı: 6.
yısı: 4. n Ağustos - “İş kazası” sayısı: 11, Ölü sayısı: 9, Yaralı sayısı: 8. n Eylül - “İş kazası” sayısı: 12, Ölü sayısı: 11, Yaralı sayısı: 10. n Ekim - “İş kazası” sayısı: 10, Ölü sayısı: 8, Yaralı sayısı: 3.
n Şubat - “İş kazası” sayısı: 2, Ölü sayısı: 2, Yaralı sayısı: 0.
n Kasım - toplam “İş kazası” sayısı: 8, Ölü sayısı: 6, Yaralı sayısı: 13.
n Mart - “İş kazası” sayısı: 5, Ölü sayısı: 1, Yaralı sayısı: 7.
n Aralık - “İş kazası” sayısı: 8, Ölü sayısı: 7, Yaralı sayısı: 4.
n Nisan - “İş kazası” sayısı: 4, Ölü sayısı: 4, Yaralı sayısı: 0.
Sendika, bu rakamların kayda ya da haberlere yansıyan vakalardan derlendiğini, gerçekte ise Türkiye’nin bir çok yerinde çok sayıda iş kazası, ölüm ve yaralanmanın gerçekleştiğini söylüyor.
n Mayıs “İş kazası” sayısı: 11, Ölü sayısı: 4, Yaralı sayısı: 22. n Haziran “İş kazası” sayısı: 7, Ölü sayısı: 6, Yaralı sayısı: 15. n Temmuz - “İş kazası” sayısı: 13, Ölü sayısı: 10, Yaralı sa-
GEÇEN HAFTA NELER OLDU?
2016’da da emekçilerin mücadelesinin başlıca taleplerinden biri tüm çalışanlara iş güvenliği olacak.
-n Ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle 4 Aralık’ta direnişe çıkan, işten atılmaları üzerine işe alınmak için direnmeye devam eden Anadolu Adliyesi yemekhane çalışanları, yeni yıla girerken işlerine geri döndü. n Gebze’deki Yıldız Holding’e bağlı SCA’da işçilerin grevi 13. gününde devam ediyor. n Çorlu’da kurulu bulunan EGO’da işten atmalara ve baskılara karşı direniş başladı.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
KÜRTLERİN ÖZERKLİĞİ VE İŞÇİ SINIFI 2015, Türkiyeli ve Ortadoğulu tüm emekçiler ve ezilenler için acı dolu bir yıl olarak hatırlanacak. Fakat sadece acı, ölüm, gözyaşı yoktu geride bıraktığımız sene de. 1915 soykırımının 100. yılında, Batı’da gerçekleşen ilk işgal eylemi ve uzun süreli direnişin ardından, Ermeni halkı Kamp Armen’i kazandı. Kamp Armen direnişi, Ermeni halkının gasp edilen vaklıklarına, yani soykırımın ekonomik temeli ve çarkına, inkarcılığa ve ırkçılığa karşı kazanan bir direnişti. Bu, aynı zamanda aç gözlü kapitalistlerin bizden her şeyi
n PTT Seyhan Şubesi’nde sendikalaştıkları için işten atılan taşeron işçiler, keyfi işten atma saldırısını protesto etti. n KESK üyesi sağlık emekçileri, Cizre’de katledilen sağlık emekçisi Abdülaziz Yural için ülke çapında iş bıraktı. n Mersin’de kurulu Şişecam fabrikasında işten atılmalarının ardından Mersin’de açlık grevine başlayan işçiler, mücadeleyi Kristal-İş genel merkezinde sürdürüyorlar.
çaldıkları neoliberalizme karşı kazandığımız bir zaferdi. Kamp Armen olduğu kalacak, butik otel ya da villa olmayacak! Dayanışma kazandı!
Direniş İzleme Grubu, 2015 Ocak ayı verilerine göre işçi eylemleri haritası hazırladı. Bu eylem haritasında da gördüğümüz gibi, 2015 yılı içinde çok sayıda işçi eylemi gerçekleşti. 40 bin işçinin katıldığı grev, direniş, yürüyüş, basın açıklaması, çadır kurma vb. eylemler yapıldı. Eylemlere DİSK, Türk-iş, KESK, Türkiye Kamu-Sen ve Hak-İş konfederasyonlarının üyeleri veya herhangi bir konfederasyon üyesi olmayan bağımsız sendika üyeleri, hatta sendikasız işçiler katıldı. İşçileri devrimci özne olarak görmeyenler, kurtarma, bilinçlendirme, adına davranma, aydınlatma gibi sonu her zaman karamsarlıkla biten yöntemler önerirler. “Öncü eylem” stratejisi sağcıdır; çünkü “kitleler adına silahlı eylem yaparak o kitleleri kurtarma eğilimi” ile “kitlelerden oy isteyerek, parlamentoda çoğunluk sağlayarak kitleleri kurtarma eğilimi” arasında esasa dair hiçbir fark yoktur. Bu eğilimler, işçi sınıfını kurtarılması gereken bir kesim olarak görmekten bir milim daha farklı bir siyasi mücadele zemini sunmaz. Sosyalizmi “kitleler adına harekete geçen örgütlü güçlerin eyleminin ürünü” olarak gören yaklaşım hatalıdır. Sosyalizm, işçilerin kendi eyleminin ürünüdür. Sosyalizm, kitlelerin toplumsal bir enerji yaratan hareketlerinin sonucudur. Türkiye’de, Hindistan’da, Kore’de, Brezilya’da, Hollanda’da, Fransa’da ve dünyanın dört bir tarafında pek çok işçi eylemleri gerçekleşiyor. Dünya işçileri kapitalizmin kemer sıkma politikalarına karşı grevler düzenliyor. Tüm bu eylemler, 2016’da da sınıflar mücadelesinin ne kadar sert geçeceğini gösteriyor. İstikrarsız, bir milyar insanın her gün açlık çektiği, çevreyi tahrip eden bir dünyada yaşıyoruz ve tüm bu olumsuzluklar günden güne artıyor. Kapitalizmin sömürerek kazanma hırsı dinmeyeceğine göre, işçilerin de eylemleri bitmeyecek. Sömürü devam ettikçe, işçi sınıfı sömürüye karşı mücadele edecek. Asıl olan işçi hareketidir, işçi hareketinin bizzat kendisi demokrasi, özgürlük ve sosyalizmi içermekte, bu mücadele her gün ve her gün sürmektedir. Özgürlük işçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olacaktır.
önemli işçi hareketiydi. Bazı fabrikalarda grevler hala sürse de bu dipten gelen dalganın önü savaşla kesildi.
Biz Kamp Armen’de yıkıma karşı nöbet tutarkeni Bursa’nın büyük otomotiv fabrikalarında işgal ve yasadışı grevler başlamıştı.
Kürt sorununun çözümü çoğunluk tarafından desteklenir ve beklenirken, patlak veren çatışmalar; Türkiye’nin içeride ve dışarıda Kürtler ve bir çok başka güçle savaşır duruma gelmesi ile işçi hareketinin önü kesildi.
Hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanan Kristal-İş ve Birleşik Metal grevlerinin ardından, sanayi işçilerinin tabanda örgütlenip ücretlerini artırmak için başlattıkları bu mücadele sonucu bir çok kazanım elde edildi.
Şimdi ordu her yere bomba yağdırıyor. Ücretlerimizden kesilen vergilerle aldılar Kürt emekçilerin mahallerine atılan o topları. Batıda ise zam üstüne zam yağıyor. Ekonomik büyümeden beş kuruş vermedikleri gibi, savaşın ekonomik faturasını biz emekçilere ödetiyorlar.
Devletin işçi sınıfı içindeki uzantısı, şimdiki Türk-İş yönetimindeki ağırlığıyla emekçileri satan ve büyük sendikayı mücadeleden alıkoyan ülkücü faşist Türk Metal’in sultası sarsıldı.
Türkiye devletinin işçi düşmanlığının ve bizi kolayca yenebilmesine neden olan gücünün kaynağı, Kürdistan’ın, yani Fırat’ın doğsunda Kürtlerin yaşadığı bölgenin iç sömürge olarak baskı altında tutulmalısıdır.
İşçi sınıfı grev silahını kullanıp kazanmanın tadını bir kez almıştı. Bursa’da metal işçilerinin başlattığı grev dalgası tüm sanayi işçilerine örnek oldu. Bu son 20 yılın en
Kürtler özerkliklerini kazanırsa, bu kaynak kurutulacak. İşte o zaman bizi engelleyemeyecekler. Türkiye işçi sınıfının çıkarı, Kürtlerin özerkliği ve eşitliğidir.
10 SOSYALİZM
FAŞİZM: BİR UMUTSUZLUK HAREKETİ İngiltere’de yayınlanan kardeş yayın organımız Sosyalist İşçi, faşizmin ırkçılıktan ya da otoriterlikten fazlası olduğunu savunuyor.
Faşizm, işçi sınıfını ve onun tüm demokratik haklarını ezmeyi hedefleyen bir harekettir. Bugün faşizme direnmek için, onun ne olduğuna ilişkin yaratılan yaygın kafa karışıklığını aşmamız gerekiyor. Egemen sınıf, Ortadoğu’daki yeni savaşını meşrulaştırmak için, gerici ve mezhepçi bir grup olan IŞİD’i “İslamofaşist” olarak damgalamaya hazır. Buna tam bir tezat oluşturacak şekilde ana akım medya Fransa’daki Ulusal Cephe (FN), Yunanistan’daki Altın Şafak ve Macaristan’daki Jobbik gibi partileri “aşırı sağ”, “aşırı milliyetçi” olarak tanımlıyor. Ancak onlara faşist demeyi reddediyor. Aynı zamanda binlerce kişi sosyal medyayı kullanarak sağcı ABD başkan adayı Donald Trump’ı faşist olmakla itham ediyor. Bu durum kısmen faşizmin diğer sağcı ve ırkçı örgütlenmelerden ne açıdan farklı olduğu konusundaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Her tür diktatörce yönetim ve baskı “faşist” olarak yaftalanma eğiliminde. Ama faşizm gerici ve ırkçı politikaları ifade etmek için kullanılan bir etiket değil. Yazar Robert Paxton’ın dediği gibi faşizmi anlamak için işe “bir tanımdan değil, bir stratejiden” başlamalıyız. Faşizmin amacı işçi sınıfı örgütlerini ve demokratik hakları ezebilecek bir kitle hareketi inşa etmektir. Rus devrimci Lev Troçki faşizmi eşsiz kılanın ne olduğunu ilk anlayanlardan biriydi. Troçki faşizmin hem demokratik seçimlere katılarak hem de rakiplerini terörize etmek için sokak çeteleri oluşturarak ikili bir strateji uyguladığını savundu. Faşizm ilk olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından başarısızlığa uğrayan devrimin ve yoğun bir sosyal krizin yarattığı ortamda büyüdü. Egemen sınıf her zaman, isyanları ve ayaklanmaları bastırmak için, çoğunlukla polisi ve orduyu kullandığı baskı araçlarına başvurmuştu. Ancak kapitalizm geliştikçe, sıradan insanların da siyasi olarak aktif hale geldiği kitlesel işçi sınıfı hareketi de büyüdü. Normal dönemlerde liberal demokrasi kapitalistlere kar elde etmeleri için gerekli olan istikrarı sunabiliyordu. İşçilerin hoşnutsuzluğunu parlamentoya yönlendirerek dağıtabiliyor ve kapitalist partilerin “ulusal çıkarı” temsil ediyorlarmış gibi davranmasını sağlayabiliyordu. Ancak kapitalist sınıf krizden çıkış için hiçbir yol bulamadığında, demokrasiden de vazgeçebiliyordu. İşçi sınıfı hareketini ezmek için egemen sınıfın bunu yapabilecek başka bir kitle hareketi bulması gerekiyordu. 1917 Ekim Devrimi’nin ardından egemen sınıflar karşıdevrimi başarıya ulaştırmak için vahşi bir şiddet uyguladılar. Rus Devrimi 1917’de yenilseydi, faşizm kavramını karşılayan sözcük Rusça olabilirdi. Troçki faşizmin “sınıf düşmanlarının eline bir jilet verdiğini” yazdı, Paxton ise onu “devrime karşı devrim” olarak adlandırdı. Adolf Hitler’in Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP) 1920’ler boyunca marjinal bir partiydi. 1928 seçimlerinde oyların yalnızca %2,8’ini almışlardı. Ancak 1929’daki büyük ekonomik krizin ardından hızla yükselerek 1930’da en büyük ikinci parti oldular, 1932 seçimlerinde ise sandıktan birinci parti olarak çıktılar. Ancak faşistler hiçbir zaman iktidara yalnız-
ca seçimler yoluyla gelmedi. Yoğun sosyal kriz dönemlerinde egemen sınıf, işçi hareketinin hakkından gelmeleri için onlara her zaman güç sağladı. Almanya 1930’dan itibaren “Baronlar Kabinesi” tarafından yönetiliyordu. Egemen sınıf demokrasiyi resmen ortadan kaldırmadı ama sağcı siyasetçileri öne sürdü ve hükümete başkanlık etme görevini üst rütbeli bir generale verdi. Gelişen krizle baş etmekte hepsi başarısız oldular ve egemen sınıf en sonunda pes etti. Nazilerin taleplerini kabul ederek Hitler’i şansölye (Almanya’daki Başbakanlık benzeri kurum-çn) yaptı. Bu faşizmin bir egemen sınıf hareketi olduğu anlamına gelmez. Faşist örgütlerin sosyal tabanı “küçük burjuvazi” içinde bulunur; yani küçük kapitalistler, dükkân sahipleri, küçük toprak sahipleri arasında. Troçki bu orta sınıf tabakaları “insan tozu” olarak nitelendirmişti. Onlar bir yandan büyük kapitalistlerin zenginliğinden yoksundurlar, diğer yandan ise kolektif bir şekilde mücadele edebilen bir güç olan işçi sınıfının bir parçası da değillerdi. Macaristan’da 2000’li yıllarda orta sınıflar İsviçre Frank’ı para biriminden büyük ev kredileri (mortgage) almaya teşvik edildiler. Ancak 2008’deki kredi krizi ülkeyi iflasın eşiğine getirdi ve orta sınıfın üzerinden silindir gibi geçti. Aynı orta sınıf Yunanistan’da da ekonomik krizden ve onu izleyen bankaların kamu parasıyla kurtarılmasından büyük zarar gördü. Şimdi Macaristan’da Jobbik, Yunanistan’da ise Altın Şafak yükselişte. Ancak faşizmin zaferi kaçınılmaz değil. Sosyal bir krizde orta sınıf sola ya da sağa çekilebilir. Devrimci sosyalistler krizden çıkışın bir yolu olarak, sosyal dönüşümü ortaya koymalıdırlar. Troçki’nin yazdığı gibi “Eğer Komünist Parti devrimci umudun partisiyse, faşizm de karşıdevrimci umutsuzluğun partisidir.” 1920’lerin başında Almanya’daki orta sınıf sola savruluyordu. Üst düzey memurlar bile işveren örgütlerinden ayrılıp sosyal demokrat sendikalara katılıyorlardı. Ancak bu durum 1930’larda tersine döndü. Faşizmin yükselişi işçi sınıfı için siyasi bir yenilgi ve devrimin başarısız olması yüzünden ödenen bir bedeldi. Naziler Holokost’ta 6 milyon Yahudi’yi, Roman’ı ve LGBT bireyi öldürdüler. Bugün Jobbik gibi partiler Yahudileri ve Romanları hedef alırken, Altın Şafak’ın çeteleri mültecileri öldürüyor. Ancak faşizmin ana hedefi bir etnik grubun soykırıma uğratılması değil, bütün işçi
sınıfının haklarının elinden alınmasıdır. Erken dönem Nazi propagandasında antisemitizme (Yahudi Düşmanlığı-çn) çok az yer veriliyordu. Bu propaganda büyük oranda Alman Devrimi’nin ve Müttefikler’e teslim olarak “Almanya’yı arkadan bıçaklayanların” ezilmesine odaklanmıştı. Ama faşistler bu “insan tozu”nu bir arada tutabilmek için sıkça ırkçı ideolojiye de başvururlar. Naziler örneğinde bu antisemitizmdi, ama İngiltere ve Fransa’daki faşistler için bugün kullanılan İslamofobi oluyor. Onlar egemen sınıfın hedef aldığı kesimlere yönetilen saldırıyı fırsatçı bir şekilde yararlarına kullanıyorlar. Bu yüzden örneğin yakın zaman öncesine kadar Polonyalı faşistler saldırılarını Romanlar üzerinde yoğunlaştırmıyorlardı. Onların ana hedefi LGBT bireylerdi çünkü LGBT bireyler aynı zamanda Polonya egemen sınıfının da ana günah keçileriydi. Faşistler her zaman bir yandan saygıdeğer bir siyasi vitrin oluştururken, diğer yandan sokakta uyguladıkları kaba kuvvete dayandılar. Naziler ilk olarak 1922 yılındaki Münih’te gerçekleşen Birahane Darbesi ile iktidara gelmeye çalıştılar. Ancak egemen sınıfın yalnızca bir azınlığı onları destekleyince sonunda polisin eline düşüp rezil oldular. Sokaktaki çetelerinin varlığını korudular ama bir yandan orta sınıflar arasında saygıdeğer bir sağcı imajı inşa ettiler. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Holokost’un vahşetleri insanların kararlı bir şekilde Nazizme karşı çıkmasına neden olduğundan, faşistlerin bu alandaki çalışması yeniden önem kazandı. Bu yüzden bugün Marie Le Pen’in Ulusal Cephe (FN) partisi açıkça Hitler’e hayranlık belirtmiyor ya da Holokost inkârcılığı ile meşgul olmuyor. Bunun yerine bu faşist parti çok kültürlülüğün ve göçmenliğin “tehlikelerine” odaklanıyor. FN’nin etrafında ideolojik olarak kendini adamış faşistlerden ve şiddet kullanan “Güvenlik Kurumu” mensuplarından oluşan bir çekirdek var. Bu grubun üyeleri camilere saldırıyor ve Müslümanları, LGBT bireyleri ve solcuları dövüyorlar. Onun etrafında ise rakiplerine karşı şiddet uygulamaya kararlı, çok daha küçük açık Nazi grupları var. Yakın bir müttefikleri belediye başkanlığından gelen yetkisini yerel milisler oluşturmak için kullanıyor. Faşistlerin amacı hepimizi yok etmek. Bu faşistlerle mücadelede “daha az kötü” sağcı güçlere bel bağlamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Yapılması gereken mümkün olan en geniş işçi sınıfı muhalefetini inşa etmek ve faşizmin umutsuzluk siyasetine karşı bir alternatif için mücadele etmek. Çok da uzun olmayan bir geçmişte İngiltere Ulusal Partisi ve İngiliz Savunma Birliği yükselişteydi. Onlar nerede yürüyüş yapmaya ya da konferans düzenlemeye çalıştıysa, etrafları kitlesel protestolarla sarıldı. Seçimlerde nerede aday oldularsa oralarda onların Nazi olduklarını ifşa eden binlerce bildiri dağıtıldı. Yani faşistlere karşı koymak için birlikte harekete geçerek faşist örgütlerin dış tabakalarını koparabilir ve geriye kalan çekirdeği ezebiliriz. Faşizmi üreten sistemi kökünden kesene kadar, faşizmin başını küçükken ezmek zorundayız. Çeviren: Onur Devrim Üçbaş
MARKSİZM GÜNLERİ 11-15 MAYIS 2016 İSTANBUL
SAVAŞA VE MİLİTARİZME KARŞI MÜCADELE
n DÜNYADAN VE TÜRKİYE’DEN KONUŞMACILAR n GÜNCEL POLİTİK SORUNLARDAN KAPİTALZMDEN SONRA YAŞAŞAMA BİR ÇOK FARKLI KONUDA TARTIŞMALAR. n MARKSİST KİTAPLIK n TOPLANTILAR TAKSİM HİLL OTEL SALONLARINDA YAPILACAKTIR.
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
AKTİVİZM
KÜRESEL ISINMA EL NİÑO’YU TETİKLİYOR
11
ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş
DOKUNMAYIN! KONUŞUN! DTK Olağanüstü Kongresi’nde yaptıkları konuşmalar gerekçe gösterilerek HDP, DBP, HDK ve DTK eşbaşkan ve sözcüleri ve milletvekli Sırrı Süreyya Önder hakkında soruşturma başlatıldı. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın dokunumazlığının kaldırılması için süreci hızlandırmaya çalışıyorlar. Sırrı Süreyya Önder’in bir röportajda söylediği “Dokunulmazlıklarımızı kaldıracaklar, bizi tutuklayacaklar” sözleri, bu kez daha önceki gibi göz korkutmayı amaçlayan değil, milletvekillerini gerçekten tutuklamaya odaklanan bir girişimle karşı karşıya olduğumuzu kanıtlıyor gibi. Demirtaş hakkında çifte soruşturma başlatıldı; Demirtaş’ın halkı isyana teşvik etttiğini, suçu ve suçluyu övdüğünü iddia ediyor başsavcılıklar. Hukuk ne garip bir şey, iktidarda kim bakkal dükkanı gibi, isteyene veresiye yene mal satmıyor! Başkanın hakimleri kaplamış ortalığı, kürsüleri. “Suçu ve mek”miş! Kim? Demirtaş?
varsa onun veriyor isteve savcıları suçluyu öv-
“Suçu ve suçluyu övmek” suçunu işleyen birilerini arayanlar, çok uzağa değil devletin en tepelerine baksınlar! Gezi günlerinde öldürülen sekiz kişiyle ilgili konuşurken, “Polise talimatı ben verdim” diyenler, Berkin Elvan’ın ailesini yuhalatarak Berkin’i öldürenleri yüreklendirenler, anayasa değişmemiş olmasına rağmen, anayasa değişmiş gibi davranıp, rejimin fiilen değiştiğini iddia edenler... arayana suç ve suçu işleyeni övme işinin ustalarını bulmak kolay.
ANIL YÜKSEL
1990'larda adını çok sık duyduğumuz, 2006'dan beri tekrar aktif olan ve son 2 yıldır da özellikle güney yarımküreyi kasıp kavuran El Niño için söylenenler hiç de iç açıcı değil. İngiltere Meteoroloji Kurumu'nun ve ardından NASA'nın açıklamaları, El Niño'nun etkilerinin 2016 yılında, 2015'teki etkilerinin de üzerine çıkacağını ve hatta 1998'deki kadar yıkıcı olabileceğini gösteriyor.
yapılıyor. Gıda krizi üzerinde durulurken, özellikle Afrika'da yaşanacak kuraklık ve açlık tehlikesine dikkat çekiliyor. 2016 için önemli bir endişe de, ısınan havanın kuzeye doğru ilerlemesi ve Kuzey Kutbu'nu ısıtacak olması.
Peki neydi bu El Niño?
İklim değişikliğinin etkileri her geçen gün kendi rekorunu kırarken buna bir de El Niño gibi hava olaylarının etkileri eklenince kriz giderek büyüyor. El Niño'nun küresel ısınmanın etkileriyle birleşmesi sonucu 2015'teki sıcaklık ortalamasının üstüne çıkılacağı, sanayi devrimden önceki döneme göre 1.1°C daha yüksek olacağı tahmin ediliyor.
El Niño için bir okyanus-atmosfer olayı diyebiliriz. Pasifik Okyanusu'nda alize rüzgarlarının zayıflamasının ardından güneşin yüzey sularını ısıtması ve akıntıların seyrinin değişmesi sonucu oluşan küresel bir doğa olayı. İspanyolca'da erkek çocuk anlamına gelen El Niño, Güney Amerika kıyılarında özellikle Noel döneminde etkili olduğundan İsa'yı simgelemekte.
El Niño gibi küresel hava olayları, küresel iklim değişikliği sonucu etkilerini daha da artırıyor ve gezegen her sene daha fazla yara alıyor. Bugün bu yaralar oldukça derinleşmiş durumda ve iklim değişikliğine karşı atılan bir adım yok. Tahribatın boyutları tahminlerin çok ötesinde ilerlerken buna çare olarak görülen Paris İklim Zirvesi gibi toplantılar içi boş anlaşmalarla gündemi oyalıyorlar.
2015'te Güney Amerika'da son 50 yılın en büyük sel felaketlerinin yaşanmasının, Afrika'da kuraklık ve buna bağlı olarak açlık yaşanmasının sebebi olarak El Niño gösteriliyor. Paraguay, Arjantin, Uruguay ve Brezilya'daki felaketler sonrası 200 bin kişi evlerini terk etmişti. Güney Amerika'nın batı kıyılarında sel felaketi yaşanırken Afrika coğrafyasında ise kuraklık etkili olmuş, Kenya'da 100 kişi hayatını kaybetmiş, Somali'de 60 bin, Kenya'da 70 bin kişi kuraklık ve gıda krizi sebebiyle evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Güney'de bunlar yaşanırken kuzeye doğru ilerleyen El Niño'nun etkisi kendisini hortum ve su baskınları olarak göstermiş ve ABD'nin çeşitli eyaletlerinde 50 kişinin ölümüne yol açmıştı. El Niño'nun etkilerinin 2016'nın ilk 6 ayında en çok Karayipler, Orta ve Güney Amerika'da görüleceği uyarıları
12 MİLYON İNSAN SELLE KARŞI KARŞIYA ABD'nin Orta ve Güneybatı bölgesini etkisi altına alan yoğun yağışların ardından yaşanan su baskınları Missouri eyaletinde 13 kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştu. Amerikan Ulusal Hava Dairesi, bölgedeki 400 nehrin aşırı yükseldiğini, 45'inde önemli taşmalar meydana geldiğini açıkladı ve olası bir yağışta 12 milyon kişinin sel felaketiyle karşılaşabileceğinin uyarısını yaptı.
İster Demirtaş’ın isterse DTK toplantısında konuşan eş başkan ya da sözcülerin dile getirdikleri olsun, bu açıklamaların özünde barış vurgusu, barış özlemi olduğunu görmemek için çok kasıtlı bir hukuksal yaklaşıma sahip olmak gerekir. Kasıtlı hukuksal yaklaşım ise hukuksal bir yaklaşım değildir gerçekte. Erdoğan, arkadaşları ve yargı bürokrasisi derhal kendilerine gelmelidir. Demirtaş ve HDP millevekillerinin, DTK, HDK ve DBP eşbaşkan ve sözcülerinin dokunumazlıklarına dokunmak, Sırrı Süreyya Önder ve Kamuran Yüksek gibi siyasileri tutuklamak, ateşle oynamaktır. Ateşle oynamayın! Yeter! Siyaseti öldürmeyin! Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Kürt ilçelerinde neler olup bittiğini biliyoruz. Hukuk dışı işgal görüntülerine rağmen, Kürt halkı geri adım atmıyor. Cenazeleri günlerce sokak ortasında kalmasına rağmen, Kürtler teslim olmuyor. Teslim olmamak, mücadele etmeyi günlük yaşamının doğal bir parçası haline getiren bir halk açısından şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan bu halkın sinirleriyle oynamayı marifet sayan hükümetin ve devletin Kürt siyasi liderliğinin siyaset dışına itmek için yargıyı harekete geçirmiş olması. Sözcülere dokunmayın! Demirtaş’a dokunmayın! Siyasal çözüm için son fırsatları tahrip etmeyin. Millevekillerinin dokunulmazlığını kaldırmayın, milletvekilleriyle masaya oturun. Yeniden barış sürecinin ayrınıtlarını konuşun.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
HRANT DİNK’iN KATİLİ DEVLETİN TÜM KADEMELERİ 19 Ocak Salı günü aynı yerdeyiz, Hrant Dink’in vurulduğu yerde. 9 yıl sonra, aynı saatte, 15.00’da Agos Gazetesinin önünde, “Biz bitti demeden bu dava bitmez” demek için buluşuyoruz. Hrant için, adalet için, soykırımla hesaplaşmak için... Ermeni gazeteci Hrant Dink, 19 Ocak 2007’de genel yayın mü-
dürü olduğu Agos gazetesinin önünde katledildi. Tetiği çeken Ogün Samast bir kaç gün içinde yakalandı. Fakat cinayeti planlayan, “öldür” emrini veren, cinayetten önce hazırlıklar yapan, Hrat Dink’in öldürüleceği iklimi hazırlayanlar hakkında uzun bir süre hiçbir işlem yapılmadı. Hem Hrant’ın Arkadaşları adı altında bir araya gelen kurumlar hem de Dink ailesinin ve avukatlarının aralıksız mücadelesi davada en başından beri savunulan taleplerin hayata geçmesi için güçlü bir basınç yaptı. Hepiniz oradaydınız! Emniyet Genel İstihbarat Daire Başkanlığı, İstabul ve Trabzon İl Emniyet Müdürlükleri, Trabzon İl Jandarma Komutanlığı, dönemin Genelkurmay’ı, İstanbul Valiliği, MİT. Liste uzatılabilir. Bu listedeki kurumların her birinden çok sayıda insan Hrant Dink cinayetinin ya planlanmasında yer aldı ya da cinayetin işleneceğini önceden bilmesine rağmen önlemek için hiçbir şey yapmadı, hatta önleyici tedbirlerin alınmaması için bilgileri gizledi. Dink ailesinin avukatları mahkeme heyetinin geçtiğimiz ay yapılan duruşmada kabul ettiği iddianemenin olumlu olduğunu düşünüyor. İddianame, 26 kamu görevlisinin Hrant Dink cinayetinde çeşili derecelerde ihmali ya da dahli olduğunu kabul ediyor ve çeşili cezalar öngörüyor. Fakat iddianame, cinayeti FETÖ adı verilen bir örgüte yıkıyor. Hrant Dink’in öldürülmesini araç suç, hükümete karşı hareketi ise ana suç olarak ele alıyor. Hiçbir iddianame, Hrant Dink cinayetini hükümete kurulan
komplodan bağımsız ele almıyor. Hrant Dink cinayeti bir Ermeni gazetecinin devletin hemen hemen tüm güvenlik kurumlarının personellerinin dahil olduğu bir suikast sonucu öldürülmesidir. Siyasi dengelere ve değişen devlet kurumları ve blokarı arasındaki ittifaka göre Hrant Dink suikastinin suçlularını değiştirmek devletin bzı bölümlerini aklamaktan başka bir anlam taşımaz. Suçlular! Dönemin cemaatçi olduğu söylenen istihbarat şube amirleri Dink cinayetinden dolayı suçludur. Dönemin Ergenekoncuları, Hrant Dink’in yargılandığı mahkemelere gidip gösteriler yapanlar suçludur. Hrant Dink’in öldürüldüğü iklimi yaratanların değil de Dink’in yargılanmasının önünü açan hükümet, dönemin başbakanı suçludur. Hrant Dink cinayetinde haklarında şüphe olan hemen hemen tüm kamu görevlilerini terfi ettiren Erdoğan, suçludur. Hrant Dink’i yazdığı bir yazıdan ötürü çarmıha geren Genelkurmay ve Genelkurmay’ın sözcüsü olan Hürriyet gazetesi suçludur. Hrant Dink’i makamına çağıran ve MİT elemanlarıyla beraber uyaran dönemin İstanbul valisi, sonraki dönemin AKP milletvekili Güler, suçludur. Ermeni bir gazetecinin cinayetinde devletin çeşitli organları arasında tam bir ulzaşma olduğu çok açık. Bu uzlaşmanın tüm unsurları suçludur.
CİNAYETTE JANDARMANIN ROLÜ
Hrant’ın Arkadaşları grubunun girişimleriyle Hrant Dink’in öldürüldüğü bölgede yer alan çeşiitli kameraların görüntülerinden ve tanıklardan yola çıkarak olay sırasında katil Ogün Samast’ın dışında görevlilerin de olduğu sapanmış ve mahkemenin bu isimlerin üzerinde durması talep edilmişti. Bu talep yıllarca görmezden gelindi fakat sonunda davaya bakan Başsavcılık Hrant Dink’in öldürüldüğü saatte olay yerinde jandarma istihbarata ait telefonlardan sinyal geldiğini düşünerek üç telefon üzerinde yoğunlaştı. Bu telefonların jandarma istihbarata ait telefonlar olduğu kesinleştiğinde, Hrant’ın Arkadaşları’nın yıllardır savunduğu gibi, Hrant Dink’in devlet gözetiminde katledildiği açığa çıkacaktır.