si_10

Page 1

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR OCAK 1985 SAYI: 10

Sosyalist İşçilerin Birliği Askeri diktatörlüğün ilanından bu yana dört yıldan fazla bir zaman geçti. Bu dört yıl üç aylık süre içinde oligarşi toplumsal muhalefeti ezmenin yanı sıra onun yeniden yeşerebileceği tüm alanları köreltti. Anayasa ve onun çevresinde çıkarılan bir dizi yasa ile toplumsal muhalefetin sesinin kısılması gelecek için de garantiye alındı. Küçük burjuva ideolojisi ile donanmış ve kadroları, kitlesi esas olarak gene küçük burjuvalara dayanan sosyalist hareket, hareketin kendi militanlarını ve hatta liderliğini dahi şaşırtacak bir süratle ezildi. Yığınsal sol örgütlerden bugün geriye sadece hoş bir seda kaldı. Onbinlerce devrimci neredeyse kıpırdayamadan yakalandı, işkencehanelere, zindanlara dolduruldu. Bu azgın terör boyunca yüzlercesi vurularak, idam edilerek veya işkence altında katledildi. Ve oligarşinin sol üzerindeki bu kanlı terörü daha hala doymadı.. Polis operasyonları tüm hırçınlığı ile sürüyor, idamlar devam ediyor, polis merkezlerinde, askeri zindanlarda devrimciler işkence altında can veriyor. Maddi olarak bugün sosyalist hareket marjinal olmaktan dahi çıkmış olmasına rağmen gerek taşıdığı potansiyeller açısından, gerekse de emekçi yığınların sindirilmesinde, yığınsal terörün devamlılığında kullanılmak üzere sürüyor sol üzerindeki terör. GENELKURMAYDAN MAHRUM TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI İşçi sınıfı hareketi cunta öncesinde toplumsal muhalefetin tek dinç odağıydı. Diğer emekçi sınıfların hareketi bozguna uğramış bir biçimde geri çekilirken, işçi sınıfının ekonomik hareketi, zaman zaman ciddi siyasal boyutlara da ulaşarak —fakat her zaman kendiliğindenci niteliğini koruyarak, ayakta durmaktaydı. Mücadeleye her gün yeni birlikler süren bir orduydu işçi sınıfı.. Ne var ki bu ordu yetişkin

İçin İleri Recep GÖKIRMAK bir genelkurmaydan, savaşa hazır bir siyasal örgütlenmeden ve disiplinden yoksundu. Dolayısıyla savaş cephesine her gün yeni birlikler sürülmesine rağmen bu birlikler, ne yapacağını bilemeyen hedefsiz, araç ve gereçsiz, komutasız bir orduyu andırmaktaydı. 100 bine yakın işçi grevde olduğu cunta ilan edildiğinde 40 bin işçinin grevi sürmekteydi) bu sayının iki katının yasa dışı grevler direnişler yaşadığı bir ortamda, askeri diktatörlük, kelimenin tam anlamı ile bir saatte, tüm bu gücü darmadağın etti. İşçi sınıfının var olan tüm ekonomik örgütlenmesi parçalandı. DİSK kapatıldı. Türk-İş ve bağımsız sendikaların faaliyeti yasaklandı. Tüm sendikal faaliyet durduruldu. Grev ağır bir suç olarak ilan edildi. İşçi sınıfı kendini kör bir karanlıkta buldu. Diğer emekçi sınıfların örgütlenmesi ise daha 12 Eylül’den çok öncelerinden beri geri çekilen, daralan bir eylemlilik içindeydi. Kimi kesimler için ise bu, adeta bir panik ortamıydı. Cunta, küçük burjuvazinin panik içindeki bu kesimlerini derhal yedek gücü haline getirdi. Şanssız Türkiye’nin şanssız “demokrat” aydınları, yazarları bu kesimin içinde yer aldılar. Şimdiye kadar da bu yerlerini korumaya devam ediyorlar. Cuntanın aldığı en önemli tedbirler, siyasal demokratik hakların alabildiğine kısıtlanması ve işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele yeteneklerinin ortadan kaldırılmasıdır. İkinci tedbir 24 Ocak kararlarının en önemli yanını oluşturmaktadır. Böylelikle dört yılda işçi ücretleri astronomik ölçülerde geriledi. 20

yılda kazanılan tüm yaşam koşulları iki yılda kaybedildi. Daha da önemlisi bunların yeniden kazanılmasının yolunun üzerine yoğun barikatlar, engeller kondu. OLİGARŞİNİN SALDIRISI Açıktır ki, oligarşi ve onun siyasi temsilcileri sınıf savaşını işçi sınıfının siyasal temsilcisi olma iddiasındaki birçok “sosyalistten” daha iyi bilmekte ve sürdürmektedir. Oligarşi iyi bilmektedir-ki kendisi için tek ama tek ciddi tehlike işçi sınıfıdır. Onun örgütlülüğü, onun siyasal alana örgütlü bir güç olarak çıkmasıdır. Ve oligarşi gerek dünya ölçeğinde gerekse Türkiye’de sahip olduğu deneylerle iyi bilmektedir ki; işçi sınıfı dışındaki sınıfların hareketliliği, siyasal eylemleri ve bunlara dayalı bir küçük burjuva sosyalist hareketi sadece geçici bir sıkıntıdır ve küçük bir fedakarlıkla temizlenebilir. Nitekim gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül bunun kanıtıdır. Dersini iyi bilen oligarşi bu nedenle bu kez işçi sınıfına cepheden saldırdı. Ve bu saldırısını, baskıyı bir an olsun eksiltmeden sürdürüyor. Geçmişi bir seneye yaklaşan “yeni toplu sözleşme dönemi” oligarşinin işçi sınıfına karşı kararlı tavrını gösteriyor. Bu dönem boyunca imzalanan hemen hiç bir toplu sözleşmede oligarşinin çizdiği sınırlar aşılmadı, özetle 24 Ocak ekonomik tedbirlerinin temel ilkesi hiç aksamadan “demokrasi” altında ve “serbest” toplu pazarlık döneminde de sürüyor. Öte yandan siyasal demokrasinin

alabildiğine kısıtlanmışlığı, toplumun dokunulmamış “demokratik” güçlerinin cuntanın yedek gücü olma durumlarını koruyor olmaları ve sosyalist hareketin gerek teorik, gerekse de maddi’ çaresizliği, 24 Ocak ekonomik tedbirlerinin temel ilkesinin korunmasında başlıca faktörler. Sosyalist hareketin en büyük bölümü küçük burjuva sosyalizminden daha hala yolunu ayıramadığı gibi, bugün maddi olarak da ezilmiş durumda. Ne acı ki, onun maddi ezilmişliğinin gevşemesi de gene siyasal demokrasinin genişlemesine, nefes borularının bir ölçüde açılmasına bağlı. SİYASAL DEMOKRASİYİ KİM OMUZLAYACAK? Siyasal demokrasiyi kim omuzlayacak ? İşte günümüzün yakıcı sorusu kuşkusuz bu. Zira, gerek işçi sınıfı hareketi, gerekse sosyalist hareket en ciddi bir biçimde buna ihtiyaç duyuyor. Her ikisinin de soluklanabilmesi ve yeniden ileriye atılması —solun teorik çıkmazı ve bu çıkmazın sonucu her iki hareketin dün olduğu gibi ayrı kanallardan ileriye atılacak olması, kuşkusuz ayrı bir sorundur— tamamen buna bağlıdır. Küçük burjuva aydınlar, “demokratlar”, küçük burjuva solu bunu sağ güçlerden beklemektedir. Bu sağ dün —büyük bir şaşkınlığın sonucu— kimileri için ANAP’tı. Bugün kimileri için SODEP veya DSP’dir. (Sosyal demokrasi üzerine Sosyalist İşçi’nin son 4 sayısında çıkan yazılar bu anlayışa yeterli cevaptır. Bu nedenle burada üzerinde durmayacağım. Kimileri için ise —ki bu akım hızla genişlemekte, güçlenmektedir— bu yeni popülist ideolojilerdir. Solun var olan popülist temelleri de bu akıma büyük bir avantaj sağlamaktadır. Küçük bir azınlık için ise kendi sağındaki güçlere değil, bizzat kendi güçlerine dayalı doğrudan eylemdir. Ama kendi “güçleri” hangi sınıfsal temele dayanmaktadır?


Sayfa: 2

Sayı: 10

SOSYALİST İŞÇİ

Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere

Yurtdışı baskısı OCAK 1985, Sayı: 10

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

HABERLEŞME ADRESİ: BM BOZ 5737, London WC1N 3XX, UNITED KINGDOM Bugün için küçük bir azınlık için ise siyasal demokrasinin omuzlanması bizzat işçi sınıfının görevidir ve o bu görevini yerine getirmek için yoğun bir hazırlık içindedir. Türkiye işçi sınıfı maddi olarak süratle güçlenmeye başladığı 1950’lerin sonundan bu yana maddi gelişiminin yanı sıra ciddi mücadele deneyleri de kazanmıştır.Son 4 yıl en acı bir biçimde dahi olsa Türkiye işçi sınıfına yeni deneyler daha kazandırdı. Açık ki, işçi sınıfının büyük yığınları ciddi bir moral bozukluğu içindedir. Aynı durum belirli ölçülerde, ileri unsurlar içinde geçerlidir. Ancak son bir yıldır ileri unsurlar, öncüler hızla toparlanmaktadır. Dört bir yanda, bütün önemli fabrikalarda öncüler gerek ekonomik mücadeleyi alabildiğine düzenlemeye, hamle ettirmeye çalışmaktadır, gerekse de hızla siyasi sorunlara daha büyük bir ilgi duymaktadır. Bugün,, hiç değilse sınıfın öncü unsurları, siyasi demokrasi için mücadelenin gerekliliğini ve aynı zamanda da tüm toplum içinde işçi sınıfının bu mücadeleye yatkın —bugün için— tek sınıf olduğunu kavramaya başladı. Bu gelişme savaş davulunun usul usul yeniden çalmaya başlamasıdır. İşçiler hiç bir hayalciliğe, fantaziye, maceracılığa kaymadan adım atıyorlar. Yavaş, çok yavaş adımlar atılıyor

ama sağlam, çok sağlam adımlar. Grev hakkının kazanılması gerekir. Bütün öncüler bunu biliyor. Grev hakkının kazanılması için örgütlü olmak gerekir, örgütlülüğün yasal biçimi sendikadır, öncüler, sendikaların bugünkü niteliğini de iyi biliyor, bu nedenle, değişik biçimlerde yeni örgütlenmeler oluşturarak bir yandan daha geniş işçi yıKUŞKU OLMASIN BAŞARACAĞIZ ğınlarına siyasal gerçekleri açıklıyor, diğer yandan ise yasal örgütlenmeyi — sendikaları — sarsmaya, zaptetmeye hazırlanıyor. Hareketin bugünkü gelişimi, hemen yarın radikal değişimlerin, eylemlerin olmayacağını açıkça gösteriyor. Ama gelişimin yönü belli. Görev onun temposunu hızlandırmak. Komünistlerin işçi sınıfı saflarmdaki görevi bu noktada düğümleniyor. Solun bütünüyle aynı ölçüde maddi olarak tahrip olmuş olan komünistler, bölünmüşlüğün daha da ağırlaştırdığı bu koşullarda ilk iş olarak öncünün birliğini sağlamakla yükümlüdür. Bunu tamamlayan görev teorik mücadele; komünistlerin birliğidir. Kuşku olmasın, başaracağız!

Sosyalist İşçi okurlarına, Sosyalist İşçi’nin Kasım 1984 sayısı elde olmayan teknik nedenlerle büyük ölçüde gecikti. BU nedenle gazetemizin Kasım ve Aralık sayıları birleştirilerek tek bir sayı olarak yayınlandı. (Kasım - Aralık 1984, Sayı: 8 - 9 ) Kasım sayısının gecikmesine neden olan teknik aksaklıkların bir kısmı bugün giderildi. Yazı Kurulu aldığı çeşitli tedbirlerle var olan aksaklığı tamamen gidermeye çalışarak aynı durumun bir daha ortaya çıkmaması için çalışmaktadır. Aksaklıklarımızdan dolayı okurlarımızdan özür dileriz.

Sümerbank ve Sunugurlar’da Mücadele Dört yıllık bir aradan sonra fabrikalarda yeniden kıpırdanmalar başladı. Sömürünün her gün daha da artmasına, işçilerin açlığa mahkum edilmesine karşı susmakta olan emekçiler yeniden mücadeleye atılmaya başladılar.

Gelen mücadele - direniş haberlerinden biri de Sümerbank fabrikasından. Sümerbank, geçmişte, hakim sınıfların haklarını korumakta o-lan Türk-İş’e bağlı TEKSİF sendikasına karşı amansızca mücadele etti. Bu mücadelenin sonucu olarak da TEKSİF çemberi kırılarak işçiler DİSK’e katıldılar. Bu mücadele boyunca mücadeleye önderlik eden işçilere karşı yoğun bir baskı uygulandı. Bir çok işçi tutuklandı, işkenceye yatırıldı. Tüm bu baskılara rağmen işçilerin birliği ve devrimci mücadelesi kınlamadı. 12 Eylül cuntası muhalefeti yok ederek, işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarına saldırdı. Hemen hemen hepsini gasp etti. Bir avuç insanın daha da rahat yaşaması için, milyonlarca insan en kötü yaşam koşullarına itildi. İşçilerin mücadelesinde öne çıkan öncüler, son dört yıldır askeri diktatörlüğün saldırıları karşısında iş yerlerini terk etmektedirler. Birçoğu zaten zindanlarda. Cuntanın saldırılarının örneklerinden biri de Sümerbank fabrikası. Sendikal faaliyetlerin başlaması ile birlikte Sümerbank işçileri kendi aralarında DİSK üyesi olduklarını beyan ederek

Türk-İş’e bağlı sendikalara geçmeyerek DİSK’i yaşatmaya karar verdiler. Burada bazıları işçileri DİSK üyeliğinden sildirerek TEKSİF’e kaydetmeye çalıştılarsa da işçilerin büyük çoğunluğu bunlara karşı direndi. İşçileri TEKSİF’e kaydetmeye çalışanlar toplu sözleşmeden yararlanmayı gerekçe olarak göstermekteydiler. Ancak bu gerekçe işçileri kazanmaya yetmedi. TEKSİF’ e girmeyerek bağımsız kalan işçiler dayanışma aidatı ödeyerek sözleşmeden yararlanmak istiyorlar.

Bir başka örnek fabrika Sungurlar. Cuntanın iktidara gelişinden bu yana patronlar işçilerin içeride birikmiş haklarını vermemeye çalışıyorlar. İşçiler patronların bu tutumuna karşı direnmeye çalışıyorlar fakat sağlam bir önderliğin olmaması nedeniyle bu direnişleri son direnişe kadar kırılmaktaydı. Sungurlar işçileri son olarak patronların son bayram harçlıklarını vermemek istemesi üzerine iki günlük bir direniş yaptılar. Bu iki günlük direniş başarıya ulaştı. İşçiler bayram harçlıklarını kazandılar. Her gün bilinçli bir şekilde, gelişmekte olan mücadeleye sahip çıkarak sınıf kavgasına atılalım. Fabrikalarda işçi komiteleri kurmaya çalışalım. Fabrikalardaki tüm ilişkilerimizi seferber ederek mücadeleye sevk edelim. Bir İŞÇİ


Sayı: 10 Madeni Eşya Saniyicileri Sendikası (MESS), en büyük ve en modern işyerlerinin çatısı altında toplandığı bir örgütlenme. Liderliğim ise ithal ikamesine dayalı sanayileşme sürecinde başı çeken, tekelci ve emperyalizmle dolaysız bağlantı içinde olan kapitalist kesim yapıyor. MESS bugün hakim sınıfların en önemli örgütlerinden biri, belki de devlet dışındaki en önemli ve güçlü örgütü. Bugünkü başbakanın bir zamanlar (1979) MESS başkanı olduğunu hatırlatmak yeter. MESS 1959’DA KURULDU MESS 1959’da kuruluyor, fakat önceleri çok yavaş gelişiyor. 1963’te Ankara ve Eskişehir MESS temsilciliği kuruluyor. 1964’te MESS gazetesi çıkmaya başlıyor ve aynı yıl Çelik-İş Sendikası ile Türkiye Döküm Fabrikaları ilk toplu sözleşmesini yapıyor. Yine aynı yıl MESS yönetim kurulu başkanlığına zamanın Makina Kimya Endüstrileri genel müdürü getiriliyor. Böylece daha ilk kuruluş yıllarından itibaren MESS yönetim kademeleri devlet bürokrasisi ile de içice geçmeye başlıyor: Bugüne kadarki yaşamı boyunca MESS devlet bürokrasisinden çok adam devşirdiği gibi bir o kadar da MESS görevlisi bürokrasi kademelerinde önemli yerlerde görev almıştır. Bilindiği gibi en büyük transfer Turgut Ozal’dır. Özal Devlet Planlama.Teşkilatı’nda bir devlet memuru iken MESS’e geçmiş ve MESS başkanlığına kadar yükselmiştir. Sonra adeta MESS’teki eğitimini tamamlayıp tekrar devlet kademelerine geri dönüş ve AP hükümetine genel koordinatörü olmuş, bu arada 24 Ocak Paketi’nin hazırlanmasında en önemli görevi almıştır. Bunun Cuntanın danışmanlığı görevi izlemiş ve nihayet bugün Turgut Özal başbakan olmuştur. MESS ilk kurulduğu yıllarda sadece en büyük işyerlerinin ilgisini çekmiştir, orta işyerlerinin ilgisi zayıf kalmıştır. Fakat sınıf mücadelesinin keskinleştiği 1965-70 yıllarında, Maden-İş Sendikası’nın faaliyetleri 15-16 Haziran Direnişi’nin etkisiyle üye sayısı %57 oranında artmıştır. Bu, ilk kurulduğu birkaç yıldaki artış oranını saymazsak, MESS’in kaydettiği en hızlı gelişmedir. Bu hızlı gelişme sadece MESS’e has değildir, işveren sendikalarının üye sayısı 1966-70 arası 6.000’den 10.000’e fırlamıştır. MESS’in farkı şudur ki, MESS diğer işveren sendikaları ile mukayese kabul etmeye-

SOSYALİST İŞÇİ

MESS’İN 25. YILI Behçet TOPRAK

cek kadar merkezi ve disiplinli bir yapıya sahiptir. MESS 1960’lı yıllarda Milletlerarası Kalkınma Fonu’ndan yardım görmüş, çeşitli seminer ve kurslar aracılığıyla işveren sendikacılığının uluslararası deneylerinden alabildiğine faydalanmıştır. Böylece MESS’in emperyalizmle bağları salt ekonomik düzeyin ötesine geçmiş, politik-ideolojik boyutlar da kazanmıştır. 1970’LERDE MESS MESS, işçi sınıfına karşı en büyük savaşını 1970’lerin ortasında, 197678 döneminde vermiştir. Bu yıllar işçi sınıfı mücadelesinin tarihinde adeta bir dönüm noktasıdır. İşçi sınıfının mücadele düzeyi 1950’lerden itibaren önce yavaş sonra 1960’h yıllarda giderek hızlanarak artmış ve bu artış genel eğilimini 1976—78 dönemine kadar korumuştur. Söz konusu dönem boyunca işçi sınıfı tarihinin en önemli direniş 1516 Haziran 1970’ te gerçekleşmiş ve tüm bir döneme damgasını vurmuştur. 1970’lerin başından itibaren ise, genel eğilimi korumakla beraber, işçi sınıfının mücadelesi giderek yavaşlamış, 1976-78 dönemindeki olayları takiben gerilemeye başlamıştır. 1976-78 döneminden başta MESS olmak ü-zere işveren kesimi önemli kazanımlarla çıkarken, işçi sınıfı ise aynı derecede kalıcı başarılar sağlayamamıştır. Bu mücadeleler 1 Mayıs gösterileri (1976-77-78), DGM ve MESS direnişlerini kapsar. 1976 1 Mayıs’ı, 15-16 Haziran Direnişi’nden sonra işçi sınıfının ikinci

en büyük kitle gösterisidir. Bunu Eylül ayında, işçi sınıfının ikinci bir çıkışı, DGM direnişi izlemiştir. Bu iki çıkış, hemen beraberinde burjuva sınıfının karşı s saldırısını getirmiştir. 1 Mayıs gösterisi burjuva sınıfının kalbine korku salmıştır, öyle ki, 1977 1 Mayıs’mda burjuva sınıfı bir taraftan İstanbul’u hemen hemen boşaltırken, burjuva devletinin yasa dışı güçleri faşistlerle elele 1 Mayıs gösterilerinin yapıldığı alana silahlı saldırı düzenlemişlerdir. DGM direnişinden dolayı ise 800-1.000 işçi işten çıkarılmış, kara listeye alınmış ve bir daha büyük fabrikalarda iş bulma şansını kaybetmiştir. Tüm bu dönem boyunca Türkiye solunun gözü esas olarak başka yerlerde olduğu için bu olayın önemini kavrayamamış, meseleyi sadece topluca işten çıkarılan ve hiç bir özellikleri olmayan 800 işçi olarak görmüştür. Bu işçilerin işçi sınıfının o günkü doğal liderleri oldukları ise hemen

Sayfa: 3

hiç kavranamamıştır. Bu yüzden MESS direnişi hafife alınmış, bu işçilerin geriye alınması, kara listelerin kalkması talebi sözleşmenin imzalanması sırasında sözleşmeden çıkarılmış ve böylece diğer nedenlerle birlikte MESS direnişi satılmıştır. Böylece bir taraftan işçi sınıfı doğal önderlerinden koparken, diğer taraftan direnişin sonucunun moral bozucu etkisi ile büyük bir darbe yemiştir. İşçi sınıfının sendikalarına da güveni azalmıştır. Bu durum genel de sendikal hareketi büyük ölçüde olumsuz etkilemiş ve giderek birliği bozmaya varan olaylara yol açmıştır. Tüm bunlar olurken MESS güçlerini bir araya topluyor ve örgütlenmesini güçlendiriyordu. Diğer taraftan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) bir merkezi dayanışma fonu kuruyor ve bunun kendi politikasının tüm burjuva sınıfınca uygulanmasını sağlamakta güçlü bir araç olarak kullanıyordu. Böylece işçi sınıfı işsizliğin ve enflasyonun bunaltıcı etkisi ile giderek gerilerken burjuva sınıfı kendi güçlerini biriktiriyor ve kendi mevzilerini sağlamlaştırıyordu. MESS üye sayısında ikinci büyük artış 1980-84 döneminde oluyor. Tekelcilerin mutlak egemenliğinin etkisi ile orta işletmeler 1977-79 arasında az da olsa MESS’i terk etmişlerdi, böylece MESS üye sayısı % 11 gerilemişti. Halbuki 1980-84 döneminde tekrar % 30 oranında arttı. Bu dönem işçi sınıfının sendikasız kaldığı bir dönemdir. Demek ki MESS bugün eskisinden çok daha güçlüdür. Ve gelecekte işçi sınıfının hesaplaşmak zorunda olduğu örgütlerin en başında gelmektedir.

SOSYALİST TARTIŞMA SAYI

1

CIKIYOR .


Sayfa: 4

Sayı: 10

SOSYALİST İŞÇİ

KUZEY KÜRDİSTANDA SÖMÜRGECİ POLİTİKALAR

Kuzey Kürdistanlı ulusal devrimci güçlerin sömürgeci Türkiye oligarşisinin askeri güçlerini hedef alan silahlı eylemleri tüm kamuoyunun dikkatini K.Kürdistan’a çekti. Basın yayın organlarından, parlamento üyelerine değin hemen bütün çevrelerin olaylara ilişkin olarak, üzerinde anlaştıkları ortak tespit bu eylemlerin, “yabancı güçlerce tahrik ve teşvik edilen bir avuç ayrılıkçı teröristin ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmaya yönelik girişimleri” olduğu yönündeydi. Gene bu çevreler bir yandan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu tür “menfur saldırıların” üstesinden geleceğine olan inançlarını vurgularken, öte yandan K.Kürdistan’ın, bu tür eylemlere zemin oluşturabilecek ekonomik sorunları olduğunu belirtiyor ve “bölgenin ekonomik kalkınması yolunda çabaların yoğunlaştırılmasını talep ediyorlardı. Bu çevreler, burada gelişebilecek ulusal hareketlere meşru zemin oluşturabilme olasılığı yönünden, K. Kürdistan’ın geri bıraktırılmışlığına şu veya bu oranda önem atfediyorlar, ülkenin il, il ekonomik geriliğini yansıtan yazılar burjuva basın organlarında boy gösteriyordu. Ancak, küçük bir azınlık, söz-konusu ulusal hareketleri, K. Kürdistan’ın ekonomik olarak geri bıraktırılmışlığından soyutluyor, Türkiye’nin hemen tüm bölgelerinde benzer sorunlar olduğunu (büyük kentlerin gecekondu semtlerinden örnekler vererek) iddia ediyorlardı. Biz K.Kürdistan’ın ekonomik olarak geri bıraktırılmışlığının irdelenmesine geçmeden önce kısaca, bu tür iddia sahiplerini cevaplamak istiyoruz. Bunlar çok kaba bir tahrifatla farklı nitelikteki olguları karşılaştırmaya kalkıyor ve bu nedenle tam bir mantık saptırması ile olguları karmakarışık hale getiriyorlar. Evet, büyük kentlerin gecekondu semtlerinin yol, su, elektrik vb. günlük yaşamın temel sorunlarıyla karşı karşıya oldukları bir gerçektir. Ancak bu sorunların kaynağı çarpık kapitalistleşme ve buna bağlı olarak çarpık kentleşmedir. Yani bu sorunlar, 20. yüzyılda emperyalizme bağımlı olarak geliştirilmeye çalışılan kapitalizmin bir az gelişmiş ülkede ortaya çıkardığı sorunlardır. Ancak K. Kürdistan’ın sorunları çağ dışıdır, bir önceki yüzyılın damgasını taşımaktadır.

Necdet SEÇER Burada binlerce köy ve yerleşim biriminde yasayan milyonlarca insan çağın nimetlerinden habersizdirler. Nasıl gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen, kapitalist sanayileşmenin ortaya çıkardığı bir sorun olan çevre kirlenmesi sorunu nitelik olarak Türkiye’nin gecekondularının su ve elektrikten yoksun olmasından farklılık arz ediyorsa, aynı biçimde K.Kürdistan’ın orta çağ özellikleri taşıyan sorunları da nitelik olarak, Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki sorunlardan farklıdır. Tarihte sömürgeci ülkeler ile sömürgeler arasındaki ekonomik ilişkilerin özünü, sömürgelerin sömürgeci ülkeler için bir hammadde kaynağı ve pazar olması olgusu oluşturur. Bu nedenle sömürgelerde yapılacak yatırımlar dolayısıyla buraların ekonomik gelişim düzeyi bu ilişki ve amaçla sınırlıdır. Doğal kaynakların değerlendirilmesine yönelik yatırımlar, ürünlerini sömürgedeki pazara ulaştırmaya yarayan altyapı yatırımları sömürgeci ülkenin sömürgedeki ekonomik faaliyetlerinin özünü oluşturur. K.Kürdistan bir iç sömürge, Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu bir devlet olmasına karşın Türkiye ile K.Kürdistan arasındaki ekonomik ilişki özünde yukarıda anlatılanların aynısıdır. İşte tam da bu ilişki K.Kürdistan’ın geri bıraktırılmışlığının nedenidir. Daha açıkçası, Kürdistan’ın az gelişmişliğinin nedeni Türkiye’nin sömürgesi olmasındandır. Yoksa K.Kürdistan’ın az gelişmişliği gelmiş geçmiş iktidarların ihmali, K. Kürdistan’ın coğrafi koşulları gibi nedenlerle açıklanamaz. Bizlerce çok iyi bilinmektedir ki, İstanbul Ankara arasını 4 saate indirmek için 10 milyarlarca lira harcanıp, dağlar delinmekte, onlarca kilometrelik Ayaş Tüneli açılabilmektedir. Yine bilinmektedir ki, Kürdistan’ın geri bıraktırılmışlığı kişisel ihmallerle açıklanamaz. Çünkü K.Kürdistan vilayetlerinden seçilen yüzlerce kişi milletvekili olarak parlamentoda, bakan olarak T.C. hükümetlerinde görev yapmışlardır.

K.Kürdistan, Türkiye’nin bir iç sömürgesi olması açısından, özgüllük arz etmesine karşın, klasik sömürgesömürgeci ilişkisini yansıtan bir dizi olguya bu ülkede rastlayabiliriz. Bu ülkede gerçekleştirilen başlıca yatırımlar, ülkenin petrol ve hidroelektrik enerji kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan yatırımlardır. K.Kürdistan’ın bir iç sömürge olması orada yaratılan değerlerin kolayca Türkiye pazarlarına aktarıla-bilmesini olanaklı kılmış, bu nedenle de Türkiye’yi Kürdistan’da mallarını pazarlayabilmesi için gelişmiş yol ağları kurma zorunluluğundan Kurtarmıştır, ülkede (K.Kürdistan), ancak ana merkezleri birbirine bağlayan yollar mevcuttur. Bugün Keban dibini aydınlatmayan bir elektrik direği durumundadır. Burada üretilen elektrik enerjisi Türkiye’ye aktarılmakta olup, Kürdistan köyleri karanlıktadır. Zengin kömür yataklarına rağmen halk çetin kışları tezekle geçiştirmeye çalışmaktadır. Temel tüketim malları üreten birkaç küçük ölçekli fabrika dışında kayda değer sınai yatırım bulunmamaktadır. Sömürgeciliğin, K.Kürdistan’daki en önemli dayanağı büyük toprak ağalığıdır. Bunlar K.Kürdistan’da önemli bir ekonomik ve sosyal etkinliğe sahip olmaları dolayısıyla oligarşık yapı içerisinde yer aldıkları gibi, aynı zamanda bu konumlarından dolayı statükonun (sömürgeci yapının) en önemli dayanağı ve koruyucusudurlar. Emperyalizme bağlı Türkiye kapitalizminin içinde yaşadığı ekonomik bunalım tüm kaynakların sonuna kadar kullanımını zorunlu kılmakta, bu zorunluluk ise K.Kürdistan’da kapitalizmin, çok yavaş ta olsa nispi gelişimini beraberinde getirmektedir. Bu olgu bir yandan oligarşi içindeki çelişkileri arttırmakta, öte yandan K.Kürdistan’da sömürgeciliğin geleneksel temellerini sarsabilecek potansiyelleri oluşturmaktadır. Çünkü K.Kürdistan’da kapitalizmin nispi gelişimi,

büyük toprak ağalığının ülkedeki ekonomik ve sosyal etkinliğini zayıflatma eğilimini içinde barındırırken, ülkede kapitalizmin gelişmesi halkta ulusal bilincin artması yönünde etki yapacağından, sömürgeci yapının temellerine yönelik bir risk potansiyelinin oluşmasını beraberinde getirmektedir. Ayrıca ve çok önemli olarak bu olgu, ülkede, en tutarlı anti-sömürgeci güç olan işçi sınıfının gelişimini de sağlayacaktır. Bu yüzden ülkede kapitalizmin nispi gelişimini sağlayabilecek dönüşümler her zaman sonuçsuz kalmıştır. Buna en çarpıcı örnek T.C. tarihinde birçok defalar gündeme getirilen toprak reformu uygulamalarının ya engellenmesi ya da toprak ağalarının istediği biçimde sulandırılarak hayata geçirilmesidir. Toparlayacak olursak, kapitalizmin gelişim ritmini ekonomik zorunluluklar ile oligarşi ve sömürgeciliğin içinde bulunduğu çelişkilerin bileşkesi belirleyecektir.

Bu arada K.Kürdistan’ın geri bıraktırılmışlığı olgusu karşısında Kürt emekçilerinin tavrı nedir? İsmail Beşikçi “Doğu Anadolu‘nun Düzeni” adlı kitabında, 1969-70 yıllarında K.Kürdistan’da düzenlenen “Doğu Mitingleri”nde kullanılan temel sloganları “Yol, elektrik, fabrika vb. İstiyoruz” olduğunu belirtmektedir, özellikle Kürt burjuvalarının önemli bir kesiminin bu talepleri savunmada önderlik ettiğini biliyoruz. Bu talep, özünde, Kürt burjuvazisinin elindeki sınırlı sermaye birikimini değerlendirmek ve çok sınırlı olan sömürüsünü arttırabilmek için ileri sürdüğü taleplerdir. Çünkü ülkede altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi bunların elindeki sermayenin verimliliğini arttıracak ve K.Kürdistan’da küçümsenmeyecek bir pazarın oluşmasını sağlayacaktır. Bu yaklaşım Kürt burjuvalarının sömürgeci Türkiye oligarşisi ile uzlaşma eğilimini ifade etmektedir. Bunun dışında Kürt burjuvazisinin bir diğer eğilimi, K.Kürdistan’ın Türkiye oligarşisinin sömürü alanından çıkarılması olacaktır ki, bu özünde anti-sömürgeci, ulusal kurtuluşçu bir tavrı simgeler. Bütün bu anlatılanlarla K.Kürdistan’ın ekonomik gelişimini sağlayacağı iddiaları ile sunulan projelerin varlığı arasında bir çelişki yok mudur? Vardır


Sayı: 10 elbette, özellikle büyük iddialarla ortaya sürülen ve projedeki biçimiyle gerçekleştiği taktirde K.Kürdistan’ın çehresini değiştirebilecek boyuttaki “Atatürk Barajı” ve ‘“Güneydoğu Sulama Projesi” ekonomik gerekler ne olursa olsun, gerek finansman ihtiyacı gerekse oligarşinin içinde bulunduğu çelişkiler nedeniyle gerçekleşmesi olanaksız olan projelerdir. Daha şimdiden projenin sulamaya ilişkin bölümü 1995 yılına ertelenmiştir. 4 yılda bitirilmesi planlanan “Keban Hidroelektrik Santralı“nın ancak 10 yılda tamamlanabildiği dikkate alınırsa, bu 15-20 yılı kapsaması düşünülen projenin karşılaşılması doğal olan sayısız engelden sonra gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu ileri sürmek kehanet olmayacaktır. Olsa olsa projenin birçok önemli bölümü (özellikle sulama projesi) iptal edilerek yıllar sonra ancak bir ikinci Keban Hidroelektrik Santralı ortaya çıkabilecektir. Burada, K.Kürdistan’da yapılacak yatırımlar için uygulanması öngörülen teşvik tedbirlerini ciddiye almak olanaksızdır. Bu teşvik tedbirlerini ortaya a-tanların da, bunlardan yararlanması düşünülenlerin de sözkonusu teşvik tedbirlerini ciddiye aldığını sanmıyoruz. Bütün bu söylediklerimize karşın, Türkiye oligarşisinin kısa vadede K.Kürdistan’da yoğun bir imar (!) faaliyetine girişeceğine kuşkumuz yoktur. Bu imar faaliyetinin unsurları Türkiye’de bile bulunmayan büyüklükte hapishaneler olacaktır. (Hakkâri’de yapılanın benzerleri.) Büyük ve modern askeri karargâhlar olacaktır. Kısacası, K.Kürdistan’ın bütünüyle bir cezaevine dönüştürülmesi için ne gerekiyorsa yapılacaktır. Tam bir sömürgeye layık olduğu şekilde. Bundan hiç kuşkumuz yoktur. Gene hiç kuşkumuz yoktur ki, şu an bağımsız ve etkin bir güç olarak K.Kürdistan politika sahnesine henüz çıkmamış olsa da, K.Kürdistan proletaryası yanma yoksul köylülüğü de alarak, Türk sömürgeciliği ve onun işbirlikçisi Kürt feodal ağalarına karşı yürüteceği ulusal kurtuluş mücadelesini Türkiye proletaryası ile birlikte her türlü sömürünün ortadan kalkacağı sosyal bir devrime dönüştürecektir.

SOSYALİST İŞÇİ

OKU OKUT ABONE OL

Sayfa: 5

KAYBEDİLEN BİR MÜCADELEDEN ÇIKARILAN DERSLER Çalıştığımız işyerinde toplu sözleşme bitti. Ama yankıları hâlâ devam ediyor. İşyerimiz Petrol-İş Sendikası’na bağlı Türkiye ölçüsünde kârlı bir işletme. Bu sözleşme döneminde olanlardan işçilerin ekonomik ve sendikal mücadelesinin, siyasal özgürlükler için mücadele ile birleştirilmesinin zorunluluğunu hep beraber görelim. İşyerimizde toplu sözleşme yetkisinin alınmasından birkaç hafta sonra temsilci arkadaşların getirdikleri taslaklar işçiler tarafından değerlendirildi. Belli düzeltmelerden sonra sendikaya verildi. Uzun bir tartışma döneminden sonra sendika yönetimi taslağı kabul etti. Her fırsatta tabanın talepleri dışına çıkmayacaklarını vurgulayan Petrolİş Sendikası yöneticileri ilk bakışta bu sözlerini tutar görünüyorlardı. Bir aylık görüşmelerden sonra varılan nokta, hiç de işçilerin hazırladığı taslağa benzemiyordu. Bu arada yapılan son görüşmede uzlaşmazlık tutanağı tutuldu. 55 maddede anlaşma sağlanamadı, önemsiz birkaç madde dışında, patronlar bizlerin var olan haklarımızı bile çok görüp, kısıtlamak çabasında idiler. Patronlar, geçmiş sözleşmelerde mücadele ile alınan izin günümüzü yeni yasaya dayanarak geri istiyorlardı. Fazla çalışma farkını da geri istiyorlardı. En çok ta işçi çıkarma haklarını garantileyen 17. Maddede ısrar ediyorlardı. Anlaşmazlıklar temsilciler ve işçi önderleri tarafından işçilere teker teker anlatıldı. İşçiler toplu olarak huzursuzluklarını dile’ getirmeye başladılar. Bunun bir sonucu olarak iki ay süresince hiçbir işçi arkadaş mesaiye kalmadı. Üretim %100’den %20’ye düştü. Patronlar bunu beklemiyordu. Zira, bu işyerinde bugüne kadar kesinlikle pasif olsun, aktif olsun hiçbir eylem, grev, direniş olmamış. Patronlar, işçilere karşı her zaman “baba tavrı takınmışlar. O “baba” tavrı bu eylemler karşısında eli sopalı bir babaya döndü. Fazla mesaiye gelmeyenlerin o günkü tüm ücretleri kesildi. Tüm vardiyalar değiştirildi. Böylece işçilerin birliği dağıtılmaya çalışıldı. Patron işçiler arasına ajanlarını saldı.

Bir müddet sonra ise baktı ki, o iyi adamları da “kötü” işçiler ile birlikte direnmeye başladılar.. Bir hafta sonra temsilciler işçileri toplayıp sendikadan haber getirdiler. “İşveren % 55 artı 7500 Tl veriyor, ne diyorsunuz ?” dediler. Arkasından, “bunu kabul etmezsek grev olacak, daha sonra patron Yüksek Hakem Kurulu’na gidecek ve oradan gelecek olan da % 25’i geçmeyecek” dediler. Temsilciler uzunca konuşmalarla işçilere baskı yaptılar ve korkutmaya çalıştılar.. Tabi işçiler bunu yutmadılar ve hep birlikte karşı çıktılar. Temsilciler pabucun pahalı olduğunu görünce hemen yan çizip :”bizler tabandan yana olmayan bir sözleşmeyi imzalamayız, sizleri denedik”, dediler.. Ertesi günkü görüşme son görüşme idi. Bizler grev hazırlığı yaparken, sendikacılar toplu iş sözleşmesini % 55 artı 4000 TL olarak imzalamışlar bile. Temsilciler, bizim kararlılığımızı sendika merkezine bir türlü anlatamamışlar. Fabrikaya geldiklerinde: “biz bu sözleşmeye imza atmadık, sendika yönetimi imzaladı, biz kabul etmiyoruz” dediler, öğleden sonra şube başkanını alıp geldiler.. Şube başkanı salona gelir gelmez işçilerin korkunç hakaretleri karşısında kekeleyerek toplu sözleşmenin iyi olduğunu anlatmaya çalıştı. İşçiler, onun konuşmasını “namussuz herifler’’, “satılık köpekler” lafları ile kestiler. Ve, dayak yeme korkusu altında kaçmayı yeğledi. Bu arada temsilci arkadaşlar bu hesabı kendilerinin veremeyeceğini anlattılar. “Gerekirse bu sendikadan ayrılırız” dediler. Ama bu kararın tüm işçilerin tartışmalarından sonra alınması gereğini de belirterek görevlerinin daha bitmediğini dile getirdiler. Bu sözleşme işçilerin, yenilgilerinin sebeplerinden birinin sarı sendikacılar olduğunu bir kez daha gösterdi. Sözleşme bir gerçeği daha ortaya çıkardı: ücret kademelerinde yapılan büyük farklarla işçilerin birliğini bölmek, öyle ki, birinci kademe ile onikinci kademedeki işçi arasındaki brüt ücret farkı 60 bin TL oldu. Fabrikada bu şok henüz atlatılmadan

delegeler toplandı. Herkes sendikaya ateş püskürüyor ama başka alternatif olmadığını da biliyordu. Uzun tartışmalar sonunda Petrol-İş’te kalmak, fakat var olan bu birliği dağıtmadan sendika yönetimine karşı mücadeleyi sürdürmek ve ilk olarak şube yönetiminden fabrikada temsilci seçiminin yapılmasını istemek kararı alındı. Toplantı boyunca yoğun bir tartışma yapıldı. Bazı arkadaşlar, ekonomik mücadelenin işçilerin siyasal mücadelesine nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlattılar. Yaşlı bir işçi arkadaşın sözleri herkesi biraz daha uyardı ve büyük alkış topladı. Arkadaş : “Yahu ne istiyorsunuz? Bak, özgürsünüz, tartışın, bağırın, haykırın ama dışarı çıkamazsınız. Zira pencereler, kapılar demir parmaklıklarla kapatılmış. Türkiye’de işte ancak bu şartlar altında mücadele edilebiliyor. Bu şartları aşabilmek için siyasal mücadeleye atılmak, birliğimizi korumak ve diğer fabrikaların işçileri ile birleşmek gerekir”, dedi. Toplantıya katılan 20-30 işçi arkadaş toplantının sonunda, bu birliğin korunmasına, bundan sonra daha- örgütlü hareket edilmesine karar verdiler. Daha sonra topluca Petrol-İş’ e gidildi. İşçilerin paraları ile avukatlık yapanlar önce “baskın mı diye telaşlandılar ve çok soğuk davrandılar. Biz fabrikamızda temsilci seçimleri yapılmasını istedik. Şube başkanı önce isteğimizi kabul etmedi ama kararlılığımızı görünce geriye çark etti. Böylece şubeden ayrıldık. Birkaç gün sonra ise genel merkeze gittik. Tartışmalardan sonra genel merkez de temsilci seçimi isteğimizi kabul etmek zorunda kaldı. Arkadaşlar, bu yazıda, Türkiye işçi sınıfı üzerinde oynanan oyunlardan birini anlatmaya çalıştım. Bizlerin yaşadığı bu olayları sizler de kendi fabrikalarınızda her gün yaşıyorsunuz. Ama görülüyor mücadele her zaman kazanılmıyor. Bizler kazanamadığımız her mücadeleden dersler çıkarmak zorundayız. Şunu bilmeliyiz ki, fabrikalarda birçok ileri unsurlar çıkmakta ve çıkacaktır da, önemli olan bu unsurların bir araya gelip ortak düşmana karşı daha kararlı hareket etmeleridir. Yani örgütlenmek gerekir. Şu günlerde ekonomik mücadele her fabrikada potansiyeli arttırıyor. Bu mücadelenin sesini yükseltelim. Sendika yönetimini her konuda zorlayalım. Bilmeliyiz ki, sendikal mücadele patronların önündeki ilk engeldir, öyleyse sendikalarda mücadeleyi yükseltelim. Sosyalist işçilerin sendika yönetimine gelmelerinin yollarını arayalım. Tüm işyerlerinde ekonomik mücadelenin siyasal mücadelenin bir parçası olduğunu işçilere anlatalım. Bir İŞÇİ


Sayfa: 6

Sayı:10

SOSYALİST İŞÇİ

L. KARADENİZ 1914 yılında, 40 yıldır istikrarlı bir şekilde gelişmekte olan ve emperyalizm aşamasına ulaşan Alman kapitalizmi, ulusal sınırlarına sığamayıp savaşa girişti. 4 ağustos 1914’te SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) Reichstag (imparatorluk meclisi) grubu adına yapılan açıklamada, hükümetin savaş harcamalarının destekleneceği açıklandı. Kasım 1914’te yapılan oylamada ise Kari Liebknecht dışında bütün parlamento üyeleri savaş harcamaları lehinde oy kullandılar. SPD içindeki , Rosa Luxemburg tarafından önderliğe karşı 1903-04’lerden itibaren yürütülen teorik mücadelede ifadesini bulan sol kanat, kendi içinde örgütlü bir fraksiyon değildi, ilk defa 1913’te haftalık bir dergi çıkarmaya başladılar: Die Internationale.. Aralarında gevşek bağlar olan, ortakça kabul gören taktikler etrafında ortak bir disiplinleri olmayan bir grup idiler. SPD önderliğinin uluslararası sosyalizme ihaneti karşısında, İçendi dağınıklıklarına savaşın yarattığı azgın şovenizm dalgası da eklenince uzun bir süre fikirlerini açıklayabilmek olanaklarından yoksun kaldılar. Zaten bir süre sonra Rosa tutuklanır, K.Liebknecht ise önce cepheye gönderilir, sonra hapse 1916 yılı, başında bir araya gelen grup, Rosa’nın hapishanede iken yazdığı Junius Broşürü’nü siyasal platform olarak, Savaş ve Enternasyonalizm Üzerine Tezler’ini de programatik belge olarak kabul eder. Kendilerine Enternasyonal Grubu adını verirler. Daha sonra ise bu Spartaküs Birliği olur. Rosa’nın Junius Broşürü’nde de yazdığı gibi savaşın üzerinden bir yıl kadar geçtikten sonra şovenizm dalgası düşmeye başlar. Cephede kan, ölüm ve zorla yeten tayın; cephe gerisinde önce karneye bağlanan, daha sonra bulunamaz hale gelen temel ihtiyaç maddeleri, mecburi işçilik ve askeri yönetim koşulları ilk günlerin coşkunluğunu siler süpürür. SPD’nin parlamento üyeleri arasında da başından beri savaşa muhalif olan, ama hem yarı-gönüllülüklerinden hem de parti disiplinine bağlılıklarından çoğunluk kararına uyan 19 üye aradan bir yıl geçtikten sonra, yani aralık 1915’te bu sefer K.Liebknecht ile beraber karşı oy kullanırlar. 1915-16 kışında çeşitli şehirlerde savaşa karşı kendiliğinden gösteriler başlar. Bunlar çoğunlukla polis ve asker zorba-

‘HERŞEYE RAĞMEN’

lığı altında sona ererler. 1916 yılının 1 Mayıs’ında Spartaküs Birliği yasa dışı gösteri çağrısı yapar. Binlerce insan 1 Mayıs sabahı Berlin’de Potsdamer Meydanına akar. K.Liebknecht ilk cümlesini bitirmeden polis tarafından sürüklenerek götürülür. Ertesi gün 55.000 işçi dayanışma grevine çıkar. SPD içindeki savaşa ve liderliğe karşı muhalefet 1916 yılı içinde büyümeye devam etti. Bu grup siyasal çizgisi itibariyle Spartakistlerle, savaş yanlısı önderlik arasında duran, merkezci bir eğilimdi. SPD önderliği 1917 yılının başında bütün muhalifleri partiden attı. Böylece USPD (Bağımsız Sosyal Demokrat Parti) ortaya çıkmış oldu. Spartakistler bu sefer USPD içinde fraksiyon oluşturdular. Rosa 1917 martında şöyle yazıyordu: “Spartaküs Birliği, sadece, Alman proleter hareketinin içindeki bir diğer eğilimdir. Taktikler ve örgütlenmeye dair bütün sorunlarda farklı bir tutum ile karakterize olur. Fakat, bu nedenle, sosyalist muhalefetin bu iki yönüne (Bağımsızlar ve Spartakistler) cevap veren dikkatlice bölünmüş iki ayrı parti kurmanın gerekli olduğu görüşü, partilerin işlevi hakkındaki tamamen dogmatik yoruma dayanır.” 1917 yılı yaz başında donanmada ‘yiyecek komiteleri’ seçme hakkı hareketi başladı. Komitelerin resmen kabul edilmesini sağlamak için, iş durduruldu, açlık grevleri yapıldı. Ağustosta komutanlık şiddetle cevap verdi, iki denizci asıldı, diğerleri çeşitli ağır cezalara çarptırıldı. Yılsonuna doğru savaşa karşı nefret giderek yayılmaya başladı. Bu sırada Rusya’da Bolşevikler işçi ve asker konseyleri (Sovyetleri) üzerinde yükselen yeni bir iktidar kurmuşlar ve ‘ilhaksız ve tazminatsız barış’ öneriyorlardı. Doğu Cephesi’nde Alman askerlerine dağıtılmak üzere Meşale adlı gazete çıkarıyorlar, gazetenin her bir sayısı yarım milyon basıyordu.

1918 ocak ayı başında Spartaküs Birliği barışı zorlamak üzere genel grev çağrısı yaptı. USPD liderliği de ‘üç günlük’ grev önerisi yaptı. İki taraf arasında anlaşmazlık sürerken, Avusturya ve Macaristan’dan, büyük kitle grevleri patladığına dair haberler geldi. Viyana’da ve Budapeşte’de de işçi konseyleri kuruluyordu. Spartaküs Birliği bu sefer 28 ocak için genel grev çağrısı yaptı. Bu çağrı Berlin’deki metal işçileri sendikası üyelerinin toplantısında kabul edidi. İki gün sonra yarım milyon işçi grevdeydi. Berlin’de 414 fabrika delegesi aralarında yaptıkları toplantıda 11 kişilik bir yürütme tayin ettiler. Aynı dönem içerisinde Almanya’da devrimci solun durumu oldukça dağınıktı, SPD ve USPD’nin dışındaki devrimci sol, asıl olarak üç eğilimden meydana geliyordu: Spartaküs Birliği, Devrimci işçi Temsilcileri, ve Bremen’deki Sol Radikaller, (daha sonra Almanya Enternasyonalist Komünistleri denilen grup). Devrimci İşçi Temsilcileri Berlin’deki büyük fabrikalardaki önder, militan işçilerden oluşuyordu. Bunlar USPD’nin sol kanadı ile yakın siyasal ilişkilere sahiptiler ve Berlin Metal İşçileri Sendikası’nda etkiliydiler. Sol Radikaller Spartakistlere yakın bir grup olmakla beraber aralarında örgüt birliği yoktu. Spartakistlerin USPD içinde kalma kararını eleştiriyorlar ‘birlikte durmak işçilerin devrimcileri ve yarım-gönüllü pasifistleri ayırt etmesini engelliyor’ diyorlardı. Sonuç olarak, devrimin arifesindeki Almanya’da 3-4 bin civarında devrimci sosyalist vardı. Bir arada durmayan, ortak strateji ve taktiklere sahip olmayan, ortak disiplini olmayan gruplardı bunlar. SPD önderliği ise, savaşın arifesinde girdiği çizginin mantıki sonuçlarına doğru hızla yol alıyor, grevleri nasıl engelleyeceğinin planlarını yapıyordu. Berlin’deki 11 kişilik yürütmenin çoğunluğu, SPD önderlerinden 3 kişiyi komiteye alır.

Barışı ve demokratik özgürlükleri zorlamak için yapılan bir grevin yürütmesinde, barış ve sosyalizm düşmanları ne iş yapar? Daha sonra Ebert yaptıklarını şöyle anlatacaktı: “ülkeye vereceği zararı önlemek için, hızla sonunu getirmek açık niyetiyle grev önderliğine katıldım.” Nitekim, Ebert ve hempaları komiteyi hükümet ile görüşmeye zorlarlar. Kararsızlık ve güvensizlik baş gösterir. Hükümet ise bu durumdan yararlanmasını bilerek greve şiddetle saldırır. Öncü işçilerin bir kısmı cepheye gönderilirken, diğer kısmı tutuklanır. Alman devrimci hareketi içinde uzun yıllardan beri çalışmakta olan Polonyalı komünist Jogiches, grev dalgasını basit bir protesto hareketinden daha fazla bir şey olarak tasavvur edemedikleri için, komite hükümet ile görüşmeleri reddedip kitlelerin enerjisini yönlendireceğine, Reichstag üyelerinin etkisiyle hükümet ile görüşmeleri denedi.” K.Liebknecht ve Rosa Luxemburg 1916 yazından beri hapisteydiler. Mart 1918’ de Leo Jogiches’in de tutuklanmasıyla Spartaküs önderliği büyük darbe yer. Rosa’nın biyografisinin yazarı P. Netti grubun etkinliğini şöyle anlatıyor: “. . .Daha da önemlisi Almanya’da muhalefetin gelişmesi Spartaküs etkinliğine karşı bir seyir izliyordu. İki grev dalgası olmuştu, biri nisan 1917’de, çok daha büyük bir diğeri ocak 1918’de - birincisinin siyasal yanı daha ağır basıyordu. Fakat bu olaylar bildiri ve çağrılarda ifadesini bulan Spartaküs’ün tam desteğine sahip olmasına rağmen, ne onun yönlendirmesi altında idiler ne de Spartaküs ‘ün bu olaylar üzerinde herhangi bir önemli etkisi vardı.” Alman Yüksek Komutanlığı’nın 1918 yazında Batı Cephesi’nde giriştiği taarruzun yaz sonunda çökmesiyle, eylül 1918’de yeni bir kitle gösterileri dalgası başladı. Artık Almanya’daki işçilerden başka kimseyi tehdit edecek gücü kalmayan ordu üst kademeleri, bunu yap-


Sayı: 10 mak için silaha sarılmadan önce başka bir yönteme başvurdular. SPD’ye hükümete katılması teklif edildi. SPD’lilerin de katıldığı ‘liberal’ bir koalisyon kuruldu. Fakat kitlelerdeki savaşa son verme, sıkıyönetim ve savaş-hali yasalarından kurtulma isteği, askerlerin dört yıldır yaşanan ve hiçbir işe yaramayan savaşı bir an evvel bitirip eve dönme isteği ve bunu engelleyen bütün zincirlerden kurtulma kararlılığı engellenemez boyutlara ulaşmıştı. Daha uzun bir zaman onları kimse durduramayacaktı. Ekim ayı bütün Almanya’da en geniş kitlelerin bitip tükenmez ve kontrol edilemeyen gösterileri ile geçti. Bu arada 23 ekimde K.Liebknecht salıverildi. Kuzeydeki liman şehri de 20.000 denizci ayaklanır ve kendi aralarından .konsey seçerler. Bağımsızların karşı çıkmasına rağmen, aynı şey Kuzey Almanya’nın en büyük şehri Hamburg’ta da olur. Daha sonra KPD’nin (Almanya Komünist Partisi) merkez organı olacak olan Rote Fahne (Kızıl Bayrak) Hamburg Konseyi’nin organı olarak yayınlanmaya başlanır. 8 kasıma kadar, Berlin hariç bütün büyük şehirlerde konseyler kurulur. Bu sırada Berlin’de Spartakistler Devrimci İşçi Temsilcileri ve Bağımsızlar arasında ayaklanmanın ne zaman başlatılması gerektiğine dair tartışmaktadırlar. Taraflar arasında uzlaşma sağlanamayınca ayaklanma için ayrı ayrı tarihler saptanır. SPD bir yandan imparatoru çekilmeye zorlamakta bir yandan da isyancılarla ilişkisini sürdürüp, hükümeti tehdit etmektedir. 7 kasımda hükümet şehre asker yığar ve bütün gösterileri yasaklar. 9 kasımda bütün planlara ve tedbirlere rağmen genel grev patlar, silahlı asker ve işçiler sokakları doldururlar. Silahlı işçi ve askerler Reicstag’ın „önünü doldururlar. SPD’li Scheidemann balkona çıkıp, her şeyin değiştiğini ‘sosyalist’ Ebert’in başbakan olduğunu söyler. Ancak kalabalığın kızgınlığı durmaz. Bu sefer, ‘Yaşasın Alman Cumhuriyeti!” diye bağırır. Müthiş bir alkış tufanı kopar. O sırada Liebknecht imparatorun sarayının balkonuna tırmanmış ve meydanı dolduran işçi ve askerlere hitap etmektedir: “Bütün Almanların sosyalist cumhuriyetini ilan ediyorum!” SPD’liler çoğunlukta olmak üzere kurulan SPD-USPD hükümeti ise

SOSYALİST İŞÇİ konseyleri açıktan karşısına almaz, ancak ocak ayında toplanacak Kurucu Meclis’i hedef olarak gösterir ve kendisini de o zamana„kadarki en yüksek otorite sayar. Hükümet kitleleri şaşırtmak, hedefini karartmak için ne mümkünse yapar, öyle ki, adını bile Rusya’daki gibi “Halk Komiserleri Konseyi” olarak değiştirir. 10 kasımda Berlin İşçi ve Askar Konseyleri’nin ortak toplantısı, konseylerin ulusal kongresi toplanıncaya kadar, kendi adına davranmak üzere bir yürütme seçer. Toplantı ‘Halk Komiserleri Konseyi’ni onaylar. Ama hükümet karşısında kendi rolünü açıkça tanımlayamaz. Genel afla Rosa hapisten çıkar. Spartakistler kitlelere gösterilecek hedefleri şöyle saptarlar: Kurucu Meclis’e ve seçimlere hayır; bütün iktidar işçi ve asker konseylerine. Kasım ve aralık ayları boyunca gösteriler, silahlı sokak çatışmaları durmadan devam eder. Hükümet bir yandan hedefleri karartmaya devam ederken diğer yandan öldürücü darbesini hazırlamak üzere monarşiye bağlı subaylardan ve Berlin dışındaki, devrimci dalgaya bulaşmamış .askerlerden oluşan Frei Korps (Gönüllü Birlikler) örgütler. Spartakistler USPD içinde kalırken, kitlelerden soyutlanmamayı ve partiyi kendi politikaları doğrultusunda etkilemeyi düşünüyorlardı. Kitlelerin atılganlığının ve eylemliliğinin ulaştığı boyutların da bu taktiği kolaylaştıracağı inancmdaydılar. 15 aralıkta USPD’nin Berlin ve çevresi genel toplantısında Rosa şu talepleri öne sürer: USPD üyeleri hükümetten çekilsin; Kurucu Meclis’e karşı kararlı muhalefet yürütülsün, iktidar işçi ve asker konseylerine devredilsin, ‘Halk Komiserleri Konseyi’ lağvedilsin ve USPD kongresi bir an evvel toplansın. Ancak bu öneriler 195’e karşı 485 oyla reddedilirler. Ve Kurucu Meclis’in toplanması doğrultusunda karar alınır. Böylece Spartakistler bağımsız bir parti olmaya doğru yönelirler. 20 aralıkta İşçi ve Asker Konseyleri ulusal kongresi toplanacaktı. “USPD kongresini toplayamamış olsalar bile, en azından 20 aralıkta toplanacak olan İşçi ve Asker Konseyleri ulusal kongresi vardı. Kitleleri ‘denemek’ için bir fırsat daha.. Spartaküs kongreye büyük umutlar bağladı, selamlama gösterilerine çağrı yaptı - böylece delegeler kitlelerin ne kadar radikal olduklarını görebileceklerdi” diyor Netti.

Sayfa: 7

zaferi idi.” SPD ise 16 aralık 1918 tarih Vorıvaerts’de şöyle yazıyordu:: ‘Görülebildiği kadarıyla Bağımsızların sağ kanadını da içinde saydığımız Sosyal Demokratlar geniş bir çoğunluğa sahiptirler. Sol herhangi bir seçimde tehlike unsuru olamaz. Fakat, ‘Bütün iktidar konseylere’ diyenler onlar değil miydi? Pekâlâ öyleyse! Onlar İşçi ve Asker Konseylerini en yüksek otorite olarak tanımladılar, hoşlanmasalar bile karara uymak morunda kalacaklar.” Spartaküs’ün kendi programını kabul ettirme yolundaki bütün çabalarına rağmen kongre Kurucu Meclis’i onayladı. Rosa Luxemburg ve K.Liebknecht’in kongreye ‘söz hakkına sahip olarak’ kabul edilmeleri bile reddedildi. 30 aralık 1918-1 ocak 1919 tarihleri arasında yeni parti KPD’nin kuruluş kongresi toplandı. Partinin programı 14 aralıkta Rote Fahne’de yayınlanmıştı. Spartaküs Birliği Ne İstiyor? adlı ve Rosa tarafından yazılan program iktidar sorunu üzerine şunları söylüyordu: “. . Spartaküs çalışan sınıfların üstünde veya onları ‘kullanarak’ iktidar olmak isteyen bir parti değildir. Spartaküs her adımda geniş kitlelere tarihi görevlerini işaret e-den, devrimin her adımında nihai amacı temsil eden ve bütün ulusal sorunlarda proleter dünya devriminin çıkarları adına hareket eden, proletaryanın kendisinin-bilincinde olan parçasından başka bir şey değildir. Almanya’nın proleter kitlelerinin açık ve şüphe götürmez isteği yoluyla olmadıkça ve onlar Spartaküs’ün fikirleri, amaçları ve yöntemlerini bilinçli olarak onaylamadıkça Spartaküs yönetmeye girişmeyecektir.” Konseylerin ulusal kongresinde Kurucu Meclis onaylandıktan sonra; Spartaküs önderliği parti kuruluş kongresinde seçimlere katılmayı önerdi. Rosa: “Sorunu son derece ciddiye alıyoruz. Bu konudaki karar önümüzdeki aylar için devrimimizin kaderini belirleyecektir. Ulusal Meclis topalanacak. Durduramazsınız. Önümüzdeki aylar boyunca Alman siyasal hayatını belirleyecek. Bütün gözler üstündeyken onu durdurmak olanaksız. O (Kurucu Meclis ç.n.) Alman işçilerinin bilin-cindeyken siz dışarıda kalmak, dışında çalışmak istiyorsunuz” diyerek onu deşifre etmek için seçim platformuna katılmak, mecliste yer almak gerektiğini anlattı. Fakat öneri 23%3 63 reddedildi. Yenilgi için Rosa şöyle diyecekti: “ ‘Yenilgimiz’ çocukça, yarı-pişmiş, dar-kafalı radikalizmin

Ocak başında kasımdan sonraki ikinci büyük ayaklanma dalgası hükümetin provokasyonları ile başladı. Hükümet 9 Kasım devriminde kaybettiği mevzileri geri almak için harekete geçmişti. 9 Kasım’da Berlin Polis Müdürü olan sol kanat USPD’li Eichorn’un çekilmesi istendi. Ancak Eichorn emirlerine tabi olacağı mercinin hükümet değil, Berlin İşçi ve Asker Konseyi olduğunu bildirerek çekilmeyi reddetti. USPD hükümetten çekildi. 5 ocakta KPD, USPD ve Devrimci İşçi Temsilcileri ortak gösteri çağrısı yaptılar. Gösterilere umulanın çok üstünde bir katılım oldu. Berlin tam bir iç savaş hali yaşıyordu. Bu arada söylemeye gerek yok ki, hükümetin ve bütün karşı devrimci örgütlerin hedefi Spartakistlerdi. Kari ve Rosa’nın başına mükâfat veren, öldürülmelerinin gerektiğini anlatan bildiriler dolaşıyordu. USPD, KPD ve Devrimci İşçi Temsilcileri ortak bir yürütme kurdular. Ancak kısa bir süre sonra komite olayların ve kitlelerin atılganlığının kendisini aştığını fark etti. Böylesi durumlarda her zaman olduğu gibi USPD hükümet ile görüşmeyi önerdi. Spartakistler bu öneriyi reddettiler. Rosa şöyle yazıyordu: “Ebert-Scheidemann hükümetine karşı en keskin bir kavganın ortasında olan biri aynı zamanda hükümetle görüşmelere girişmez.” Aynı günlerde yazdığı bir başka yazıda: “Kitleler her devrimci eylemi desteklemeye, sosyalizm için ateş ve sudan geçmeye hazırdırlar, fakat açık bir rehberliğe ve kararlı önderliğe ihtiyaçları vardır. Almanya her zaman örgütlenmenin ve hatta fanatik örgütlenme mantığının ülkesi oldu, fakat devrimci eylemlerin örgütlenmesi bizzat devrimin içinde yüzmenin nasıl ki suyun içinde öğrenildiği gibi-öğrenilebilir ve öğrenilmelidir. Son üç günün dersi önderliğe yüksek sesle bağırıyor: Konuşmayın, sonu gelmez tartışmaları, görüşmeleri kesin, davranın!” 13 ocakta sosyal demokrat Noske başkanlığındaki Gönüllü Birlikler şehri işgal ettiler. Artık, öldürücü terör ‘yasa ve düzeni’ Berlin’de kısa zamanda geri getirecekti. 15 ocakta ise Rosa ve Kari öldürülürler. Ve böylece Alman Devrimi tarihindeki en uygun fırsatı kaçırmış olur. 14 ocakta Rote Fahne’ deki son makalesinde Kari Liebknecht şöyle yazıyordu: “Amacımıza vardığımızda bizim hayatta olup olmayacağımız sorun değil. Programımız yaşayacak; özgür halkların dünyasına hükmedecek. Her şeye rağmen.”


Sayfa: 8

Sayı: 10

TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ Geçtiğimiz sayılarda Sosyalist İşçi‘de sosyal demokrat hareketin tarihine kısaca göz attık ve bazı genel özelliklerini ortaya çıkarmaya çalıştık. Türkiye’de bugün bir sosyal demokrat hareketin olup olmadığını tartışmak veya böyle bir hareketin, kendine sosyal demokrat diyen bir partinin, geleceğini tartışmak için buna ihtiyacımız vardı. Derler ki, zarfa değil mazrufa bakmak gerekir. Kendilerine sosyal demokrat payesi takanlar olabilir, ama bu söz konusu partilerin gerçekten sosyal demokrat partiler olduğu anlamına gelmez. Bir parti veya hareketi sosyal demokrat olarak niteleyebilmemiz için bazı koşulların var olması gerekir. Önceki yazılarda kısaca gördük ki, sosyal demokrat hareketler, a) esas olarak işçi sınıfının partileri veya işçi sınıfı ile sıkı bağlar içinde olan partilerdir, b) kapitalizmin büyüme yayılma dönemlerinde gelişirler, fakat kriz dönemlerinde giderek zayıflar, hükümet olma şanslarını kaybederler. Bunlardan hükümet olanlar ise, işçi sınıfı yararına değil sermaye sınıfı çıkarına istikrar programları uygularlar, c) Bu partilerin başarılarının temelinde, kapitalizmin gelişme dönemindeki hızlı artı değer üretimi ve bunun nispeten sancısız bölüşümü yatmaktadır. Artan verimlilik temelinde işçi ücretleri kolayca belli bir hayat standardını sağlayabildiği için sancısız bir sendikal faaliyet bu parti veya hareketlerin kitle desteğim, sosyal tabanını oluşturur. d) Sosyal demokrat hareketin ikili karakteri vardır: Hem işçi sınıfının desteğini alır hem de bu desteği her türlü muhalefeti düzen sınırları içine kanalize etmekte kullanır. Böylece burjuva sınıfının muhafazakâr partilerinin şimşekleri üzerlerine çektikleri dönemlerde hükümet olarak bir önceki hükümetin yapmasının imkânsız olduğu politikaları uygulayabilir. Türkiye’de bugün kendine sosyal demokrat diyen 2,5 parti (biri ha kuruldu ha kurulacak) var: Halkçı Parti, SODEP DSP. Bunlardan Halkçı Parti, artık ipliği pazara çıkmış ve gittikçe zayıflayan ve dağılma süreci yaşayan parti. DSP ise henüz kurulamadı. Bunlara karşılık, SODEP

hem seçimlerde ö-nemli miktarda (%22) oy aldı hem de basın yayın organlarınca sosyal demokrat alternatif olarak sunuluyor. Şimdi yerimizin izin verdiği ölçüde bu partinin özelliklerine kısaca bir göz atalım. Her şeyden önce SODEP ile işçi sınıfı arasında görünür veya görünmez hiçbir bağ yok. Denebilir ki, bu bugün yok yarın niçin mümkün olmasın? Böyle bir ihtimalin önündeki en büyük engellerden biri bugünkü anayasa. Ve SODEP bu anayasayı korumayı program maddesi yapmıştır. Diğer taraftan sosyal demokrat partiler toplum içindeki tabanlarını sendikalar, derneklerle olan bağları ile korur ve geliştirirler. Bu anayasa bu tür bağları yasa dışı bırakıyor. Ayrıca anayasanın 26. Maddesi herhangi bir sosyal demokrat partinin, sosyal demokrasinin dar sınırları çerçevesinde bile olsa, siyasi teşhir, diğer bir deyişle sosyal demokrat propaganda yapma hakkı” tanımıyor. Ekonomik koşullar ve bunlardan doğan sınıf ilişkilerine baktığımızda ise, Türkiye’de bir sosyal demokrat partinin doğma ve gelişme şansının son derece zayıf olduğu gözüküyor. Birincisi, deniyor ki, Türkiye ekonomisi bir kriz yaşıyor. Bu ne demektir? Birincisi emek sermaye çelişkisi son derece keskinleşmiştir. İkincisi kârlar birçok sektörde hâlâ düşmeye devam ediyor: Yatırımlarda, üretkenlikte kayda değer bir artış yok. Kısacası ekonominin ürettiği artı değer büyümeye izin verebilecek bir düzeyde değil. Bu koşulların burjuva sınıfı üzerindeki etkisi şöyle oluyor: Düşük artı değer üretimi temelinde kârlarını gerçekleştirebilmek için kapitalistler birbirleri ile kıyasıya sert bir rekabet içine giriyorlar. Bu rekabet sürecinde düşük verimlilikli sermayeler gittikçe iflasa sürükleniyor. Farklı sermaye birikimi tarzını benimsemiş sermaye grupları arasındaki çelişki bir nokta hariç uzlaşmazlık kazanıyor. O da ücretlerin sürekli düşük tutulması. Bu nedenledir ki, hükümeti zaman zaman eleştiren Halit Narin, Yazar gibi ileri gelen kapitalistler bugünkü sendikalar yasasını bile fazla buluyorlar. Ama bankalı holdinglerle bankasızlar, iç pazara yönelik çalışanlarla dışa

açılanlar, tekelci ile tekel dışı sermaye arasında birbirini birçok noktada kesen karmaşık çelişkiler derinleşiyor. Krizin işçi sınıfı üzerindeki etkisi ise, şöyle kendini gösteriyor: Hızla artan işsizlik, enflasyonla hızla düşürülen ücretler zaten 1970’lı yılların sonunda işçi sınıfının kendine güvenini önemli ölçüde sarsmıştı. Şimdi bunun daha da katmerleşmiş olması ve üstüne üstlük devlet baskı ve terörünün en ağır bir şekilde hayata geçirilmesi işçi sınıfının direniş yeteneğini daha da zedeliyor. Fakat, kriz sürerken yaşanılacak kısa ve geçici ekonomik düzelmeler 1973-77 dönemindeki gibi işçi sınıfının bünyesinde ani sarsıntılara ve olumlu gelişmelere yol açabilir. Diğer taraftan, işçi sınıfı içindeki ücret farklılaşmaları da krizin etkisiyle giderek önemini kaybediyor. Eskiden petrol, lastik işkolu, kimya sanayisinin bazı alt dallarında çalışan işçilerin ücretleri işçi sınıfının geri kalanına nazaran yüksekçe idi. Bugün bu işçiler de artık asgari geçim düzeyinin altına düşmüş durumdalar. Tüm bunların ikili etkisi var: Bir taraftan işçiler daha da apolitikleşerek burjuva propagandasının etkisine kapılırken, diğer taraftan hızla genelleşebilecek bir ekonomik mücadelenin maddi koşulları oluşuyor.. Birinci özelliği seçimlerde yakından gördük. İşçi sınıfının nüfusun ya çoğunu ya da önemli bir kısmını oluşturduğu İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Antep, Adapazarı gibi şehirlerde geçmişte hep CHP kazanırken bugün bu şehirlerde oyların çoğu ANAP’ta toplanmış durumda. İkincisi, bugünkü kriz dünya krizinin bir parçası, bu anlamda çözümü ne kısa vadede ne de uzun vadede Türkiye burjuvazisinin insiyatifinde değil. Türkiye burjuvazisi kısa vadede yaşama savaşı veriyor ve bu savaşı esas olarak işçi sınıfına karşı veriyor. Dolayısıyla tüm burjuva sınıfı bu temelde kolayca birleşebiliyor. Bu bir ölüm kalım savaşı olduğu için burjuvazinin işçi sınıfı yararına, sosyal demokratların öngördüğü anlamda, bir “bölüşüm” adımını kabul etmesi asla söz konusu olamaz. Sonuç! Böyle propaganda yapıp işçi sınıfının oyunu almaya çalışan partiler, yani sosyal

demokrat bir parti burjuva sınıfından hükümet etmek için vize alamayacaktır. Bunun bilincinde olan SODEP de bu yönde propaganda yapamıyor. Yapmak istiyor ama, hükümet olabilmek için bu vizeye de şiddetle ihtiyacı var. Durum bu olunca bakın programına ne yazıyor: “Yani demokrasiye işlerlik kazandırılarak ekonomik bunalımdan çıkılabilir, bunalımdan çıkıldığı ölçüde demokrasi işlerlik kazanır.” Gel de çık işin içinden! Çalışma raporu ise, bu i-şin içinden tereyağından kıl çeker gibi çıkıyor: Ulusal sanayi gerek kamu gerekse de özel kesim korunacak ve desteklenecektir” Sözün kısası, SODEP bir sosyal demokrat parti değildir. Buna ilaveten, şunun da altını çizelim, Türkiye’de bugün bir sosyal demokrat parti veya hareketin doğmasının ve gelişmesinin maddi (yani sınıfsal yapılanmaların ekonomik özellikleri açısından) temeli yoktur. Yakın gelecekte de olamayacaktır. Avrupa’da sosyal demokrat partilerin sosyal demokratlıktan vazgeçmeye başladıkları bugünün dünyasında da sosyal demokrat bir parti varmış veya olabilirmiş gibi davranmak sosyalistler açısından önemli ve tamir edilemez hatalara yol açabilir. Sosyal demokrat partilerin peşine takılan işçi sınıfı tam da bu sırada sosyalistlerden gerekli propaganda ve ajitasyonu alamazsa hayal kırıklığı alternatifsizlikle birleşerek umutsuzluğa ve güvensizliğe yol açacaktır. İşçi sınıfının gücünü toplaması ise bu ölçüde gecikecektir. İşçi sınıfının örgütlenmesinde bu sınıfa önemli yardımlarda bulunabilecek aydınların enerjileri ise, bir sosyal demokrat parti hayali peşinde heba olup gidecektir. Bugün Türkiye’de yasal platform 12 Eylül ile birlikte bir önceki dönemle kıyaslanamayacak ölçüde sağa kaymıştır. Dünün ortası bugünün solu olmuştur. Bu partileri sosyal demokrat olarak vaftiz etmek sosyalistler açısından nesnel olarak, bu platformu vaftiz etmek anlamına gelecektir. Bu ise açıktır ki, kaçınılmaz olarak rejimin meşrulaşma çabalarına destek vermek demektir.


Sayı: 10

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 9

ÖZGÜRLÜK YOLUNDAKİ ŞİLİ Cevdet HARMAN Kasım ayı başında diktatör Pinoşe, 1,5 yıldan beri kitle-selleşmiş bulunan muhalefete karşı savaş hali ilan etti. Böylelikle Pinoşe’nin güvenlik güçleri ve ordu şüpheli gördüğü kişileri süresiz ve gizli yerlerde gözaltına alabilecekti. Nitekim çeşitli protesto gösterilerinde yüzlerce kişinin yaralanması ve onlarcasının ölmesinin yanısıra, işçi mahallelerinde sürdürülen operasyonlarda, 16 yaşından büyük binlerce kişi gözaltına alınarak stadyumlara doldurulmakta. Bununla da yetinilmeyerek, operasyonlarda tutuklanan yüzlerce kişi mahkemesi yapılmadan, ülkenin bir başka ucuna sürgüne gönderilmekte. 1977 den buyana en yüksek boyutta yaşanan devlet terörü, Şili halkına karşı savaş hali ilan edildiğini gösteriyor. Savaşın bir diğer yanını ise İMF’nin ve diğer uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı ekonomi politikaları oluşturuyor. En son, eylül ayında Şili Peso’sunun Dolar karşısında %30 devalüe edilmesi, fiyatların yaklaşık bu oranda artmasına, yaşam düzeyinin daha da düşmesine yol açtı. Yatırım malları ithaline bağımlı olan ulusal sanayinin üretim maliyetlerini arttıran bu ve benzeri ekonomik gelişmeler aslen ihracat sektörünün dünya pazarında rekabet yeteneğini arttırmayı, dolayısıyla bütçenin açıklarını bu sektörün döviz gelirleriyle kapatmayı hedeflemekte. Ekonominin düzelmesi ve istikrara kavuşması için burjuva ekonomistlerince sürdürülen çalışmalarda, devletin desteklediği bazı üretim ve finans gruplarının hisse senetlerinin satışa çıkarılması en güncel öneriyi oluşturmakta. Alıcı adayı olarak akla gelenler, elbette ki Şili yurttaşları, özellikle de çalışanlar ve onların örgütleri. Bu bize pek tanıdık gelen bir öneri. Hatırlarsak Özal da yaz aylarında KİT’lerin hisse senetlerini işçilere ve yöre halkına satmayı planlıyordu. İşsizliğin %32’yi aştığı, ücretlerin 60’lı yılların satmalına gücünün düzeyine düştüğü Şili’de kapitalist ekonominin sorunlarının çözümünde gene akla gelenler, işçiler ve diğer ücretliler. Burjuvazinin başka bir öneride bulunması da beklenemez zaten.

Burjuvazinin bir diğer önerisi de Şili’nin siyasal ve toplumsal geleceğine ilişkin. Bilindiği gibi Şili’deki toplumsal muhalefetin bir kanadını Hıristiyan Demokrat ve Sosyal Demokrat partilerin de yer aldığı demokratik ittifak (Dİ) oluşturmakta. Hıristiyan Demokrat Partisi (HDP) ilk başlarda darbeyi destekleyen bir tavır içindeydi. Bu nedenle de sosyalist hareket gibi ezici ve yok edici bir baskı yaşamadı. Faaliyetlerini kısıtlı da olsa sürdüre-bildi. Hıristiyan Demokratlar demokrasinin erdemlerini 1975’te yeniden keşfettiler. Bu tarihten sonra muhalif oldular, ancak bir alternatif yaratamadılar. Bunun bir temel nedeni ekonomi politikası hakkında net görüşlere sahip olmamalarıdır. Şili için öngördükleri ekonomik program, ihracat burjuvazisi karşısında dezavantajlı duruma düşmüş olan sanayi burjuvazisine daha büyük pay verilmesini hedefliyor. Ancak süreç içinde Pinoşe diktatörlüğünün yerleştirmiş olduğu ihracata yönelik ekonomik modelin değiştirilmesi söz konusu değil. Dolayısıyla hedeflenen şu anda yitirilmiş olan yerli ve yabancı siyasi ve ekonomik desteği yeniden kazanmak için görünüşü biraz olsun düzeltmek. Sonuç olarak Hıristiyan Demokratlar diktatörlüğün politikasına karşı temel noktalarda ve anlayışlarda kendilerine özgü bir politika geliştirememişlerdir. Bu açıdan da bakılınca, Hıristiyan Demokratların siyasi bir değişim yaratabilmeleri için son kertede ordu ve diğer sağ güçlerle ittifaka girmeleri kaçınılmazdır. İşte bu göz önünde bulundurulduğu için yukarıda ‘burjuvazinin siyasaltoplumsal önerisi’ ifadesi kullanıldı. Bu ifadeyle burjuvazinin içindeki fraksiyonları yok sayma anlayışına sahip olunduğu sonucuna varılamaz. Elbette ki, değişik fraksiyonlar ve onların farklı çıkarları sonucunda gelişen çatışmalar ve bunların analizleri siyasal gelişmeleri anlama açısından önemlidir. Ancak, burjuva egemenlik ilişkilerinin, burjuva toplumun ve bunun sahip olduğu üretim ilişkilerinin korunup korunmaması noktasına ulaştığında şunu görürüz: Sonuçta uluslararası sermaye ve fraksiyonları (ABD, Batı Avrupa ya da Japon ser-

mayesi), ya da gen bıraktırılmış ülke sermayesinin değişik fraksiyonları arasındaki çelişkiler bir yanda, emek diğer yanda kalır. Yani esas sorun sermaye emek çelişkisi ekseninde şekillenir. Nitekim Şili örneğinde de bu olay yaşanmaktadır. Örneğin, ABD Hıristiyan Demokratların önderlik ettiği Dİ’yi pek fazla desteklemiyordu. Bu tavrın önemlice nedenlerinden biri, Dİ’nin ordu çevreleri ile ilişkilerinin yeterli görülmemesiydi. Çünkü, ABD yönetiminin, diğer örneklerinde olduğu gibi gelecekte Şili için öngördüğü siyasal yapının en önemli elemanını ordu oluşturmakta. Bu açıdan bir burjuva muhalefetinin ordu ile sıkı ilişkiler içinde olması ABD desteğinin önkoşulunu oluşturuyordu. Geçen süredeki gelişmeler bu tavrın değişmesine yol açtı. Şüphesiz en önemli faktör muhalefetin radikalleşmesi ve militanlaşması. Bununla birlikte Demokratik Halk Hareketi (DHH) adındaki birliğin etkinliğini arttırması da bir diğer faktör. Bilindiği gibi bu birlik MIR’ı (Devrimci Sol Hareket), Şili Komünist Partisi’ni, diğer bazı devrimci siyasi akımları ve yüzlerce taban örgütünü içermekte. Gerek örgütlenme, gerekse talepler ve mücadele anlayışı açısından DHH bir yandan Pinoşe diktatörlüğüne karşı savaşmakta, öte yandan ise burjuvazinin toplumsal egemenliğinin yıkılmasını, toplumsal dönüşümün gerçekleştirilmesini hedeflemektedir. Bu faktöre bağlı bir diğer gelişme, ordu içinde ‘sağduyu sahibi’ çevrelerin seslerini duyurmaya başlamaları oldu. Aralık ayında CIA ve Reagan yönetimi, Pinoşe ve Dİ üzerine baskı yaparak, Şili’nin öngörülenden daha önce ‘demokrasiye’ dönmesini istedi. ‘... Şili’de ikinci bir Nikaragua istemiyoruz. Eğer bir an evvel kendinize faydası dokunacak yapıcı adımlar atmazsanız, bizim size yardım etmemiz için zaman geçmiş olabilir.’ sözleri yukarıda değinilmiş olan, yani burjuvazinin fraksiyonları arasındaki çelişkilerin sermaye-emek çelişkisinin gerisine düştüğü noktaya yaklaşıldığını gösteriyor. Burjuvazinin siyasal-toplumsal öne-

risi olan ‘demokrasiye geçiş’ projesi bir yandan Hıristiyan Demokratlar da dahil olmak üzere, politik sağı ve ‘sağduyu sahibi’ askerleri, öte yandan da sarı sendikaları kapsamakta. Potansiyel ve örgütsel olarak sosyal demokrasiyi de içeren bu proje Demokratik Halk Hareketi’ni gerek örgütsel olarak gerekse de talepleri açısından dışlamaktadır. Bilindiği gibi Sosyal Demokrat Parti de Dİ içinde de yer almaktadır. Keza Şili Sosyalist Partisi’nin bir fraksiyonu da bu ittifakın içindedir. Bu fraksiyon, sosyal demokrat ideolojinin uluslararası örgütü Sosyalist Enternasyonal’in reformcu çizgisini benimsemiştir. Kapitalizmi restore etmeyi hedefleyen bu ideoloji, burjuvazinin egemenlik ilişkilerini yıkmayı hedeflemez; bu nedenle de burjuva projesini incelerken bu akımlara pek değinilmedi. Bu proje 1985 yılı içinde sağlanacak partiler ve seçmen kütükleri ile ilgili yasal değişimler sonucu oluşacak fakat Demokratik Halk Hareketi’nin dahil edilmeyeceği bir Kurucu Meclis seçilmesini öngörmekte. Bu yolla ordu doğrudan politik iktidardan çekilecek ve yasama yetkisini bu meclise bırakacak, ve bu meclis yeni bir anayasa hazırlayacak. Projenin içinde Pinoşe’nin 1989’ a kadar devlet başkanı olarak kalmasına karşın, ordu ve devlet bağlarına ilişkin herhangi bir öneri bulunmamakta. Demokrasi konusundaki iyi niyetini göstermesi açısından da muhalefetin ulusal protesto günleri gibi kitlesel gösterilere katılmaması öngörülüyor. Bu projenin Hıristiyan Demokratlarca da ilginç olarak nitelenmesi, onların iktidardan pay alma ve burjuva muhalefet saflarında üstünlük sağlama eğilimlerinin Pinoşe’nin devrilmesi taleplerinin önüne geçmeye başladığının bir göstergesi oluyor. Bu noktada burjuva muhalefeti ile devrimci muhalefet arasındaki anlayış farklılığı görülmekte. Hıristiyan Demokratlar başta olmak üzere sistem-uzlaşmacı muhalefetin hedefi, burjuva politik


Sayfa: 10

Sayı: 10

SOSYALİST İŞÇİ

anlayışının şekillendirdiği bir parlamenter düzen. Yani üretenler ve yönetenler işbölümünün mutlaklaştığı, üretenlerin doğrudan politika yapmadığı bir düzen. Devrimci muhalefetin önerisi ise, halk örgütlerinin denetleme, karar verme yetkisinin anayasal bir hak olduğu, üretenlerin doğrudan politika yapmalarını sağlayacak bir anlayıştan kaynaklanıyor. Bunun ötesinde! de çok uluslu ve ulusal sermaye gruplarının etkisizleştirilmesi ve ordu devlet ilişkisinin dönüşüme uğratılması hedefleri de var. Toparlayacak olursak, burjuva toplumundaki egemenlik ilişkilerinin alt-üst edilmesi ve toplumsal dönüşüm hedeflenmekte. Buraya kadar ağırlıklı olarak burjuva muhalefetin nitelikleri ve eğilimleri üzerinde duruldu. Burjuvazinin ideolojik siyasi, ekonomik egemenliğinin olduğu bir toplumda elbette burjuva fraksiyonları arasındaki çatışmaları izlemek, değerlenmek ve olabilecek gelişmeleri önceden görebilmek önemlidir. Ancak göz önünde bulundurulması gereken bu çatışmaların son kertede neyi hedeflediğidir. Emperyalizmin dünya ekonomisindeki belirleyiciliği ve özellikle geri bıraktırılmış ülkelerle olan sıkı ilişkileri gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu ilişkiler var olan uluslararası işbölümünüm doğrudan görüntüleridir. Bu açıdan da hiçbir burjuva muhalefeti uluslararası işbölümünün dışına çıkmayı deneyemez. Sonuçta ekonomik açıdan var olan bağımlılık ilişkileri ufak tefek değişikliklerle sürecektir. Bu ise kapitalizmin yaşamakta olduğu yapısal kriz sürecinde gelecek açısından burjuvazinin açık diktatörlük eğilimlerinin sürmesi sonucunu doğurur. Bu nedenle siyasi alandaki burjuva muhalefetinin talepleri gerek zaman gerekse içerik açısından son derece kısıtlı kalmak durumundadır. Şili’de öne sürülen insan haklarının korunması, yurtdışına sürgüne gidenlerin geri dönebilmeleri doğru talepleri sermaye sınıfının krizinin derinleşmesiyle hemen gündemden kalkar. Sermayenin çıkarlarını korumak için ilk önce insan hakları ayaklar altına alınır. Esas olan siyasal, ekonomik ve toplumsal alanda dönüşümü hedefleyen bir devrimci muhalefetin toplumsal alternatif haline gelebilmesidir. Şili’de böylesi bir alternatif geçmişte olduğundan daha nitelikli ve güçlüdür.

İŞÇİ ÇIKARMAK YOK SANILIYORDU Cevdet HARMAN Ekim sonu kasım başında sıkıyönetim komutanlıklarınca ard arda açıklamalar yapıldı. Konu işçi çıkarılmasına ilişkindi. Kendi ifadeleri ile “. . . işyeri kapama ve işçi çıkarmayı izne bağlayan ...” belirlemeler yürürlükten kaldırıldı. Bu gelişme bazı çevrelerde ‘işçi çıkarma yasağı kalktı’ şeklinde yorumlandı. Böylesi bir yorum darbeden bu yana işçi çıkarılmadığını varsaydığı için yaşanmakta olan bir dizi gerçeği göz ardı ediyor. Daha önceleri çeşitli yazılarda hangi yöntemlerle işçi çıkarıldığına değinilmişti. Çoğu kez şirketlerin mali sorunları gerekçe olarak öne sürüldü. Hatta bazı şirketler kendilerini tasfiyeye gittiler. Diğer bir yöntem işçileri başka şehirlerdeki fabrikalara sürmek oldu. Bunu doğal olarak uygulayamayanlar ‘kendi isteği ile işten ayrılmış’ sayıldı. Kimi kez de teknoloji değişimi gerekçe olarak gösterildi ve toplu işten çıkarmalar yapıldı. 1980 öncesinde de, Türkiye’ de, dünyada pek az ülkede örneği olan ölçülerde toplu işçi çıkarımı uygulanıyordu. O yıllarda %30’a varan oranlardan söz ediliyordu. Böylelikle toplu sözleşmelerin getirdiği yüklerden, yüksek ücretli işçilerden ve güçlü sendikal örgütlerden kurtulmak hedefleniyordu. Bugün de hedefler aynı. Gerekçe bildiriminin kalkması toplu sözleşme müsveddelerinin yapıldığı döneme rast geldi. Bu bir tesadüf değildir. Böylelikle, toplu sözleşmesiz asgari ücretle işçi çalıştırmanın yolu açılmış oldu. Öte yandan sendikalaşmak, daha da önemlisi kapitalistlerin istemediği sendikalara üye olmak isteyen işçiler, yaygın bir şekilde işten çıkarılmaya başlandılar. 12 Eylül öncesinde bir yandan sözleşmelere iş güvencesine ilişkin hükümler yerleştirerek, öte yandan ise kıdem tazminatı hakkını geliştirerek toplu işten çıkarmaya karşı mücadele ettiler. Hatta zaman zaman, kıdem tazminatı hakkının genişletilmesi ücretlerde ve diğer düzenlemelerde tavizler verme pahasına gerçekleştirildi.

işsizlik sigortası gibi, iş yasasında olmayan hakları elde etmenin dolaylı yolu oldu. Bu nedenle de kıdem tazminatı hakkı, bir yandan keyfi toplu işten çıkarma işlemlerinin işçiler aleyhine doğurduğu sonuçları azaltıcı niteliğe sahipti, öte yandan kapitalistlerin keyfi davranışlarının kısıtlanmasını getiriyordu. Önce YHK, sözleşmelerdeki tüm kazanılmış hakları ayıkladı, son olarak da kıdem tazminatı hakkı hükümet tarafından yok edildi. Bu durum kıdem tazminatının eksik de olsa yüklenmeye çalıştığı iş güvencesi, işsizlik sigortası gibi hakların yitirilmesi anlamına geliyor.Bu durumun gerekçesinin kalkması ile aynı günlere rastlaması tesadüf değil..Şüphe yok ki bunlar 24 Ocak kararlarından bu yana sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı sürdürdüğü savaşın parçalarını oluşturuyorlar. Bunun sadece ekonomik savaş olarak nitelemek mümkün değil. Ekonomik savaşı sürdürebilmenin yasal dayanakları da oluşturuluyor.. Hatta sendikal örgütlenme, grev gibi temel hak kısıtlamalarının hepsi anayasada yer alıyor. 1963 - 80 arasında kazanılmış olan temel haklarımızın gasp edilmiş olması sayesinde sermaye sınıfı toplu işçi çıkarmayı rahatlıkla sürdürüyor.. Toplu işçi çıkarmaya karşı mücadele doğrudan doğruya gerçek bir örgütlenme hakkı ve grevli sendika hakkı ile bağlantılı. Bu hakları ka-

Hatırlarsak 1963 80 döneminde toplu atılmalara karşı pek çok kez yasa dışı direniş ve işgaller, verim düşürme eylemleri yaratılmıştı. Bu tür anıları unutmadan, temel haklarımız olan grev ve örgütlenme hakları mücadelesini ve taleplerini öne çıkarmayı hedeflemeliyiz.. Bugün bu talepler birliği sağlayacak potansiyele sahiptir. Yukarıda temel hak kısıtlamalarının hepsinin anayasa da yer aldığını söyledik.. Bu açıdan da mücadelenin politik bir niteliği vardır.. TİSK başkanı Halit Narin’in “demokrasinin icabı zaman zaman işçi çıkarmaktır” sözü sermaye sınıfının bu konudaki anlayışının ifadesidir. Anayasa ve diğer yasalarda aynı anlayışla oluşturulmuştur. Temel haklardaki taleplerimize ulaşma mücadelemiz sermaye sınıfının yarattığı yasaları ve anlayışı yıkma gücüne ulaştığı oranda işçi sınıfının demokrasi anlayışını tanımlayacaktır.

GEÇMİŞİN ÇARPITILMASININ ÜRÜNÜ OLAN

ÇARPIK TEORİ KOMÜNİSTLERİN YOLUNU AYDINLATAMAZ M. Sefa KURTULUŞ ÖRGÜTÜNÜ BÖLENLERİN “YENİ” İDEOLOJİK SİLAHI

ANTİFAŞİZM

R. Kasım PROLETARYA SOSYALİZMİNDEN BİR SAPMA: TKKKÖ

KONFERANS KARARLARI VE GÖREVLERİMİZ

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ 1. KONGRE BELGELERİ ve TÜZÜĞÜ

B. Şeref KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ

Böylelikle bu hak, iş güvencesi ve

zanma mücadelesi sürecinde, sınıf içinde sağlanacak birlik aynı zamanda toplu işten çıkarmaların karşısında etkin bir güç haline gelecektir.. Görüldüğü gibi toplu işçi çıkarma da sermaye sınıfının elindeki en iyi silah sınıfın atomize durumu, başka bir ifade ile bölünmüşlüğüdür. Burjuvazi bu bölünmeyi o nedenle körüklemektedir. İşsizler ordusuna katılma tehlikesi bu bölünmenin hızlandırıcısı olmakta, işten atılanlarla dayanışmayı engellemektedir.

YAYINLARI

SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI


Sayı: 10

SOSYALİST İŞÇİ

MADENCİ GREVİ 10. AYINDA

Her türlü baskıya, mali güçlüklere ve polis terörüne rağmen 140 bin İngiliz, İskoç ve Galli maden işçisi grevde 10 ayını doldurdu. Maden grevi birçok yönden İngiltere sınıf mücadelesinin dönüm noktasını oluşturuyor. Grev Mart başında hükümetin ve Ulusal Maden İşletmesi’nin bir kez daha 20 bin işçiyi işten çıkaracağını ve 5 ocağı daha kapatacağını açıklaması ile başladı. Hakim sınıf dersini iyi yapmış, yıllardır kömür stoklarını tepelemiş ve üstelik grevi ilkbahar başında, yani kömürün en az kullanıldığı anda kışkırtmıştı. Kapatmak üzere seçtiği bölgenin en militan bölge olması gene hakim sınıfın kendisine güvenini gösteriyor.

çelik işletmesini bir hafta boyu kuşattı. Ancak içerdeki işçiler yardımı red ettiler. Ve ülkenin her tarafından taşınan atlı, köpekli polis tam bir askeri harekatla kömür dağıtımını sürdürdü. Demir çelik işçilerinin dayanışmayı red etmesi aslında İngiltere işçi sınıfının genel durumunu yansıtıyor.

MADENCİLERİN CEVABI

HAKİM SINIFIN TAKTİKLERİ

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Yorkshire madencileri aynı gün sendika onayı filan beklemeden greve çıktılar ve derhal diğer bölgelere yayılarak oradaki ocaklarda geleneksel grev hattını çektiler. İş başı yapmaya gelen her bir madenciye eylemlerini anlattılar ve dayanışmaya çağırdılar. İki, üç gün içinde tüm ülkede 150 bin madenci (iş kolunun % 80’i) greve katıldı.

Bu arada kayda değer bir nokta da hakim sınıfın taktikleri... İşçiyi işçiye düşürme kampanyası tüm hızıyla sürüyor, her fırsatta bölücülük körükleniyor. 1977’de maden işçilerinin tekrar tekrar oylama ile red etmesine rağmen zamanın İşçi Partisi hükümetinin zorla başlattığı “üretkenlik” farkı zaten peşinen işkolunu bölmüş, ulusal yerine bölgesel toplu sözleşmeler getirilmiş, kömürü bol olan şu anda grev kırıcılığı yapan Notts gibi gölgeler ortak mücadeleden ayrıştırılmıştır.

Böylece son üç yılda üç grev oylamasının yapamadığını önder işçiler kendi inisiyatifleri ile üç günde başardılar. Çünkü tüm hükümet ve basın propagandasını aşıp, devlet mekanizmasını, mahkemeleri ve polisi hazırlıksız yakalayıp, diğer işçilere direkt ulaşabildiler ve eylemlerini yüz yüze anlattılar. EN UZUN GREV Bu ayın başında 10 ayını dolduran maden grevi İngiltere’de sınıf savaşının en uzun grevi. 1926 genel grevi ancak 9 gün sürmüştü, her ne kadar sendika liderleri grevi sattıktan sonra zamanın madencileri uzun bir süre daha devam ettiyse bile. İ984 grevinin böylesine sürmesi, bir yanda sınıfın bir bölümünün kararlılığını gösterirken, öte yandan ise tüm sınıfın çekingenliğini gösteriyor, örneğin, 1974 grevini sonuçta kazanan olay maden işçilerinin diğer iş kollarından gördüğü pratik yardım olmuştu.. Stoklardan kömür dağıtımı önlenmiş, demir çelik ve elektrik işletmelerinin kömür kullanması diğer işçilerin fiziki yardımı ile durdurulmuş ve nihayet ülkede elektrikler sönmeye başlayıp iş haftası üç güne inince zamanın Muhafazakar hükümeti pes etmiş, piliyi pırtıyı toplayıp kaçmıştı. Aynı senaryo bu defa da denendi. 5000 maden işçisi Orgreave demir

Taner KALKAN - S. BÜYÜKCE

Sanayi kollarını birbirine düşürmek ise zaten uzun süredir oynanan oyun. Bir çok işkolu yardımı red ederken hakim sınıfın tartışmasını tekrarlıyor ve kendi iş kolunun maden grevi ile ters bir biçimde etkilendiğini söylüyorlar. Hakim sınıfın diğer bir taktiği ise açık zorbalık. Polis teşkilatı merkezileştirdi, kalabalık grevci grupların tespit edildiği yerlere helikopterlerle polis taşıyorlar. Bir çok maden köyü tam işgal altında. Köyden çıkışlarda barikatlar var. Atlı polis grevcilere kıyasıya saldırıyor, köpeklerini salıveriyorlar. Halen 5 grevci öldü. (Basına yansıyan ise ancak yaralanan grev kırıcıları ve bir defasında ise bir grev kırıcısını işe götüren taksi şoförünün ölümü.) Sendika lideri dahil 9000 grevci tutuklandı şimdiye kadar, ve salıverilmenin şartı greve katılmamak. Son olarak hükümet orduyu kullanma hazırlıkları içinde. DAYANIŞMA Son yılların sendikal hakları kısıtlayan., dayanışmayı kanunsuz kılan yeni kanunları ise diğer işkollarından herhangi bir yardımı önlüyor. Şu andan madencilerin gördüğü en büyük yardım bütün ülkede çığ gibi büyüyen dayanışma komiteleri, ön-

celikle işçi mahallelerinde ve işyerlerinde önder işçilerin başlattığı komiteler artık bütün ülkeye yayıldı. Her gün istasyonlarda, pazarlarda grevcilere yardım toplayan gruplar: görmek mümkün. Sokaklarda aynı şekilde grevleri destekleyen rozetler ve sloganlar şu sıralarda günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda. İşyerlerindeki dayanışma komiteleri doğrudan doğruya maden ocakları ile ilişki içinde çalışıyorlar.. Bir kardeş ocak seçiyor, topluca grevcileri ziyaret ediyor onları kendi toplantılarına çağırıyorlar. Dayanışma komiteleri hem grevcilere pratik yardım sağlıyor hem de grevin deneyimlerini diğer işçilere aktarıyorlar. Kendi toplu sözleşmelerini bahane edip greve çıkan tren ve liman işçileri bazı yerlerde kömür dağıtımını durdurunca hükümet önce her bahasına bu iş kollarında toplu sözleşmeleri bağladı, dayanışma grevlerini ise yeni’ kanunlarla önledi. Kısacası sınıf savaşında ikinci bir cephe açmak şu ana kadar mümkün olmadı. Arada sırada İngiltere dışından gelen yardımlar ise diğer önemli bir kaynak, örneğin Fransız madencileri yiyecek gönderiyor ve bir ara Fransa’dan kömür nakliyatını durdurdular. Aynı şekilde Avustralya’dan kömür nakliyatı da aksadı. Ancak hakim sınıf kömür ithalinde pek zorluk çekmiyor, örneğin Polonya’dan ve SSCB’den kömür ithali rekor düzeylere ulaştı. GREVİN BUGÜNÜ 10 ayın kısa bilançosu böylece grevcilerin kararlılığı ancak diğer işçilerin yardımdan kaçınması olarak özetlenebilir. Grevcilerin kararlılığı açık. Her türlü mali zorluklara ve polis terörüne rağmen bir kesimin grevi sonuna kadar sürdüreceği açık. Geçen ay hakim sınıfın ve tüm basının giriştiği büyük işe dönüş kampanyası, işletmenin Noel ve yılbaşı pirimi adı altında sunduğu büyük toplu rüşvet ancak 8 bin grevciyi ikna edebildi. Öte yandan grevcilerin diğer işçilerden ancak çok kısıtlı yardım bulabilmesi ise büyük sorun. İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve İşçi

Sayfa: 11

Partisi yardım şöyle dursun, grevi satmak için ne yapacaklarını şaşırdılar. Onlar kendi rahatları ve çıkarları peşindeler. Hakim sınıfla aynı telden çalıyorlar. Üstelik her fırsatta grevcileri zorbalıkla suçlayıp, polis zorbalığına sırt çevirmeleri grevcilerde büyük moral yıkımı yaratıyor. Grev işçiler için büyük deney. Tüm devleti ve İşçi Partisi gibi daha önce dost bildiklerinin gerçek yüzünü görüyorlar. İçlerinde politize olup yaşadıkları düzeni sorgulayanlar çoğalıyor. Aslında sadece grevcilerin kendileri değil tüm maden köyleri giderek politize oluyor. Bir kaç köyde halk tutuklanan grevcileri polisin elinden zorla kurtardı. Bazı köylerde polis karakolları basıldı. Grevcilerin anaları, bacıları grevde bizzat görev alıyorlar, grev hatlarına, işgallere katılıyorlar, aş evlerini yürütüyorlar. Birçok köyde, okullarda grevciler ve aileleri topluca yemek yiyiyor, yaşıyorlar. Birçok madenci ile grevin boyutları ötesinde devletin ve burjuva kurumlarının rolünden, işçi sınıfının gerçek çıkarlarının nasıl bir düzen ile sağlanabileceğinden konuşmak mümkün. SENDİKA VE İŞÇİLER Devrimci solun grev üzerindeki etkinliğine diğer bir engel ise grevin ve sendikanın yapısı. Maden işçileri sendikalarına son derece sadık. Bunun bir sonucu grevin insiyatifini sendika liderliğine bırakmak. Her ne kadar bugünkü maden sendikası yönetimi ülkenin en iyi sendika yönetimi olsa da, bu kadronun daha önceki 72 ve 74 maden grevlerinin doğal önderlerinden oluşmuş olsa da, grevin kaderini liderlere bırakmak işçileri pasifleştiriyor, grevden uzaklaştırıyor, eylemlerini devamsız kılıyor, örneğin grevin başlarındaki işçilerin kendiliğinden başlattıkları ve grevin yayılmasına neden olan grev hatları giderek azalıyor. Bu ve bunun gibi eylemler liderlik tarafından saptanıyor ve düzenleniyor. İşçiler insiyatiften uzak, asker gibi görev bekliyorlar sendikadan. Ayrıca grevci işçiler politik önderlikten genellikle yoksun. Sendika liderleri greve ekonomik mücadeleden öte bir yön kazandırmaktan uzak, zaten bunu görev edinmeleri de beklenemez. Devrimci partinin yokluğu fazlasıyla hissediliyor ve küçük örgütlerden bu boşluğu doldurmalarını beklemek şu safhada gerçekçilik olamaz. Ancak, grev sınavını 10 aydır büyük bir kararlılıkla sürdüren işçiler işte o devrimci partinin en büyük potansiyallerini taşıyor.


YA BARBARLIK YA SOSYALİZM M

odern barbarlık çağı çoktan başladı. Sakın, etrafınızdaki modern araç, gereçlere, gaza elektriğe, suya, uçaklara ve atom gücüne bakıp, radyoya, TV’ye kulak verip, gazeteleri okuyup da bunun yalan veya abartma olduğunu sanmayın.

Dünya yüzünde bir takım insanlar karınlarını etle sütle, en nadide meyvelerle ve içeceklerle doldururken, evlerinde kendi köpeklerini özel et konserveleri ile beslerken, dünyanın bir başka yerinde insanlar açlıktan kitle halinde telef oluyorsa, her 6 saniyede bir çocuk ya ölüyor, ya hasta oluyorsa bu barbarlıktır. İnsanlar bir böbrek makinasına harcanacak parayla roket, bir çok hastaneyi donatacak parayla savaş uçakları ve nükleer füzeler yapıyorlarsa, insanlığın ürettiği zenginlikler insanlığı yok etmek için harcanıyorsa bu barbarlıktır. Evet, artık kapitalizm çürüyor ve medeniyet yerini hızla barbarlığa bırakıyor. Bunu en yeni örneklerini uzun uzun aramaya gerek yok. Gazetelere ve TV’ye bir göz atmak yeterli. Etiyopya, Sudan ve Afrika’nın birçok başka yerinde insanlar pirinç, buğday tanelerini pisliklerin içinden tek tek toplayıp yemek için birbiri ile yarışırken ve açlıktan sinekler gibi kırılırken Ortak Pazar ülkelerinin depoları satılamayan yüzlerce ton

donmuş et, tereyağı, süt, ambarları binlerce ton buğday ile dolu ise ve sütler sokaklara dökülüyor, buzağılar büyümeden kitle halinde öldürülüyorsa, barbarlığın örneklerini uzun uzun aramaya gerek yok. 1983 yılında aynı TV’lerden bir UNICEF görevlisi, bir doktor ağlamaklı gözlerle Etiyopya’dan şöyle sesleniyordu; “allah rızası için bir şeyler yapın çok geç olmadan — seneye bu kuraklık bu insanları kitle halinde öldürebilir.” Kimse kılını kıpırdatmadı. Sonra 1984 yazında kuraklık tahmin edildiği gibi kasıp kavurdu ortalığı ve şimdi dünya utanç içinde yardım yetiştirmeye çalışıyor. Ama kapitalistlerin kalbi katı; ve hakim sınıf yardım için toplanan paralardan işletme vergisi kesmeyi ihmal etmiyor, öte yandan Avrupalı bir çiftçi tüm buğdayını veriyor açlık kurbanlarına fakat taşıyacak uçak bulamıyor ve insanlar kitle halinde ölmeye devam ediyor. Kuraklık ve açlık allanın işi, biz ne yapalım diyenlere bir örnek verelim de gözleri yuvalarından fırlasın: Etiyopya’da insanlar açlıktan kırılırken Avrupa’da dükkanlarda Etiyopya malı sebze ve meyve satılıyor. Çünkü bunları Avrupa’ya taşımak açlık bölgesine taşımaktan kolay ve karlı. Bugün açlıktan kırılan ülkelerin halkları kapitalizmin etkisi ile

yani kar dürtüsü ile geleneksel ürünlerini terk e-dip ihraç ürünlerine yöneldiler. Bu arada yeni ürünlerin bir kısmı toprağı çabuk tüketti, çoraklaştırdı. Diğer taraftan tütün, kakao, pamuk vb ihracat malları besin ürünlerinin yerini aldı ve besin ürünleri ithal edilmeye başlandı. Bunun sonucu bu ülkelerde yaşayan insanların beslenme ihtiyacı gelişmiş kapitalistlerin bu ülkelerden mal satın alma ihtiyacına tabi kılınmış oldu. Son 10-15 yıldır bu temel ihraç mallarının fiyatları düşmeye başladı ve halen de düşüyor. Böylece az gelişmiş ülkelerin bir kısmı kendi halkının karnını doyuracak ihracat gelirlerinden mahrum kaldı. Eski geleneksel besin ürünleri üretimine de artık dönemezlerdi. Sonuçta açlıktan kırılmaya başladılar. Kapitalizmin etkisi bu kadarla da bitmiyor. Dünyanın yağmur ormanları (ki bunlar esas olarak azgelişmiş ülkelerde bulunuyor) hızla kereste elde etmek için, ticaret yolları açmak için inanılmaz bir süratle yok ediliyor. Bu ormanlar dünyanın su deposu, ağaçların yapraklan yağmur çekiyor, kökleri yağmur suyunu toprakta tutuyor. Bunlar yok oldukça yağmur oranı sadece o bölgede değil tüm dünyada genel olarak düşüyor. Ve kapitalizmin kar telaşı dünyamızın doğal dengesini, gelecek kuşakların nasıl ve nerede yaşayacağını göz önüne almadan hırsla çarçur ediyor. Bu

barbarlık değil de nedir ? Dünya bugün tüm insanları doyuracak besini, enerjiyi fazla fazla üretiyor. Silah araştırmalarına harcanan paralar insanlığın refahı için harcansa bugün başımızı ağrıtan sorunların tümünü kısa bir zamanda çözmek işten bile değil. Ama kapitalizmi insanlığın ihtiyaçları değil, kar oranları yasası yönetiyor. Nerede kar, orada yatırım, orada harcama, orada zenginlik. Tüm dengesizliklerin temelinde kapitalizm yatıyor. Başka suçlu aramak, işi allaha, kadere bağlamaya çalışıp iç rahatlatmaya kalkmak boşuna. Bugün Türkiye de işçi sınıfını ve yoksul köylüleri adım adım açlığa iten güçlerle, Etiyopya, Sudan ve buna benzer yerlerin halklarını açlıkla karşı karşıya bırakan güçlerin arkasında hep aynı şey var: çürüyen, dağılan kapitalizm. İşçiler, insanlığın bu feryadına kulak verin. Ancak sizin mücadeleniz insanlığı bu karabasandan kurtarabilir. Çünkü ancak siz kapitalizmi yıkacak güce ve yerine sosyalizmi kuracak olanaklara sahipsiniz. Bugün insanlığın kaderi hiç bir zaman olmadığı kadar işçi sınıfının sırtına yüklenmiş durumda. İşçiler; ya barbarlık, ya sosyalizm ! Karar sizin. Tüm insanlık tarihinin gözleri sizin üzerinizde..


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.