Si 536

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

536

16 Eylül 2015 2 TL. sosyalistisci.org

inadına

-

barıs YILDIZ ÖNEN:

İNGİLTERE: SOLCU JEREMY CORBYN’İN BEKLENMEDİK ZAFERİ

CİZRE DİRENDİ

sayfa 3

sayfa 4

RUTH LORIMER: MARX KAPİTAL’İ İŞÇİLERİN KANINI EMENLER

sayfa 8


2

GÜNDEM

MİLLİYETÇİ BULUŞMA Devletle PKK arasındaki savaş yeniden başladığından beri, Türk milliyetçiliği de yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. Özellikle Dağlıca’da çok sayıda askerin ölmesiyle, ardından çok sayıda polisin yaşamını yitirmesiyle milliyetçilik tavan yaptı. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, MHP lideri, CHP’li Haluk Koç, gazete manşetleri, tv kanalları, köşe yazarları, milliyetçiliği tırmandırdı. Kürtler, 6 milyon kişinin oy verdiği HDP hedef gösterildi. Sonra olanları biliyoruz. Muasır medeniyetin geldiği bu seviye, devletin frene basmasına neden oldu. Bir yandan gizli kapaklı NATO komutanlarını ağırlarken, Kasım ayında G20 ülkelerinin başbakanlarını ağırlamaya hazırlanırken öte yandan sokak ortasında Kürtleri, demokratları linç etmek Türk egemen sınıfı için de Türk devletinin elitleri için de takdire şayan bir görüntü olmazdı. Üstelik, linçlerin toplu katliamlara dönüşmesine ramak kalmışken, böyle bir evreye sıçrayan nefret yüklü hareketlere karşı tepkinin de sert bir biçim alması ihtimali devleti kaygılandırdı. Böyle bir tepkinin gösterilmemiş olmasının nedeni, insanların güçsüzlüğü değil, tepkinin sonuçlarının denetlenemez bir toplumsal kriz yaratma potanesiyeli taşıdığının bilinmesi. Şimdi, uygun deyimle, ırkçı linçlerin yerini, milliyetçi gövde gösterisi alıyor. 14 örgüt, merkezi bir Ankara mitingi çağrısı yapıyor. “Teröre lanet, kardeşliğe evet” yürüyüşü. Yürüyüşü örgütleyenlerin başında, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu var. Bir yandan TOBB, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi patron örgütleri, öte yandan Türk-İş, Türk Kamu-Sen ve Memur-Sen gibi işçi örgütleri 17 Eylül’de Ankara’da birlikte yürüyüş yapacak. Yürüyüşün basın toplantısında, herkesi Türk bayraklarıyla gelmeye çağırdılar. Eylemde hem terörü hem de linç girişimlerini kınayacaklarını ilan ettiler. Bu mitingden, “kardeşliğe evet” mesajının çıkmayacağı çok açık. Bu, tüm örgütlenme ağıyla milliyetçiliği, Türklerin Kürtlerden üstün olduğunu savunan, bunun propagandasını yapan bir miting olacak. Mitingde, linçlere karşı çıkılacak olması ilk bakışta olumlu gibi görünebilir ama emin olmak gerekir ki, miting, esas olarak vandallara da cesaret veren, Türk milliyetçilerini yeniden cesaretlendiren, ırkçıların güvenini tazeleyen bir gösteri olacak. Bunun şifereleri, bu 14 örgütün, bayraksız, flamasız, sadece beyaz tişörtler giyerek ve sadece barış için bir yürüyüş yapamamasının nedenlerinde gizli.

CİZRE İŞGAL ALTINDA Geçtiğimiz hafta Cizre’de uygulanan soka-

ğa çıkma yasağının sonlanmasıyla beraber ilçede yaşananlar gün yüzüne çıkmaya başladı. Devletin tüm Cizre’yi ablukaya alıp, şehrin su, elektrik, telefon ve internet bağlantısını kestiği 9 günde, 21 insan yaşamını yitirdi, yüzlerce ev ve iş yeri zarar gördü. Cenazelerini defnedemeyen insanlar yakınlarının cansız bedenini derin dondurucularda ya da soğuk hava depolarında muhafaza etti. Ambulanslar mahallelere sokulmadı, her şeye rağmen müdahale etmek isteyen sağlık görevlilerinin üstüne ateş açıldı. Devlet, en alelade savaş kurallarını dahi askıya almışçasına, genç, yaşlı, kadın, çocuk demeden acımasızca saldırdı. Buna karşılık, tüm Kürdistan coğrafyasında demokratik protesto eylemleri başlatıldı. Yasağın kalkmasına birkaç gün kala, sınırda bekleyen yüzlerce kamyon şoförü Hezil çayını geçerek Türkiye sınırına girdi. Diyarbakır’da on binlerce insan Anzela Parkı'nda oturma eylemi yaptı. Kürt illeri Cizre katliamını sokakta protesto etti ve kazandı. HDP’nin barış yürüyüşü En etkili Cizre ile dayanışma eylemi ise HDP’li vekillerin başlattığı yürüyüş oldu. Diyarbakır’da yapılan basın toplantısının ardından yola çıkan HDP heyetinin önü Mardin’in Midyat ilçesinde kesilince, Selahattin Demirtaş, HDP’li bakanlar Ali Haydar Konca ve Müslüm Doğan, Sabahat Tuncel ve beraberindeki HDP milletvekilleri Cizre’ye doğru yürüyüşe geçti. Ana yolların kapatılması nedeniyle dağ yollarını kullanan vekiller, yaklaşık sekiz saatlik bir yürüyüşün ardından Şırnak’ın İdil ilçesine

vardılar. Gece bir kez daha Cizre’ye girmek isteyen vekiller, iki saatlik bekleyişin ardından İdil’e geri döndü. Ertesi sabah tekrar yürüyüşe geçen heyet, polis barikatlarıyla karşılandı. Dağ yolunun da yürümeye elverişli olmaması heyetin ilçeye geri dönmesine neden oldu. Ertesi sabah 7’de ise sokağa çıkma yasağı tamamen kalktı.

Gazze’ye, Kobane’ye dönmüş Cizre sokaları.

Halk direniyor Yapılan mitingde coşkulu bir kalabalığın önünde konuşan Selahattin Demirtaş; “Zorla elde ettiğiniz, darbeyle ele geçirdiğiniz geçici hükümet dönemi 1 Kasım’da bitecek. Demokrasiden yana bir hükümet kurulacak. İşte o zaman hesap vermeye başlayacaksınız, o gün yargının karşısına çıkacaksınız. O 23 kişinin, bebeğin hesabını vereceksiniz. O gün geldiğinde zulüm yapan kim varsa yargıya hesap verecek. Halkımızın verdiği destekle halkımıza mahcup olmadan başarıya ulaşacağız” diye konuştu. 21 insanın hayatını kaybettiği operasyonlar, Cizre halkının ve milletvekilleriyle beraber Cizre’ye yürüyen binlerce insanın mücadelesiyle geri çekilmek zorunda kaldı. Bomba seslerini zılgıtlarla susturan Kürt halkı bir kez daha kazandı.

Cizre’de adalet istiyoruz!

Bu miting, Kürtlerle kardeşliği ama eşit koşullarda kardeşliği savunmuyor, Kürtlerin Türklerin üstünlüğünü kabul etmeleri koşuluyla kardeşliği hak ettiklerini savunuyor. Mitingin bir sorunu da emek örgütlerinin patron örgütleriyle yan yana gelmesi. Hükümet koruması altındaki patron örgütleri, zaten işçilere bir savaş açmış durumda. 10 yılda yaklaşık 15 bin işçinin iş kazalarında öldüğü koşullarda, Borsalar Birliği başkanıyla Türk-İş başkanı, hangi kardeşlikten söz edebilecek? Türk-İş üyesi işçilerin kaderi, sadece ve sadece diğer işçi örgütlerinin tabanındaki işçilerin kaderiyle ve Kürt yoksulların kaderiyle ortak. Bu ortaklık, patron örgütlerinin dışlandığı, Türk egemenliğinin motiflerinin kullanılmadığı barış ve kardeşlik mitinglerinde ifadesini bulabilir. Tersi, bayrak şovlu bir miting, lokal vandallıkların engellendiği ama bizatihi bir vandallık gövdesinin Ankara meydanlarında caka sattığı bir gösteri halini alır.

ÇÖZÜMDEN ÇÖZÜMSÜZLÜĞE Suruç’taki canlı bomba saldırısı ve yerel bir inisiyatifin Ceylanpınar’da iki polisi öldürmesiyle yeniden alevlenen savaş, devletin PKK kamplarına yönelik başlattığı bombardımanla kendini göstermişti. Erdoğan stratejisini, savaşı tırmandırmak ve barajı geçerek kendisini başkan yaptırmayan HDP’yi bitirmek üzerine kurdu. Bir yandan da HDP’nin güçlü olduğu ve Kürdistan’da önem ifade eden ilçelere operasyonlar düzenleyerek Kürt halkının iradesini kırmaya çalıştı. Öte yandan da uzun süredir ateşkes halinde olan PKK’ye bombardımanlar yapıldı. “Çözüm sürecinin ancak filmini çekersiniz” diyerek savaşa başlayan bir siyasi akıl Türkiye’yi yönetmeye çalışıyor. PKK’nin üst düzey yöneticileri ise bunca saldırıya rağmen masanın kurulması için sadece Öcalan’a uygulanan tecritin kalkması ve operasyonların durdurulması gerektiğini söylüyor. Savaşın şiddetlenmesi Türk ve Kürt halklarının çıkarına değildir. İki halkın da çıkarına olan şey Kürt halkının haklarının tanınması ve Kürdistan’da yürütülen kirli savaşın bir an önce bitirilmesi. Son olarak Cizre’ye uygulanan yoğun ablukanın dağıtılması, çoktan iflas eden bu çözümsüzlük politikalarını yeni bir şeymiş gibi sunan Erdoğan’a önemli bir ders vermeli.

Bombalara karşı zılgıtlar kazacanak! Cizre’nin devletin onca baskısına rağmen böyle ayakta kalabilmesi, halkın saldırılara karşı örgütlü olarak mücadele etmesi sayesinde. Her gece patlayan bombaların sesini, kadınların zılgıtları bastırıyordu. Neredeyse kurşun izi olmayan bir duvar kalmayan mahallelerden gelen on binler, Demirtaş’ın ablukanın kalkmasının hemen ardından yaptığı konuşmayı dinledi. Cizre halkı tüm saldırılara ve insanlık dışı uygulamalara rağmen kazandı. Devlet Cizre’de bir kez daha yenildi.

“Kürt’ü kabul etmek ancak eşit haklara sahip Kürt’ü kabullenememek psikolojik vaka, işte sorunun tam sebebi bu.” HDP Ağrı milletvekili Leyla Zana


GÜNDEM

AKP’DE ÇATLAKLAR: ERDOĞAN ELEŞTİRENLERİ TASFİYE ETTİ

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

CİZRE DİRENDİ Cizre’ye dokuz gün boyunca saldırdı devlet. Dokuz gün boyunca, evler tarandı, sokağa çıkamadı insanlar, susuzluk çekti, ölen çocuklar, yaşlılar defnedilemedi, günlerce. 21 kişi öldü günler süren kuşatmanın sonucunda. Evet, kuşatma. Başka türlü tarif etmek mümkün değil. Devletin kendi vatandaşını bombalamasına alışmıştık ama devlet ilk kez kendi vatandaşının yaşadığı bir şehri kuşatıyor. İsrail’in Gazze kuşatması, Nazilerin Stalingrad kuşatması, IŞİD’in Kobanê kuşatması gibi. Keskin nişancılarıyla, şehre yönelik top atışlarıyla Cizre’nin nezdinde Kürt halkı yıldırılmak istendi.

Erdoğan’ın tasfiye ettiği eski Maliye Bakanı Şimşek, bırakın 2023’ü ekonominin bu istikrarsızlığı kaldıramayacağını itiraf etti.

7 Haziran seçimlerinde yaklaşık yüzde 10 oy kaybeden ve iktidardan düşen AKP geçen haftasonu olağan kongresini gerçekleştirdi. Kongre ‘olağan’ olsa da öncesinde yaşanan tartışmalar 14 yıllık AKP’nin içindeki çatlakları bir kez daha açık etti. Kongreden iki gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu arasındaki yarılma bir kez daha gündeme geldi. Kongrede oylanacak olan yönetim listesinin kimlerden oluşacağına dair yaşanan ayrım Erdoğan’a yakın Binali Yıldırım’ın Davutoğlu’na rakip olarak genel başkan adaylığını ilan edebileceği bilgisiyle ortaya çıktı. Bazı AKP delegelerinin Binali Yıldırım için imza topladığı bile söyleniyor. Kongrenin sonucu Davutoğlu’nun tek başına aday olması karşılığında yönetim listesinin Erdoğan kontrolünde oluşturulduğunu gösteriyor.

Aralık yolsuzluk süreci ve Kobane’de yaşanan gelişmeler Davutoğlu tarafından ‘şer tuzakları’ olarak tanımlandı ve delegeler 1 Kasım seçimlerinde ‘şer tuzaklarını fethetmeye’ davet edildi. 7 Haziran seçim sonucuna dair söylediklerine bakılırsa AKP başkanı konuyu pek anlamamış. Davutoğlu’na göre AKP’nin iktidardan düştüğü seçimde halk aslında ‘yolsuzluğa, yoksulluğa, yasaklara karşı siz yönetin’ demiş.

Hürriyet gazetesine yapılan saldırıların öncüsü AKP milletvekili ve gençlik kolları başkanı Abdurrahim Boynukalın’ın divan üyeliği yaptığı ve bolca alkış aldığı kongrede Ahmet Davutoğlu 1353 geçerli oyun tamamını alarak yeniden AKP Genel Başkanı oldu.

Bir önceki AKP kongresinde ‘hedef 2071’ken bu sefer 1 Kasım 2015’ti. Davutoğlu’nun sık sık yaptığı vurgu 1 Kasım seçimlerinde partisinin tek başına iktidar olması gerektiğiydi. Kongrede oylanan ve Cumhurbaşkanı’nın müdahalesiyle oluşturulan yönetim listesi de AKP’nin ve Erdoğan’ın seçime hazırlık kongresini gerçekleştirdiğini gösteriyor. Son zamanlarda ‘çatlak ses’ çıkaran bazı isimler liste dışı kalırken Erdoğan’ın bir avukatı ve üç danışmanı yönetime girdi. Liste dışı kalan isimlerden Ali Babacan yakın zamanda Erdoğan’ın açıktan hedefiydi. Merkez Bankası’nın faiz politikalarını beğenmeyen Erdoğan Mart ayında Ali Babacan’a ‘artık kendine biraz çeki düzen ver’ demişti.

Davutoğlu kongrede yaptığı konuşmada 2013’ten bu yana Erdoğan ve AKP liderliği tarafından sürekli anlatılan, Türkiye’de yaşanan her gelişmenin muhtelif ‘malum çevreler’ tarafından partiyi geriletmek için organize edilen girişimler olduğuna dair bildik ‘tezleri’ tekrarladı. Gezi, 17-25

Yönetime giren danışmanlardan Burhan Kuzu ırkçı nefret söylemleriyle, Binali Yıldırım ise son iki kongrede Davutoğlu’na rakip olma ihtimalleriyle biliniyor. Ayrıca Çalık Holding eski CEO’su ve Cumhurbaşkanı’nın damadı Berat Albayrak da yönetime girdi.

HAFTANIN IRKÇISI KÜRT KOMŞUYA ZORLA BÜST ÖPTÜRENLER Muğla’nın Fethiye ilçesinin Kumluova mahallesinde seracılık yapan İbrahim Çay, geçen hafta memleketi Tarsus’ta yöresel kıyafetlerle çektirdiği fotoğrafları sosyal medyada paylaştıktan sonra terörist olduğu gerekçesiyle faşist bir güruh tarafından işkence gördü. Üstelik Çay’a işkence edenler, onun her gün beraber olduğu komşularından başkası değildi. Muğla’da Dağlıca’da ölen bir askerin cenazesinin kaldırılacağı gün, Kumluova Karakol Komutanı İbrahim Çay’ı arayarak kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Aradan on beş dakika geçtikten sonra kapıya iki araba ile dört motosikletin geldiğini gö-

ren Çay, başına gelecekleri anlayarak çocukların gözü önünde bir şey yaşanmaması için seralara doğru kaçmaya başladı. Çay, sonra olanları şöyle anlattı: “Sonra arkamdan bağırdılar, ‘Terörist kaçıyor’ diye. Arkamı döndüm, kişilerin hepsini tanıyorum, kapı komşum hepsi. Sonra beni seraların içinde dövdüler. Kendimden geçmiştim, beni arabaya koydular, ayaklarıyla kafama bastılar. ‘Seni öldüreceğiz’, ‘Kumluova’nın ortasında seni asacağız’ dediler ve beni Kumluova’nın merkezine getirdiler.” Faşistlerin elinden canını güçlükle kurtaran Çay, Kumluova’yı terk ederek ailesinin yaşadığı Tarsus’a geri döndü. Faşistlerin kendilerini biraz güçlü hissettikleri anda canavarlaşarak kendilerinden olmayan komşularına saldırdıkları bilinen bir durum. 6-7 Eylül pogromunda da Rumların evlerini yakıp yıkan ve yağmalayanlar, her gün birlikte çay içtikleri komşularından başkası değildi.

Her gün yüzüne güldükleri komşularını sadece Kürt olduğu için linç etmeye kalkışan Kumluova faşistleri, batının başka birçok şehrinde yaşanan faşist saldırılarla birlikte birinciliği paylaştı.

Günlerce süren kuşatmayla, peki, devlet neyi başardı? • Cizre halkının devlete bir gram sempatisi kalmıştıysa eğer, o sempati de koptu gitti. • HDP’ye %90 oranında oy veren Cizrelilerin bu siyasi eğilimi değiştirilmek isteniyorduysa, tam tersi gerçekleşti, artık Cizre’deki polis ve özel harekatçılar dışında herkes HDP’ye oy verecek. • Şehirde YDGH’a duyulan sempatiyi kırmak istediyse devlet, sonuç tam tersi olacak. • Kürtlerin bir arada yaşama isteği daha da azalacak. • Kürt halkı yeni bir barış sürecine, yeni bir çözüm sürecine daha da büyük bir şüpheyle yaklaşacak. • Cizre’yi kuşatarak Kürt halkının arasına duvar öreceğini düşünenlerinin tersine, Kürt halkı daha keskin bir siyasi bilinçle ve daha birleşik davranacak. Cizre kuşatması, devlet aklının, çoğu kez olduğu gibi akılsızlıkla işlediğini gösterdi. Politik bir ruh birliğine sahip ve son derece örgütlü, kararlı bir halkın, kuşatmalarla, bombalamalarla dize getirilemeyeceğini bir kez daha görmüş olduk. Öte yandan Cizre’de sokağa çıkma yasağı hepimize şunu gösterdi: O beğenilmeyen, her adımı eleştirilen çözüm süreci ne kadar kıymetliymiş. Çözüm süreci günlerinde, bazı Tük aydın ve gazeteciler, yutkunmuşlar, seslerini çıkartmamışlar, her şeye rağmen süreci desteklemişler. Böyle iddia ediyorlar. Bu yalan! Çözüm süreci başladığından beri, Kürtlerin etrafında sinek vızıltısı gibi gürültü yaptılar ve süreç aleyhine tartışmalar sürdürdüler. Kürtlerin AKP’yle işbirliği içinde olduğunu ima ettiler. AKP ile çözüm mü olur dediler. PKK’yi çözüm masasını devirmeye davet ettiler. Çözüm sürecinde PKK’yi masayı devirmeye çağıranlar, masa devrildikten sonra PKK’yi ateşkes ilan etmeye çağırıyorlar. Önümüzdeki günlerde barış için verilen mücadele, Kürtlere akıl vermeyi hastalıklı bir meslek haline getirenlere karşı da verilecek bir mücadele olmalı.


4

DÜNYA

RUS ORDUSUNDAN SURİYE’YE YIĞINAK ABD ile yürüttüğü emperyalist rekabette İran ve Suriye’yi destekleyen Rusya, Esad diktatörlüğüne olan askeri desteğini geliştirmek için bölgede yeni bir üs açmaya hazırlanıyor. Rusya Lazkiye’deki bir hava alanını bir hava üssüne dönüştürmek için hazırlıklar yaparken bir yandan da Akdeniz’deki tek üssü olan Tartus üssünde de genişletmeye gidecek. Rusya bir yandan ülkeye sürekli ekipman yardımı yaparken diğer yandan askeri danışmanların kalabileceği prefabrik yapılar inşa etmeye başladı. Rus askerlerinin Suriye’de savaştığı da iddia ediliyor. Bu gelişme Rusya’nın, Türkiye’nin İncirlik üssünü ABD uçaklarına açmasına kar-

şı bir hamle olarak da okunabilir.

ABD ve NATO yetkilileri Rusya’nın yeni askeri üs inşa etmesiyle ilgili endişelerini dile getirirken Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zakharova “Her zaman rejimi teröristlerle olan mücadelesinde destekledik ve onlara ekipman sağladık. Rejimi destekledik, destekliyoruz ve destekleyeceğiz” dedi. Türkiye son mülteci dalgasını “güvenli bölge” kurulması için kullanmaya çalışırken Rusya da bu dalganın Esad rejiminden değil IŞİD’den kaynaklandığını anlatarak IŞİD karşısında mücadeleye rejimin de dâhil edilmesini savunuyor.

İŞÇİ PARTİSİ’NDE SOL KANADIN ZAFERİ!

BM: MÜLTECİ SAYISI MİLYONLARI BULABİLİR UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) bölge direktörü Peter Salama Suriye’deki savaş bitmediği taktirde milyonlarca kişinin daha mülteci durumuna düşebileceğini söyledi. Salama aynı zamanda Suriye’de iç göçe mecbur kalan kişi sayısının sekiz milyona ulaştığını vurguladı. Son aylarda on binlerce kişi Türkiye ve Yunanistan üzerinden Macaristan ve Avusturya’ya oradan da Almanya ve İsveç gibi ülkelere ulaşmaya çalışıyor. Sadece bir gün içinde Makedonya’ya giriş yapan mülteci sayısı 7.600 olurken pek çok ülkede devletler ya mültecilerin gelmesini engellemeye çalışıyor ya da onları insanlık dışı koşullarda barındırıyor. Son olarak sağcı Fidesz partisinin iktidarda olduğu Macaristan’da polislerin mültecilere yiyecek paketi fırlattığı görüntüler ortaya çıkmıştı. Macaristan sınırına duvarlar ve dikenli teller inşa ediyor. Ancak diğer ülkelerin durumu da çok farklı değil. Almanya geçtiğimiz Pazar günü Avusturya’dan gelen trenleri kabul etmeyi durdurduğunu

Jeremy Corbyn

açıkladı. İçişleri Bakanı Thomas de Maizière sadece geçerli bir pasaportu olanların sınırlardan geçebileceğini açıkladı, “Mültecilerin kalmak istedikleri yeri özgürce seçmelerine izin veremeyiz, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir durum yok” dedi. Almanya ve Avusturya ve Fransa 160.000 mültecinin AB içinde dağıtılması yönünde bir öneride buluKÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

SYRİZA VE SOL MUHALEFET Yunanistan’daki genel seçimlere bir hafta kala Başbakan Aleksis Çipras liderliğindeki iktidar partisi Syriza’nın diğer partilerle arasındaki tahmini oy farkı giderek azalıyor. Çeşitli araştırma şirketlerinin pazar günü yayınladıkları anket sonuçlarına göre Syriza’nın oy oranı yüzde 26’nın altına indi. Evangelos Maymarakis liderliğindeki muhafazakar Nea Demokratia (Yeni Demokrasi) ile Syriza arasındaki oy farkı 0,3 ile 0,7 puan arasında değişiyor. Yunanistan’ın Syriza liderliğindeki koalisyon hükümetinin çöküşünün temelinde, patronların baskısına teslim olarak yeni bir kurtarma paketini imzalamayı kabul etmesi yatıyor. Alexis Çipras’ı yeni bir seçime gitmek zorunda bırakan bu oldu. Her ne kadar kendisi bunu demokrasinin bir gereği olarak yapıyormuş gibi görünmeye çalışsa da asıl yaptığı şey hükümetin çökmesinin asıl nedeninin insanların yeni kemer sıkma politikalarına karşı çıkması olduğunu saklamak. Syriza’yı Ocak ayında iktidara taşıyan şey kemer sıkma politikalarına son verme vaadi olmuştu ve Syriza bu sözünü tutmadı. Bunun sonucunda Syriza’nın kendi millet-

nurken Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya buna karşı çıkıyor. ABD Başkanı Barack Obama ise yardım olarak 10.000 mültecinin alınabileceğini açıkladı. Devletler ve hükümetler topu birbirine atarken mültecilerin ölüm yolculuğu ise sürüyor. Pazar günü Didim’den Leros adasına gitmeye çalışan bir tekne devrildi, 14’ü çocuk 34 kişi hayatını kaybetti.

vekilleri bile isyan etti ve 25 Syriza milletvekili partiden ayrılarak mecliste Popular Unity adını verdikleri kendi gruplarını kurdu. Bu parti şu anda meclisteki üçüncü büyük parti. Tasarruf anlaşmasına şiddetle karşı çıkan diğer grup işçiler oldu. Temmuz ayında tasarruf programı ile ilgili referandumda halkın yüzde 60’ı ‘hayır’ dedi ve ‘hayır’ diyenlerin belkemiğini işçi sınıfı oluşturuyordu. İşçi sınıfının yüzde 80’i ‘hayır’ dedi. Tüm bunlar çok önemli ve olumlu gelişmeler. Ancak Popular Unity’nin Syriza’dan ayrılmış olması onun mantığını tamamen terk ettiği ve yüzünü anti-kapitalist taleplere döndüğü anlamına gelmiyor. Örneğin partinin önde gelen üyeleri tasarruf tedbirlerini reddetmenin Euro bölgesi ile karşı karşıya gelmek anlamına geldiğini kabul ediyor ancak Avrupa Birliği’nden tamamen kopmayı kabul etmiyor. Ayrıca Popular Unity Avrupa Birliği ile yaşanan krizi bir sınıf meselesi olarak değil ulusal bir mesele olarak görüyor ve kemer sıkma politikasına karşı parlamentoda mücadele edilebileceğini düşünüyor, işçi sınıfı hareketinin bu konudaki önemini ve rolünü dikkate almıyor. Muhtemelen seçimi kazanan parti Syriza olacak. Ancak muhtemelen koalisyon hükümeti kurulacak ve bu hükümet şimdikine göre daha sağcı olacak. Ancak şüphesiz bu hükümeti yılların deneyimine sahip bir işçi sınıfı ile birlikte sağlam bir sol muhalefet bekliyor olacak.

İngiltere’de ana muhalefet partisi konumunda bulunan İşçi Partisi’nin başkanlık seçimlerinin sonuçları 12 Eylül günü açıklandı. Sonuçlara göre parti başkanlığına oyların yaklaşık %60’ını alan Jeremy Corbyn seçildi. Seçimlerin ardından Corbyn’in ilk işi Londra’da düzenlenen mültecilere destek eyleminde konuşmak oldu. Andy Burnham ve Yvette Cooper oyların %19 ve %17’sini alırken, Irak işgalinin Bush ile birlikte sorumlularından olan Tony Blair’in politikalarını destekleyen Liz Kendall ise %4,5 ile sonuncu oldu. Ancak parti üyelerinin büyük çoğunluğunun onu desteklemesine rağmen İşçi Partisi yönetimi ve milletvekillerinin çoğu ondan daha sağcı politikalar savunuyor, 232 milletvekilinden sadece 20’si Corbyn’in yanında tutum alıyor. Bu yüzden Corbyn’in üzerinde daha “ılımlı” politikalar uygulaması için muazzam bir baskı olacak. Corbyn’in siyasi çizgisi Başkanlık seçimlerinde “yeterince solcu bir aday olmadığı için” adaylığını koyan ve seçimin ilk dönemlerinde şans verilmeyen Corbyn ülkede uygulanan neo-liberal politikalara tepkili binlerce gencin desteğini aldı, düzenlediği her toplantıya büyük kalabalıklar katıldı. Corbyn kampanyasında demiryollarının ve enerji santrallerinin yeniden kamulaştırmasını, sendikal örgütlenme haklarını garantilemeyi, İsrail’e silah ambargosu koymayı, zenginlerden alınan vergileri arttırmayı ve aşamalı olarak nükleer silahlardan vazgeçmeyi savundu. 1983’den beri milletvekili olan Corbyn Nükleer Silahsızlanma Kampanyası ve Filistin ile Dayanışma Kampanyası’na destek vermiş, 2003’deki Irak işgaline karşı kurulan Savaşı Durdurun Koalisyonu’nun başkanlığını yürütmüştü. Jeremy Corbyn 12 Eylül darbesi sonrasında cuntanın insan hakları ihlallerini eleştirmiş, 2010 yılında İstanbul’da yapılan Avrupa Sosyal Forumu’nda Küresel BAK’ın bir toplantısında konuşmacı olmuştu. Blair ve Cameron korktu Corbyn ve sol kanadın zaferine tepki, hem İşçi Partisi hem de muhazafazakarlardan geldi. Eski başbakan İşçi Partili Tony Blair, “paralel gerçekliğin yarattığı bir Alice Harikalar Diyarı” diyerek Corbyn’i eleştirdi. Şimdiki başbakan muhafazakar James Cameron, “İşçi Partisi artık ulusal güvenliğimiz, ekonomik güvenliğimiz ve ailenizin güvenliği için tehdit oluşturmaktadır” diyerek Corbyn’in solcu politikalarından duyduğu endişeyi dile getirdi.


RÖPORTAJ

‘DEVLET CİZRE HALKINA ZULÜM YAPTI!’

5

BARIŞ İÇİN OYLARIMIZ HDP’YE

Demirtaş ve HDP milletvekilleri abluka altındaki Cizre’ye yürüdü.

Yaklaşık altı haftadır tırmanan savaşın gerekçesi ne olursa olsun, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu savaşı kendi çıkarları için de kullanıyor. Savaşın gerekçesi ne olursa olsun, Erdoğan ve AKP liderliği, MHP ve devletin tüm unsurlarıyla elele vererek, HDP’nin 80 milletvekiliyle seçim barajını tarumar etmesinin intikamını da aradan çıkartmak istiyor. Kürt halkının neredeyse blok olarak HDP erafında kenetlenmesine tahammül edemediler. Bu kenetlenme hem Erdoğan’ın başkanlık hayallerini suya düşürdü hem de AKP’nin tek başına iktidar olmasını engelledi. Bir yandan savaş sürerken bir yandan da kirli pazarlıklar devletin içinde devam ediyor. Bu yüzden bize, ana akım bir barış kampanyası lazım.

Cizre’de savaşın getirdiği yıkım.

Cizre’de 9 gün boyunca aralısız

sokağa çıkma yasağı uygulandı. Siviller katledildi. Yasağın kalktığı gün sokakları dolduran on binler Cizre halkının her şeye rağmen dimdik ayakta olduğunu gösterdi. Sosyalist İşçi olarak son 10 gündür neler olduğunu Cizre’de yaşayan Harun’la konuşuk.

Harun: Yaşanılanları az çok medyadan takip etmişsinizdir. 4 Eylül Cuma akşamından itibaren sokağa çıkma yasağı ilan edildi burada. Hiçbir şekile kimse dışarı çıkamıyordu. Cudi ve Sur başta olmak üzere belli başlı mahalleler özellikle baskı altındaydı. Dediklerine göre hendek kapatmak istiyorlar. Söyledikleri şey bu. Ama tamamen sivillere yönelik bir operasyondu. Öldürülenler şu, bu değil sadece si-

villerdi. 21 sivil, bebeklerden, 7’den 70’e dün defnedildiler çoğu. Parmak kadar, 35 günlük bebek de vardı aralarında. Onun dışında diyaliz hastası olanlar, kalp hastaları hiçbir şekilde sağlık sorunlarını karşılayamadılar. Hastaneler zaten kapalıydı. Polis ablukası altındaydı. Şehre giriş çıkışlar kapalıydı. Ne kimse girebiliyordu ne de kimse gidebiliyordu. Yani tamamen, bildiğiniz savaş. Başka ötesi bir şey yok. 9 gün devam ettik böyle. En son dün akşam da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Aldığımız duyumlara göre bu böyle devam edecekmiş. Sosyalist İşçi: Sokağa çıkma yasağı tekrar ilan edildikten sonra neler yaşandı? Harun: Halk zaten böyle bir şey bekliyordu. Şaşırmış değildi. Ama halkın

bu süre zarfındaki temel ihtiyaçları, elektrik, su, gıda tam olarak temin edilmiş değildi. Şimdi yine yasak ilan edildi. Zaten bekleniyordu ama o ihtiyaçları gideremediler. Sosyalist İşçi: Batı’daki kamuoyuna ne söylemek istersiniz? Harun: Batı’da yaşayanlara ne desek sesimizi duyuramıyoruz. Basın her şeyi çarpıtarak yazıyor zaten. Halkın ne olduğunu, neler yaşandığını, devletin sivil halka neler yaşattığını görmesini istiyoruz. Operasyonların ne adı altında başladığını ve kimlerin zarar gördüğünü görmelerini istiyoruz. Maalesef çarpıtarak haber yapıyorlar. Devletin Cizre halkına nasıl bir zulüm yaptığının görülmesini istiyoruz. Bilen zaten biliyor ama herkesin bilmesini istiyoruz.

BARIŞ İÇİN BİR CÜMLE” Sosyal medyada başlayan “barış için bir cümle kampanyası” çok sayıda insanın katılımıyla ilerliyor. Aşağıda bazı cümleleri derledik: -“Bulutlar dağıldığında,uçsuz bucaksız mezarlıklar ve utanç kalır. #Barışa ses ver.” (İlkay Akkaya) -“Tüm savaşlar iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir.” (hAyAlet) -“Barış milyonların ağız dolusuyla güldüğü bir özlemdir.” (Hasan Ali) -“Bu kin ve nefret nereye kadar. Nereye kadar bu ölümler. Sen bensin ben de senim...” (Vera) -“Hiçbir dilde ağıt yakmamak için en güzel kelimdir #barış.” (Tarık Öden)

Bu yüzden, ölümlerden bezen, savaş, çatışma istemeyen herkesin katılabileceği bir barış kampanyası için hızla örgütlenmeliyiz. Ve bu yüzden, güncel barış kampanyası, savaşın arkasında dönen dolaplara, kirli pazarlıklara karşı, siyasi tercihini de belirginleştiren bir kampanya olmalıdır. Bugün, hem barış kampanyası hem de seçim kampanyasını aynı anda yapmalıyız. Barış ve seçim iç içedir. 1 Kasım seçimleri, bu nedenle Türkiye tarihinin en büyük barış eylemi olmalıdır. HDP oyları, savaş iklimine karşı çıkanların, barışı arzu edenlerin, devletin tüm kademeleriyle desteklediği ırkçı ve milliyetçi saldırıları gerçekleştirenlerin önüne set çekmek için çok önemli bir fırsat. Barışı bir fırsattan bir gerçeğe dönüştürmek için 1 Kasım’da oylarımız HDP’ye. Barış için sokakta mücadele, sandıkta HDP!

NE İSTİYORUZ? 1. Önce barış! 2. Geçici Güvenlik Bölgesi uygulamasına son verilsin! 3. Kürt siyasetçilere, aktivistlere yönelik tutuklama dalgasına son! Tutuklananlar serbest bırakılsın! 4. Cizre’de hukuk dışı uygulamaların sorumluları, insanları öldüren güvenlik görevlileri görevden alınsın ve haklarında yasal işlem başlatılsın. 5. Müzakere süreci yeniden başlatılsın! 6. Abdullah Öcalan’la görüşmelerin önü açılsın.


6 GÜNDEM

KARA 7/9 EYLÜL’ÜN FAŞİST TERÖRÜ DU Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Dolmabahçe mutabakatından beri adım adım çözüm sürecini yok etmeye yönelik hamleleri, 20 Temmuz’da Suruç’ta gerçekleşen katliamın ardından doğrudan savaşa evrildi. 2015 yazının ikinci yarısı, devletin Ortadoğu politikasında Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarını engellemeye yönelik değişimle birlikte, Kuzey Kürdistan’da da çatışmalar ve ölümlerle geçti.

AKP’NİN SAVAŞI MHP’YE YARIYOR

Eylül ayının başında Dağlıca ve Iğdır’da asker ve polislerin öldürülmesinden sonra ise, devlet baskısına, faşistlerin sokakta ırkçı linç girişimleri örgütledikleri günler eklendi. Katliam talep ettiler 7-9 Eylül günleri, HDP bürolarına ve Kürtlere yönelik saldırılarla geçti. 400’e yakın HDP bürosu saldırıya uğradı, onlarcası yakılmak istendi. Faşistler bazı yerlerde yol keserek kimlik kontrolü yapıp Kürt avına çıktılar. Kürt illerine giden otobüslerin camları kırıldı. Kırşehir’de sahibi HDP’li diye bir kitabevi yakıldı. Birçok yerde Kürt esnafların işyerlerine saldırıldı. İstanbul’da Kürtçe konuşan bir genç ülkücüler tarafından katledildi. Sosyal medyada peşmerge kıyafetiyle paylaşım yapan bir Kürt yurttaş, komşuları tarafından dövüldükten sonra zorla Atatürk büstü öpmek zorunda bırakıldı. Saldırılar ilk başta irili ufaklı milliyetçi grupların çağrılarıyla gerçekleşirken, 8 Eylül akşamı, Ülkü Ocakları’nın her ilde “eylem” çağrısı yapmasıyla, faşist bir kalkışmaya dönüştü. İstanbul’da ırkçıların Mecidiyeköy’den Beşiktaş’a yürüyüşünde “Operasyon değil katliam istiyoruz” sloganları atıldı. Devlet destekli Türkiye’de faşist hareketin devletin desteği veya onayı olmadan sokağa çıktığı pek görülmemiştir. Son yaşananlarda da birçok yerde polislerin ırkçılara yardım etmesi, bir yandan saldırıları desteklerken bir yandan da gerginliğin yükselişine “kontrollü” olarak izin vermesi, bu dalganın devletin ve hükümetin HDP’yi zayıflatma planının bir parçası olarak geliştiğini gösteriyor. Zaten faşistler Batı’da saldırıyorken Kürdistan’da da devlet Cizre’yi abluka altına alıp bebekleri öldürüyordu. Tayyip Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve Bahçeli ise olayları ancak saldırılar durulduktan sonra “tasvip etmediklerini” dile getirdiler. MHP aradığı zemini buldu MHP, 2013 yılında çözüm süreci başladığında bunu “bölünme süreci” olarak tanımlayıp 8 ayrı

Ülkücüler tarafından yakılan HDP genel merkezi.

şehirde ırkçı mitingler düzenlemeye kalkışmıştı. Bunlar oldukça sönük geçmişti. Bugün ise savaşın yeniden başlaması, MHP’ye bunun bir “ihanet” süreci olduğunu anlatmaya olanak veriyor. Tayyip Erdoğan, PKK’nin çözüm sürecini silah depolamakla geçirdiğini söylediğinde faşistlerin argümanları güç kazanıyor. Dağlıca ve Iğdır gibi ölümlerin arttığı, anaakım medyanın hükümetin savaş politikalarının arkasına dizildiği ve herkesin HDP’ye saldırdığı bu ortamda, faşistler de sokakları terörize etmelerini sağlayacak uygun fırsatı yakalamış oldular. MHP Nazi partisidir! Bütün bunlarda, özellikle Gezi sürecinden beri ama öncesinde de, MHP’yi “AKP karşıtı” muhalefetin bir parçası olarak göstermeye çalışan, Mansur Yavaş ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nu destekleyen “basgeç”çilerin, ulusalcı solun da payı var. MHP’nin meşrulaşma çalışmalarına katkıda bulundular. Aynı zamanda, savaşı AKP’nin değil PKK’nin başlattığını yalanlarla savunan ve Kürtlere yönelik yüz yıllık devlet argümanlarını tekrar eden AKP’lilerin de olup bitenlerde payı büyük. Sosyalist İşçi’nin yıllardır anlattığı MHP analizinin doğruluğu, son dönemdeki faşist saldırılarla apaçık ortaya çıktı. MHP, diğer burjuva partilerinden farklı, bir yandan “saygın” siyasetin bir parçası gözükmeye çalışırken diğer yandan Kürtleri, Ermenileri, Alevileri, LGBTİ bireyleri, kadınların özgürlüğü için mücadele edenleri, örgütlü işçi sınıfını ve tüm ezilenleri ezmek için sokak çeteleri oluşturan paramiliter bir yapıdır.

Faşizme karşı mücadeleye! Türkiye’de birleşik bir antifaşist cephenin oluşturulamaması, bu ideolojik kafa karışıklığından, tüm burjuva partilerine ve devlete de “faşist” demekten, MHP’yi doğru analiz edemeyip ona karşı mücadeleyi ayırt edememekten kaynaklanıyor. Son dönemdeki saldırılar yalnızca Kürtlere değil, demokrasi, özgürlük ve eşitlik isteyen herkese yöneliktir. Buna karşı, emek örgütlerinin etrafında, faşizme karşı mücadele etmek isteyen herkesi kapsayacak geniş bir miting örgütlenmelidir. Böylesine bir kitlesel gösteri, bizim tarafımızın gücünü gösterecek ve sokaktaki milliyetçi havayı temizleyecektir. Yeniden barış yeniden HDP! Son dönemdeki terör dalgasını durdurmaya fayda sağlayacak bir diğer etken ise 1 Kasım seçimlerine giderken HDP’ye oy isteyen yaygın bir kampanya inşa etmek. Tüm saldırılara rağmen HDP’nin oylarını koruması ve artırması, savaş tamtamlarını çalanlara atılacak en büyük tokat olacaktır. HDP’ye 7 Haziran’da oy veren 6 milyon kişiyi umutsuzluk ve korku ortamından kurtaracak, Kürtlere Atatürk büstü öptüren mağara adamlarının etkisini kıracak, Kürt sorununun kökenleriyle birlikte savaşın niçin devam ettiğini ve neden bitirilmesi gerektiğini anlatacak inatçı bir kampanya, MHP’nin beslendiği zemini kurutacaktır.

Çözüm sürecinin durdurulması, savaş ve katliam politikalarının hayata geçirilmesi, MHP’ye arayıp da bulamadığı fırsatı sunuyor. Ergenekon’la uzlaşan, Harbiye’de subaylara “aldatıldık” diyen ve Doğu Perinçek’le el sıkışan Tayyip Erdoğan, Kürtlere karşı kurduğu bu kirli ittifaklarla, askeri vesayetle mücadele döneminde siyasetin dışına itilen TSK’ya güç veriyor. Bununla birlikte Devlet Bahçeli de sıkıyönetim çağrısı yaparak fiili darbe koşullarının oluşacağı bir durum için cesaret topluyor. MHP’nin beslendiği bataklığı kurutmanın yolu çözümü ve Kürt halkının özgürlüğünü savunmak. Türkiye devletinin bölgesel çıkarları ve Kürt düşmanlığı üzerine kurulu savaşı durdurmak ve AKP’yi geriletmek.


GÜNDEM

N ARDINDAN URDURALIM BİZ DAHA KALABALIĞIZ! MHP, savaş ve çözümsüzlük ortamında fırsat kollayarak sokaklara on binlerce kişiyi döktü. Faşist kadrolar milliyetçi havadan yararlanarak Kürtlere karşı terör estirdiler. Ancak unutmamak gerekir ki, daha üç ay önce, 6 milyon kişi, yıllardır “teröristbaşı” olarak lanse edilen Abdullah Öcalan’ın isteğiyle kurulan, Kürt halkının barış ve eşitlik taleplerini savunan HDP’ye oy verdi. Kürt hareketi, 2011 genel seçimlerinde aldığı oyu ikiye katladı. Öte yandan, Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” dediği, AKP’nin

HDP’ye savaş açtığı dönemlerde dahi, Türkiye toplumunun üçte ikisi çözüm sürecini destekliyordu. Türkiye toplumunu son 10 yıldır şekillendiren dinamikler barıştan ve demokrasiden yana. Kürt sorununda savaştan bıkan ve devletin argümanlarına ikna olmayanların sayısı çok daha fazla. Bu geniş kesimi sokağa dökmeli ve barış isteyenlerin daha fazla olduğunu devlete de faşistlere de hatırlatmalıyız. Irkçılığa karşı mücadele aynı zamanda barış mücadelesidir.

“Kim yaptı” tartışması

Ülkü Ocakları, HDP bürolarına saldırıları gerçekleştirenlerin AKP’ye yakın Osmanlı Ocakları olduğunu söyledi. Ulusalcı AKP karşıtları sevinçle bu açıklamanın üstüne atladı. Osmanlı Ocakları “Biz yapmadık paralel yaptı” dedi. AKP medyası ise bir yandan baştan aşağı vandallık olan ırkçı gösterileri “teröre tepki” diye sevinçle duyurdu, bir yandansa saldırılar nedeniyle “aşırılıkçıları” suçladı. Ülkede estirilen milliyetçi havayla, faşistlerin düzenlediği gösterilere başka partileri destekleyenler, Osmanlı Ocakları, şehit yakınları dernekleri,

ADD vs. gibi irili ufaklı yapılar da katılmış olabilir. Bazı yerlerde eylemleri CHP’nin ve Ergenekon uzantısı TGB’nin düzenlediği biliniyor. Ancak her yerde eylemlerin ve saldırıların başında bozkurt işareti yapan ülkücü faşistler vardı. Gösterilerde “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla “Alpaslan Türkeş’in askerleriyiz” sloganları birbirine karıştı. Ulusalcıların AKP karşıtlığının milliyetçi bir zemine yaslanması, MHP’yi aklayan argümanların dolaşıma sokulmasına katkı sağlıyor.

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

JEREMY CORBYN NEYİ GÖSTERİYOR? Jeremy Corbyn’in ana muhalefet partisi başkanlığına seçilmesi, sadece İngiltere’de değil, genel olarak Avrupa’da heyecan yarattı. Ama belki de en çok beni heyecanlandırdı! “Kanka” demek biraz abartılı olabilir, ama Corbyn’le tanışıyoruz. Aynı odada yatmışlığımız var! Benim odamda. İstanbul’da. O zamanlar annemin evinde kalıyorum. Tek yatak var. Çilteyi yere koydum, “Yatak senin, yerdeki çilte benim” dedim. Kabul etmedi, “Yatak senin” dedi. On dakika tartıştık, sonunda kazandı ve yerde yattı. Yıllardan 2002 ve Corbyn İngiltere hükümet partisinin (Tony Blair’in İşçi Partisi’nin) en solcu iki milletvekilinden biriydi. George W Bush, İkiz Kuleler saldırısından sonra Irak’ı işgal etmekle tehdit ediyordu. Bütün dünyada savaş karşıtı bir hareket yükselirken, biz de burada kolları sıvamıştık. Önce Ekim ayında Kadıköy’de bir barış konferansı düzenledik. Ardından, 1 Aralık günü için büyük bir gösteri yapma kararı aldık. Ve Irak’ta Savaşa Hayır Koalisyonu’nu kurduk. Herhalde Türkiye tarihinin en geniş koalisyonu oldu: tam 159 kurumu ve sayısız bireyi bir araya getirdi. Irak savaşına Blair’in de katılacağı belli olduğu için, gösteriye İngiltere’den birini getirmeyi düşündük. İlk akla gelen isim Corbyn’di, çağırdık, geldi. Miting alanında Corbyn’in sahneden konuşmasını polisler engellemeye çalıştı. “Niye?” dedik. “Yabancı” dediler! Milletvekili olduğunu anlatıp ikna ettik herifleri. Corbyn, kendi hükümeti aleyhine çok sert bir konuşma yaptı. Akşam da annemin evinde yattık. Şimdi İşçi Partisi başkanlığına seçilmesi, üstelik solculuğundan hiçbir ödün vermemişken parti tabanının yüzde 60’ının oyunu alarak seçilmesi ilginç. Aday olacağını ilan ettiğinde, belli sayıda milletvekilinin onu aday göstermesi gerekliydi ve bu sayıyı bulması mümkün değildi. Bazı milletvekilleri, politikalarını destekledikleri için değil, “demokrasi iyidir” diye düşündükleri için aday olabilmesini sağladı. Zaten kazanma şansı yok diye düşünüyorlardı. Kazanabileceğinin düşünülmemesi ve kazanmış olması iki şeyi gösteriyor. Birincisi, Avrupa sosyal demokrasinin ne kadar sağcılaşmış olduğu. Kamu hizmetlerini savunan, zenginlerden daha fazla vergi almak isteyen, savaşa, nükleer silahlara ve NATO’ya karşı olan bir adam, “çok aşırı solcu” olarak görülüyor, kazanamaz deniliyor. Nitekim, partinin önde gelen birçok milletvekili Corbyn’in gölge kabinesinde yer almayacağını hemen ilan etti. Parti içinde Corbyn’e karşı darbe yapılması ihtimali hemen tartışılmaya başlandı.

“ÜLKÜCÜLER DEĞİŞTİ” YALANI

Yıllardır ısrarla, Devlet Bahçeli’nin ülkücüleri “sokaktan çektiği” ve bu anlamda MHP’nin geçmişinden koptuğu anlatılır. Faşistlerin gerçek rolünü gizleyen bu argümanlar, her seçim

öncesi Kürtlere yönelik saldırılara, üniversitelerde belli dönemlerde tırmanışa geçen faşist teröre rağmen yeniden ve yeniden piyasaya sürülür.

7-9 Eylül’de yaşananlar, faşist partide bir değişim olmadığını, Ülkü Ocakları’nın vahşi bir çete olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Oysa Corbyn’in görüşleri 20-30 yıl öncesinin klasik sosyal demokrat görüşlerinden başka bir şey değil. İkincisi, biri çıkıp “yettiniz be, bu memlekette ciddi bir sol muhalefet gerek” dediği anda, her şey değişiveriyor, sağ konsensüs dağılıveriyor, insanlar heyecana geliyor. Yeter ki “yettiniz be” çığlığı bir kere duyulsun.


8

SOSYALİZM

MARX’IN KAPİTALİ:

KANINIZDAN BESLENEN VAMPİRLER

Ruth Lorimer ilk kez 14 Eylül 1867’de basılan Marx’ın dev eseri Kapital’de kapitalist sistemin iç işleyişini nasıl ortaya çıkardığını açıklıyor.

Türkiye’de son yılların en önemli işçi mücadelesi, büyük otomotiv fabrikalarında gerçekleşti.

Baş yapıtı olan Kapital'de Karl Marx kapitalizmin anlamını

açıklamaya çalıştı. Bunun nedeni yalnızca bilimsel merakı değil, kapitalizmin tam olarak anlaşılmasının kapitalizmden kurtulmaya yardım edeceğine inanmasıydı. Ana akım, ekonomiyi statik ve değişmeyen bir sistem olarak kabul eder. Buna karşın Marx, kapitalizmi tarihsel bir sistem olarak görür - her zaman var olmuş bir sistem değildir ve sürekli gelişmektedir. Marx kapitalizmin örgütlü toplumun daha önceki ve çok farklı yollarından nasıl ortaya çıktığına bakar. Böyle yaparak, kapitalizmden yeni bir tür toplumun nasıl ortaya çıkabileceğini gösterir. Marx tarafsız bir gözlemci gibi davranmamıştır - insanın sömürülmesine karşı duyduğu ahlaki infial değerlendirme boyunca net bir şekilde ortadadır. Kapitalizm altındaki fabrika sistemini, çalışanların hayatını yok eden "bir mekanik canavar" olarak tarif etmiştir.

Marx'ın Kapital’deki başlangıç noktası, kapitalizm altında ve daha önceki sistemlerde üretim şeklinin ayırdedici özelliğinin ne oldugunu sormasıdır. Yanıtı ürettiğimiz hemen her şeyin bir ticari mala - alınacak ya da satılacak bir şeye- dönüşmesidir. Kapitalizm altında üretim, malların piyasada satılması için yapılır. Ama bu ticari malların değerini ne belirler? Altının alüminyumdan daha değerli olduğu gerçeği hak-

kında iki kez düşünmeyiz, ama daha mı faydalı? Değer malın ne kadar faydalı olduğuna göre değil, üretiminde ne kadar iş gücü kullanıldığına göre belirlenir. Tabi ki makineler ve hammadeler de üretimde kullanılır. Ancak bunlar en başta makineleri üreten ve hammadeleri çıkaran iş gücünün ürünüdür. Marx'in deyimiyle "ölü iş gücü" ile "yaşayan iş gücü" - yeni mallar üretmek için şimdi çalışanların iş gücü- birleştirilmelidir. Marx kapitalizmin yüzeyde insan kontrolünün dışında, kendi kuralları olan bir sistem olduğunu, ama aslında çalışmasının insanların faaliyetlerinin bir sonucu olduğunu -ve bu nedenle de değiştirilebileceğini göstermiştir. "Mal / meta fetişizminin" - cansız objelerin bizi domine etmesi durumunun- esrarlı bir hale bürünmesi sürecinin paranın gücü ile en yüksek seviyesine vardığını görmüştür. Marx devam eder ve sorar, eğer değer iş gücünden kaynaklanıyorsa, tüm işi yapan insanlar neden toplumun en zenginleri değil? Üretim araçlarının - fabrikalar, çağrı merkezleri, petrol çeteleri- kapitalistler tarafından sahiplenilmiş olması nedeniyle, iş kapasitelerini veya "iş güçlerini" kapitalistlere satmazlarsa insanların çoğunun çalışamayacaklarını açıklar. Ama iş gücümüz ürettiğimizle değil, üretime katılanlarla değerlendirilir - herhangi bir mal gibi. Ücretiniz basitçe hayatta kalmanıza ve her gün işe geri dönmenize yetecek kadardır.

Yarattığınız değerin geri kalanına veya "artık değere" patronunuz tarafından el konur. Kapitalizmin muhteşem dolandırıcılığı budur - işçi sınıfının kapitalist sınıf tarafından sömürülmesi. Marx daha sonra kapitalistlerin kendi aralarındaki ilişkiyi değerlendirir - her biri bir diğeri ile yarışan "düşman kardeşler çetesi." Kapitalistler zenginliklerini biriktirmek zorundadırlar, yoksa rakipleri tarafından yarışın dışına itilirler, işsiz kalırlar. Sömürü patronların seçmeyebileceği bir yol değildir - bir ölüm kalım gerekliliğidir. Ve birikim süreci topluma yayılacak şekilde koordine edilmez: yatırım kâr getirecek yerlere yapılır. Haklın neye ihtiyacı olduğunun bir anlamı yoktur. Kapitalizmin dinanizmi ve krizlere olan eğiliminin arkasında birikim için yapılan bu kör sürüş yatar. Üretimin plansız anarşisi, krizlerin kapitalizmin sürekli tekrar eden bir özelliği olduğu anlamına gelir. Kapital'i okumak göz korkutucu görünüyor, ancak Marx'ın argümanlarının netliği ve zengin tarihsel detayları okumayı çok sürükleyici hale getiriyor. Kapital toplumu değiştirme savaşında -üretimi ve işçi sınıfını toplumun tam kalbine koyan - güçlü bir silah. Kapitalizmin, bu çürümüş sistemin devrilmesi için gereken gücü nasıl yarattığını ortaya koyuyor. Çeviri: Ayça Sezer


SINIF MÜCADELESİ

BİR YILDA 800 BİN YENİ İŞSİZ AKP’nin “Yeni Türkiye” anlatısında

önemli yer tutan ekonomik büyüme, yerini hükümet sözcülerinin deyimiyle “geçici kriz” ve “patinaj” durumuna bıraktı. Geçtiğimiz bir yılda on binlerce işçi yoksulluğa isyan ederek eyleme geçerken, işsizlik de son bir yılda önceki dönemlere göre önemli ölçüde arttı.

İŞKUR tarafından Ağustos ayı itibariyle açıklanan rakamlara göre İŞKUR’a kayıtlı resmi işsiz sayısı son bir yılda 783 bin 914 kişi artarak 3 milyon 219 bin 934’e çıktı. Bu, %32’lik bir artış anlamına geliyor. Sadece İŞKUR’a kayıtlı olarak iş arayanların oranı ise son bir yılda 865 bin 444 kişi artarak 5 milyon 350 bini aştı.

Asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu ve milyonlarca kişinin bu gelirle geçinmek zorunda kaldığı Türkiye’de, milyonlarca kişi de işsiz. AKP’nin kurmayları ise “İş var ama beğenmiyorlar” şeklindeki klasik sağcı argümanlarla işçilere ve yoksullara saldırıyor.

İŞ BIRAKMA EYLEMLERİ DEVAM EDİYOR

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞÇİ SINIFI VE IRKÇI SALDIRILAR Irkçı saldırılar işçi sınıfını atomize eder, moralini bozar, geriletir, birliğinin dağılmasına yol açar. Son günlerde faşist gruplar tarafından Kürt işçilere yönelik çeşitli ırkçı saldırılar yapılıyor. Bir yandan hükümet savaş politikaları izlerken, diğer taraftan faşist çeteler ırkçı gösteriler düzenleyip Kürt işçilere saldırıyorlar. Giresun’da fındık işçilerini taşıyan araçlar ırkçı saldırganlar tarafından devrilmeye çalışıldı, araçların camları kırıldı, işçiler yaralandı. Aydın Nazilli’de inşaat işçileri ırkçı saldırıya uğradı, işçiler kenti terk etmek zorunda kaldı. Ankara Beypazarı’nda, Antalya’da, Mersin’de Kürt mahallelerine saldıran ırkçılar arabaları ve evleri yaktı. Olaylarda iki kişi öldürüldü çok sayıda insan yaralandı. Yine Türkiye’nin birçok kentinde Suriyeli mültecilere yönelik saldırılar sürüyor. Sürmekte olan iç savaş Suriye ve bölge halklarının güvenli yaşam hakkını tamamen ortadan kaldırdı, Türkiye’ye doğru yoğun bir mülteci akımı yaşanmasına neden oldu. Türkiye’nin hiçbir “statü” tanımadığı Suriyeli mültecilerin hemen tamamı “kayıt dışı” çalışıyor. Mülteci işçiler başlarını sokabilecekleri bir yer ve karınlarını doyurabilecekleri bir iş için kendilerine sunulan bütün şartları kabul etmek zorunda kalıyorlar. Kürtlere, Suriyelilere ve diğer mültecilere yapılan saldırılar sadece saldırıya maruz kalanları etkilemiyor. Evlerinde televizyon başında olayları izleyen geniş kalabalıklar saldırıların psikolojik etkilerine maruz kalıyorlar, faşizmin kitle tabanı oluşturulmaya çalışılıyor.

Aksaray Meram Elektrik işçileri insanca ücret için mücadelede.

n Meram Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi (MEDAŞ) işçileri, Kırşehir, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Karaman ve Konya’da eşzamanlı olarak iş bırakarak aldıkları kölelik ücretlerinin yükseltilmesini istedi. Şirket bir grup işçiyi kovdu. n İzmir’in Bayraklı ilçesindeki bir gökdelen inşaatında mekanik tesisat işinde çalışan 52 işçi, ücretlerinin gasbedilmesini protesto ederek iş bıraktı. Eylem üzerine işçilerin alacakları dağıtıldı ve direniş sona erdi. n Üç aydır alamadıkları maaşları için direnişlerini sürdüren Pamsan işçileri, haklarını istemek için patronun ofisine girince gözaltına alındı. n Gebze Organize Sanayi Bölgesi'nde bulunan IFF Aroma Esans Sanayi ve Ticaret A.Ş.'de Tek Gıda-İş’e üye olan 2 işçinin işine son verilmesinin ardından başlayan direniş MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

KORKU DEĞİL UMUT HDP binaları, Kürtleri, esmerleri, gazete merkezlerini hedef alan 400’den fazla saldırıyı MHP’nin sokak gücü ve askeri örgütlenmesi Ülkü Ocakları yaptı. Yalnız değildi. Küçük bir kısmı AKP’nin MHP’ye paralel örgütü Osmanlı Ocakları tarafından gerçekleştirilirken, İP’ten CHP’ye ulusalcı partilerin en ırkçı unsurları da bu saldırı dalgasına katıldı. Önce sıkıyönetim talep et, ardından koşullarını oluştur. Saldır, kır, dök, yak, öldür, katlet. Sonra biz yapmadık de, başkasının üzerine at. 1970’lerden beri ülkücü faşist hareket, provokasyon ve çatışma ortamını hazırlamak için yaptığı her hamlede

sürüyor. n Bartın Amasra’da Hattat Holding’e ait HEMA Taş Kurumu İşletmesi’nde taşeron şirket DENFA bünyesinde çalışan 510 işçiden 400’ünün, ücretlerin yasal düzenlemelere aykırı biçimde eksik ödenmesi ve Toplu İş Sözleşmesi süresinin uzatılmaması nedeniyle başladığı grev devam ediyor. n Ankara Polatlı’da bulunan ORS’de baskılara ve işçi kıyımına karşı başlayan direniş kısmi kazanımlarla sonlandırıldı. İşten atılan 30 işçi geri aldırtılamadı. n Büro Emekçileri Sendikası (BES) Memur-Sen ve hükümet arasında imzalanan 2016-2017 toplu sözleşmesine karşı 15 Eylül’de, işyerleri önünde eylemler yapacağını duyurdu. - Metal grevleri sonrası Arçelik LG’den kovulan işçilerin direnişi 70. gününü geride bıraktı. aynı taktiği kullandı. Kullanırlar çünkü bu taktik tutuyor. Ülkü Ocakları, Türkiye genelinde tüm militanlarını aynı saatte sokağa çıkma çağrısı yaptığı, HDP genel merkezinin ülkücüler tarafından yakılışı İMC TV ‘de canlı verildiği halde, bugün bir çok solcu, demokrat ve antifaşist bu saldırıları ‘ülkücü kılığına girmiş AKP’liler’ yaptı diye düşünüyor. Irkçı saldırıların sorumlusu elbette Erdoğan ve AKP. Savaşla Ergenekon ve MHP’nin güçlenmesinin ortamını yarattı. Toplumu kışkırttılar ve ırkçı saldırılara zemin hazırladılar. Saldırıları ise, her zamanki gibi, MHP gerçekleştirdi. Yasallık kılıfına girmeyi çok iyi bilen ülkücü faşistlerin üzerine gidilmediği, teşhir edilmedikleri, cezasız bırakıldıkları, ortalama bir demokraside kapatılmasına neden olacak insanlık düşmanı faaliyetlerine göz yumulduğu için, Batı’da yalnız yakaladıkları Kürtlere Atatürk büstü öptürme cüretini gösteriyorlar. Her sosyalistin, antifaşistin görevi faşist MHP’yi emekçi

Krizle birlikte, işçi sınıfının dağınıklığı ve örgütsüzlüğü sebebiyle, kazanılmış sosyal ve demokratik haklara saldırılar daha da artıyor. Milliyetçilik, şovenizm, militarizm ve ırkçılık tırmandırılıyor. Sendikalar ise bütün bu gelişmelere karşı etkili bir duruş sergileyemiyor. Kürt ve Suriyeli işçilere yönelik faşist ve ırkçı saldırıların artmış olması, bir taraftan işçileri bölmenin, diğer taraftan, bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, kapitalistler için iş gücü maliyetlerini düşürerek, daha fazla kar etmenin koşullarını yaratıyor. Ne işsizliğin, ne yoksulluğun, ne de savaşın sebebi Kürt veya Suriyeli işçiler değildir. Bütün bunların sebebi sömürgeci kapitalistlerdir, onların bölge politikalarıdır. Artan ırkçılığın karşısına dikilmek, etnik farklılıkların işçi sınıfını bölmesine izin vermemek devrimci sosyalist işçilerin görevidir. Bu görev yerine getirilemezse işçi ve emekçi sınıfların var olan kazanımlarını bile kaybetmesi yakındır. sınıflar ve toplumun geniş kesimlerinin gözünde teşhir etmektir. Nasıl bir teşhir? Devrimci parti, büyük emekçi yığınları devrim fikrine kazanmak için aralıksız olarak siyasi gerçekleri teşhir eder. Buna ajistasyon denir. Türkiye’de solun geniş kesimleri (gelenek böyle olmadığı halde) ajistasyon değil acıtasyon yapıyor. Aktivistlerin, sosyalistlerin, ezilen ve direnen kesimlerin mücadelelerini temel almak yerine teşhir, umutsuzluk, karamsarlık, korkutma üzerinden yapılıyor. Faşizm, karamsarlığın hakim olmasıyla güçlenir. Çünkü umutsuzluğun hareketidir. ‘Her şeyin hiç bu kadar kötü olmadığı, günden güne daha da kötüye gittiğini’ tekrarlamakla emekçi sınıflar mücadeleye ikna edilemez. Ne 12 Eylüldeyiz ne 90’larda. Aşağıdan mücadele çok şeyi değiştirdi. Ajitasyonumuzun temelinde korku değil kazanımlarımızdan doğan umut var.


10 KİTAP-FİLM-MEKTUP

TÜRKİYE’DE FAŞİST HAREKETİN TARİHİ ÜZERİNE BİR KAYNAK

MEKTUPLAR KAMP ARMEN’LE DAYANIŞMAYI BÜYÜTELİM Yüz yıllık adaletsizliğe inat Kamp’ın Ermeni Halkı’na

16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilere ülkücüler bomba ve silahlrla saldırmış, 7 öğrenci hayatını kaybetmişti. MELTEM ORAL

1991’de yayınlanan ‘Devlet, Ocak, Dergâh’ faşist hareketin karakterini ve tarihini anlamak açısından faydalı bir kitap. 12 Eylül öncesinde temel motivasyonu anti-komünizm olan Türkiye’deki faşist hareket mevcut devlet yapılanmasını karşısına almak yerine misyonunun devletin bekasını korumak olduğunu söyleyerek her zaman onunla ilişkili oldu. Devlet bürokrasisinin içinde yer aldı, kadrolaştı. Katliamların, suikastlerin, saldırıların bizzat faili oldu ve devlet tarafından korundu. Hareketin liderliği ‘fikrimiz iktidarda’ diye darbeyi selamlasa da 12 Eylül ülkücü faşistlerin tabanında bölünmelerin başlangıcı oldu. ANAP gibi merkez sağ partilere veya İslamcı örgütlere doğru kan kaybeden faşist hareketin yeniden toparlanmasını 90’lı yıllarda Kürtlere uygulanan savaş politikaları sağladı. Faşistlere

göre ‘Kürt yoktur’ ve varlığını iddia etmek ‘komünist-haçlı’ planıdır. Alevi, Ermeni, sendikacı, sosyalist vb. herkes de bu kapsama girer. Türkiye’deki yaygın ve bir o kadar yanlış kanıya göre MHP artık saldırgan olmayan, herhangi bir merkez sağ parti. Hatta HDP bürolarını yakanların MHP’yle ilgisi olmadığını söyleyenler bile var. Bahçeli ve MHP’nin resmi açıklamalarının sokaktaki saldırganlığın parçası olmadıklarına dair kanıt olduğunu düşünenler bu kitabı okursa MHP’nin tarihinin inkâr edilen katliamlar tarihi olduğunu görecektir.

iadesinin talep edildiği direniş mekanı, Kamp Armen’de direnişin 128. günü ikinci faşist saldırı yaşandı. Önceki saldırı tam da direnişin 100. gününde gerçekleşmiş ve ardında yoğun bir dayanışmayla bir anlamda sürekli kalan direnişçileri rahatlatmıştı. Gündeme, savaştan ve Cizre’deki ablukadan dolayı girememiş olan ikinci saldırı ise öncekine göre kat ve kat daha az dayanışmacıyı Kamp’a çekti. Oysa bu saldırıda saldırganlar direnişçileri “Kafanıza sıkarız” gibi bir ifadeyle açıkça tehdit etti ve tehlikenin sürdüğüne dair Kamp Armen Dayanışması’ndan tüm kamuoyuna açıklama geldi. Saldırının hemen ardından, 129. gecede ise Kamp’ta 10 kişi nöbet tutarken hemen yanıbaşımız Tuzla’da faşistler Kürtlere düşmanlıklarını sergilemek için bir kez daha sokaklara çıkmışlardı. Kamp Armen aktivistleri olarak uzun süre sonra ilk defa insana bu kadar muhtaç hissettik. Kamp’ın içinde de dışında da geri iadesini talep eden insanlara ihtiyaç var. 24 Saat nöbetteyken sen gelmezsen kendimizi bir adım daha tehlikede hissediyoruz. İdil Ügüt

Faşist hareket ‘ehlileştirilemez’. Ancak kitlesel bir mücadele ile ezilebilir. MHP ve Ülkü Ocakları kapatılmalıdır. n Devlet, Ocak, Dergâh: 12 Eylül’den 1990’lara Ülkücü Hareket, Tanıl Bora / Kemal Can, İletişim Yayınları, İstanbul, 599 sayfa.

SİNEMA: OTORİTE VE KÖPEK DİŞİ KÜRŞAT GÜNGÖR

Hiç tanıdık geliyor mu her gün ayrı bir motivasyonla bugün ne öğrenmemiz gerektiğini anlatan, anlattıklarının çoğu yalandan ibaret olan ve tüm bunları sırf kendi iktidarını sağlamlaştırmak için yapan bir ‘’baba-erkek‘’hükümran’’ figürü? Ya da bu yalanların benimsenmesi yüzünden kendine güvensiz şekilde yaşayan çocuklar, yetişkinler, ‘’tebaa’’? Ayrıca size cinselliği nasıl yaşamanız gerektiğini söyleyen bir otorite ve bunun içinde kadın cinselliğinin bastırılması ya da hiç yaşanmaması da tanıdık geliyor mu? Ya da çevrenizdekilerle aslında hakkınız olan için hep bir yarış içinde olmanız? Veya yeni edinilen bilgiler karşısındaki şiddeti ve sert tutumları nereden hatırlıyoruz biz? Köpek Dişi filminde tüm bunları kapitalist devletin yapıtaşı olan aile içinde izliyoruz. Film kurduğu başarılı sosyolojik imgelem ile izlediklerimizin sadece bir aile olmadığını da anlatıyor ve genel anlamda filmin bir devlet ve otorite eleştirisine dönüştüğünü anlayabiliyoruz. Ayrıca yönetmen direniş üzerine düşünmemizi istediği sahnelerle baskı ve iktidarın olduğu her yerde direnişin de olacağını hatırlatıyor. Gerek Rocky filminin bir sahnesiyle farkediliyor eylemin zamanı gerek ev telefonunun ucunda başka bir sesin duyulmasıyla. Köpek Dişi’nin yapımı Yunanistan krizi ve direnişlerinin

SOSYALİST İŞÇİ’Yİ DÜZENLİ OLARAK OKUMAK İÇİN BİZİ ARAYIN

ilk yıllarına tekabül ediyor aynı zamanda. Öyle çok büyük bütçelerle de çekilmiş bir film değil zaten fakat başarılı sinematografisi ve naratif yapısı ile günümüz dünya sinemasında kendine saygıdeğer bir yer edindi. Artık Yorgos Lanthimos’un adını Theo Angelopoulos ve Costa Gavras kadar sık duymaya başladık. Eğer sert ve metaforik bir devlet teşhirine hazırsanız Köpek Dişi’ni kaçırmayın. n Kynodontas (Köpek dişi) Yönetmen: Yorgos Lanthimos 2009 Yunanistan imdb: 7.2

Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 arşivimiz: Akhisar 05443270445 www.sosyalistisci.org Üniversiteler 05397980171


GÜNDEM

IRKÇILIĞIN BİRİNCİ HEDEFİ MÜLTECİ KADINLAR güvencesi yaşamak zorunda bırakılıyor. Kadınlar toplumsal cinsiyet ayrımından dolayı büyük çoğunlukla bir birikimleri olmadan yani parasız göç etmek zorunda kalıyor. Evli ya da aileleri ile birlikte değillerse bu onları cinsiyetçiliğin bir sonucu olarak iki kez korumasız bırakıyor ve her yerde her türlü saldırıya açık hale getiriyor. Sadece Türkiye’de de değil, tüm dünyada mülteci kadınlar aynı tehlike ve zorluklarla karşı kaşıya.

Geçen hafta Suriyeli 32 yaşındaki

Dila Hüdra, Bursa’da imam nikâhlı yaşadığı eşi tarafından 2 yaşındaki çocuğunun gözleri önünde 20 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Öldürülme sebebi yine kıskançlık krizi olarak izah edildi. Polis katil kocayı yakaladı, ancak cezalandırılma ve mahkemede sunulacak argümanları davanın ilerleme sürecinde göreceğiz.

Dila Hüdra Suriye’de Esad’ın halkına karşı açtığı savaştan çocuğu ile kaçarak gelmiş genç bir kadın. Türkiye’nin mültecilik statüsünü kabul etmemesinden dolayı tüm mülteciler güvenliksiz bir ortamda yaşamak zorunda kalırken kadınlar için gündelik hayatta bu süreç daha da zor. Savaşın en büyük mağdurları yine kadınlar. Mülteci kadınlar ırkçılık ve linç kampanyalarının birinci hedefi olmanın yanında gündelik hayatta her gün taciz ve tecavüz ile karşı karşıya. Mültecilerin yoğun yaşadığı yerlerde yaşı, medeni durum gibi kriterlere bakılmaksızın kadınlar en üst yetkililerden kapı komşularına kadar herkes tarafından taciz, tecavüz ya da şiddete uğruyor. Savaşın

ilk günlerinden bu yana özellikle mülteci kadınların durumları ile ilgili kampanyalar, şikâyetler ve hukuki süreçler işletilmeye çalışıldı. Ancak devletin mülteci politikaları, Suriyeli mültecilere yönelik ırkçılığı körükleyen açıklama ve uygulamaları hukuki süreçleri de işlevsiz hale getiriyor. 1 milyondan fazla Suriyeli kadın Türkiye’de misafir adıyla korumasız ve

Ancak dünyada giderek büyüyen ve güçlenen ırkçılık karşıtı hareketin kazanımları mülteci kadınların daha güvenli yaşamasının da bir güvencesi anlamına geliyor. Mültecilere karşı devlet destekli ırkçılık ve ayrımcılık halkların dayanışması ile yeniliyor. Egemenlerin ırkçı politikalarının meşruluklarını yitirmesi başta kadınların olmak üzere bu politikaların hedefinde olan herkes için büyük bir kazanım. Mültecilerle dayanışma hareketini büyütmek dünyanın dört bir yanındaki mültecilere güven vermenin yanı sıra mülteci kadınlara da güven verecek ve örgütlenmelerinin, mücadelelerinin önünü açacaktır.

11

YOKSULLAR ÇALIŞIYOR ZENGİNLER YİYOR Dünya finans sisteminin krizi sürerken Türkiye’de de zengin ve yoksul arasındaki uçurum her geçen gün derinleşiyor. 2011’e kadar ekonomi büyüme rekorları kırmış, şirketlerin cirosuysa yüzde 22 oranında artmıştı. Yoksullarsa büyümeden pay alamadı. Son üç yıldır da Erdoğan’ın ittiraf ettiği gibi ‘ekonomi patinaj yapıyor’. Zenginlerle yoksullar arasındaki gelir adaletsizliğini anlamak için boş cüzdanlarımıza veya banka borçlarımıza bakmak yeterli ama devletin resmi rakamları da aynı şeyi söylüyor. Türkiye İstaistik Kurumu (TÜİK) rakamlarına göre nüfusun en yoksul yüzde 10’luk kesimi olan 7,5 milyon insan toplam gelirin sadece yüzde 2,5’unu bölüşmek zorunda kalırken en zengin 7,5 milyon gelirin yüzde 29,7’sini alıyor. Türkiye ekonomisinde söz edilen büyüme tüketime dayalı. Yoksullarsa herhangi bir şey tüketecek gelire sahip değil. TÜİK rakamlarına bakınca kimlerin tükettiği açığa çıkıyor. Yoksulların tüketim ‘çılgınlığına’ sahip olma şansı yok. Milyonlarca insan yaşamı sürdürebilmek için gerekli olan 9 temel ihtiyaç maddesinden en az dördünü karşılayamıyor. Gelir uçurumunun yarattığı sosyal adaletsizlik derinleşiyor. Ama buna mecbur değiliz. Yoksulların emeğiyle zenginliğini arttıranlar dünya nüfusunun küçük bir azınlığı. Yaşamak için çalışmaktan başka şansı olmayan milyonların mücadelesiyle bu adaletsizliği parçalayabiliriz.

İKLİME UYUMLU KENTLER MÜMKÜN

nı ile 175 bin ton karbondioksit salınımından kurtaracak ve 20 bin Abu Dabi evinin elektriğini sağlayacak. Masdar’da şimdiden binlerce kişi yaşıyor. 2025 yılında, projenin tamamlanmasıyla da 50 bin kişi bu şehirde yaşayacak.

NURAN YÜCE

Abu Dabi’nin 17 km güney doğusunda Masdar isimli yeni bir şehir kuruluyor. Bu şehrin tüm enerjisi güneş ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanıyor. Her zaman dile getirdiğimiz ‘coğrafi şartlara uygun kentler inşa edilmeli’ talebimiz bu kentte uygulanmış. Binalar birbirine yakın yapılmış. Bu sayede daha fazla gölge alan elde edilirken, insanların rahatça yürüyebilecekleri geçiş alanları oluşturulmuş. Eski Ortadoğu mimari tasarımıyla yapılan evler ve rüzgar türbinleri sayesinde serin hava Masdar sokaklarında esiyor. Bu sayede Masdar dışında hava sıcaklığı 350C’yi gösterirken kentin içinde sıcaklığın 200 C olması sağlanmış. Sudan tasarruf eden şehir Binalardaki soğuk ve sıcak hava geçişini engellemek için hava yastıkları ile oluşturulan özel duvar tasarımları yapılmış. Bu sayede klima kullanım ihtiyacı %55 azaltılmış. Tüm evlerin elektrik ve musluk açma kapama sistemleri otomatik sensörlere bağlanmış. Bu uygulamanın yarattığı tasarruf miktarı ise elektrik tüketiminde

Başka bir şehir mümkün!

%51, su tüketiminde %55 olmuş. Su varlıklarının hızla azalması tüm dünya için önemli bir kriz oluşturuyor. Masdar’da suyu daha tasarruflu kullanma yöntemleri de hayata sokulmuş. Su için tasarlanan geri dönüşüm sistemleri sayesinde, suyun yaklaşık %80’i geri dönüştürülüyor ve tekrar tekrar kullanılabiliyor. Tüm bunlara ek olarak atık su; bitkilerin sulanmasında ve başka alanlarda kullanılıyor. Bu şehirde otomobil kullanımı neredeyse yok. Şehirde yaşayanların ulaşım ihtiyaçları elektrikli araçlarla karşılanıyor. Enerji kullanımında yüksek tasarruflu tekno-

lojiler kullanılırken, enerjinin kaynağı tümüyle yenilenebilir enerjiye çevrilmiş. Yani sadece fosil yakıtların kullanımında değişiklik yapılmamış, aynı zamanda enerjinin daha az kullanımını sağlayan uygulamalara da eşit derece önem verilmiş. Şehrin 10 MW’lık, 220 bin metre kare üzerine kurulu güneş enerjisi tesisi, halihazırda yıllık 17 bin 500 MW saat temiz enerji üretiyor ve 15 bin ton karbon emisyonunu engelliyor. Yine şehrin 150 km güney batısına 2,5 km²’lik bir alanda güneş aynalarının sıralanmış olduğu bir başka tesis mevcut. Bu tesis de 100MW’lık güneş ala-

İklim değişikliğine katkıyı azaltmayı hedefleyen Masdar şehri petrol zengini bir ülkede yapılıyor. Her ne kadar petrol rezervlerinin azalacağı kaygısı ile böyle bir adım atılmış olsa da Masdar şehrindeki uygulamalar bizlere başka bir şehrin mümkün olduğunu göstermesi açısından önemli. Yapmamız gereken ise, G20’ye üye ülkelerin fosil yakıt aramaları için her yıl verdikleri 88 milyar dolar yatırımı, Türkiye’nin fosil yakıt üreticilerine yıllık 1,6 milyar dolara ulaşan teşviklerini, fosil yakıt arama çalışmaları için kamu kaynaklarında aktarılan 500 milyon doları, kömür işletmelerine sağlanan yıllık 400 milyon dolar üzerindeki teşvik miktarlarını sonlandımalarını sağlamak. Masdar gibi şehirleri inşa etmemiz de fosil yakıtlara bağımlı bu kapitalist sistemi yenmemiz de mümkün.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SINIRLAR AÇILSIN AYŞE DEMİRBİLEK

Birleşmiş Milletler 2015 yılını son 25 yılın en büyük mülteci krizinin yaşandığı yıl olarak açıkladı. Devletlerin hegemonya mücadelesi ve güç politikalarının bir parçası olarak başlattıkları işgal ve savaşlar, savaşların yarattığı istikrarsızlık bugün on milyondan fazla insanın yerlerinden edilerek, mülteci, sığınmacı ve göçmen olarak yaşamak zorunda kalmasına neden oldu. Savaşların sürmesi ve dolayısı ile koşulların da giderek zorlaşması her gün daha fazla insanı yaşam alanını terk etmek zorunda bırakıyor. Mülteciliğin uluslararası hukukta ilk tanımı 1951 yılında Cenevre’de yapılan bir toplantı sonrası yapıldı ve Cenevre sözleşmesinin bir parçası olarak kabul edildi. Buna göre mültecilere ekonomik, sosyal ve güvenlik anlamında bulundukları ülkelerde güvence ve eşitlik verileceği tanımlanmaktadır. Ancak ilk günden bu yana devletler bu tanımdaki sorumluluklardan kaçıyor, mültecileri görmezden geliyor, koşullarını zorlaştırarak göç etmeye zorluyor ya da ucuz iş gücü olarak kullanıyor. Devletlerin ikiyüzlü politikaları mülteci, göçmen, sığınmacı ya da “misafir” olarak başka ülkelerde bulunmak zorunda kalan insanları hedef haline getiriyor. Özellikle son yıllarda birçok ülkede yetkililerin açıklamaları sokakta ırkçıların göçmen ve mültecileri hedef almasına neden oluyor. 2014 yılında İtalya’da faşistler tarafından düzenlenen İstilaya Hayır yürüyüşünde “ Deniz kuvvetlerinin gücü mülteci botlarını kurtarmak değil, sınır güvenliğini sağlamaktır” denirken, İngiltere Güvenlik ve Göçten Sorumlu İçişleri Bakan Yardımcısı da “Akdeniz’i aşarak gelmeye çalışan mültecileri kurtarma çalışmalarının sona ermesi gerektiğini ve bunun teşvik edici olduğunu” savunmuştu. Türkiye’de söylemlerin yanı sıra devletin mültecilik statüsünü tanımamak konusundaki ısrarı mültecilerin yaşamlarını daha da güvensiz ve zor hale getiriyor. Yapılan araştırma ve anketler insanların göç etme nedenlerinin başında can güvenliği olduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye’de yaşamak zorunda kalan 2 milyon insanın barınma, beslen-

12 Eylül 2015, İstanbul’da mültecilerle dayanışma yürüyüşü.

me, sağlık, eğitim ve güvenlik haklarını vermemekte ısrar eden hükümetin can güvenliği nedeni ile göç eden ve göç ederken ölen her canın sorumlusu olduğunu görmek gerekir. Sınırlarımızı açtık söylemi ve eylemi yetmez. Sınırları da açın, mülteci haklarını da tanıyın. Devletlerin “güvenlik” politikaları adı altında mülteci karşıtı tutumları ise artık toplumda karşılık bulmuyor. Kapalı olan sınırlar karşılıklı direnişin ve dayanışmanın bir sonucu olarak açılmak zorunda kaldı. Geçtiğimiz hafta 40 ülkede yapılan “ Mülteciler Hoşgeldiniz” eylemleri bir kez daha biz ırkçılık karşıtlarının, savaş karşıtlarının ve enternasyonalistlerin daha güçlü ve daha çok olduğunu göster-

di. Bir günde yüzbinlerce insan devletlerin ırkçı, ayrımcı ve birçoğunda islamafobik politikalarına karşı, ırkçılara karşı meydanları doldurdu. Şüphesiz ki sokakları ve meydanları dolduran şey islamafobiye, ırkçılığa, savaşa karşı verilen ısrarlı mücadele oldu. Bize de bugün kazandıracak olan şey Cizre’den başlayan savaş karşıtı öfkeyi mülteciler ile dayanışmak için meydanları dolduranların mücadelesi ile birleştirmek olacak. Geçtiğimiz hafta İstanbul’da yapılan mültecilerle dayanışma eyleminde Suriyeli sosyalist Yassin Al Haj Saleh’in dediği gibi “ Sığınmacıların haklarının korunmadığı bir yerde, vatandaşların da hakları garanti aldında değildir.”

SAVAŞA DEĞİL MÜLTECİLERE BÜTÇE! Savaşlar milyonlarca insan yerlerinden edilmesine yol açıyor. Afganistan işgali sonrası, kadınları burkalarından kurtarmanın bedeli 2 milyondan fazla yersiz insan. Irak işgalinde demokrasi götürmenin karşılığı 4,5 milyon insanın yerlerinden edilmesi oldu. Şimdi de Esad’ın Suriye halkının diktatörlük karşıtı ayaklanmasına karşı başlattığı savaşın sonucu olarak, şu ana kadar 4 milyondan fazla insan mülteci, sığınmacı ya da “misafir” olarak başka yerlerde yaşamak zorunda. Devletlerin iki yüzlüğü ise sürüyor. İşgal ve savaşlar karşısında hemen ittifak açıklamaları yapan, yıllardır ölümlere sessiz kalan birlikler bugün tüm bu sorumluk-

larından arınmışçasına bir yandan sayı pazarlıklarına girerken bir yandan sınır güvenliklerini arttırma tedbirlerine gidiyor. Toplam nüfusu 508 milyon olan AB ülkeleri 160 bin mültecinin ülkelere dağıtılmasından bahsediyor. Oysa sadece Suriyeli mülteci sayısı 4 milyondan fazla ve bu rakam toplamın %5’i bile değil. Mültecilerin ihtiyaçları için 4,5 milyar dolara ihtiyaç var. Oysa su anda mülteciler için sadece 1,7 milyarlık kaynak ayrılmış durumda. Birleşmiş Milletler resmi sitesinde yer alan bu rakamlar karşısında üye ülkeler sessizliklerini koruyor. Oysa dünyanın 2014 yılında savunmaya harcadığı miktar 1.5 trilyon dolardan fazla oldu.

MÜLTECİ STATÜSÜ TANINSIN! Türkiye’de Suriyeli sığınmacı sayısı 4. yılında 2 milyonu geçti. Türkiye 2 milyon insanı “misafir” adı altında, 4 yıldır mültecilik statüsü vermeden, barınma, çalışma, eğitim ve hiçbir sosyal halk vermeden yaşamak zorunda bırakıyor. Türkiye 1951 Cenevre sözleşmesine “coğrafi sınırlama” ile taraf oldu ve Avrupa dışından gelenleri mülteci olarak tanımıyor. Mülteci statüsü insanlara barınma, çalışma, eğitim ve sosyal haklar konusunda eşitlik ve güvence vermektedir. Milyonlarca insana bilerek bu hakkı vermeyenler kıyıya vuran çocuk cesetlerinin sorumlularıdır. Devletlerin güvenlik, kalkınma ve sınır politikaları bugün milyonlarca insanın göç yollarında ölmesine neden olmakta.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.