Si521

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

521

29 Nisan 2015 2 TL. sosyalistisci.org

1 MAYIS’TA MEYDANLARA

OYUMUZ HDP’YE

Tüm ezilenlere özgürlük! n Demokratik hukuk sistemi, demokratik anayasa! n İş cinayetlerine son! n Barış! n Nükleere santral istemiyoruz! n İklimi değil sistemi değiştir! n Grev yasaklarına hayır! n Kadın cinayetlerini durduralım! n Birleşen işçiler yenilmez! n

ÜMİT İZMEN: KAYNAKLAR KİMDEN ALINIP KİME VERİLECEK? sayfa 3

CHARLES HABONİMANA TUTSİ SOYKIRIMINI ANLATIYOR sayfa 5

NÜKLEER SANTRAL: TEHLİKELİ, PAHALI, ÖLÜMCÜL

sayfa 6-7


2

GÜNDEM

100. YILINDA SOYKIRIMLA YÜZLEŞME 24 Nisan 2015,Beyoğlu

HUKUK SİSTEMİNİZ BATSIN! Birisi gazeteci 75 kişinin tutuklu yargılandığı davada 32. Asliye Ceza Mahkemesi tutukluların tahliyesine karar verdi. Kararın ardından örneğine daha önce rastlanmayan bir şey oldu ve savcı tahliye kararını imzalamadı. Hükümet tahliye kararını “darbe girişimi” olarak suçladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, HSYK’yı göreve çağırdı ve HSYK tahliye kararına imza atan hakimlerden ikisini açığa aldı. Yargı karmaşası hala sürüyor. Tahliye kararı veren mahkeme, karara uymayan İstanbul Cumhuriyet savcılığı infaz bürosunun suç işlediğini ilan ederek bir kez daha tahliye kararına uyulmasını istedi. Yargıda karmaşa sürüyor. Yargıda demokratik hukuk kuralları değil orman kanunları geçerli. Türk hukuk sistemi her zaman orman kanunlarıyla işler, işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, sendikacıların, çevre aktivistlerinin aleyhine çalışan bir makine gibidir.Ama yargı ve hukuk sisteminin darbecilerin önünde el pençe durduğu dönemden sonra düştüğü ne acıklı hal budur. AKP hükümeti, yolsuzlukları aklamak için 2010 referandumunda elde edilen tüm kazanımları gasp ediyor. Patronlar ve devlet bürokrasisi, kendi koyduğu kurallara bile uyamıyor. Bu yüzden bize yeni bir anayasa lazım! Demokratik bir anayasa lazım. Özgürlükçü bir anayasa lazım. Özgürlükleri garanti altına alan bir anayasa lazım. Böyle bir anayasa, sadece ve sadece HDP’nin seçim barajını aşmasıyla gündeme gelebilir. Bu nedenle hırsıza da ırkçıya da verecek oyumuz yok. Oylarımız HDP’ye! Yeni, demokratik bir anayasa ve hukuk sistemi için oylarımız HDP’ye!

HÜKÜMET SUÇ İŞLİYOR AKP hükümeti, 1 Mayıs’ta Taksim alanını kutlamalara kapatarak bir kez daha suç işliyor. Taksim’de daha önce yapılan 1 Mayıs kutlamalarında on binlerce insan alana akmasına rağmen tek bir olay dahi çıkmadı. Bu 1 Mayıs’ta olay çıkmasının temel nedeninin yasakçı tutum olduğunu gösteriyor. Taksim ne zaman 1 Mayıs kutlamalarına yasaklanırsa o vakit olaylar çıkıyor.

Ermeni Soykırımı’nın 100. yıl dönümünde, başta Taksim Meydanı’nda yapılan merkezi anma olmak üzere, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Adana, Antep, Malatya, Mersin, Mardin, Derik ve Dersim’de, 1915’te katledilen Ermeniler anıldı.

Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Taksim’de soykırım kurbanlarını ananlara teşekkür ederken, DurDe’nin öncülüğünde günler boyu süren etkinliklere Ermenistan’dan ve Diaspora’dan onlarca Ermeni katıldı. Ruanda’daki soykırımda hayatta kalmayı başaran Tutsiler de Türkiye’de soykırımın tanınması için mücadele edenlerle birlikteydi. HDP ve İHD de 1915 için etkinlikler düzenlerken, Taksim’deki anmada Ermeni Soykırımı’nı Anma Platformu adına Nurcan Kaya’nın okuduğu basın açıklamasında

“Bizler bu acı hepimizin dedik, bazı yaralar zamanla iyileşmez dedik. Bizler özür diledik, özür diliyoruz, hesaplaşıyoruz, hesaplaşmaya devam ediyoruz, hesaplaşmaya devam edeceğiz, hiç ara vermeyeceğiz. Şimdi sıra devlette: Karşılıklı acılardan söz eden taziyeler değil, özür bekliyoruz. Özür dileyin. 100 yıl, yüzleşmek için bir fırsattır; yüzleşin!” denildi. 24 Nisan’ın ardından DurDe’nin oluşturduğu bir heyet, soykırım anıtını ziyaret etmek ve temaslarda bulunmak üzere Erivan’a gitti. 1915’ten 100 yıl sonra, hem dünyanın her yerinde kurbanlar için adalet isteyenler hem de Türkiye’de mücadele edenler, Ermeni Soykırımı’nın tanınması için Türkiye devleti ve hükümet üzerinde büyük bir basınç oluşturdular.

SOYKIRIMI TANIMAK HEPİMİZİ ÖZGÜRLEŞTİRİR! Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), 24 Nisan’dan bir gün önce İstanbul’da bir konferans ve Ankara’da bir toplantı düzenleyerek soykırımın tanınmasıyla ilgili tartışmaların ele alınmasını sağladı. İstanbul’da “100 yıllık inkârın sonu: Soykırım tanınsın, devlet özür dilesin” başlığıyla gerçekleştirilen konferansta “Soykırımın kabulü: Özür ve tazminat”, “1915’le yüzleşme mücadelesi” ve bir forum olmak üzere üç ayrı oturum yapıldı. Toplantılarda Arus Yumul, Ferda Keskin, Ermeni Hayır Kurumları Genel Birliği’nden (AGBU) Nicolas Tavitian, Eren Keskin, Fethiye Çetin, Şenol Karakaş, Ani Balıkçı, Ohannes Kılıçdağı, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Yıldız Önen, Kuban Kural, Melek Ulugay, Cafer Solgun, Zeynep Tanbay ve Ruanda’daki Soykırım Mağduru Öğrenciler Örgütü aktivisti Charles Habonimana konuşmacı olarak yer aldı. Ankara’da ise AÜ SBF araştırma görevlisi Ozan Değer ile DSİP MK üyesi Atilla Dirim’in konuşmacı olarak yer aldığı bir soykırım toplantısı düzenlendi. DSİP tarafından 24 Nisan’da yapılan yazılı basın açıklamasında ise şöyle denildi: “Bugün Türkiye devleti ve onun hükümeti, katliamlar yapıldığını kabul ediyor, insanlık suçu işlendiğini istemeden itiraf ediyor. Ancak buna soykırım demememizi istiyor. “Çanakkale” edebiyatıyla “Herkes acı çekti” diyerek soykırımın üstünü örtmeye çalışıyor. Dünyanın her yerinde adalet isteyenler ise “Bir daha asla” diyerek soykırımı lanetliyor. Bu noktadan dönüş yoktur. Mücadele edenler, er ya da geç, Türkiye devletinin soykırımı tanımasını, özür ve tazminat konusunda gerekli adımlar atılmasını sağlayacaklar.”

Bu kaçınılmaz.

‪#SinopNukleerİstemiyor‬ Ben de istemiyorum ayrıca

Taksim, işçi sınıfının hafızasında özel bir yere sahip. Sendikalar 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istiyor. Şu çok açık: 1 Mayıs’ta yaşanacak her olayın sorumlusu hükümettir, İstanbul valiliğidir. Irkçı Vatan Partisi Ermeni soykırımını inkar etmek için 24 Nisan günü Taksim Meydanı’na kadar yürüdü. Bu ırkçı yürüyüşe izin verildi. Sendikalara da izin verilebilir. Sendikalar bu hakkı kopartıp alabilirler. Birleşerek, mücadele ederek, işçi sınıfının gerçek sorunları etrafında yıl içinde birleşik kampanyalar yaparak.

“Bizim anadilimiz onun (Erdoğan’ın) verebileceği bir şey değil. Allah’ımız bizi nasıl yaratmışsa o öyledir. Doğduğumuzda o bizim hakkımızdır. Erdoğan Cezaevinde bile diyor Kürtçe konuşmayı serbest yaptık, inşallah sana da kısmet olur orada anadilinde konuşursun.” Selahattin Demirtaş Erdoğan’a seslenirken

İNKÂRCI AKP KENDİ ÇALIP KENDİ OYNADI Hükümet, Papa’nın açıklaması, Avrupa Parlamentosu ve bazı ülkelerin parlamentolarındaki soykırımın tanınması yönündeki çağrılarla sıkışmışken, Obama’nın “soykırım” dememesi sayesinde “rahatladı”. Oysa Obama’nın konuşması, Türkiye’yi geçmişte yaşananlarla yüzleşmeye çağırıyordu. AKP’nin 24 Nisan’a aldırdığı “Çanakkale anması” ise sönük geçti. “Herkes acı çekti” söylemiyle örgütlenen törene ilgi düşüktü, Erdoğan “kendi çalıp kendi oynadı”. Cumhurbaşkanının “Hamdolsun bize 20 devlet başkanı geldi” dediği isimlerin arasında AKP’nin önemsediği hiçbir “dünya lideri” yoktu. Hükümetin paniğini en net ortaya koyan ise arka arkaya gelen çelişkili açıklamalardı. Başbakan Davutoğlu “Tehcir insanlık suçudur” dedikten bir gün sonra, eski İçişleri Bakanı Efkan Ala, “Biz tehcir yaptık” diyerek insanlık suçu işlendiğini itiraf etmiş oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Patrikhane’ye gönderdiği mesajda, geçtiğimiz yıl kullanılan “tehcir” ifadesi dahi yer almadı.

KARGA KAFASI

KEMAL GÖKHAN GÜRSES


GÜNDEM

KAYNAKLAR KİMDEN ALINIP KİME VERİLECEK? İktisatçı Ümit İzmen’le partilerin seçim vaatlerinin ekonomik bölümlerini ve Erdoğan’ın “Patinaj yapıyoruz” sözlerini konuştuk:

Peki bu tartışmada Babacan Türkiye’nin Yunanistan gibi olacağını da ileri sürdü? Zaten Yunanistan benzetmesi işin sınıfsal boyutunu çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Bugün Yunanistan’da olan biten ne? Bankacılık krizinin faturasının halka çıkartılmasına Yunanistan’da çalışanların, gençlerin, yoksulların, işsizlerin itiraz etmiş olması. Bu itiraz olmasaydı, IMF, AB

HAFTANIN IRKÇISI “TEHCİR ALLAH’IN EMRİ” DİYEN CÜPPELİ AHMET Kamuoyunda Cüppeli Ahmet Hoca olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü, Ermeni Soykırımı’nın başladığı tarih olarak kabul edilen 24 Nisan 1915’in 100. yılı nedeniyle Vahdet gazetesinde yazdığı bir yazıda “tehcirin Allah’ın emri” olduğunu savundu.

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

ERDOĞAN’A RAĞMEN BARIŞI SAVUNMAK Bu başlık bazılarına garip gelebilir. Barış sürecinin bir ucunda Erdoğan yok mu, nasıl ona rağmen barış sürecinden söz edebiliyorsun diye sorulabilir. Bu durumda bu görüş sahiplerinin açıklaması gereken gelişmeler var demektir.

AKP’nin ekonomiden sorumlu bakanları CHP ve HDP’nin ekonomik vaatlerinin gerçekçi olmadığını ileri sürdüler. Bu harcamaların çok yüksek borçlanmaya yol açacağı ve ülkenin yeniden IMF’nin eline düşeceği tehdidinde bulundular. AKP’nin politikaları dışında bir başka ekonomi mümkün değil mi? Ümit İzmen: Olmaz olur mu! Bu biraz da ekonomiye nasıl baktığımızla ilgili. Ekonomi ideolojiden, değer yargılarından uzak, pozitif bir bilim değildir ki. Tam tersine, sonuna kadar normatiftir. Çünkü işin içinde bölüşüm vardır, bu bölüşümün tarafı olan sınıflar ve bu sınıflar arasındaki güç mücadelesi vardır. Bu açıdan bakarsak, ekonomide çoğu kez iddia edildiği gibi tek bir doğru olmadığını, olamayacağını görürüz. Ya da şöyle söyleyeyim: sermayedarlar açısından felaket olarak nitelenebilen bir durum, çalışan kesimler açısından şahane olabilir. Bu tartışmada da benzer bir durum var: asgari ücreti arttırmak, emeklilere ilave maaş vermek, sosyal harcamaları arttırmak gibi politikalar kamu bütçesine ilave yük getirir; ama bu ilave yükü borçlanarak karşılamak gerekmez. Bu ilave yük, mesela yüksek gelirlilerin daha fazla vergilendirilmesi ile de sağlanabilir. Gerçi sermayeyi ürkütmemek ve o cenahtan gelebilecek oyları riske atmamak için kimse bunu telaffuz etmiyor ama tartışmayı doğru yerden yapabilmek için meseleye bu uçlardan bakmak gerekir. Son yıllarda hem dünyada hem Türkiye’de karların hızla artığını, servetleri oluşturan gayrimenkullerin, borsanın yükseldiğini, buna karşılık ücretlerin yerinde saydığını biliyoruz. Hiçbirşey yapılmazsa, hiçbir müdahalede bulunmazsa, adaletsizlikteki bu artış böyle devam eder, gider. Bunun önüne geçebilmek için kamu eliyle, zenginlerden yoksullara bir transfer yapmak gerekir. Şu anda gündemdeki esas tartışma bu. Yoksa asgari ücretin kaç lira olması gerektiği ve bunun kaynağının nerden bulunacağı gibi teknik bir tartışma değil. Şimdi yapmamız gereken siyasi bir tartışma. Kaynakları kimin lehine harcayacağız? Kimden alıp kime vereceğiz…

3

Her fırsatta PKK’yi aşağılayan Erdoğan değil mi? Geçtiğimiz ay içinde “Kürt sorunu yoktur” diyen Erdoğan değil mi? “Bölücü örgüt” laflarını yeniden dolaşıma sokan Erdoğan değil mi?

Devletin sosyal yardımları fakirliği yok etmiyor. kurumları ve Yunanistan devleti işi kendi aralarında gayet güzel götürecekler, bankaların parası ödenecek, bunun karşısında ücretler düşürülecek, kamu çalışanları işlerinden olacaklardı. Bugün Yunanistan’ın sorunu halkın daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayacak harcamaların yapılıyor olması değil, borç krizinin yükünün Yunanistan ve diğer AB ülkelerindeki sermayedarlara ödettirilememiş olmasıdır.

İzleme heyetinin gereksiz olduğunu savunan ve bu nedenle Davutoğlu’yla çatışmalı bir görüntü vermeyi bile göze alan Erdoğan değil mi? Hangi bağlamda söylemiş olursa olsun “Kobanê düştü düşecek” diyerek Suriye politikasının merkezine Kürtlerin olmadığı bir yaklaşımı oturtan Erdoğan değil mi? HDP’yi ağzı bozuk bir üslupla aşağılayan, “Terör örgütünün maşası” olmakla itham eden Erdoğan değil mi? Bunların hepsi Erdoğan, Erdoğan bu.

Erdoğan da son üç yıldır ekonomide patinaj çektiğimizi söyledi. CHP ve HDP’nin ekonomik vaatleri bu patinajı durdurur mu?

Seçimlerden önce dümeni sağa kırıp milliyetçi oyları tutmaya, çekmeye çalışıyor diyerek, bir taktik adım attığını düşünerek savunabilirsiniz.

Her iki partinin de söylemi esas olarak bölüşüm üzerine kurulu. Erdoğan’ın gündeme getirdiği patinaj meselesi ise öncelikle üretimle ilgili bir konu. Ekonomide 3 yıldır patinaj çekiliyor çünkü inşaatla elde edilebilecek büyümenin sonuna gelindi artık. AKP yeni bir hikaye yaratamıyor. İnşaat sektöründe kentsel dönüşüme, arsa spekülasyonuna ve artan konut fiyatlarına dayalı fiktif büyüme teklemeye başladı. Petrol fiyatlarındaki düşüş aslında inşaatın yerine üretime dayalı yeni bir program uygulamaya koymak ve ekonomiyi canlandırmak için iyi bir imkandı ama AKP bu imkanı kullanamadı. AKP ekonomide yeni bir program yerine siyasette yeni bir hikayeyi tercih etti. Başkanlık sistemini her şeyi açıklayan bir maymuncuğa çevirdi. Nerede bir kötülük varsa sebebi başkanlık sisteminin olmaması, hangi sorun çözülecekse, çözüm başkanlık sisteminin gelmesi… Ekonomideki sorunlar için de esas suçlu başkanlık sisteminin olmaması olarak gösteriliyor. Tabii ki hiç alakası yok. Esas sorun üretime değil tüketime dayalı bir modelle gidilebilecek yolun sonuna gelinmiş olması…

Seçimler geçince geçer de diyebilirsiniz.

“Ermeniler ülkemizde zulüm yaptığı için ecdadımız da Allah’ın emrini uygulamıştır” diyen Ünlü, Kuran’ın Maide Suresi’ne de atıfta bulunarak “Öldürülecekler, asılacaklar ya da elleri ayakları çaprazlama kesilecek’ buyruluyor. 4. şık ‘sürgüne gönderilecekler’. Sen kesilmeyi bile hak etmişsin, ecdadımız 4. şıkkı yapıp sürmüş, ne var bunda” diyerek, tehcir adı altında ölüme gönderilen yüz binlerce Ermeni’nin aslında öldürülmediğini, ancak öldürülmelerinin de mümkün olduğunu savundu. Aynı yazıda Kürt düşmanlığı da yapan Ünlü, Türkiye devletinin kurucu ideolojisinin sadık bir hizmetkârı, ırkçılığın ve milliyetçiliğin sözcüsü olduğunu açık bir şekilde ortaya koyarak haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı. Ünlü, daha önce de İsmail Türüt gibi faşistlerle kurduğu yakın ilişkilerle tanınıyordu.

Fakat, yanılırsınız. Erdoğan, gerçekten de Kürt sorununun çözüldüğünü düşünüyor olabilir. Tıpkı Doğu Perinçek gibi. Perinçek de Kürt sorununun çözüldüğünü, bundan sonrasının Türkiye’yi bölmeye gideceğini söyledi. Ne güzel anlaşıyorlar artık, Erdoğan ve Perinçek! Genelkurmay ve Erdoğan. Çözüm sürecinin devlet tarafında gelişen dinamiklerinin Erdoğan’ın tekelinden çıkmak zorunda olduğu çok açık. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Erdoğan’ın sürece kösteklemek üzere müdahale etmesinin önüne geçilmeli. Siyasilerin köklü her sorunu seçimler ve genel siyasette çıkarları lehine kullanması olağandır. Ama Erdoğan, kadim bir sürecin çözümünü, masanın diğer tarafında oturan hükümet temsilcileri üzerindeki otoritesiyle sekteye uğratıyor. Yalçın Akdoğan, Erdoğan’ın görüşlerinin kendileri için talimat anlamına geleceğini söyleyerek bunu teyit etti. Erdoğan belli ki Kürt sorununun niteliği konusunda en temel gerçekleri bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Gerçekten de sorunun çözüldüğünü düşünüyor olabilir. Ufkunun “genişliği” buraya kadar olabilir. Bunlar onun sorunu. Onun sorunlarını çözüm sürecinin sorunları olmaktan çıkartmak zorundayız. Bunun yollarından birisi hükümete çözüm sürecini ilerletmesi için basınç yapmaya devam etmek. Diğeri ise çözüm ve barış sürecinin asli muhataplarının, yani Kürtlerin, kısacası HDP’nin barajları yıkması ve meclise girmesi için mücadeledir. Bu yüzden bir kez daha, “Sokakta mücadele, sandıkta HDP!”


4

DÜNYA

KIBRIS: SÖMÜRGECİLER SANDIĞA GÖMÜLDÜ

BALTİMORE’DA IRKÇILIĞA VE POLİS ŞİDDETİNE İSYAN

ABD’de ırkçı polis şiddetinin son kurbanı 25 yaşındaki siyah Freddie Gray oldu. Gray’in Maryland eyaletinin Baltimore şehrinde polis tarafından gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmesinin ardından başlayan gösteriler kısa sürece yayıldı ve radikalleşti. Maryland’da olağanüstü hal ilan edilirken, sokağa çıkma yasağı uygulandı, Ulusal Muhafızlar kente gönderildi. 12 Nisan’da Gray “polislerle göz göze gelip kaçmaya başladığı” gerekçesiyle gözaltına alındı. Polis tarafından sürüklenip, kelepçe vurularak arabaya bindirilen Gary’in astım spreyi isteği yerine getirilmedi, Gray’in ayaklarına pranga vuruldu. 40 dakika sonra sağlık görevlileri çağrıldığında Gray’in boynunda omurgasının yüzde 80 zedelendiğini ve gırtlağının ezildiğini gördüler. Gray 19 Nisan günü hastanede yaşamını yitirdi.

2011, Lefkoşa. İşçiler, polis şiddetini ve Türkiye’yi protesto ediyor. Türkiye devletinin işgali altındaki Kuzey Kıbrıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini bağımsız sol aday Mustafa Akıncı kazandı. Seçimlerin ilk turunda sonuç alınamayınca, Derviş Eroğlu ile Akıncı ikinci tura kalmıştı. AKP’li medyanın seçimlerden hemen önce “paralel çetenin Kıbrıs oyunu” şeklindeki yaygarasına rağmen, sömürgeciliği ve statükoyu temsil eden Eroğlu büyük bir yenilgi aldı. Kıbrıs halkı yıllardır Türkiye’nin adadaki işgaline karşı müKÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

DÜNYA KAFASINI KUMA GÖMÜYOR Geçen hafta tüm dünya Libya açıklarında alabora olan teknenin batması sonucu 700 mültecinin daha ölmüş olabileceği haber ile uyandı. Daha geçtiğimiz hafta yine Akdeniz’de kendilerini taşıyan geminin batması sonucunda 400 mülteci ölmüştü. Yani sadece on gün içinde 1,100 kişi. Akdeniz’de sadece geçen yıl dört bin mültecinin cesedi bulundu. Tabii ki bunların sadece bulunabilenler olduğunu unutmamak lazım. Akdeniz yoluyla İtalya’ya giriş yapanların oranı 2014 yılında yüzde 300 arttı. Ve AB’nin buna yanıtı mültecileri kurtarmak üzere organize edilmeiş bir program olan Mare Nostrum’u iptal etmek oldu. Dolayısıyla sadece şu on gün içinde ölen 1,100 kişinin katili bizzat Avrupa Birliği’dir, Troika’dır. Ve Libya’da halen yarım milyon insan Akdeniz’i geçme için bekliyor. Kapitalizmde mültecilik sorununun iki temel kaynağı var. Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu geçen hafta yayınladığı bir raporda Dünya Bankası’nın politika

cadele ediyor. 2004’teki referandum ve daha sonra Mehmet Ali Talat’ın seçilmesi bunun göstergeleriydi. Adadaki asıl mücadele dalgası ise 2011 yılında Toplumsal Varoluş Mitingleri ile sokağa çıkan halk hareketiydi. 200 bine yakın kişi sokağa çıkmış, Tayyip Erdoğan bu gösteriler üzerine Kıbrıslılara “besleme” demişti. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda milliyetçi rejimin temsilcisi Eroğlu’na karşı sol örgütler ve demokrasi güçleri birleşti. Akıncı’nın zaferi, Kıbrıslı Türklerin değişim isteğinin en açık göstergesi oldu. ve projeleri sonucunda geçtiğimiz son beş yılda 3.4 milyon kişinin göç etmek zorunda kaldığını ortaya çıkardı. Bu plan ve projelerden kastımız özelleştirmeler, arazilere el koymalar, baraj yapımları, tecavüz, cinayet ve işkence ile suçlanan büyük şirketlere destek olmak ve sosyal olarak geri döndürülemez etkilere sahip yüksek risk taşıyan projelere 50 milyar dolar aktarmak gibi işler. Dolayısıyla mülteci sorununa son vermek için yapmamız gereken işlerden birisi giderek büyüyen bu Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu, Avrupa Yatırım Bankası ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası mafyasını ortadan kaldırmak.

ABD medyası tanıdık bir şekilde tepki verdi. Gösterilerin 25 Nisan’da “çığırından çıktığını” ve şiddet kullanılmaya başlandığını iddia eden medya aynı gün 10 binden fazla kişinin sekiz saatten uzun süren barışçıl eylemini ise görmezden geldi. Çocuklu ailelerin, yaşlıların, sendikalı işçilerin, öğrencilerin ve mahalle aktivistlerinin bir araya gelip yürümesini haberleştirmedi. Baltimore’da yaşananlar tıpkı Ferguson’da daha önce olanlar gibi daha geniş bir çerçevede ele alınmalı. Baltimore 620.000’den fazla nüfusa sahip, yaşayanların yüzde 63’ünü siyahlar oluşturuyor. Şehir hem küresel ekonomik krizden, hem de ABD devletinin ırkçılığından payını fazlasıyla almış. Pek çok şirket yüksek miktardaki borcunu ödememesinin üstüne gidilmezken, su faturasını ödeyemeyen 25.000 konutun suyu kesiliyor. Pek çok okul ve sosyal tesis kapatılıyor, bu durum yoksul siyah mahalleleri için özellikle geçerli. Şehirdeki polislerin %30’undan azı Baltimore’da yaşıyorken, bunların yüzde 80’ini beyazlar oluşturuyor. 2010 ve 2014 yılları arasında Maryland’da polis tarafından gözaltına alınan 109 kişi hayatını kaybetti. Bunların yüzde 70’ini siyahlar oluşturuyor.

KÜRESEL MÜCADELELER

Günümüzde mülteci sorununun ikinci temel kaynağı ise Orta Doğu’daki giderek yayılan savaş. 2003’de başlayan ve günümüze kadar devam eden savaş ve işgal artık sadece Irak’tan ibaret değil. Bu savaş Suriye’ye, Yemen’e , Libya’ya yayılmış durumda ve daha da yayılma tehlikesi taşıyor. İşgal ve savaş Ortadoğu’nun bütün alt yapısını yok etti. Geriye sadece savaş lordları tarafından yönetilen ve batı tarafından manipüle edilen altı boş devletler kaldı. İşgalci devletler bir yandan ülkelerini bu insanlar için yaşanamaz hale getirirken diğer yandan onları Akdeniz’de ölüme terk ediyor. Dolayısıyla ikinci yapmamız gereken Ortadoğu’daki bu savaşa ve emperyalizmin oyunlarına son vermek.

Etiyopya: Hristiyan işçiler, başkent Addis Ababa’da, katliamcı IŞİD ve yoksulluğu protesto etti. IŞİD, Libya’ya göçmen olarak giden bir grup Hristiyan işçiyi katledip videosunu yayınlamıştı.

Yani mültecilerin gözyaşlarımıza değil, onların mülteci olmalarına son verecek bir şeyler yapmamıza ihtiyaçları var.

Japonya: Tokyo Gökkuşağı Onur Yürüyüşü’ne katılan binlerce eşcinsel ve onlara destek verenler, ayrımcılığı ve yaşam tarzlarına müdahaleyi protesto etti.

Güney Afrika: Cape Town’da sokağa çıkan yüzlerce ırkçılık karşıtı “Biz bir bütünüz. Birbirimizi kesinlikle ne şekilde olursa olsun öldürmemeliyiz. Biz de bu ülke ekonomisine katkıda bulunuyoruz. Ayrıca dışarıdan gelen yabancıların çoğunluğu sığınmacı. Kısaca biz yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa hayır diyoruz” açıklamasını yaptı.


RÖPORTAJ

5

CHARLES HABONİMANA İLE TUTSİ SOYKIRIMI ÜZERİNE

1994, Ruanda. Soykırımdan kaçan halk. 1994 yılında Ruanda’da yaşan soykırımda annesi, babası ve kardeşleri dâhil bütün ailesini kaybeden Ruanda Soykırım Mağduru Öğrenciler Örgütü aktivisti Charles Habonimana ile Tutsi soykırımı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Ruanda’da 1994’te yaşan Tutsi soykırımı nasıl oldu anlatır mısın? Ruanda’da soykırım 1994’te başladı ama uzun süredir planlanıyordu. Aslında olaylar çok önce başladı. Mesela 1959’da Tutsiler katledildi ve bir kısmı sürgüne yollandı. 1962 ve 1963’de yine bir katliam oldu. 1980’lerde tekrar. 1990’da çok sayıda Tutsi sınırdışı edildi ve tutuklandı ama kıyamet 1994’te koptu. Sadece 100 gün içerisinde yüzbinlerce kişi hükümetin, paramiliterlerin ve askerin desteği ile komşuları tarafından öldürüldü. Birleşmiş Milletler bu olayı soykırım olarak 1995 yılında tanıdı. Tutsilere yönelik bu nefretin nedenleri neydi? Sömürgeciler Ruanda’ya gelmezden önce Hutu ve Tutsiler etnik gruplar değildi. İkisi ayrı sosyal sınıflardı. Hutular genelde köylülerdi ve yoksullardı. Tutsiler ise zenginlere deniyordu. Birkaç tane inek sahibi olmak zengin olmak demekti. Bir Hutu olarak doğsan da zenginleşirsen bir Tutsi olabiliyordun. Bunun dışında bir fark yoktu. Aynı dil, aynı kültür, aynı ten rengi. 1930’larda Belçikalı sömürgeciler geldiklerinde Hutu ve Tutsileri ayrı kimlikler olarak tanımladılar. Herkese ulusal kimlikler verdiler ve burada hangi kimlikten olduğunu fiziksel görünüş üzerinden belirlediler. Uzun boy ve uzun burunlular Tutsi, kısa boy ve büyük burunlular Hutu oldu. Bir de Ruandalı biri ile evlenen ama

Ruandalı olmayanlardan oluşan Twa kimliği vardı. 1956’ya kadar Ruanda’da bir krallık vardı. Tutsi Krallığıydı bu. 1956’da Belçika sömürgeciliğine ve krallık yönetimine karşı ayaklanma başladı. Hutular Cumhuriyet istiyordu. 1959’da devrim başladı. Belçika ve Katolik Kilisesi de daha sonra devrime destek verdi. Sonraki 3 yıl boyunca çok sayıda Tutsi öldürüldü, yüzbinlercesi komşu ülkelere kaçtı. Tutsiler Krallık yanlısı oldukları için hedef oldular. 1962’de Ruanda bağımsızlığını ilan etti. 1963’te sınır dışındaki Tutsiler silahlanıp ülkeye girdiklerinde çatışmalar yaşandı. Hükümet bu gruplara “hamamböcekleri” diyordu. Sonucunda Ruanda’da yaşayan binlerce Tutsi öldürüldü. 1973’te ise bir darbe oldu. Bu tarihten itibaren soykırım planları yapılmaya başlandı ve Tutsiler büyük baskı altına alındı. Tutsiler zaten azınlıktı toplumda ve artık okula bile alınmamaya başlandılar. 1986’da Ruanda’ya geri dönmek isteyen Tutsiler, “Ruanda Yurtsever Cephesi”ni (RYC) kurdu. 1990’da ise saldırılara başladı. 1993’e kadar süren iç savaştan sonra hükümet ile RYC arasında bir antlaşma yapıldı ve iktidar paylaşımı oldu. Ancak gerginlik sona ermedi. Hükümet, Interahamwe adında paramiliter bir gençlik örgütü kurdu. Impuzamugambi ise diğer bir Hutu partisinin paramiliter örgütü olarak kuruldu. Bu gruplar Tutsileri öldürmek isteyenlere silah eğitimi veriyordu. 6 Nisan 1994’te Başkan Habyarimana’nın uçağı vuruldu ve Başkan öldü. Ertesi gün uçağı Tutsilerin düşürdüğünü iddia eden Hutu örgütleri soykırıma başladı. RYC’nin başkenti ele geçirdiği Temmuz ortasına kadar yüzbinlerce Tutsi öldürüldü.

Soykırım Birleşmiş Milletler ve Ruanda devleti tarafından kabul edildi. Peki, soykırımın tanınmasının önemi nedir? Soykırımda yer alan yüzbinlerce kişi, RYC iktidarı alınca ülkeyi terk etti. Komşu ülkelere dağıldı. Geri kalanlar ise yargılandı. Soykırımın tanınması, en başta, hayatta kalanların kendilerini güvende hissetmesini sağladı. Böyle bir şeyin bir daha olmayacağına dair güven duyuldu. İkincisi, geçmişte ne olduğunu konuşabilmemizi sağladı soykırımın tanınması. İstediğin yerde, korkmadan tarihte gerçekleşmiş olan bir olayı anlatabiliyorsun artık. Üçüncüsü, devletin soykırımı tanıması sonucu hayatta kalmayı başaranlara sosyal, ekonomik ve hukuki yardımlar yapıldı. Dördüncüsü, tarih yeniden yazıldı. Artık bütün tarih kitaplarında ve bu konuda yazılan her kitapta soykırım anlatılıyor. Soykırımı inkâr etmek de bir suç haline geldi. “Soykırım olmamıştır” diyemezsiniz Ruanda’da. Soykırımın kabulü sonrası soykırım kurbanlarının ailelerine tazminat ödendi mi? Farklı şekillerde tazminat ödendi ama resmi olarak ödenmedi. Bu tartışma hala sürüyor. Fakat maddi tazminat bir sonraki adımdır. Bizim için öncelik, ahlaki ve hukuki olarak soykırımın tanınmasıydı. Soykırım suçlarını araştırmak için geleneksel Gacaca mahkemeleri kuruldu. Soykırım sırasında ev yakıp, insanları ve hayvanları öldürenler yakalandı. Ancak resmi bir tazmini hala bekliyoruz. Bunun için tartışmaya devam ediyoruz.


6

GÜNDEM

NÜKLEER SANTRAL DE, “BÖLGESEL NÜKLEER GÜÇ” DE İSTEMİYORUZ

TEHLİKELİ, PAHALI

KEMAL BAŞAK

AKP iktidarı, uzun zamandır gündeminde olan Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin ana inşaatına bu yılın sonunda başlamak istiyor. Bu arada Akkuyu santralinin tali inşaatlarının startı, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın katıldığı su altı yapılarının temel atma töreni ile verildi. Hükümet 2019 yılında Akkuyu’daki, 2023 yılında Sinop’taki nükleer santrali faaliyete almayı planlıyor. Enerji Bakanlığı, 2020 yılında var olacağını iddia ettiği enerji açığını “temiz, güvenli ve sürdürülebilir” sıfatlarıyla süslediği nükleer enerji ile kapatılacağını söylüyor. Yalan! Büyük bir yalan! Her yönüyle yalan! Rusya ile nükleer santral anlaşmasının yapıldığı 2011 yılında öngörülen 2020 yılına ait en düşük elektrik enerjisi tüketim değeri TEİAŞ tarafından revize edildi. TEİAŞ, 2020 için talep tahminini, 2011 yılında deklere ettiği 398 milyar kws değerinden 333 milyar kws değerine düşürdü. Enerji Bakanlığına bağlı bir kurum olan TEİAŞ, nükleer santral inşaatına başlanabilsin diye tam 66 milyar kws enerji açığı uydurmuş! Madem 66 milyar kws daha az enerji tüketilecek, o halde yıllık üretimi 35 milyar kws olan nükleer santrale ihtiyaç yok. 35 milyar kws’lik kincisi santrale de ihtiyaç yok, aradaki 4 milyar kws başka herhangi bir santral kurmadan ucuz yalıtım yatırımı ile karşılanabilir. Ama asıl büyük yalanlar, “temiz, güvenli ve sürdürülebilir” sıfatlarında gizli. Çernobil, aradan geçen 29 yıla rağmen nükleer felaketin ne olduğunu göstermeye devam ediyor. Fukuşima ise güvenli reaktörlerin bir masaldan ibaret olduğunu kanıtladı. Sadece güvenlik açıkları değil, uranyum madenciliği ve nükleer atıklar gibi başlıklarda toplayabileceğimiz çevresel kirlilik faktörleri “temiz” sıfatının nükleer santral ile birlikte anılamayacağını kanıtlıyor. Sadece şehirlerdeki yeşil alanları değil, ormanları, nehirleri ve denizleri birer inşaat altyapısı ve rant alanı olarak gören AKP, bu inşaat çılgınlığıyla Türkiye’yi ilk 10 ülkeden biri haline getirecek bir ekonomik büyüme hedefliyor. Bu ilk 10’da yer almanın çalışan yığınlar açısından bir getirisi olmayacağı taşeronlaştırma politikaları ile açığa çıkmış durumda. Büyüme, daha önceki pek çok ihaleyi kaptığı gibi nükleer santral ihalesini de kapan Cengiz İnşaat’ın patronları ve o patronların verdiği rüşvet ile beslenen iktidar partisi mensupları için bir anlam ifade ediyor. Bu büyümeyi garanti altına almak, içerde asgari ücret politikası, dışarda ise bölgesel bir askeri güç olmak ile mümkün. AKP, nükleer santralleri işte bu “nükleer güç” desteği ile sağlayacağı askeri üstünlük için de istiyor. Nükleer santrallerin yıkıcı etkilerine karşı verilen mücadele bu nedenle antikapitalist ve anti-militarist bir içeriğe de sahip. Bu içeriğe uygun eylemler ile nükleer santrallerin inşaatının durdurulması için geç kalmadan harekete geçmek gerekiyor.

26 Nisan 2015, İstanbul. Küresel Eylem Grubu, Çernobil nükleer felaketinin yıldönümünde hükümeti protesto etti. ANIL YÜKSEL

Nükleer enerji bu kez daha fazla hayatımıza sokulmaya çalışılıyor. Hemen her gün televizyonda Akkuyu’da yapılacak olan nükleer santral projesinin reklamını görebiliyoruz. Reklam bize gelecekte “güçlü ve kalkınan” bir Türkiye olmanın yolunun nükleer enerjiden geçtiğini anlatıyor. Oysa, nükleer enerjinin tehlikesini, pahalı ve ölümcül bir yatırım olduğunu, sonunda kazananın zenginler olacağını birkaç okumayla anlayabiliyoruz. Akkuyu’da neler oluyor? Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer güç santrali, Rusya’da inşa edilmek istenen 2 santral ile birlikte türünün tek örneği olarak karşımıza çıkıyor. Yani, bu tip reaktörlü bir proje dünyada ilk defa hayata geçirilecek. Bu da, Türkiye’de aslında deneysel bir çalışma uygulanacağını ve projenin güvenli olduğu iddialarının gerçeklikten ne kadar uzak olduğu gösteriyor. Santrali inşa edecek ve işletecek şirketin 1986’da Çernobil’deki felaketi yaşatan santrali işleten Rus kamu şirketi Rosatom olduğunu öğrendiğimizde ise endişemiz iki kat artıyor. Milliyetçi söylemlerle yatırımdan ve gelecekten bahsedenler ise en azından iki büyük yalanı gizlemiş oluyorlar.

Rosatom şirketiyle yapılan anlaşmaya göre, Akkuyu’daki araziyi Türkiye’den bedelsiz alan firma kendi kaynaklarıyla nükleer santrali inşa edecek ve üretilen elektrik 15 yıl satın alma garantisiyle kWs başına 12,35 dolar/cent olarak Türkiye’ye satılacak. Bu anlaşma yapıldığında 1,50 lira civarında olan doların bugün 2,60 liraya çıktığını düşündüğümüzde ne kadar pahalı bir elektrik kullanılacağını anlayabiliyoruz. Bir diğer yalan ise Türkiye’deki artarak devam eden enerji ihtiyacı söylemi. İlk reaktörün açılacağı 2020 yılı için enerji talebi tahminleri tam 65 milyar kWs fazla gösterilmiş. Akkuyu’daki santralin yıllık üretim gücünün iki katı. Bu demek oluyor ki, aslında var olmayan bir elektrik tüketimi fazlalığı için nükleer santral projesinin altına imza atılmış. Kimin enerji ihtiyacı? Zaten hükümetin enerji talebi diye bahsettiği konu, bizlerin ihtiyacıyla ilgili de değil. Sanayi ve ticaret alanlarındaki tüketim oranı, konutların tüketim oranının 4 katı büyüklüğünde. Üretilen elektriğin oldukça büyük bir kısmı holdinglere ait enerji, inşaat ve otomotiv şirketlerine dağıtılıyor. İhtiyaç olarak anlatılan şey patronların, zenginlerin ihtiyaçlarından ibaret. Kısacası, bu kadar enerji, egemen sınıfın ve patronların ihtiyaçları yüzünden üretiliyor, bizler için değil.


GÜNDEM

ALI, ÖLÜMCÜL

GÜNEŞ, RÜZGAR BİZE YETER! Küresel ısınmanın asıl sebebi, karbon kullanımına karşı da, ölümcül bir tehlike olmanın ötesine geçemeyecek nükleer enerjiye karşı da çözüm yenilenebilir enerji kaynaklarından geçiyor. Yaşanan onlarca felaketten sonra bazı şehirlerde nükleer santralleri kapatma kararları alınırken, birçok Uzakdoğu, Amerika ve Avustralya kentinde yüzde 100 yenilenebilir enerji kullanmayı içeren uygulamalar kabul edildi. 20 yıl içinde sadece yeşil enerji kullanacağını açıklayan en son şehir ise Vancouver oldu. Türkiye hükümeti ise hayata geçireceği nükleer santral projeleriyle 20 yıl içinde “güçlenmeyi ve ekonomik büyümeyi” hedefliyor. Her fırsatta dile getireceğiz; Yıkımdan başka bir şey getirmeyecek nükleer santral projelerinizden derhal vazgeçin. Hayatı öldüren, karbon salımına sebep olan fosil yakıtları kullanmayı bırakın, güneş ve rüzgar enerjisine yatırım yapın.

FELAKET BİZE UZAK DEĞİL Çernobil’de yaşanan tarihin en büyük nükleer santral felaketinin etkisi bugün halen devam etmekte. Uzmanlar 60 bine yakın insanın Çernobil’in sebep olduğu kanser yüzünden öleceğini tahmin ediyor. Bu felaketten bütün Avrupa kıtasının etkilendiğini ve bu kazada yayılan radyasyonun reaktördeki toplam radyasyonun yalnızca yüzde 10’u olduğunu unutmamak gerekir. Çernobil’den 25 sene sonra ise teknolojik olarak en gelişmiş ülke olan Japonya’da tarihin en büyük ikinci nükleer felaketi yaşandı. Deprem ve tsunamiden dolayı yaşanan elektrik kesintisi Fukuşima nükleer santralinin bütün reaktörlerinde arızaya yol açtı. 200 binden fazla insan evini terk etti. Radyasyon aylar sonra Avrupa kıtasına ulaştı. Fukuşima’da yaşanan bu felaketin

Bunun birlikte reaktörden çıkacak nükleer atıkların depolanması da Türkiye’nin sorumluluğunda. Yani, radyasyon yayma riski epeyce fazla olan bu atıklar toprağa gömülerek saklanacak. Bu da, yeni bir güvenlik sorunu ve ekolojik sorunları berabe-

GÖRÜŞ Roni Margulies

ERDOĞAN’IN İSTEDİKLERİ “Biz isterdik ki, Putin Ermenistan’a gitmesin” demiş. “Biz isterdik ki, sayın Hollande Ermenistan’a gitmesin” demiş. Ben bu tarzı sevdim doğrusu. MÜSİAD’a gidip her türlü anlamsız ve afakî isteği dile getirmek iyi bir fikir. Biz de yapabiliyor muyuz acaba? “Biz Çanakkale’de Ermenistan’a yönelik herhangi bir cevap vermedik, böyle bir adım da atmadık. Oraya iki devlet başkanı gitti, hamdolsun bize 20 devlet başkanı geldi...” demiş. “Biz isterdik ki, bize gelen 20 devlet başkanını toplayınca bir tane devlet başkanı edebilsin bari” diyememiş. “Biz isterdik ki, Prens Charles gibi kendi ülkesinde bile ciddiye alınmayan bir salak değil de İngiltere Başbakanı gelsin” diyememiş. “Ermeni iddialarına destek veren ülkeleri önce kendi tarihlerindeki lekeleri bir bir temizlemeye davet ediyorum. Bu konuda en son söz söyleyecek ülkelerden bir tanesi Almanya. Almanya’nın geçtiğimiz yüzyılda yol açtığı iki ayrı dünya savaşında yaşananlar ortada” demiş. “Biz isterdik ki, bize gelselerdi. O zaman biz de zaten onlara kötü şeyler söylemek zorunda kalmazdık, elinden oyuncağı alınmış şımarık çocuk gibi davranmayı gerekli görmezdik” diyememiş. “Bize gelselerdi, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda olanlar için özür dilediğini, tazminat ödediğini bilmiyormuş gibi davranmak zorunda kalmazdık” diyememiş. “Şu ifadeye bakın ya… Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hedef almış durumdalar. ‘Diyanet İşleri Başkanlığı tüm inançlara eşit mesafede olacak’ diyorlar. Biz isterdik ki, demesinler” demiş. “Ya bu milletin inancı belli. Diğer inanç sahiplerinin kendi kurumları var, onlar da belli. Öyleyse niye lafı döndürüp döndürüp neden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapısına bağlıyorsun? Biz isterdik ki hiçbir şeyi hiçbir şeye bağlama” demiş.

etki alanının sınırları bugün net olarak bilinmiyor. Türkiye de sıklıkla depreme maruz kalan ve gün boyu elektrik kesintilerine şahitlik eden bir ülke. Kaldı ki, coğrafik ve jeolojik faktörlerden bağımsız olarak bir reaktörün arıza yaşama riski her daim var olacaktır. Yanlış tahminlerle enerji talebini karşılamak için girişilen bu projelerle insanları sürekli ölüm tehlikesiyle tedirgin bir yaşama zorlamak da kabul edilemez.

7

“Zaten ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kapatacağız’ diyenlere bu milletin nasıl ders vereceği belli. Daha doğrusu, biz isterdik ki belli olsun” demiş.

rinde getiriyor. Tüm bunların öncesinde Türkiye’de uranyum madenciliği yapılmadığını düşünürsek, reaktörlerde yakıt olarak kullanılacak uranyumun ithal edileceği, yani yüksek maliyetle üretilecek elektriğin yine yüksek fiyatlandırma üzerinden dağıtılacağı ortaya çıkıyor.

“Biz isterdik ki, bu memlekette herkes Türk, Müslüman ve Sünni ve dindar olsun” diyecekmiş, dillinin ucuna gelmiş, son anda yutkunup diyememiş. “Biz isterdik ki, Ermeniler, Aleviler, Yahudiler ve tabii ki en başta Kürtler bizi bi rahat bıraksın artık. Bi gidin ya, bi gidin artık” diyecekmiş, arkasından biri dürtüvermiş herhalde, kendine gelip dememiş. Ama içinde kalmış. Toplantının akşamı Davutoğlunu aramış, “Aklıma geldi de, biz isterdik ki bizden başka herkes deport edilsin” demiş. “Emredersiniz Sayın Cumhurbaşkanım” cevabını alınca rahatlamış.


8

TARİH

21.YÜZYILDA SOSYALİZM MÜMKÜN MÜ? JOHN MOLYNEUX

1859’da, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının önsözünde Karl Marx şöyle der: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” 21.yüzyılda dünya çapında üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin birbirleriyle çelişkili hale gelmiş olması durumu hem birçok farklı şekilde kendini gösteriyor, hem birçok farklı şekilde işliyor. Bu çelişkilerin, belirleyici olduklarını düşündüğüm iki başka biçimi üzerinde duracağım: ilk olarak Kapital’in üçüncü cildinde Marx tarafından incelenen kar oranlarının düşme eğilimi, ikincisi ise iklim değişikliği. Kar oranlarının düşme eğilimi sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin ürünüdür. Bu temelde, kapitalist rekabet kapitalistlerin üretim sürecinde daha fazla makine daha az emek kullanmalarını getiriyor. Her bir kapitalist, yani kapitalist işletme mümkün olduğunca yüksek düzeyde kar etmeye çalışır. Eğer daha fazla makine kullanmak yoluyla verimlilik düzeyini arttırabilirlerse toplam artı değerden, toplam kardan daha büyük bir pay elde ederler. Ancak bütün kapitalistler, bütün kapitalist işletmeler bunu yaparsa, bunu yapmaya çalışırsa toplam kar oranı düşmüş oluyor, çünkü daha fazla makine, daha az emek kullanılmış oluyor. Toplam kar oranı toplam yatırıma, Marx’ın sabit sermaye diye adlandırdığı makinelere, ulaşıma, fabrikalara yapılan toplam yatırıma bakılarak hesaplanır. Ancak toplam karın kaynağı son tahlilde, kullanılan makineler değil, sömürülen emek gücüdür. Kapitalizm bir bütün olarak teknolojiyi geliştirir, üretim güçlerini geliştirir, makineleri geliştirir, emeğin verimliliğini arttırır ancak bütün bunları rekabetçi sermaye birikimi çerçevesinde yaptığından kendi altını oyar. Son tahlilde 2008’deki bankacılık krizine yol açan da, bu krizden çıkışın çok yavaş oluyor olmasının nedeni de kar oranlarındaki düşme eğilimiydi. Avro bölgesinin hala krizden çıkamamış olmasının da, Çin’deki büyüme oranlarındaki yavaşlamanın da altında bu yatıyor. Egemen sınıfların uluslararası ölçekte neo-liberalizmi benimsemeye başlaması ve uygulaması da buna olan tepkileriydi. Üretim güçleriyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki ikinci çelişki iklim değişikliği. Marx’ın eserlerin okunduğunda Marx’ın o zamanda bile kapitalizmin insanın doğadan yabancılaşmasına yol açtığını yazdığı görülür. Marksist yabancılaşma teorisinin merkezinde yabancılaşmış emek yoluyla kendimize yabancı ve düşman bir dünya yarattığımız düşüncesi vardır. İklim değişikliği ise bunun uç bir örneğidir. İklim değişikliği durumunda üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişki çok netçe ortaya çıkıyor. İklim değişikliğine yol açan şey en basit ifadesiyle fosil yakıt kullanmamız sonucu ortaya çıkan karbon bazlı gazların emisyonları. Dünyanın bütün hükümetleri bunu bal gibi biliyor olmalarına rağmen bunu durduramıyorlar çünkü kapitalist rekabet bu süreci zorunlu kılıyor. Bir taraftan Exxon, Shell, BP gibi dünyanın önde gelen büyük şirketleri fosil yakıtlara büyük yatırımlar yapmış

2011’deki Arap ayaklanmaları işçi sınıfının nasıl hızla politik mücadeleye atılabileceğini gösterdi. durumdalar, diğer taraftan ABD, Çin, Rusya gibi önde gelen kapitalist devletleri rakiplerinin kendileri karşısında avantaj kazanabileceği korkusuyla yenilenebilir enerjiye geçmiyorlar. Kar oranlarının düşüşüyle, iklim değişikliğinin birleşimi hem kapitalizm hem de insanlık için ölümcül bir durum. İşçi sınıfına bedel ödeterek, sömürü oranını arttırarak kar oranlarının düşme eğilimine karşı koyduklarını varsayalım. Ekonomik büyüme bu ortamda ne anlama gelecek; çok kısa sürede muazzam bir çevre kriziyle karşılaşacaklar. Dolayısıyla dünya kapitalizmi bu çelişkinin içinde hapsolmuş durumda. Bu krizi olumlu bir şekilde çözebilecek güç; uluslararası işçi sınıfı. Kapitalist gelişme, geçmişte mevcut olanın kat kat üzerinde, devasa bir uluslararası işçi sınıfı yarattı. Dünyanın her tarafında, beş kıtanın hepsinde, işçi sınıfının yoğunlaştığı dev şehirler var. Bu sınıfın potansiyel gücü devasa. İşçi hareketinin ne kadar hızlı bir şekilde yayılabildiğini görmek için Arap Baharına bakmamız yeterli. Tunus Devrimi Aralık 2010’da başlıyor, Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesinden sekiz gün sonra ise Mısır Devrimi başlıyor. Mübarek 11 Şubat’ta devrildi, bir hafta sonra Libya’da ayaklanmalar başladı. Onun arkasından Bahreyn, Yemen, Suriye geldi, bir orman yangını kadar hızlı yayıldı. Birkaç aylık bir süre içinde meydan işgalleri Akdeniz’e, İspanya’ya, Yunanistan’a yayılıyor, Atlantik’in ötesine geçip ABD’deki meydan işgalleri olarak ifadesini buluyordu. Modern iletişim yöntemleri sayesinde anında bütün bunları izliyoruz, sosyal medya ve internet üzerinden fikirler anında yayılabiliyor. Yani objektif olarak uluslararası devrimin güçleri mevcut,

tarihte hiç olmadıkları kadar güçlü bir şekilde. Ancak dünya çapında sosyalist fikirlerin, özellikle devrimci sosyalist, devrimci Marksist fikirlerin durumunu düşündüğümüz zaman itiraf etmek zorundayız ki küçük bir azınlığı oluşturuyoruz. Dünyada şu an hiçbir ülkede devrimci Marksistler birkaç bin kişiden fazla değiller. Oysa ihtiyacımız olan yüzbinlerce kişilik, milyonlarca kişilik güçler. Şu anda dünyadaki hava koşullarına baktığımızda durumun çok kötü olduğu belli ama medya bu olayları birbirleriyle bağlantılı olarak anlatmıyor. California’da yüz yılın en büyük kuraklığı yaşanıyor ve sıcaklık rekorları kırılıyor, bu da öyle bir olay diye anlatılıyor. Kuzey Şili’de dünyanın en kurak yeri olarak bilinen Atacama çölünde sel yaşanıyor, bu da hiçbir bağlantı kurulmadan veriliyor. Bunlar şu anda olanlar, ama er ya da geç Manhattan, Çin’in deniz kıyısındaki Şangay gibi yerler de sular altında kalacak. O düzeye gelindiği zaman bu bağlantıları kurmadan haber yapmak mümkün olmayacak. Böylesi bir kriz devasa ölçekte bir göçmen sorunu üretecektir. New Orleans’taki Katrina felaketini ve ABD devletinin buna nasıl tepki verdiğini hatırlarsınız. Katrina’dan yoksullar –siyahlar– etkilendi, devlet ise bunu bir kamu düzeni sorunu olarak gördü. Çevre krizinin dünyanın büyük bölümünü yaşanmaz hale getirdiğini hayal edin ve kendinize Altın Şafak’ın, Jobbik’in, Le Pen’in nasıl tepki göstereceğini düşünün. Bu kriz sosyalizme inananların yüzbinlerce insan olmasına neden olacak ama aynı zamanda “ya sosyalizm ya barbarlık” ikileminin çok somut bir şekilde ortaya çıkmasına neden olacak. Dolayısıyla bugün sosyalist fikirleri yaymak için yaptığımız her şey son derece önemli. Önümüzdeki krizin sosyalizm yoluyla aşılması gerekiyor.


SINIF MÜCADELESİ

METAL İŞÇİLERİ İSYAN ETTİ Bursa’da yüzlerce metal işçisi, işveren destekçisi Türk Metal sendikasını protesto etmek için Bursa Kent Meydanı’nda bir miting düzenledi. Farklı fabrikalardan gelen işçiler, daha iyi bir sözleşme yapılmasının yanı sıra sendikal demokrasi isteklerini de ifade ettiler. Renault, Coşkunöz, Mako, Maysan Mando, Ototrim, Diniz Johnson Controls Oto ve Tofaş fabrikalarında çalışan işçiler, Bosch fabrikasında işçilerin mücadelesiyle Türk Metal’in diğer fabrikalarda yaptığından daha iyi bir sözleşmeye imza atması üzerine, kendi sözleşmelerinde de düzeltme yapılması için günlerdir eylemdeydi. Bosch işçileri, Türk Metal sendikasından Birleşik Metal-İş’e geçmek istemiş ancak Birleşik Metal-İş bu fabrikada yetkiyi alamamıştı. Türk Metal sendikasında kalmak zorunda kalan işçiler, eylemlerle ve taban örgütlülükleriyle sendika üzerinde baskı kurmuş, sendikayı daha iyi koşullarda bir sözleşmeye zorlamışlardı. Pazar günü yapılan mitingde işçiler “Türk Metal gidecek, dertler bitecek” yazılı dövizler taşırken, “Direne dire-

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

1 MAYIS İŞÇİ SINIFININ BİRLİK OLMA GÜNÜDÜR 2015 1 Mayıs’ına sayılı günler kaldı. İşçiler, emekçiler, 1 Mayıs’ta taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı mücadele etmek, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin gerçekleştirilmesini sağlamak, işçilerin çıkarlarına uygun toplu sözleşmeler imzalamak, yasal grevlerin yasaklanmasına engel olmak, enflasyonun artmasına karşın gerçek ücretlerin hızla aşağıya çekilmesine karşı çıkmak için sokakları, caddeleri ve alanları doldurmaya hazırlanıyor.

ne kazanacağız!”, “Türk Metal istifa” ve “Ölmek var dönmek yok!” sloganları attılar. İşçiler adına ortak açıklamayı okuyan Renault işçisi, Bosch işçilerinin mücadele ederek kazandığını vurgulayıp “Türk Metal Sendikası yönetimi, hep yaptığı gibi onayımızı da almadan üç yıllık sözleşmeye imza attı. Biz bu sözleşmeyi kabul etmiyoruz. Madem daha farklı bir sözleşme mümkündür, biz de aynısını istiyoruz. İşte mücadelemizin asıl nedeni de budur!” dedi. İşçiler ne istiyor? Farklı fabrikalarda komiteler kuran,

FABRİKALARDA, ŞANTİYELERDE, OFİSLERDE NELER OLUYOR? n Denizli’de Karayolları 27’nci Şube Şefliği’nde çalışan taşeron işçileri, ücret gasplarına karşı iş bıraktı. n DİSK Gıda-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan Divan Turizm işçileri, işe geri alınmaları için direnişlerini sürdürüyorlar. İşçilerin otel önünde yaptığı son eyleme ise polis saldırdı. n Urfa’da taşeron işçileri kadro hakları için eylem yaptı, “Belediyelerdeki krallık son bulsun” ve “Memur ve taşeron anaların hakları bir olsun” pankartları açıldı. n Hattat Holding’e bağlı HEMA’nın Bartın’daki maden ocağında işçiler, iki asgari ücret tutarındaki ücretlerinin gasp edilmesine karşı eylem yaptı. n Belediye-İş İzmir şubelerine bağlı binlerce işçi, CHP’li Bayraklı Belediyesi’nde sendikalaşma nedeniyle işten atılan 21 işçiye sahip çıkmak için eylemdeydi.

iki haftaya yakın süredir yemekhane eylemleriyle, yürüyüşlerle ve Türk Metal sendikasının ıslıklanmasıyla devam eden eylemlerini birleştiren işçilerin üç ana talebi var: 1. Ücretlerin Bosch sözleşmesi baz alınarak yeniden ayarlanması, bunu MESS’e kabul ettirmek üzere bir ek protokol hazırlanması 2. Temsilciler başta olmak üzere sendika yöneticilerinin demokratik bir yöntemle işçiler tarafından seçilmesi. 3. Yaşanan süreçten dolayı hiçbir işçinin işine son verilmeyeceği konusunda garanti verilmesi.

n Türk-İş’e bağlı DERİTEKS Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan SF Leather Deri işçilerinin direnişi bir ayı geride bıraktı. n İzmir’de Eğitim Sen üyeleri rotasyona ve performansa dayalı çalışmaya karşı eylem yaptı. n Tokat’taki TOKİ konutlarının inşasında çalışan işçiler, alacakları ödenmediği için inşaatın çatısına çıktı. n Hatay’ın İskenderun ilçesinde Barbaros Hayrettin Denizcilik Fakültesi’nin inşasında taşeron şirkete bağlı olarak çalışan işçiler, alacaklarını tahsil edemedikleri gerekçesiyle yapımını sürdürdükleri konferans salonunu ateşe verdi. n Samsun’un 19 Mayıs ilçesinde kurulu BAT sigara fabrikası işçileri, patronun toplu iş sözleşmesi görüşmelerindeki dayatmalarını protesto etmek için servislere binmeme eylemi gerçekleştirdi.

n Ankara’da Yılmaz Çelik Hasır işçilerinin kıdem hakkı için başlattıkları direniş bir ayı geride bıraktı.

n Çiğli Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Zf Lemförder fabrikasındaki metal işçileri, vardiya çıkışlarında sözleşme sürecindeki uyuşmazlık süreci ve çalışma ortamlarındaki sıkıntılara ilişkin eylem yaptı.

n Sendikalaştıkları için işten atıldıktan sonra Nestle fabrikası önünde 300 güne yakın süredir direnişlerini sürdüren işçiler açlık grevine başladı.

n Kocaeli’de kurulu bulunan TüvTürk Araç Muayene İstasyonlarında TÜMTİS’e üye oldukları için işten atılan 48 işçinin direnişi bir ayı geride bıraktı.

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

TEK YOL PLANLI EKONOMİ Dünyada her dokuz kişiden biri açlıkla mücadele ediyor. Başı neoliberalizmin acımasızlıkla uygulandığı Afrika çekiyor. Onu Asya izliyor. Hollanda, dünyanın sekizinci en büyük ekonomisi. Ancak anneler bebeklerine mama bulamıyor. Sert tartışmalar ve kavgalar yaşanıyor. Çünkü mamalar, Çinli tüccarlar tarafından toptan alınıp götürülüyor. Çin, dünyanın en büyük ekonomisi. Çinli ebeveynler bebek mamalarını marketlerden değil yasadışı yollardan alıyor. Çünkü Çin’de üretilen mamalara melamin karışmış, en az 6 bebek ölmüş, 300 bini hastalanmıştı. Bu

yüzden Avrupa’da üretilen mamaları istiyorlar. Hollandalı anneler marketlere saldırırken, dev küresel şirketlerin hakim olduğu gıda pazarında fiyatlar rekor üstüne rekor kırıyor. Buğday ve mısır başta olmak üzere temel gıda fiyatları tırmanıyor. Buna karşılık yılda 1.3 milyar ton yiyecek çöpe atılıyor. Neoliberalizmin bayrağının dalgalandığı, bu en büyük ekonomilerde piyasa her şeyi çözmediği gibi, bebek mamasına parayla erişimi bile sağlayamıyor. Devlet kapitalizmini sosyalizm diye pazarlayan stalinizmin korkunç mirası, ekonomiyi planlama fikrinin de rafa kaldırılmasına neden oldu. SSCB ve Doğu Bloku’nda neyin, ne kadar üretileceğine, kime ne kadar dağıtılacağını bürokratlar karar veriyordu. Ekonomik plan, israfı ortadan kaldırmak, üretilen zenginliği eşit bir şekilde paylaştırmak için değil Rusya’yı diğer

Öte yandan 2015 1 Mayıs’ında Türkiye’nin en kritik seçimine doğru gidilen bir süreçteyiz. Bu dönemde seçim barajını yıkarak halkın iktidar mücadelesinin önünü açabiliriz, işçi taleplerinin gerçekleşmesi için önemli bir avantaj sağlayabiliriz. Barajın yıkılması, HDP’nin meclise girmesinde en büyük pay yoksulların, emekçilerin, işçilerin olacaktır. İşçiler, emekçiler 1 Mayıs’ta işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününü kutlamak için hazırlanıyorlar. Hükümetin yasakçı tavırlarına karşın 1 Mayıs’ın tüm işçi örgütlerinin katıldığı, milyonlarca işçinin en temel sorunlarının ifade edildiği birleşik bir dayanışma günü olarak kutlanması gerekir. 1 Mayıs’ın öncelikle tüm alanlarda ve iş yerlerinde işçilerin birlikte kutlayacağı bir gün olması önemlidir. İşçi konfederasyonları en azından 1 Mayıs’ta aralarındaki her türlü anlaşmazlığı bir yana bırakıp bir araya gelmeliler, işçilerin gücünü dosta düşmana göstermelidirler. İstanbul’da hükümet Taksim yasağını sürdürmeye kararlı gibi görünüyor. 1 Mayıs’ı tatil günü ilan ederek zamanında olumlu bir adım atan hükümet, yıllardır sürdürdüğü anlamsız Taksim yasağı ile işçi düşmanı tutumlarına bir yenisini daha eklemektedir. 1 Mayıs Tertip Komitesi önceki gün yaptığı açıklamada hükümetin bu yasakçı tutumunu protesto etti ve Taksim ısrarını bir kez daha ortaya koydu. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması elbette her zaman değişmez talebimiz olarak kalacaktır, kalmalıdır. Ancak 1 Mayıs asıl olarak işçi sınıfının kitlesel gücünü gösterdiği ve taleplerini ifade ettiği bir gündür. Bunun için “her yer Taksim, her yer 1 Mayıs alanıdır” diyerek hareket etmeliyiz. İşçilerin birlikte harekete geçebildiği her yerde 1 Mayıs kutlanmalıdır. Asıl önemli olan işçi sınıfının birlikte, kitlesel mücadelesidir, son yıllarda sınıfın karşılaştığı sorunların ve çözümlerin topluma, kamuoyuna anlatılmasıdır. 1 Mayıs tüm dünya emekçilerine kutlu olsun. kapitalist devletlerle olan rekabetinde üstün kılmak; hızlı sermaye birikimi için yapılmıştı. O planların hiçbirisi hayata geçmediği gibi SSCB ekonomisini de yerel plan değil dünya pazarında rekabet belirledi. Piyasa ekonomisi küçük bir azınlık dışında milyarların yaşam koşullarını iyileştirmezken, şirket egemenliği iklimi değiştirip büyük yokoluşu hazırlarken, insanı ve doğayı koruyacak tek yol sosyalizmin ekonomik önerisi olan planlı ekonomidir. İnsanlığın geleceği, piyasa ekonomisinin insafına bırakılamaz. Üreticilerin doğrudan iktidarında neyin, ne kadar üretilip nasıl paylaşılacağı yine üreticiler tarafından planlamalı. Bu plan bir azınlığı zengin etmek içindeğil herkes için bolluğu yaratmalı. Emekçilerin yaptığı ve denetlediği, yenilenebilir enerjiye dayalı planlı ekonomi, tok ve özgür bir geleceğin temeli olacak.


10 SİNEMA&KİTAP

İŞÇİ MÜCADELESİ VE LGBTİ’LERİN ÖZGÜRLÜĞÜ MELTEM ORAL

TOPLANTI DUYURULARI

Henüz vizyona girmeyen ancak internette ulaşılabilir olan Pride (Onur) filmi dayanışmanın ve fikirlerin değişmesinin mümkün olduğunu muhteşem bir şekilde gösteren gerçek bir hikâye.

30 Nisan 2015 Perşembe, saat 19:00 SEÇİMLERDE NE YAPMALI?

Neoliberal politikaların azılı savunucusu Margaret Thatcher denince akla gelen ilk şey maden işçilerinin efsane grevidir. Dünya mücadele tarihine geçen grev 1984’te Thatcher’ın binlerce madencinin işsiz kalmasına neden olacak kömür ocaklarını kapatma kararıyla başlamıştı. Bir yıl boyunca süren grev işçi sınıfının devlete ve sermayeye karşı mücadelesinin ne kadar keskinleşebileceğine dair birçok dersle dolu. Pride grevin diğer bir efsanevi yönüne odaklanıyor.

BEYOĞLU

Konuşmacı: Yıldız Önen Leyla Teras İstiklal Cad. Mis Sok. No:6 Kat:4 Beyoğlu KADIKÖY

Konuşmacılar: Roni Margulies- Ercan Demir Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3

Devlet şiddetine, ayrımcılığa, karalama kampanyalarına karşı mücadele eden lezbiyen ve geyler madencilerin de tıpkı kendileri gibi sistemin gazabından muzdarip olduğunu görür ve harekete geçer. Her zaman kendilerinin üzerinde olan polis şiddeti bu kez işçilerin direnişini kırmak için kullanılmaktadır. Lezbiyen ve geylerin epey ses getiren destek kampanyası, önce bir madenci köyünün sonra tüm maden hareketinin homofobik fikirlerinin değişmesinin başlangıcı olur. Mücadelenin kazanımı grevdeki işçilere destek için toplanan paradan çok daha fazlasıdır. Egemen sınıf karşısında hepimizin çıkarlarının ortak olduğunu ve ancak mücadelenin cinsiyetçilik, homofobi, ırkçılık gibi fikirleri süpürebileceğini gösteren harika bir deneyim. Grev başarıya ulaşamamış olsa da maden işçileriyle LGBT hareketinin dayanışması 30 yıldır dünyanın dört bir tarafındaki aktivistlere ilham veriyor.

YÜKSELEN STALİNİZME KARŞI MÜCADELE ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

Tony Cliff’in dört ciltlik Troçki biyografisinin üçüncü cildi olan “Yükselen Stalinist Bürokrasiye karşı Mücadele” kitabı Türkçe’de yayınlandı. Rus devrimci Lev Troçki’nin hayatının 1923-1927 arasındaki dönemini anlatan kitap Lenin’in ölümünün ardından Troçki’nin bürokrasiye karşı yürüttüğü mücadeleyi Rusya’da ve dünyadaki genel işçi mücadeleleri bağlamında ele alıyor.

Konuşmacı: Şenol Karakaş Nakiye Elgün Sok. No:32/3 Osmanbey ÜSKÜDAR

Konuşmacı: Ümit İzmen Daimler Cafe Tunusbağı Caddesi 46/B 7 Mayıs 2015 Perşembe, 19:00 BEYOĞLU

KAMP ARMEN YOK OLMASIN Aralarında Hrant Dink’in de olduğu 13 çocuğun yıllar önce elleriyle inşa ettiği Tuzla Ermeni Yetimhanesi yok olmak üzere. Yıllar boyunca binden fazla yoksul çocuğun var ettiği, yetiştiği kampın müdürü 12 Eylül darbesinin ardından ‘Ermeni militanlar’ yetiştirildiği gerekçesiyle içeri alınmıştı. O tarihten sonra kampın idaresini Hrant Dink ve arkadaşları üstlenmişti. Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı 1962 senesinde her türlü yasal işlemi yerine getirip araziyi satın almış olmasına rağmen tapu iptal edilmişti. Yargıtay Genel Kurulu 1974 yılında 1936’dan o güne kadar azınlık vakıflarının bağış, vasiyet veya satın alma yoluyla edindiği tüm malların herhangi bir karşılık olmadan eski sahiplerine iade edilmesine dair bir karar almıştı. Bu karara yaslanarak pek çok kez el değiştirilen kamp bugün tamamen yok olma riskiyle karşı karşıya. Kampın bulunduğu yerde bu yaz inşaata başlanacak.

Ekim Devrimi’nden sonraki iç savaş yıllarının ardından işçi sınıfının güçsüz düşmesi hem bürokrasinin yükselişine hem de Bolşevik Parti’nin iç demokrasisinin zayıflamasına neden olmuştu. Troçki bir yandan işçi sınıfını savunup diğer yanda dünya devriminin önemine vurgu yaparken, 1923 Alman Devrimi’nin yenilmesi ve köylülerin işçiler karşısında güç kazanması onun yürüttüğü muhalefetin zayıf kalmasına neden oldu. Parti içi grupların yasaklandığı bir ortamda Troçki Ekim Dersleri kitabıyla Zinovyev ve Kamanev’e karşı bir polemik yürüttü ancak daha sonra onlarla birlikte Stalin’e karşı birlik olmak zorunda kaldı. Troçki’nin milyonlarca işçi ve askerin lideri olduğu dönemle onun Stalin’e karşı açık ve uzlaşmaz bir şekilde mücadele ettiği dönem arasında kalan 192327 yılları Troçki’nin pek çok geri adım attığı ve uzlaşmaya gittiği bir dönem oldu. İngiltere ve Çin’de Stalin’in ve “tek ülkede sosyalizm” teorisinin pratik yıkıcı sonuçlarının ortaya çıktığı bu dönem Troçki’nin Stalin’e doğrudan cephe alması ve bunun sonucunda Alma Ata’ya sürülmesiyle sona eriyor. Tro-

ŞİŞLİ

çi biyografisinin bu cildi kendisinden önceki iki cilt gibi her devrimcinin mutlaka okuması gereken bir kitap. Çünkü kitap Troçki’nin Yeniyol, Ekim Dersleri, Gündelik Hayatın Sorunları kitapları ile Çin ve İngiltere üzerine yazdığı yazılara önemli bir arka plan sağlıyor. Troçki’nin yürüttüğü muhalefetin önemini vurgularken, onun hatalarını da gizlemiyor.

Hrant Dink ‘Davacıyım ey insanlık’ başlıklı kampın yok oluşa sürükleniş serüvenini anlattığı yazısında şöyle diyordu: “Orada yetişmiş bin beş yüz çocuğun alınterinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gasp ettiler. Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helal ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum.” Tuzla Ermeni Yetimhanesi yok oluşu hak etmiyor. Ermeni toplumunun hafızasındaki önemi tartışmasız olan yetimhane korunmalıdır.

100. YILDA ERMENİSTAN İZLENİMLERİ Konuşmacı: Gonca Yıldız Leyla Teras İstiklal Cad. Mis Sok. No:6 Kat:4 Beyoğlu ŞİŞLİ

EVRİM VE İNSAN DOĞASI Konuşmacı: Tolga Yıldız Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey KADIKÖY

ÖZGÜR KIBRIS Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 8 Mayıs 2015 Cuma, 19:00 FATİH

100. YILDA ERMENİSTAN İZLENİMLERİ Konuşmacı: Gonca Yıldız Beyrut Kafe At Pazarı Meydanı, No: 7 BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171 www.sosyalistisci.org


İKLİM&ADALET 11

“ASIL SORUMLU DEVLETLER”

ÖNE ÇIKAN Ozan Tekin

KOMÜNİSTLERİN 24 NİSAN ÇIKIŞI “Soykırım” kavramının “emperyalist icadı” olduğu için kullanılmaması gerektiğini iddia eden ulusalcılarla dalga geçtiğimiz bir anda, bir yoldaşım sormuştu: “Acaba bunlar Yahudi Soykırımı/Holokost yerine de bir kelime arıyorlar mıdır?” Arıyorlar mıdır, bilmiyorum. Ama bir “çıkış” aradıkları kesin ki, inkârcı bir gazete geçenlerde “Komünistlerden ‘24 Nisan’ çıkışı” diye manşet atmış. Soykırım denmediğinde dahi 24 Nisan’ın tırnak içine alındığı bu gazetede, 1915, AKP’nin “ortak acı” söylemine benzer bir şekilde, “Medz Yeğern, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Balkanlar’dan sürgün edilen yüzbinlerce Müslüman ve Anadolu’dan sürülen Rumların acılarıyla birlikte coğrafyamızı dağlayan, oldukça uzun ve günümüze uzanan felaketler zincirinin en korkunç halkasıdır” denilmiş.

İklim değişimini durdurmak için devletler neden harekete geçmiyor? İklim değişikliği gerçek ve ciddi bir tehlike. Sıradan insanlardan hükümetlere kadar pek çok kesim bu sorunun varlığını kabul ediyor. Medyada iklim değişimin yarattığı problemler sık sık gündeme geliyor. Yetki sahibi olanlar da, olmayanlar da bu konuda bir şeyler yapılmalı diyor. Küresel bir mücadele ve yenilenebilir temiz enerji üretimi çağrıları tekrarlanıyor ancak asıl sorumlu olan devletler bu konuda bir adım atmıyor. Bunun nedeni içinde yaşadığımız kapitalist sistemin öncelikleri ve isleyiş mantığı. Dünya kapitalizminde ekonomik güç dev şirketlerin elinde. Fortune dergisi ilk 500 listesine göre 2014 sıralamasında ilk onda Wal-Mart, Exxon Mobil, Chevron, Berkshire Hathaway, Apple, Phillips 66, General Motors, Ford Motor, General Electric, Valero Energy var. Bunların 8’inin temel faaliyet alanı petrol ve araba endüstrisi. Öte yandan listenin tepesini zorlayan başka şirketler var. Kapitalizmin diğer güç merkezi ise birbiri ile sürekli bir rekabet içerisinde olan büyük devletler. Bu devletler doğrudan veya dolaylı olarak dev şirketlerle ekonomik anlamda birbirine kitlenmiş durumda. Herbiri kendi ‘ulusal’ yani kendi kapitalizmi ve şirkelerinin kârları için diğerleri ile rekabet ediyor. Bu nedenle devletler bırakınız iklim konusunda somut adımlar atmayı, bu konuda bir şey yapmamak için direniyorlar. Zira bu rekabetçi kar ya-

rışında kimse ilk adımı atmak istemiyor. Örneğin, ABD’li kapitalistler ‘’karbon emisyonunu azalatacak girişimlerde bulunamayız çünkü Çin bizim önümüze geçer’’ diyor. Aynı mantıkla Çin’li patronlar “ABD’nin gerisinde kalmamak için sanayi gelişimimizden ödün vermeyiz’’ diyor. Kapitalizmin doğası olan bu işleyiş ile iklim sorunu çözülemez İklim değişimi sorununu nasıl çözeceğiz? İklim sorunu bilimsel ve teknik bir sorun değil. Sıradan insanları, milyarlarca işçiyi ve fakiri ilgilendiren ve doğrudan etkileyen politik ve ekonomik bir sorun. Bu sorun, dünya devlerinin ekonomik çıkarları için aldıkları politik kararlar ve bunları dayatan uygulamaları ile ilgili. İklim sorununun çözümü kapitalizmin alternatifini yaratmaktan ve ‘’kâr değil insan’’ diyen bir sistemi kurmanın mücadelesinden gelecektir. Alttan gelen ve kitelesel mücadelelerle sosyalist, yeni bir dünyanın kurulması mücadelesinin bir parçasıdır. Bu nedenle iklim sorunu bir işçi sınıfı mücadelesi olmalıdır. Ancak işçi sınıfı mevcut politik-ekonomik sisteme karşı güçlü ve gerçek bir alternatif yaratabilir. Bu mücadeleye, yerel – uluslararası kampanyalara katılarak bunu başarabiliriz. Çevre kirliliği, iklim değişimi ve bunların yarattığı felaketler bir kader değil, kapitalizmin doğrudan bir sonucudur. Kapitalistler insanlığın geleceğini, doğayı, ve tüm dünyayı riske atarak kârlarının derdindeler.

“Bu süreç” diye bahsedilen soykırımın “sağlıklı değerlendirilebilmesinin ön koşulu” olarak “liberal ve milliyetçi önyargılar”dan kurtulmayı öneren gazete, daha sonra Türk milliyetçiliğinden kurtulamadığını ispatlamış. Türk veya Ermeni (?) milliyetçiliğini sürecin açıklayıcısı olarak gören yaklaşımlar “meselenin özünü perdelemekte” imiş. Peki meselenin özü perdelenmediğinde neler varmış? Karmaşık ekonomik, siyasi ve ideolojik dinamikler! Neyse ki “solcu” gazete bu dinamikleri çözmüş ve şu sonuca varmış: “Ermeni Soykırımı’nın tanınması solun tanımlayıcı unsuru olamaz”. İşçi sınıfı iktidarının zemini, “pek çok vesileyle itibarsızlaştırılmak istenen, kuruluşunu bir rastlantı ve kaza olarak görmemiz istenen Türkiye Cumhuriyeti” imiş. Komikliklerini daha fazla uzatmayayım ama özetle, “o sözcük” diye yine tırnak içine alınan soykırımın tanınması meselesi, bu “sol”a göre “halkları birbirinden uzaklaştırmakta” imiş. Yani Türk milliyetçiliğinin tehditkâr diliyle, “Soykırım derseniz Türk halkı olarak sizden uzaklaşırız” diyorlar. “Emperyalizm” lafını soykırım aklayıcılığına kalkan yapma çabaları aldatmamalı kimseyi. Ve kuşkusuz ki “çıkış” konusunda da yanılıyorlar. Komünistler bu memlekette “24 Nisan çıkışı” yapalı çok oldu. Bundan 30 yıl önce basılan Sosyalist İşçi’nin 13. sayısında, Doğan Tarkan’ın bir mahlas kullanarak yazdığı yazının yanında “Ermeni Soykırımı’nın 70. yıl dönümü – Kahrolsun ırkçılık!” deniliyordu. Bu çıkış gelecek yıllara taşındı.

İZMİR’DE SAĞLIKLI YAŞAM HAKKINA MÜDAHALE ESRA AKBALIK

Gerçek anlamı, “yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların plan, fen, sağlık ve çevre koşullarına uygun oluşumunu sağlamak” olan İmar Kanunu, yerel ihtiyaçlara ve koşullara uygunluk gözetilmeden, merkezi kararlar ile ele alındığında, yaşam alanlarını olumsuz etkileyen ciddi müdahaleler anlamına geliyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulan Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliği’nde yapılan kat yüksekliği artışları da özellikle İzmir’in simgesi Kordon’un siluetine yönelik yaratacağı sağlıksızlık sebebiyle bu müdahalelerin son örneği olarak geniş yankı uyandırdı. Konak Belediyesi’nin haklı itirazları ve engellemeye yönelik somut çaba ve önerilerine rağmen Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından onaylanan bu kat yüksekliği artışı, maksimum metrekare-maksimum kar denklemi ile yürüyen inşaat sektörü için muhtemelen fırsat gibi görünürken, tüm kenti ciddi anlamda etkileyecek sonuçlara sebep olacak. Hali hazır durumda bile bir kıyı şeridinde olabilecek en sağlıksız dikey

büyümeye sahip olan Kordon bölgesi için kat yüksekliklerinin arttırılması kararı, bölge halkının ve meslek odalarının da dile getirdiği gibi, bölgenin ve kentin doğal ışık, gölge, hava akışını olumsuz yönde etkilerken, sahil şeridinin siluetini de bozulmaya uğratacak. Kıyı şeritleri, yeşil alanlar gibi kentlerin ve bölgelerin doğal sürekliliğini sağlayan temel kaynakların, inşa edilmiş çevreler ile denge bozumuna uğratılması; iklim değişikliği, sağlıksız yaşam alanları, buna bağlı nüfus hareketleri gibi, pek çok zincirleme problemi de beraberinde getiriyor. Alınan keyfi kararların ve kar odaklı revizyonların, bölgesel bütünlük ve doğal denge gözetilmeden, kısa vadeli çıkarlar doğrultusunda alınmasının bedeli, çok daha geniş kitlelerce ve ağır şekillerde ödeniyor. Bu sebeple, doğal ve yapılı çevrelere yönelik her türlü müdahalenin dikkatle incelenmesi ve daha geniş kitlelerce itirazın dillendirilmesi her geçen gün daha fazla önem kazanıyor.

Hesaplaşma ve mücadele süreci 2010 yılında Taksim’de yapılmaya başlanan anmalarla doruğa çıktı. Bugün, tüm dünyada adalet isteyenler, “Ermeni Soykırımı tanınsın” diyenler, 24 Nisanlarda gözünü Taksim’e dikiyor. Bu anmaları Türkiye’de milliyetçiliğe karşı iflah olmaz bir mücadele veren devrimci sosyalistler başlattı. Bugün solun çeşitli dinamikleri olanca gücüyle katılıyor. Ve sosyalistlerin başlattığı bu hareket, kimilerinin “emperyalizm” ile açıkladığı uluslararası baskıyla birlikte, AKP’nin de dahil olduğu Türkiye devletinin ve hükümetlerinin soykırımı inkâr geleneğini çatırdatıyor. Bu büyük mücadelenin yanında, “Emekli diplomatlar ve Ermeni örgütleri tarafından katledilenlerin yakınları Ankara’da yürüdü” diye haber yapanlara ise ulusalcı olduklarını hatırlatmak düşüyor bize.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

HDP’YE OY VERMEK HER HALKTAN VE İNANÇTAN İŞÇİNİN ÇIKARINADIR Sosyalist İşçi yazarı ve Sokakta Mücadele Sandıkta HDP kampanyası aktivisti Volkan Akyıldırım genel seçimlerde hangi tutumun işçi sınıfının çıkarına olduğunu anlatıyor Devrimi savunan bir partinin üyesi olarak HDP’ye oy çağrısı yapan bir kampanyanın içindesin. Antikapitalistler seçimlere nasıl bakar? Sosyalizm parlamentoda çoğunluk oluşturarak, hükümet olarak, yasalar çıkartarak kurulamaz. Çünkü meclis iddia edildiği gibi halkın kendi temsilcilerini seçip kendini yönettiği bir organ değil egemen sınıfın şiddet aygıtı devletin bir parçasıdır. Hayatımıza yön verilen kararlar o çok kavgalı-atışmalı meclis oturumlarında alınmaz. Kulislerde, gizli toplantılarda, sermayenin örgütlerinde alınır ve uygulanır. 5 dakikada oy veririz, seçtiğimiz vekilleri dört yıl boyunca hiçbir denetleme şansımız yoktur. Biz seçimleri en geniş emekçi kitlelere kapitalist düzenin ve egemen sınıf partilerinin teşhir etmek için bir fırsat olarak görürüz. İşçi sınıfının temsilcilerinin meclise gitmesini destekleriz. Böyle adaylar yoksa işçi sınıfının taleplerini savunan partilere oy çağrısı yaparız. Seçimlerde aldığımız tutum seçim sonrasında işçi sınıfı için iyi mücadele koşullarını getirmesiyle doğrudan ilgilidir. DSİP’in “sokakta mücadele” vurgusu asıl değişimin sandıkla değil emekçi kitlelerin kendi yığınsal eylemleriyle geleceğine işaret eder. “Sandıkta HDP” çağrısı ise bu seçimlerde her halktan ve inançtan işçinin çıkarına olanı anlatıyor. Ana gövdesini Kürt özgürlük hareketinin oluşturduğu, ezilen bir çok kesimin taleplerini savunan HDP’ye oy vermek neden Türkiyeli işçilerin çıkarınadır? Biz emekçiler için 7 Haziran gecesi sandıktan çıkacak en iyi sonuç, HDP’nin barajı geçmesi, AKP’nin anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa ulaşamaması, CHP ve MHP’nin ise başarısız olmasıdır. Merkezinde HDP’nin antidemokratik seçim barajını geçmesi duran bu sonuç: - Kürt halkının hak ettiği gibi mecliste dördüncü parti olarak temsilini sağlayacak, böylece barış süreci garanti altına alınmış olur. - 2010 referandumunun ardından darbecilerle kol kola giren, yolsuzluklarını örtbas edip iktidarını korumak için Ergenekoncuları Balyozcuları sokağa salan, polislerine ölSOSYALİZM SOHBETLERİ Meltem Oral

HALKLARIN HAPİSHANESİ Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını talep etmek başta olmak üzere Türkiye Devleti’nin Sünni, Müslüman, Türk olmayan halklara yönelik tarihi boyunca uyguladığı ırkçı, milliyetçi politikalardan hesap sormak neden solun tanımlayıcı unsurudur? Bu soruya verilecek ilk yanıt Türk egemen sınıfının yaratılmasında soykırımda el konulan malların belirleyici rolüdür. Egemen sınıfa, sermayeye karşı mücadele eden Türkiye solu Türk burjuvazisinin Müslüman olmayan halkları ‘yağmalayarak’ palazlandığını görmezden gelemez. Soykırımın tanınması ve gereğinin yapılması yani tazminat ödenmesi talebi sadece resmî ideolojiye karşı

dürttüğü Berkin Elvan’ın annesini mitinglerde yuhalatan, Soma’da katledilen madencilerin yakınlarına tokat atan, Gezi Parkı direnişinde özgürlük isteyenlere devlet terörü uygulayan ve o günden bu yana onlarca kişinin katledilmesine yol açan, doğayı yok etttiği gibi şimdi de iki nükleer santral yaptıran AKP’ye dur denecek, işçi sınıfını bölen ve kutuplaştıran Erdoğan’ın başkanlık hayalleri suya düşecektir. - Sağcı hükümeti bunca zamandır ayakta tutan sağcı CHP-MHP’nin sağcı muhalefeti geriye itilecek, radikal sol taleplere sahip gerçek bir ana muhalefet mecliste güçlü bir şekilde yer alacaktır. Emekçileri bölen milliyetçi, ırkçı, bir talep değildir. Türk sermayesinin oturduğu koltuğu altından çekip alacak sınıfsal bir taleptir. Sorunun bir başka yanıtı halkların hapishanesi olan Türkiye Devleti’nin işçiler için de bir hapishane olduğudur. Kürtlerin ve Müslüman olmayan halkların ezildiği bir yerde işçiler özgür olamaz. Sosyalistler işçi sınıfını bölen ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik, mezhepçi tüm ayrımcı fikirlere karşı mücadelenin en ön safında olmak zorundadır. Soykırımın tanınması için verilen mücadele işçi sınıfının esiri olduğu milliyetçi fikirlerden sıyrılmasını sağladığı için de önemlidir. İşçi sınıfının birliğini sağlamanın yolu ırkçılığa karşı mücadeleyi devrimden sonraya ertelemek değildir. Bugün resmî tarihten hesap sorma mücadelesini ‘liberallerin kimlik politikası’ olarak etiketlemek sol sosuyla devletin ‘şanlı’ tarihinin arkasına gizlenmekten başka bir şey değildir. Bu söylemin güçlendirdiği yer işçi sınıfı

mezhepçi fikirler ağır bir darbe alacak, gerileyecektir. - HDP’nin seçim barajını geçmesi mücadele eden işçilere, çevre hareketlerine, ezilenlere moral ve cesaret verecektir. Karamsarlığın yerini değişim ve umudun alması, her türden demokratik ve ekonomik işçi örgütlenmesinin artmasına yol açacaktır. Sosyal devrimi savunan DSİP’in HDP için sokakta aktif kampanya yapmasının nedeni bunlardır: Son iki yılda irili ufaklı bir mücadeleye atılan, grevleri yasaklanan Türkiye işçi sınıfının birliğinin ve mücadelesinin güçlenmesi için. 7 Haziran’da sandık başına giden her işçi, kendi taleplerini programına alan HDP’ye oy vermelidir. mücadelesi değil AKP,CHP, MHP cephesinin bugün sürdürücüsü olduğu inkârcılıktır. Üstelik kendine komünist diyen bir hareket bu konuda resmî tarihin arkasına gizlenmeye bile gerek duymuyor. Açıkça söylüyor. Tıpkı HDP’yi desteklememe gerekçelerinin ulusalcılık olduğunu gizleyemeyenler bu konuda da çuvallıyorlar. Soykırımın tanınması talebinin solun işi olmayacağını iddia edenler mücadelenin yükselmesi gereken zeminin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu iddia ediyor. İnkârcı olduğunu reddederken de inkâra devam ediyor. İşçi sınıfının kurtuluşunun halkların hapishanesi olan cumhuriyetle bir alakası olamaz. Ermenileri katleden, Alevileri bombalayan, 6-7 Eylül pogromunu organize eden, Rumları bir gecede sınır dışı eden, Yahudileri süren bir cumhuriyet işçi sınıfının yükseleceği değil olsa olsa parçalayacağı bir zemindir. Bugün halkların özgürlüğü konusunda kazanılacak her talep işçi sınıfının mücadelesini de güçlendirecektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.