si_2

Page 1

KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR MAYIS 1984 SAYI: 2 Sözde demokrasiye geçildiği söylenen bu günlerde zindanlar siyasi mahkumlarla dolu olmaya devam ediyor. İnsanlık dışı koşullarda baskının, işkencenin boyunduruğunda, devrimci mahkumlar madden ve manen ezilmek, yok edilmek isteniyor. Kanlı generaller öç alıyorlar. Faşizme karşı direnen, diktatörlüğe karşı mücadele eden, emekçi halkların mutluluğu için kavgaya atılanlar şimdi egemen sınıfların gazabına uğruyorlar. Cezaevleri insanlık onurunun ayaklar altına alındığı, devrimci kararlılığın, direniş azminin, işçi sınıfı ve emekçi halklara bağlılığın ezilmek istendiği yerlerdir. Egemen sınıfların kolluk kuvvetleri devrimcileri ele geçirmekle, işkence etmekle ve zindanlara doldurmakla yetinmemekte, onların boyun eğmesini, teslim olmasını beklemektedir. Ancak zulmün katmerleştiği yerler, direnişin ocakları oldular. Diyarbakır, Mamak, Metris boyun eğmemenin, sınıf düşmanına teslim olmamanın sembolleridir. Açlık grevleri ve ölüm orucu şu anda devrimci mahkumların ellerindeki tek silah, düşmana karşı ortaya sürebilecekleri sadece tek bir sev var: kendi hayatları. Uzunca bir zamandır birçok cezaevi ölüm oruçlarına sahne oluyor. Kürdistan’da anti-sömürgeci siyasal mahkumların yoğun olduğu Diyarbakır Cezaevinde ölülerin sayısı 20!ye yaklaşıyor. Açlık grevindeki tutukluların üzerine ateş açılıyor, yangın çıkarılıyor, işkenceler yoğunlaştırılıyor. Anla bütün bunlara rağmen Diyarbakır zindanında bir direnişi yenisi izliyor. Bunca ağır baskıya rağmen Kürdistan’lı yurtseverler, devrimciler kanlı generallere ve onların cezaevi koşullarına karşı direniyorlar. Ankara’da Mamak, İstanbul’da Metris, Sağmacılar ve diğer birçok cezaevinde de devrimci, anti-faşist tutuklu ve mahkumlar direnişe son vermiyorlar. Nisan ayı ortalarından beri İstanbul’da Metris ve Sağmalcılar Cezaevlerinde yeni bir direniş devam ediyor. Fütursuzca ölümü göğüsleyen devrimci mahkumlarla dayanışma boynumuzun borcudur. Herkesten önce sosyalist işçilerin görevidir bu. Sosyalist işçiler siyasi özgürlükler için mücadelenin öncüsü olmalıdırlar. Bugün uğrunda zorlu bir mücadele verilmesi gereken siyasi özgürlük taleplerinin başında tüm politik tutukluların serbest bırakılması gelmektedir. Genel af talebi toplumun değişik kesimlerinde yankı bulmaktadır. Tutukluların direnişleri ve ailelerinin dışarıdaki çabalarıyla gündeme

ZİNDANLAR BOŞALSIN

TÜM SİYASİ TUTUKLULARA ÖZGÜRLÜK Mithat FAZIL gelen bu talep daha fazla ses çıkarmakta, basında yer bulmakta, siyasi partileri tavır almaya zorlamakta, seçim mitinglerinde yüksek sesle dile getirilmektedir. Hiç kimse işçilere ve ezilenlere özgürlük bahşetmez. Tek tek her özgürlük kırıntısını bile kavga ederek kazanacağız» Bunlar çetin mücadeleler olacak. Ama içinde mücadele edilen koşulların düzelmesi de bu mücadelelerin eseri olacaktır. Sınıf düşmanına, onun baskılarına karşı çıkmak işçi sınıfını toplumsal hareketliliğin başına geçmesini sağlar. Sosyalist işçiler şimdi siyasi özgürlükler için mücadelenin önderliğini kazanmak gibi zor bir görevle karşı karşıyadırlar. Mücadele moral bozukluğunu altetmenin, dağınıklığın önüne geçmenin, safları sıklaştırmanın ve birleşmenin tek yoludur. Bilmeliyiz ki işçiler toplumsal muhalefetin öncüsü olacaklarsa bunu kapitalist sınıf egemenliğinin yarattığı her türlü haksızlığa kararlı bir biçimde karşı çıkarak başaracaklardır. Toplumun ezilenleri uğradıkları haksızlıklara karşı mücadelede başı çeken bir işçi sınıfının etrafında kenetlenmekte tereddüt etmeyeceklerdir. Ayrıca bu mücadele işçi sınıfının kendisini de eğitecek ve birleştirecektir. Kapitalist sınıf egemenliğine karşı genel bir saldırıya geçmeden önce mevzi savaşlar, yenilgiler ve başarılar yaşayacağız. Her başarı kendimize güveni arttıracak, ileriye doğru attığımız her adım yeni mücadeleler için bir başlangıç olacak, saflarımızı büyütecektir. Yenilgilerinden ders çıkarmayı bilenler kazanmanın şartlarını hazırlarlar. Sosyalist işçiler kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin diktatörlüğünün orasını burasını yamamak, bu diktatörlüğü daha çekilir bir hale getirmek değil, onu ortadan kaldırmak

istiyorlar. Gene! saldırıya geçebilmek ise işçi sınıfının böyle bir saldırıya hazır olmasına, ezilenleri etrafına toparlamasına bağlıdır. Şimdi ise uzun hazırlık yıllarının başında olduğumuzu bilmeliyiz. Siyasi özgürlükler için mücadele sınıfı ve ezilenleri hazırlayacak ve bileyecektir. Mücadelenin bugün içinde bulunduğu evre, mücadelenin verildiği koşulları değiştirmektir. Kısacası siyasi özgürlükler için mücadeledir. Kimileri her iyileşmede bize dönüp diyeceklerdir ki, işte amaca ulaştık. Şimdi daha fazla mücadelenin gereği yok. Onlar işçilerin sömürüye katlanmalarını isteyenlerdir. Sosyalistler ise bu sömürünün kendisini ortadan kaldırmak isterler. O yüzden yarı yolda durmayacak, tam tersine her başarıyı daha ileriye yürümek için bir basamak olarak kullanacaklardır. Tepkilerin yoğunlaşması karşısında burjuva partileri aftan bahseder oldular. Toplumsal yaraları sarmaktan, gençleri tekrar topluma kazanmaktan söz ediyorlar. Yapmak istedikleri oyalamadan başka bir şey değildir. Üstelik hepsi ağız birliği etmişçesine “teröristlerin “ af edilmesinin söz konusu olmadığını söylüyorlar. Burjuvanın dağıtacağı özgürlük işte bu kadardır. “Terörist” dedikleri faşist saldırganlar karşısında kendini savunmuş, faşizme karşı mücadelenin gereklerini yerine getirmiş olan antifaşistlerdir. Sosyalist işçiler tüm siyasi tutukluların serbest bırakılmasını isterler. Ancak yığınsal mücadeleler burjuva partilerini, hükümetlerini geniş kapsamlı bir af çıkarmaya zorlayacaktır. Başını işçi sınıfının çektiği bir kitle hareketinin yaratacağı baskı olmadan egemen sınıfların kapsamlı bir affa yanaşacaklarını beklememek

gerekir. Bir ihtimal mevcut kıpırdanışlarını kararlı bir muhalefete dönüşmesini engellemek amacıyla, o da pek yakın olmayan bir tarihte kısmi bir af ilan edilmesidir. Kararlı bir muhalefetin yaratamadığı koşullarda böyle bir af mevcut potansiyelleri dağıtmaktan başka bir amaca hizmet etmeyecektir. Sosyalistler ise yaygın bir kitle baskısı yaratmak ve bunun sonucunda geniş kapsamlı, hatta sınırsız bir af çıkarılmasını sağlamak mücadelesi veriyorlar. Böyle bir sonuç sadece siyasi mahkumların özgürlüklerine kavuşmalarıyla sınırlı olmayan bir başarı olacaktır. Hükümete ve egemen sınıflara karşı genişleyen bir protestonun ortaya çıkması baskı ortamının gevşemesi, nefes almak olanaklarının çoğalması ve yeni hedeflere yönelik kitlevi mücadelelerin çoğalması anlamına gelecektir. Zindanların tıkabasa politik tutuklularla dolu olduğu bir yerde özgürlüğün kır m tısı bile olamaz. Tüm politik tutukluların özgürlüğe kavuşması, sınırsız bir genel af ancak mücadelenin sonucunda elde edilir. Devrimci tutuklular can pahası sürdürmekte oldukları direnişlerle kamuoyunu uyandırarak, uluslararası tepkilerin yoğunlaşmasını sağlayarak, kısmi başarılar kazanarak üstlerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyorlar. Özellikle ülke dışında siyasi mahkumların her direnişi yaygın bir yankı bulmaktadır. Direnişler ana haber bültenlerinde yer almakta, ilerici kamuoyunda geniş bir sempati ve destek bulmakta, dayanışma kampanyaları çoğalmaktadır. Birçok Avrupa ülkesinde, direnişler ve cezaevlerinde yer yer katliama varan uygulamalar meclislerde özel görüşmelerin konusu olmakta, hükümet sözcüleri, dışişleri bakanları açıklama yapmak zorunda kalmaktadır. F.Alman Yeşiller partisi milletvekili ve yöneticilerinden 7 tanesinin Ankara’da Kızılay’da bir gösteri yapmaları, siyasi mahkumlara özgürlük talep eden bildiri dağıtıp pankart açmaları cezaevlerindeki direnişin yarattığı sonuçlardan birisidir. Tutuklu ailelerinin başlatmış olduğu çalışmalar da protestonun artık yüksek sesle dile getirilmesi sonucunu doğurmaktadır. 25 Mart Seçimleri öncesi özellikle SODEP toplantılarında af talebi çok sık gündeme gelmiştir. SODEP İstanbul mitinginde Genel Af’a ilişkin sloganların atılmış olması, -siyasi mahkumların direnişlerinin cevapsız kalmadığının göstergeleridir. Sosyalist işçiler de bu mesajı sınıfın saflarında yaygınlaştıracak, Genel Af talebini geniş yığınlara mal etmek için ellerinden geleni yapacaklardır.


Sayı: 2

Yurtdışı baskısı MAYIS 1984, Sayı: 2

SOSYALİST İŞÇİ

Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere

Sayfa: 2

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

HABERLEŞME ADRESİ: Postlagerkarte 074763A - 1000 Berlin 44 - B.R.DEUTSCHLAND

DERSİM’DE SÖMÜRGECİ ZULÜM Ali Haydar YILMAZ Tunceli'de 1981 Ağustosunun sonudur. Köylüler ekinlerini kaldırmakta, her günkü normal işlerine devam etmektedirler. Halk arasında askerin yeniden geleceğine dair fısıltılar dolaşmakta, tedirginlik ve korku havası her yanı sarmaktadır. Köylüler kendilerini bekleyen felaketi sezmekte, yapacakları bir şeyleri olmadığına inanarak sinmektedirler. Her tarafta bir fırtına öncesi sessizlik hüküm sürmektedir. 5 Eylül 1981: Türk ordusunun vurucu güçleri adeta yepyeni bir ülke işgal edercesine çıkıp gelmiştir. Motorize birlikleriyle, jet ye helikopterleriyle, en iyi teçhizatlı komandosuyla birlikler akın akın düşman topraklarına akmaktadırlar. Avlarını uykuda yakalamak için, gizlice gece üç dört sıralarında yerlerini alan akıncılar, şehir, kasaba ve tüm köyleri teker teker çembere almaya başlamışlardır. Nereye geldiklerini dahi bilmeyen askerlere il sınırının girişinde komutanlarca şöyle emir verilmiştir: "Şu andan itibaren savaş durumunda bulunuyorsunuz, geldiğimiz yerin insanları vahşi birer düşmandırlar, en ufak bir kıpırdanmaya göz yumduğunuz takdirde siz ölürsünüz." (Böyle bir enirin verildiğini bir kaç er halka açıklamıştır)... Sabah ilçe merkezi: Kasaba kuşatılmış durumdadır. Bütün araba ve ulaşım araçlarına el konulmuştur. Komandolar kapıları kırarak evlere girmektedirler, ilçenin çevresinde bulunan mağara ve oyuklara atılan

bomba sesleri her tarafı inletmektedir. Helikopterler yüksek tepelere asker ve teçhizat indirmektedirler. Dipçik ve tekmelerle kadın erkek herkesi toplayarak meydana götürdüler. Karşılarına ikan komutan: "Şu andan idaren buradan ben sorumluyum, biz buraya çevrede bulunan yirmi otuz vatan hainini yakalamaya geldik. Hepiniz bize yardımcı olacaksınız, onlar devrimci de ildirler, gerçek devrimci biziz... yardımcı olmayanlar cezalandırılacaklardır..." O sırada seksen yaşlarında bir ihtiyar sorusu olduğunu söyledi ve şöyle dedi: "sadece yirmi otuz kişiyi yakalamaya geldik diyorsunuz... Fakat bu kadar kişi için bu kadar çok askerin gelmesi fazla olmuyor mu?" Bunun üzerine komutan çıktığı yerden inerek köylünün kulaklarını çekti ve askerler dipçik darbeleriyle alıp götürdüler... Komutanlar ellerinde bulunan haritalara göre tespit edilmiş önemli orman ve vadileri adeta elemektedirler. Keçi ve koyunları otlatan çobanların yiyecek taşımaları yasaklanmıştır. Askerler sarp yerlerdeki en ufak ayak izinin peşini bırakmamakta, ayı kurt, tilki inlerinden dahi şüphelenerek oralara ateş etmektedirler. Ormana kaçan köylüleri aç bırakmak için köy çevrelerinde kurulan ablukalar sonuç vermeyince komandolar, köylülerin bağ ve bostanlarını yağmaya başladılar. Arazinin bütün önemli noktalarına gözetleme üsleri konulmuş, bütün köy ilkokulları işkencehane haline getirilmiştir. II çapındaki genel operasyon Nazimiye’deki genel karargahça yönetilmektedir. Bazı köylerde olanlar ise kısaca şöyle: Fareç Köyü: Köylüler meydana getirilip sıraya dizildi. Tek ayak üzerinde saatlerce bekletildiler ve arkasından falakaya çekildiler. Dört kadın köyden kaçan köylülere ekmek verdikleri iddiasıyla çıplak ayak gözleri bağlı karargaha götürüldüler. Bu arada sıraya dizilmiş köylülerin toptan katledileceği söylentisini duyan bir kadın kaçarak kendisini Peri çayına atmak istedi. Sözde kendisini kurtarmaya gelen askerler, çırpınıp bayılan kadının göğsündeki altın ve bileziklerini aldılar. Velihan Köyü: Buranın köylüleri çıp-

12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından Kuzey Kürdistan'daki baskılar ve zulüm uygulamaları daha da yoğunlaştı. Kanlı generaller "terörü engellemek" bahanesiyle toplumun birçok kesiminden genişçe bir destek bulmuşlardır. Ancak üç yıllık uygulamaları asıl terörist olanların onlar olduğunu gösterdi. Kanlı generaller özellikle Kuzey Kürdistan'da bütün bir Kürt halkını düşman ilan ettiler. Kürdistan’lı bir okurun gazetemize ilettiği mektup, zulmün boyutlarını sergiliyor. Devrimci-demokrat yayınların yasak olduğu, kitle iletişim araçlarının ya gönüllü cunta borazanlığı yaptığı ya da sansür altında yayınını sürdürdüğü bir ortamda bu zulüm örnekleri kamuoyunun, işçi sınıfının gözlerinden gizlenebildi. Aşağıda parçalarını yayınladığımız türden mektuplar sosyalist bir gazetenin en fazla ihtiyaç duyduğu haber kaynaklarıdır. Satılık basının aktarmadığı haberler, bir fabrikada, bir köyde olan haksızlıklar işçi sınıfının bilgisine ancak böyle ulaştırılır. Gazetemizin tüm okurları çevrelerindeki her türlü baskı uygulamasını, mücadele haberini, diğer okurların yararlanabileceği deney ve tecrübelerini gazeteye iletmelidir. Bu Sosyalist İşçi'yi üzerine düşen görevleri başarıyla sürdüren bir gazete yapacaktır.

SOSYALİST İŞÇİ lak edilerek karıncalı ağaçlara bağlandılar ve günlerce aç susuz bırakıldılar. Silah için kadınlar rehin alındı. Silah bulamayan köylüler davarlarını satarak para toplayıp komutana verdiler. Doluca Köyü: Yüzbaşı falakadan sonra köylülere Orhan Bakır adlı bir devrimcinin mezarını sordu. Orhan Bakır iki sene önce öldürülmüş ve bu köyün yakınma gömülmüştü. Komutan ölüyü mezardan çıkarttı ve hemen orada kafatasını ayağının altına alarak üzerinde hoplamaya başladı. Sonra erlere Orhan Bakır’ın iskeletine ve kafatasına işemelerini emretti. Bunun dinlerine aykırı olduğunu söyleyen bir er komutan tarafından bayıltıncaya kadar dövüldü. Karayazı Köyü: Y.K., N.K.* ve Keştun mezresinden diğer bazı gençler mıntıka karargahı olan Germisi okuluna götürüldüler. Bu gençler en ağır işkencelerden geçirildiler. Kardeşlerinin ölüm derecesinde ağır durumlarını duyan diğer iki küçük kardeş C. ve K. ise ormana kaçtılar. Anne ve babaları ölmüş bulunan bu gençlerin evlerinde sadece küçük kız kardeşleri N.K. kaldı. Komandolar bu 14 yaşındaki kızı sıkıştırmaya başladılar. Tehdit ettiler, dövdüler, hakaret ettiler. Kale Köyü: Bu köyden sorumlu komutan köylülerin verilen süre içinde silahı getirmemeleri üzerine ’’merhametli" davranarak her ev için belirlenen silah parasını toplayarak aldı ve silahları kendisinin alacağını söyledi.

Hozınköy: İlk elden köylülerin ayakkabıları çıkarılarak boyunlarına asıldı ve tek ayak üzerinde bir gün boyunca bekletildiler. Ayağını indiren falaka sırasına giriyordu. Daha sonra işkenceden kaçan gençleri aç bırakmak amacıyla tüm köylüler evlerine hapsedildi ve köy ablukaya alındı. Açlık sonucu ormanda saklanamayan bazı şeneler yakalandı ve çıplak edildikten sonra ayaklarına taşlar bağlanarak yürütülüp teşhir edildiler. Daha sonra bunlar Paşa çarmıhı denilen bir tip işkence aletine bağlanarak günlerce bekletildiler. Kızılcık Köyü: Köylüler önce toparlanarak Çangal Köyü'ne götürülerek havuza atıldılar ve falakaya çekildiler. Silah getirilmeyişi karşısında bu defa köyün merkezinde toplu falaka yapıldı. Köylüler ağaçlara bağlanarak karı ve çocukları o nünde kırbaçlandılar. Muhtar gördüğü ağır işkence sonucu komaya girdi. Dilanoğlu Mezresi: Haydar Sönmez adlı genç Şubat 1982’dc evinden sorgusuz sualsiz alınıp Tunceli'ye götürüldü ve Mart 1982’de bir torba içinde ölü halde getirilip gömüldü. Cellatlar cesedi yakınlarına göstermeden kendileri gömdüler ve mezar açılmasın diye başında bir hafta nöbet tuttular. Cesedin ailesine gösterilmeyişinin nedeni Haydar Sönmez’in gördüğü ağır işkencelerdir. *İsimleri daha fazla baskıya yol açmamak için yayınlamıyoruz. Sİ


Sayfa: 3

SOSYALİST İŞÇİ

Sosyalist İşçi gazetesi ilk sayısında da belirtildiği gibi Kurtuluş Geçici Örgütü tarafından çıkarılmaktadır. 'Çıkış' yazımızda ve 'Sosyalist işçi Nedir?' yazısında gazetemizin üstlendiği görevler, neyi hedeflediği ve nasıl bir anlayışa sahip olduğu anlatıldı. Ancak bunlar Kurtuluş Geçici Örgütü hakkında yeterli bir bilgiyi sağlamaktan uzak olduğu için, Kurtuluş Geçici Örgütü'nün ne olduğu konusunda bir kısım bilgiler vermekte yarar olduğuna inanıyoruz. Kurtuluş Geçici Örgütü, Kurtuluş Hareketi'nin 12 Eylül sonrasında inçine düştüğü bunalım sonucu ortaya çıkan iki örgütlenmeden biridir. 12 Eylül sonrasında diğer sol hareketler gibi Kurtuluş Hareketi de bir yandan askeri diktatörlüğün saldırılan, diğer yandan kendi içindeki örgütsel, ideolojik, teorik ve siyasi sorunlar sonucu bölünmüştür. Bu bölünme doğrudan Kurtuluş Örgütü'nün bölünmesi şeklinde olmamış, yönetimi elinde bulunduran

Açıklama merkez 12 Eylül öncesi var olan örgütümüzü ideolojik, örgütsel ve siyası olarak tasfiye etmiş ve yeni bir örgüt kurmuş, merkezin bu tutumuna Tasfiyeciliğe karşı olan Kurtuluşçular ise Kurtuluş Geçici Örgütü'nü oluşturmuşlardır. Kurtulup Geçici Örgütü Kurtuluş Hareketi'nin ideolojik ve teorik birikimi üzerinde yer alan, Kurtuluş'un ideolojik, teorik birikimine sahip çıkarak 12 Eylül öncesi pratik ve teoriyi olumlu bir tarzda aşmaya çalışan bir örgüttür. Kurtuluş Geçici Örgütü Kurtuluş Hareketi temelinde bir birliğin sağlanabilmesi için son bir sene içinde tüm gücüyle çabalamış, örgütsel

Sayı: 2

birliğin yeniden sağlanabilmesi için fedakarlıklarda bulunmuştur. Ancak bu çabalar sonuçsuz kalmış, Kurtuluş Geçici örgütü ve TKKKÖ'nün ayrı yollardan yürüyecekleri kesinleşmiştir. Bu durum karşısında Kurtuluş Geçici örgütü, Kurtuluş un teorik ve ideolojik görüşleri zemininde, proletarya sosyalizmini koruyacak onu işçi sınıfına ulaştıracak bir yayın olarak Sosyalist İşçi'yi çıkarma karan almıştır. Yayınımızın ismi Sosyalist İşçi'dir. Çünkü 12 Eylül 1980'den bir sene sonra yurtdışında yayına başlayan Sosyalist İşçi Kurtuluş Hareketi’nin görüşlerini yaşatan, geliştiren bir yayındı. Tasfiyeci Merkez Hizibin ideolojik ve teorik sapmalarına karşı O proletarya sosyalizminin savunucusu oldu. Bugün Sosyalist İşçi yine komünist ideolojinin savunucusu olarak proletarya ya karşı yükümlülüklerini yerine getirecek. Kurtuluş Geçici Örgütü Merkez Komitesi - Sekretarya

SEÇİMLERDEN SONRA DURUM Recep GÖKIRMAK Anayasa oylamasıyla başlayan süreç 25 Mart seçimleriyle birlikte yeni bir noktaya ulaştı. 25 Mart seçimleri “parlamenter demokrasi”de garip bir durum yarattı. Seçmenlerin yaklaşık yüzde 43 ünün temsilcisi durumunda olan partiler parlamentonun dışında kalmaya devam ediyorlar. Aynı şekilde parlamento dışında kalan bu partilerin topladıkları oylar “ezici çoğunluğa” sahip olarak lanse edilmeye çalışılan ANAP’ın oylarından daha yüksek. Parlamentoda temsilcisi olan diğer iki parti ise yok olma yolunda hızla ilerlediklerini kanıtladılar. Bugün bir erken seçim yapılsa açıktır ki mevcut iktidar partisi ANAP 25 Mart seçimlerinde aldığı oyu alamayacak. Aynı şekilde parlamentoda milletvekillerine sahip olan Halkçı Parti ve M DP de daha da büyük oy kayıplarına uğrayacaklar. Her ikisi de mevcut seçim yasalarına göre de 12 Eylül öncesinin seçim yasalarına göre de milletvekili çıkaramayacak duruma düşecekler. Buna mukabil askeri cuntanın doğrudan denetimi altında olmayan üç parti; SODEP, DYP ve RP ise hem oylarım arttıracaklar, hem de parlamentoda temsil edilmeye başlayacaklar (sonuncusu şüpheli

dahi olsa). Büyük bir olasılıkla da hiç bir parti tek başına iktidar olamayacak. Bütün bunlar 25 Mart seçimlerinin kısa bir tahlili ile dahi oldukça açık olan gerçekler. Ne var ki seçimler sonrasında doğan ortam bu gerçeklere uymayan bir durumda. Seçimler öncesi üzerinde oldukça spekülasyon yapılan bazı noktaların seçimlerde farklı olarak ortaya çıkması bu havanın yaratılmasındaki başlıca olgu. Örneğin SODEP'in kentlerde ve özellikle de dört büyük kentte; İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana'da belediye başkanlıklarını kazanamaması bir yana ANAP’dan oldukça geride kalması, ANAP’ın her şeye rağmen (6 Kasım seçimlerine göre oy kaybına dahi uğramasına rağmen, ki ANAP yarım milyon oy kaybetmiştir) yüksek ölçüde oy toplaması ve buna karşılık SODEP ve özellikle de DYP'nin beklenmeyen ölçülerde geri oylarda kalması gibi. Ancak, bütün bunların yanı sıra tekelciler bütün ağırlıklarıyla ANAP'ın yanında olduklarını 25 Mart seçimlerinden hemen sonra iyice belirttiler. Tekelci kapitalistlerin en ileri gelen temsilcileri verdikleri demeçlerle erken seçim istemediklerini, ANAP'a önümüzdeki beş yıl boyunca şans tanınması gerektiğini

açıkladılar. Gerçekte onların bu tespiti bir erken seçim olasılığının neleri beraberinde getireceğini açık ve net olarak görmüş olmalarından geliyordu: özetle koalisyon.

TEKELCİLER İSTİKRAR İSTİYOR VE ANAP'I DESTEKLİYOR Eylül askeri diktatörlüğü esas olarak güçlü devleti yaratmayı amaçlamaktaydı. “Demokratik parlamenter” düzen altında da hedeflenen güçlü devletti. Cunta temsilcileri bu hedeflerini defalarca tekrarladılar. Gerçekte bu talep yıllardır tekelcilerin ileri sürdükleri bir arzularıdır. Yapılan anayasal, yasal değişikliklerle siyasal özgürlüklerin kısıtlanması, muhalefetsiz bir ortamın yaratılması ile "güçlü devlet" büyük ölçüde oluşturuldu. 12 Eylül öncesinde tekelcilerin başlıca sorunlarından birisi de istikrarlı bir parlamentoya ve hükümete sahip olmamaktı. Ekonomideki ve sokaktaki kargaşa, kriz, parlamentodaki ile birleşince ortaya tekelciler için dört başı mamur bir istikrarsızlık ortamı çıkarmaktaydı. İşte bu nedenle bugün parlamentoda ezici bir üstünlüğe sahip ANAP iktidarı bu nedenle

de tekelciler için bulunmaz bir fırsattır. ANAP beş yıllık istikrar garantisidir tekelciler için. Bugün için tekelcilerin bütün kanatlarının aynı şiddetle ANAP'ı destekledikleri söylenemez. Aralarındaki çeşitli tartışmalardan bu durumu anlamak mümkün. Ancak tekelcilerin bütün kanatları için hükümetin ve parlamentonun satın alınması mümkün. Sivil hükümet bu şansı bütün tekelcilere bir olasılık olarak vermekte. İstikrarlı bir parlamento ve hükümet işte bu nedenle de tekelcilerin istekleri.

YIĞINSAL HAREKETLİLİK YENİDEN BAŞLAYACAKTIR Emekçi yığınların büyük ölçüde oylarını toplayan ANAP hükümeti seçimlerden hemen sonra büyük bir zam furyasını başlattı. Gazetelerde nisan yağmuru olarak adlandırılan bu zam furyasından nasibini almayan tek bir madde dahi kalmadı, üstelik temel maddelere yapılan her yeni zam yeni yeni zamlara kapıyı açmakta. 25 Mart'tan bu yana geçen kısacık dönemde hayat yüzDevamı Sayfa 4'te


Sayı: 2

Sayfa: 4

SOSYALİST İŞÇİ

Baş tarafı Sayfa 3'te de 10-12 civarında pahalılandı ve bu pahalılık, yani enflasyon devam edecek. Böylelikle seçim öncesi işçilere verilen yeni asgari ücret ve zamlar daha şimdiden yüzde 10-12 değer kayama uğradı. Görülen o ki içinde yaşadığımız yıl boyunca bütün bu verilenler elden gidecek ve sene sonunda, gelecek sene başında işçi ücretleri yeniden, düşmeye başlayacak. İşçi ücretlerinin düşmesindeki bir başka neden ise kısmen yüksek tutulan tarım ürünlerinin taban fiyatlarıdır. Taban fiyatlarının yükselmesi doğrudan olarak fiyatların yükselmesine etki edecek ve dolayısıyla gerçek işçi ücretleri bir kez daha aşağıya doğru inecektir. İşçi ve emekçi yığınlar içim hayat kısacası önümüzdeki dönemde daha da çekilmez olacaktır. Son üç ildir sürekli olan ücret kayma ses çıkarma olanağı bulamayan işçi sınıfı önümüzdeki dönemde yavaş yavaş yeniden hareketlenmeğe başlayacaktır. Anayasa referandumundan bu yana başlayan yeni dönem esas olarak ilk solukların alınmasıdır. Toplum daha önceki günlerine oranla bugün kısmen nefes alabilir, itiraz edebilir ve yapılanları eleştirebilir bir noktaya ulaşmıştır. Ancak henüz bu nefes alabilme kanalları son derece kısıtlıdır. Evet artık ortada görünen cuntanın kendisi değildir fakat toplumun tepesindeki baskı kılıcı her kıpırdanışın kafasına inme tehdidiyle olduğu yerde durmaktadır. Bu nedenle işçi sınıfı hareketinin yeniden başlayabilmesinin ve ayağa kalkabilmesinin yolu her şeyden önce siyasal özgürlüklerin genişletilmesinden geçmektedir. Yoksullaşmanın sürmekte olması ve daha da ağırlaşarak sürecek olması tek başına toplumsal hareketliliği başlatamaz. Yaşadığımız üç buçuk yılın değerlendirilmesinin sonuçları bunu göstermektedir. Yığınlar ancak siyasal özgürlüklerin çapı içinde harekete geçebilmekte ve toplumsal muhalefeti başlatabilmektedirler. Bu, açıkça önümüzdeki görevin tespitini ortaya çıkarmaktadır: siyasal özgürlükler için mücadele.

SİYASAL ÖZGÜRLÜKLER İÇİN MÜCADELENİN ÖNSAFINA Siyasal özgürlükler bugünkü sınıflar dengesi içinde egemen sınıflar-

dan uzun ve zorlu bir uğraşla koparılacaktır. Her bin için örgütlü kararlı bir mücadele gerekmektedir. Bu mücadeleye sosyalistlerin, sınıf bilinçli işçilerin dışında başka siyasi akımlar, sosyal demokrasinin bugünkü çeşitli kanatları, sendika hareketi (bütün sarılığına rağmen), demokrat aydınlar, çeşitli yayın organları da katılacaklardır. Bütün bu saydıklarımız bugün en pısırık noktadadırlar. Ağızlarım açmaya mecalleri yoktur. Ancak unutmamalıyız ki aynı şekilde sosyalist hareket de zor koşullar altındadır, o da ciddi boyutlarda sesini yükseltememekte kendi sağındaki toplumsal güçleri ileriye sola doğru çekememektedir. Ve hatta bugünkü güçler dengesine baktığımızda diyebiliriz ki bizim sağımızdaki güçlerin şansları bizden daha olumlu gibi görünmektedir. Ancak bu kof bir görüntüdür. Ne var ki bu kof görüntü bugün sayısız 12 Eylül öncesi sosyalisti sosyalist hareketten koparmakta ve sağa, sosyal demokrasiye doğru itmektedir. Kimi ileri işçiler de aynı

tutum içindedir. Bütün bunların söyledikleri esas olarak aynı şeydir: sosyalist hareket dağınık, bir alternatif değil, öyleyse sosyal demokrasiyi desteklemek daha akılcıdır. Hiç değilse kimi ilerlemeleri sağlayabiliriz. Bu iddia ilk bakışta doğru gibi görünmektedir. Gerçekten de yukarıda da belirttiğimiz gibi sosyalist hareketin bugünkü güçleri son derece cılız.. Dağınık. Bir alternatif olarak görünmüyoruz. Bu, üstesinden gelinmesi gereken başlıca sorunlarımızdan birisi, öte yandan sosyal demokrasinin sacımızdaki bir güç olarak bizden daha güçlü olduğu da bir gerçek ve son derece sıkılgan, çekingen bir şekilde de olsa sendika hareketi, sosyal demokratlar, demokrat aydınlar siyasal özgürlüklerin geliştirilmesi için yavaş yavaş ileri atılacaklardır. Sosyalist işçiler onların bu reformist hareketini destekleyeceklerdir, desteklemek zorundadırlar. Kazanılacak her adım, her yeni siyasal özgürlük bizim çalışma ola-

TRT GENEL MÜDÜRLÜĞÜNE DE BİR FAŞİST GETİRİLDİ Sosyalist İşçi’nin bir önce ki sayısında ANAP’la faşistler arasındaki ilişkilere dikkat çekilmişti. Geçtiğimiz ay içerisinde İstanbul İşletme Fakültesi öğretim üyelerinden Tunca Toskay TRT Genel Müdürlüğüne getirildi. Tunca Toskay faşist örgütlerden Aydınlar Ocağı üyesi ve kamuoyunda faşist olarak biliniyor. Üniversite rektörlüklerine MHP'li faşistlerin atanmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne de bir faşistin getirilmesi faşistlerin ANAP içindeki etkinliğini göstermesi açısından dikkat çekici. ANAP’ın liberalliği ile ilgili propagandanın oldukça yaygın olarak yapıldığı ve kabul gördüğü hatırlanacak olursa faşistlerin ANAP içinde ki etkinliklerini deşifre etmenin önemi daha iyi görülecektir. ANAP’ın savunduğu ekonomik model uygulandığı diğer bütün bağımlı ülkelerde ya açık diktatörlükler yoluyla yada otoriter baskıcı diktatörlükler yoluyla sürdürülüyor. Türkiye de ise askeri diktatörlüğün belirlemiş olduğu otoriter baskıcı bir çerçeveye, yine diktatörlüğün saptadığı bir “geçiş dönemi”

sonucu varılması amaçlanıyor. ANAP her şeyden önce bu dönemin partisidir. Kanlı generallerin onayıyla hükümet etmektedir. Onların saptamış olduğu hattı takip etmektedir. Özellikle seçim sonrası Özal’ın üslubunda ki değişmeler göze batar olmuştur. Özal ANAP için “milliyetçi muhafazakar” bir partidir diyor. Kadrolaşmalarında “ milliyetçi muhafazakarlar”a dayandırmaktadırlar. Bakanlıklarda atama işleriyle uğraşan ’’gölge bakanların” MHP'li faşistleri sadece göze batan görevlere değil, aynı zamanda ve daha yaygın bir biçimde bakanlık kadrolarına doldurdukları basma da yansıdı. Bu gelişmeler gerek faşist hareketin muhtemel gelişmeleri gerekse ANAP’la ilişkileri açısından dikkatle izlenmelidir. Faşist hareket tekelciler tarafından hiçbir zaman gözden çıkarılmadı, Sözde sivilleşme ile birlikte uzun zamandır pusuda yaşayan faşist hareketle ilgili gelişmeleri daha sık duyar olacağız. Bu faşizme karşı mücadelenin de güncelleşeceği anlamına da gelir. M.F.

naklarımızı, örgütlenme olanaklarımızı da arttıracaktır. Ancak biz sosyal demokrasinin reformist hareketini desteklerken eleştirel bir tutum alacağız, orada durulmaması, daha da ileri gidilmesi gerektiğini vurgulayacağız. Türk-İş ve SODEP bugün sendikalar yasasına, toplu sözleşme ve grev yasasına son derece çekingen bir şekilde itiraz etmektedir. Bize düşen bu cılız itirazları güçlendirerek ileri itmektir. Açık ki sendika hakkının gelişmesi işçilerin örgütlenmelerini kolaylaştıracak bir olgudur, ama orada durmayacağız, sendikal özgürlüklerin daha da geliştirilmesini isteyeceğiz, orada da durmayacağız devrim diyeceğiz. Bıkmadan usanmadan elimize geçen her olasılıkta örgütlenmemizi geliştirmeye çalışıp aynı zamanda da güncel bir görev olarak işçi yığınlara devrimi anlatacağız. Örgütlenmek, örgütlenmek ve gene Örgütlenmek önümüzdeki başlıca görevdir. Her düzeyde ve değişik biçimler altında işçilerin örgütlenmesi önümüzde başarılması gereken bir görev olarak duruyor, örgütlenme açık ki hareketliliğe ve mücadeleye bağlı, yığınsal örgütlenmenin başka bir yolu yok. Ancak örgütlenme görevimiz tek başına en geniş anlamda işçilerin örgütlenmesi değil onun dar bir parçası olarak da sosyalist işçilerin siyasal birliği de önümüzde görev olarak durmakta. Sosyalist, öncü işçileri Kurtuluş Geçici Öğütlenmesine kazanmak, teorik görüşlerimizi ve politikalarımızı sınıf bilinçli işçilere ulaştırmak kararlılıkla adım adım onları kazanmak zorundayız. Sosyalist işçilerin kazanılmasını tamamlayan bir diğer görev ise sosyalistlerin birliği doğrultusunda mücadele etmektir. Bu başlıca kazanmayı hedefleyen bir teorik mücadeledir. Yığınların örgütlenmesi, sosyalist işçilerin birliğinin giderek sağlanması ve teorik mücadele mutlak olarak birlikte sürdürülmesi gereken faaliyetlerdir.

İŞÇİLER VE SOSYALİSTLER Behçet Toprak İsteme adresi: Postlagerkarte 074763 A 1000 Berlin 44 B.R.DEUTSCHLAND


Sayfa: 5

Sayı: 2

SOSYALİST İŞÇİ

1983 yılının mayıs ayından bu yana Şili’de Pinoşe diktatörlüğüne karşı ayağa kalkan ve sokaklara dökülen toplumsal muhalefet 24 Mart 84'de sekizinci ulusal protesto gününü örgütledi. Bu olanları Latin Amerika'daki askeri diktatörlüklerin zayıflama ve ekonomik-politik krizi süreci olarak ele almak gerek. Latin Amerika'daki ekonomik kriz kapitalizmin kriziyle doğrudan bağlantı içinde. Bu bağ gittikçe artan yoksullukta, vahşi bir sömürüde, gittikçe azalan eğitimde, sağlık hizmetlerinde, özgürlüklerde ve yozlaşan kültürde kendi ifadesini bulmakta. Bu baskıya ve dayanılmaz duruma yanıt olarak da toplumsal muhalefetler örgütlenmekte, direnişe geçmekte, hakları ve istemleri doğrultusunda mücadele etmekteler. Kimi ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülüğü ve mücadelesi güçler dengesine ağırlığım koymaya başlamakta, kimilerinde ise burjuva muhalefet güçleri toplumsal muhalefetin belirleyicisi olmakta. Her iki faktörün de ortaya çıkardığı sonuç on yıllardır Latin Amerika başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerinde emperyalizmin, 'üçüncü dünya ülkeleri" şeklinde ifade edilen geri bıraktırılmış kapitalist ülkelerin sorunlarına çözüm olarak sunduğu askeri diktatörlükler modelinin iflasa sürüklendiği ve çökmeye mahkum olduğu gerçeğidir. İşte Şili, Brezilya, Arjantin, Uruguay vb. deki gelişmeler bunun göstergesidir. ABD emperyalizminin özellikle 70'li yıllarda ekonomik ve politik olarak aldığı bir dizi ciddi yenilgiyi hatırlayalım. Bir yanda Avrupa ve Japon kapitalizmi dünya pazarlarındaki ekonomik ve politik gücünü önemli ölçüde arttırdı. Böylelikle artık ABD emperyalistler arasında tek güç olmaktan, güçlüler arasında önde olma sürecine geçti, öte yandan Uzak Doğu da, Afrika'da ve Orta Doğu'da gerek askeri gerekse politik açılardan önemli darbeler yedi. Bunu ötesinde de "arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika'da da Nikaragua, Grenada devrimleri ve El Salvador, Guatemala gibi ülkelerde de gittikçe yükselen devrimci hareketler ardarda prestij kaybına yol açıyordu. 70'li yılların sonlarından itibaren ABD gittikçe artan bir saldırganlıkla yitirdiği askeri, ekonomik ve politik prestijini tekrardan kazanma çabası içine girdi. Bir yandan gerek dünya üzerinde gerekse uzayda yüzlerce milyar dolar tutan ve tüm insanlığı barbarlığa sürükleyecek silahlanmayı arttırırken, öte yandan dünyanın çeşitli bölgelerinde işbir-

ŞİLİ’DE  MÜCADELE Cevdet Harman

likçi, gerici ülkeler ile oluşturduğu askeri birlikleri her türlü ilerici gelişmeye karşı harekete geçirdi. İşte Orta Doğu'daki, Latin Amerika’daki olaylar bu senaryonun parçalarını oluşturuyorlar. ABD, Latin Amerika’daki coğrafi açıdan küçük ve kapitalist üretim ilişkilerinin gelişkinliği açısından geri ülkelere askeri saldırılar düzenleyerek gelişmeleri yönlendirmeye çalışırken, aynı işi Arjantin, Brezilya, Şili, Bolivya gibi ülkelerde gerçekleştirememektedir. Buralarda ise aynı görevi bu ülkelerin orduları ve burjuvazisi üstlenmektedir. Latin Amerika ülkeleri emperyalist finans kuruluşlarına (büyük bankalar, IMF gibi) 320 milyar dolar borçludur. Bunların içinde örneğin Brezilya tek başına 100 milyar dolar ile tüm resmi sosyalist ülkelerden daha yüksek bir borca girmiştir. Hatırlanacağı gibi Brezilya 70'li yıllarda üçüncü dünya’nın ekonomi harikasının yaratıldığı ülke sayılıyordu, bugün ise ekonomik iflasın eşiğindedir ve borçlarım ödeyememektedir. Bir başka Örnek ise Şili'dir. Burada da 1973 yılında dört milyar dolar olan dış borç, 1983'de 21 milyara yükselmiştir. Bugün bir tek Brezilya'nın iflası bile büyük ABD bankalarını çöküşün kenarına getirebilir. Aynı gelişmenin bir kaç borçlu ülkede orta- a çıkması durumunda ise kapitalist metropollerde üretim fazlası krizinin yanısıra ciddi bir mali kriz baş gösterebilir, ki bunun boyutları 1929 krizini kat be at aşabilir. İşte bu ülkelerdeki gelişmeleri değerlendirirken bu faktörü hiç gözden yitirmemek gerekmektedir. Emperyalizmin tek tek ülkelere önerdiği çözümler bir yanda uluslararası mali kuruluşları ve büyük bankaları çöküşten kurtarmayı, öte yanda ise bu ülkelerde gelişen devrimci dalgayı engellemeyi, boğ-

mayı ya da mümkün olduğunca geciktirmeyi hedeflemektedir. İşte bu ülkelerdeki askeri diktatörlüklere karşı gelişen toplumsal hareketlilikteki burjuva muhalefetinin rolü bu noktada başlamaktadır. Şili'ye bir göz atalım. Bu ülkede iki ayrı muhalefet kanadı oluşmuştur. Bunlardan Demokratik Birlik (DB) adındaki kanat küçük, orta ve büyük burjuvazinin uygulanan Friedman politikası yüzünden yıkıma uğramış kesimini kapsamaktadır. Hristiyan Demokrat ve Sosyal Demokrat partilerin içinde yer aldığı bu birliğin hedefi ülkenin içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve politik krizden çıkmak için sınıflar arası uzlaşmayı ve burjuva egemenlik ilişkilerinin devamını sağlamaktır. Bu birliğin ilk günlerdeki kitlesel protesto günlerine katılmasının asıl gerekçesi diktatörlükle sürdürdüğü pazarlık toplantılarında güçlü görünmektir. Ancak bu hesabı bozan iki gelişme oldu. Birincisi, diktatörlükle anlaşamadılar, resmi görüşmeleri kestiler. Gayrı resmi olarak ise ABD büyükelçiliği aracılığı ile görüşmeleri sürdürüyorlar. İkincisi ise toplumsal muhalefetin devrimci kanadı gelişti, organlarını yarattı ve aktif mücadeleyi radikalleştirdi. Bu durum ise DB içinde de önemli görüş ayrılıklarına yol açtı. Bir kesimde bir an evvel Pinoşe ile anlaşma eğilimi güçlendi ve ABD'nin ve askeri diktatörlüğün hedeflediği, ordunun tüm devlet kurumlan içinde ama arka planda bulunduğu sözde sivillerden oluşacak hükümet önerisi ağırlık kazandı. Diğer kesim ise gelişen muhalefetin bu yolla kanalize edilemeyeceğini bilerek bu öneriye pek yanaşmıyor. ABD'nin bir bütün olarak DB'yi henüz Pinoşe'ye alternatif olarak görmemesinin en önemli nedenlerinden biri de, bu birliğin ordu çevreleriyle ilişkilerinin yeterli düzeyde olmamasıdır.

Muhalefetin devrimci kanadı ise, Demokratik Halk Hareketi (DHH) adı altında bir birlik oluşturdu. DHH Sosyalist Partinin üç fraksiyonunu, Komünist Partisini, Devrimci Sol Hareketi (MİR), Radikal Partiyi vs.nin yanısıra 350'nin üstünde taban örgütlenmesini de kapsıyor. Kendini sosyalizm mücadelesinde stratejik bir ittifak olarak tanımlayan DHH'nin geçiş programındaki talepler bu hareketin emperyalizm, tekeller, ordu ve devlet ilişkilerini kökten değiştirmeyi hedeflediğini göstermekte. Hatırlanacağı gibi 83 yılında bakır işçilerinin başlattığı mücadele toplumun tüm kesimlerine yayılmış ve onları da harekete geçirmişti. Ulusal protesto günleri İnsanların politize olmalarını, kendi güçlerine güvenmelerini ve muhalefetin kitleselleşmesini sağladı. 83 Aralığında bir milyona yakın insanın katıldığı büyük yürüyüş bu mücadele yönteminin doruk noktası idi. Gelinen noktada muhalefetin yeni güçler toplaması, örgütlülüğünü bir üste sıçratması, kendi savunma ve iktidar organlarını geliştirmesi için ulusal çapta bir genel grev hazırlığı başladı. Yeni mücadelenin grevulusal protesto ifadesinde cisimleşmesi öngörülüyor. Tüm çalışma birimlerinde (fabrikalar, madenler, bürolar vs.) kurulan taban komitelerinin görevleri genel grevi örgütlemek, bunu yaparken de tüm yerleşim birimlerinde ve toplumun diğer kesimlerinde oluşmuş olan örgütlenmeleri de bu doğrultuda birleştirmek. Böylelikle Şili işçileri başlattıkları mücadeleyi toplumun tüm kesimleriyle birleştirme becerisini gösteriyorlar. Aynı zamanda da taban komiteleri ile geleceğin iktidar organlarını geliştirmeyi ve yönetme deneyi kazanmayı hedefliyorlar. Şili'li işçi ve emekçiler son yirmi yılda üç ayrı dönem yaşadılar. Birincisi hristiyan demokratların Şili'ye özgü kapitalizmi geliştirme projesi idi. Ardından Allende’nin Şili'ye özgü sosyalizm projesi geldi, üçüncüsü de Friedman'ın ve emperyalist finans kuruluşlarının liberal ekonomi" projesi. Birinci ve üçüncü projelerden öğrenilen kapitalizmin çözüm olmadığı idi. İkinci projeden ise çıkarılan ders işçi sınıfını ve emekçilerin iktidarlarını ve yeni devletlerini kendi organları ile oluşturmamalarının, ve ordudevlet mekanizmasını altüst etmemelerinin yarattığı sonuçlar oldu. Keza bir başka ders ise işçi sınıfı ve emekçilerin kendi kaderlerini tayin edebilmek için mücadele etmeleri, örgütlenmeleri ve mücadele içinde birliklerini yaratmaları gereği idi.


Sayı: 2

Sayfa: 6

SOSYALİST İŞÇİ

5.5 yıldır sıkıyönetim altında yaşamaktayız. 3.5 yıldır ise eli kanlı bir askeri diktatörlük var. 1978 sonunda Maraş katliamını bahane ederek sosyal demokrat CHP tarafından ilan edilen sıkıyönetim daha o günden işçi ve emekçilerin demokratik haklarına, siyasal özgürlüklerine el uzatmaya başlamıştı. Faşist saldırılara karşı halkın can güvenliğini sağlamak vaatleriyle işçi ve emekçilerin oylarım toplayan CHP sosyal demokrasisi onlara kandan, zulümden ve giderek dayanılmaz boyutlara ulaşan yoksulluktan başka bir şey vermedi. Faşist saldırılara karşı ciddi önlemler alacağına onlara ödün verdi, uzlaştı. Maraş katliamından sonra faşist saldırganlara karşı önlemler alacağına Kürdistan’ın büyük bir bölümünde ve Türkiye'nin başlıca sanayi kentlerinde sıkıyönetim ilan etti. Bazı CHP’li milletvekilleri ile MHP'li faşist milletvekilleri Maraş'ta katliam sürerken ve Ecevit Hükümeti eli kolu bağlı katliamı seyrederken, halkı sükunete çağırmaktaydılar!

İŞÇİ SINIFI İÇİN BİRLİK ZORUNLULUKTUR SOSYALİST İŞÇİ   YAZI KURULU ölümcül bir saldırıyı başlatmaya yetmemekteydi. Onlar pusuya yatmış sırtlan misali bu fırsatı kolluyorlardı. Çok beklemediler, 24 Ocak Kararlarının ilanından 7,5 ay sonra 12 Eylül günü askeri diktatörlük ilan edildi. İşçi hareketi, sosyalistler 12 Eylül darbesine karşı direnemediler. Askeri diktatörlük belki de kendi tahminlerinin de üstünde bir hızla sosyalistleri imha etmeye, işçi hareketini dağıtmaya başladı.

İlan edilen sıkıyönetim "demokrat" geçinen aydınlar ve bazı sosyalist gruplarca ya olumlu olarak karşılandı ya da sessizlikle. Gerçekte ise sıkıyönetimin gerçekleştirdikleri tam anlamı ile egemen sınıfların istediklerini yapmaktı. Bir anlamda da sıkıyönetim faşistlerin sokağa egemen olma, güçlü devlet özlemi yaratma taktiklerine hizmet etti. Sıkıyönetimin ilk eylemi solcu avı oldu. Ardından demokratik örgütler kapatılmaya sosyalist demokratik yayınlar yasaklanmaya başlandı. Sendikalara karşı ağır bir baskı kampanyasının yanı sıra işçilere grev yapmamaları için gözdağı verilmekteydi. Bir süre sonra ise sıkıyönetim gene sosyal demokrat hükümet tarafından daha da yaygınlaştırıldı. Sıkıyönetim kapsamı içinde olmayan diğer bazı büyük sanayi kentleri de bu kapsamın içine alındılar. Böylelikle sosyal demokrasi kendi eliyle 12 Eylül askeri diktatörlüğünün maddi zeminini yaratmaya başladı.

Sıkıyönetimin başlattığını askeri diktatörlük hızla tamamladı. Ülkedeki tüm örgütlenmeler, TÜSİAD ve benzeri işveren örgütleri hariç tamamen yasaklandı. Seçilmiş tüm yönetim organları, parlamento, il genel meclisleri, belediye başkanları ve hatta muhtarlara dahi işten el çektirildi. Cuntanın iradesi anayasanın ve tüm yasaların üzerine çıkarıldı. Sadece sosyalist yayınlan kapatan, yayından alıkoyan sıkıyönetimin attığı adımı cunta devam ettirdi, tüm basma ağır bir sansür koydu. Gerçeklerin öğrenilmesinin engellenmesini sıkıyönetim başlatmıştı, askeri diktatörlük aldığı tedbirlerle gerçeklerin en ufak bir biçimde dahi işçi ve emekçilere ulaşmasını engelledi. Aynen sıkıyönetim gibi askeri diktatörlüğün de baş demagojisi “terörü engellemek”ti.

1979 ara seçimlerinde işçi ve emekçiler artık sosyal demokrasiden umutlarım kesmeye başladıklarını gösterdiler. CHP'nin oylan düştü. Böylelikle CHP ağırlıklı hükümette düştü ve yerine AP azınlık hükümeti ve ardından da meşhur 24 Ocak Kararları geldi. 24 Ocak Kararlarını AP azınlık hükümeti içindeki uygulayıcısı, işçi sınıfının azgın düşmanı Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) yöneticisi Turgut Özal'dı.

Oysa terör engellenmedi, tam tersine faşist terörün yerini bu kez askeri diktatörlüğün terörü aldı. 3,5 yılda bine yakın devrimci çeşitli biçimlerde hunharca katledildiler. 60 bin devrimci zindanlara dolduruldu. İşkence alabildiğine yaygınlaştı. Toplumun üzerini her tarafta ağır bir terör ve zulüm sardı. Ancak, askeri diktatörlüğün yaptıkları bununla da bitmedi. Tüm toplumsal muhalefetin yasa dışı ilan edilmesi, dağıtılması yeterli bulunmadı.

Ne var ki, 24 Ocak Kararlarının ilan edildiği dönemde oligarşinin güçleri henüz işçi sınıfı hareketine karşı

Geleceğe dönük tedbirler alınmaya başlandı. Başta anayasa olmak üzere tüm yasalar değiştirilmeye

başlandı. Sonunda muhalefetin hiçbir türlüsünün olası olmadığı bir yasal düzen ortaya çıkarıldı. O kadar ki burjuva muhalefeti bile amansızca kısıtlandı. Ses çıkaramaz hale sokuldu. Fakat şüphesiz bütün bu terör ve zulmün altında esas gerçekleşen işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülmesi oldu. 3,5 yılda Türkiye İşçi sınıfının ücretleri bütün dünyanın en düşük ücreti haline geldi. Gerçek ücretler 1960ların düzeyine indi. İşçilerin yanı sıra yoksul ve küçük köylüler kentlerin emekçileri, esnaf ve zanaatkarlar, küçük tüccarlar büyük ölçüde yoksullaştırıldılar, iflasa sürüklendiler. Turgut Özal'ın başbakan yardımcılığı ile sürdürdüğü ekonomik politika ile askeri diktatörlüğün baskı ve zulümü, siyasal özgürlükleri alabildiğine kısıtlaması birbirlerini tamamlayarak tekellerin daha da palazlanmasını sağladı. 3,5 yılda tekeller inanılmaz ölçülerde büyüdüler. Kısacası sıkıyönetimle başlayan siyasal özgürlüklerin imhası ve yoksullaşma süreci askeri diktatörlükle devam ettirildi ve bugün artık görev "sivil hükümet" in, ANAP hükümetinin. İşçi ve emekçi yığınlar daha 1979'da sosyal demokrat hayalden umutlarını kesmeye başladı. Bir yandan sokağı kaplayan faşist terör, diğer yandan da sosyal demokrasinin ihaneti işçi ve emekçileri giderek pasifize etti. 1977'de zirve noktasına ulaşan sosyal muhalefet başlıca bu iki etken ile geri ekilmeye başladı. Yığınlar kabuklarına çekilmekteydiler. Mücadele eden sadece işçi hareketiydi. O, krizin yükü omuzlarına daha çok yüklendikçe yeni savaş cepheleri açıyor ekonomik mücadelesinde ileriye doğru atılıyordu. Kimi zaman da, 1 Mayıslarda, Faşizme Karşı İhtar Boykotunda olduğu gibi işçilerin mücadelesi siyasal nitelikler kazanıyordu.

12 mart sonrasının ilk yığınsal eylemleri işçi sınıfından geldi. İlk grevleri diğer emekçilerin çeşitli mücadeleleri izledi. Ardından DGM direnişi MESS'e karşı başlayan Türkiye'nin ilk büyük ölçekli grevi ve aynı yıl 53 yıl aradan sonra ilk 1 Mayıs gösterisi. Ertesi yıl 1977 1 Mayısı ilkinden daha görkemli oldu. Türkiye tarihinin bu en büyük yığınsal gösterisine DİSK'li, Türk-İş'li ve bağımsız sendikalardan işçilerin yanı sıra sosyalist gruplar, öğrenciler, gençlik örgütleri, memurlar, öğretmenler de katıldı. İstanbul Taksim Alanını dolduran işçiler ve emekçiler, "Yaşasın Bir Mayıs, Yaşasın Sosyalizm" sloganı ile alanın adını değiştirdiler ve "1 Mayıs" Alanı yaptılar. Fakat 1 Mayıs gösterisi büyük bir katliamla sona erdi. Alanın dört bir yanından açılan ateşle oluşan panik sonucu 37 kişi öldü. 1 Mayıs 1977 gösterisi toplumsal muhalefetin ulaştığı en yüksek boyut oldu. Ardından siyasal anlamda yığınsallığını giderek kaybetmeye başladı. 1978 1 Mayısı CHP'nin tüm çabalarına rağmen gene de İstanbul'da anıldı. Büyük bir kalabalık "1 Mayıs Alanı "m doldurdu. Ancak bu kez işçilerin katılımı azalmıştı. Ertesi yıl İstanbul'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Buna rağmen sosyalistler iki bölgede 1 Mayıs gösterileri düzenleyerek İstanbul'da da 1 Mayıs geleneğini yaşattılar. Aynı yıl Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın birçok kentinde 1 Mayıs gösterileri düzenlendi. 1 Mayıs'ı ise en çetin şartlara rağmen yüzlerce gösteriyle anıldı. Tüm Kuzey Kürdistan'da ve bütün büyük sanayi kentlerinde sıkıyönetim olmasına rağmen işçiler, emekçiler, sosyalistler sokakları kapladı. 1 Mayıs coşkuyla kutlandı. Ancak her yıl giderek


Sayfa: 7 düşen işçi katılımı 1 Mayıs 1980'de" en aza inmişti. Oysa aynı yıl işçiler yoğun bir direniş ve grev hareketi içindeydi' 3,5 ay sonra ise 12 Eylül ilan edildi. Diğer bir ok yasaklamanın yanı sıra Mayıs "bahar bayramı" (!) olmaktan da çıkarıldı. 1981 1 Mayısında ise 1 Mayıs Alanını tanklar doldurdu. 12 Eylülden bu yana 1 Mayıs ancak ağır gizlilik koşullan altında, son derece küçük toplantılarla anılıyor, bildiriler dağıtılıyor. Ve işte bugün yeni bir 1 Mayısa daha geldik. Sosyalist hareketin, işçi sınıfının güçleri bu 1 Mayısta da yığınsal açık gösteriler düzenlemeye yetmiyor. Fakat 1 Mayıs geleneği unutulmadı. O, her sınıf bilinçli sosyalist işçinin yüreğinde ve bilincinde canlı bir şekilde yaşıyor. 1976-80 arasında yığınsal bir biçimde anılan 1 Mayıs gösterileri bugün neden yapılamıyor? Neden, işçi sınıfı hareketi, sosyalistler 12 Eylül darbesine karşı direnemedi ve kısa zamanda çözüldüler? Neden işçi sınıfı hareketinin muazzam gücü geriye, kabuğuna çekilmiş durumda? Sosyalist işçiler bugün bu sorulara cevap aramaktadırlar. Eğer bu sorulara doğru ve net cevaplar verilemezse açıktır ki hareketin geleceği aydınlık değildir. Geçmişinden ders çıkaramayan bir sosyalist hareket yarınına güvenle bakamaz. Hele dün ağır bir mağlubiyet yaşanmışsa dünden dersler çıkarmak daha da önem kazanır. İşçi sınıfı hareketinin 1973-80 arasındaki temel iki eksikliği; sosyal demokrasinin yalanlarına kanması ve ekonomik mücadeleyi esas alarak onu aşamamasıdır. Ancak her sosyalist bilir ki, ya da bilmek zorundadır ki, işçi sınıfının bu eksiklikleri esas olarak sosyalistlerin hatalarından, eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye sosyalist hareketi tüm tarihi içinde Türkiye Kuzey Kürdistan devriminde işçi sınıfının tarihsel öncülük rolünü görememiştir. Bu nedenle de sosyalist gruplar, partiler (!) esas olarak işçi sınıfından gayrı emekçilere gençlere koşmuşlar, onlardan medet ummuşlardır. Gençlik, özellikle de öğrenci gençlik, yeni mezun öğrenciler, yeni genç memurlar, mühendisler ve öğretmenler sosyalist örgütlenmelerin başlıca ilgi alanı olmuştur. Bu toplumsal katmanlara dayanarak yükselen "sosyalist" hareket açıktır ki bu sınıf ve tabakaların ideolojilerinin damgasını sırtında taşımıştır. İşçi sınıfı

SOSYALİST İŞÇİ ise sosyalist örgütlenmeler için içinde örgütlenilmesi, kazanılması gereken sınıflardan sadece bir tanesi olmuştur. İşçi sınıfı denince de akla gelen başlıca onun sendikal hareketi dolayısıyla ekonomik mücadelesi olmuştur. 1973-80 arasında süren anti-faşist mücadele bu sosyalist gruplardan kimilerinin işçi sınıfı dışında örgütlenmelerinin gerekçesi olmuştur. Bu sol gruplara göre öğrenci gençlik ve şehir küçük burjuvaları arasında aktif olan ve sokağa bu toplumsal güçlerle hakim olmaya çalışan faşist harekete karşı aktif bir direniş gerekliydi ve onların yaptığı da bu oldu. İşçi sınıfı ise faşist saldırılarla doğrudan yüz yüze olmadığı için aktif anti- faşist mücadeleye önce katılmadı fakat faşist saldırı doğrudan işçi sınıfını da hedeflemeye başladığında ise bu kez işçi sınıfı reformizmin etkisi altında olduğu için mücadeleye girmemiş. Faşizmin yarattığı tehlike gerçekten de 1973-80 arasında belirleyici bir role sahipti. Aynı şekilde faşizme karşı aktif mücadele de amansız bir gereklilikti. Bunlar doğru tespitler. Fakat gerisi tamamen işçi sınıfının devrimdeki önder rolünü, görevlerini görememekten kaynaklanmaktadır. Faşist tehlikeyi yok edecek çare egemen sınıfların iktidarının yıkılmasıdır. Tekelci kapitalistler egemenliklerini sürdürdükçe toplumun tepesindeki faşizm tehlikesi ortadan kalkmaz. Tekelci kapitalistlerin ve dolayısıyla da faşizm tehlikesinin ortadan kalkması ise ancak örgütlü işçi sınıfının devrimi ile mümkün olur. Faşist saldırganlığı dizginleyebilecek olan güç de gene odur. Nitekim 12 Eylül askeri darbesi bu gerçekleri çıplak bir şekilde ortaya koydu. Açıkça görüldü ki elindeki küçük burjuva güçlerle faşist saldırganlığın karşısında durmaya çalışan sosyalist hareket egemen sınıfların bir başka önden gelen sillesine karşı kendini ayakta tutacak kadar dahi koruyamadı ve en kısa sürede çözüldü. Zaten büyük ölçüde yılgınlık içinde olan küçük burjuva örgütlülük bir anda dağıldı. İşçi hareketi ise bir yandan toplumsal muhalefetin geri kalan kesimi gibi siyasal bir yılgınlık; içinde 12 Eylüle akalandı. Büyük boyutlu ir ekonomik mücadele sürdürüyor ve zaman zaman siyasi mücadeleye atılıyor olmasına rağmen siyasal olarak örgütsüzdü. Ekonomik örgütlen ise 12 Eylül

darbesine karşı direnemezlerdi. İşçiler için siyasal umut sosyal demokrat CHP idi. Onun gerçek yüzünü gördükçe de bu umut yavaş yavaş kayboldu. Sosyalist hareket ise bir yandan işçi sınıfı dışındaki faaliyet nedeniyle işçi hareketini etkileyemiyordu, diğer yandan ise darmadağınık yapısı ile bir alternatif değildi. Bu nedenle de geniş işçi yığınlarını etkileyemiyordu. Genel olarak işçiler için bu noktada iki sorun ortaya çıkmaktadır. Birinci olarak işçi sınıfı egemen sınıfların yüzyıllardır öğrettiği biçimde bir beklenti içindedir. Kurtuluşu ve çözümü bir başkalarından beklemek. Sosyalistlerin bir alternatif olamaması nedeniyle işçiler kurtuluşu CHP sosyal demokrasisinden beklemekteydiler. Oysa işçiler için her türlü sorunun çözümü ve nihai kurtuluş gene işçilerin kendi güçlü kollarındadır. Genel olarak işçiler, işçi sınıfı sosyalizmi dediğimiz bu bilince ulaşmadıkça hiçbir sorunun çözümü yoktur, ücretli kölelikten kurtuluş yoktur. İkinci olarak ise sorun sınıf bilinçli sosyalist işçilere aittir. Sosyalist işçiler darmadağınık görünümlü sosyalist harekete bakarak bir taraftan onun sosyal tabanına bakarak ona karşı güvensizlik duymaktadırlar, öte yandan ise "birlik" çağrısında bulunmaktadırlar. Sosyalistlerin birleşmesi halinde bir alternatif doğacağını sanmaktadırlar. Bu genel olarak işçilerin sosyal demokrasiyi umut olarak görmelerinden farklı bir yanılgı değildir. Nasıl ki kurtuluşun yolu işçilerin güçlü kollarındadır, işçilerin birliğinde ve örgütlenmesindedir, aynı şekilde sosyalistlerin birliği de gene sınıf bilinçli işçilerin elindedir. Sosyalist hareketin dağınıklığı, kırk başlı görünümü bir gerçektir. Fakat aynı zamanda bu kırk başlı görünümde bütün başların altındaki gövde tektir: Bu esas olarak küçük burjuvazidir. Sosyalist işçiler için, bu sosyalist hareketin tartışmaları da içinden çıkılamaz bir görünümdedir. Çok zaman sosyalist işçiler bu tartışmaları anlayamamaktadırlar. İşte sorun da burada yatmaktadır: Sınıf bilinçli işçiler sosyalizmin sorunlarına girmedikçe sosyalistler arası tartışmaları öğrenip müdahale etmedikçe, Kısacası sosyalist işçiler birleşip, örgütlenip sosyalist harekete damgalarını vurmadıkça aynen sınıf bilincine ulaşmamış işçilerin sosyal demokratların on-

Sayı: 2

ları kurtarmasını beklediği gibi, onlar da sosyalistlerin kendilerini kurtarmasını daha çok beklerler. 1970’lerde yığınsal dev boyutlara ulaşan mücadelenin kısa sürede çökmesi kısaca özetlersek: 1. Küçük burjuvazinin kapıldığı yılgınlık, 2. İşçi sınıfının mücadelesinin ekonomik boyutları aşamaması, 3. İşçilerin sosyal demokrasinin hayallerinin peşine takılması ve umduklarını bulamaması, 4. Sosyalist hareketin işçi sınıfının öncü rolünü görememesi ve başta öğrenciler olmak üzere küçük burjuvalar arasında örgütlenmesi, 5. Sosyalist işçilerin birliğinin, örgütlenmesinin yani işçi sınıfının devrimci partisinin olmamasıdır. Bu durumda önümüzdeki görevler kabaca ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önde gelen sosyalist öncü işçilerin birliğidir. Kurtuluş Geçici Örgütü ve onun merkezi yayın organı Sosyalist İşçi bu birliğin gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaktır. Sınıf bilinçli işçiler KGÖ saflarında birleşmek ve harekete damgalarını vurmak zorundadır. Bu ilk adımdır. İkinci adım işçi sınıfının en geniş birliğidir. Sendikal düzeyden başlayarak her düzeyde işçiler örgütlenmeli, siyasal sorunlarda aydınlatılmalı ve siyasal örgütlenmelere çekilmelidir, işçiler arasında kurtuluşun sosyalizm olduğu, sosyalizmin işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olduğu en geniş bir biçimde öğretilmelidir. Üçüncü olarak siyasal özgürlükler için yoğun bir mücadele aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmelidir, işçilere siyasal özgürlüklerin sorunlarımızın çözümü için ne denli gerekli olduğu bıkmadan usanmadan açıklanmalıdır. Bilmek zorundayız ki, siyasal özgürlükler uğruna mücadele edilmeden devrime yürünemez. 1 Mayıs 1984'de güçlerimiz zayıf. Ancak geleceğe umutla bakıyoruz. Türkiye işçi sınıfı uluslararası işçi hareketinin bir bölüğüdür. Türkiye'de işçi sınıfının hareketi ve sosyalist hareket gerilerken dünyanın birçok başka ülkesinde mücadele ileriye atıldı. Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da da yeniden ileriye atılacağı günler gelecektir. Yaşasın sosyalist işçilerin birliği ! Yaşasın 1 Mayıs ! Yaşasın sosyalizm !


Sayı: 2 Federal Almanya'da yıllardan sonra yeniden geniş çaplı bir grev gündemde. 1984 yılı toplu sözleşmelerinde Almanya'nın en çok üyeye sahip sendikası olan Metal İşçileri Sendikası (IGM) 35 saatlik çalışma haftası istemiyle görüşme masasına oturdu, Sendika en başta var olan ücretlerin korunması şartıyla haftalık çalışma saatlerinin 40'dan 35’e indirilmesini istiyordu. Toplu sözleşme görüşmeleri başladığından bu yana ilk andaki kararlılığından vazgeçerek yalnızca “haftalık çalışma saatlerinin 35 saate doğru azaltılması için” formülasyonuna döndü (yani kademeli bir azalmaya da razı), ama kapitalistlerin bu konuda hiçbir taviz vermeye yanaşmamaları sonucunda grevi gündeme getirdi, önümüzdeki günler grev için sendika üyeleri arasında oylamalar yapılacak ve büyük bir olasılıkla da mayıs ayı içinde greve gidilecek. 80’li yıllarda batılı endüstrileşmiş ülkelerde ortaya çıkan en önemli ekonomik ve toplumsal sorun işsizlik. Sorunun temeli yalnızca üretimin kısılması, yeni yatırımlara gidilmemesi ve firma iflaslarında yatmıyor, yani işyerleri yalnızca azalmıyor, aksine birçoğu tümüyle ortadan kaybolmakta. Artık belli başlı işyerleri için cani: emeğe, insanlara ihtiyaç yok; İnsanların yerini robotlar, gelişkin makinalar ve bilgisayarlar almakta. Bazı araştırmalara göre 1990 yılında, 1980 yılında üretilenlerin tümünü bugünkü işgücünün yalnızca yüzde yirmisiyle üretmek mümkün olabilecek. Haftalık çalışma saatlerinin 35’e indirilmesi de özellikle sendikalar tarafından, ön planda işsizliğe karşı bir önlem olarak görülüyor ve propagandası da bu yönde yapılıyor. Sendikalara göre 35 saatlik çalışma yalnızca mevcut işyerlerinin korunmasını sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda yeni işyerleri de açılacak, yani firmalar her çalışan başına eksilecek 5 saatlik çalışmayı yeni işçiler alarak kapatmaya çalışacaklar. Kapitalistler de yaptıkları karşı propagandayı bu nokta üzerinde temellendirerek tam tersini söylüyorlar. Onlara göre de bu günkü ücretleri azaltmada haftalık çalışma süresinin 35 saate indirilmesi sonucunda ülke ekonomisine, yani kapitalistlere, taşıyamayacağı kadar büyük bir yük binecek, bunun sonucunda karlar ve yatırımlar azalacak, yeni işyerlerinin açılması şöyle dursun mevcut işyerleri de tehlikeye girecek. İktidardaki hristiyan demokrat — hür demokrat koalisyon hükümetinin de bu konuda tam desteğine sahip olan kapitalistler işçi sınıfı ve diğer çalışanlar üzerinde zaten var olan işyerini kaybetme korkusu üzerine oynayarak mücadeleyi kazanmaya çalışıyorlar. Pek başarısız oldukları da söylenemez. Gerçekten de işçilerin çekingenliğinde, mücadeleye girmekte gösterdikleri kararsızlıkta oldukça önemli bir yer tutuyor.

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 8

ediyorlar, sendikaların greve gitmesini göze alabiliyorlar.

ALMANYA’DA 35 SAATLİK  İŞ HAFTASI  MÜCADELESİ Cevdet HARMAN

Önce sendikaların yaklaşımını inceleyelim. "Var olan işin herkese eşit dağıtılması" doğru bir istem ise de, bunun çalışma saatlerinin haftada 35'e indirilmesi ile sağlanamayacağı meseleye biraz yakından bakınca anlaşılabilir. Ortaya çıkacak kişi başına beş saatlik açığı kapatmanın sermaye açısından yeni işçi almaktan daha kolay ve daha az masraflı yollan var. (Yeni işçi almak kapitalistlere hastalık sigortası, işsizlik sigortası vb. gibi masraflar yükleyecektir, bu ise üretim maliyetlerini arttırır ve kar oranlarını düşürücü bir etki yaratır.) Bu yollardan biri zaten var olan fazla mesai uygulamasını yaygınlaştırmaktır. Bu uygulamanın kapitalistler açısından karlı olan bir başka yönü de makinaların daha uzun süre çalıştırılmasını sağlayarak sabit sermayeyi daha verimli kullanabilmektir. Başka bir yol da emeğin verimliliğini daha da arttırmaktır, yani 7 saat çalışacak işçiden 8 saat çalışırken sağladığı artı değeri alabilmenin önlemlerini almak, üçüncüsü de üretimi kısmak, üretimi düşürmenin getireceği kar azalmasının, yeni işçi almanın getireceği yükten küçük olması halinde küçük işletmelerde ilk anda bu yola gidileceği düşünülebilir. Şimdi de kapitalistlerin söylediklerine bir bakalım. "Karlarımız azalacak" diyorlar. 35 saatin tam ücret karşılığı kazanılması durumunda bu doğru. Fakat bu da çok kısa bir süre İçin geçerli. Yapılacak olan otomasyon yönündeki yatırımlar kısa zamanda emeğin verimliliğini kapitalistler için kaybedilen beş saati en azından karşılayacak kadar arttıracaktır. Yani sadece 35 saatlik çalışma haftası yüzünden var olan işyerlerinin yok olacağı bir demagojiden ibaret. Burada sendikaların şiddetle karşı çıkılması ve mücadele edilmesi gereken bir tutumuna değinmek gerek. Sanki en önemli görevleri kapitalistlerin karlarının azalmasını önlemekmiş

gibi, bunun gerçekleşmeyeceğini anlatıyorlar. Oysa ki işçilerin ve diğer çalışanların sorunları kapitalistlerin karlarının azalması değil. Onlar kapitalistlere zarar vermeden küçük bir pay değil, yaşam koşullarının iyileştirilmesini istiyorlar. Sendikalar yukarıdaki bölümlerde de belirtildiği gibi 35 saat meselesine daha çok; işsizliğin önlenmesi, mevcut işyerlerinin korunması, işsizlere ödenen İşsizlik paralarının ülke ekonomisine bindirdiği yüklerin azalması vb. gibi ekonomik gerekçelerle yaklaşıyorlar. Çalışma saatlerinin kısaltılması isteminin en önemli yönü olan insanların kendilerine ait zamanı arttırıcı yönüne ise pek dokunulmuyor. Oysa ki, tam da bu yön 35 saatlik çalışma haftasını yalnızca ekonomik değil, esas olarak politik bir mücadele haline getiriyor. Çalışma süresinin mümkün olduğunca uzun tutulmasının ileri kapitalist toplumlarda yalnızca ekonomik bir İşlevi yok. Yani kapitalistler işçileri yalnızca onlardan mümkün olan en fazla artı değeri elde edebilmek için uzun çalıştırmaya uğraşmıyorlar. Diğer önemli bir neden de şu: İnsanlar ne kadar uzun çalıştırılır ya da çalışmak zorunda bırakılarsa onları disiplin altında tutmak ve yönetmek o kadar kolaylaşır. Yaşamlarını sürdürebilmek konusundaki korkularını arttırabilir. Ve en önemlisi de var olan toplumsal, siyasal ve ekonomik koşulları tek ve mutlak olarak görüp onların değişmezliğine inandırılıp, bunu savunmaları sağlanabilir. Yani burjuvazinin toplumsal, ideolojik egemenliği ve üretim araçları üzerindeki değişmez mülkiyeti. Kapitalist egemenlik ilişkilerinin sürebilmesinin en önemli koşulu işçilerde bunun aksi bir bilincin oluşmamasıdır. İşte kapitalistler de böylesi politik bir nedenden ötürü haftalık çalışma saatlerinin 40 olarak kalmasında kararlılıkla ısrar

Federal Almanya ve diğer batılı kapitalist ülkelerde teknolojik gelişmenin bugün ulaşmış bulunduğu düzey halen insanlar tarafından yapılan ağır, tekdüze ve hiçbir zihinsel doyum sağlamayacak işlerin artık endüstri robotları ve bilgisayarlar tarafından yapılmasına olanak sağlıyor. İçinde insanların yalnızca kontrol amacıyla tek tük dolaştıkları ve üretimin önemli bir ölçüde robotlar tarafından gerçekleştirildiği fabrikalar bugün henüz çoğunluğu oluşturmuyorlar, ama artık bir kurgu bilim ürünü de değiller. Bu yöndeki gelişme önümüzdeki yıllarda da hızını arttırarak sürecek. Kapitalist üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü bu toplumlarda insanlar, yani canlı emek robotlar ve bilgisayarların, yani cansız emeğin fabrikalara ve bürolara girmesiyle özgürleşmiyorlar, aksine sokağa atılıp kendi kaderlerine bırakılıyorlar. Oysa teknolojik gelişmenin bu yönü insanları özgürleştirici, ücretli köleliği ve yabancılaşmış emeği ortadan kaldırıcı potansiyelleri de içinde taşıyor. Bu özgürleştirici niteliğin ortaya çıkabilmesi kuşkusuz çalışmanın - burada kastedilen tek tek bireylerin yaşamlarını, tüm gereksinmelerini karşılayarak sürdürmelerine yetecek bir toplumsal zenginliğin yaratılması için gerekli olan çalışmadır - tüm toplum düzeyinde yeniden örgütlenmesiyle, yani kapitalizmin ortadan kalkmasıyla gerçekleşebilir. Ancak o zaman insanlar Marks'ın dediği gibi “ulaşılması kendi başına bir amaç olan özgürlükler ülkesine” ulaşacaklar. Gereksinimlerin karşılanması için zorunlu olan çalışmayı minimum bir zamanda tamamladıktan sonra “boş zamanlarını” çeşitli uğraşlar için kullanabilecekler; siyasetle uğraşacaklar, sanatla uğraşacaklar, okuyacaklar, yazacaklar. Siyasi ve kültürel yaşam bu gün hayal bile edilemeyecek bir zenginliğe kavuşacak, bu zenginliğe her birey katkıda bulunacak ve ondan payını alacak. Yeniden bugüne dönersek söylememiz gerekir ki 35 saatlik çalışma haftası (bu hedefe ulaşıldığını varsayarsak) bilinçli bir şekilde böyle bir hedefe varmak için atılan bir adım değil henüz. Ne Alman işçileri böylesi bir bilinçle hareket ediyorlar, nede sendikalar böylesi bir bilinci oluşturmak için uğraş veriyorlar. Zaten burjuvazinin egemenliğini ve kapitalizmin varlığını savunan Alman sendikalarından bunu beklemek hayalcilik olur. Ama o "özgürlükler ülkesine" ulaşmanın en önemli koşullarından biri de çalışma saatlerinin kısaltılması. Bu şekilde kazanılacak boş zamanın boşa geçirilecek ya da gene kapitalizmin sunduğu tüketim nimetleri (!) ile doldurulacak bir zaman olmadığı bilincinin oluşturulabilmesi için şimdiden uğraşmaya başlamak gerek.


Sayfa: 9

SOSYALİST İŞÇİ

Sayı: 2

SOSYALİST İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE Sendikalar esas olarak işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin örgütleridir. Tek tek kapitalistlerle mücadelenin zorluğunu gören işçiler toplu olarak ortak mücadele etmek için örgütlenirler. Çeşitli ülkelerde işçiler yasal sendika hakları için uzun süren mücadeleler verdiler. Bu mücadeleler boyunca işçiler ekonomik mücadelenin aracı olan sendikaların siyasal yanlarını da görmeye başladılar. Çünkü ekonomik mücadele sımsıkı bağlarla siyasal mücadeleye bağlıdır. Türkiye işçi sınıfı ise toplu sözleşme, grev haklarına sahip sendika hakkı için yoğun bir mücadele vermedi. 19631er de çeşitli fabrikalarda başlayan mücadele giderek yükselmeye başladı. Ve bu durum karşısında kapitalistler işçilerin mücadelesinin daha da gelişip sertleşmesine yol açmadan çıkardıkları yasalarla sendikaların toplu sözleşme ve grev yapma haklarını tanıdılar. Ne var ki Türkiye işçi sınıfı uğrunda yoğun bir mücadele vermemiş olsa da 1963 yılından itibaren elde ettiği toplu sözleşme ve grev hakkını yoğun bir biçimde kullandı. 15-16 Haziran 1970 gösterileri Türkiye işçi sınıfı için ilk büyük çaplı siyasal mücadele oldu, işçiler yasal haklarını korumak için mücadeleye atıldılar. Yeni çıkarılmak istenen yasalar DİSK'in kapatılmasını öngörmekteydi. İki gün süren mücadelenin ardından DİSK’in o günkü önderliği de mücadelenin ulaştığı siyasal boyutlardan korktu, işçileri ilan edilen sıkıyönetimle uzlaşmaya çağırdı, kendisi ise gidip sıkıyönetime teslim oldu. Türkiye işçi sınıfı 15-16 Haziran da yaşadığı deneyi '70'li yıllarda sayısız kereler daha yaşadı. DGM direnişi, 1 Mayıs gösterileri, Faşizme Karşı İhtar Genel Grevi Türkiye işçi sınıfının yeni siyasal deneyleri oldu Bütün bu mücadelelerde işçiler ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin kopmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğunu gördüler, öğrendiler. Ve aynı zamanda da her mücadelede sendika önderliklerinin kapitalistlerle nasıl uzlaştığını da görüp öğrendiler. Türkiye işçi sınıfı 1970’Si yıllarda bir başka deney daha yaşadı. 1973 genel seçimlerinde DİSK üst yönetimi sosyal demokrat partinin, CHP'nin desteklenmesini istedi. Büyük işçi yığınları bu seçimlerde ve ertesi seçimlerde CHP'yi desteklediler. Fakat işçiler 19 70'li yıllarda sosyal demokrasinin de gerçek yüzünü gördüler. Büyük umutlarla gittikleri sosyal demokrasi vaatlerinin hiç birini tutmadı. 6-7 yıllık deney içinde işçiler gördüler ki sosyal demokrasinin anti tekelci anti emperyalist ve anti faşist görünümü gerçekte içi boş, kof sloganlardır. İşçiler deneyleri ile öğrendiler ki sosyal demokrasi ger-

HER DÜZEYDE ÖRGÜTLENMEK GEREK Recep GÖKIRMAK çekte ne emperyalizme, ne de onun yerli işbirlikçileri tekelci kapitalistlere karşıdır. Faşizme karşı ise tutarlı bir mücadele yürütmekten tam anlamı ile acizdir. Sosyal demokrasinin bu tutarsızlıklarını görmenin yanı sıra işçiler sosyal demokrasiyi destekleyen sendika yöneticilerinin durumunu da gördüler. Sınıflarının gerçeklerinden kopmuş bu yöneticiler işçi sınıfının tepesindeki asalaklardı. Kararlı bir mücadeleden acizlerdi. Ve en önemlisi bütün güçleri ile işçilerin mücadelesini ekonomik boyutlarda tutmaya çalışıyorlar, onun siyasal biçimler kazanmasına karşı çıkıyorlardı. İşçilerin mücadelesi sendikacıların çabalarına rağmen politikleştiği takdirde ise bu politikleşen mücadeleyi sosyal demokrat reformizmin kuyruğuna takmaya çalışıyorlardı. 1970'lerm mücadelesinden çıkarılacak en önemli derslerden birisi budur. “Sosyalist işçiler sendika yönetimine” sloganı sendikaların başındaki bu asalak yöneticilere karşı sosyalistlerin ileri sürdüğü bir slogandır. Türkiye sosyalist hareketinin hemen her grubu bu sloganı atmıştır. Fakat gerçekleşen nedir? Bir kısım sol gruplar bu sloganı atmanın yanı sıra Türkiye işçi sınıfının o günkü odak merkezi olan DİSK'in bu konumunu kavrayamamışlardır. Bu sol gruplar işçilerin en geniş sendikal birliği için işçileri DİSK'e çağırmak yerine kendi tekkelerini kurmayı yeğlemişlerdir. Kurulan bu tekkeler küçük oranda işçi sınıfının birliğini zedelemiştir ve hiç bir zaman da işçilerin en geniş birliği için bir alternatif durumuna da gelememiştir. Bazı diğer solcu gruplar ise DİSK'in işçilerin en geniş sendikal birliğinin örgütü olduğunu görebilmişler fakat onlarda reformist siyasetlere sahip oldukları için kendi revizyonist anlayışlarını DİSK içindeki reformist anlayışın yanma eklenmişler ve DİSK içindeki uzlaşmacı akımı oluşturmuşlardır. Reformistler ve revizyonistler elbirliği içinde ekonomik mücadelenin siyasal mücadele ile olan bağlarını kesmeye çalışmışlardır. Bütün bu gruplardan daha doğru tavır alan diğer bazı solcu gruplar ise

bir yandan DİSK'i doğru bir biçimde değerlendirmişler, diğer yandan ise işçilerin mücadelesinin siyasallaşması için çaba harcamışlardır. Bu sol gruplarda diğerleri gibi ve onlardan daha da fazla olarak "sosyalist işçiler sendika yönetimine" sloganını ileri sürmüşlerdir. Ne var ki ileri sürülen bu doğru sloganın içeriğini, kapsamını yanlış kavramışlardır. Onların bu slogandan anladıkları esas olarak sendikaların yukarıdan aşağı ele geçirilmeleri olmuştur. Bu amaçla sendikalarda sayısız kongre oyunları oynanmış ve bu kongrelerde sendikalar "ele geçirilmiş’'tir. Oysa sosyalistler için “sosyalist işçiler sendika yönetimine” sloganı tepeden inme bir biçimde sendikaların ele geçirilmesi operasyonu değildir. Tam tersine aşağıdan yukarıya bir biçimde sendikaların yönetimlerine işçilerin güvenini bu mücadele içinde kazanmış, sınıflarının durumunun bilincinde olan sosyalist işçilerin geçirilmesidir Kurtuluş Geçici Örgütünün dünkü pratiğinden çıkardığı en önemli derslerden biri de budur. Günümüzde “sosyalist işçiler sendika yönetimlerine” sloganı daha da büyük bir öneme sahiptir. İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesi 12 Eylül'den bu yana ağır bir biçimde tahrip olmuştur. DİSK kapatılmıştır. Şimdi ortada bir avuç bağımsız sarı sendika (tek tük istisnalar vardır) ile Türk-İş'e bağlı sendikalar kalmıştır. Bütün bu sendikaların tepesinde kendi sınıflarından kopmuş iki elleri yağda, balda olan asalaklar oturmaktadır. Bugünkü yöneticiler bırakalım ekonomik mücadeleyi siyasal mücadele ile birleştirmeyi, ekonomik mücadelenin kendisini bile sürdürmekten acizdirler. Onlar kelimenin tam anlamı ile patronların adamlarıdırlar.

gerekli. Hayatın her alanında pişmek, yığınlara güven vermek gerekli. Sendikalardaki görevlerimiz devrimci partinin inşaasına sıkı sıkıya bağlıdır. Sosyalist işçiler her şeyden önce sendikalardaki görevlerini tamamen siyasal mücadelemizin bir parçası olarak görmelidirler, önümüzdeki örgütlenme görevinin ikinci anlamı buradadır. Sendikal, mücadelemizin yeni alacağı biçimlerde işçilerin örgütlü hareketi en önde gelen görev. Sosyalist İşçiler bıkmadan usanmadan bütün güçleriyle işçilerin yığınsal örgütlülüğü için çalışmalıdırlar. Bir fabrikanın, bir işkolunun, bir kentin, bölgenin ve tüm işçilerin tüm davranışlarını örgütlü kılmalıdırlar. İşçi sınıfına güven bu çalışmanın başlıca ön şartıdır. İşçi yığınlarına güvenmek gerekir. Her düzeydeki örgütlenme, her düzeydeki mücadelenin ilk şartıdır. Bir sözleşme öncesi durumu ele alalım: sosyalist işçiler bu sözleşme görüşmeleri boyunca işçilerin örgütlenmesi için çalışmalıdırlar. işçiler arasında sözleşme görüşmelerinin sadece sendika yöneticileri tarafından kapalı kapılar arkasında sürmemesi gerektiği: doğrultusunda ajitasyon yapılmalıdır. Tek tek her işçiye, her işçi grubuna sözleşmenin açık ve işçilerin bilgisi içinde yapılması gerektiği anlatılmalıdır, Ajitasyonu tamamlayan öge örgütlenme olmalıdır. İşçiler sözleşme için, ertesinde başlayacak grev için örgütlenmelidir. Grev anı geldiğinde ise grev için görev almamış tek bir işçi kalmamalıdır. Yaratıcılık burada çok önemlidir. Greve giden bir fabrikanın her işçisine bir görev bulunmalıdır. Her görev etrafında işçiler örgütlerim elidir. İşte mücadele içinde doğan en basit örgütlenmeler bunlardır. Yazılı kuralları olmayan biçimleri çok belli olmayan örgütlenmelerdir, bunlar, fakat işçiler bu tür örgütlenmelerde kolektif faaliyetler yapmadan, örgütlenme deneyleri geçirmeden daha ileri örgütlenmelere doğru yürüyemezler.

işte bu şartlar altında sosyalist işçilere daha büyük görevler düşmektedir. Bu görev tek kelime ile özetlenebilir: örgütlenmek.

Sosyalist işçiler bu türden bir örgütlenme çabası içinde elbette siyasal sorunları da işlemekle yükümlüdürler... Doğan her fırsatta işçilere siyasal gerçekler açıklanmalı, onların siyasal sorunlara ilgi duymaları, ilgi duyanların daha ileri siyasal örgütlülüklere geçmesi sağlanmalıdır Siyasal sorunlara ilgi duyan işçiler çeşitli diğer yeni örgütlenme biçimleri içine çekilmelidir, gazete okuma gruplan, eğitim grupları vs. vs. gibi.

örgütlenme esas olarak sosyalist işçilerin siyasal mücadele örgütü olan devrimci partinin inşaasıdır. Ama devrimci parti öyle hemen kendiliğinden oluşacak bir örgütlenme değil. Uğrunda uzun bir mücadele

İşçilerin her düzeydeki mücadelesi ve örgütlenmesi yeni önderler yaratacaktır, var olanları daha da ileri çıkaracaktır. İşte sosyalist işçilerin sendika yönetimine yürümesinin yolu buradan başlıyor.


Sayfa: 10

Sayı: 2

SOSYALİST İŞÇİ

KADINLARDAN YÖNETİCİ OLUR MU? L. KARADENİZ

Yazının başlığını gören devrimcilerin hemen, hiç duraklamadan “tabii olur, Marksizm-Leninizm böyle der” diyeceklerini biliyoruz. Ama bir yandan sessizce “acaba olur mu?” diye düşünerek, kiminin bu merakla yazıyı okuyacağını, kiminin de “olur” deyip, “olur mu yahu!” diye düşünmeye devam edeceklerini de biliyoruz. Uluslararası sosyalizmin günümüzdeki donuklaşmış, tekdüzeleşmiş hali, asırların toplumsal hastalıklarının tespit edilmesi ve kurbanlarının bütün bir ilişkiler sistemine ve zihinlere kazılmış sonuçlarından kurtarılması yolundaki somut ilerlemeleri de olanaksız kılıyor. Ve bu sonuç, nedenini de sürekli etkiliyor şüphesiz. Bazı toplumsal sorunlar öyle bir hale geldiler ki, bu gün bu sorunların kamuoyu gözündeki temsilcileri Marksistler değil, başka siyasi akımlardır. Kadın sorunu da bunlardan biridir. Bu gün pek çok Avrupa ülkesinde Kadınların özgürlüğü mücadelesi komünist partilerin veya grupların dışında özerk kadın örgütleri, gruplan, bir bütün olarak ifade etmek gerekirse kadın hareketi tarafından sürdürülmekte, yönetilmektedir. Komünistler genellikle bu hareketin kuyruğunu yakalamaya çalışmakta, kendi içlerinde ciddi ve sonu gelmez tartışmalara dalmakta, çıkış yolu aramaktadırlar. Sosyalizm bir siyasal akım olarak proletaryanın temsilcisidir, ama gerçekleşmesi ancak sosyalizm ile mümkün olabilecek bütün ileriye doğru olan çıkarların, özlemlerin ve sınıflı toplumun bütün kurbanlarının da temsilcisidir. Sosyalist hareketin, veya en gelişmiş örgütsel ifadesi olan partinin sınıflı toplumların yerleşmiş çarpık insan ilişkilerini kendi içlerinde en somut ve en elle tutulur bir biçimde çözmüş olmaları gerekir. Bu, sosyalizmin tarihinde ancak yüzyılımızın başındaki destansı işçi hareketlerinde, partilerinde görülen bir durumdur. Sosyalizm tek tek ülkelerde ve uluslararası çapta kadın önderler, yöneticiler yetiştirmiştir. Bu kadınlar bugün bile feminist hareketin ilham kaynağı, ruhudurlar.

Sosyalizm bir siyasal akım olarak proletaryanın temsilcisidir; ama gerçekleşmesi ancak sosyalizm ile mümkün olabilecek bütün ileriye doğru olan çıkarların, özlemlerin ve sınıflı toplumun bütün kurbanlarının da temsilcisidir.

Emperyalizmin yayılma ve daha çok hakimiyet için halkları savaştan savaşa sürüklediği, ve modern silahların yanında daha çok yayılma ve daha çok hakimiyete yarayacak bütün eski, gerici, şöven, batıl düşüncelerin yardıma çağırıldığı bir dönemde Rosa Luxemburg'lar, Kollontailer, Zetkin'ler ve daha niceleri o yıllarda bilinçli olarak tarih yapan proletaryanın önderleri olarak sivrilmişlerdir. Bugün ise durum tam tersine dönmüş gözükmektedir. Sosyalizmin bütün maddi toplumsal engellerinden kurtulmuş olduğu sosyalist ülkelerdeki siyasal örgütlerde kadınların katılım, toplumun üreticiler kitlesinin yansını (doğal olarak) oluşturmalarına ve Bazı sektörlerde hatta erkek çalışanlardan daha fazla (sağlık ve eğitim sektörlerinde) olmalarına rağmen, çok düşüktür. Yönetici, önder düzeyindeki kadınlarda bu oran çok daha azalmaktadır. Dünyamız uzun yıllardan beri bu ülkelerde erkeklerin arasında sivrilmiş kadın politikacıya rastlamadı. Sayılan genellikle kalabalık olan parti merkez komiteleri içinde bazı kadın üyeler de var. Ama politikanın asıl merkezi olan ve sayıları on civarında olan politbürolarda kadın üye galiba hiç yok. Proletaryanın sosyalist muhalefeti olsa da olmasa da diğer ezilen toplumsal sınıflar ve kesimler kendi çelişkileri dolayısıyla şu ya da bu şekilde, siyasal ve ekonomik konjonktüre bağlı olarak azalan ya da artan biçimde, muhalefet yürütürler. Kadınlar için de bu böyledir. Toplumsal zenginliklerin, eğitim ve kültür olanaklarının çok gelişmiş olduğu kapitalist ülkelerde, burjuva liberal düşüncesinin ve iki yüzlü riyakar burjuva partilerinin çürümesi, bu kurumların aydınlar nezdinde güvenilirliğini ve itibarını azaltmaktadır. Bu ülkelerde aydınlar, yukarıda belirttiğimiz olanaklar gereği kala toplumsal tabakayı oluştururlar. Bu kitle egemen ilişkilere karşı her alanda al-

ternatifler geliştirmek çabası içindedir. Federal Almanya'daki Yeşiller denilen parti bu politikaların önderliğini yapmaya çalışmaktadır. Bundan çok kısa bir süre önce partinin parlamentodaki fraksiyonu fraksiyonun yönetim ve sözcülüğü için yapılan seçimde tamamen kadınlardan oluşan bir listeyi seçti. Dünyada ilk defe böyle bir olay oluyormuş, yani bir siyasi partinin parlamentodaki fraksiyonunun sadece kadınlardan oluşan bir yönetime ve sözcülere sahip olması. Herkese çok tuhaf geldi. Dünyamızdaki enteresan olaylar dizisinden bir olay! üç kollu, beş bacaklı bir çocuğun doğmasında veya Pasifik'teki bir adada ikinci savaşta ormanda gizlenen bir askerin kırk yıl sonra ortaya çıkmasına gösterilen şaşkınlığa benzer bir şaşkınlık oldu. Hepsi kadın! Hâlbuki dünyada yönetici organlar ortaya çıktığından beri, istisnasız bütün ülkelerde yöneticiler hemen hep erkek olmuşlardır. 1984 yılının dünyasında bile insanlar küçük bir radikal-demokrat partideki bir seçimin bu kuralı değiştirmiş olmasına şaşakalmalardır. Şaşılması gereken bunun ilk defa olmasıdır. Gazetelerdeki resimlerine bakıldığında; biraz acımayla karışık bir şekilde insanın aklına gelen ilk soru şu oluyor: bu sade, her gün yollarda onlarcasına, binlercesine rastladığımız kadınlar mı, Federal Almanya gibi bir ülkenin parlamentosunda profesyonel kurt politikacılarla baş edecekler? Zor iş doğrusu. Eminiz zor olduğunun onlar da farkındadırlar. Ama yapılması gereken, bu kadınların inisiyatiflerini ve cesaretlerini takdir etmektir. Zaten onları seçenler, burjuva liberalizminin ve siyasal partilerinin riyakârlığından midesi bulananlardır. Kapalı kapılar arkasında her türlü hile, rüşvet ve birbirinin ayanını kaydırma oyunlarıyla yoğrulan ve sonra da kamuoyunun

KADINLAR MÜCADELE ETMEDEN  KURTULAMAZLAR önüne halkın çıkarlarının savunucusu, devlet adamı pozlarıyla çıkanlardan umudu kesenlerdir. Dolayısıyla kimse onlardan profesyonel kurtlar gibi politika yapmalarını beklemiyor. Belki aynı parti içindeki erkeklerden daha çok hata yapacaklar. Varsın yapsınlar. Yönetime gelir gelmez yaptıktan ilk açıklamada “kadınları daha çok politikaya katılmaya” çağıran, kendi durumlarının kadınların daha cesaretli olmasında belki etkili olacağını umduklarını söyleyen bu kadınlar, kadınlara hiç değilse politika yapmak için erkek olmak gerekmediğini; politika yapan kadın ve erkeklere de; erkek egemenliği ideolojisinin gerektirdiği gibi, normlarını yalnızca erkeklerin belirlediği gibi değil, kadınların kendi koşullarına uygun, kadın olmanın pozitif yanlarını da içine alan normlarla politika yapılabileceğini göstermeleri bile ileri bir adımdır. Bazı devrimciler ise şaşkınlıklarını, küçümseme ile birleştirdiler. "Ne olacak canım, yeşiller en sonunda küçük burjuvalardır. " Yazınızın konusu yeşillerin üyelerinin ve partinin politikalarının sınıfsal analizini yapmak değil. Kısaca politikaları için radikaldemokrat, sınıfsal yapılan için de orta sınıf aydınlan diyebiliriz. Proleter olmadıkları ayan beyan meydanda. Ama gene de ister beğenelim, ister beğenmeyelim bizim için çıkarılacak epey sonuç var. Hangi sonuçları mı çıkaracağız? Uluslararası sosyalizmin buhranıma, burjuva dünya görüşünün çürümüşlüğünün farkına varan aydınlan artık eskisi gibi sosyalizmin saflarına çekmediğini. İçlerinde sosyalistler bulunsa da ve sosyalizmden etkilenmiş olsalar bile toplumsal hastalıkların tedavi edicisi olarak mevcut sosyalizmden umudunu kesip başka cinsten alternatif politikalar geliştirmeye kalkan ilerici akımların pek çok toplumsal sorunu kararlılık ve açıklıkla ele alıyor olmaları. Kadın sorunu bunlardan biri.


Sayfa: 11

SOSYALİST İŞÇİ

Sayı: 2

AJİTASYON VE PROPAGANDA ÜZERİNE NOTLAR Tarih boyunca hakim sınıfların yönetiminin biçimi esas olarak emekçi sınıfların ürettiği artı ürüne nasıl el koyduklarına bağlı olarak şekillenmiştir. İşte bu sebepten dolayı burjuvaziden önceki hakim sınırlar esas olarak açıktan açığa zor kullanarak yönetmişlerdir. . Çünkü, burjuvaziden Önceki hakim sınıflar emekçilerin ürettiği artı ürüne hep zor yoluyla el koyabilmişlerdir. Kapitalist üretim tarzında ise hakim sınıf işçilerin ürettiği artı değere zor yoluyla değil ekonomik ilişkiler yoluyla el koyar. Burjuva sınıfı egemenliğini kendi düşünce tarzını emekçi sınıflara kabul ettirerek sürdürür. Tabii ki zor her zaman; polis, asker, jandarma olarak hazır ve nazırdır. Yine kendisinden önceki hakim sınıflardan farklı olarak burjuvazi giderek bu eğilimi değişmesine rağmen, doğrudan devletin yöneticileri olarak ortaya çıkmaz. Burjuva sınıfı tarihte kendi iktidarım başkalarını kullanarak sürdürebilen tek sınıftır. Hepimiz biliriz ki devlet makinasının içindeki insanlarla, yani polis memuru, devlet memuru ve asker ile burjuva arasında dağlar kadar fark vardır. Ne acıdır ki bizi burjuvazi adına yöneten insanlar burjuvaziden daha çok bize benzerler. Polis memuru mahalle bekçisi j jandarma baş çavuşu bir işçi kadar yoksulluk ve mahrumiyet içinde yaşar ama sırası geldiğinde "görevimi yapıyorum” diye zenginleri, burjuvaziyi yoksullara karşı korur. Bütün bunların temelinde, burjuva sınıfının kendi çıkarlarını tüm halka, ulusal çıkarlar gibi gösterebilmesi yatıyor. Burjuvazi bunu ya9arken de yalana, dolana da aş vurmasına rağmen esas olarak doğruyu konuşuyor, kendi çıkarlarım açık açık savunuyor. Fakat bizler, yani esas olarak işçiler ve emekçiler burjuva sınıfının çıkarlarım kendi çıkarlarımızdan ayırt etmekte zorluk çekiyoruz. Onun kendisi için söylediği doğruların bizim için yanlış ve kabul edilemez olduğunu kavrayamıyoruz. örneğin Turgut Özal 25 Ocak 1980'den beri ne yapacağını açık açık söylüyor ve sonra da yapıyor. Bunun sonucu emekçiler eskisinden daha kötü duruma düşüyor, yoksullaşıyor, ama yine de gidip seçimlerde bu adamın partisine oy veriyorlar, Özal açık seçik burjuva sınıfının hem de tekelci burjuvazinin adamı, bir zamanlar MESS başkanlığı bile yaptı, bunu biliyoruz. Demek ki burjuvazi Türkiye halklarına yine

BURJUVAZİYE KARŞI  MÜCADELE  BURJUVAZİNİN  FİKİRLERİNE KARŞI  MÜCADELE İLE BAŞLAR Behçet Toprak kapitalistlerin derdini anlatmayı becerdi ve kendi partisi için yeterince oyu sağladı. Burjuva sınıfının temsilcileri çoğu zaman doğru konuşur (zaten halk kitleleri ne aptal ne de geri zekalıdır, yani yalanla yönetilemezler). Fakat mesele şu ki burjuva sınıfı kendine ait, sadece kendi yararına olan doğruları anlatır. Bu doğrular bazı temel varsayımlar üzerine otururlar ve mantıklı bir bütün oluştururlar. Bir örnek verelim: "ülkemiz krizde, hepimiz sıkıntı çekiyoruz. Kriz kendini işsizlik, hayat pahalılığı olarak gösteriyor. Öyleyse krizden çıkmak lazım. Bu gayet doğru bir laf. Katılmamak elde değil. Ama mesele şu ki doğruyu söylemek yetmiyor, bir de söylenmeyenler var ki esas meselenin özü orada yatıyor. Bakalım söylenmeyenler neler. Hepimiz sıkıntı çekiyoruz doğru, ama bu hepimiz, birbirleriyle çıkar çelişkisi olan sınıflardan oluşuyor ve sıkıntılarının sebebi birbiriyle taban tabana zıt. İkincisi. "Krizden çıkalım" demek: kapitalizmin krizinden çıkalım anlamına geliyor, yani burjuva iktidarını ve ekonomik temelini güçlendirecek anlamına geliyor ve nihayet bu krizin temeli bizzat kapitalizm. Burjuvazi kendi doğrularım söylüyor ve önerisini sunuyor ve işçiler yalan söylendiği için değil, ama bazı şeyleri pek bilemediği için bu çözümü çoğu zaman

"aman ne mantıklı bir yol" deyip kabul ediyorlar. Demek ki burjuva sınıfı kendi çıkarlarını açıkça ve çoğu zaman şaşırtıcı bir açıklıkla ortaya koyar ve kabul ettirir. Buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç şudur: burjuva sınıfına karşı mücadele onun kendi taleplerini emekçilere kabul ettirmesine karşı mücadeledir. Tüm diğer mücadele araçlarının, örneğin sendikaların, siyasi partinin kurulabilmesi ve doğru dürüst işleyebilmesi esas olarak bu mücadelenin başarısına bağlıdır. Öyleyse öncelikle anlatmamız gereken şudur: burjuva sınıfı bu işi nasıl yapıyor. Burjuvazinin çıkarlarını bize sabah akşam genel çıkarlar diye anlatan gazete, radyo, TV, sinema vd. araçları bir kenara bırakalım, bunlar sadece burjuvazinin istediklerini, sözlerini bize yaygınca ulaştırmanın araçları. Tabii ki bunların önemini küçümsemiyoruz, fakat esas olan nasıl olup da bizim bunları kabul ediyor olmamızdır. İşte bu noktada burjuva çıkarlarım kendi çıkarlarımız gibi görmemize sebep olan esas şeye geliyoruz. Bu da bizim kafalarımızın içindeki fikirlerdir, dünyada olup bitenleri anlayış tarzımızdır. Yani bu neye doğru, neye yanlış; neye mümkün, neye mümkün değil diye karar vermemize ve bu temelde en uygun ve

mümkün ve doğru olanı seçmemize yol açan fikirler, yani diğer bir deyişle kafamıza, düşünce tarzımıza hakim olan ideolojidir. İşte burjuva sınıfı gücünü buradan, emekçilerin kafasındakilere egemen olmaktan alıyor. Bu fikirler içinde yaşadığımız toplumda sık sık karşılaştığımız ilişkilerce üretiliyor. Biz doğduğumuzda bunları hazır buluyoruz ve işe, fabrikaya giderken; hatta daha önce annemizden, babamızdan, okuldan öğreniyoruz ve daha “neden böyle de başka türlü değil” demeye fırsat bulamadan kabul ediveriyoruz. Hep kabul ettiklerimiz ve kendimize mal ettiğimiz fikirler aslında burjuvazinin kendi hakkındaki düşünceleri oluyor. Bu sınıfa göre doğru ve yanlış olanları, mümkün ve mümkünsüz olanları genel olarak doğru ve yanlış, mümkün ve mümkünsüz diye öğreniyoruz. Bir kere daha söylemekte yarar var; bu fikirler sadece yalanlardan oluşmuyor. (Burjuvazinin yalanları kendi doğrularını bize kabul ettirmekte ikinci derecede önemli yan bir olgudur.) Bu fikirler gerçeğin burjuva sınıfı açısından, burjuvazi için doğru bir yorumundan oluşuyor. Fakat çıkarları ve toplumsal durumu burjuvaziden tamamıyla farklı ve onunkine taban tabana zıt bir başka sınıf, işçi sınıfı açısından bunlar başka bir anlam taşıyor. Evet toplumsal gerçeğin iki yüzü var ve biz bunun hep bir yüzünü, burjuva sınıfının gördüğü, bize gösterdiği yüzünü gördüğümüz için, onun fikirlerini Kolaylıkla kabul ediyoruz. Buradan çıkacak sonuç ise şu olmalı: Burjuva iktidarına ve onun fikirlerine karşı savaş gerçeğin öbür yüzünün de ortaya çıkarılması ile mümkün olabilir. Yani burjuva sınıfı açısından yorumlanan gerçeğe işçi sınıfının çıkarı açısından geliştirilmiş bir yorumla karşı çıkmak gerekiyor. Burjuva fikirlere karşı militan sosyalist tavır budur. Hiç bir zaman gerçeğin iki yüzü ama yalnızca iki yüzü (üç, dört, beş yüzü değil) olduğunu unutmamak gerekiyor. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki her üçüncü görüş eninde sonunda bu ikisinden birine indirgeniyor. Burjuva ideolojisine karşı yürütmek zorunda olduğumuz bu mücadele somut koşullarda değişen durumlarda, farklı biçimler alıyor ve farklı araçları gerekli kılıyor.


öldürdüler, işte Misak-ı Milli sınırlan denen bu günkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlan böyle tespit edilmiştir.

KÜRTLER TÜRKLERLE BİRLİKTE YAŞAMAK ZORUNDA MI?

Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlere karşı sistemli bir asimilasyon politikası uygulamaktadır. Asimilasyon politikası, Kürtleri ayrı bir ulus yapan bütün özelliklerini onlara unutturmak, o özellikleri yok etmek, onları türkleştirmek demektir. Kürtçe konuşmalar, yazmaları okumaları yasaktır. Kültürlerini geliştirmeleri, yeni nesillere aktarmaları yasaktır. Tarihlerini unutmaları vatanlarını inkar etmeleri istenir. "Edirne'den Van'a kadar" olan topraklarda bir tek ulusun, Türk ulusunun yaşadığı ve bu toprakların "Türk vatanı olduğu kafalara kazınmış, yerleştirilmiştir.

L. Karadeniz

Fakat bir halka ulusal kimliğini unutturmak mümkün müdür? Her onurlu insan vatanı işgal altında olan, kaderi başka bir ulus ve onun devleti tarafından belirlenen erilen ulusların demokrasi ve bağımsızlık mücadelesine hayranlık duymaz mı? Duyar. Daha dün dünyadaki bütün onurlu insanlar sömürgecilik zincirini kırmak için soylu savaşlar veren Vietnam'ı, Angola'yı, Cezayir'i dayanışmanın en güzel örneklerini göstererek izlediler.

İnandığımız bazı şeyler vardır. Bu şeyler hakkındaki tavrımızın düşüncelerimizin doğru olduğuna inanırız. Ve bu inancımız doğrultusunda hareket ederiz, örneğin işçilerin çoğu fabrikanın kendi ekmek kapısı olduğuna inanır. Veya eğer patron adil bir adam olsa, emeğinin karşılığım, sekiz saatlik çalışmasının karşılığım alabileceğine inanır. Ya da yoksulluğun kader olduğuna, kimlerin yoksul doğup yoksul öleceğine, kimilerinin ise zengin doğup zengin öleceğine inanır. Daha da önemlisi, bunun kader olduğuna, değiştirilemeyeceğine inanır. Büyük adamlardan biri "inanmak bilmek değildir” demiş. İnandığımız pek çok şeyin aslında doğru olmadığını, yanlış ve yalandan ibaret olduğunu hayat içinde öğreniyoruz. Örneğin hangi Türk işçisi Türk Ordusu'nun aslında halkın düşmanı olduğunu, köylülerin ve işçilerin düşmanı olduğuna, bir avuç sömürücünün dostu olduğuna inanırdı? Belki içlerinden sadece bir avuç işçi bunu bilirdi, öğrenmişti. Ama 12 Eylül 1980'den sonra olup bitenleri yaşayan hangi işçi artık Türk Ordusu'nun yoksulların dostu olduğuna, yani ulusun çoğunluğunu meydana getiren işçilerin ve köylülerin dostu olduğuna inanabilir? Sendikal faaliyeti yasaklayan, Türkiye işçi sınıfının mücadeleleri sonucu kurulmuş, işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmiş DİSK'i kapatan, işçi ücretlerinin 1963 düzeyine inmesini sağlayan bir rejimin bekçisi olan Türk Ordusu'nun işçilerin dostu olması mümkün mü? Değil. Türk Ordusu bizim düşmanlarımızın dostudur, bizim değil. Bunu öğrendik artık, biliyoruz. Bizi kimse tersine inandıramaz. Demek ki, doğruluğundan hiç şüphe etmediğimiz inançlarımız sarsılıyor. İşin inandığımız gibi değil, başka türlü olduğunu öğreniyoruz. Peki nereden varırız acaba bu sarsılmaz

inançlara? İlkokuldan başlayarak bütün resmi kitaplar, gazeteler, radyolar, televizyonlar, aile büyüklerimiz devlet adamları, burjuva politikacıları bize hep aynı şeyi anlatırlar da ondan. Niye yalan ve yanlış şeyler anlatırlar? Sömürü ve yağmalarını devam ettirebilmek için. Biz anlattıkları yalanlara inanmaya devam edelim ki, onlarda aşımıza, ekmeğimize göz koysunlar, elimizden alabilsinler. Biz bir suskunlar sürüsü olmaya devam edelim ki onlar diledikleri gibi at koşturabilsinler. Biz ücretli köle olmaya sessizce katlanalım ki, onlar sırtımızdan milyarlar kazanabilsinler. İşte doğru zannettiğimiz pek çok inancımız buna hizmet eder. İşçi sınıfının sömürüden, yoksulluktan kurtulmak için, kendi emeğinin ve emek ürünlerinin efendisi olmak için, kendi kaderini eline alması gerektiğini sosyalizmden öğreniyoruz. Sosyalizm bize sahte inançlar değil, hayatımızı ve toplumu değiştirecek bilgileri öğretiyor. Bu bilgileri öğrenen sosyalist işçiler sınıf kardeşlerine gerçekleri anlatıyorlar. Kurtuluş yolunu gösteriyorlar. Gene böyle inançlarımızdan biri de Kürtlere ilişkindir. Kürtler konusunda bize anlatılan, onların Türk olduğudur. Onların vatanının da Türkiye olduğudur. Onların dillerinin de Türkçe olduğudur. Bunlar külliyen yalandır. Kürtler Türk değildir, adı üstünde Kürttürler. Dünyadaki yüzlerce ulustan biridirler. Onların dili Türkçe değil, Kürtçedir. Kürtçe5 Türkçe ile alakası olmayan bir dildir, dünyadaki binlerce dilden biri. Dünya dinerinin kökenleri, benzerlikleri üzerine çalışan bilim adamlarının tespitine göre Kürtçe, Hint-Avrupa dil grubundaki bir dildir. Yine aynı dil bilimcilerine göre Türkçe başka bir gruba girer, Altay dilleri grubuna. Örneğin Fince ve Macarca da bu Altay dilleri grubundandır.

Kürtlerin vatanı Türkiye değil Kürdistandır. Üstelik Kürtler daha Türkler Orta Asya'dan kalkıp Anadolu'ya gelmeden çok önceden beri kendi topraklarında yaşamaktadırlar. Kapitalizmin gelişmeye başlaması halkları ulus yapmıştır. Kapitalist üretim aynı devlet sınırlan içinde yaşayan insanların karşılıklı ilişkisini arttırmış, birleştirmiş, aynılıkları, ortaklıkları bilince çıkarmıştır. Aynı tarihe, aynı vatana, aynı dile, aynı kültüre sahip olanlar bir ulus meydana getirmişlerdir. Başka bir ulusun egemenlisi altında yaşayan ve vatanları işgal altında olan uluslar kendi kaderlerini tayin hakkı için yani ulusal bağımsızlıkları için mücadeleye atılmışlardır. Zaten bir devlete, ulusal sınırlara sahip olan halklar ise feodal beylerin, prenslerin, paşaların bölgesel egemenliklerinin son bulması, ulusal birliğin sağlanması ve mutlakıyet yerine, yani bir kişinin idaresi yerine, genel ve eşit oy hakkı ile seçilen bir parlamentonun yasalan yaptığı demokratik bir cumhuriyet için mücadele etmişlerdir. Demek ki, tarihi olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını elde etmeleri ile demokratik cumhuriyetler yaşıttırlar. Ama tarih düz bir çizgi izlemiyor. Yani aynı gelişmeler dünyanın her yerinde aynı anda meydana gelmiyor. Örneğin bazı ulusların demokratik bir cumhuriyete sahip olmalarının üstünden iki asır geçmiş olmasına rağmen dünyamızda hala parlamento, seçim, demokratik özgürlükler görmemiş ülkeler var. Gene aynı şekilde bir devletin sınırlan içinde zorla tutulan, ezilen uluslardan bazdan ulusal bağımsızlıklarını çoktan kazanmışlardır. Ama Kurt halkı bugüne kadar ulusal bağımsızlığım elde edemedi. 1923'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları ulusal bağımsızlık isteyen Kürtleri ezdiler önderlerini astılar, kadın erkek- çocuk yüzlerce binlerce Kürtü

Türkiye işçi sınıfı kendini ve toplumu kurtarma mücadelesinde sosyalist demokrasi mücadelesinde önemli görevlerle karşı karşıyadır. Bu görevlerden biri de Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin edebilmesi halikının sağlanmasıdır. Türk ve Kürt proleterlerinin birleşik devrimci partisi, dostlarına güven, düşmanlarına korku vermeli için tarihin bize miras bıraktığı ve egemen sınıfların hala sürdürdükleri haksızlıkları tamir etmek zorundadır. Birleşmiş Türk ve Kürt egemen sınıflarına karşı birleşmiş bir işçi sınıfı işte her iki halkı da kurtaracak biricik toplumsal güç budur. Ama dostumuz Kurt halkana güven verebilmek için, onun ulusal ve demokratik taleplerinin en tutarlı ve kararlı savunucusu olmak zorundayız. Onun çilesinin, asırlardır çektiği acıların, geri bıraktırılmışlığının, açlığının, susuzluğunun, eğitimsizliğinin biricik sorumlusu olan TC devleti ve egemen sınıflarına karşı kavgamız ortaktır. Sosyalist demokrasi birlikte yaşamaya karar veren halkların hak eşitliğine sahip olarak, gönüllü ve özgürce bir arada yaşadıkları bir demokrasidir. Ayrılmak isteyen halkın ise ayrılma hakkının tartışmasız bir şekilde daima olduğu bir demokrasidir. Gönüllülüğün gönüllü birliğin teminatı bu hakkın varlığıdır. Şu anda görev, zorla TC topraklan içinde tutulan ve sömürgeleştirilmiş Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmaktır. Ancak bu şekilde şovenizm ve gerici Türk milliyetçiliği ile aramıza sınır çeker, ezilen halkın dostu olduğumuzu dosta ve düşmana ispatlayabiliriz. Ancak bu şekilde güçlerimizi birleştirebiliriz. Ancak bu şekilde proletaryanın enternasyonalist çıkarlarının takipçisi olduğumuz ortaya çıkar.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.