DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
530
7 Temmuz 2015 2 TL. sosyalistisci.org
n KEMER SIKMAYACAĞIZ n DİRENİP, KAZANACAĞIZ!
YUNANİSTAN İSCİ , , SINIFI YOL GÖSTERİYOR İKTİSATÇI THOMAS PIKETTY: “ALMANYA BORÇLARINI HİÇ BİR ZAMAN ÖDEMEDİ” sayfa 5
AKP’NİN SURİYE İŞGALİNE GEÇİT YOK!
sayfa 6-7
AYŞE DEMİRBİLEK: BİR AYDA 21 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ ARTIK YETER! sayfa 11
2
GÜNDEM
MECLİS BAŞKANI SEÇİMİNDE “Politika sadece bir şeylere karşı YANLIŞ HAMLE olarak yapılmaz.” YUNANİSTAN İŞÇİ SINIFI SERMAYEYİ PÜSKÜRTTÜ Yunanistan’da işçiler, gençler ve yoksullar AB’nin ekonomik programını reddetti. Referanduma giden Yunanistan’da işçiler blok olarak “Hayır” oyu verdi. 2008 krizinde bildiğimiz Avrupa’nın sonunun geldiği ortaya çıkmıştı, 2015 referandumunda bildiğimiz Avrupa’nın, patronların Avrupasının sonu geldi.
Meclis Başkanlığı seçiminde 4. tur oylaması sonucunda
AKP adayı İsmet Yılmaz Başkan seçildi. Önceki 3 turda hemen her vekil kendi partisinin adayına oy vermişti. Bu nedenle 4. tur oylamaya en çok oy alan iki aday katılabiliyordu. Bu turda MHP geçersiz oy kullanarak Yılmaz’ın kazanmasını garantiledi. HDP vekillerinden 50 kişi ise CHP adayı Deniz Baykal’a oy verdi.
Bu tehdit sökmedi. Avrupa’nın zenginleri Yunanistan işçi sınıfından beklemedikleri ölçüde sert bir tokat yediler.
Başkanlık oylamasının hükümetin kimler arasında kurulacağına dair güçlü bir ipucu verdiğini iddia eden yorumcular bir AKP-MHP koalisyonu ihtimalinin güçlendiğini yazıyor. HDP’li vekillerin Baykal’a oy vermesi ise CHP-HDP yakınlaşması olarak yorumlanıyor. Oysa Baykal, çözüm sürecinin ve Kürt halkının meşru taleplerinin her zaman karşısında olmuş bir ulusalcı. Boş oy kullanan 29 HDP vekilinin yaptığı gibi diğerleri de Baykal’a destek vermek yerine boş oy kullanabilirdi.
Bu tokat dünyanın tüm ezilenleri, tüm işçileri adına atılmış bir tokattır.
Faşistlerle ve milliyetçilerle uzlaşmaya hayır!
Enternasyonalist bir tokattır.
Koalisyon konusunda olduğu gibi Meclis Başkanı seçiminde de kimi solcular CHP+HDP+MHP iş birliği olursa Yılmaz’ın kazanamayacağını söylüyordu. Oysa politika sadece bir şeylere karşı olarak yapılmaz. Faşist parti MHP’nin lideri daha en baştan HDP’nin oy vereceği kişiye asla oy
Yunanistan’da işçi sınıfı, sayısız grevle, genel grevle, direnişle krizin faturasını ödememek için direndi. Syriza bu direnişin sonucu olarak iktidara geldi. Avrupa’nın bütün egemenleri Syriza’yı, Syriza nezdinde Yunanistan işçi sınfını ama aslında tüm Avrupa yoksullarını tehdit etmeye devam etti.
Avrupa Birliği’nin krizini derinleştiren bir tokattır. Ve bizim Yunanistan işçi sınıfının eyleminden öğrenmemiz, dersler çıkartmamız ve kazanmak için, ısrarlı bir birleşik mücadele sürdürme deneyimini özümsememiz gerekiyor. Ama öte yandan Yunanistan işçi sınıfıyla en hızlı ve acil bir şekilde dayanışmak zorundayız. Yunanistan’da yoksullar milliyetçiliğe de kendi egemen sınıflarının yaygaralarına da aldırış etmedi. Türkiye’de, denizin diğer kıyısındaki sınıf kardeşlerimizle dayanışmanın yolu, Türkiye egemen sınıfına karşı mücadele etmektir. Çok açık ki bu mücadele birleşik olmalıdır. Egemen sınıfın 7 Haziran sonrası bölünmüşlüğünü avantaja çevirecek bir ataklığa sahip olmalıyız. Emin olmalıyız ki egemen sınıf hangi hükümete sahip olursa olsun kemer sıkma politikalarını dayatacak. Ekolojik felakete neden olan enerji ve inşaat uygulamalarına devam edecek. Kıdem Tazminatı hakkımıza gözünü dikecek, gevleri yasaklamayı sürdürecek. Bütçeden savaşa ve zenginlere aslan payını aktarmayı sürdürecek. Asgari ücretin yükseltilmesine karşı elindeki tüm kozları oynayacak, işçileri bölmeye çalışacak. Egemen sınıfa karşı verilecek mücadele Yunanistan işçi sınıfıyla dayanışmak, egemen sınıfı gerilettiğimiz her mücadele Yunanistan’daki sınıf kardeşlerimize destek olmamız anlamına gelecek.
TÜRKEŞ’TEN NE FARKI VAR? Türkeş gibi açıktan hedef göstermek yerine genellikle “örtülü” mesaj vermeyi tercih eden Bahçeli’nin bu üslubu, kendisini bir merkez sağ parti lideri olarak göstermek isteyen burjuva aydınlarının çok hoşuna gidiyor. Bu şahıslara göre Bahçeli, bozkurtların sokağa dökülmesini engelleyen “sağduyulu bir devlet adamı”dır. Ne kadar ikiyüzlüce bir sunuş! Sokaklarda her an terör estirebileceği peşinen kabul edilen bir örgütün başındaki bir şahsa “sağduyulu” demek başlı başına bir rezalet, ama ondan daha büyük rezalet, bu örgütün zaten sokaklarda terör estirdiğinin söylenmiyor oluşu. Evet, Bahçeli çoğu konuşmasında ülkücülere “itidal” çağrısı yapmıştır, fakat ne zaman bu çağrıyı yapsa hemen peşinden faşist saldırılar gelişmiştir. Kaldı ki, 7 Haziran’dan sonra bu üslup terkedilmiş, yeniden Alpaslan Türkeş üslubuna dönüş yapılmıştır. MHP aleyhinde konuşma yapan gazeteciler artık canlı yayınlarda tehdide maruz kalmaktadır. Bahçeli’nin ılımlılığına ilişkin bir başka safsata, vurucu-kırıcı kişileri değil Ekmeleddin İhsanoğlu, Ümit Özdağ gibi kişileri vekil yapması üzerinedir. Vekilleri arasında öyle sunulduğu gibi sadece entelektüel şahıslar (!) değil, Mustafa Mit gibi bildiğimiz katliam sanıkları da bulunmaktadır.
4 erkek adayın seçim yarışı, ilkesiz tutumlara sahne oldu. vermeyeceklerini açıklamıştı. Ayrıca bunu söylemese dahi sosyalistler asla faşist bir partiyi meşrulaştıracak politik argümanlar sunmazlar. HDP vekillerinin bir kısmı son turda CHP’nin ulusalcı kanadının en güçlü isimlerinden Baykal’a oy vererek hata yaptılar. CHP aday olarak Ermeni milletvekili Selina Doğan’ı veya sosyal demokrat vekili Sezgin Tanrıkulu’nu aday göstermiş olsaydı bu anlaşılabilirdi ancak Baykal gibi birisini meşrulaştırmak doğru bir hamle olmadı.
HDP PARLAMENTO’DA NE YAPMALI? HDP seçim döneminde “bizler meclise” sloganını kullanmıştı. HDP vekillerinin büyük çoğunluğu toplumsal mücadelelerin bizzat içerisinden gelen kişiler. Feminist, eşcinsel, Ermeni, Alevi, Kürt, işçi, insan hakları mücadelelerinin önde duran aktivistlerinin aday olması toplumun en mücadeleci kesimlerinde heyecan yaratmıştı. HDP’ye verilen oylar aslında onarın temsil ettiği mücadelelere verildi. HDP bu yönüyle diğer burjuva partilerinden farklı bir parti.
Oy verenlerin HDP’den beklentisi hükümet olmaları, koalisyon kurmaları değil yeni dönemde yükseleceği belli olan hak ve özgürlük mücadeleleri ile meclis arasında köprü kurmaları.
Geçen hafta İstanbul’da gerçekleşen Rojava’ya destek eylemi, Kamp Armen yürüyüşü ve Onur Yürüyüşü’nde bunun oldukça iyi birer örneğini yaşadık. 3 önemli toplumsal mücadelenin eylemlerinde HDP vekilleri ön saflardaydı. Onların varlığı bu konuların medyada da daha faz-
la duyulmasını sağladı. Daha önce Sırrı Süreyya Önder nasıl dokunulmazlığını kullanarak Gezi direnişinde ağaçları kesen kepçenin önünde durduysa bu kez Onur Yürüyüşü’nde birkaç HDP vekili polisin önünde zincir oluşturup eylemcilere daha fazla saldırmalarına izin vermedi. HDP’yi önümüzdeki dönemde yükseltecek olan şey koalisyon tartışmalarının bir tarafı olmak değil vekillerimizin mücadelelerin sesi olmaya devam etmesidir.
KAMP ARMEN’DE BELİRSİZLİK SÜRÜYOR Sözlerini tutmadılar. Kamp Armen’in tapusu hala Gedikpaşa Ermeni Protestan Vakfı’na iade edilmedi. Kampta ise nöbet sürüyor. Hafta sonu bir çok etkinlik gerçekleştirerek seslerini duyurmaya çalışan direnişçiler destek çağrıları yapıyor. Kamu arazileri kolayca el değiştiriyor. Gasp edilen Ermeni malları olunca oyalıyorlar.
“ Avrupa’nın kalbi Yunanistan’da atıyor, yarından itibaren yaralarımızı sarıyoruz. Halkların hapishanesi olarak Euro Bölgesi bitmiştir.” Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in referandumdan sonraki açıklaması
GÜNDEM
MHP SIRADAN BİR SAĞCI PARTİ Mİ? KEMAL BAŞAK
7 Haziran’dan beri AKP’ye karşı “muhalefet bloğu” yayga-
rası kopartan kesimlerin hedefinde artık MHP var. Meclis başkanı seçimindeki tutumu ile bu farazi bloğu yerle bir eden MHP, şimdi AKP’nin koltuk değneği olarak gösteriliyor. Ve geçmiş günahları “2002’de erken seçime giderek AKP’nin yolunu açmış”, “2007’de cumhurbaşkanı seçiminde AKP’ye destek vermiş” gibi argümanlar ile sıralanıyor. Hayatı AKP karşıtlığı üzerinden kurgulayan ulusalcılar daha düne kadar üzerine toz kondurmadıkları MHP’yi sadece bu şekilde eleştirirken, aslında toplumun büyük çoğunluğu açısından MHP’nin sıradan bir sağ siyasi parti olarak görülmesine katkı sağlıyorlar. Oysa MHP, ulusalcıların anmak istemediği büyük suçları olan bir faşist partidir. Büyük şirketlerin basıncını üzerinde hisseden dükkan-atölye sahiplerinin ve şirketlerde yönetici veya ayrıcalıklı meslek sahibi olarak görev yapan orta sınıfların işsiz kalmak gibi gündelik korkularını, işçi sınıfına karşı derin bir nefret üzerinden örgütleyen, demokrasinin kırıntılarına dahi tahammülü olmayan, özgürlük düşmanı bir Nazi partisidir MHP. Bir yandan devletin en kanlı ve kirli operasyonlarını yapan Özel Kuvvetler, MİT, Özel Harekat, Çevik Kuvvet gibi güvenlik bürokrasisi içinde yönetici ve vurucu tim olarak örgütlenmiş militer bir yapıyı barındıran diğer yandan doğrudan parti teşkilatlarından emir alan, vurucu sokak örgütlenmesi olan Ülkü Ocakları’na sahip paramiliter bir örgüttür MHP. Türk milliyetçiliği ve Sünni mezhepçiliğe dayalı antikomünist-ırkçı-şoven-cinsiyetçi fikirleri redde-
den her kişi-örgüt-toplum kesimi MHP’nin bu militer ve paramiliter unsurlarının doğrudan hedefidir. MHP tarihi, sola, işçilere, öğrencilere, Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, Rumlara, lgbti’lere saldırıların tarihidir. MHP’nin tarihi kanlıdır. 1970’lerde esas olarak paramiliter kadrolarını kullanarak 16 Mart katliamını (1978), Balgat katliamını (10 Ağustos 1978), Bahçelievler katliamını (8 Ekim 1978), Maraş katliamını (19-26 Aralık 1978), Çorum katliamını (4-5 Temmuz 1980) gerçekleştiren, binlerce devrimciyi katleden, bu katliam ve cinayetlerle 12 Eylül darbesine zemin hazırlayan MHP, 1980’lerden günümüze kadar geçen süre içinde ise esas olarak devlet üniforması içindeki kadroları aracılığıyla Kürt Özgürlük Hareketine yönelik cinayet ve katliamlarını sürdürdü. Ülkü Ocakları’nın üniversitelerde solcu öğrencilere, Kürt nüfusun yaşadığı Batı illerinde Kürt halkına karşı sistematik terörü devam ediyor. Karşımızda Bahçeli’nin püskevitleri ile, Çinli yerine Koreli dövülmesi ile alay edilecek, sadece AKP yanlılığı ile eleştirilecek bir parti değil, 46 yıllık faşist bir bela var.
BARIŞIN ÖNÜNDEKİ BAŞLICA ENGEL Kürt Özgürlük Hareketini yok etmek 1990’lı yıllardan itibaren MHP’nin temel hedefi haline geldi. Türkeş ölmeden önce, “bize bıraksınlar bu işi altı ayda çözeriz” söylemini yayarken, çözümden kastettiği devletin silahlı güçleri aracılığıyla yapılacak bir soykırımdı. MHP bunu yapamadı ama, Kürdistan’daki güvenlik güçleri içindeki
kadroları ile 1970’lerdeki vahşeti aratmayan katliamlara imza attı. Batı’da ise barış isteyen sesleri boğmak için Ülkü Ocaklarını seferber etti. Bu süre zarfında sayısız linç girişimi ve cinayet işleyen ülkücüler, 6-8 Ekim 2014 Kobane olayları ile birlikte yeniden katliamlara başladılar ve onlarca Kürt gencini katlettiler. 7 Haziran seçimleri öncesinde HDP
HAFTANIN IRKÇISI ERMENİ VEKİLLERİ HEDEF GÖSTEREN MHP’Lİ BELEDİYE BAŞKANI MHP’li faşistlerin Ermenilere yönelik ırkçı kin ve nefret saçan saldırılarının sonu gelmek bilmiyor. Kars’ta Ülkü Ocakları başkanının “sokaklarda Ermeni avına mı çıkalım?” içerikli nefret açıklamasından sonra, bu kez de MHP’li Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin
mitinglerine ve seçim bürolarına yönelik ırkçı saldırıları örgütleyen MHP, seçim sonrasında da bu düşmanca tutumunu sürdürüyor, Kürt Özgürlük Hareketinin başlattığı barış girişimlerine karşı, devlet tarafını temsil eden AKP’ningörüşme masasından kalkması, çözüm sürecinin sonlandırılması ve askeri yöntemlere geri dönülmesi için propaganda yapıyor.
Sözlü, Twitter hesabından Meclis’teki Ermeni milletvekillerini hedef alan ırkçı bir mesaj yayınladı. HDP, AKP ve CHP’nin Ermeni vekillerini hedef alan Sözlü, Twitter’daki mesajında, 2001 yılında hayatını kaybeden genelev sahibi Matild Manukyan’ı ima ederek, “Manukyan’ın Adana’daki yeğeni mutludur. Üç teyze çocuğu daha meclise girdi. AKP, CHP ve HDP’den. Ne kadar gururlansa azdır” ifadelerini kullandı. Sözlü, Twitter kullanıcılarından gelen tepkiler üzerine mesajını silmiş olsa da, tepkilere cevaben yazdığı, “Kimseden rahatsız değiliz. Türkiye’nin meclisinde ‘Soykırım’ yapmıştır diye Türk’e kin kusanlara nezaket borcumuz olmaz” ifadeleriyle ayrımcılığa devam etti. Soykırım inkârcısı belediye başkanı faşist, ırkçı nefret kusan bu açıklamalarıyla haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
YALÇIN AKDOĞAN: SORUMSUZ BİR SİYASETÇİ Yalçın Akdoğan, Beşir Atalay’ın ardından çözüm süreciyle hükümet adına ilgilenme sorumluluğunu üstlenmişti. 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de İmralı heyeti ve hükümet bakanlarının birlikte yaptığı açıklamada Akdoğan’ın da katkısı vardı. Ne olduysa ondan sonra oldu, açıklamanın ardından, cumhurbaşkanı Erdoğan Dolmabahçe’de yapılan açıklamanın ve verilen görüntünün yanlış olduğunu söyledi. Atılan adımın İmralı’yı meşrulaştıracağını iddia etti. Akdoğan, derhal Erdoğan’ın konuşmasından vazife çıkarttı ve daha birkaç gün önce çözüm sürecinde atılan en önemli adımlardan birisinin altında imzası yokmuş gibi, Erdoğan’ın liderleri olduğunu ve sözlerinin kendileri için emir anlamına geldiğini söyledi. Henüz Akdoğan, çözüm sürecini neden bozduklarını, Dolmabahçe mutabakatını neden askıya aldıklarını açıklamış değil. Ancak bu açıklamayı yapmamışken, İmralı heyetiyle polemik yapmaya devam ediyor. İmralı heyeti, geçen hafta yaptığı açıklamada, çatışmasızlığın sürmesinin çok önemli olduğunu dile getirmiş ve Abdullah Öcalan’la görüşmelerin acilen başlamasının zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Akdoğan bu açıklamaya, dalga geçen, hamaset yüklü sözlerle yanıt verdi: “HDP hükümete savaş açtı, süreçte her şeyi AKP’den istemesi ironik.” İnsanın aklı almıyor değil mi bu sözlerdeki sınırsız vurdumduymazlığı. Akdoğan muhtemelen seçim sürecinde HDP’nin öne çıkarttığı “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganından söz ediyor ve bu sloganı bir savaş ilanı olarak görüyor. Oysa bu bir savaş ilanı değildi. Bu bir politik çağrı, bir politik talepti. Bu HDP’nin Erdoğan’ın başkanlığına karşı olduğunu, barajı geçerek başkanlık hayallerini suya düşüreceğini ilan etmekti. Ne savaş ne öfke vardı bu çağrıda, bir siyasi hedef dile getirilmişti esasen. Belli ki Akdoğan, Erdoğan’ın arzularını yerine getirmemenin savaş anlamına geleceğine inanarak girmiş çözüm süreci görüşmelerine. Buna ise çözüm süreci görüşmeleri değil, şantajcılık derler. Ve şantaj yapmayı alışkanlık haline getirenler, savaş naralarını seçim meydanlarında kimin attığını da görmezden geliverirler bir çırpıda. Seçim sürecinde savaş ilan eden esas siyasal figür Erdoğan’dır. Yüzlerce saldırıya maruz kalan, üyeleri öldürülen, mitingleri bombalanan ise HDP’dir.
4
DÜNYA
YUNANİSTAN İŞÇİ SINIFINDAN AVRUPA’NIN PATRONLARINA: HAYIR! Yunanistan’da 5 Temmuz günü yapılan referandumda
Yunan halkı kemer sıkma politikalarına, AB ve IMF’nin dayatmalarına “hayır” dedi. Oy verenlerin %61’i sermayenin dayattığı plana karşı çıktı. Ülkedeki tüm illerde hayır oyu çoğunluk sağlarken, işçiler, yoksullar ve gençler blok olarak hayır oyu verdiler. Referanduma hayır diyenler Syriza’ya oy verenlerle sınırlı değildi, sağın daha güçlü olduğu kırsal bölgelerde bile kazanan hayır oyu oldu. AB ve sermayenin şantajı Syriza hükümeti göreve geldiği 25 Ocak seçimlerinin ardından Troyka (AB, IMF ve Avrupa Komisyonu) ile müzakerelere başlamış, önemli tavizler verip, ciddi kesinti programlarını kabul etmesine rağmen bir anlaşma sağlanamamıştı. Bunun üzerine Syriza hükümeti Troyka’nın son teklifini referanduma götürmüştü. Referandum sürecinde AB kurumları, neredeyse tüm ana akım gazete ve televizyonlar ile sermaye çevreleri “Evet” oyu verilmesi çağrısında bulundular, “Hayır” oyu çıkarsa ülkenin kaosa sürükleneceğini anlatıp bunun AB’den çıkmak anlamına geleceğini iddia ettiler. Kriz nasıl gelişti? 2008 yılında daha önce bankaların bol keseden dağıttığı ev kredilerinin geri ödenememesi bu krediler üzerine kurulu finansal araçların çökmesine, bu da bankaların iflas etmesine neden olmuştu. Devletler halkın verdiği vergilerden gelen parayla bu bankaları kurtardılar. Yunanistan kendi bankalarını kurtarmak için 30 milyar dolardan fazla harcadı. Bankaların borçlarını üstlenen Yunan devleti bu borçları ödemek için kaynak bulamayınca devreye IMF ve AB kurumları girdi. Ülkeye borç verme karşılığında bir dizi “yapısal reform” paketi ve özelleştirme dayatıldı. KDV arttırıldı, emek maliyetini düşürme adına maaşlar azaltıldı, işçilerin haklarına saldırıldı. Yunanistan’ı bu süreçten geçen diğer Avrupa ülkelerinden ayıran ise gösterdiği direniş oldu. 30’dan fazla genel greve giden işçiler 2 hükümet
KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
DARBEDEN İKİ YIL SONRA Mısır’da demokratik seçimlerle göreve gelen ilk cumhurbaşkanı Mursi’nin askeri darbeyle devrilmesinin üzerinden iki yıl geçti. Mısır, ekonomi, demokrasi ve insan hakları ihlalleri açısından tarihinin en kötü dönemlerinden birisini yaşıyor. Üstelik idam kararlarıyla birlikte ülke iç savaşın eşiğine gelmiş durumda. Sisi’nin Mısır’da gerçekleştirdiği darbeye karşı yapılan gösteriler ve sonrasında, devrimde hayatını kaybeden insan sayısının en az dört katı insan hayatını kaybetti. Ayrıca IŞİD tarafından Sina Yarımadası’na gerçekleştirilen saldırılarda yüzlerce kişi hayatını kaybederken ülkede savaş sesleri daha da güçlenmeye başladı. Son iki yılda Mursi ile Müslüman Kardeşler’in liderleri dâhil yüzlerce kişi ölüm cezasına çarptırıldı. 2014’den bu yana Mısır mahkemelerinin 844 ölüm cezası kararı verdiği belirtilirken, bu kararların 27’si infaz edildi. Temmuz 2013’ten bu yana, 3000’den fazla kişi, çoğu güvenlik güçlerinin kullandığı aşırı güç sebebiyle, siyasi şiddet olaylarında öldürüldü. 41.000 kişi cezaevinde. Yüzlerce kişi ise kayıp.
#OXI Sosyalist İşçi Partisi (SEK) üyeleri referandum zaferini kutluyor. devirdi. 25 Ocak 2015’te yapılan seçimlerde ise solcu Syriza iktidara geldi. Syriza hükümeti bir yandan kemer sıkma politikalarına karşı çıkarken diğer yandan “uygulanabilir” bir anlaşma için müzakerelere başladı. Ancak Yunanistan için krizden çıkışın yolu sermaye ile uzlaşma değil, farklı bir ekonomi politikasının izlenmesi. Ülkenin krizden işçilerin haklarına, ücretlerine ve emekli maaşlarına saldırılmadan çıkılmasının tek yolu bağımsız bir ekonomi politikası izlemek için Avro’dan çıkılması. Bu sayede hükümet AB’den bağımsız bir şekilde para basarak kendi mali politikasını düzenleyebilir. Ancak elbette bu yeterli değil. Başka büyük şirketler olmak üzere zenginler üzerindeki verginin arttırılması, silahlanma harcamalarının kısılması akla ilk gelen politikalar.
patronların tüm baskısına rağmen Syriza’yı destekleyerek daha radikal adımların arkasında olduğunu gösterdi. Sol reformist bir parti olan Syriza hala orta yolu bulmaya ve sermaye ile uzlaşmaya çalışıyor, bu yüzden bu büyük zaferi pazarlık masasındaki bir koza indirgemeye çalışıyor. Oysa küresel ekonomik kriz koşullarında sermaye taviz vermeyecektir. Krizin üstesinden gelmek için kapitalist gerçekçilikten kopup Avro’dan çıkılması, bankaların kamulaştırılması gibi radikal önlemler almak gerekiyor. Syriza’yı buna zorlayacak olan tek şey ise işçilerin kendi bağımsız mücadeleleri. İşçi denetimi ve fabrika işgalleri gibi bu tür mücadelelerin yaygınlaşması Yunanistan’daki mücadeleyi yeni bir aşamaya sıçratabilir.
Sandıkta hayır demek yetmez Referandumdan çıkan sonuç yalnızca halkın “daha iyi bir anlaşma” istediği şeklinde okunamaz. Yunan halkı,
Bunlar sadece Müslüman Kardeşler’e yönelik saldırılar değil. Darbe rejimi bütün muhalefeti ve sendikaları hedef almış durumda. Mısır, tarihin en vahşi ve başarılı karşı devrim örneklerinden birini yaşıyor. Üstelik bu sadece bir karşı devrim değil, aynı zamanda, devrimden önceki rejimin yeniden yapılandırılması. Mübarek zamanında görevde olup devrimden sonra görevden alınan bir çok kişi yeniden eski pozisyonlarına geri döndü. Sisi şu anda Batı’nın ve Mısır’ın bütün kapitalistlerinin desteğini arkasına almış durumda. Ülkede idam kararlarının her an infaz edilmesi bekleniyor. Bu kararlarla ve IŞİD’in saldırılarıyla iç savaşın eşiğine gelmiş ülkede elbette normal bir demokrasiye dönüş hemen bugünden yarına olacak kolay bir iş değil. Bunun için Mısır’daki bu olağanüstü halin bir an önce sona ermesi, idamların durdurulması ve cezaevindeki tüm maphusların serbest bırakılması, örgütlenme ve gösteri hakkı üzerindeki bütün baskıların sona erdirilmesi gerekiyor. Bunun ise enternasyonal bir dayanışma olmaksızın gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Üç yıl öncesine kadar tüm dünyaya devrimin mümkün olduğunu kanıtlayan Mısır şimdi bir karşı devrim sürecinden geçiyor olabilir. Ancak devrimin derslerini ve heyecanını ezilenlerin hafızasından silmek kolay kolay mümkün olmayacaktır.
DSİP üyeleri Yunanistan emekçileriyle dayanışma eylemi yaptı.
SAĞCI YALANLAR Avrupa kapitalizminin referandumda aldığı ağır yenilginin ardından Türkiye’deki sınıf ortakları işçi sınıfı mücadelesini karalamak için sıraya girdi. AKP ve kibir dolu kalemşörleri Yunan işçi sınıfının tembel olduğu için borçlandığını ve suçu emperyalizme atarak borçtan kurtulmaya çalıştığını anlatmaya başladı. Yunanistan işçilerinin Avrupa’nın en uzun saatler ve düşük ücretlere çalışan işçiler olduğunu bilmiyor olabilirler ama borcun esas sorumlusunun bankalar olduğunu bal gibi biliyorlar. Ayakkabı kutularını doldurdukları rant çarkına zemin sağlayan neoliberal politikaların sıradan insanlar tarafından cezalandırılması fikri hoşlarına gitmiyor. Türkiye ekonomisinin övünülen büyüme hızının üç yıldır frene basması son dönemde yükselen grev ve direniş dalgasıyla birlikte düşünüldüğünde Türkiye egemen sınıfı da başına gelebileceklerden korkuyor. ‘Hayır’ koz değil Syriza Troyka’yla uzlaşma kapılarını açmak istiyor. Referanduma gitme kararını almak zorunda kalan hükümet partisi sonuçları egemen sınıfla yapılan müzakerelerde bir koz olarak görüyor. ‘Keskin’ görünen maliye bakanı Varoufakis’in istifası ‘hükümet radikallerden temzilendiği imajını vermek istiyor’ şeklinde yorumlanıyor. Ancak ezici çoğunlukla ‘hayır’ oyu veren işçi sınıfı patronlarla uzlaşmak istemiyor. İşçiler borcun süresinin uzatılması değil neoliberal dayatmaların son bulması için ‘hayır’ dedi.
RÖPORTAJ
5
“ALMANYA BORÇLARINI HİÇBİR ZAMAN ÖDEMEMİŞ OLAN BİR ÜLKE”
#OXI Yunanistan’daki referandum sonucu, Avrupa’daki tüm sağcıları çıldırttı. Haftasonu, Yunanistan işçi sınıfının referandumda borç ödemelerine ve kemer sıkma politikalarına hayır oyu vermesi üzerine birçok burjuva ekonomist ve uzman, Yunanistan’ın büyük bir felakete doğru gittiğini anlatmaya başladı. “Yirmibirinci Yüzyılda Kapital” başlıklı kitabı ile dünya çapında tanınan Fransız ekonomist Thomas Piketty iki hafta önce Die Zeit isimli Alman dergisine verdiği röportajda, Avrupa ülkelerinin, Yunanistan’dan talepleri ile kendi tarihleri arasındaki çelişkileri anlattı. Röportajda Piketty’nin verdiği bilgilerin bir kısmı bu “uzman” görüşlerine cevap niteliği taşıyor. Bu nedenle, bu röportajın önemli kısımlarını sizlerle paylaşıyoruz.
özellikle Avrupa için bir mutluluk sebebi. Ben daha çok muhafazakarların, özellikle de Almanya’dakilerin, kendi tarihlerini şaşırtıcı bir biçimde görmezden gelerek Avrupa’yı ve Avrupa fikrini yok etmekte olduklarından korkuyorum.
Burada bir de not düşmemiz gerekiyor. Kendisi de bir burjuva ekonomisti olan Piketty, bu röportajın uzun versiyonunda, Yunanistan işçi sınıfının taleplerinin aksine, antikapitalist bir seçenekten söz etmiyor. Piketty, özellikle Almanya’nın da bugünkü durumuna borçlarını ödemeyerek geldiğini anlatırken, sistemi kurtarmak için çöken neoliberal politiklar yerine daha akılcı yöntemler öneriyor. Piketty, borcun büyük kısmının silinmesini, kalanın geri ödenebilir şekilde yapılandırılmasını ve kapitalizmin daha büyük bir krize girmemesi için borcu olan ülkelerin borçlarını görüşmek üzere yeni bir uluslararası örgüt oluşturulmasını savunuyor. Yunanistan işçi sınıfı ise genel grevler, işgaller ve kitle gösterileri ile çok daha radikal bir sistem karşıtı mücadele veriyor. Dolayısıyla bu röportaj önerdiği çözümler açısından değil Batı’nın ikiyüzlülüğünü anlatması açısından önem taşıyor.
Ama borçlarını ödememeliler mi?
Die Zeit: Biz Almanlar, Fransız hükümetinin bile bir Alman dogması olan kemer sıkma politikaları konusunda müttefikimiz olmasından mutlu olmalı mıyız? Piketty: Kesinlikle hayır. Bu ne Fransa, ne Almanya ne de
Ama biz Almanlar kendi tarihimizle hesaplaştık. Piketty: Ama borçların geri ödenmesi konusunda değil! Ulusal borç tarihine bir bakın: İngiltere, Almanya ve Fransa bir zamanlar bugünkü Yunanistan’ın durumundaydı ve hatta çok daha fazla borçları vardı. Hükümet borçları tarihinden öğrenmemiz gereken ilk ders yepyeni bir sorunla karşı karşıya olmadığımızdır. Piketty: Benim kitabım gelir ve zenginlik tarihinin bir dökümünü yapıyor. Kitabı yazarken bana en çarpıcı gelen şey Almanya’nın kendi tarihi boyunca dış borçlarını hiçbir zaman ödemeyen tek ve en iyi örnek olmasıydı. Ne birinci ne de İkinci dünya savaşları sonrasında borç ödedi. Almanların, borçlar konusunda bir ahlaki duruşları olduğunu ve borçların ödenmesi gerektiğine inandıklarını söylediklerini duyduğumda “ne büyük bir şaka!” diye düşünüyorum. Almanya borçlarını hiçbir zaman ödememiş olan bir ülke. Bu konuda diğer milletlere ders verecek durumda değil. Borcunu ödememiş olan ülkelerin kazandığını mı anlatmaya çalışıyorsunuz? Piketty: Almanya böyle bir ülke. Ama durun: Tarih borçlu bir ülkenin bu durumdan iki şekilde çıkabildiğini gösteriyor bize. Birinci yöntem, 19. yüzyılda Napolyon ile girdiği pahalı savaşlar sonrası İngiltere İmparatorluğu tarafından gösterildi. Bu, şu anda Yunanistan’a da önerilmekte olan
yavaş yöntem. İngiltere borcunu sıkı bütçe disiplini ile ödedi. İşe yaradı ama oldukça uzun bir zaman aldı. 100 yıldan fazla bir süre İngiltere, ekonomisinin yüzde 2-3 kadarını borç ödemeye ayırdı. Bu oran okullara ve eğitime ayrılan bütçeden daha fazlaydı. Ama bu şekilde olmak zorunda değildi ve bugün, bu şekilde olmamalı. İkinci yöntem çok daha az zaman alıyor. Almanya bunu 20. yüzyılda gösterdi. Temel olarak 3 bileşeni var: enflasyon, özel bir bireysel zenginlik vergisi ve borç affı. Yani “Alman mucizesi”nin bugün Yunanistan’ta reddettiğimiz benzer bir borç affına dayandığını mı söylemeye çalışıyorsunuz? Piketty: Kesinlikle. 1945’te savaş sona erdiğinde, Almanya’nın borcu Gayrisafi Yurtiçi Hasılası’nın (GSYH) %200’ü kadardı. 10 yıl sonra çok azı kalmıştı: GSYH’nin %20’sinden daha az. Bu oldu çünkü insanlar Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’dan istenen yüksek tazminatların İkinci Dünya Savaşı’na yol açan nedenlerden biri olduğunu kabul etti. İnsanlar Almanya’nın günahlarını bu seferlik affetmişlerdi! Saçma. Ahlaki netlikle hiçbir ilgisi yoktu, bu akılcı bir politik ve ekonomik karardı. Doğru bir şekilde, devasa borç yükü oluşturan büyük krizlerin ardından, insanların artık geleceğe bakmaya ihtiyaç duyduklarını kabul ettiler. Ailelerinin hatalarından dolayı onlarca yıl yeni jenerasyonların borç ödemesini isteyemeyiz. Biz Almanların yeteri kadar cömert davranmadığımızı mı düşünüyorsunuz? Piketty: Siz neden bahsediyorsunuz? Cömert mi? Şuanda Almanya Yunanistan’dan kar elde diyor. Borcu şu anda göreceli olarak yüksek bir faiz oranı üzerinden uzatıyor.
6 GÜNDEM
AKP’NİN SURİYE İŞGALİNE
-
GECİT YOK!
Koalisyon tartışmalarının ortasında, Tayyip Erdoğan önderliğinde Türkiye devleti için bir kez daha Suriye’ye askeri müdahale konusu gündeme geldi. AKP’li isimler savaş gündemiyle ilgili açıklamalar yaparken, sınıra askeri sevkiyat sürüyor. Daha önce büyük emperyalist devletlerle birçok kez “Esad’a karşı” işgal pazarlığı yapan Türkiye, bunlardan istediği sonucu alamamıştı. Şimdiyse IŞİD’e karşı savaşan PYD güçlerinin “demografik yapıyı değiştirdiği” iddiası gündemde. IŞİD’den rahatsız olmayanlar… Suriye’nin kuzeyindeki bölgeler Baas rejiminin elinden çıkalı çok olmuştu. Bu bölgelerin büyük bölümü, üç yıldan fazla süredir ÖSO liderliğindeki muhalifler, daha sonra ortaya çıkan IŞİD veya Kürt güçleri YPG tarafından kontrol ediliyor. Türkiye devleti, hükümeti ve onun ordusu ise sı-
nırın diğer tarafında IŞİD’in olmasını problem etmezken, Kürtler devreye girdiğinde savaş tamtamlarını çalmaya başlıyor. Irak Kürdistanı için de aynısını denemişlerdi
Türkiye, 2003 yılındaki ABD işgaline de Kürdistan “tehdidi” sebebiyle dahil olmak istiyordu. Savaş karşıtı hareketin kitlesel gücüyle tezkere TBMM’de reddedildiğinde, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan bir hayli sinirlenmiş ve “oyunun dışında kaldıklarını” söylemişti. Daha sonraki süreçte, 2007 yılında Erdoğan bugün Suriye için söylediklerine benzer şekilde “Irak’ın kuzeyinde bir Kürt oluşumuna izin vermeyiz” demişti. Erdoğan kaybetti, Irak Kürdistanı’nda bir “Kürt oluşumu” kuruldu. AKP de Barzani’yle müttefik olmak zorunda kaldı.
Türkiye’nin müdahalesi gündeme gelince, Rusya devlet başkanı Putin “Boyundan büyük işlere kalkışıyorlar. Suriye’ye girerlerse karşılarında bizi bulurlar” dedi. Türkiye’nin sınır komşusu İran, yıllardır olanca gücüyle Esad’ı destekliyor ve AKP’nin olası bir müdahalesinde devreye girecektir. Türkiye’nin müttefiki olan ABD ise IŞİD’e karşı YPG ile işbirliği yapıyor ve TSK’nın oluşturacağı bir “güvenli bölge” veya “koridor” girişimine sıcak bakmıyor. Ancak bölgede Batı emperyalizminin ve ABD’nin hegemonyası zayıfladıkça, alt-emperyalist güçlerin manevra alanı artıyor. AKP de Türkiye sermayesi adına yıllardır bir bölgesel güç olma hevesiyle dış politika yürütüyor. Bu hegemonya mücadelesi dahilinde, olasılığı zayıf da olsa, iç siyasette MHP’yi tavlama, muhtemel bir erken seçim öncesi “milliyetçi” görünme isteğiyle AKP bu savaşa girişebilir. AKP belli ki savaş propagandası yapmayı sürdürecek.
ÇÖZÜME DEVAM DİYENLER HAREKETE GEÇİYOR!
KÜRTLER NE DİYOR? PKK liderleri, Türkiye’nin olası bir askeri müdahalesi durumunda savaşacaklarını açıkladı. PYD ise sürekli olarak Türkiye’ye tehdit oluşturmadıkları ve ayrı bir Kürt devleti kurmayacakları yönünde mesajlar veriyor. PYD’nin bölgede “demografik yapıyı” değiştirdiği ise hem çeşitli muhalif gruplar hem de Suriye içindeki insan hakları örgütleri tarafından yalanlandı. Salih Müslim, Esad’a ve IŞİD’e nasıl direndilerse TSK işgaline de direneceklerini açıkladı. YPG ile ÖSO güçlerinin birlikte mücadele ettiği Burkan el-Fırat ise müdahale durumunda savaşın Türkiye’ye yayılacağını ve halklara zarar vereceğini söyleyerek AKP’yi uyardı.
200’e yakın aydın ve aktivist geçen hafta yayımladıkları kısa bir metnin ardından harekete geçtiler. “Çözüme devam” diyenler İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyerek, Rojava’ya yönelik savaş planlarından vazgeçilmesini ve Abdullah Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılarak çözüm sürecinin devam ettirilmesini talep ettiler. Açıklamada “Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesine net bir şekilde karşı çıktığımızı bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dar siyasal çıkarları için Türkiye’yi bölgesel, hatta çok daha geniş bir alana yayılacak bir savaşın içine sokma girişimini son derece endişe verici buluyoruz. Bu nedenle, askeri müdahaleyi gündemden hemen çıkartmalıyız. Böyle bir askeri müdahale, bölgede her gün yüzlerce insanı öldüren savaş ateşinin daha da artmasına neden olur. Bizler, askeri müdahale değil, çözüm sürecinin yeniden başlamasını istiyoruz” dendi. Kampanyaya imza verenler arasında Ali Nesin, Ayşe Erzan, Ayşegül Devecioğlu, Baskın Oran, Barış Sulu, Bülent Aydın, Büşra Ersanlı, Cafer Solgun, Cengiz Aktar, Dilek Kurban, Eren Keskin, Erol Katırcıoğlu, Fatma Akdokur, Ferhat Encü, Ferhat Kentel, Fethiye Çetin, Jale Görgün, Julide Kural, Kerem Kabadayı, Naci Sönmez, Oya Baydar, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Roni Margulies, Sinan Özbek, Şenol Karakaş, Tatyos Bebek, Tayfun Mater, Ufuk Uras, Ümit Aktaş, Ümit İzmen, Yıldız Önen, Zeynep Tanbay ve Zeynep Tozduman gibi isimler yer alıyor.
Tanklar ve askeri birlikler Suriye sınırına kaydırıldı. AKP savaş naraları atıyor.
GÜNDEM
BÖLGESEL HEGEMONYA MÜCADELESİ AKP iktidarının ilk yıllarında Türkiye ekonomisi büyürken, Tayyip Erdoğan da Türkiye sermayesinin çıkarları doğrultusunda AB’nin bir parçası olmaya çalışıyordu. Kapitalizmin küresel krizi sonucu Avrupa ekonomileri zayıflarken, AKP de hedefini değiştirdi. Tam bu dönemde Arap devrimleri gerçekleşti. Türk egemen sınıfı da gözünü yeni pazarlar aramak için Ortadoğu’ya çevirdi. Devrim dalgasının başa getirdiği iktidarlarla iyi ilişkiler kurmak istedi. Bölgedeki gelişmelerde ABD’nin kontrolü zayıfladıkça, İran, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, Körfez rejimleri ve Türkiye gibi devletler arasındaki ittifaklar ve manevralar hızla de-
ğişmeye başladı. Türkiye de bu doğrultuda bazen büyük emperyalistlerle ortak davranıyor –Mısır’da Mursi döneminde ve şu an Yemen’de olduğu gibi-, bazen –Libya, darbe sonrası Mısır ve Suriye’de olduğu gibi- onlardan ayrı tutum takınıyor. AKP’nin Suriye politikası da “mazlumlardan yana olma” ilkesinin değil bu manevraların ve bölgede sözü geçen bir güç olma isteğinin sonucu. Arap Baharı başlamadan hemen önce, aynı AKP bizzat Baas rejimiyle yakın ilişkiler kurmuştu. Bugünlerde gerici Suud rejimiyle ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyor. AKP bölge halklarının değil, o halkların düşmanı diktatörlerin dostu.
TÜRKİYE “GÜVENLİ BÖLGE” OLUŞTURABİLİR Mİ? Türk Silahlı Kuvvetleri, yıllardır Türkiye Kürdistanı’nda ve Kuzey Kıbrıs’ta işgalci bir güç olarak sayısız katliama imza attı. Sınırda en son 2011’de Roboski katliamı gerçekleştirildi. Irak’a sayısız sınır ötesi operasyon yapıldı ve PKK’ye karşı hepsinde başarısız olundu.
Bunlar akılda tutulduğunda, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi, bölge halkları açısından hiçbir insani sonuç doğurmayacak. PYD ve muhalifler karşısında, çatışmalara IŞİD ve Esad’ın yanı sıra eli kanlı bir ordu daha eklenmiş olacak.
Daha sonra ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun Irak ve Suriye’deki bombardımanı başladı. Daha önce “Savaşa hayır” diyenler bu savaşa karşı gösteri yapmadılar. Sadece “IŞİD karşıtı” mitingler yaparak Batı emperyalizminin söylemlerinden ayrışamadılar. Biz ise ABD müdahalesinin IŞİD’i doğuran dinamikleri yarattığını ve emperyalistlerin bombardımanının IŞİD’i yenemeyeceğini söylemiştik. Bugün Suriye Kürtlerine yönelik müdahale gündeme geldiğinde daha önce “Savaşa hayır” diyenler yine sessiz. Çok cılız ve sembolik bir-iki eylem dışında sokağa çıkan yok. Irak işgaline karşı Türkiye’de çok güçlü bir savaş karşıtı hareket vardı. Toplumun farklı kesimlerinden geniş kitleler bir araya gelmişti. Bugün ise Arap devrimlerine karşı çıkanlar ve Ortadoğu halklarına karşı diktatörleri savunanlar yüzünden savaş karşıtı hareket bölünüyor. Savaş karşıtı hareketi inşa etmek, birleştirmek zorundayız. İnşa edeceğiz ve birleştireceğiz.
GÖRÜŞ Roni Margulies
KÜRT HAREKETİ MUHATAP ARIYOR Var mı hatırlayan? “Muhatap kim?” diye bir mesele vardı bir zamanlar. Hükümet, barışacak birilerini arıyordu. Harıl harıl arıyor, bulamıyordu. Kiminle savaştığı belli değildi ya, kiminle barış yapacağını da bir türlü bulamıyor, muhatapsız muhatapsız aranıyor, derin üzüntülere kapılıyordu. Gazetelerde şöyle haberler çıkıyordu: “Hükümet, Kürt açılımı adı altında başlattığı çalışmanın içini doldurmaya çalışırken, diğer taraftan ‘Kürt sorunun çözümünde muhatap kim olacak?’ sorusunun da yanıtını arıyor.” Yıllardan 2009’du. Altı yıl olmuş. Ve o yıl Ağustos ayında ansızın muhataba benzer birini buluverdi hükümet. Yapılan açıklamada, “Genel Başkanımız ve AK Parti Grup Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk´ü TBMM´de AK Parti Genel Başkanlık makamında kabul edecek” denildi. Ama “muhatap” meselesi tam da çözülmüş olmadı. Çünkü AKP sözcülerinin sık sık ve önemle vurguladığı gibi, Erdoğan Başbakan sıfatıyla değil, Parti Başkanı sıfatıyla görüştü Ahmet Türk’le.
SÖZDE SAVAŞ KARŞITLARI, ASLINDA ESAD HAYRANI! AKP’nin daha önce Baas rejimine karşı askeri tehditlerinde, 2012 ve 2013 yıllarında, başta emek örgütleri ve sol yapılar olmak üzere herkes “Savaşa hayır” diyerek sokaklara dökülmüştü. Sosyalist İşçi gazetesi o dönemde Türkiye’nin müdahalesine karşı çıkarken, “Esad’a da emperyalist müdahaleye de hayır” diyerek Suriye devriminden yana tutum almış ve Baasçılıkla arasına netçe mesafe koymuştu.
7
Görüşmeye DTP’den Emine Ayna ve Selahattin Demirtaş ile birlikte, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ve Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan da katıldı.
Şimdi görevimiz kitlesel barış gösterileri yapmak.
SAVAŞ İHTİMALİ ÇÖZÜM SÜRECİNE ZARAR VERİYOR! AKP’nin Suriye’ye yönelik müdahale planı, Türkiye’de PKK lideri Abdullah Öcalan’la yürütülen çözüm sürecinden bağımsız düşünülemez. Seçimlerden önce Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla çözüm sürecinde frene basılmış ve Dolmabahçe mutabakatı hiç yaşanmamış gibi davranılmaya başlanmıştı. AKP ve Erdoğan tüm seçim kampanyasını HDP düşmanlığı üzerine kurdu. Öcalan’la görüşmeler durduruldu. Bugün toplumun %67’si hâlâ barış istiyor. Ancak AKP barıştan değil, Suriye Kürdistanı’na savaş açmaktan yana gibi duruyor. AKP, daha önce Irak’ta, bugün Suriye’de Kürtlerin özgürlüğünü engellemeye çalışırken, asıl olarak Türkiye’de yaşayan Kürtleri hedef alıyor. Aynı gelişmelerin burada da yaşanmasına karşı çıkmaya çalışıyor. Ancak 7 Haziran seçimlerinde 6 milyon kişi barış için HDP’ye oy verdi. Kürtler işgal altında yaşadıkları tüm bölgelerde özgür olmalı.
DTP’lilerle Başbakan olarak görüşmeyen Başbakan Erdoğan, toplantıda büyük ihtimalle bazı psikolojik sorunlar yaşamıştır. “Muhatap kim?” sorusuna ek olarak, “Ben kimim? Burada mıyım, değil miyim? Nerden geldik, nereye gidiyoruz?” sorularına da cevap aramıştır. Başka rahatsızlıkları da vardı zavallı Erdoğan’ın. Yine gazetelere göre, “Erdoğan, Kürt açılımı konusunda Abdullah Öcalan’ın muhatap alınmasının söz konusu olamayacağını; böyle bir görüntü yansıtılmasından rahatsız olduğunu dile getirdi.” Bu rahatsızlıklardan sadece iki yıl önce, 2007 genel seçimlerini kazandıktan sonra “Partimizde daha çok Kürt kökenli milletvekili var. Dolayısıyla Kürt kökenli vatandaşlarımızı esas biz temsil ediyoruz” demişti. “Muhataba gerek yok ki, iki tarafı da biz temsil ederiz” demişti yani. Hemen sonrasında yerel seçimlerde Kürt illerinde yaşadığı hezimet ve Van ile Siirt’i de DTP’ye kaptırmasıyla bir çuval incir berbat olmuştu. DTP ile görüşmeden çıkışta Erdoğan “Bu toplantıyla, umutlarımızın daha da arttığı inancındayım, zira milletimiz birlik istiyor, beraberlik istiyor, dayanışma istiyor” demişti. Milletimiz bunları hâlâ istiyor. Ama AKP’nin altı yıl boyunca işi savsaklamasından sonra, şimdi de Kürt hareketinin karşısında muhatap yok! Konu bu kadar ciddi olmasa, AKP’nin hâline bakıp kahkaha atmak geliyor insanın içinden.
8
SOSYALİZM
EGEMEN SINIFIN KÂBUSU EZİLENLERİN AVRUPASI
Referandumdaki hayır zaferinin ardından binler Yunanistan sokaklarındaydı. MELTEM ORAL
Avrupa Birliği’nin pullarının birer birer döküldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Yunanistan’daki referandumun AB’nin efendilerini ürküttüğü çok açık. Yakın zamanda İngiltere’de de ‘Avrupa Birliği’nde kalınsın mı?’ sorusunun yer aldığı bir halk oylaması olacak. Muhafazakâr hükümet ve egemen sınıf AB’de kalmaktan yana. İspanya’da seçimler yaklaşıyor, Podemos sırada bekliyor. AB kurumlarının sözcülerinin Ocak ayındaki seçimlerden referandum gecesine kadar geçen süreçte Yunanistan’a yaklaşımı biz ezilenler açısından AB ve demokrasiyi aynı cümle içerisinde kullanmanın giderek anlamsızlaştığını gösteriyor. Syriza hükümeti son dakikaya kadar taviz vermeye, AB ve IMF’nin dayattığı kesinti programını kabul etmeye açık olsa da Avrupa egemen sınıfı için bu yeterli olmadı. Seçilmiş bir hükümetin önünün kesilmesi gerektiğini ilan etmeye başladılar. Çipras’ı küçümseyerek ‘müzakerelere reşit birilerini yollayın’ diyen bile çıktı. Yunanistan’daki işçi sınıfı mücadelesini görünmez kılıp meseleyi Syriza’nın ‘aşırılığına’ indirgemek işlerine geliyordu. Ama Pazar günü Yunanistan halkının yüzde 60’tan fazlasının Troyka’yla daha fazla anlaşmaya ‘hayır’ demesiyle birlikte şimdilik ağızlarının payını aldılar. Peki AB Komisyonu başkanından merkez bankası sözcüsüne bazı ‘atanmış’ kurum temsilcileri, AB’nin parçası olan bir ülkenin işçi sınıfının iradesini yok sayma ve ‘doğru kararı veremezler’ deme cüretini nereden buldu? Patronlar kulübü AB tartışması bir süredir Türkiye’de sönümlenmiş görünse de bugün küresel finansal kriz karşısında ne yanıt verileceği ve AB’nin kaderi Türkiye’nin yoksulları için önemli. Üstelik AB temsilcilerinin küstahlıklarında hiçbir sorun görmeyip Yunanistan halkını şımarıklıkla suçlayanların sayısı burada da az değil. Avrupa Birliği bizim birliğimiz değil. Avrupa Birliği bir patronlar kulübü yani şirketlerin ve bankaların birliği.
AB bugüne kadar ezilenler için kamu harcamalarının azaltılması, ücretlerin yani emeğin değerinin düşürülmesi, katı göçmen politikaları, neoliberalizm ve özelleştirmelerden başka bir anlam ifade etmedi. Sermaye içinse dünya piyasasında daha güçlü rekabet edebilecek geniş bir ticaret bloğu demekti. Bütçe önlemlerinde ‘sıkı’ tutulan tek şey yoksulların kemerleriyken, ağır gümrük kontrollerinin kalkmasıyla birlikte AB, pazarın daha da serbestleştiği bir kâr sahası oldu.
na karşı ulusal eksende bir karşı çıkış değil, antikapitalist doğrultuda ve kıtasal ölçekte gelişebilecek bir mücadele stratejisini ortaya koymaktır. Bu yüzden mesele sadece para, pul meselesi değil. Bir yanda işçi sınıfının diğer yanda patronların olduğu muharebede krizin bedelini kimin ödeyeceği meselesi. Bu muharebede bizlerin kazanacağı her yeni mevzi bugün Yunanistan’da yarın İspanya’da sonraki gün tüm Avrupa’da daha radikal bir politik dönüşümü zorunluluk haline getirecek.
Finansal kriz başladığından beri hatta 2000’li yılların başından itibaren Yunanistan, AB egemen sınıfı tarafından bilinçli bir borç sarmalına sokuldu. Kriz öncesinde hızlı büyüme üzerine atılan zarlar 2007’de bankaların iflasını açıklamasıyla paniğe dönüştü. Resesyona giren Yunan ekonomisi giderek küçüldü. AB’nin oynadığı kumarın elinde patladığı anlaşılınca faiz oranları daha da arttırıldı. Bu sayede geri ödenmesi için dayatılan her ‘borç’ başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa bankalarını kurtardı. Ancak Yunanistan işçi sınıfını daha da yoksullaştırdı. Kâr özelleştirilirken borç kamulaştırıldı. Dahası Troyka borcun nasıl geri ödeneceğini dahi dayattı. Ücretler aşağı çekildi, işsizlik gençler arasında neredeyse yüzde 60’a fırladı, binlerce kamu çalışanı işten çıkarıldı. Kısaca Yunanistan işçi sınıfı açısından 2. Dünya Savaşı’nın ertesini hatırlatan sosyal ve ekonomik çöküş yaşanmaya başladı.
“Avrupa, ya bu sınırları kaldırmaya ya da tümden bir ekonomik çöküş tehdidi ile yüzleşmeye zorlanmaktadır. Fakat egemen burjuvazinin kendi yarattığı bu sınırların üstesinden gelmek için benimsediği yöntemler, yalnızca mevcut kaosu arttırmakta ve bölünmeyi ivmelendirmektedir. Burjuvazinin Avrupa’nın ekonomik yaşamının restorasyonunun temel sorunlarını çözmekteki yetersizliği, Avrupa’nın emekçi kitleleri için hiç olmadığı kadar açık hale gelmektedir.” 1923’te Troçki tarafından yazılan bu cümleler hâlâ güncel. Patronların birliğinin karşısında ezilenlerin Avrupası, sosyalist bir Avrupa seçeneği gayet gerçekçi biçimde ortada duruyor.
Avrodan çıkmak Yunanistan’la ilgili tartışmalar çoğu zaman avro meselesine bağlanıyor. Yunanistan ekonomisinin Avrupa Merkez Bankası’na bağımlı oluşu ve ulusal bir para politikası uygulayamayışı elbette krizi katmerlendiren bir durum. AB egemenleri açısındansa fırsat. Ancak avrodan çıkış, bugün ne kadar radikal gibi görünse de esas itibariyle ulusal temelde bir kapitalist yeniden yapılanma hatta düzen içi bir seçenek. Avrodan çıkışa bankaların kamulaştırılması, ekonominin kilit sektörlerinin işçi denetiminde kamulaştırılması gibi antikapitalist nitelikte başka önlemlerin eşlik etmesi durumunda ancak ulusal para birimine dönüş, devrimci bir politika olabilir. Önemli olan AB’nin dayatmaları-
Sosyalist Avrupa mümkün Bugün Yunanistan Avrupa’nın “zayıf halkası” konumunda. Bu halkanın devrimci bir hatta kıvrılıp kıvrılmayacağı iki etkene bağlı. Birincisi kapitalizm içi, kalkınmacı bir çizgi yerine antikapitalizm temelli bir mücadelenin hakim olması. İkincisi de ulusal temelli mücadele stratejisi yerine kıta çapında, bölgesel bir mücadele ivmesinin yükselmesi. Antikapitalizm ve tüm Avrupa işçilerinin mücadelesinin birleşmesi sadece Yunanistan’ın sorunu olmadığı gibi çözüm için de Yunanistan tek başına yeterli değil. Yunan işçi sınıfının mücadelesinin bugüne kadar ortaya koyduğu çözüm ne kadar cüretli ve ilham verici olsa da neoliberalizmin kalesini yıkmak için daha fazlasına ihtiyacımız var. Yunanistan yalnızca bu sorunun ‘ortaya konulduğu’ yer. Sorunun çözümü sosyalist bir Avrupa’yı inşa etmekten geçiyor.
SINIF MÜCADELESİ
İŞÇİLER ÖLMEYE, AKP PİŞKİNLİĞE DEVAM EDİYOR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
SENDİKA ÜYE SAYILARI ARTIRILMALI, SENDİKAL BİRLİK SAĞLANMALIDIR HDP’nin yüzde 13 oy aldığı koşullarda mevcut sendikal atalet kabul edilemez. Örgütlenme düzeyini tüm iş yerlerinde, iş kollarında artırmak, sendikal birliği sağlamak için mücadele etmek gerekir.
Manisa’nınGölmarmara ilçesinde tarım işçilerini taşıyan açık kasa kamyonet ile süt tankeri çarpıştı. 13’ü kadın ve biri çocuk olmak üzere 15 tarım işçisi can verdi
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi, 2015 yılı Haziran ayında en az 147 işçinin iş cinayetinde yaşamını yitirdiğini açıkladı. Yılın ilk altı ayında ölen işçi sayısı ise 794’e ulaştı. İSİG Meclisi’nin raporuna göre son iki yılda işçi ölümleri giderek artıyor. Haziran ayındaki işçi ölümleri tarım, inşaat, taşımacılık ve ticaret/büro işkollarında yoğunlaştı. Çalışma bakanlığı yaptığı dönemde 7 bin civarında işçinin hayatını kaybettiği AKP’li Faruk Çelik ise “işçilere hakkını
helal etmediğini” duyurdu. İşçi katliamlarının hesabını veremeyen Çelik, kendisine tepki gösteren taşeron işçilere Twitter’dan “Taşeron konusunda yaptıklarımızı verdiğimiz mücadeleyi görmüyorsanız ne söyleyeyim? Zamanla anlarsınız ama helalliği nasıl alacaksınız, Bilemem” diye yazdı. Çelik ayrıca, seçim sonuçlarının “iyi okunması gerektiğini” söyledi. Belli ki eski çalışma bakanı sonuçları iyi okuyamamış. İşçi katili AKP, son genel seçimlerde oylarının %20’sini kaybetmişti.
RENAULT YOL GÖSTERİYOR, METAL İŞÇİSİ HAKKINI İSTİYOR! n Gebze’de bulunan Arçelik LG işçileri yönetimin baskıları karşısında iş bıraktı. Fabrikaya polis girdi, işçilerin bir kısmı gözaltına alındı. Direniş sürüyor.
man ve Adıyaman’da petrol arama işinde çalışan 350 işçinin 30 Haziran’da işten çıkarılacağının açıklanması üzerine, Petrol-İş Sendikası üyesi işçiler sondaj kulelerini işgal etti.
n Kocaeli Kartepe’deki Dytech fabrikasında işçiler Türk Metal’in fabrikadan gönderilmemesi ve kendilerine uygulanan baskılar karşısında üretimi durdurdu.
n Pendik’te havuz kaplama malzemeleri üreten SeraPool fabrikası işçilerinin direnişi birinci ayını dolduruyor.
n Antalya’da Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’ndeki inşaatta çalışan işçiler, ücret gasplarına tepki göstererek iş bıraktı.
n Aydın’ın Didim ilçesinde ücretlerini alamadıkları için iş bırakan inşaat işçilerinin direnişi kazanımla sonuçlandı.
n Lüleburgaz’da bulunan Trakya Döküm’de, Renault’ta kazanılan hakların aynını isteyen işçiler, sadaka düzeyindeki anlaşmayı ve Türk Metal’i protesto etmek için eylem yaptı.
n Sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan SF Deri işçileri direnişlerinin 100. gününü geride bıraktı.
n Hyundai işçileri, Renault işçilerinin elde ettikleri hakların aynılarını kendilerinin de istediğini belirterek fabrikada eylem yaptı. n DİSK’e bağlı Genel-İş İzmir 2 No’lu Şube’ye üye olan İzenerji işçileri, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) uyarmak için bir gün iş bıraktı. n Ağrı Belediyesi'nde Genel-İş üyesi işçiler, eylem yaparak sözleşme ve maaş farklarının yanı sıra mesai ücretlerinin gasp edilmesine tepki gösterdi. n Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bağlı TPIC bünyesinde Diyarbakır, BatMARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
UNUTULAN TEORİLER İşçi sınıfının devrimci rolünü yitirdiğini söyleyen teoriler, mücadelenin gerilediği dönemlerde popülerleşir. Yunanistan’da olduğu gibi sınıfsal kutuplaşma kendini gösterdiği zamansa hızla unutulurlar. Negri ve Hardt’ın İmparatorluk’u da bunlardan biri. 2001’de yayınlandığı zaman, “21. Yüzyılın Komünist Manifestosu” ilan edilmişti. İşçi sınıfı mücadelesinin neo-liberal saldırı karşısında en geri noktaya çekildiği sırada, yeni doğan antikapitalist hareketin (kaplumbağaları kurtarmak isteyenlerden IMF’ye karşı çıkanlara uzanan) çeşitliliğine işaret eden
n DİSK/Gıda-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan Koç Holding’e ait Divan Turizm AŞ işçileri, açtıkları işe iade davasını kazandı. n Antalya'da kurumun mesai uygulamasına tepki gösteren PTT çalışanları eylem yaptı. n Aralık ayında UEDAŞ’ta DİSK Enerji Sen’e üye oldukları gerekçesiyle işten atılan 16 işçiden 9’u işe iade davasını kazandı. n ODTÜ’de çalışan Eğitim-Sen Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi yöneticileri Mert Kükrer ve Barış Çelik, sendikal faaliyetleri sebebiyle işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. ODTÜ emekçilerinin çadır kurarak başlattığı direniş sürüyor. İmparatorluk’u eline alanlar, geleneksel işçi sınıfı mücadelelerinin ve bunu merkezine alan sosyalist mücadelenin ömrünü doldurduğunu söylüyordu. Bugün Yunanistan’da Avrupa’nın patronlarını yenilgiye uğratan işçi sınıfı, İmparatorluk’un değil Marx’ın Komünist Manifestosu’nunun dilinden konuşuyor. Negri’den esinlenen otonomculuğun yaygın ve bir dönem hakim olduğu İspanya’da Podemos’un programındaki taleplerin arkasında duran milyonların, belirsiz bir çokluk’un imparatorluğa karşı savaşına değil kapitalistlere karşı sınıf mücadelesine katıldıklarından kuşkuları yok. Grev, sendika, direniş, örgütlenme deyince dudak bükenlerin sesi artık pek duyulmuyor. Sadece Gezi Parkı değil, Bursa’da patlak veren otomotiv işçilerinin direnişi de örgütsüz emekçi kitlelerinin gerçek ve mücadeleci sendikalara ne kadar ihtiyaç duyduğunu ortaya koydu.
Bugün Türkiye’de toplam otuz milyon çalışabilir insan içinde, 1 milyon işveren, on dokuz milyon işçi, beş milyon köylü, beş milyon da kendi işini yapan emekçi vardır. Yani Türkiye’de bir milyon patrona karşılık, yirmi dokuz milyon işçi, köylü, emekçi vardır. İşçilerin yarısı asgari ücrete mahkum. Köylülerin ve kendi işini yapan emekçilerin de gelir durumları işçilerden farklı değil. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir, asgari ücretin beş katıdır. Bu olumsuzlukları bir parça da olsa gidermek için, diğer emekçi sınıflardan farklı olarak işçi sınıfının elinde önemli bir silah vardır: Sendikalaşmak. Sendikalı işçi patronların kendisine karşı yaptığı haksızlıklara karşı daha güçlüdür, daha güvenlidir. Gerektiğinde sendika grev yapar. Patronlar sendikal örgütlenmelerden korkar, iş yerlerinde istemezler, bu da işçiler için sendikaların ne kadar önemli olduğunu gösterir. Ocak 2015’te yayınlanan son istatistiklere göre Türkiye’de kamu çalışanları dahil işçi sendikalarının üye sayısı 2,9 milyondur. Yani toplam 19 milyon işçi içinde sendikalı işçilerin oranı yüzde 15’tir. Bu üyelik oranının düşüklüğünden daha da olumsuz olanı ise, 2,9 milyon sendikalı işçinin Türk-iş, Hak-iş, DİSK, Memur-sen, KESK, Türkiye Kamu-sen gibi başlıca altı farklı konfederasyona dağılmış olmasıdır. En büyük konfederasyon Türk-iş’in üye sayısı 800 bin, DİSK’in üye sayısı 120 bindir. Sendikal alandaki bu bölünme işçi sınıfının gücünü zayıflatan, mücadelenin etkisini azaltan bir işlev görmektedir. HDP’nin 6 milyon oy alarak meclise girdiği bir Türkiye’de sendikalar üye sayılarını çok daha fazla artırabilirler, etkili eylemler düzenleyebilirler, ama bunun için laik, dindar, Kürt, Türk, Alevi, Sünni tüm işçileri birleştiren, hak mücadelesini öne çıkaran sloganlara ihtiyaç vardır. Yaklaşmakta olan ekonomik krizin de etkisi ile daha da yükselecek olan işçi hareketinde en kısa zamanda sendikalı üye sayılarının artırılması ve konfederasyonlar arası dayanışmanın sağlanması için çaba gösterilmelidir. 2008’de küresel kapitalizmin krizi, bir dönemin sonuydu. 1970’lerin ortasından bu yana süren neoliberal dönem bitti. Piyasa ekonomisinin “görünmez elinin”, sosyal ve doğal yıkımdan başka bir şey getirmediği anlaşıldı. 2011 Arap ayaklanmalarıyla başlayan ve dünyaya yayılan küresel protesto dalgası, neoliberal kuşatma altındaki işçi sınıfına güven verdi. Üretimden gelen gücü ve kolektif davranma yeteneği, toplumun en kalabalık ve yoksul sınıfına, kendisiyle birlikte tüm ezilen ve sömürülenleri kurtarma imkanı verir. İşçi sınıfı, sanayi işçilerinden ibaret değildir. Yaşamak için emek gücünü satmak zorunda kalan, diğer işçiler üzerinde patronun denetimini uygulamayan herkes, ister kol ister kafa emeğiyle çalışsın işçidir. Her gün çalışarak bu toplumu ayakta tutan işçiler, ekonomiyi kontrol edebilir ve yönetebilir. Sosyalizmin önerisi budur.
10 MEKTUPLAR
SINAVSIZ EĞİTİM MÜMKÜN TOPLANTI DUYURULARI 9 Temmuz Perşembe 19:00
YUNANİSTAN’DA KRİZ VE REFERANDUM BEYOĞLU
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ DÜZENLİ OLARAK OKUMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
Konuşmacı: Meltem Oral İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 Beyoğlu
Sınav sistemi öğrencileri bunaltırken, eğitimin kalitesi düştükçe düşüyor. LYS sonuçları açıklanmış, haberi duyunca eski günleri hatırladım. Değişen bir şey var mı diye doğru yapılan soru ortalamalarına baktım. Matematikte 50 sorudan 9, geometride 30 sorudan 3, fizikte 30 sorudan 6, Türk dilinde 56 sorudan 21 doğru yapılmış. Anlaşılan değişen bir şey olmamış. Eğitim sistemimiz en güzel yıllarımızı çalmak, her şeyi ezberleterek olaylara farklı açılardan bakmamızı engellemek, yaratıcılığımızı öldürmek üzerine kurgulanmış gibi. Keşke iki bölüm belgesel izleyip öğrenebileceğim moleküler bağları 4 sene boyunca görmeseydim. Taaşşuk-u Talat ve Fitnat'ın adını ve tarihini ezberlemek yerine 2 tane çağdaş romancının romanını okusaydım. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın hiç ezberleyemediğim maddeleri yerine bir kaç güzel tarih belgeseli izleseydim. Bir inşaat mühendisi olarak hiçbir işime yaramayacak ya da toplumun içinde
ABDULLAH GÜL BİR MELEKTİ KİTABI RIFAT SOLMAZ
Konusuna bu kadar hayran bir kitap okumak zordur. Mehmet Sever Abdullah Gül'le yıllara dayalı neredeyse arkadaşlığa varan ilişkilerini ve Gül'e danışmanlık yaptığı dönemi anlatmış. Sever sadece önceki cumhurbaşkanına değil, kendisine de hayran biraz. Bir haberciden bir danışmana yükselişinin öyküsü, AB görüşmelerinde Abdullah Gül'e ve devlet heyetine verdiği suflelerle krizi çözen bir insanın öyküsü aynı zamanda. Kitap şu açıdan keyifli. İçinde yaşadığımız süreci, çok yakın tarihin bir dizi siyasi köşe taşını yeniden hatırlatıyor. AKP'nin 2002 seçim zaferi, Erdoğan'ın seçim yasakları, Gül'ün başbakanlığı Erdoğan'a verişi, 2007 cumhuriyet mitingleri, Gül'ün cumhrubaşkanlığının engellenmesi, 2007 erken seçimi, 27 Nisan darbesi, cumhurbaşkanlığı süreci, öncesinde Kıbrıs krizi, Denktaş ve en önemlisi ABD'nin Irak işgali hazırlıkları. Hafıza tazalemek iyi hoş ama tüm kitap Erdoğan'ın en başından beri bugünkü Erdoğan ve Gül'ün de en başından beri haksızlıklara karşı çıkan Gül olduğunu anlatmak, bu konuda bir kamuoyu oluşturmak için kaleme alındığı izlenimini veriyor. Gül cumhurbaşkanlığı boyunca yüzlerce yasayı ikiletmeden onayladı. Bunun ise hiçbir açıklaması yok kitapta. Kitap askeri vesayetin etkisini göstermesi bakımından da ilgiyle okunan bölümlere sahip. Abdullah Gül ile 12 Yıl-Yaşadım, gördüm, yazdım - Mehmet Sever, Doğan Kitap, Mayıs 2015
KADIKÖY
yaşayan bir birey olarak bilmemin topluma hiçbir faydası olmayacak bu zırva, deli saçması bilgiler yerine keşke yaratıcı drama dersi alabilseydim.
Konuşmacı: öÖzdeş Özbay
Eğitim sistemimiz eğitim sistemi falan değil. OECD karşılaştırmalarının, Pisa testlerinin sonuçlarına merak eden bakabilir. Bu kadar genç insanın hayatının en güzel yıllarını çalıp, yaratıcılıklarını öldürüp, kaldıramayacakları stres ve travmalar yaşatarak onları konserve kutusuna çeviren bu devasa atık fabrikasını yok etmek gerekli. İnsanların üretken, yaratıcı yönlerini geliştiren, özgüvenlerini artıran, mutlu bir hayat sürmelerini sağlayacak olan eğitim sistemi ancak antikapitalist bir alternifte mümkün. Antikapitalist alternatifi inşa edelim.
Kat:3
Sınava girip çıkan tüm arkadaşlara geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Deniz Tugal
Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt.,
ORTADOĞU, ÇÖZÜM SÜRECİ VE SAVAŞ ŞİŞLİ Konuşmacı: Şenol Karakaş Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey
LGBT DİZİ VARDIR! VOLKAN AKYILDIRIM
“Kapalı kapılar ardından sokaklara...” 1960’larda homofobiye ve heteroseksizme karşı kurtuluş mücadelesini başlatan LGBT’lerin sloganı, 50 yıl her yerde ve eşcinsel bireylerin hiçe sayıldığı TV’de de hayata geçiyor. Queer* TV dizisi Sense8 gey, lezbiyen, trans ve biseksüel karakterleri, antikapitalist ve özgürlükçü politik mesajlarıyla zamanın ruhuna işaret ediyor. ABD’de eşcinsel evliliklerinin tanınmasına, İstanbul’da Onur Yürüyüşü’ne devlet saldırısına sahne olan bu yıl yayınlanan Sense8’in ilk sezonu 12 bölümden oluşuyor. Bilimkurgu kısmı tartışılabilir. Dizi, bilim kurgu, güçlü karakterler üzerinden ördüğü hikayesiyle bugünden kötü geçmişe uzanan sağlam bir drama. 1999’da Matrix’i yaratan Wachowski kardeşler ile J. Michael Straczynski, Sense8’te politik mesajlar ve derin anlatımlardan taviz vermeden popüler bir anlatının mümkün olduğunu ustaca göstermiş. Hollywood’un uzun süredir kapılarını kapattığı, tali ya da zayıf karakterle alt konumda gösterdiği LGBT’lerin merkezinde yer aldığı bir dizinin yaratılmasında trans kadın Lana Wachowski’nin duruşu ve emeği var. Sense8’i bir çok dizi sitesinden izleyebilirsiniz. Tür: Drama, bilimkurgu imdb 8.4
* Queer teori: “Normal”i, normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgular. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel pratiklerle ilgili her tür etikete, dolayısıyla da kimlik ve cinselliğin üzerine kurulduğu “apaçık” her tür kategoriye karşı durur. Toplumsal cinsiyetin de içinde bulunduğu (kadınlık/erkeklik) ikili düşünce yapılarına, bu yapıların beraberinde getirdiği uyumluluklara karşı, cinsiyet/toplumsal cinsiyet/ cinsel yönelim kimliklerinin hiçbirinin “doğal” olmadığını, tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu ve dolayısıyla da iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini savunur. Queer bireyler: Heteroseksizme ve heteronormativiteye karşı politik bir tutum alan bireylerdir.
AKTİVİZM 11
ONUR YÜRÜYÜŞÜNE SALDIRANLARA SUÇ DUYURUSU
28 Haziran Pazar günü, 13. İstanbul LGBTİ Onur Yürüyüşüne polis müdahale etmiş, yürüyüşe gelen binlerce insana neredeyse uyarı yapmaksızın gaz, plastik mermi ve tazyikli su ile saldırmıştı. Müdahaleyi engellemeye çalışan Milletvekillerine dahi “Karşımızdakinin kim olduğu farketmez, burada durmaya devam ederseniz size de müdahale ederiz” diyen polis daha sonra Tünel Meydanı’nda yapılan basın açıklamasınından dağılan kitleye ve gece yarısı da kapanış partisinin olduğu mekana saldırdı. Bunun üzerine 13. Onur yürüyüşü düzenleyici ve katılımcıları yürüyüşe yönelik saldırılara karşı Içişleri Bakanı, İstanbul Valisi, Emniyet Müdürü ve o sırada görev alan polislere yönelik suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusuna yürüyüşü düzenleyen kurumların yanı sıra bir çok kurum ve aktivist katıldı. 68 kişi de dayanışmak üzere bireysel suç duyurusunda bulundu. Basın açıklamasında; “Barışçıl bir gösteri yürüyüşünün engeli kabul edilemez. Devlet yetkilileri din alimi değildir.Hangi yürüyüşün Ramazan’da yapılıp yapılmayacağına karar veremezler. Anayasa’nın 34. maddesi ve AİHM’in 11. maddesi ile garanti altına alınmış bir hak olan toplantı ve yürüyüş hakkımız engellenemez. Yapılan Anayasa’ya ve hukuka aykırıdır.” diyen aktivistler, davanın takipçisi olacaklarını ve devletin bu tutumuna karşı dayanışmayı büyüteceklerini belirterek dilekçelerini sundular.
ARTVİN HALKI MADENE KARŞI
Cengiz Holding’in Artvin’de açmak için uğraştığı altın madeni Artvinlilerin direnişini geçemiyor Yolsuzluk soruşturmasında adı geçen, Türkiye’deki her sektöre girmeyi başarabilen Mehmet Cengiz’e ait Cengiz Holding’in Artvin’in Kafkasör yaylası yakınlarında açmak istediği Altın ve Bakır madenlerine ait Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verdiği “olumlu” kararı, 283 Artvinlinin açtığı idari dava sonucu iptal edilmişti. 4 ay gibi kısa bir sürede yeni ÇED raporu hazırlayıp tekrar “olumlu” kararı alan şirketin inşaat faaliyetlerine başlamak istemesi Artvinlileri harekete geçirdi. Geçtiğimiz hafta Artvin’de Yeşil Artvin Derneği öncülüğünde yürüyüş yapan Artvinliler, şirketin ve Jandarmanın türlü ayak oyunlarına karşı bu maden projesini iptal ettirene kadar mücadele etmeye kararlılar.
BİR AYDA 21 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ
ARTIK YETER!
Devlet kadın cinayetlerine ve kadına yönelik şiddete karşı sessiz kalmaya devam ediyor. Sadece basına yansıyan haberlerden toplanan verilere göre; 2015’in ilk yarısında cinayete kurban giden kadın sayısı 141. Sadece Haziran ayında yirmi bir kadın eski- yeni kocası, kardeşi, komşusu, oğlu hatta tanımadığı insanlar tarafından öldürüldü. Haziran ayında yaşanan şiddet olaylarının tamamı kadınların kocaları ve aile bireyleri tarafından gerçekleştirildi. Daha önce yirmi kez kocasından şikayetçi olan kadın, ölüme sebebiyet verecek derecede şiddete uğradı. Kocasından ayrılan ve sığınma evine yerleşen kadın bizzat belediye başkanı tarafından ‘barıştırılarak’ evine gönderildi. Kadın yeniden uğradığı şiddetin ardından şu anda sokakta yaşamak zorunda. Öldürülen kadınlardan birinin kocası öldürme nedenini karısının kendisine su getirmemesi olarak açıkladı.
Şiddet ve cinayet faillerinin neredeyse hepsi daha önce haklarında şikayet olan ve şiddet geçmişi olan kişiler. Devlet yetkilileri önleyici tedbirler almak yerine barıştırmayı, görmezden gelmeyi ve hafife almayı seçiyor. Her seferinde şikayetler abartıldığı, kadının bunlara razı gelmesi gerektiği, ailenin kutsallığı gibi nedenlerle kayıt altına alınmıyor ve tedbir konmuyor.
sında öldürülmüştü.
Daha geçen hafta televizyon kanalında şiddet gördüğünü söyleyen kadını azarlayan, annesinin evine gitmemesini ve kocasının dizinin dibinde oturması gerektiğini söyleyen fetvacı örneğini hepimiz hatırlıyoruz.
Devlet yetkililerinin her fırsatta kadının bedeni ve yaşam biçimi üzerinden yaptığı propagandanın cinayet ve şiddet vakalarını tetiklediği çok açık. Devlet bu tutumunu sürdürmeye devam ederken, sokaklarda kadın cinayetlerine karşı dayanışma büyüyor. Özgecan sonrası sokağa çıkan binlerce insan hâlâ caydırıcı bir ‘Özgecan yasası’ talebinin arkasında. Davalar artık daha büyük kalabalıklar tarafından takip ediliyor. Kadınlar oldukları her yerde özgürlük mücadelesini artık daha güvenli veriyor.
Yasalarda açık olarak belli olmasına rağmen mahkemeler yasaları uygulamamakta, tahrik indirimi, hafifletici sebeb gibi bahanelerle cezaları hafifletmeye, neredeyse tamamını cezasız bırakmaya devam ediyor. Geçen aylarda cezaevine kocasını ziyarete giden kadın, kocasının kıskançlık krizi sonucunda ziyaret sıra-
Bugün yasaları değiştirten, kürtaj yasağı yasasını geçirmeyen, kreş hakkı için mücadeleyi sokağa taşıyabilen, örgütlü ve ısrarlı mücadelenin kendisi oldu. Özgecan yasasını kazanmamız ve uygulatmamız birleşik, ısrarlı ve kararlı bir hareket ile mümkün.
DSİP Yaz Kampı 19-23 Ağustos Küçükkuyu n Söyleşiler n Atölyeler n Kültür ve sanat etkinlikleri Bilgi ve katılım için arayın: 05334479709
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
SORUMLU KÜRESEL KAPİTALİZM
SICAKLAR YOKSULLARI ÖLDÜRÜYOR 2003 yılında Güney Avrupa’yı vuran sıcak hava dalgası karşısında ilk şokumuzu yaşamıştık. İklim değişikliğinin bir veçhesi de sıcak hava dalgasıydı ve sadece İtalya’da sıcaklar 20 bin kişinin ölümüne yol açmıştı. İtalya’da 2003 yılında ölenlerin sayısı 10 bin olarak tahmin ediliyordu ama bir yıl sonra tamamlanan istatistiki analizlere göre sıcağa bağlı meydana gelen ölüm sayısının 20 bin olduğu açıklandı. 40 bin kişi ölmüştü Sıcaklara karşı 3’üncü derecede alarma geçirilen Fransa’da tüm ülkede genelinde yaşlılara hizmet veren kuruluşlara en azından bir klimalı oda zorunluluğu, halkın özellikle 11.00-21.00 saatleri arasında dışarı çıkmamaları, alkol almamaları, sık sık duş yapmaları, çay, kahve, kola gibi kafeinli içecekler tüketmemeleri; çocuk, yaşlı ve akli dengesi bozuk olanlara bol bol su içirmeleri tavsiye edilmesine rağmen ölenlerin sayısı 5 bine ulaşmıştı. Son altmış yılın en sıcak ve kurak koşullarıyla kavrulan İtalya’da 1 milyondan fazla kişinin risk altında olduğunu hükümet yetkilileri açıkça ifade ediyorlardı. 2003 yılında Güney Avrupa’yı vuran sıcak hava dalgasının bilançosu cidden korkutucuydu, tüm Avrupa’da 40 bin kişinin ölümüne yol açmıştı.
sıcaklık değerleri bir önceki yılın değerleri üzerinde gerçekleşirken, küresel sıcaklık rekorları bir önceki on yılın, elli yıl hatta yüz yılın değerleri ile karşılaştırılır hale geldi. 2003 yılında sadece Avrupa’da sıcak hava dalgası nedeniyle ölen insanların sayısı 40 binden 2013 yılında 70 bine ulaştı. Pakistan, Hindistan ve yoksullar Bu yılın Mayıs ayından itibaren Pakistan ve Hindistan’ı kavuran sıcaklar gündemimizdeydi. Pakistan’da sadece 10 gün içinde sıcaklar nedeniyle ölenlerin sayısı 2000’lere ulaştı. Ölenlerin çoğunluğu kızgın güneş altında dışarıda çalışmak zorunda olanlardı. Serinlemek için su ve elektriğe ihtiyaç duyan ama yoksul olmaları nedeniyle bunlara ulaşamayan insanlar; bu zor şartlar karşısında özel olarak ilgilenilmesi gereken, koruyucu tedbirler alınması gereken yaşlı, hasta ve çocuklar arasında da ölüm oranları fazlaydı.
İklim değişikliği, alarm zilleri
Hindistan’da da durum Pakistan’dan farklı olmadı. Hava sıcaklığının 47 dereceye ulaştığı, asfaltların eridiği ülkede yetkililer, 10.00-16.00 arasında zorunlu kalınmadıkça sokağa çıkılmaması çağrısında bulundu ama sıcak nedeniyle ölenlerin sayısı her gün arttı.
Ama sıcak hava dalgasının yarattığı felaketler maalesef sadece 2003 yılına özgü değildi. Tüm bilimsel veriler daha vahim sıcak hava dalgalanmasının daha sık aralıklarla yaşanacağını söylüyordu ve söylenenler oldu. Her bir yılın
Çünkü hayata kalabilmek için bir gün dahi işe gitmemezlik edemeyenler için bu uyarıların hiçbir anlamı yoktu. Ve yine ölenlerin büyük çoğunluğunu inşaat işçileri, yaşlılar ve evsizler oluşturdu.
Ortam sıcaklığı 41 dereceyi aştığında insan vücudunu tahrip ediyor.
m DİKKAT! SICAK HAVA DALGASI TÜRKİYE’DE... Bugünlerde Avrupa’yı etkisine altına alan ve birkaç gün içinde de Türkiye’ye gelecek sıcak hava dalgası hakkında uyarılar yapılıyor. Haziran ayının sonuna kadar serin ve yağışlı geçen havalara kanıp, paralel bir evrende yaşadığını ispatlar nitelikte seçimler döneminde “İklim değişikliği yok, Türkiye iklim değişikliğinden etkilenmeyecek” diyen Veysel Eroğlu’nun söylediğinin aksine Türkiye dünyanın bir parçası, dünyada iklim değişikliği var ve Türkiye’de iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ülkeler arasında. Dünya Meteoroloji Örgütü (DMÖ) Avrupa’ya sıcak hava dalgasının çok erken gel-
diğini bu durumun hiç normal olmadığını belirtirken Türkiye’nin de sıcak hava dalgasından etkileneceğini söylüyor. Bu uyarı Veysel Eroğlu’nu şaşırtabilir ama hiç beklenmedik bir durum değil. Atmosferdeki sera gazları oranı artığı sürece sıcaklıklıların da artacağı basit bir bilimsel gerçeklik. Küresel ısınmaya Türkiye katkısı Türkiye iklim değişikliğini durdurma konusunda bugüne kadar gerekli hiçbir adımı atmadı. Yaklaşan sıcak hava dalgalarının yaratacağı tehlikeyi anlamadığı gibi gerekli uyarıları ve önlemleri de alır durumda değil. Meteoroloji genel Mü-
dürlüğü hala “belli bölgeleri için yüksek sıcaklar bekleniyor” gibi açıklamalarda bulunuyor. Oysa beklenen sıcaklıklar tam anlamıyla iklim değişikliğinin yarattığı sıcak hava dalgasının ürünü. İstanbul’da kısa süre içinde sıcaklıkların mevsim normallerinin 5 derece üzerinde olacağı söyleniyor. Hissedeceğimiz hava sıcaklığı ise neme bağlı olarak daha fazla olacak. Hatta güneş altında çalışmak zorundaysak bu sıcaklığı daha fazla hissedeceğiz. Türkiye’nin öncelikle sıcak hava dalgalarının etkilerini azaltma konusunda acilen tedbir alması, vatandaşlara gerekli uyarıları yapması gerekiyor. İnsanların rahat-
ça ulaşabilecekleri noktalara ücretsiz su temin noktaları oluşturmak, yaşlılar ve hastalar için özel tedbirler almak, mesai saatlerini yeniden düzenlemek, sokak hayvanları için sokaklara su kapları koymak gibi basit adımları hiç vakit geçirmeden hayata geçirmesi gerekiyor. Bu basit tedbirler birçok insanın hayatlarını kurtarabilir. Lakin bu tedbirler ancak günü kurtarmaya yeter. İklim değişikliğini durdurmak için fosil yakıt kullanımına son verip rüzgar ve güneşe dönmek, enerji verimliliği ve tasarrufu, ekolojik kaygıları olan kentler inşa etmek gibi yine sayısız adımı acilen atılması gerekiyor.