DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
550
20 Ocak 2016 2 TL. sosyalistisci.org
SUC, OLAN SAVASI , SAVUNMAK
BARISIN , YANINDAYIZ ELİ HALİGUA HOLOKOSTU VE ANTİSEMİTİZMLE MÜCADELEYİ ANLATIYOR sayfa 5
CHRİS HARMAN AKADEMİK BİLİNMEZCİLİĞİ ELEŞTİRİYOR: YENİDEN LENİN sayfa 8
JUDİTH ORR ‘DİREN KADIN’ FİLMİNDEKİ MÜCADELEYİ YAZDI sayfa 10
ANIL YÜKSEL: HES TEMİZ ENERJİ DEĞİLDİR
sayfa 11
2
GÜNDEM
İŞSİZ SAYISI ARTIYOR BARIŞ CEPHESİ Barış İçin Akademisyenler (BAK) bildirisi, cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından hemen hemen nefret söylemiyle hedef tahtasına konuldu. Özellikle Erdoğan, “cahil”, “karanlık” ve “alçak” gibi sıfatlar kullanarak akademisyenleri öyle öfkeli bir şekilde hedef gösterdi ki, onun bir dediğini iki etmeyen yargı telaşla harekete geçti. Davutoğlu ise ne zaman mikrofon bulsa, akademisyenlerin imzalarını geri çekmeleri gerektiğini söylüyor. Cumhubaşkanı ve başbakan, farkında olmadan, bir barış cephesini inşa etti. Akademisyenlerden avukatlara, sinemacılardan edebiyatçılara, gazetecilerden taraftar grupları na her kesimden barış yanlıları akademisyenlerin imzaladığı metnin başlığını kullanarak destek açıklaması yaptı: “Bu suça ortak olmayacağız.” Şimdi görev, kendiliğinden oluşan bu barış cephesini, daha da güçlendirmek. Aynı zamanda eylem de yapan, büyük kalabalıkları harekete geçiren bir platform olarak örgütlemek. İşçi örgütlerinin desteğini almak ve “Bu suça ortak olmayacağız” diyen sendikaların sayısını artırmak böyle bir barış cephesinin kurulması için ilk adım olarak görülmeli.
NEO-FAŞİST TEHDİT Devletin kolluk güçleri içinde kadro bulamayan ülkücülerin mafyalaşması, devletle bağlarının koptuğu anlamına hiçbir zaman gelmedi. 90’lı yılların ünlü kontrgerilla subayı Veli Küçük, görev yaptığı Sakarya çevresindeki ülkücü mafyayı Kürt işadamlarına yönelik suikastlarda kullandı. Küçük’ün devşirdiği ülkücülerden biri de Sedat Peker’di. Bu ikili arasındaki ilişki Ergenekon davası ile açığa çıktı. Ergenekon yapılanması içinde yer alan çok sayıda kişi ile birlikte Küçük ve Peker de tutuklanmıştı. Ancak, AKP liderliği kendisine karşı açılan 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının üzerini örtmek için, bu soruşturmaları yürüten savcı ve hâkimlerin geçmiş bütün uygulamaları gibi Ergenekon davası da itibarsızlaştırdı. Çok sayıda eli kanlı katil ile birlikte Küçük ve Peker de serbest bırakıldı. Sedat Peker, serbest kalan diğer Ergenekonculardan farklı olarak Erdoğan ile çok yakın görüntü veriyor. Yahudi düşmanı-ırkçı İHH Başkanı ile birlikte cumhurbaşkanının huzuruna çıkan Peker, Erdoğan’a olan sevgisini her fırsatta dillendirdi. Bir taraftan da kendisine artık dokunulmayacağını bildiği için, Erdoğan’ın savaş politikalarına karşı barış mücadelesi veren kişileri açıkça tehdit etmeye başladı. 10 Ekim’deki IŞİD katliamından önce Rize’de yaptığı Erdoğan’a destek mitinginde oluk oluk kan akıtma tehditleri savurmuştu. Erdoğan’ın hainlikle suçladığı akademisyenlere karşı “kanlarınızla duş alacağız” dedi. Erdoğan, Kürt halkına karşı sürdürdüğü savaşta sivil / üniformalı bütün ülkücülerin desteğini almaya çalışacak. Son dönemde yaptığı “kanlı” açıklamalarla bu güruhu kontrol etmeye çalışan Sedat Peker, mevcut pozisyonu ile ciddiye alınması gereken bir faşist figürdür. Bize düşen ise işlediği tüm insanlık suçlarının hesabını vermesi için yeniden yargılatmak ve hapse gönderilmesini sağlamak. Bu, barış mücadelesinin kazanmasıyla mümkün olacak.
KEMAL BAŞAK
TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketi Eylül 2014 dönem sonuçlarına göre resmi işsiz sayısı, bir önceki döneme göre 537 bin kişilik artışla 3 milyon 64 bin olarak, resmi işsizlik oranını yüzde 10,5’e ulaştı. Bu sayılara umudu olmadığı için ya da diğer nedenlerle son 4 haftadır iş arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olduğu halde yukarıdaki nedenlerle işsiz sayılmayanlar dahil edildiğinde gerçek işsizlik oranı yüzde 17,5’a, işsiz sayısı da 5 milyon 549 bin kişiye çıkıyor. Bu verileri Türkiye’nin çalışma şartları ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. Avrupa Birliği ülkeleri ile kıyaslandığında Türkiye’deki haftalık çalışma süresi 12 saat daha fazladır ki bu fark 5 kişinin yapacağı işin Türkiye’de 4 kişiye yaptırıldığını gösteriyor. Sermaye sahibi sınıfın bütün taleplerini yerine getiren hükümet, işsizlik sorununa da onların çıkarıları doğrultusunda bakıyor. İşveren çevrelerinin taleplerini Ulusal
İstihdam Strateji Belgesi ile programlaştıran AKP iktidarı, işsizliği çözmek için yoğun çalışma koşulları altında, daha esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerini, taşeron çalışmayı yaygınlaştırmayı; kıdem tazminatını fona devrederek ortadan kaldırmayı; kölelik bürolarını hayata geçirmeyi hedefliyor! İşsizlikle mücadeleyi, çalışma koşullarını kötüleştirerek, ücretleri düşürerek çözmeye çalışan bu anlayışın varacağı yer yeni Soma, Mecidiyeköy, Ermenek kazalarıdır. İşsizlikle mücadele, işçi sınıfının mücadelesinden ve taleplerinden ayrı olarak düşünülemez. Bunun için işçi sınıfının gelir kaybı yaşanmaksızın haftalık çalışma süresinin 35 saate düşürülmesi, ücretli izin süresinin 1 aya çıkarılması, sendikal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, taşeronlaşma ve kayıt dışı istihdam engellenmesi, kadın istihdamının artırılması ve işgücü piyasalarındaki cinsiyetçi uygulamalara son verilmesi şeklinde özetlenen talepler için birlikte mücadele etmeliyiz.
GÜNDEM
GELİR DÜŞÜYOR Geçtiğimiz hafta AKP’nin 20162018 yıllarındaki ekonomik hedeflerini belirleyen Orta Vadeli Program (OVP) açıklandı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in pespembe bir mutluluk tablosuyla açıkladığı iyimser verileri, aslında Türkiye ekonomisinin küçüldüğünü açık bir şekilde ortaya koyuyor. Yakın zamana kadar kişi başına düşen milli gelirin 10 bin doları aştığını iddia eden AKP önde gelenleri, bu kez tükürdüklerini yalamak zorunda kaldı. Gerçek rakamın şu anda 8 bin dolar civarında olduğunu itiraf ettiler. Gerçekte işçiler ve emekçiler bakımından bugün telaffuz edilen 8 bin dolar rakamı da bir aldatmacadan ibaret. Yeni asgari ücretin bile hatırı sayılır bir şekilde üstünde olan bu meblağ, işçilerin büyük kısmı için ulaşılamaz durumda. Öte yandan, asgari ücrete yapılan artış bir an bile vakit kaybedilmeden geri alınmaya başlandı. Başta elektrik, su ve ekmek olmak üzere, temel ihtiyaç maddelerinin büyük kısmına zam yapıldı. OVP’deki işsizlik hedefi ise ekonominin gerçek durumunu ortaya koyuyor. Buna göre işsizlik oranı 2016’da % 10,2, 2017’de % 9,9, 2018’de % 9,6. Yani AKP çift haneli işsizlik oranını kabullenmiş durumda. Çift haneli işsizlik oranları, giderek artan bir travmaya dönüşecektir. 2016 yılı için belirlenen enflasyon hedefi olan % 7,5 da aslında büyük bir balon. Şu anda bankaların verdiği faiz oranı bile %10 civarında seyrederken, gerçek enflasyonun bunun daha da üstünde olduğu çok açık.
EMEKÇİLERE SALDIRI!
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
GERÇEKTEN BARIŞTAN YANA MISINIZ? Bazı gazeteciler gerçekten çok can sıkıcılar. PKK’nin Çınar’da yaptığı saldırıda sivil ölümleri, özellikle bebek ve çocuk ölümleri, arayıp da bulamadıkları fırsatı vermiş gibi hemen saldırıya geçtiler. “Haydi buna ne diyorsunuz” dediler, sanki bebek ölümlerini benimseyen birisi olabilirmiş gibi aramızda, Çınar saldırısına ses çıkartılmamış olmasına veryansın edip, solun şiddetle arasına koymayı başaramadığı sınır çizgisinden söz etmeye başladılar. Bebek ölümlerini barışı savunanların önüne getiriyorlar. Hiç utanmadan, hiç sıkılmadan!
AKP hükümetinin ekonomik hedeflerini kapsayan Orta Vadeli Programı açıklayan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, "Kıdem tazminatıyla" ilgili bir soruya şöyle karşılık verdi: "Kıdem tazminatı olsun, iş gücü piyasası reformunun tamamı olsun, bunlar hakikaten Türkiye için önemli reformlardır. Tabii ki bütün kesimlerle istişare içerisinde, elimizden geldiğince uzlaşma içerisinde bu reformları hayata geçirmek istiyoruz ama bu ülkede istihdamın artması lazım, bu ülkede bütün işçilerimizin kıdem tazminatı hakkının garanti altına alınması lazım. Ben bu konuyu bu çerçeveden görüyorum." İşçi sınıfının kazanılmış hakkı olan kıdem tazminatına saldırılar, uzun bir süreden bu yana sürüyor. Kıdem tazminatının bir fona devredilmesi, daha açık bir ifadeyle ortadan kaldırılmak
istenmesi sendikaların sert tepkisi sayesinde uzun süredir uygulamaya konulamamıştı. Asgari ücrete sağladığı artış karşılığında patronlara kıdem tazminatı kolaylığı getirmeyi vaat eden AKP, reform adı altında kıdem tazminatını fona devretmeyi bir kez daha deneyecek.
Vicdanını yitirenler ancak, çocukların ölümünün üzerinden bir kaç saat geçmeden, “Haa, ne diyorsunuz bebek ölümlerine” diye sorabilir.
İşçi sınıfına yönelik bir diğer saldırı ise "Özel İstihdam Büroları Yasa Tasarısı" adı altında gerçekleştiriliyor. Bu, ‘geçici çalışma ilişkisi’ adı altında işçilerin iş güvencesinin tümüyle ortadan kaldırılacağı bir işçi kiralama sistemi demek. Reform adı altında yeni bir ekonomik bir saldırı! Bu tasarı kabul edildiği takdirde, belli bir süre için kiralanan işçinin işine, süre bitiminde işveren tarafından kolaylıkla son verilecek. Yani iş güvencesi kavramı tarih olacak.
Biz, binlerce barışsever, çocuk ölümlerini, savaşta sivillerin öldürülmesini, kimsenin kuşkusu olmasın ki kınıyoruz. Sürece hiçbir dahli olmayan insanların yok edilmesini, körleşmiş bir şiddetle savaş kurallarına uyulmamasını, kimsenin kuşkusu olmasın ki, eleştiriyoruz.
GIDA FİYATLARI ÇILDIRDI 2015’in aralık ayında bir önceki yılın aynı ayına göre gıda fiyatları yüzde 1,30 oranında arttı. Yıllık artış ise yüzde 14,02 oranına yükseldi. Balık fiyatlarındaki artış ise yüzde 22,12’ye ulaştı. Türkiye'de gıda fiyatları baş döndürücü bir hızla artarken, dünyada durum bunun tersi bir seyir izliyor. Etten buğdaya kadar bütün gıda maddelerinin fiyatları ciddi oranlarda düşme eğilimi içinde. AKP hükümeti tarımı tümüyle gözden çıkarmış durumda. Gerek sulama projeleri, gerekse tarımsal teşvik projeleri tümüyle durduruldu. Hükümet tarım faaliyetlerine yatırım yapmak yerine, AVM'lere yatırım yapmayı tercih ediyor. Kürtlere yönelik savaşı tırmandırması ise yatırımların tarım ve gıda üretiminden silaha ve savaşa kayacağı anlamına geliyor.
HAFTANIN IRKÇISI KANLA YIKANMAK İSTEYEN MAFYA LİDERİ Geçen yıl Kasım ayında yapılan tekrar seçimlerin öncesinde oluk oluk kanlarını akıtmakla seçmenleri tehdit eden faşist mafya reisi Sedat Peker, bu kez de barış için akademisyenler imzacılarını ölümle tehdit etti.
Binden fazla akademisyen tarafından Kürdistan’da yaşanan savaşın ve sivil ölümlerinin durması için bir barış çağrısının imzalanmasının ardından, Kürt halkına açılan savaşın baş sorumlusu Erdoğan ve ekibi tarafından imzacılar “alçak ve hain” ilan edildi, bir kısmı terörle mücadele kapsamında gözaltına alındı. Akit ve benzeri ırkçı gazeteler akademisyenlerin isimlerini çarşaf çarşaf yayınlayarak, hepsini hedef haline getirdiler. Son zamanlarda Erdoğan’ın sokak çapulculuğunu yürütmekle görevli faşist mafya lideri Sedat Peker de, akademisyenleri kanlarını oluk oluk akıtmakla ve kanlarıyla duş almakla tehdit etti. Binden fazla insanı açıkça ölümle tehdit eden ve hakkında ancak iki gün sonra laf olsun diye soruşturma açılan faşist Sedat Peker, bu performansıyla haftanın ırkçısı oldu.
Utanma duygusu kalmayanlar, yüzü artık bir daha asla kızaramayacak olanlar Çınar’da öldürülen çocukları, “kimden daha fazla insan öldü, çocuk öldü” yarışmasına malzeme yapabilir.
Biz devlet aklayıcıları gibi değiliz. Devletin her eylemini meşru göstermek için teoriye, gazeteciliğe, tarihçiliğe, akademisyenliğe takla atlatanlar gibi değiliz. Fakat, her fırsatta “PKK’yi eleştirsenize, ama haydi eleştirsenize, çabuk eleştirsenize” diye yüksek sesle bir koro oluşturanların anlamadığı şu: Sorunu çözecek olan, PKK’yi eleştirmek, kınamak değil. Bunun sorunu çözeceğini düşünsek, bizzat örgütlenip 70 milyonun PKK’yi eleştirmesini sağlamak için çabalarız. Ama bu sorunu çözmez. Bu sorunun çözülmesi için batıda yaşayan barışseverlerin atması gereken adım değil. Biz, oylarımızla ancak Türkiye’de seçimlere katılıyor ve siyasi manzaranın oluşmasına katkıda bulunuyoruz. Bu nedenle, biz, seçtiğimiz, seçim sürecinde aktif yer aldığımız, yasalara uyması için mücadele ettiğimiz, bize başbakanlık yapan, bize cumhurbaşkanlığı yapan, bize meclislik yapan yapıları uyarabiliriz. Bizim muhatabımız devlet ve hükümettir. Yasaları koyan, vergileri toplayan, yargıyla, eğitimle, güvenlikle birinci dereceden ilişkili olanlara seslenmek zorundayız. Bunun nedeni her hangi bir şiddet eylemini savunmamız değil, ancak devlet şiddetinin hesabını sorma yeteneğine, o da kitlesel mücadelelerle ancak sahip olmamızdır. Bunun bir başka nedeni daha var ama şovenizm ve sosyal şovenizmi bırakalım eleştirmeyi, eleştirenleri anlamaları dahi mümkün olmayan devlet âşıklarının kavraması mümkün değil. Türkiye’de yaşayan bırakalım sosyalist olmasını, her hangi bir demokratın temel görevi Türk milliyetçiliğine karşı olmaktır. Memlekette demokrasi olup olmayacağını, milliyetçiliğin gerileyip gerilemediği belirler. Örgüt eleştirilerinin ise milliyetçiliğin geriletilmesiyle hiçbir ilgisi olamaz.
4
DÜNYA
DAVOS’TA TEK GÜNDEM: KRİZ Her yıl devlet başkanlarının ve küresel şirket yöneticilerinin bir araya geldiği Dünya Ekonomik Forumu 20-23 Ocak tarihlerinde Davos’ta yapılacak. 1971 yılında Profesör Klaus Schwab tarafından Avrupalı işadamlarıyla küresel yönetim uygulamalarını ve ABD ile nasıl rekabet edilebileceğini konuşmak amacıyla başlatılan ve yıllar içinde küresel ekonomi çevrelerinin önde gelen isimlerini buluşturan bir platforma dönüşen Dünya Ekonomik Forumu bin büyük şirket yöneticisinin ve kırktan fazla sayıda dünya liderinin katıldığı, toplam 2,500 katılımcıya ev sahipliği yapan bir yapıya dönüştü. Bu yılın en önemli tartışma temalarının ise mülteci krizi, iklim değişikliği ve giderek yükselen faiz oranları olması bekleniyor. Dünya Ekonomik Forumu geçen hafta açıkladığı Küresel Riskler 2016 raporunda iklim krizi birinci sırada yer alan risk olarak belirtilmişti. Küresel riskler içerisinde "kitlesel imha silahları" ikinci, "su krizi" üçüncü, "büyük çaplı zorunlu göç" dördüncü ve "enerji fiyatlarındaki şiddetli şok riski" de beşinci sırada yer aldı. Zengin ve yoksul uçurumu artıyor Dünya liderlerinin toplanacağı Davos Zirvesi'nde yeryüzündeki adaletsiz gelir dağılımına dikkat çekmek isteyen İngiliz yardım kuruluşu Oxfam bir rapor hazırladı. Raporda, zenginlerle fakirler arasındaki gelir eşitsizliğinin artarak devam ettiğini belirten Oxfam, 2016 yılında dünyanın yüzde 1'lik nüfusuna denk gelen 70 milyon kişinin dünyanın geri kalan yüzde 99'undan (Yaklaşık 7 milyar insan) daha fazla servete sahip olacağını açıkladı. Oxfam'ın raporuna göre 62 "süper zenginin" toplam serveti, dünyanın nüfusunun en fakir olan yarısından daha fazla olduğu belirtildi. Dünyanın en yoksul yüzde 50'sinin nüfusu 2010 ile 2015 yılları arasında 400 milyon artmasına rağmen serveti yüzde 41 (1 trilyon dolar) oranında azaldı.
KATİL IŞİD BU KEZ CAKARTA’YI VURDU
Yine aynı zaman diliminde dünyanın en zengin 62'sinin serveti ise 500 milyar dolardan 1.76 trilyon dolara yükseldi. Rapora göre, dünya nüfusunun yüzde 20'si aşırı yoksulluk sınırı olan günlük 1.90 dolar gelir ile yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Söz konusu rakam 1988 ile 2011 yılları arasında neredeyse hiç değişmedi. Servet piramitinin en tepesinde yer alan yüzde 10'lük kesimin gelir düzeyinin bu zaman diliminde yüzde 46 arttığı belirtildi.
Mezhepçi IŞİD’in sehir merkezi saldırılarının son hedefi Endonezya’nın başkenti Cakarta oldu. Geçen hafta Cakarta’da art arda altı ayrı bombalı saldırı düzenlendi. Ardından polis ile silahlı kişiler arasında çatışmalar yaşandı. 5'i saldırgan 7 kişi öldü. IŞİD saldırıları üstlendi. IŞİD internetten yaptığı yazılı açıklamada, saldırıların 'Hilafet'in askerleri' tarafından düzenlendiğini ve hedefinde de 'Haçlı koalisyonunun vatandaşları' olduğunu söyledi. KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
CHARLİE HEBDO: EŞİTLİK Mİ IRKÇILIK MI? Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo geçtiğimiz günlerde “Göçmenler” başlıklı karikatürde Aylan Kurdi’nin kıyıya vuran cesedinin bir balon içinde göründüğü ve yanında “Küçük Aylan büyüdüğünde ne olurdu?” diye sorulduğu bir karikatür yayınladı. Bu sorunun altında da koşarak kaçan bir kadını, elleri açık halde kovalayan iki erkek görülüyor. Karikatürün altında da Fransızca’da arkadan elle tacizde bulunanlar için kullanılan ‘Tripoteur’ kelimesi kullanılarak “Almanya’da tacizci” olabileceği ifade ediliyor. Charlie Hebdo’nun bu karikatürü, Almanya’nın Köln kentindeki yılbaşı kutlamalarında 100’e yakın kadının göçmenlerden oluştuğu belirtilen gruplar tarafından toplu
Çözüm çıkar mı? Dünya Ekonomik Forumu’nda bir araya gelen şirketler ve dünya liderleri bu dünyadaki her tür eşitsizliğin, savaşların, iklim krizinin, mülteci krizinin bir numaralı sorumlusudur. Üstelik 2008’den beri çeşitli aralıklarla devam eden ve giderek düşen petrol fiyatlarının etkisiyle yeniden tetiklenmesi beklenen ekonomik krizden çıkmayı bir türlü beceremeyen şirketler ve dünya liderlerinden dünyanın sorunlarını çözmeleri beklenemez.
Saldırılar, Cumhurbaşkanlığı sarayı ve Birleşmiş Milletler'e ait ofislerin yakınındaki Sarinah Alışveriş Merkezi'nin yakınında gerçekleşti. IŞİD daha önce de Ankara, Paris ve İstanbul’da şehir merkezinde saldırılar düzenlemişti. Bu tür saldırıların önümüzdeki günlerde başka şehir merkezlerinde de gerçekleşebileceği endişesi devam ediyor.
tacize uğramasının ardından geldi. Sondan başlayalım; yukarıdaki sorunun cevabı şu: Charlie Hebdo’nun yukarıda tasvir edilen bu karikatürü ırkçılıktır. Şu anda hayatta olmayan bir çocuğu böylesine aşağılayıcı ve kışkırtıcı bir şekilde resmetmiş olmasının Aylan bebeğin babası dahil olmak üzere milyonlarca insan açısından ne kadar kırıcı, incitici olduğu değildir tek mesele. Düşünce ve ifade özgürlüğünün mutlaklığı hiç değildir. Çünkü düşünce ve ifade özgürlüğü sınırsız bir özgürlük değildir. Mesele karikatürün komik olmaması da değildir. Bu karikatür ırkçıdır çünkü artık hayatta olmayan Aylan bebeğin şahsında bütün göçmenlerin, Arapların, müslümanların tacizci olduklarını ima eder. Hangi amaçla, niyetle yapılmış olursa olsun ima ettiği şey bütün bir etnisiteyi, dini, insan grubunu kapsar. Üstelik derginin bunu Aylan bebeği kullanarak yapması daha da manidardır,
çünkü böylelikle dergi belirli bir kişinin değil, bütün göçmenlerin, müslümanların tacizci olma potansiyeline sahip olduğunu söyler. Bunun adı tek kelimeyle ırkçılıktır. Irkçılık ifade özgürlüğü değildir. Mülteciler hakkında yaratılan sterotipleri mi eleştirmek amacınız? O zaman bu sterotipleri yaratanları eleştirin. Ama daha da önemlisi; Charlie Hebdo ve savunucuları eğer bu kadar radikal eleştiriler getirmeye çok meraklılarsa oklarını, kendi devletlerinin Aylan bebeğin ve daha nicelerinin ölümüne neden olan savaş politikalarına yöneltmelidir. Mesela acaba Fransa’nın Suriye’ye attığı bombalar kaç çocuğun cesedinin Aylan bebek gibi sahile vurmasına yol açmıştır? Kaç çocuk Fransa’da dini inancı, derisinin rengi nedeniyle aşağılanmıştır, camisi yakılmıştır, giydiği kıyafet nedeniyle aşağılanmıştır? Bu soruların cevabı da komik değil ama en azından Charlie Hebdo’ya çok sevdiği radikalliği kazandırabilir belki. Çünkü şu haliyle komik olmadıkları gibi radikal de değiller, sadece ırkçılar.
RÖPORTAJ
5
“ULUS DEVLETLERİN OLDUĞU BİR DÜNYADA IRKÇILIKTAN KURTULAMAYIZ” 27 Ocak Uluslararası Holokost anma günü. Nazilerin milyonlarca Yahudiyi katlettiği, tarihin en karanlık deneyimi bugün devletlerce anılıyor olsa da tüm dünyada antisemitizm ve ırkçılık devam ediyor. Bu hafta Holokost’u ve Türkiye’deki Yahudilerin deneyimlerini Eli Haligua ile konuştuk. Haligua ayrıca, bir süredir anti semitizme karşı yeni bir platform oluşturmak için bir araya gelen grubun içinde yer alıyor. Bu bir araya gelişin ilk meyvesi olan Avlaremoz adlı internet sitesi 22 Ocak’tan itibaren yayına başlayacak. Türkiye’deki Yahudiler için Holokost ne anlam ifade ediyor? Tüm dünyadaki Yahudiler için önemli bir şeyi ifade ediyor. Buradaki Yahudiler için de Holokost son derece önemli. Türkiye'de Kavgam en çok satan kitaplar arasında yer alabiliyorken, hâlâ antisemitizmin yüksek olmasından ötürü, tüm dünyayı Yahudiler’in yönettiği bir de Holokost diye bir yalan uydurduğu kanısı hatırı sayılır bir düzeydeyken, Yahudi soykırımı Türkiye'deki Yahudiler için başka anlamlar da ifade ediyor elbette. Dönemin Türkiyesi ile Nazi Almanyası arasındaki yakın ilişkiler, ekonomik anlaşmalar da unutulmamalı. Nazilerden gemilerle kaçan Yahudilerin Türkiye'ye alınmadığı, gemilerin batacağı bile bile açık denizlere açılmasına zorlandığı unutumamalı. 27 Ocak uluslararası Holokost anma günü. Soykırımı anmak neden önemli? Holokost insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçlardan biri. Holokost sadece Yahudiler için değil, eşçinseller, Romanlar, zihinsel engellilerin de içinde bulunduğu topluluklara karşı işlenmiş bir katliam. Aynı zamanda maliyetine kadar hesaplanan bir sistematikte işlenmiş kan dondurucu bir suç. İnsanlığa karşı işlenen suçları anmak 'Bir daha asla' demek için önemli. Eğer 1915'te gerçekleşen Ermeni soykırımı ile gerçekten yüzleşilebilseydi, bu soykırımda staj yapmış Almanya komutanları belki de Yahudilerin katledildiği Holokost'u gerçekletiremeyecekti. Soykırımı anmak ileride benzer acıların yaşanmasına engel olmak için önemli. Aynı zamanda bunun mağduru toplumların travmalarının iyileşmesi için de önemli bir yüzleşme pratiği. Geçen sene Türkiye Devleti de 27 Ocak’ta ilk defa resmi bir anma icra etti. Ancak 1915 Ermeni soykırımı konusunda inkâr politikaları devam ediyor. Geçmişle hakiki bir yüzleşme nasıl mümkün olur? Geçmişle hakiki bir yüzleşme önce inkârdan vazgeçmekle olur. Türkiye'de resmi bir Holokost anması bütün eksiklerine rağmen yapıldı. Devlet erkanı bildiğimiz gibi. Olabileceği kadarıyla yapıldı. Tabii Türkiye için Holokost anması yapmak daha kolay. Nazilerle o dönem yaşanan yakın ilişkileri saymazsak, Struma gibi 'talihsiz' kararları saymazsak devletin suça direkt iştiraki yok. Onun için yapması daha kolay gibi geliyor. 1915 için ise farklı bir durum var; her ne kadar o dönemde Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış olsa da Ermeni soykırımının kabulü, tazminat başta olmak üzere birçok açıdan Türkiye'yi 'zor durumda' bırakabilir. Gerçek bir yüzleşme inkâr politikalarının son bulması, soykırım gibi büyük bir insanlık suçunun hesabının sorulmasıyla sağlanabilir. İnkârı bitirmek bile büyük bir başarı. Özellikle Avrupa’da Holokost resmi düzeyde tanınıyor, ‘bir daha asla’ sloganıyla anılıyor olmasına rağmen son yıllarda aşırı sağın yükselişi söz konusu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun? Tabii ki ne kadar müze yaparsanız yapın, anma yaparsanız yapın ırkçılığı bitirmiş olamıyorsunuz. Zaten ulus devletlerin olduğu bir dünyada ırkçılıktan kurtulamayız. Genelde kahramanlık ve savaş hikayeleriyle süslenmiş resmi marşların, hep kendi ulusunu yücelten eğitim sistemlerinin olduğu bir düzende en ufak bir ekonomik ya da siyasi krizde suçlular o ulustan olmayan 'yabancılar' oluveriyor. Holokost anması biraz da adet yerini bulsun gibi bir hâl alıyor.
Avrupa'da hâlâ antisemitizm yüksek, hâlâ ırkçılık hakim. İslamofobi ise yükselen akım. Türkiye’deki Yahudiler arasında, senin de parçası olduğun yeni bir girişim var. Bu girişim nasıl bir ihtiyaçtan doğdu, neler yapmayı planlıyor biraz bahseder misin? Avlaremoz adında bir internet sitesi açılıyor. 22 Ocak’ta Türkiye'de SEHAK'ın düzenleyeceği Holokost anmasından bir gün önce. Biraz ona da yetişmeyi amaçladık aslında. Çünkü Türkiye'de antisemitizm oldukça yüksek ve bu tip etkinlikler antisemitizm ile mücadelede önemli bir yer tutuyor. Avlaremoz'un da en temel derdi Türkiye'deki antisemitizm. Avlaremoz'un Türkçe anlamı 'konuşuyoruz'. Aslında bu hem çok fazla konuşmayan, yaşadığı deneyimlerden ötürü konuşmamanın daha hayırlı olduğunu düşünen eski algıya gönderme yapan bir ‘konuşuyoruz’ anlamını hem de çoğulcu bir topluma ulaşmak için özgürce konuşmamız gerektiği anlamını taşıyor. Avlaremoz, Judeo-Espanyol ya da geniş kesimin bildiği Ladino dilinden. Türkiye'deki Yahudilerin kullandığı, bir kuşak sonra muhtemelen ölecek olan bir dil. ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası sağolsun! Türkiye'deki Yahudiler sanıldığı gibi İbranice
değil Ladino konuşurlar(dı). Yapmayı amaçladığımız şey antisemitim ile mücadele ederken bir yandan bu topraklarda yaşayan bir halkın kültürünü de tanıtmak. Aslında birbirimize hiç temas etmediğimiz için önyargılarımız da nefreti körüklüyor. Şu anda var olan Yahudi odaklı yayımlar daha geleneksel, daha tek tip 'ideal' bir Yahudi prototipi üzerinden yürüyor. Biz belki de daha çeşitli seslerin bir arada olacağı daha çoğulcu bir yapıyı kurmanın, sansürün ve otosansürün pek barınamaycağı bir platformu oluşturmanın peşindeyiz. Katkı sunanların büyük bir bölümü Yahudi de değil. Birçok konuda uzlaşmıyoruz da. Temel uzlaştığımız nokta hepimizin antisemitizme, islamofobiye, cinsiyeçiliğe, her türlü ayrımcılığa karşı olmamız ve nefret söyleminden uzak durmamız. Bir de her ay bir dosya konusu belirleyip o konuyu derinlemesine irdelemek istiyoruz. Bu ayın konusu çok sürpriz değil, Holokost. Bence şu anda Holokost ile ilgili bir kaynak olma iddiasına ulaştı bile. Ayrıca güncel haberlerin yer almasını da istiyoruz. Umarım böyle devam edebiliriz. Herkesi siteyi takip etmeye ve katkı sunmaya davet ediyorum. Röportaj: Meltem Oral
6 DAYANIŞMA
BARIŞ İSTEYEN AKADEMİSYENLER SOSYALİST İŞÇİ’YE KONUŞTU! Bülent Somay, Bilgi Üniversitesi: “Barış istiyoruz. Bildirideki katliam kelimesinin kullanımı problemli değildir çünkü zaten orada şu an olmakta olan katliamdır. PKK’nin adından bahsetmiyoruz çünkü ne o benim muhatabım ne ben onun muhatabıyım. Benim muhatabım oy verdiğim seçimle iş başına gelen hükümettir. Onlara durun derim ve barış çağrısı yaparım.”
Canan Şahin, ODTÜ: “AKP hükümeti yürüttüğü savaş politikalarını, devlet geleneğini devam ettirerek ‘teröre karşı haklı bir mücadele’ olarak göstermeye çalışıyor. Kürtlerin siyasi taleplerininin müzakere edilmesi için devleti göreve davet eden batıdaki barış yanlıları tarihin en haince işini yapmış gibi düşmanlaştırılıp hedef gösteriliyorlar. AKP bir taşla iki kuş vurayım derken dünyanın zorba iktidarları listesindeki yerini aldı. Nerdeyse imza kampanyası yapmayan meslek grubu kalmadı. Bugün bu iktidara Ortadoğu, zorbalığın cezalandırılmadığı bir yer gibi görünüyor olabilir. Ama akademisyenlerin girişimi hatırlatmalı ki bazen çok sağlam gördüğünüz iktidarlar iki sayfalık bir listeyle çılgına dönüp panikleyip durdukları zemini kaybedebilirler. Barışı kazanırken sizin de sarıldığınız eski devletin eski metodlarıyla birlikte düştüğünüze şahitlik edeceğiz. Gelecek gerçekleri söyleyenlerin olacak.”
Can Irmak Özinanır, Ankara Üniversitesi: “Önce Ayşe öğretmenin 'çocuklar ölmesin' çıkışı sonra akademisyenler bildirisi batıda barış isteyenlerdeki umutsuzluk havasını kırdı. Bize dönük tehditler, müthiş bir dayanışma dalgasını da beraberinde getirdi. İmza metnini 2 bini geçerken, 40 bine yakın insan biz de bu fikirlerin arkasındayız diye çeşitli imza kampanyaları ve açıklamalarla bize destek oldular. Bunun anlamı çok büyük. Hem Kürtlerin batının bu savaşa sessiz kalmadığını görmesi açısından anlamlı, hem de özellikle taşra üniversitelerinde bu imza sebebiyle problem yaşayanlar için anlamlı. İmzalarımızın arkasındayız. Barış istemeye devam edeceğiz.”
Ferda Keskin, Bilgi Üniversitesi: “Şu anda barış isteyen akademisyenlere karşı hukuki ve hukuk dışı yollarla yürütülen kampanya aslında bir geleneğin aldığı son biçimdir. 60 ve 80 darbelerinden sonra da hedef akademisyenler olmuştu. Ama bu geleneğe rağmen akademisyenler hâlâ doğruyu söyleme cesaretini gösteriyor ve geri adım atmıyor. Bu, özgürlükçü ve barışçı geleneğin baskıcı gelenekten daha güçlü olduğu anlamına gelir.”
Bir vakıf üniversitesinden, hakkında soruşturma açılan öğretim görevlisi: “Kalemim, barış ve vicdan temeline oturttuğum akademisyenliğimin başında, evrensel değerler ve özgürlüğün merkezi olarak inawndığım üniversitenin yönetimi tarafından teröre destek vermekle itham edilerek hakkımda soruşturma açılması, aklımla ve vicdanımla anlayabileceğim bir durum değil. Barışı savunmak, yaşamdan yana taraf olmak ve ifade özgürlüğünü kullanmak, bu kadar kolayca bir linç girişimine dönüştürüldü. Ne yazıktır ki çalıştığım kurumun yönetimi de ifade özgürlüğümü savunmak yerine beni bu linç kampanyasının içinde bırakma yolunu tercih etti. Bu tercihlerin tarihte yerini alacağını ve ama’sız fakat’sız barışı savunan vicdan sahiplerinin karanlığı yararak her şeye rağmen barış tohumları ekmeye devam edeceğini biliyorum. Yaşasın BARIŞ!”
BARIŞI SA SORUMLU Geçtiğimiz hafta 1128 akademisyenin imzasıyla kamuoyuna duyurulan barış bildirisi, aynı gün Tayyip Erdoğan tarafından hedef alınmasıyla birlikte, sıradan bir imza kampanyası olmanın çok ötesinde bir yer edindi. Gündemin birinci sırasına yerleşen bildiriyi imzalayan akademisyenler için, cumhurbaşkanı “aydın müsveddeleri” dedi ve imzacıların “cahil” olduğunu söyledi. Baskılar Erdoğan daha sonraki açıklamalarında birden fazla kez “gereğinin yapılmasını” talep etti. YÖK, “hukuk çerçevesinde gereğinin yapılacağını” söyledi. Bazı üniversiteler, bildiriye imza veren akademisyenler hakkında uzaklaştırma kararı aldılar ve soruşturma başlattılar. Kimi akademisyenlerin kapıları ülkücü öğrenciler tarafından işaretlendi. Birçok kişi tehdit edildi. AKP’li medya, her gün barış talep eden akademisyenleri hedef almaya başladı. Kocaeli ve Bursa’da akademisyenler gözaltına alındı, Bolu’da öğretim görevlilerinin evlerinde arama yapıldı. Milliyetçileri birleştirdi AKP’nin barış isteyen her sesi susturma çabası, diğer milliyetçi siyasetçilerden de destek gördü. MHP’nin führeri Devlet Bahçeli de aydınlara saldırdı. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, akademisyenleri “mütareke döneminin işgal altındaki sözde aydınlarının kalıntıları” olarak niteledi. CHP, ifade özgürlüğünü savunurken, parti sözcüsü Haluk Koç, daha önce Sezgin Tanrıkulu’nun söylediğinin aksine “parti olarak bildirinin arkasında durmadıklarını” ifade etti. Ergenekon uzantısı Doğu Perinçek “vatansız” diyerek akademisyenlere saldırdı. Son dönemde AKP çizgisine yakın duran faşist mafya babası Sedat Peker ise “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” dedi. İktidara borazanı gazeteler, akademisyenler arasında daha önce Ermenilerden Özür Diliyoruz metnine imza atanlarını seçip ırkçılıkla hedef gösterdiler. Dayanışma Ancak bu saldırı dalgası karşısında muazzam bir dayanışma başladı. Çok sayıda öğrenci örgütünün yanı sıra çevirmenler, yayıncılar, gazeteciler, plaza çalışanları, LGBTİ dernekleri, TMMOB, psikologlar, Eğitim-Sen, sinemacılar, hukukçular, tiyatrocular ve daha pek çok meslek grubundan barış yanlıları, akademisyenlere destek için imza kampanyaları başlattı, bildiriler yayımladı. Sol-sosyalist örgütler de barış talebini sahiplenirken, HDP eş başkanı De-
mirtaş akademisyenleri “Türkiye’nin vicdanı” olarak tanımladı. Chomsky, Zizek, Tarık Ali gibi uluslararası aydın ve akademisyenler de Türkiye’deki meslektaşlarına destek için imza topladı. “Yeniden okuyun” dendikçe imzalar arttı Bu dayanışma, Türkiye’de barış isteğinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösterdi. Başbakan Davutoğlu, ısrarla her açıklamasında, yeniden okusalar akademisyenlerin büyük bölümünün metne imza vermekten vazgeçeceğini söyledi. Onca baskıya rağmen, imzasını geri çekenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, yüzlerce akademisyen daha bildiriyi imzaladı ve toplam sayı iki bini aştı. Davutoğlu savaş karşıtı hareketi unuttu Davutoğlu ayrıca, barış isteyen akademisyenlere saldırmak için "11 Eylül'den sonra ABD'de bir bilim adamı terörü meşru kılacak bir açıklama yaptı mı?" dedi. Oysa 11 Eylül sonrası, ABD'nin "teröre karşı savaş"ına hem ülke içinde hem dünyada geniş bir muhalefetin inşa edildiği, tüm dünyada 36 milyon kişinin sokağa çıktığı -gelmiş geçmiş en büyükgösterilerin yapıldığı, bunun sonucunda ABD'nin bütün savaş yalanlarının teşhir edildiği ve bugün örneğin Irak savaşının anaakım medyada dahi "fiyasko" olarak anıldığı bir dönem. AKP’nin kukla lideri bu örnekle neoconlarla ve George Bush’la aynı safta olduğunu da ağzından kaçırmış oldu. Barış isteyenler kazanacak! Çözüm süreci başladığında, toplumun en az üçte ikisi barıştan yana tavır koymuştu. Yaz aylarında çatışmalar yoğunlaştığında, şehit cenazelerinde ilk kez faşistlerin yanı sıra hükümete “barış yanlısı” tepkiler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Türkiye toplumu savaştan ve ölümlerden yorgun. AKP, üç sene önce çözüm sürecine destek veren insanları bugün devletin 30 yıllık “terörle mücadele” safsatalarına tekrar ikna etmek kolay olmadığı için, barış yanlısı her sesi susturmaya çalışıyor. Ancak hükümetin bu politikası iflas edecek. “Operasyon” adı altında yürütülen Kürt kentlerindeki abluka ve katliamlar sona erdiğinde, sorunun çözülmediği, PKK’nin yenilmediği, Kürt halkının örgütlü gücünden bir şey kaybetmediği ortaya çıkacak. AKP, savaşta yaşamını yitiren 50 bin insanın üstüne birkaç bin kişi daha eklemiş olmaktan başka hiçbir şey elde edemeyecek. Barış için Öcalan’la müzakerelerin yeniden başlatılmasından başka bir yol olmadığı bir kez daha anlaşılacak.
AVUNMAK ULUKTUR
DAYANIŞMA
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
VATAN MİLLET SAKARYA VE DEVLET Ulusalcıların siyasî olarak tam nerede durduğunu merak ettiğimde, Aydınlık gazetesine bakarım. Zaman zaman bakmakta fayda vardır zaten. Diğer ulusalcı kaynaklar yanıltıcı oluyor çünkü. Özellikle şu dönemde, AKP’nin otoriterliği zirveye doğru tırmanırken, bu tırmanışa muhalefet eden herkes aynı şeyi söylüyormuş gibi görünüyor bazen. Bir yanda ulusalcı ve milliyetçilerle, öte yanda biz sosyalistler arasında pek fark kalmamış gibi görünebiliyor. AKP karşıtlığının hepimizi bir araya getirmiş olduğu zannedilebiliyor. Ulusalcıların milliyetçiliği, devlete ve orduya düşkünlüğü daha az rahatsız edici gibi hissedilebiliyor. Cumhuriyet gazetesi sanki daha makulmuş, CHP sanki o kadar da kötü değilmiş gibi olabiliyor. O yüzden Aydınlık faydalı bir gazete. Hiç gak guk etmiyor; ulusalcıların gerçekten nasıl bir şey olduğunu en net, en açık şekliyle ifade ediyor. Aramızda hiçbir benzerlik, ortaklık, yakınlık filan olmadığını açık seçik gösteriyor. Örneğin, barış için imza atan akademisyenlerle ilgili Aydınlık başyazısının başlığı şöyleydi: “Akademi vatana ve gerçeklere bağlıdır”. Yazıdaki ara başlık ise, “Vatansız akademisyen olmaz”. Yani üniversitede önemli olan bilim, araştırma filan değil, vatan savunmasıdır. Peki, barış? “Barışın tek güvencesi bugün ulusal devletlerin ve ordularının varlığıdır.” “Ulan, AKP’den ne farkınız var?” diye soranlar olduğunu bildikleri için, “AKP’yle yan yana duruyorsunuz iftirası!” başlıklı bir yazıda şöyle anlatıyorlar: “Bu savaşı ‘AKP’nin Savaşı’ gibi gösteriyor ve ülkenin bölünmesine itiraz eden herkesi AKP’yle yan yana durmakla suçluyorsunuz. Güneydoğu’da verilen kavga ‘savaş’ değil, terörle mücadele...
Kürt halkının uzattığı barış eli, barıda Barış için Akademisyenlerin başlattığı dalga ile tutuldu.
BARIŞ İSTEYEN AKADEMİSYENLERİN YANINDAYIZ! Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin imza kampanyası, hükümetin gerçeklerin duyulmasından, barış sesinin yükselmesinden ne kadar korktuğunu bir kere daha gösterdi. Anaakım medyada duymazdan gelinen çığlığı “çocuklar ölmesin” diyerek dile getiren Ayşe öğretmenin sesi, “bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenlerin sesiyle birleşti.
rınızla duş alacağız” gibi laflar ederek tehdit etti, Kayseri Ülkü Ocakları imzacılardan birini tehdit etti, YÖK’ten gelen talimat üzerine çeşitli üniversitelerde soruşturmalar, mobbing, tehdit ve istifa baskısı yapılmaya başlandı. Herkes bilsin ki, devletin açık ve derin tüm kademeleri tarafından hedef gösterilen akademisyenler yalnız değildir. Dayanışma büyüyor: Plaza çalışanlarından sinemacılara, edebiyatçılardan öğrencilere her gün binlerce imza, barış isteyen akademisyenlerle dayanışmayı yükseltiyor. Barış isteyen herkesin yanındayız. Ayşe öğretmen de, Barış için Akademisyenler de başımızın tacıdır. Kürt halkına dönük savaş politikaları sona erdirilmeli, Kürt halkının hakları iade edilmeli, müzakere masasına geri dönülmelidir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın akademisyenleri mandacı, cahil ve karanlık olarak yaftalamasının hemen ardından önce YÖK sonra savcılık harekete geçti. Hrant Dink’in 9 yıl önce yine bir Ocak ayında katledilmesine giden sürecin en önemli parçalarından olan 301. madde bu sefer akademisyenleri cezalandırmak için kullanılıyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ilk listede yer alan 1128 akademisyene TCK 301’den “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve devletin kurum ve organlarını aşağılamak” ve TMK 7. Madde’den “Terör örgütü propagandası yapmak” suçlamalarıyla soruşturma başlatıldı.
Sedat Peker ait olduğu yer olan cezaevine gönderilmeli, barış isteyenlere dönük tehdit ve nefret söylemleri cezalandırılmalıdır.
301. madde her zamanki gibi linç kampanyasıyla el ele gidiyor. Faşist mafya babası Sedat Peker, akademisyenleri “oluk oluk kanınızı akıtacağız”, “kanla-
DSİP Eşsözcüleri
301. madde kaldırılmalı, akademisyenlere dönük soruşturma ve baskılara son verilmelidir. Mutlaka barış kazanacak! Meltem Oral-Şenol Karakaş 15.01.2016
Bu kavga AKP’nin değil, ‘vatanıyla ve milletiyle bölünmez bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘bölünmeme kavgası’dır!” Aydınlık hakkında “Delidir, ne yapsa yeridir” denebilir. Peki, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediklerine bakalım. Feyzioğlu, “Devlet yıkılırsa hepimiz altında kalırız. Devlet yıkılırsa hepimiz ne adaletten, ne gelecekten, ne refahtan, ne insan haklarından, ne aydınlık bir gelecekten söz ederiz. Devleti yıkmak isteyen her güce karşı tek vücut olmak zorundayız” dedi. Kılıçdaroğlu ise müthiş bir başarıyla yeniden başkan seçildiği parti kongresinde şöyle dedi: “İlk dört madde TC’nin kuruluş maddesidir. Bizim kırmızı çizgimizdir ilk dört madde. Şehitlerimiz, gazilerimiz, kan ve gözyaşı var. Bu irade, bağımsız bir Türkiye’yi kuran iradedir. Erzurum’da Nenehatun’dur bu irade. Gaziantep’te Karayılan’dır.” Aydınlık, Feyzioğlu ve Kılıçdaroğlu arasında ne fark var? Ben göremiyorum. Barışa karşı devleti, orduyu ve Nenehatun’u savunanlara ulusalcı denir.
8
GELENEK
YENİDEN LENİN CHRİS HARMAN
Yeniden Lenin adlı Slavoj Zizek, Sebastian Budgen ve Stathis Kouvelakis tarafından derlenen kitabı Cumhur Atay’ın çevirisiyle Otonom Yayıncılık tarafından yayımlandı. 2009 yılında kaybettiğimiz Chris Harman kitap üzerine bir eleştiri kaleme almıştı. “Lenin adı bizler için tam da şimdi acil bir gereklilik; çünkü artık çok az sayıda insan kapitalizme karşı mümkün alternatifler üzerine düşünüyor”. Editörler sunuş bölümünde kitabın amacını böyle açıklıyor ve doğrusu bu, takdire şayan bir amaç. Editörlerin de belirttiği üzere, Marx çoktan akademinin moda konularından biri haline geldi, ancak yine de Marx dünyayı değiştirmek üzere yapılan her planın dışına itildi. Böylesi bir plan, Lenin’de kendini ifade eden aktivist siyasî geleneğe dönüşü gerektiriyor. Bunun ne anlama geleceğine dair makaleler Daniel Bensaïd, Alex Callinicos ve Alan Shandro tarafından kaleme alınmış. Terry Eagleton hiçbir kanıt ortaya koymadan “Bolşevikler işçi sınıfından onlara güvenemeyecek ölçüde korkuyordu” şeklinde bir çıkarım yapmış olmasına rağmen, Lenin’in çok net bir savunusunu yapıyor. Michael-Matsas, Kevin B. Anderson ve Stathis Kouvelakis; Lenin ve felsefe üzerine çalışmalarında Lenin’in Birinci Dünya Savaşı patlak verdikten sonraki aylarda Hegel’i yeniden okumasının önemine vurgu yapıyor. Ne var ki, kitaptaki makalelerin çoğu yukarıdaki amacı gerçekleştirmeye yardımcı olmaktan uzak. Akademik konferanslarda pek sık gördüğümüz gibi, burada da farklı yazarların, birbirleriyle neredeyse hiçbir ilişkiye sahip olmaksızın konumlarını ortaya koyduklarına şahit oluyoruz. Dolayısıyla Lenin’in neyi temsil ettiği, politik manevraları ve bugünkü anlamı üzerine farklı bakışlar ortaya çıkıyor. Ayrıca kitaptaki bazı ‘yıldız’ yazarlar Lenin hakkında ya yanlış ya da basitçe mantıksız savlar ileri sürüyor. Örneğin (bugün bazı çevrelerde kendisi de ‘akademik moda’ haline gelmiş olan) Alain Badiou, Lenin’i öğrencileri entelektüellere, işçilere ve devlet yöneticilerine karşı yukarıdan aşağıya seferber eden ve bilinçli bir şekilde devlet kontrolündeki orduya dokunmayan ‘Kültür Devrimi’nin temsilcisi Mao’nun öncülü olarak tasvir ediyor. Antonio Negri, Lenin’in biyopolitiğinin (bu her ne demekse), artık işçi sınıfının var olmadığı bir dünyada Lenin’i aşan çelişkilerde kendini ifade ettiğini iddia ediyor. Sylvain Lazarus, Lenin’in kendi döneminde temsil ettiği duruşa övgüyle “devrim kavramının 1968’de demodeliği ortaya konan bir kavram olduğu” ve “sınıf perspektifinin 1968’de ortadan kalktığı” çıkarımlarıyla birleştirebiliyor. Fikirlerdeki bu çeşitlilik, eğer yazarlar aralarında tartışsalar ve bu yolla okuyucuya gelişmekte olan bir fikir çatışması sunup okuyucuların da farklı duruşları kendilerine göre değerlendirmelerini sağlasaydı, bir sorun çıkarmazdı. Ancak Alex Callinicos’un doğrudan doğruya ve çok yerinde bir şekilde Zizek’in dünyayı değiştirmek için bazen kötü şeyler yapmanın gerekliliği savunduğu ‘kararcılık’ fikrini sorguladığı makalesi dışında böyle bir şey görmüyoruz. Dolayısıyla bir yazar Lenin’in felsefesinin Fransız stalinist Althusser’inkinin tam karşıtı olduğu
Marx’ın yöntemini dünyayı değiştirmek için kullanan Lenin’in yaklaşımı siyasi gerçeklerin en basit dille emekçi kitlelere teşhir edilmesi ve mücadelelerine yardım etmek için aktivizmdi.
savunurken, bir diğeri onu öncelediğini söyleyebiliyor; biri Buharin’in emperyalizm teorisinin bugünün dünyasını daha iyi açıkladığını söyleyip onu överken, diğeri tersini yapabiliyor. Sisli havada birbirinin yanından geçip giden gemiler gibi, farklı konumlar arasında bir diğerini tanıma ve onunla tartışma imkânı bulunmuyor. Paranızı ödeyip hangi Lenin’e ulaşacağınız size kalmış oluyor. Çok sayıda makalede akademik dilin aşırıya kaçan ölçülerde kullanılması yazarların ne dediğinin anlaşılmasını engelliyor, hatta yer yer yazılanlar saçma sözler halini alabiliyor. Örneğin Badiou, “Bu bakımdan 2’nin yüzyılı 1’in yüzyılının arzularıyla canlandırılıyor denebilir”; Zizek ise, “Bunun unsurları tamamen biçimsel ve aşkındır, varlıksal* değildir” diyor. Lazarus ise şöyle diyor: “Olay karakterinin maddî varlığı sadece devletin yerle bir edilmesini değil onun etkilerini de kapsayan bir politika halini -ve tekil bir politika halini- alıyor.” Makale okuyucu tarafından ne kadar zor anlaşılırsa o kadar başarılı olur gibi bir kural varmışcasına Fransızca, Almanca ve Yunanca kelimeler çevrilmeden sürekli olarak kullanılmış. Böylesi makaleleri okurken Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki “Alman aydınları”na yönelik Fransız sosyalistlerin kapitalizm eleştirisini ‘tamamen bozan’ ‘felsefi aptallık’ eleştirisini hatırlamadan edemedim. Çok az yazar Lenin kadar kendini açıkça ifade etmeye kendini adamıştı ve çok daha azı böylesi moda bir akademik dili kullanabilecek kadar zamana sahipti. Lenin’in, Buharin’in Geçiş Dönemi Ekonomisi’ne yazdığı genellikle olumlu notlar akademik sosyolojinin dilininMarksizme aktarılmasını olumsuzlarken, işçilerin yazılanları anlamasını zorlaştırdığı için yabancı kelimelerin kullanılmasından da şikâyetçi olmuştur. Akademik bilinmezcilik sadece bir rahatsızlık sebebidir. Önemli konularda açık ifadelere ulaşmanın önünde pozitif bir ayakbağıdır. Bu bilinmezcilik Badiou tarafından Lenin’in düşüncesini şiddetin yalnızca şiddet için olum-
ladığı fikrine asimile etmek için kullanılıyor. Badiou “Aşırı şiddet aşırı motivasyonun bununla bağıntılı olan çift taraflı bir ifadesidir; zira burada bahsedilen, Nietzche’yi anmak gerekirse, değerlerin değerüstüleştirilmesidir” diyor. Bu, orta sınıf entelektüellerin burjuva toplumunun yabancılaşmasından duyduğu kaygının bir ifadesi olabilir, tıpkı bir önceki yüzyıl “efsanesi” hem faşistleri hem de bazı solcuları etkileyen Fransız yazar George Sorel örneğinde gördüğümüz gibi. Lenin’in tavrı bu değildi, onun için zor kullanmak bazı durumlarda gereklilikti, ancak asla bir erdem değildi. Yine bu akademik bilinmezcilik Zizek’in makalesinde anlatım tarzındaki zekice bir değişikliğin somut gelişmelerin açıkça ifade edilmesinin yerine geçmesini sağlıyor. Zizek bu şekilde, sanki bu çıkarım gerçek mücadelelerin incelenmesi ihtiyacını ortadan kaldırıyormuşçasına Rus Devrimi’nin “Stalinist sonucunun tarihsel gerekliliğinden” bahsediyor. Daha da kötüsü Zizek, çokkültürlülüğü savunmak sadece orta sınıfın işiymiş ve bugünkü modern ve farklı etnik gruplara mensup işçilerin birliğinin bir önkoşulu değilmiş gibi “çokkültürlü açıklıkta ısrarın işçi düşmanlarının sınıf mücadelesinin en hain biçimi” olduğunu ileri sürüyor. Badiou, Zizek ve Negri postmodern dalganın etkilerinden yeni yeni kurtulan akademik çevrelerde geniş bir takipçi kitlesine sahip. Bu kitabın amacı bu insanların prestijini bir yem olarak kullanıp insanların yeniden Lenin’e ilgi duymalarını sağlamaktı. Ancak benim korkum şu ki, kötü bir akademik Marksizm kendi araçlarına bırakıldığında iyi, bilimsel ve aktivist bir marksizmi devre dışı bırakabilir. Bu kitap bahsedilen kişilerin fikirlerinin yorumsuz bir şekilde yayımlanmasını değil de bu insanlarla yapılan polemikleri içerseydi çok daha yararlı olurdu. Yeniden ortaya çıkmış bir Lenin bu fikirlerin sorgulanmadan ortada dolaşmasına izin vermezdi. * Zizek orijinal metinde İngilizcede bulunmayan “ontic” kelimesini kullanıyor; bununla kastettiği “varlıksal” ifadesinin karşılığı ise “ontological”. Harman bu kullanımı makalelerin akademik dile fazlasıyla boğulması bağlamında eleştiriyor.
SINIF MÜCADELESİ
DİSK: GÖÇMEN İŞÇİLERE EŞİTLİK
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
ACİLEN ÖRGÜTLENME! Devlet saldırılarının pervasızlığı karşısında yeterli direniş gösterilememesinde en önemli neden örgütsüzlük. Gazetecilerin rahat rahat gözaltına alınmasının nedeni gazeteciler sendikasının cılızlığıdır. Güçlü sendikal yapılar üyelerine yönelik her türlü hukuksuzluğa karşı üretimden gelen gücünü kullanabilir. Grev, direniş, gösteri yapabilir. Ama pek çok örneğinde de gördüğümüz gibi gazeteciler gözaltına alınmakta, tutuklanmakta, gazeteciler sendikası ise sadece bir basın açıklaması yapmakla yetinebiliyor. Türkiye Gazeteciler Sendikası işkolunda çalışan 97 bin basın yayın emekçisinin sadece 1016’sını örgütleyebildiği için başka türlü bir tepki gösterememekte.
Bütün ağır işler uzun saatler boyunca mültecilere yaptırılıyor, ama onlar diğer işçilerle eşit ücret alamıyor.
DİSK Genel Başkanı Kani Beko, Suriyeli sığınmacılara çalışma hakkı verilmesiyle ilgili olarak açıklamalarda bulundu. DİSK’in eşit işe eşit ücreti savunduğunu dile getiren Beko, göçmenlerin birçok yerde en kötü koşullarda yaşayan ve çalışan işçiler olduğunu hatırlatarak, böyle bir ayrımcılığa geçit vermeyeceklerini belirtti. DİSK başkanı, “Tartışılan düzenlemeyi görmemekle beraber, göçmen işçilere yönelik eşitlik ilkesine aykırı herhangi bir düzenlemeyi kabul etmemiz mümkün değildir” dedi.
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n DİSK’e bağlı Türkiye Gıda Sanayi İşçileri sendikası üyesi işçilerin Munzur Su A.Ş’de Temmuz 2015’te başlayan ve 80 gün süren grevi kazanımla sonuçlandı. n TAYSAD OSB’de bulunan EKU Fren Kampana fabrikasında TİS görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine işçiler greve hazırlanıyor. n İnşaat-İş sendikası Kürt halkıyla dayanışmak için kampanya başlattı. n KESK üyeleri birçok şehirde savaş politikalarını ve emekçilere dayatılan sefalet koşullarını protesto etmek
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
EKRAN DEĞİL HAYAT Sosyal medya ve sanal kimliklerimiz artık hayatımızın parçası olan bir olgu. Bu alanın sahibinin egemen sınıf, yabancılaşmanın sonucu ve piyasa tarafından belirlenen bir kapitalist bir sektör olduğunu gözden kaçırmamalıyız. İnternet kuşkusuz bir devrimdi. Bir çok teknolojik buluş gibi militarizmin ürünü olarak gelişse de dünyanın dört bir yanında sınırlara hapsedilmiş insanların doğrudan iletişimini sağlayarak bize müthiş bir imkan ve bakış açısı verdi. Küreselleşme adı altında dünyanın her yerinin tekellerin belirlediği bir piyasada birleştirilmesi, her şeyin özelleştirip, alınıp satılır hale getirmesi ile internet büyük bir ticari mecra olarak yükseldi.
Kani Beko, “Avrupa’da Türkiyeli işçiler nasıl ki sendikalı, sigortalı çalışıyorsa, Türkiye’de de göçmen işçiler için benzeri koşullar geçerli olmalıdır” ifadelerini kullandı. Mülteciler konusunda emek örgütlerinin DİSK gibi tutum alması, dahası bunu lafta bırakmayıp Suriyeli işçilerin hakları için de mücadele etmesi, Türkiye’de yaşayan ve insanlık dışı koşullarda çalıştırılan göçmenlerin de katılacağı birleşik bir sınıf hareketinin inşa edilebilmesi açısından son derece önemli. için bordro yakma eylemi yaptı. n Renault işçileri, asgari ücret zamlarının diğer ücret gruplarına da yansıtılması için fabrikalarında eylemler yapmaya devam ediyor. n Çetinkaya Nakış’ta iki işçi DERİTEKS’e üye olmaları nedeniyle işten çıkarılınca direnişe geçti. n Star Rafineri’nin İzmir Aliağa Organize Sanayi Bölgesi’ndeki (ALOSBİ) imalathanesinde, İLK İnşaat bünyesinde çalışan taşeron işçilerinin iş bırakma eylemi, patronun geri adım atmasıyla kazanımla sonuçlandı. n İstanbul’un Bayrampaşa İlçesi’nde bir inşaatta çalışan işçiler, maaşlarını alamadıkları için çatıya çıkarak eylem yaptı.
Barış için imza veren akademisyenlere gözdağı verilmesinin nedeni eğitim sendikalarının cılızlığı ve bölünmüşlüğü. Eğitim işkolunda çalışan 1,1 milyon emekçi tam 34 sendikaya bölünmüş durumda. Eğitim emekçilerinin çıkarlarını gerçekten koruyabilecek tek sendika olan Eğitim-Sen ise eğitim emekçilerinin ancak yüzde 11’ini üyesi yapabildi. Yılbaşından itibaren başlayan zam yağmuruna karşı, işçi örgütlerinden en ufak bir tepki yükselmemekte. Sendikaların yapabildiği en “yararlı” faaliyet açlık ve yoksulluk istatistiklerini yayınlamak! Elbette bu istatistikler de yayınlanmalı ama daha önemlisi, zamlara karşı işçi, emekçi kitleleri sokağa çıkarmak, açlığa yoksulluğa karşı mücadele etmektir. Ama örgütsel olarak bölünmüşlük ve zayıflık içindeki hiçbir sendika, mücadele etmeyi göze alamıyor. Yine hükümet üyeleri arka arkaya kıdem tazminatı ile ilgili yeni düzenlemelerin Şubat ayına kadar Meclise getirileceğini, 657 sayılı yasanın değiştirileceğini, memurun iş güvencesinin ortadan kaldırılacağını ifade ediyor, yine sendikalardan hiçbir kitlesel tepki yok. Şunu açıkça görmek gerekir: Zamların, 657’nin, Kıdem Tazminatı hakkının gasp edilmesinin gündeme gelmesinin nedeni işçi sendikalarının örgütlenme düzeylerinin cılızlığıdır. 21 milyon işçi ve emekçinin ancak 3 milyonu sendika üyesidir, bu sendikalar da 6 konfederasyona dağılmış durumdadır. Sendikal yapılarda ağırlıklı olarak AKP-MHP zihniyeti egemendir. DİSK ve KESK’in toplam üye sayısı 400 bini bulmamaktadır. Eğer işçi ve emekçilerin hakları için mücadele etmek ve bu mücadelede başarılı olmak istiyorsak sendikal yapıların acilen güçlendirilmesi gerekir. Sendikalar örgütlenme hamlesine başlamalı ve sosyalistler bu hamlenin örgütçüleri olmalı, sendikalara yardım etmeli.
Evet, bireysel olarak kendimizi, politik görüşlerimizi ifade edip, olaylara hakim medyanın gizlediği yerlerden bakabiliyoruz. Baskının hüküm sürdüğü yerlerde, 2011’de Mısır’daki ayaklanmada olduğu gibi, birleşebiliyor ve harekete geçebiliyoruz.
Kaldı ki sosyal medyayı özgürlük, farklılık, bireysel, doğrudan iletişim (ve demokrasi imkanı) değil kapitalist ekonomi (reklam/satış/pazarlama) belirliyor. Şirketler, büyük paralar! Ve bu insanın önce doğaya sonra kendisine yabancılaştığı bir toplumda gerçekleşiyor bu.
Sosyal medyanın gücü bu yönden çok abartıldı. Ama bazı gerçekler var ki gözden kaçırılmamalı.
Tüm yaşam alanlarımıza sermayenin nüfus ettiği, bunun sonucu olarak yalnız, depresyonda, bazen delirerek ama tümden mutsuz yaşadığımız bir dünyanın parçası sosyal medya.
Karl Marx, üretim araçlarına sahip olan sınıfın, entelektüel üretim araçlarının da sahibi olduğunu söyler. Egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir. Tıpkı eski basılı ve görsel medyada olduğu gibi sosyal medyada da son tahlide bu fikirler hakimiyetini kurar. İstediğiniz kadar karşıt görüşle tartışın, argümanlar ileri sürün, bugün Türkiye’de olduğu gibi kendi gettonuzda benzerlerinize aynı şeyleri anlatıp durmaktan kaçamazsınız. Çünkü hakim fikirler sadece facebook ve twiitter’dan değil, hayatın her alanından, sizin 24 saat içinde yazacağınız devrimci fikirlere karşı milyonlarca gelir.
Zorunlu çalışma ve hayatın yükü karşısında, doğrudan insan ilişkilerinin yeri şimdi sosyal medya oluyor. Keskin rekabetin, Freud’un işaret ettiği asli mekanizmanın, suni saflaşmaların belirlediği bir alanda dünya değiştirilemez. Sosyal medya sadece bir araçır. Kapitalizmden kurtulmak gerçek hayattaki mücadelelerle mümkün. Bu ise insanlarla oturup yüzyüze konuşmaktan, dinlemekten, anlamaktan, anlatmaktan, ikna etmekten geçiyor. Ekrana takılmayalım, hayatın içinde örgütlenmeye bakalım.
10 SİNEMA
DİREN! SİNEMALARDA: KADINLARA OY HAKKINI KAZANDIRAN İSYAN İngiltere’de kadınlara oy hakkı mücadelesini anlatan Süfrajet filmi Türkiye’de ‘Diren!’ adıyla gösterime girdi. İngiltereli Sosyalist Judith Orr hareketin bir avuç orta sınıf kadın tarafından yönlendirilmediğini, işçi kadınların bu mücadelenin merkezinde olduğunu savunuyor.
BEYOĞLU
BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ
Kadınların oy hakkını kazanmak için yürüttükleri mücadele, Britanya’daki düzeni temellerine kadar sarsan muazzam bir isyandı. İngiltere’nin dört bir yanında yapılan kitlesel gösterilere yüzbinlerce kadın katıldı. Kadınların haklarını desteklemeyi reddeden bakanlar sürekli baskı altındaydı. Toplumun her kesimi bu mücadeleden etkilendi. Efsanelerin ötesinde, gerçek hikâye posta kutularını havaya uçuran birkaç gözü pek kadından çok daha fazlasını içeriyor. Bu büyük mücadele, İngiltere devletinin istikrarına meydan okuyan siyasi bir çalkantı döneminde zirve noktasına ulaştı.
Konuşmacı: Şenol Karakaş
İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2
KADIKÖY
HOLOKOST: YAHUDİ SOYKIRIMI
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllar ‘Büyük Çalkantı’ dö. Bu dönemde sendika örgütlülüğünde ve bu sendikaların militanlığında bir patlama yaşandı ve kadınlar da bunun önemli bir parçasıydı. Sadece 1911’de on milyon grev günü (Greve çıkan işçi sayısıyla greve çıktıları süre çarpılarak bulunan bir birim) kaydedilmişti. Aynı zamanda, İngiltere egemen sınıfının İrlanda’daki emperyalist hâkimiyetine karşı bir yükselen bir direniş vardı. Egemenler kontrolü kaybetmekten korkuyordu. Göstericiler saldırıya uğradı ve cezaevinde açlık grevine gidenlere zorla yedirme işkencesi uygulandı.
Konuşmacı: Işıl Demirel Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3
ŞİŞLİ
MÜLTECLİĞİN KADIN HALİ
Emmeline, Christabel, Sylvia ve Adela Pankhurst, 1903 yılında Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği’ni (WPSU) kurduklarında kadınlara oy hakkı mücadelesi zaten on yıllardır sürdürülüyordu. Filmde anlatılanın aksine bu hareket, hiçbir zaman her türden sosyal çevreden gelen kadınların oluşturduğu homojen bir hareket değildi. Hareketin işçi sınıfı içinden gelen bir destekçisi olan Alice Milne, 1906’da WPSU’nun bürosuna gittiğinde burayı “ipekler ve satenler giyerek çay içip, kek yiyen sosyetik kadınlarla dolu” bulmaktan rahatsız olduğunu söylemişti. Ancak düzen değişime karşı o kadar inatçıydı ki bu kadınlar bile mücadeleye katıldılar. Buna karşın Lancashire’daki pamuk dokuma fabrikalarında çalışan kadınlar, radikal süfrajistler hareketinin çekirdeğini oluşturdu. Onlar için oy hakkı için mücadele patronlara karşı mücadeleden ayrılamazdı. Bir pamuk dokuma işçisi olan Selina Cooper yedi yaşından beri fabrikalarda çalışmıştı. İngiltere’nin kuzeybatısının tamamında, sendikaları kadınlara oy hakkı mücadelesine katmak için kampanya yürüttü. 1906’da Wigan’da yapılan bir açık hava toplantısında çalışan kadınların kendilerine özgü ayrı amaçları olduğunu söylemişti. Onlar siyasi gücü erkeklerle eşit koşullarda olmakla övünmek için istemiyorlardı. Bunu, erkeklerle aynı nedenle –daha iyi koşullara ulaşmak için– istiyorlardı. Farklı sosyal çevrelerden kadınlar gerçekten de bazen birlikte örgütlendi ve yürüdüler. Ama sınıf sorunu hiçbir zaman ortadan kaybolmuş değildi. İşçi hareketi içinde pek çok işçi erkek seçim sisteminden dışlanırken, kadınlara da erkeklerle aynı şekilde oy verme hakkı verilmesini savunup savunmamak konusunda ateşli tartışmalar vardı. İşçi Partisi içindeki bazıları bunu sağlayacak bir yasayı “Hanımlar Yasası” olarak görüp reddetti ve sadece hali vakti yerinde kadınlar kazanım elde edeceğinden bunun Muhafazakâr Parti’ye yarayacağını iddia ettiler. Bu görüş bazılarının tüm işçi erkekleri de kapsayacak “evrensel oy hakkı” talep etmesine neden oldu. 1912’ye kadar İşçi Partisi’nin resmi tutumu buydu. Kulağa daha radikal geliyor olsa da, bu tutum birçok kez kadınların oy hakkını desteklememek için bir bahane olarak kullanıldı. Süfrajistler kadınlar için oy hakkı istediler ama bunu tüm işçiler için daha fazla hak talebinin bir parçası olarak öne sürdüler. Buna karşın Pankhurstler tek mücadelenin “kadınlar için oy hakkı” olduğunu savundular. Daily Mail gazetesi Süfrajet kelimesini WPSU üyelerini anlatmak için üretti. Ama bu kelime –her ne kadar hareketin içinde mücadelenin nasıl ilerletileceği konusunda keskin ayrılıklar olsa da– hareketin tümü için kullanıldı. Pankhurstler kampanyayı gazetelerin manşetlerinde tutabilmek için giderek daha çarpıcı saldırılarda bulunmayı önerdiler. Bunların zengin ve güçlü olanları tedirgin edeceğine şüphe yoktu. Bazı eylemler hayal
21 Ocak Perşembe 19:00
Konuşmacılar: Dana Bakdones - Elçin Poyraz Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey
Kadınlar eeşit oy hakkı için eylemde.
gücünün sınırlarını zorluyordu. Radikal Süfrajistler ile Süfrajetlerin yolları giderek birbirinden ayrıldı. 1907’den sonra WPSU işçi hareketiyle olan bağlantısını kopardı. Teresa Billington adlı bir eylemci şöyle diyordu: “İşçi kadınlar tereddüt bile edilmeden çıkarıldılar.” Christabel Pankhurst milletvekillerinin “kadın proleterlere kıyasla kadın burjuvalardan” daha çok etkilendiğini söylüyordu. İşçi kadınların taban hareketi ise sabun kutuları üzerinde yapılan konuşmalarla, kitlesel imza kampanyalarıyla, fabrikalarda ve imalathanelerde dağıtılan bildirilerle devam etti. Onlar bir şeyleri değiştirebilecekleri inancıyla hareket ediyorlardı. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde kadın eylemciler arasındaki sınıf farklılıkları daha da keskinleşti. Üst sınıf kadınlar neredeyse tamamen savaşı destekledi ve oy hakkı talebini öne sürmekten vazgeçti. Ancak işçi sınıfından gelen eylemciler ve Sylvia Pankhurst gibi sosyalistler savaşın kar için yürütüldüğünü, ona karşı çıkmak gerektiğini düşünüyorlardı. Savaşın ardından 30 yaşından büyük, mülk sahibi kadınlara sonunda oy hakkı verildi, ancak bu hala yetişkin kadınların %40’ını dışlıyordu. 21 yaşından büyük tüm kadınların oy hakkına kavuşması için bir on yıl daha geçmesi gerekti. Oy hakkı için mücadele her sınıftan kadınlar arasındaki birliğin yalnızca geçici olabileceğini göstermişti. Bu mücadele hiçbir şeyin uğruna savaş verilmeden kazanılmayacağını da gösteriyor. Toplumdaki güçlülerden doğru şeyi yapmalarını istemekle kalsaydık, bu hakkı hiç alamayabilirdik. Egemenler için yapılacak doğru şey hepimizi aşağıda, kontrolleri altında tutmak. İster oy hakkı, isterse doğum ödeneği ya da kürtaj hakkı olsun her bir reform için toplumun tepesindekilerle mücadele edilerek kazanılır. Şimdi oy hakkımız olabilir, ama hala kazanacak bir dünyamız var. Çeviri: Onur Devrim Üçbaş
22 Ocak Cuma 19:00 FATİH
İŞÇİ MÜCADELESİ DENEYİMLERİ Konuşmacı: Mehmet Dağ
Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31, Fatih
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
AKTİVİZM
HES TEMİZ ENERJİ DEĞİLDİR
11
ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş
ERDOĞAN AKADEMİSYENLERE NEDEN SALDIRIYOR? Defalarca düzenlenen bir imza kampanyası daha gerçekleşecekti, belki imza veren akademisyen sayısının çok olması nedeniyle, medya diğer imza kampanylaarından biraz daha ilgi gösterebilirdi. Ama böyle olmadı, Cumhurbaşkanı, Sultanahmet’te 10 kişinin ölümüne, 15 kişinin yaralanmasına neden olan canlı bomba saldırısından daha çok ve şiddetle imza kampanyasını eleştirmeye, eleştiri ne kelime, yerden yere vurmaya başlayınca, olanlar oldu. Erdoğan imza kampanyamızın en önemli reklam yüzü haline geliverdi ansızın.
ANIL YÜKSEL
Ankara Arena Spor Salonu 14 Ocak'ta DSİ'nin düzenlediği 99 baraj ve HES'in açılış törenine ev sahipliği yaptı. Açılışın konuşmacısı Cumhurbaşkanı Erdoğan'dı. Erdoğan'ın gündeminde ise barışı savunan akademisyenler vardı. Barış isteyenlere bir kez daha saldırdıktan ve hakaretlerini sıraladıktan sonra Gezi günlerini hatırlattı. O dönemki eylemlerin HES inşaatlarının durdurulması talebini de içerdiğini söyleyen Erdoğan, eylemcileri hızlıca hain ilan ettikten sonra espri olup olmadığı anlaşılamayan ilginç bir söze de imza attı: "Yeşili biz isminde yeşil olanlardan çok daha fazlasıyla severiz. Onlarınki Greenpis'tir, bizimki tam manasıyla yeşildir." DSİ verilerine göre, özel sektör tarafından son 13 yılda tam 422 adet HES işletmeye alınmış. Ankara'da konuşan Erdoğan, 39 farklı ilde faaliyete geçecek olan 99 baraj ve HES'in açılışını yaptı. Bu 99 tesisin toplam kurulu gücü 2.200 MW. Konya Karapınar'daki 2 adet güneş enerji santralinin toplam kurulu gücü ise 4.300 MW. AKP hükümetinin HES çılgınlığı dur durak bilmiyor. İktidara geldikleri günden itibaren özellikle Karadeniz illerini HES'lere boğan, su varlıklarını yatırım olarak gören, ilk fırsatta inşa ettikleri barajlarla tahribatın boyutlarını her geçen gün artıran hükümetin bugünkü Orman ve Su İşleri Bakanı Eroğlu'nun HES'leri savunması, "Ka-
HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ:
YERALTI “EDEBİYATÇISI” AYTAÇ ARS
Geçtiğimiz hafta, bir grup kadın, kendilerini sosyal medyadan taciz eden Aytaç Ars’ı ifşa etti. Ars’ın gönderdiği “Seni Sinem ile öpebilir miyiz”, “Sen de Sado Mazo var mı?”, gibi mesajların veya yolladığı çıplak fotoğrafların ekran görüntüleri Twitter’da hızla yayıldı. Aytaç Ars ise özür dilemek yerine başına gelenleri “kırmızı bornozuyla keyifle incelediğini” belirttiği bir açık-
muyonda bilinenin aksine, HES'ler çevrecidir"in ötesine geçemiyor. Enerji Bakanı Damat Berat Albayrak da, HES'lerin temiz bir enerji olduğunu söyleyerek Eroğlu'nu destekleme gayreti içerisinde. Hükümet yetkililerinin her yıl dile getirdiği enerji ihtiyacı yalanı bu gibi çılgın, çevre katili projelere sebep oluyor. Egemen sınıfın "derdine" derman olmak adına milyar liralık yatırımlara imza atılıyor, yüksek maliyetli yatırımlar, vatandaşa vergi ve zam olarak yansıyor. Konunun mali boyutundan daha da önemlisi, su varlıkları ya tükeniyor ya kullanılamaz hale geliyor. Doğa dengesini etkilediği gibi bu varlıklar sayesinde yaşamını sürdüren insanları da doğrudan ilgilendiriyor. Ama bu çevre katili projelerden şikayetçi olan halkın tepkisine devlet kuvvet güçleriyle saldırabiliyor. Ekonomik büyümenin enerji sektöründeki dev yatırımlardan geçtiğini düşünenlerin aksine çılgın projelerinize ihtiyacımız olmadığını biliyoruz. Fosil yakıta dayalı enerji politikalarıyla iklim değişikliğine en çok katkıda bulunanlar, HES'leri de temiz enerji olarak anlatmaya çalışıyorlar. Ne kömürünüze, ne HES'lerinize, ne de nükleerinize tahammülümüz var. Bir an önce güneş, bir an önce rüzgar!
lama yayınladı. Kendisini yeraltı edebiyatçısı olarak tanımlayan Ars, açıklamasında yaşananları “ahlak saldırısı” olarak nitelendiriyor, kendisini “cinselliğinden ötürü” hakarete uğrayan bir yazar olarak tanımlıyordu. Bu tipik tacizci reddiyesidir. Ars, bugün halen yaptığını savunuyor, Bukowski’den verdiği örneklerle yaptığının taciz değil “ifade biçimi” olduğunu iddia ediyor. Oysa karşı tarafın rızası olmadan yapılan bu tip teklifler, her platformda tacizdir. Cinsellik ancak iki tarafın rızasıyla mümkündür. Aytaç Ars’ın mesajları ne ifade özgürlüğü ne de cinsellik kapsamına girebilir. Erkekler cinsiyetçi hareketlerine kılıf bulmakta zorlanmıyorlar. Hakkını savunan kadınları ahlakçılık ile suçlayan Aytaç Ars ise kendisine edebiyatı seçmiş. Kırmızı bornozuyla Aytaç Ars, haftanın cinsiyetçisi!
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” belki ama reklam yüzünün kötüsü kesinlikle olabiliyormuş. Neler demedi ki Erdoğan imzacılara, “Hainler”, “Kapkaranlık, zalim ve alçaklar”. Evet! Cumhurbaşkanı, memlekette neden sadece bazı insanların cumhurbaşkanı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Sözü sık sık kategorik Erdoğan karşıtlarına getirenler, Erdoğan’ın kategorik olarak demokrasi, barış, kardeşlik isteyen ve kendi görüşlerine, Erdoğan’dan farklı fikirlere sahip olanları düşmanlaştırdığını artık görmeye başlasalar iyi olacak. Akademisyenlerin bildirisine katılmayabilirsiniz, bildiri “şöyle kaleme alınsa daha iyi olurdu” diyebilirsiniz ya da bildirinin seslendiği kesimi ve seslenme şeklini bütünüyle yanlış bulabilirsiniz. Bunları eleştirebilirsiniz ve hep beraber tartışabiliriz. Ama bildiriyi, düşman bir odağın girişimi olarak yaftalayıp imzacılara en ağır hakaretlerle saldırırsanız, işte bu olmaz, işte bu sizi nüfusun bir azınlığının cumhurbaşkanı yapar! Ama zaten uzun süredir biliyoruz, en azından Gezi direnişi günlerinden beri çok net bir şekilde farkındayız ki, Erdoğan’ı nüfusun bütünü ilgilendirmiyor. Erdoğan’ı ilgilendiren, nüfusun kendisini başkan yaptırmaya yeterli olacak kesimi. Hep bu kesimin kalabalığını artırmaya oynuyor, hep bu kesimi ikna etmeye çalışıyor, hep bu kesime sesleniyor, hep bu kesimi tedirgin ediyor. Evet, kendi kitlesi olarak gördüğü insanları korkutuyor, bu tedirginlik yaratan tüm gelişmelerin çözümünün başkanlık rejiminde yattığını anlatmak için sürekli bir tedirginlik hali yaratmak zorunda hissediyor Erdoğan. Akademisyenlere de bu yüzden saldırıyor. Çünkü akademisyenlerin bildirisi, tedirginlik yaratan odağın hiç de Erdoğan’ın işaret ettiği yerlerde olmadığını, devletin aylardır izlediği savaş ve baskı politikalarının başlıbaşına tedirginlik kaynağı olduğunu dünya aleme net bir şekilde açıklıyor. Basitçe, akademisyenler bildirisi, “kurdun dişine kan değdi” yazmaya cüret edebilenlere cesareti kimin verdiğini net bir şekilde teşhir ettiği için, cumhurbaşkanı küplere bindi.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
SINIRLARI AÇIN ÇOCUKLAR YAŞASIN ÇAĞLA OFLAS
Antikapitalistler “Mültecilik hakkı insan hakkıdır”, “ Irkçılığa geçit yok” talepleriyle Yunanistanlı ırkçılık karşıtı aktivistlerle eş zamanlı olarak 23-24 Ocak tarihlerinde eş zamanlı etkinlikler düzenliyor. Avrupa’daki kapitalist devletler, AB ve NATO’nun emperyalist müdahaleleri sonucu ortaya çıkan mültecileri düşman, kendilerini de mağdur ilan ediyor. Göçmenlere karşı dışlayıcı, kriminalleştirici argümanlar ve islamofobi ana akım siyasette önemli bir yer tutmakta. Doğal olarak, işsizliğin, yoksulluğun, kamusal hizmetlerde yapılan kesintilerin sorumlusu olarak göçmenler hedef tahtasına koyulunca, ırkçı örgütlerin ve faşist partilerin önü açılmış oluyor. Dört yıldır Türkiye’de yaşamak zorunda kalan Suriyeliler de göçmen düşmanı politikaların yabancısı değil. Suriyeli mülteciler Suriye’deki iç savaştan kaçıp bu topraklara yerleşmek zorunda kaldıkları andan itibaren, ana akım medyadan hükümete, ana muhalefet partisinden, ulusalcı ve faşist partilerin hedefinde. Mültecilik insan hakkıdır Çoğu sivil iki yüz bin insanın yaşamını kaybettiği Suriye’deki savaş nedeniyle 8 milyon insan evini terk etti. 4 milyon insan da mülteci olarak başka ülkelere göç etti. Türkiye’de ise Suriyeli mülteci sayısı 2,2 milyona ulaştı. Türkiye’de “geçici korumu statüsü” adı altında can güvenliği dâhil, hiçbir güvencesi olmayan yaşam koşullarından bezen mülteciler, Avrupa’ya gitmek için çıktıkları yolculukta yaşamlarını yitiriyorlar. Hayatlarını kurtarmak ve daha iyi koşullarda yaşam umuduyla çıktıkları yolculukta yaşamını yitiren yüzlerce mülteci arasında ölen çocukların sayısı onu geçti. Bu satırların yazılmasından birkaç gün önce Ege’de üç çocuk daha yaşamını yitirdi. Avrupa ülkelerine mülteci akınını durdurmak için AB ile kirli bir anlaşmaya imza atan AKP hükümeti, Kürt illerinin dışında, Ege sahillerine vuran çocuk ölümlerinin de sorumlusu.
Mülteciler insan değil politik koz AKP Hükümeti dört yıl önce savaştan kaçan milyonlarca Suriyeli mülteciye kapılarını açtı açmasına ama temel bir hak olan mülteci hakkını vermekten imtina etmekte. Ortadoğu’da artan saldırganlığı ve içeride yükselen muhalefete karşı, uluslararası desteği “sınırları açım size yollarım” tehdidi, Erdoğan ve hükümet için Suriyelilerin kardeş değil bir politik koz hatta şantaj malzemesi olarak görüldüğünü ortaya koydu. Her türlü ırkçı saldırıya maruz kalan mültecilerin yaşam güvencesi yok. İşçi sınıfının diğer kesimleriyle eşit koşul ve ücrette çalışma, sendikalılaşma, barınma, anadilde eğitim, sağlık hizmetlerinden yararlanma, mahkemelere erişim hakları yok. Ulaşım, ifade ve düşünce özgürlüğü yok. AKP hükümeti mültecilere ya toplama merkezlerinde kalma ya da ülkelerine gönderilme seçeneği sunuyor.
AB’nin ikiyüzlü politikaları ise bir kez daha çıkmış vaziyette. Çoğunluğu kadınlardan ve çocuklardan oluşan savunmasız insanların ölümüne yol açan ölümcül politikalar için kesenin ağzını açıyor. Kapitalist devletler sınırları kapatıp, mülteci akınını durdurmak için her türlü kirli pazarlıkları yürütürken, halklar mültecilere kucak açıyor. Geçen Eylül ayında Almanya’dan Avusturya’ya, İzlanda’dan Latin Amerika’ya kadar on binlerce insan mültecilerle dayanışmak için sokaklara çıktı. Göçmenleri evlerine davet etti. Yeni liberalizmin yarattığı yıkımla yüzleşen milyonlarca insan; savaşın, yoksulluğun ve işsizliğin sorumlusunun kapitalizmin olduğunu fark ettikçe, göçmenlerle dayanışma hareketi yükseliyor. Bu durum kapitalizme ve onan yarattığı yapay sınırlara karşı en büyük tehdit.
23-24 OCAK MÜLTECİLERLE DAYANIŞMA EYLEM GÜNÜ PROGRAM İSTANBUL
İZMİR
n 23 Ocak Cumartesi, 12.30 – 14.30, ‘Irkçılığa hayır! Mültecilik İnsan hakkıdır!’ Paneli, Cezayir Toplantı Salonu. Konuşmacılar: Maisa Saleh, (Suriyeli gazeteci ve insan hakları aktivisti), Hakan Ataman (Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Projeleri Koordinatörü), Ozan Tekin (Marksist.org editörü)
23 Ocak Cumartesi, 16.00, Alsancak Yakın Kitabevi önünde basın açıklaması
n 23 Ocak Cumartesi, saat 15.00’te Tünel’den Galatasaray’a yürüyüş.
23 Ocak Cumartesi, 19.00, Panel.
YUNANİSTAN 23 Ocak Cumartesi, 15.00, Yürüyüş, Alexandroupolis.
İPSALA
24 Ocak Pazar, 12.00, Orestiada ve İpsala sınır kapılarında gösteriler.
n 24 Ocak Pazar, 12.00, sınır kapısında basın açıklaması.
ANTİKAPİTALİSTLER