DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
551
28 Ocak 2016 2 TL. sosyalistisci.org
SİLAHLAR SUSSUN MÜZAKERE BASLASIN ,
-
-
BARIS İCİN ELELE
İNSAN ZİNCİRİ - 30 OCAK SAAT 14.00 TÜNEL - İSTANBUL YUNANİSTAN : NAZİLER DIŞARI, GÖÇMENLER İÇERİ! sayfa 4
EKONOMİST ÜMİT İZMEN: KRİZ TÜM ÜLKELERİ ETKİLEME AŞAMASINDA sayfa 5
MELTEM ORAL YAZDI: VARŞOVA GETTOSU DİRENDİ sayfa 10
DAVOS’TAN İKLİM İÇİN YÜKSELEN SES: BU UTANÇ ONLARIN sayfa 11
2
GÜNDEM
SINIRLAR AÇILSIN, GÖÇMENLERE ÖZGÜRLÜK
KOŞU BANDI, ÜRETİM BANDI Türkiye’nin en büyük şirketinin, Koç Holding’in yönetim kurulu başkanı Mustafa Koç koşu bandında ter atarken geçirdiği kalp krizi sonucunda öldü. Neler söylenmedi ki ardından, okuyan, duyan herkes, Mustafa Koç’la arkadaş olamadığı için ayrı bir üzüntü duymuştur. Nüktedan, eğlenceli, güleryüzlü, iyi, laik, cumhuriyetçi bir insan olduğunu öğrendik. Bilinmez tabii ki, belki de öyledir. Ama kesin bilgiler var Mustafa Koç hakkında. Dünyanın en zengin insanları listesinde 1.1 milyar dolarlık kişisel servetiyle 1712. sıradaydı. Yönetim Kurulu başkanı olduğu şirket ise Türkiye’nin devi. Koç grubu dünyanın en büyük ilk 500 firması sıralamasında 172. sırada. 2012 yıl sonu gelirleri 84,833 Milyar TL. Grup, 2014 yılında 8 milyar doları aşan servetiyle Türkiye’deki en zengin aile olmaya devam etti. Koç grubunun şirketlerinde 73 bin 217 işçi çalışıyor. Geçen yıl otomotiv sektöründe patlayan grev dalgası, Tofaş’ı da etkisi altına almıştı. Tofaş Koç grubunun şirketi ve grevci işçiler çalışma koşullarının ne kadar insanlık dışı olduğunu anlatmışlardı. Koç grubunun şirketlerinde çalışan işçilerin bazıları 3.5 milyon kişinin işsiz olduğu koşullarda kendilerini şanslı görüyorlar olabilirler. Bunun nedeni Mustafa Koç’un “mavi gözlü güler yüzlü bir patron” olması değil, özellikle 2007’nin sonlarında başlayan küresel krizin çalışan işçiler üzerinde basınç yapan bir şekilde işsizliği artırması. Koç grubu, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eski bir grup. Bu tarihin sadece tanığı olan bir şirket değil. Bu tarihin yapıcılarından. Cumhuriyetten sadece üç yaş küçük. Bu nedenle Koç grubu tek parti diktatörlüğü, gayrimüslimlerin tasfiyesi, Dersim katliamı, askeri darbeler, silahlanma, milliyetçilik demektir. Koç grubu, Türkiye Cumhuriyeti devleti demektir. 1980 darbesinde cuntanın lideri Kenan Evren’e hangi adımları atması gerektiğini bir mektupla bildirecek cesarete ve siyasi güce sahip olan adam, Mustafa Koç’un dedesi Vehbi Koç’tu. Vehbi Koç, siyasete müdahale eden son burjuva değildi elbette. Recep Tayyip Erdoğan ölümünden bir gün önce Mustafa Koç ve Ali Koç’la birlikte zaman geçirdiklerini açıkladı. Bir tankın önünde Mustafa Koç’la Erdoğan’ın fotoğrafı da var. Enerjiden otomotive, tanktan bankacılığa, giyimden inşaata kadar ekonomik ilişkilerin büününü bir ahtapot gibi saran Koç grubunun tek tek üyeleri bireyler olarak iyi insanlar mıdır değil midir bilemeyiz. Bildiğimiz şu: sermayeler arası rekabet ve işçilerin emeğinin sömürülmesi tek tek sermayedarların karakterinin ötesinde sermayeyi bir bütün olarak hırslı, vahşi, acımasız kılan iki temel özelliktir. Ölünün arkasından konuşulmaz ama bazı ölümlerin arkasından konuşmak gerekir. 2015 yılında en az 1730 işçi işyerlerinde iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Bazılarımız üretim bandlarında ve bazıları da Mustafa Koç gibi koşu bandlarında yaşamını kaybediyor. Yaşarken de ölürken de zenginlerle ortak içbir noktamız yok. Hiçbir ortak noktamız olamaz.
Yunistanlı ve Türkiyeli antikapitalist sınır kapısında eylemde.
23-24 Ocak’ta Yunanistan’la eş zamanlı olarak Türkiye’de de Antikapitalistler kampanyası tarafından mültecilerle dayanışmak için bir dizi etkinlik gerçekleştirildi. Cumartesi günü İstanbul’da yapılan toplantıda Helsinki Yurttaşlar Derneği’nden Hakan Ataman, mültecilerin eşit haklara sahip olması gerektiğini söyleyerek sınırların açılması talebini dile getirdi. Marksist.org editörü Ozan Tekin, AKP’nin mültecilere yönelik tutumunu eleştirirken, bu politikaların son birkaç ayda nasıl değiştiğini anlattı. Suriyeli yönetmen ve aktivist Maisa Saleh de “Suriyeliler olarak Türkiye’de karşılaştığımız en büyük problem, bizimle ilgili ne olacağı konusunda Türkiye hükümetinin somut bir planının olmamasıdır” dedi. Toplantıdan sonra karlı havaya rağmen Taksim’deki Tünel Meydanı’nda toplanan aktivistler, Odakule’ye yürüdü. Eylemde "Irkçılığa dur de!", "Sınırlar açılsın, göçmenlere özgürlük", "Yaşasın halkların kardeşliği", "Bu daha başlangıç, mücadeleye devam" ve "Yaşasın küresel dayanışma" sloganları atılırken, eylemde Türkçe, İngilizce ve Arapça "Irkçılığa hayır! Mültecilik insan hakkıdır" yazılı pankart taşındı. Yürüyüşte İrlanda’daki ırkçılık karşıtı mücadelenin aktivisti Memet Uludağ da bir konuşma yaparken, Antikapitalistler adına basın
açıklamasını okuyan İdil Ügüt “Kamplar boşaltılsın, tüm sınırlar açılsın! Mülteci yasası istiyoruz!” dedi. Pazar günüyse İpsala sınırının iki tarafında eylem vardı. Türkiye tarafındaki basın açıklamasına Yunanistan’dan dayanışmak için gelen bir delegasyon da katıldı. Eylemde Türkçe olarak "Faşizme karşı omuz omuza", "Sınırlar açılsın, göçmenlere özgürlük", "Suriye halkı yalnız değildir", "Mülteci hakkı insan hakkıdır" ve "Yaşasın halkların kardeşliği", Yunanca da "Çitleri yıkın, sınırları işçilere açın, sınırları göçmenlere açın" sloganları atıldı. Hasan Fehmi Özer’in okuduğu basın açıklamasının ardından Yunanistan ve İrlanda’dan aktivistler de konuşmalar yaparak Avrupa’nın ırkçı duvarlarını yıkma çağrısı yaptılar. Haftasonundaki etkinlikleri ulusal ve uluslararası basından Associated Press, ZDF, Anadolu Ajansı, Rudaw gibi çok sayıda kuruluş takip etti, katılımcılarla röportaj yaptı. Antikapitalistler, Suriyeli göçmenlerle dayanışmayı büyütmek için kitlesel bir hareket inşa etme faaliyetini sürdürecek.
GÜNDEM
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta Kürt sorununun çözümü ve barış sürecinin başlaması konusunda ‘o iş bitti’ dedi. Erdoğan yine fena halde yanılıyor.
litikaları uygulandığında, sivillere yönelik infazların gerçekleştiği ‘faili meçhuller’ döneminde, sokaklarda beyaz toroslar dolaşırken, liderleri tutuklanırken Kürt halkı eşitlik ve özgürlük için mücadele etmekten vazgeçmedi. Tıpkı şimdi devletin ordusunun tanklarıyla mahalleler bombalanırken, siviller öldürülürken, Öcalan’a tecrit uygulanırken mücadele etmekten vazgeçmediği gibi.
Erdoğan’ın yanılgısı
Kürt halkı yok sayılamaz
Bizzat Erdoğan 2009’da başlayan Oslo görüşmelerinin sona ermesinin ardından, Kürt siyasi hareketini tanımadığını defalarca tekrarladı. Hareketin temsilcilerini yok saydı, vekillerle tokalaşmam bile dedi, binlerce insan tutuklandı. Ancak Erdoğan’ın tüm iddialı laflarına rağmen çözüm masası yeniden kuruldu ve HDP’li vekillerden oluşan heyet Öcalan’la yapılan görüşmelerin bir parçası olarak süreçte rol aldı.
Erdoğan geçen hafta HDP’li kimseyle görüşmem dedikten bir gün sonra HDP’li milletvekili Leyla Zana ile görüşebileceğini açıkladı.
‘O İŞ’ BİTEMEZ
Erdoğan’ın yanılgısı Kürt halkının geleceğinin tekelinde olduğunu sanması, ‘o iş bitti’ dediğinde bitebileceğini zannetmesi. Oysa Kürt halkının geleceği kendi ellerinde. ‘O işin’ bitip bitmeyeceğinde belirleyici olan en büyük aktör, talepleri için mücadele eden milyonlarca insan yani Kürt halkı. Siyasi partileri defalarca kapatıldığında, savaş po-
Böylece devleti temsil edenler istediği kadar reddetsin, Kürt halkının ve temsilcilerinin yok sayılamayacağı bir kez daha görülmüş oldu. Kürt sorunu bir terör ve güvenlik sorunu değildir. Milyonlarca Kürdün eşit koşullarda yaşama ve kendi kendisini yönetme mücadelesidir. Yüz yıldır bu sorunu savaşarak çözebileceğini düşünen devlet başarısız oldu. Devlet yine savaşmayı tercih ediyor ve yine başarısız olacak. Kürt sorununu çözmenin yolu savaş politikalarını sonlandırıp, halkın siyasi temsilcileriyle çözüm masasına oturmasıdır
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
HATİP DİCLE’NİN FERYADI Hatip Dicle’nin geçen hafta yayınlanan röportajının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet gazetesi Dicle’nin röportajını, “Feryad ediyorum” başlığıyla öne çıkarttı. Bu, gerçekten de bir feryad. Bu bir barış feryadı. Dicle şunları söylüyor: “Kır gerillası şu an devreye girmemiştir. Hareket halinde olursa İHA’lara yakalanma, imha edilme gibi durumlar nedeniyle gerilla kıpırdamamıştır, olduğu yerdedir. Şu iki üç ayı, karların erimesini bekliyorlar. Dolayısıyla bu bir tehlikedir. O sürece dek adım atılmazsa ve süreç böyle devam ederse, baharla birlikte savaş o zaman boyutlanır. Bunu nereden biliyoruz; geçmişten. Bunu devlet de biliyor. O zamana dek mutlaka siyasi kanalların tek-
ÖZLEMLE, ÖFKEYLE, İNATLA ANDIK
rar açılması gerek.” DTK Eş başkanı Hatip Dicle, bu sözlerinin bir tehdit içermediğini de röportajı sırasında söylüyor. Bu olasılık, devletin de bildiği bir olasılık. Bu olasılığın dile getirilmesindeki tek neden ise ölümlerin durdurulması için açığa vurulan güçlü istek. Barış isteği. Dicle, röportajında önemli bir vurguyu, 1990’larla günümüz Kürt savaşının arasındaki farka dair yapıyor. Şunları söylüyor: “90’larda faili meçhul dediğimiz cinayetler işlenirken, şimdi devlet güçleri açıktan öldürüyor. Eskiden o beyaz Toroslara zorla bindirir kırda bir yerde kurşun sıkıp atarlardı. Şimdi siyah Range’ler var. Toplumsal olaylarda çok kişi öyle vuruldu. İniyorlar Range’ten bizzat ateş ediyorlar.”
Cinayetin üzerinden 10 yıl geçti, adalet mücadelesi bitmedi.
Hrant Dink’in ölümünün 9. yıl dönümünde Agos’un eski binasının önünde buluşan binlerce kişi yine “Hepimiz Ermeniyiz” dedi. "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Tahir Elçi'yiz" sloganının sık sık atıldığı eylemde, Hrant’ın Arkadaşları adına basın açıklamasını Cumartesi Anneleri eylemlerini başlatan aktivistlerden Maside Ocak okudu. Anmaya Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi ve HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş da katıldı. Cinayetten 6 ay sonra başlayan davanın 9 yıldır sürdüğü hatırlatılırken, Bülent Aydın “Hrant Dink'i koruyamayan devlet, cinayet şebekesini 9 yıldır koruyor, kolluyor” dedi.
HAFTANIN IRKÇISI 19 Ocak’ta Ermeni düşmanlığı yapanlar Ogün Samast isimli faşist katil Hrant Dink’i sokak ortasında güpegündüz vurduğu zaman, kamera kayıtlarında başında beyaz bir bere olduğu görülüyordu. Faşist katil yakalandıktan sonra üzerinde Atatürk’ün vecizeleri
Maside Ocak’ın okuduğu basın açıklamasında, “Hrant Dink'in katledilmesinden önce devlet, hükümet, yargı, ana akım medya işbirliğinde yaratılan zehirli atmosfer bugün de toplumsal sorunların demokratik ve barışçıl çözümü yönünde çaba gösteren herkesi hedef almayı sürdürüyor. Bugün de, tek kimlik dayatmasıyla insanları aynılaştırmak isteyen devlet politikalarına biat etmeyenler, kan mevsiminde yaşatılıyor” ifadeleri yer aldı. Dink için İzmir, Ankara, Bursa, Eskişehir ve daha birçok yerde anma yapıldı. yazılı olan bayrakların önünde poster fotoğrafları çekildi, beyaz bereler ise ırkçılar için bir sembol halini aldı. Hrant anmalarında, 24 Nisanlarda, maçlarda, kalabalık ortamlarda giderek daha fazla beyaz bere görülmeye başlandı. Geçtiğimiz 19 Ocak’ta da Hrant Dink’in katledildiği yerin yakınlarında görev yapan polislerin bir kısmının başında beyaz bereler vardı. Bunların resmi kıyafet gereği giyilmediği, bugüne dek varolan pratikten bilinmektedir. Ayrıca yine 18 Ocak’ı 19’una bağlayan gecede Üsküdar Kalfayan Ermeni Okulu’nun ön cephesine kırmızı spreyle ‘Azap Ermeni’ye’ yazıldı. Böylesine hassas bir günde böyle bir ırkçı saldırıya karşı herhangi bir tedbir almayan polis ile yazıyı yazanlar, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandılar.
Bu dönemin devlet tarafından tercih edilen ve herkesin gözü önünde işlenen cinayetlerin, Kürt halkında büyük bir öfke birikimine neden olduğunu unutmamalıyız. Bu öfke iki şekilde evrilebilir: Birincisi öfke ve intikam patlaması olarak açığa çıkabilir. Dicle işte herkesi bu yönde bir gelişmenin yaşanmaması için ellerini çabuk tutmaya davet ediyor. İkincisi bu öfke, siyasi alana da yönlendirilebilir. Kürt hareketi böyle bir deneyim ve birikime sahip olduğunu defalarca kanıtladı. Hatip Dicle’nin uyarılarını, batıda bir barış hareketi inşa etmek için daha aceleci olmak gerektiği şeklide yorumlayabiliriz. Batıda hükümetle biz barış isteyenler karşı karşıyayız. Akademisyenlerin imza metninde olduğu gibi, barış isteyenler, hükümet ve bizzat cumhurbaşkanı tarafından barışın değil savaşın bir tarafıymış gibi, değişik sıfatlarla suçlanıyor. Böylece bir barış hareketinin inşa edilmesini engellemek üzere bir korku duvarı inşa ediliyor. Bu korku duvarına prim vermeyelim. Harekete geçelim!
4
DÜNYA
YUNANİSTAN: NAZİLER DIŞARI, GÖÇMENLER İÇERİ!
TUNUSLU EMEKÇİLER YİNE SOKAKTA Beş yıl önce bu zamanlarda tüm bölgeyi saran Arap devrimlerinin fitilini yakan Tunus’taki ayaklanmaydı. Seyyar satıcı Muhammed Buazizi polis tarafından aşağılandıktan sonra kendisini yakmış ve bu olay Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki neredeyse her ülkede devrimci isyanları tetiklemişti. Suriye devriminin boğulması, Mısır’da gerçekleşen darbe ve bölgenin yeniden uluslararsı emperyalist güçlerin hegemonya savaşının esaretine düşmesiyle karşı devrim günleri yaşanırken Tunus halkı yine sokağa çıktı. Üstelik bu kez de on binlerce insanı sokağa çıkartan şey, işsiz bir gencin intiharıyla birlikte işsizliğe karşı öfkenin patlaması oldu. Tunus’un büyük kentlerinin hepsinde kitlesel eylemler gerçekleşti. Eylemlerin yeniden bir devrimci dalgaya dönüşmesinden korkan hükümet beş bin kişiye istihdam sağlanacağına dair vaatte bulunmak zorunda kaldı.
MISIRLI TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK! Beş sene önce, ‘dünyayı sarsan 18 günün’ ardından 40 yıllık diktatör Mübarek’i devirerek tüm dünyaya ilham veren Mısır’da, General Sisi’nin darbesiyle başlayan karşı devrim sürecinin muhaliflere yönelik baskı politikaları her geçen gün artıyor. Mısırlı sosyalist ve doktor Tahir Muhtar Ocak ayının başında, kolluk güçleri tarafından gözaltına alındı. Dr. Tahir Muhtar, 2012 ve 2014 yıllarında doktorların ve sağlık emekçilerinin gerçekleştirdiği ulusal çaptaki eylemlilik ve grevlerin liderlerinden biriydi. 14 Ocak’ta gerçekleşen bir şafak baskınıyla evinden alınıp götürüldü. Darbecilerin zulmü
Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi’nin (SEK) başını çektiği ırkçılık karşıtı kampanya destekle büyüyor. MANOLİS SPATHİS
Mutlak başarı. Bu iki kelime 23 ve 24 Ocak’ta Yunanistan’da gerçekleşen iki günlük eylemliliği ifade ediyor. Ülkenin dört bir yanından trenle, otobüsle, feribotla gelen yüzlerce aktivist Dedeağaç’ta buluştu. Aralarında sendikalı işçiler, öğrenciler, göçmenlerin bulunduğu kitle, göçmenlerle dayanışmak için harekete dahil oldu. Toplamda 60 sendika, 25 öğrenci birliği, 10 hareket, 7 göçmen örgütü ve üç şehir konseyi eylemlere destek verdi. Fransa’da, İtalya’da, Türkiye’deki kardeşlerimiz harekete geçerken, biz de bu ortak mücadeleye katılıyorduk. Eylemin ilk günü, bin kişilik güçlü bir eylemle sokaklarda gezip göçmenlerle dayanışma ve sınırların açılması mesajını paylaştık. Aynı akşam KEERFA’nın (Irkçılığa ve Faşist Tehdide Karşı Birleşik Hareket) yoğun katılımlı toplantısı yapıldı. Şehir tiyatrosu tamamen, hatta kapasitesinin üstünde bir doluluktaydı. Türkiye ve İngiltere’den de konuşmacılar vardı. Toplantıdan çıkan ana sonuç, sınırdaki tel örgülerin varlığı ile Ege Denizi’ndeki ölümlerin doğrudan ilişkisi olduğuydu. İkinci gün, üç farklı noktada eylemler gerçekleşti. İlki Orestiada ismindeki küçük kasabada gerçekleşti. Ve kâfilemiz ikiye ayrıldı. Bir grup, İpsala’nın karşısında bulunan, Türkiye ve Yunanistan’ı bir köprüyle bağlayan Kipi köyüne gitti. 200 aktivist protesto etmek için gümrüğe
yürüdü ve orayı 20 dakikalığına abluka altına aldı. Konuşmalar yapıldı ve sonra bir grup aramızdan ayrılarak İpsala’daki yoldaşlarla buluşmaya gitti. Geri kalanımız iki saatlik bir yolculukla kuzeye, utanç verici tel örgülerin kıyısındaki Kastanies ismindeki köye gittik. Köyün içinden yürüdük ve çevik kuvvetin yolumuzu kestiği yere vardık. Talebimiz, bir komitenin gümrük binasına (tellerden önceki son bina) geçmesi, ve “Naziler dışarı, mülteciler içeri! Sınırları açın, Frontex dışarı!” yazılı pankartımızın Türkiye tarafına doğru asılmasıydı. Bu gerçekleşti. İlk akşamki eylemimizin son bulmasıyla birlikte, Başbakan Çipras, mülteci konusunu konuşmak üzere kabineyi olağandışı toplantıya davet etti. Sınırların önünde eylem yaptığımız gün, Yunanistan Dışişleri bakanı, Berlin’de basın toplantısı yaparken basın mensuplarından gerçekleştirdiğimiz eylemler ve göçmenlerin kitlesel ölümü hakkında bir dizi soru aldı. Bakan gafil avlandı ve doğru düzgün bir cevap veremeyerek aptal durumuna düştü. Hiç tereddüt olmaksızın diyebiliriz ki, hareket, işçi sınıfı ile organize bir şekilde seferber olduğunda ve enternasyonal bir tavırla koordine olduğunda, gündemi değiştirecek ve taleplerimizi öne sürecek bir güce sahip oluruz. Savaşları durduracak, sınırları açacak gücümüz var ve bunları elde edene dek mücadele etmeye devam edeceğiz. Bir sonraki eylemimiz 19 Mart’ta.
Tahir Muhtar ve iki iş arkadaşı yaklaşık iki haftadır gözaltında tutuluyor. Savcılar ‘rejimi devirme çağrısı yapan yayınlar bulundurma’ suçlamasıyla soruşturma başlattı. İngiltere, İrlanda, Yunanistan, Hollanda ve ABD’den doktor ve sağlık çalışanları sendikaları Tahir Muhtar’ın serbest bırakılması için uluslararası bir kampanya başlattı. Farklı ülkelerden onlarca doktor, sendikacı ve akademisyenin çağrıcısı olduğu bir imza kampanyasıyla Muhtar’ın serbest bırakılması talep ediliyor. İmza metninde ‘Tahir Doktorlar Sendikası’nın önde gelen aktivistlerinden biri ve kamu sağlığı için yorulmak bilmeyen bir kampanyacı olarak, Mısır’da doktor ve hasta haklarının savunulmasında önemli bir rol oynamıştır’ denilerek Tahir Muhtar’ın mevcut askeri rejimi her fırsatta eleştirmekten geri kalmadığı ve çeşitli devlet baskısının mağdurlarıyla dayanışarak cesurca bir tavır aldığı vurgulanıyor. Mısır’da darbeyle işbaşına gelen General Abdel Fatah el Sisi, tüm muhalefete karşı baskıcı politikalar uyguluyor. Müvekkillerini savunmaya çalışırken polis tarafından saldırıya uğrayan avukatlarla dayanışmak için karakol önündeki oturma eylemine katılan üç devrimci sosyalistin, 15 ay hapis cezası almasına karşı ikinci itiraz da Mısır mahkemesi tarafından reddedildi. Avukat Mahinur El- Masri, gazeteci Yusuf Şaban ve şair Loay Al-Kahwagi İskenderiye’deki Al-Raml karakoluna zorla girmek ve zarar vermekle suçlanıyor. Yusuf Şaban Hepatit C hastası olmasına rağmen, geçen yıl sağlık nedeniyle serbest bırakılması ve tıbbi tedaviye erişimi reddedilmişti. Mahinur El-Masri insan hakları mücadelesindeki çalışmaları nedeniyle 2014’te Ludovic-Trarieux ödülüne layık görülmüştü. Mahinur’un tutulduğu hapishanede mahkumların suya erişimi sınırlı ve havalandırma yok. 5-6 metrelik hücrede tutulan 28 kadın nöbetleşerek uyumak zorunda. Mısır’daki aktivistler tüm siyasi tutsakların özgürlüğü için uluslararası dayanışma çağrısı yapıyor.
RÖPORTAJ
5
“KRİZ TÜM ÜLKELERİ ETKİLEDİĞİ AŞAMASINDA”
Geçen hafta Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda gündem 2007’den beri içinden çıkılamayan küresel ekonomik krizdi. Tabiki Davos’tan bir ‘çözüm’ çıkmadı. Üstelik krizin, yayılmakta ve derinleşmekte olduğuna dair yorumlar artıyor. Ekonomiye dair son gelişmeleri ekonomist Ümit İzmen’le konuştuk. Çin’in düşük büyüme rakamları ve petrol fiyatlarının
gerilemesiyle Rus rublesinin ‘kara gün’ yaşaması gibi gelişmeler küresel krizde yeni bir aşamaya mı işaret ediyor?
Küresel krizin üçüncü aşamasına geçtiğimizi söyleyebiliriz. 2008’de ABD’nin konut sektöründe başlayan kriz kısa süre içinde tüm dünyada finansal piyasalara yayıldı. Gelişmiş olan ülkeler özellikle de Avrupa ülkeleri bu finansal krizden çok etkilendi. Tüm dünya düşük büyüme dönemine girdi. Bu süre içinde gelişmekte olan ülkelerde büyümenin hızlı olmaya devam etmesi, dünya ekonomisindeki sorunları bir nebze olsun hafifletebilmişti. Ancak şimdi Çin’de büyümenin yarı yarıya düşmesi dünya ekonomisi üzerinde yeni bir şok etkisi yaratıyor ve tüm dünyada büyümeyi aşağı çekiyor. Çin, kendi içinde çok radikal dönüşümler geçiriyor. Diğer ülkelere sanayi ürünleri satmak üzerine kurulu olan devasa ekonomik yapının zaman içinde dönüşümü sağlanamazsa çok ciddi bir krize girmesi kaçınılmaz. Bu nedenle Çin, bir yandan dış talebe bağlı büyümeyi iç talebe döndürmeye ve yatırımları azaltarak tüketimi canlandırmaya çalışıyor; bir yandan da ekonomi içinde sanayi sektörünün payını düşürerek hizmetler sektörlerinin payını yükseltmeye çalışıyor. Ekonomisinin yeniden eski büyüme hızlarına ulaşması beklenmiyor. Bu nedenle içinde bulunduğumuz üçüncü aşamanın kısa sürede yerini ekonomik toparlanmaya bırakmasını beklememek gerekiyor; hatta daha da derinleşmesi mümkün. Petrol fiyatları neden geriliyor? Krizdeki tek sorun bu gerileyiş mi? Çin’in büyüme hızı yarı yarıya düştü. Çin yavaşlayınca hammadde talebi azalıyor; bu durum hammadde fiyatlarını düşürüyor ve hammadde üreticisi ülkelerin ihracatları azalıyor. Bu durumu petrol fiyatları üzerinde çok net görebiliyoruz. 2014’ün ortalarında varili 110 doların üzerinde olan petrol fiyatı bugün 27 dolara geriledi. Bu düşüş Rusya, Suudi Arabistan, Brezilya gibi çok sayıda petrol ihracatçısı ülkenin ekonomilerini zora soktu. Petrol fiyatlarının geleceğini kestirebilmek de zor; çünkü işin bir de Ortadoğu’da devam eden savaş boyutu var. Rusya, Körfez Ülkeleri, İran ve Irak gibi önemli petrol üreticisi ülkeler doğrudan veya dolaylı biçimde bu savaşta yer alıyor. Petrol fiyatları, Ortadoğu’da devam eden savaşın silahlarından biri haline gelmiş durumda. Fiyatlardaki düşüş bu ülkelerin hepsini zora sokuyor. Petrol fiyatlarının oturması için bu savaşın da sonuçlanmasını beklemek gerekecek. 2007’den sonraki süreçte, gelişmekte olan ülke ekonomilerinin hızlı büyümesinin, küresel ekonomiyi rahatlattığı iddiası vardı. Gelişmekte olan bu ülkelerin de artık sorunun bir parçası olduğuna dair yorumlar var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 1970’lerden sonra gelişen dünya ekonomik sisteminde gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomik büyümesinde
Çin ekonomisinin büyümesinin beklenen altında kalmasıyla yüm iyimser laflar ve senaryolar ortadan kalktı.
rol sahibi oldu. Gelişmekte olan ülkeler bu dünya sistemine ucuz işgücüne dayalı üretim üsleri olarak entegre edilmeye çalışıldı. Ama bu işçilerin örgütlenme hakkının bastırıldığı bir siyasi ortamda meydana geldi. Ucuz üretim cennetleri, işçilerin cehennemleri oldu. Demokrasiyi hiçe sayarak, kâr uğruna çalışanların ücretlerini baskılayarak, işyeri koşullarını, çalışma şartlarını olabildiğince ağırlaştırarak üretilen ürünlerin pazarı, kendi pazarları değil, gelişmiş ülkelerin pazarlarıydı. Bu yapı 2008’de duvara tosladı. 2008 krizi, küresel kapitalizmin bir krizi. Bu kriz önce gelişmiş ülkeleri vurdu. Bu ülkelerde büyümeyi aşağı çekti; gelişmekte olan ülkeleri etkilemesi zaman aldı. Ne de olsa bu ülkeler, küresel kapitalizmin merkez ülkeleri değil, çevre ülkeleri. Ancak gelişmiş ülkelerin krize girmesiyle beraber, gelişmekte olan ülkeler üretimlerini eskisi gibi gelişmiş ülkelere satamaz hale geldiler. Artık küresel kapitalizmin krizinin tüm ülkeleri etkilediği bir aşamaya geldik. ABD ve İran arasında yapılan anlaşmanın ve İran’a yönelik ekonomik yaptırımların artık kalkmasının, küresel ekonomik kriz ve petrol fiyatları bağlamındaki etkisi nedir? İran üzerindeki ambargoların kalkması ve İran’ın dünya ekonomisine dönecek olması önemli. Ama sonuç olarak İran ekonomisi Türkiye ekonomisinin üçte ikisi kadar bile değil. Bu koşullar altında olumlu etkisi pek sınırlı kalır. İran-Türkiye ilişkileri iyi olsa, İran’ın dünya ekonomisine entegrasyonunda Türkiye önemli olabilirdi ve bu Türkiye ekonomisine önemli bir etki yapabilirdi. Petrol fiyatlarında ise esas sorun, dünyada ekonomik sorunlar nedeniyle enerji talebinin düşük olması buna karşılık üretim fazlalığı bulunması. İran’ın dünya ekonomisine dönmesiyle üretim fazlalığının daha da artması olası. Bu da petrol
fiyatları üzerinde biraz daha baskı oluşturur. Zaten petrol fiyatlarında görülen son düşüşte bu durum da etkiliydi. Ortadoğu’daki savaşı ve İran ve Suudi Arabistan arasındaki gerilimi dikkate aldığımızda, Suudi Arabistan’ın İran’ın Avrupa piyasalarına girmesini engellemek için çaba harcayacağını da akılda tutmak gerekiyor. Krizle birlikte adı anılan ülkelerin hepsi Suriye’deki savaşın aktörü olan ülkeler. Savaşın ve krizin derinleştiği bu koşullarda işçileri, kısa vadede ekonomik olarak nasıl bir dünya bekliyor? Genel olarak dünyaya baktığımızda muazzam bir değişim, dönüşüm döneminde olduğumuzu görüyoruz. Küresel kapitalizmin sıkıntıları ortada. 2008’den bu yana kapitalist sistem yaralarını sarıp ayağa kalkamadı. Birçok yerde kriz karşısında kemer sıkma önlemleri alındı ve işçilerin, tüm çalışan kesimin hayat koşulları ağırlaştı. Ağırlaşan hayat koşulları hemen her yerde grevlere ve gösterilere yol açıyor. Bunun son örneğini Tunus’ta gördük. Çin’de de son yılda grev ve gösteri sayısının bir önceki yıla göre iki katına çıktığı biliniyor. Küresel kapitalizmin ekonomik sıkıntılarına siyasi yönetim sıkıntıları da eşlik ediyor. 1990 sonrasının tek kutuplu dünya sistemi çöktü. Tüm dünyaya pompalanan neoliberal ekonomi politikaları ve bunun bütünleşik parçası olan batı tipi demokrasi başarılı olamadı. Bu yüzden her yerde gösteriler ve protestolar çığ gibi büyüyor. Yeni bir düzen oluşmak durumunda. Bu düzende kapitalist sınıf muhtemelen eski gücünde olmayacak. Ama ne olacağı biraz da işçilerin, çalışanların, antikapitalistlerin mevcut düzeni değiştirmek konusunda ortaya koyacakları talebin şiddetine bağlı olacak. Röportaj: Meltem Oral
6 GÜNDEM Erdoğan’ın yerli ve milli politikalarında işçilerin acil sorunlarına çözüm yer alımıyor.
SOSYALİSTLER KİMİN TARAFINDA?
İş cinayetleri: Yerli ve millî olanlar, madencilerin fıtratında ölüm olduğunu söylüyor. Biz ise işçileri ölüme sürükleyen sermayedarlara ve onları koruyan AKP’ye karşı mücadele ediyoruz. Cinsiyetçilik: Yerli ve millî olanların iktidarında kadın cinayetleri tırmanışta. Bunlara göre kürtaj yasaklanmalı, kadınlar kahkaha atmamalı. Biz cinsiyetçiliğe karşıyız, kadınlara özgürlük talep ediyoruz. Mafya/derin devlet: Yerli ve millî olanları Sedat Peker destekliyor. Biz Peker’in çetelerine karşı ırkçılık karşıtlarını seferber ediyoruz. Yoksulluk: Yerli ve millî olanlar, asgari ücretin artırılmasını isteyenleri patronlara şikâyet ediyor. Biz herkes için insanca yaşamaya yetecek bir ücret istiyoruz. İklim değişikliği: Yerli ve millî olanlar, Türkiye’nin de gelişmiş ülkeler kadar gezegeni mahvetmeye hakkı olduğunu anlatıyor. Biz hükümeti enerji politikalarını değiştirmeye davet ediyoruz. Elitizm: Yerli ve millî olanlara göre “ayaklar baş olamaz”. Biz sıradan insanların, yoksulların, işçilerin, tüm ötekilerin ve ezilenlerin birlikte mücadelesini savunuyoruz. Barış: Yerli ve millî olmak, Kürtleri ezen politikaların kılıfı. Biz Kürtlere uygulanan devlet terörüne karşıyız, çözüm için müzakerelerin yeniden başlamasını istiyoruz. Resmi tarih: Yerli ve millî olanlar Ermeni Soykırımı inkârcısı. Rumları, Yahudileri ve tüm gayrimüslimleri Türkiye’den kovanları sahipleniyorlar. Biz resmi tarihle yüzleşme talep ediyoruz. Mülteciler: Suriyeliler ve tüm mülteciler yerli ve milli değil. AB ile kirli bir anlaşmaya imza atan AKP, göçmenlerin düşmanı. Biz sınırların açılmasını, göçmenlerin mülteci statüsünün tanınmasını istiyoruz.
NE YERLİYİZ NE MİLLÎ
ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK İSTİYORUZ! OZAN TEKİN
Türkiye’de toplumsal kutuplaşmayı geleneksel olarak Kemalistler yaratıyordu. 1990’larda laik-dindar bölünmesi bir MGK kararı olarak topluma dayatıldı, “şeriat” tehlikesine karşı post-modern darbe gerçekleşti, üniversiteye başörtüsüyle girmek isteyen kadınlar polis şiddetiyle karşılaştı, ikna odalarına alındı ve yargılandı. Bu siyaset, 2007-2008 yıllarında 27 Nisan e-muhtırası, cumhuriyet mitingleri ve AKP’ye kapatma davasıyla yeniden zirve yaptı. Ancak kitlesel mücadelelerle darbe tehdidi püskürtüldü, şimdi AKP’nin “aldatıldık” diyerek saldığı ve ittifak yaptığı Ergenekoncular o dönem hapse atıldı. Kendisini darbe tehdidinden kurtardığını hissettiğinden beri dümeni sağa kıran, aslına rücu eden neoliberal sermaye partisi AKP, Gezi direnişinden beri bu kutuplaşmayı derinleştiren ana aktör olarak ortaya çıkıyor. Son birkaç yıldır kendisine yönelik her türlü tehdidi ya “kemalist vesayetçilerin darbe girişimi” ya da “küresel güçlerin oyunu” olarak adlandırıyor, tabanının “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” diyen en fanatik kanadının hattına çekmeye çalışıyor. Kutuplaşmanın yeni tarifi AKP, 2015’in ortalarından itibaren dış politikasını Suriye’de Kürtlerin kazanımlarını engellemek üzerine kurup, çözüm sürecini buzdolabına kaldırıp savaşı yeniden başlattığından beri, bu kutuplaşmanın eksenini yeniden tanımlamak istiyor. Tayyip Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinden önce mecliste “550 yerli ve millî vekil” görmek istediğini söyledi. Bu “istek”, CHP ve MHP’yi “yerli ve millî” alana oturtuyor, böyle olmayan HDP’nin ise baraj altında bırakılması gerektiğini dile getiriyordu. Bunun ortaya çıktığı günler, 7-8 Eylül’de Kürtlere yönelik kitlesel ve eş zamanlı linç girişimlerinin hemen ertesinde, “teröre karşı millî irade” mitinglerinin yapıldığı dönemlere denk düşüyordu. HDP barajı geçerek meclisteki yerini aldı ancak Erdoğan’ın toplumu bu şekilde bölen söylemi sürüyor. Türk milliyetçiliğinin etkisi Erdoğan’ın bu çıkışı, AKP dışındaki partilerde önemli bir
yankı buluyor. Safların millî olanlar ve olmayanlar şeklinde tarif edilmesi, MHP ve CHP’nin yanı sıra tüm ırkçı ve ulusalcı örgütlerde kafa karışıklığına yol açarken, bunlardan bağımsız gerçek bir antikapitalist alternatifi inşa etmenin önemini bir kez daha bize hatırlatıyor. Suriyeli mültecilerin “deport” edilmesini isteyen, Kürtlere karşı sınırötesi operasyon tezkerelerinde AKP’ye destek veren CHP, “yerli ve millî” saflarda. Faşist MHP “millîliğin” en koyu savunucusu. Ergenekon uzantısı Vatan Partisi, bu söylemin sonucunda “muhafazakârlarla vatan cephesi” kurarak AKP’nin peşine takılıyor. AKP savaşı meşrulaştırmanın peşinde Bu “yerli ve millî” anlatısının en önemli sebebi ise hiç kuşkusuz Kürtlere karşı girişilen savaşı halka anlatmak. AKP, bundan üç sene önce başlayan çözüm sürecine en az %66’sı destek veren bir toplumu, bugün Kürt annelerin evlerinde kahvaltı yaparken devlet tarafından katledildiği bir sürece ikna etmeye çalışıyor. Bunu yaparken, klasik “terörle mücadele” argümanının üstüne, bir de savaşa karşı çıkan herkesi susturma girişimleri ekleniyor. Barış talep eden herkes “yerli ve millî” olmadığı için hedef hâline getiriliyor. Aynı durum, Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin planları için de geçerli. İsrail ile “normalleşme” arayan, Sisi ile ortak ittifaklara katılan, Suud hanedanının stratejik ortağı hâline gelen AKP’nin dış politikasına itiraz ederseniz “Putinci” oluyorsunuz. Kürtlerin haklarını savunursanız ise “Amerikancı”. Her iki durumda da Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin çizdiği “yerli ve millî” kalıbına uymuyorsunuz. “İhanet” edenler Dolayısıyla, millî çıkarları zedeleyen işlere girişen herkes “hainlikle” suçlanıyor. Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını mı talep ediyorsunuz? Yerli ve millî değilsiniz. Barış için imza toplayan akademisyenlerin yanında mısınız? İhanet içerisindesiniz. Suriyeli mültecilerin Ege Denizi’ndeki ölümlerinde AKP’nin de rolü olduğunu mu söylüyorsunuz? Misafirlerverliğimizi anlayamamışsınız. İncirlik Üssü’nün ABD önderliğindeki emperyalist koalisyonun uçaklarına açılmasın karşı mısınız? Yeni Türkiye’nin çıkarlarına zarar
GÜNDEM
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
SYKES, PİCOT, BARZANİ VE KÜRDİSTAN Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani, geçen hafta bir İngiliz gazetesine konuştu. “Dünya liderleri kendi aralarında Sykes-Picot döneminin sona erdiğine kanaat getirdiler. Bunu söyleseler de söylemeseler de, kabul etseler de etmeseler de fiiliyattaki gerçek bu” dedi. Eninde sonunda gerçek durumu kabul etmek zorunda kalacaklarını ima etti. “Fiiliyattaki gerçek” derken, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin gerçekte bal gibi bağımsız bir devlet olduğunu söylüyordu tabii. Ve zaten bağımsız bir Kürt devletinin “geçmişte hiç olmadığı kadar şimdi yakın olduğunu” açıkça söyledi. Bu yıl İngiltere ile Fransa arasındaki gizli Sykes-Picot anlaşmasının yüzüncü yılı. Yani Ortadoğu yüz yıldır bir İngiliz’le bir Fransız’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında ellerinde harita ve cetvellerle masaya oturup şaraplarını yudumlarken çizdiği düzen temelinde yönetiliyor. “Kuzeydeki şu bölge zaten bizim nüfuz alanımız, bizim olsun.” “Hayır, olmaz, biz de bir parçasını isteriz.” “Tamam peki, o zaman ikiye bölelim, birine Irak diyelim, sizin olsun, öbürüne Suriye diyelim, bizim olsun.” “Anlaştık. Faysal’ı da Irak’a kral yaparız. Ama Filistin bizim ha.” “Olur, bizim oralarda gözümüz yok zaten. Şerif Hüseyin’in öbür oğlunu nereye kral yapacağız peki?” “Filistin’den bir parça ayırırız, adına Ürdün deriz, Abdullah da oranın kralı olur.” “Aa, Kürtlere yer kalmadı.” “Kim takar Kürtleri, ne faydaları var ki bize?” Konuşmalar tam da böyle geçmemiş olabilir! Ama aşağı yukarı böyle. Rus devrimi 1917’de patlak verdiğinde Bolşevikler Çarlık Rusyası’nın taraf olduğu bütün gizli anlaşmaları kamuoyuna açıkladığı için, Mark Sykes ile Georges Picot’nun Ortadoğu’yu nasıl bölüşüp tasarladığını biliyoruz. Ve bunu izleyen yüz yıl boyunca emperyalizmin bölgede at koşturduğunu, soyup soğana çevirdiğini, kan kusturduğunu zaten biliyoruz.
Sermaye sınır tanımaz, sınırlar biz işçileri bölmek için vardır. Ne yerliyiz ne milli, işçilerin vatanı yoktur.
veriyorsunuz. AKP liderliği, böylelikle, devletin, yani Türk egemen sınıfının çıkarlarıyla uyuşmayan her düşünce ve eylemi bastırmak, ülkeyi tamamen Türk milliyetçisi bir koronun hakimiyetine sokmaya çalışıyor. “Millî” değil demokrat Oysa Türkiye işçi sınıfının, sıradan insanların “millî” çıkarlarla hiçbir alakası yok. Bu çıkarlar, AKP’nin “Gezi darbesi”ni planladığını iddia ettikten sonra cenazesine koştuğu Mustafa Koç’un ve tüm patronların çıkarları. Türkiye, “millî” eylemlerin getirdiği katliamlar, darbeler, neoliberal politikalar ve onların yarattığı milyonlarca yoksul insanla bugüne geldi. “Millî” şeflere, çıkarlara, politikalara karnımız tok. Millîcilere karşı kitlesel hareketler inşa ederek mücadele edip demokratip taleplerimizi kazanmak istiyoruz. Soma’da katledilen madencilerin aileleri adalet için mücadele ediyor. Kürtler eşitlik talep ediyor. Ermeniler yüzleşme bekliyor. Suriyeli mülteciler haklarını istiyor. Bütün bunlar
demokrasinin asgari şartları, “millîliğin” ise amansız düşmanları. “Yerel” değil evrensel AKP, “millî” kategorisine dahil olmayan diğer halklardan da kutuplaşma eksenine insan kazanabilmek için “yerel” olma koşulu getiriyor. Yerellik, Türk olmayan yurttaşların da Türk devletinin çıkarlarına tabi olmasını sağlıyor. Biz ise olup bitenlere yerel değil evrensel açıdan bakıyoruz. Uluslararası işçi sınıfının bir parçasıyız ve her yerdeki sınıf kardeşlerimizin mücadelelerinden ilham alıyoruz. Arap Baharı’nın, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin savunucularıyız. Evrensel olarak sömürüye karşıyız ve yerelde de kendi patronlarımıza ve onları koruyan hükümetlere karşıyız. Tüm bu mücadeleler içerisinde, her yerde bizim gibi özgürlük ve demokrasi talep edenler gibi, “millî ve yerel” siyasi çizgilere karşı özgürlükçü, demokrat ve enternasyonalist antikapitalist örgütleri inşa etmeye çalışıyoruz.
Barzani artık “Sykes-Picot döneminin sona erdiğini”, “özellikle Irak ve Suriye’nin artık bir daha birleşik ülkeler olamayacağını” söylemekte büyük ihtimalle haklı. Türkiye devleti ve Türkiye hükümeti açısından bütün bunların ve özellikle Barzani’nin sözlerinin tek bir anlamı var. Suriye’ye, Irak’a, Filistinlilere filan ne olduğu hiç umurlarında değil. Barzani’nin uzun söyleşisi içinde sadece dokuz kelimeyi duymuştur ‘bizimkiler’: “bağımsız bir Kürt devletinin hiç olmadığı kadar yakın olduğu”. Zaten Barzani söylemeden önce de görüyorlardır yüz yıllık düzenin dağılmakta olduğunu. Sürekli bunu düşünüyorlardır, sürekli panik halindedirler. Türkiye devletinin tüm yaptıkları, hem dış politikası hem içeride savaş politikası, Irak’ta ve Suriye’de bağımsız bir Kürt devletini engelleme çabasından kaynaklanıyor. İsrail’e de bu nedenle yaltaklanıyorlar, Amerika’ya da bu nedenle yalakalık ediyorlar.
8
EKONOMİPOLİTİK
KAPİTALİZM VE KRİZ KEMAL BAŞAK
Kapitalizmin sözcüleri tarafından bu sistemin isteyen herkesi refaha ulaştırabileceği, bunun için yapılması gereken şeyin çok çalışmak ve fırsatları iyi değerlendirmek olduğu söylenir. Evet, bu sistem altında nüfusun ezici çoğunluğu çok (üstelik son derece kötü şartlar altında) çalışır ama refahtan, yani bu çok çalışma sonucu ortaya çıkan zenginlikten pay alamaz. İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam'ın raporu nasıl bir dünyada yaşadığımızı ortaya koyuyor. Dünyanın en zengin 62 milyarderinin serveti, dünya nüfusunun neredeyse yarısının, yani 3,5 milyar insanın mal varlıklarına denk geliyor! Tek tek ülkeler ele alındığında da gelir dağılımı (gerçekte gelir adaletsizliği) aşağı yukarı aynı eğilimi gösteriyor. Türkiye’deki en zengin %1’lik nüfus toplam servetin %54.3’üne sahip; buna karşın nüfusun geri kalan %99’luk kesimi toplam servetten ancak %45.7 oranında pay alıyor. Karl Marx bu durumu “İşçi ne kadar çok üretirse o kadar az tüketir. Ne kadar değer yaratırsa, o kadar değersizleşir. Emek zenginler için harikalar ama işçiler için yoksunluk üretir. Saraylar inşa eder, ama işçiler için barakalar. Güzellik üretir, ama işçi için biçimsizlik” diyerek açıklıyordu. Bir milyardan fazla insanın her gün açlık çektiği bir dünyada egemen sınıfın temsilcileri, asıl olarak bu yalın gerçekliği perdelemek, kapitalizmin nihai başarısı hakkında yalanlar üretmek için maaş alıyor. “Yüksek büyüme oranlarının yakalanacağı”, “küresel enflasyonun kontrol altında tutulacağı” ve “küresel cari işlemlerdeki dengesizliklerin azaltılacağı” gibi çoğunluğun anlamadığı teknik ifadeler ile kapitalizmin insanlığın son ve en ileri aşaması olduğunu anlatıp duran bu yüksek maaşlı yalancılar, bir önceki kriz döneminden insanların unutabileceği kadar bir süre geçtikten sonra, repertuvarlarına “kapitalizmin bundan sonra krizsiz bir şekilde devam edeceğini” yalanını ekliyor. Oysa yeni bir ekonomik kriz her seferinde “kapitalizmin krizler olmadan genişlemenin yolunu bulduğu” inancı doruktayken patlak veriyor. Ve kriz ile birlikte % 99’luk kesimin koşulları çok daha berbat bir hal alıyor.
Kriz feryatlarının yükselmesine neden olan Çin’de günde bir kase pirinç için çalışan 14-16 saat çalışan işçiler.
mayedir. Diğer kısım, üretim araçlarına (fabrika binaları, makineler, enerji, hammadde, vb) yapılan harcamadır, bu da “değişmeyen sermaye”dir. Kâr oranı, artı değerin toplam yatırıma (değişken sermaye + değişmeyen sermaye) oranıdır.
Sömürü, rekabet ve birikim
Krizlerin kaçınılmazlığı
Kapitalizm, besin, barınma, giysi, enerji, ulaşım araçları, kendimizi hayatta tutmak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyi satın almak zorunda olduğumuz, bir başka deyişle meta (ihtiyaca göre değil, satılmak için üretilen şeylerin) üretiminin evrenselleştiği bir sistem. İnsanların ihtiyacına göre bir kullanım değerine sahip olan şeyler, insan emeği ile birlikte alınıp satılır bir şeye dönüştüğünde bir meta haline geliyor. Ama kapitalizm sadece bir meta üretimi sistemi değil, kapitalistin, işçinin asgari geçimi için ürettiğinden fazlasına, artı değere el koyan sömürü sisteminin adı.
Mevcut emek sömürüsüyle büyüyebilen geçmiş emeğin bir ürünü olan sermaye, doğası gereği büyümek zorundadır. Aksi takdirde bu boşluk benzer alanda faaliyet gösteren başka bir sermaye tarafından doldurulacaktır. Şirketler diğer şirketlerle rekabet etmek, yani daha verimli teknikler geliştirmekte başı çekmek zorundadır, ancak bu sayede kendisinden daha ucuz mal üretip satan rakipleri tarafından piyasa dışına itilmekten kurtulabilir. Kapitalizmin dinamizmini sağlayan şey rekabettir. Diğer kapitalistin önüne geçme baskısı işletme ve makinelerin (tezgahların) sürekli yenilenmesine yol açar. Bu nedenle genel eğilim, ücretli emeğin kapitalist tarafından el konulmuş kısmından daha fazla ölçüde “yeni tekniklere” pay aktarma yönündedir.
Artı değerin kaynağını işçinin emek-gücünün değeri (kendi geçimi için gerekli olan çalışma zamanı) ve harcanmış emeğinin yarattığı değer (şirket için çalıştığı zaman) arasındaki fark oluşturuyor. İşveren, bu artı değeri aldıktan sonra kâr olarak doğrudan elinde tutabilir, makine (tezgah) yatırımı için bankadan aldığı kredinin faizini ya da fabrikanın üzerinde kurulduğu arazi sahibine kira ödemekte kullanabilir. İşveren bu kârı yeni üretim araçları imal ederek (veya satın alarak), geçimlerini sürdürmek isteyen işçilere kendi şartlarını dayatmak için kullandığı anda bu yatırımı sermaye haline gelir. Sermaye ikiye ayrılır. İşçilere ödenen ücretler için yapılan harcama “değişken sermaye”dir, emek-gücünü kullanarak ve üretim sürecinde değeri genişleterek artı değer yaratan bu ser-
Kapitalizm altında krizlerin kaçınılmaz olmasının çıkış noktası işte bu rekabetçi birikim eğilimidir. Kârlarını olabildiğince azamileştirmeye çalışan kapitalistler, bunu gerçekleştirebilmek için hem ücretleri aşağı çekmek, hem de eşzamanlı olarak kendi mallarının üretimini artırmak için çalışırlar. Üretimin artırılması zorunluluğu ham maddelere ve yeni tekniklerin uygulamaya sokulmasına olan talebin, dolayısıyla değişmeyen sermayenin maliyetinin artmasına yol açtığı için uzun vadede kâr oranları düşer. Kârlar düşerken bazı şirketler yatırımlarını durdurur. Bu durum başka şirketlerin önceden onlara arz ettiği malla-
ra talebi düşürür. O zaman bu ikincil şirketler fiyatlarını düşürerek satışlarını sürdürmeye çalışırlarken, düşük fiyatlardan sattıkları mallardan edecekleri kârı koruma çabasıyla bir yandan işçi çıkarır, diğer yandan kârlı olmayacağı korkusuyla kendi yatırımlarını iptal ederler. Bu daralma dalgasıyla birlikte fiyatların genel değerin altına çekilmesi döngüsü bütün ekonomiyi sarar. Diğer taraftan ücretlerin azalması ise tüketimin üretimin altına inmesine ve ortalıkta satılamayan çok sayıda ürün olmasına yol açar. Ekonomik büyüme dönemindeki yatırım çılgınlığı artan miktarda kredi kullanımına ve faizlerin yükselmesine yol açar. Yükselen faiz oranları tıpkı artan hammadde fiyatları ve para cinsinden ücretler gibi kâr payını düşürür. Sistemi genişlemeden krize çeken baskılara bu da eklenir. Kapitalizmden kurtulmak mümkün Kriz patladığında aralarında büyük şirketlerin de yer aldığı çok sayıda firma iflas eder, işsizler ordusuna bir anda milyonlarca kişi katılır. Ayakta kalan kapitalistler, önemli rakiplerinin bir kısmının devreden çıkmış olmasından memnundur, devasa işsiz ordusunu şantaj olarak kullanıp çalıştırdığı işçilerine sefalet ücretini dayatır ve bu yolla yeniden kâr oranlarını yükseltmeye çabalar. Ama kriz dönmelerinde iflas eden sadece şirketler değildir. Egemen sınıfın fikirleri de yerle bir olur, o zamana kadar sorgulanmadan kabul edilen düşüncelerin yerini radikal fikirler almaya başlar. Bu bakımdan krizler işçi sınıfına zincirlerinden kurtulma fırsatını da sunar. Ama bu fırsatı gerçeğe dönüşmesi için işçi sınıfı içinde krizden önce örgütlenmiş ve kök salmış bir araca, devrimci partiye ihtiyaç vardır.
SINIF MÜCADELESİ
KADER YA DA FITRAT DEĞİL CİNAYET İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi 2015 yılında yaşanan iş cinayetlerine ilişkin ayrıntılı rapor hazırladı. Buna göre, 2015 yılında en az 1730 işçi hayatını kaybetti. Raporda, ölümlerin mevsimlik çalışmanın, sendikasız, örgütsüz ve güvencesiz çalışma koşullarının hakim olduğu işkollarında yoğunlaştığı belirtildi. 2012 yılında çıkarılan 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Kanunu sonrası iş cinayetlerinin sona ereceği algısı oluşturulduğu kaydedilen raporda, tam aksine, ölümlerin sayısının arttığı vurgulandı. İş cinayetleriyle ilgili “Yüzde 98 önlenebilir yüzde 2 kaçınılmaz” söyleminin hatalı olduğunu savunan rapor, ölümlerin tamamının durdurulabileceğini ifade etti.
Geçen iki yıl hükümetin iş güvenliği vaatleriyle geçti, işçiler ise ölmeye devam ediyor.
İŞYERLERİNDE NE OLUYOR? n- Lüleburgaz'da, Evrensekiz yolu üzerinde faaliyet gösteren AK Nişasta fabrikasında DİSK/Gıda-İş’e üye olduğu için işten atılan Fatih Arıburnu direnişe başladı. n Çetinkaya Nakış’ta sendikaya üye oldukları için işten atılan işçilerin fabrika önündeki direnişi sürüyor. n İşten atılan Anadolu Cam ve Şişecam işçilerinin başlattığı direniş 78. gününü geride bırakırken, işçiler, Kristal İş Mersin Şube binasını işgal etti. n Asgari ücret zammının diğer ücret gruplarına da yansıtılması için haftalardır eylemlerini sürdüren Renault işçileri, bu hafta da fabrikadan toplu çıkış yaptı. n Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çalışan Genel-İş üyesi taşeron işçiler, Ankara Kamu Hastaneleri Birliği arasında imzalanan toplu sözleşmeye uyulmaması üzerine eylem yaptı. n Gebze'de kurulu bulunan Ülker ortaklı SCA Yıldız Fabrikası’nda, DİSK/Tümka-İş Sendikası üyesi işçilerin grevi birinci ayı geride bıraktı.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
SAVAŞI KİM DURDURMUŞTU? Onların tankları, tüfekleri, roketleri var. Peki devletin tepeden tırnağa silahlı güçleri ve savaş tehdidi karşısında bizim silahlarımız nedir? Devrimci fikirlerimiz, üretimden gelen gücümüz... Tunus ve Mısır’da ayaklanan halkı izleyerek Suriye’de rejime başkaldıran genç aktivistlerin ve işçilerin devriminin nasıl savaşla boğulduğunu gördük. ABD ya da Rusya, her iki emperyalist devlete ait balistik füzelerin binlerce kilometre öteden Irak ve Suriye’de fakir şehri vurduğunu da. Gezi’den bu yana sonunu geciktirmeye çalışan Erdoğan’ın korku tiyatrosu da aynı etkiyi yaratmak istiyor:
n DİSK/Gıda-İş’te örgütlendikleri için 35 işçinin işten çıkarıldığı CP Piliç’in Turgutlu’daki fabrikasinin önünde Gıda-İş Sendikası basın açıklaması yaptı. Farklı iş kollarından sendikaların da destek verdiği eylemde işçilerin işe geri alınması istendi. n İsimsiz bir ihbar mektubu sonucu memuriyetten atılan, Antalya Büyük Şehir Belediyesi memuru ve Tüm-Bel Sen Antalya Şube Başkanı İlhan Karakurt için Antalya Büyük Şehir Belediyesi önünde bir basın açıklaması yapıldı. n Adım adım greve yürüyen EKU işçileri, vardiya başı ve sonlarında toplu giriş çıkış yapıyorlar. Islık ve sloganlarla eylemlerini sürdüren işçiler, birliklerini ve kararlılıklarını koruyorlar. n 3. havalimanı inşaatında çalışan işçiler iş bırakınca taşeron şirket temsilcileri çalışma koşullarının düzeleceğine dair taahhüt vermek zorunda kaldı. n Emaar Square inşaatta çalışırken işten atılan 19 işçinin direnişi kazandı. İşçilerin bir kısmının ücretleri yatırıldı, diğerlerinin de yatırılacak. Olan bitenlerin büyüklüğü, şiddeti, can kayıpları, bir anda solu veren hayatlar, duvarları delik deşik edilmiş terk edilmiş şehirler. Tarih, biz emekçi insanların korkunç savaşları nasıl durduğuna, üstelik bununla yetinmeyerek devrim yapmaya kalktığına ya da dünyada geri dönülemez değişiklikler bıraktığına tanıklık eder. 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’nı 1917’de savaştaki kendi devletlerine karşı ayaklanan, kendi iktidar organlarını yaratan ve burjuvazininkine son veren Rus işçiler başardı. Bu bir kadın devrimiydi. 8 Mart kadınlar gününde sokağa dökülen kadın işçilerin başlattığı ayaklanma ile tarihin gördüğü en güçlü-despot devletlerden biri olan Çarlık rejimi yıkıldı. 1917 Rus devriminin temel talepleri ekmek-barış-özgürlük’tü. Savaşla baş gösteren açlık, cepheden dönen emekçi çocuklarının tabutları, aşağıdan basıncı artırdı ve milliyetçilik bozguna uğradı.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KRİZİN FATURASINI KİM ÖDEYECEK? Kapitalist ülkelerin genelinde etkili olmaya başlayan durgunluk giderek bir krize dönüşme eğiliminde. Bu krizin Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere etkisinin yüksek olması bekleniyor. Peki, gelmekte olan bu krizin faturasını kim ödeyecek? 2008 yılında buna benzer bir ekonomik krizin faturası emekçilere ödetilmişti. Şimdi bu hataya tekrar düşmemek için emek örgütlerinin, sendikaların mücadele için hazırlık yapması, patronlardan gelecek saldırılara yanıt vermesi ve krizin faturasını üstlenmemesi gerekir. 2008 krizini tekrar hatırlayalım. Dev tekeller iflas ederken, tüm işyerlerinden işçi çıkarmalar başladı, borsalar çöktü. Kapitalist devletlerin firmaları kurtarma paketleri işe yaramaz hale geldi. İşsizlik ve yoksulluk arttı, işçi ve emekçiler için dünya cehenneme döndü. ILO raporuna göre 2008 ve 2009’da 34 milyon kişi işsiz kaldı. 2007’de dünya genelinde 178 milyon olan işsiz sayısı 2009’da 212 milyona (yüzde 10) yükseldi. 2,2 milyar emekçi çalıştığı halde daha da yoksullaştı. Türkiye’de de 2007’de 2,3 milyon olan işsiz sayısı kriz döneminde yüzde 50 artarak 3,5 milyona (yüzde 14) yükseldi. Krizlerin sorumlusu bizzat kapitalist sistemdir. Ekonomik kriz, kapitalizmin gerçeklerinden biridir. Krize karşı kapitalistlerin önerdiği ve aldığı tedbirlerin hiçbiri işçi sınıfının çıkarları için değildir. Tam aksine krizin faturasını işçi ve emekçilere ödettirme amacına hizmet eder. Siyasetçilerin aldıkları tedbirlerin hepsi de patronların zararlarını gidermek ve azalan kârları telafi etmek üzerine kuruludur. Kriz dolayısıyla işsizlik artacağından, işsizliğe karşı mücadele komiteleriyle sendikasız işçilerin de dâhil olabileceği örgütlenmelerin oluşturulması önem kazanmaktadır. Sendikalar kriz yüzünden atılan işçilere sahip çıkmalıdır. Unutulmamalı ki, sendikalar aynı zamanda sınıf dayanışmasının temel araçlarıdır. Sendikal hareketin içinde bulunduğu tıkanıklık, mevcut kriz ve savaş ortamında önemli bir sorundur. Bu sorunun giderilmesi için sosyalist hareketin sendikal hareketle olan bağlarının kurulması gerekir. Böylece sendikalar sınıf hareketindeki gerçek işlevlerine sahip olabilirler. Bu noktada sosyalist ve devrimcilere düşen görev, sendikal mücadeleye destek olmaktır. Türkiye’de altı büyük konfederasyona bölünmüş işçi sınıfı hareketinin krize karşı birlikte davranacak örgütlenmelere ihtiyacı vardır. ABD, Asya’da hegemonyasını kurmak için 1963’te Vietnam’a saldırdı. Bir tarafta dünyanın en büyük süper gücü, diğer tarafta sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşı veren Vietkong’un köylü gerillaları. 1960’ların başında güçlenen siyahların Sivil Haklar Hareketi, savaş karşıtı gaziler, Hippiler ve beyaz öğrenci öğrenci hareketi, onlarla birlikte davranan militan sendikalar bu çılgınlığı durdurdu. Bunu nasıl başardılar? 1. Savaş karşıtı hareketin varlığı ve örgütlenmesiyle. Aktivizm, yani savaş karşıtı fikirlerin en geniş kesimlere inatla ulaştırılması. 2. Asıl düşmanın “içeride” yani savaşan kendi devletlerinde olduğunu işçilerin ekonomik ve sosyal gerçeklerle birlikte kavraması, yaşam koşullarını ve hayatlarını korumak için harekete geçmeleriyle milliyetçiliğin gerilemesi. 3. 1917 için konuşuyorsak, öncü işçileri birleştirmeyi başaran devrimci bir partinin varlığı.
10 GELENEK
VARŞOVA GETTOSU DİRENDİ 29 Ocak Perşembe 19:00 BEYOĞLU
ARAP DEVRİMLERİ 5. YAŞINDA: TUNUS’TA YAŞANANLAR
Konuşmacı: Bahan Gönce İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 PARTİZAN MAREK EDELMAN YAZDI: VARŞOVA GETTOSU SAVAŞIYOR Z Yayınları’nın kitabını Sosyalist İşçi satıcılarından edinebilirsiniz. MELTEM ORAL
Dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı genellikle, Nazilerin ‘üstün ırk’ dışındaki her toplumsal kesime yönelik imha politikasıyla hatırlanır. Milyonlarca Yahudi, komünist, eşcinsel ve dahası öldürülür. Soykırımdan bahsedilince akla gaz odaları ve ölüm kampları gelir çoğu zaman. Ancak Nazilere karşı direniş deneyimleri aynı sıklıkla anılmıyor. Oysa tarihin en ilham verici direnişlerinden biri, tam da bu karanlığın ortasında gerçekleşmişti. 1943’teki Varşova Gettosu ayaklanması, direnişin etkisi ve kahramanlığı açısından faşizme karşı mücadelenin en mühim olaylarından birisidir. En zorlu, korkunç, başka hiçbir alternatifin veya umut ışığının görülmediği koşullarda bile mücadele etmenin ne kadar hayati ve aslında mümkün olduğuna dair derslerle dolu bir deneyimdir. İşgal Ayaklanmadan yaklaşık dört sene önce, 1939’da Polonya Naziler tarafından işgal edilir. 1939 aynı zamanda Hitler-Stalin Paktı’nın imzalandığı senedir. Polonya Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği arasında ‘paylaşılır’. İşgalin ardından idam ekipleri işbaşına geçer ve bir dizi toplumsal kesime yönelik infazlar başlar. Yüzbinlerce Yahudi, dış dünyayla bağı tamamen kesilmiş gettoya sürülür. Naziler ilk olarak getto halkını, yok denecek kadar az düzeyde yiyeceği karneye bağlayarak, açlığa mahkum eder. Her ay binlerce insan açlık ve hastalıktan ölür. Her an, herkesin, herhangi bir nedenle, nedensiz yere, infaz edilebilmesi gündelik hayatın parçası olur. Daha sonra ölüm kamplarına doğru sürgünler başlar. 1939 öncesi Polonya’daki Yahudi toplumu politik olarak parçalı bir yapıdaydı. Bund adlı sosyalist parti ve işçi sendikası, Yahudi işçilerin Polonya’daki en büyük örgütlenmesiydi. Yahudi Konseyi denilebilecek, Judenrat ise Getto kurulduktan sonra çeşitli resmi kurumların liderleri tarafından oluşturulmuş bir yapıydı. Konsey’de hakim olan fikir, Nazilere karşı direniş örgütlemenin hiçbir yararının olmayacağıydı. Onlara göre Nazilerle işbirliği yapmak ve merhamet göstermelerini dilemek gerekiyordu.
Sosyalist Yahudilerin yıllardır uyardığı şeyler ne yazık ki gerçekleşmeye başlamıştır. İmha politikalarına karşı Bund ve Sol Siyonist örgütler Yahudi Direniş Örgütü ZOB’u kurar. İşgalin ardından ilk sorun Yahudi toplumunu direnişe ikna etmekti ama artık esas sorun direniş için gereken teçhizatı bulmaktır. Bund, Polonya Sosyalist Partisi aracılığıyla, bir elin parmağını geçmeyecek kadar silahı Alman birliklerden gizlice, kanalizasyon boruları aracılığıyla gettoya sokmayı başarır.
DÜNYA YENİ BİR KRİZE Mİ GİRİYOR?
Direniş
ŞİŞLİ
Polonya’da örgütlü ilk silahlı direniş eylemi 1943’te, bu koşullarda gerçekleşir. Varşova Gettosu ayaklanması böylece başlar. Naziler bu ‘patırtının’ sadece birkaç gün süreceğini düşünür. Ancak Nazilerin tüm askeri üstünlüğüne rağmen direniş Almanları aylarca sıkıştırır. Bu eşi benzeri görülmemiş bir örnektir. Naziler ilk defa planlarını istedikleri gibi uygulayamaz hale gelir. Böylece faşistlerin yenilmez olduğu ve her şeye muktedir oldukları fikri ilk kez çözülmeye başlar.
657’DE DEĞİŞİKLİK NE GETİRİYOR?
Akla hayale gelmeyecek yollarla Naziler defalarca püskürtülür. Sevkiyatların bir süre durması başarılır. Trenlere bindirilenleri kurtarmak, kamplardan birkaç kişi de olsa kaçmasını sağlamak ya da Nazilere karşı silahlı eylem yapmak gibi farklı direnişler hayat bulmaya başlar. Tüm gettoyu yok etmek üzere Nazilerin tanklarla geldiği 19 Nisan’da ciddi anlamda silahlı direniş de başlar. Artık meydan okuma sırası aşağılanmış olandadır. Haftalarca süren, gerçekten kahramanlıklarla dolu bir mücadele yaşanır.
Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3
Konuşmacı: Gülay Yaşar Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey
ÜSKÜDAR
BAŞKANLIK MI DEMOKRASİ Mİ Konuşmacı: Meltem Oral
Naziler ayaklanmayı ancak büyük bir askeri güç kullanarak bastırır ve getto kelimenin tam anlamıyla yıkılır. Getto savaşçılarının başardıkları en önemli şey Nazilerin engellenebileceği fikrini göstermiş olmaları.
Daimler Pastanesi -Tunusbağı Cd. No:46
Getto nüfusunun topla, tankla neredeyse tamamen yok edildiği koşulda ZOB liderliğinin direnişlerinin askeri olarak ezileceğinden ve gettonun yıkılacağından hiçbir şüphesi yoktur. Marek Edelman’ın “bizleri öldürdüler ama bir tek kişiyi bile tahliye edemediler” sözü, karşılarında ‘ya ölüm ya ölüm’ seçeneğinin olduğu koşullarda, kamplara gönderilmeyi redderek, Nazilerin planlarını bozarak, yani direnerek ölmeyi tercih ettiklerini özetliyor.
EGEMENLERİN YENİ DÜŞMANI
Başka yerlerde onbinlerce insanın, kitleler halinde imha edildiği bilgisi ulaşsa da kimse inanmaz. Yaşananların sistematik bir imha politikası olduğuna Varşova’daki sosyalistler dışındaki çoğunluğun ikna olması zaman alır.
Ayaklanma büyük bir şiddetle bastırıldı. Ancak direniş tüm dünyaya faşizmle mücadele edilebileceğini gösterdi. Varşova gettosu direnişi hızla bir simgeye dönüşür. Bialystok ve Czestochowa gibi başka gettolarda, hatta toplama kamplarında ayaklanmalar gerçekleşir. Hayatta kalmayı başaran, gettolardan ya da toplama kamplarından bir biçimde kaçmayı başaran Yahudiler partizan birlikleri kurar ya da bulundukları ülkelerdeki direniş örgütlerine katılırlar.
Temmuz 1942’ye gelindiğinde Nazilerin kitlesel bir imha politikası başlattıkları artık açıktır. Bu tarihte Treblinka’daki ölüm kamplarına sürgün başlar. Sürgün için günlük bir kotanın doldurulmasını talep eden Naziler için, insanların sokaklardan avlanıp kitleler halinde vagonlara doldurulması işini bizzat Yahudi polisi yapar. Bu yüzden direniş hareketinin ilk hedefi Yahudi polisi olur.
Varşova Gettosu ayaklanmasından çıkarılabilecek en önemli ders; koşullar ne olursa olsun bir şekilde mücadele etmenin mümkün olduğu. Karşıdaki gücün yenilmez olduğu fikrinin hakim olduğu, karamsarlığın herkesin üzerine çöktüğü, herkesin yalnız ve çaresiz hissettiği, müthiş bir korkunun kitleleri esir aldığı koşullarda bile önemli olan, inatla mücadele etme fikrinden vazgeçmemek.
Direniş mi işbirliği mi
KADIKÖY
ANKARA
Konuşmacı: Şenol Karakş
Konur Sokak 14/13, İmge Kitabevi Karşısı, Kızılay
30 Ocak Cuma 19:00 FATİH
KADINA YÖNELİK ŞİDDETE HAYIR Konuşmacı: Idil Ügüt Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31, Fatih
AKTİVİZM
“BU UTANÇ ONLARIN”
11
ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş
“BAKAKALIRIM GİDEN GEMİNİN ARDINDAN” Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve AB Komiseri Johannes Hahn birlikte bir basın toplantısı düzenlediler. AB-Tükiye Üst Düzey Siyasi Diyalog toplantısıyla ilgili bilgilendirme içerikli basın toplantısı, 25 Ocak’ta başlayacağı ilan edilen ama hala başlayamayan Suriye’de geçiş süreciyle ilgili bir basın toplantısına dönüştü.
Ünlü oyuncu Leonardo Di Caprio kirli enerji politikalarına karşı direnişe geçen yerli liderleriyle Halkların İklim Yürüyüşü’nde, 2015 ANIL YÜKSEL
Bu yıl 46'ncısı düzenlenen Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu sona erdi. Gündemin sığınmacı krizi, iklim değişikliği, terörle mücadele, küresel eşitsizlik olduğu yazılıp çizilse de, 40'tan fazla ülkenin liderini ve onlarca uluslararası şirketin CEO ve üst düzey yöneticilerini bir araya getiren buluşmanın amacı düşen petrol fiyatlarını, faiz artırımlarını tartışmaktı. Yani, iktidar sahipleri ve ekonomik güçler küresel büyümedeki daralma endişelerini paylaşmak ve buna bir çözüm bulmak için bu kez "Dördüncü Sanayi Devrimi" sloganıyla bir kez daha Davos'ta toplandılar. Açılışta konuşan Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck'un mülteci krizine dair, "Gerçekten de Avrupa'ya barış ve refah getirmiş bu tarihi yapının çökmesini istiyor muyuz?" demesi ve zirve öncesinde İngiltere Başbakanı Cameron'un çok sayıda mülteciye ev sahipliği yapan Ürdün'ün AB tarafından güçlü bir şekilde desteklenmesi gerektiğini söylemesi, Avrupa'daki egemen sınıfın mülteci krizini "uzaktan çözmek" istediklerini bir kez daha ortaya çıkarıyor. Zirvede iklim krizine karşı yapılan en üst düzey vurgu BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moon'dan geldi. 2014'te New York'taki 400.000 kişilik iklim yürüyüşüne de katılan Moon, Paris'te ortaya çıkan anlaşmanın hayata geçirilmemesi halinde, kararlaştırılan tüm kalkınma hedef-
HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ A HABER SUNCUSU ERTAN TAN Geçtiğimiz günlerde AKP medyası, HDP eşbaşkanı Figen Yüksekdağ’a ait olduğu iddia edilen bir Instagram hesabından “Zulme karşı direneceğiz, inadına barış, Türkiye’yi başınıza yıkacağız” diyen bir gencin videosunun paylaşıldığını haberleştirdi. Yüksekdağ’ın Instagram hesabı olmadığı yönündeki HDP açıklamasını ise elbette görmedi. A Haber’de ‘Sabah Ajansı’ programını sunan Erkan Tan isimli şahıs, videodaki genci hedef alarak, “Bre insafsız,
lerinin de sarsılacağını söyleyerek, ülke liderlerini ve uluslararası toplumu iklim krizi karşısında verdikleri taahhütleri tutmaya çağırdı. Ancak iklim değişikliğine dair en keskin çıkışı ise ünlü oyuncu Leonardo DiCaprio gerçekleştirdi. Küresel ısınma ve iklim değişikliği karşısında tek çarenin fosil yakıt kullanımına derhal son vermek olduğunu söyleyen DiCaprio'nun sözleri şu şekildeydi: "Kömür, petrol ve gaz endüstrilerinin açgözlülüğüne daha fazla izin veremeyiz. Ekonomik çıkarları için küresel ısınma gerçeğini reddederek dünyayı yok edici alışkanlıklarına devam etmek istiyorlar ve bunun için iklim değişikliğine dair kanıtların bile üstünü örtmeye çalışıyorlar. Artık yeter. Herkes biliyor, bu utanç onların." Fakat biliyoruz ki, Kasım 2015'te Paris'te gerçekleştirilen iklim zirvesi gibi buluşmalardan da, onlarca milyarderin, CEO'ların, burjuva hükümetlerinin, zengin üst düzey yöneticilerin küresel ölçekte ekonomik krizi tartıştığı, kârlarını nasıl daha yukarı çıkarabileceklerini planladıkları ve hükümetlerin kalkınma projelerini anlattıkları Dünya Ekonomik Forumu gibi zirvelerden de iklim krizi karşısında gerçek bir çözüm çıkmayacağı aşikâr. Bizler kapitalistlere dur demedikçe, onların da yakın gelecekte iklim değişikliği karşısında adım atmaya pek niyetleri yok. Bugün bu kriz zenginlerin eline bırakılamayacak kadar ciddi boyutta.
bre izansız” şeklinde başladığı dayılanmasını, “Arkadaşların teröristler karı kılığında yakalanıyor, naber? Sütyen takıyorlar, etek giyiyorlar. Karı kılığıyla mı başımıza yıkacaksın?” diyerek bitirdi. Türk devlet aygıtı, milliyetçilik ve cinsiyetçiliği Kürt hareketine karşı iç içe kullanır, çünkü devletin makbul vatandaş kimlikleri olan “Türk” ve “Erkeğin” oluşması için ikisi de aciz sayılana karşı birer egemenlik aracıdır. Üstelik, işçi sınıfının örgütlenmesini egemenler lehine ustaca bölerler. Fakat, Erkan Tan’ın bilmediği iki şey var. Birincisi, ağzını yayarak bre derken aslında kendisinin ne kadar aciz göründüğü, ikincisi ise bir gün kadınların dünyayı onun gibi cinsiyetçilerin başına yıkacağı. Çünkü devrimleri o çok küçümsediği “karılar” yapar.
Bu dönüşümün nedeni, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikasının bütünüyle Kürtlere nefes aldırmamak üzerine kurulmuş olması. Çavuşoğlu, geçiş süreciyle ilgili şu açıklamaları yaptı basın toplantısında: “Suriye’de kesin çözüm siyasi çözümdür. Bu konuda hepimiz hemfikiriz. Bu süreçte özellikle muhalefeti sulandırmaya yönelik bazı ülkelerin çabaları var. Biz buna karşıyız. Muhalefet de buna karşı. Özellikle YPG gibi terör örgütlerinin de muhalefetin içinde yer almasını istemek bu süreci akamete uğratmaktır. Bunu isteyen bazı ülkeler olabilir ama bunun son derece tehlikeli olduğunu söylememiz lazım.” Hatta, PYD Suriye’de bazı alanları kontrol ediyor diye masaya oturması gerekir diyenlere, “DAEŞ Suriye’nin yüzde 40’ını kontrol ediyor.” yanıtını vererek, aslolanın bir örgütün kontrol ettiği alan olmadığı meajını verip PYD’i çözüm sürecinin aktif bir parçası olmaktan dışlamaya çalıştı. İnsan şaşırmadan edemiyor, bu Kürt düşmanlığı milli Türk eğitiminin bir ürünü olarak mı şekilleniyor yoksa sağcı bir bakan olmak için olmazsa olmaz bir ilke mi bu? Yoksa, hangi zihin dünyası PYD ile IŞİD’i eşitlemeye yeltenebilir? Türkiye’nin PYD’in çözüm sürecinin aktif bir parçası olmasını engellemek için gösterdiği hırslı çabanın ağırlıklı etkisi nedeniyle, Cenevre görüşmeleri başlayamadı. Taraflar masaya oturamadı. Geçiş sürecinin sııntılarından bağımsız olarak, Türkiye, başka bir ülkedeki bir örgütle neden bu kadar ilgili? Üstelik bu örgüt ne Türkiye’ye karşı silahlı bir eylem örgütlemiş ne de böyle bir tehdit oluşturuyor. PYD’nin IŞİD’le tüm dünyanın gözü önünde ölümüne bir savaş içinde olduğunu görmezden gelerek, PYD’yi IŞİD’le neden özdeşleştiriyor? Bu sorunun yanıtı çok açık: Türkiye, Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmak istiyor. Bu fırsat, arka arkaya hızlı gelişmelerle Türkiye’nin elinden alındı. ABD’nin liderliğini yaptığı savaş koalisyonunun yanı sıra, Rusya da Suriye’ye yerleşti. Kürtler, Rojava’da siyasal statüko elde etmeye başladığı andan itibaren, Erdoğan’ın “kırmızı çizgimizdir” sözüyle ifade ettiği gibi önce Suriye ve giderek tüm bölge politikasının özünde, Kürtlerin statüko elde etmesinin engellenmesi çabası yer alıyor. Bugün Kürt illerinde süren savaşın arka planında da devletin bütün bloklarının uzlaştığı bu Kürt düşmanı dış politika yatıyor. Fakat şair vakti zamanında sanki devletin tüm bloklarına birden seslenmiş: “Bakakalırım giden geminin ardından.” Kürtlerin gemisi Suriye ve Irak’ta kalktı, Türkiye’nin bakakalmaktan başka çaresi yok. Cenevre görüşmeleri başladığında bu daha net görülecek.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KADIN CİNAYETLERİNİN NEDENİ: EKONOMİK POLİTİKALAR 2016 yılında kadın cinayetleri devam ediyor. Geçen hafta bir günde dört kadın öldürüldü. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıkladığı rapora göre 2015 yılında 303 kadın cinayete kurban gitti. Bu rakam 2014 yılında, 294, 2013 yılında 237’ydi. Daha da vahimi öldürülen kadınların yüzde 27’si devlet koruması altındaydı.
#dsip kış kampı şile
Her yıl artış gösteren kadın cinayetlerinin ve şiddetin sorumlusu kadınları korumaktan imtina eden, kadınların kamusal değil, “özel” alanın asli unsuru olduğuna yönelik politikalar üreten hükümet. Kadınlara her fırsatta “eşit değilsiniz” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi devlet yetkilileri bu kadın düşmanı iklimi yaratıyor. Kadın cinayetlerinde ve tecavüz vakalarınının artarak sürmesinden, saldırganın ”ağır tahrik”, “haksız tahrik” gibi etmenlerle ya da sözde “iyi hal” nedeniyle ceza indiriminde bulunan yargı da sorumlu. Elbette kadına yönelik şiddet ve tacizi erotik ya da polisiye bir vaka gibi aktaran ana akım medyanın bu cinayetlerdeki payını atlamamak gerekli.
CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE PERSPEKTİFLERİ 5 Şubat Cuma 20.00-21.00: Queer Teori
Kadınları öldüren ekonomik kararlar Son 12 yıldır AKP hükümetinin de başarıyla temsil ettiği yeni liberal politikaların emekçilerin dışında kadınların yaşamı üzerinde yıkıcı etkileri bulunmakta. Hükümetin ekonominin büyümesi hedefine yönelik istihdam projeleri kadını değil, aileyi korumaya esas alıyor ve kadınların yaşamını cehenneme çeviriyor. Hükümetin, çocuk sayısı üzerinden yaptığı tartışmalar, kürtaj yasağı girişimleri, ”Anne Sütü Bankası”nın kurulması projeleri gibi kadın bedenini üzerinde hâkimiyet kurmaya yönelik politikalarının arkasında rekabete dayalı büyüme stratejisi yatıyor. Tabii kadın bedeni üzerinden yürütülen bu politikaların toplumun büyük kesimlerinde hegemonya kurabilmesi için muazzam bir muhafazakâr söylem devreye giriyor. Öte yandan yeni liberal uygulamaların bir sonucu olarak kamusal yatırımların azalması büyük bir çoğunluğu zaten ekonomik olarak kendi kendini idame ettirebilme yeteneğine sahip olmayan kadınları şiddet karşısında korumasız
KADINLAR İSYANDA
bırakıyor. Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Mevzuatı ve Ocak 2013’te yürürlüğü giren Kadın Konukevlerinin Açılması ve İşletilmesi Hakkında Yönetmelik uyarınca, Türkiye nüfusunun yüzde 49,8’lik dilimini kapsayan kadınlar için bu sığınma evi sayısı yetersiz. Sözleşmeler gereğince; 10 bini aşkın nüfuslu yerleşim yerlerine en az bir kadın sığınağı, 50 bini aşkın nüfuslu yerleşim yerlerinde en az bir kadın danışma merkezi ve her 20 bin kadın için bir tecavüz kriz merkezi bulunmalı. Türkiye'de kadınlar ve çocuklar için konukevi açma zorunluluğu olan nüfusu 100 binin üzerinde 201 belediye bulunuyor. Ancak bu sorumluluğu 11 ildeki 31 belediye yerine getirmiş durumda. 2013 verilerine göre; Nüfusu 100 bini aşan 8 ilde ise kadın sığınma evi yok. Kadınların şiddete uğraması durumda hemen başvurabileceği sığınma evlerinin ya sayısı ya da niteliği yetersiz. Şiddete uğrayan kadınların büyük çoğunluğu kendi yaşamını 2015 Şubat ayında Mersin’de genç bir kadın olan Özgecan Aslan’ın katledilmesinin ardından kadınların öfkesi sokaklara taştı. Özgecan cinayeti karşısındaki kitlesel mücadele sonuç verdi. Hâkimler üç sanığa da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Bu dava kadın cinayetlerinin durdurulmasına yönelik mücadele önemli bir kazanım. Ancak kadın cinayetlerini önlemek, kadına yönelik şiddetin sona
idame ettirebilecek sosyal bir destek olmadığı için şiddet gördüğü yere tekrar dönmek zorunda kalıyor. Kadınları şiddete maruz bırakan politikaların ardında yatan diğer bir neden ise kadın işgücüne yönelik istihdam politikaları. Son yıllarda kadın istihdamında artış gözlense de, evden çalışma, taşeronlaştırma gibi esnek istihdam süreçleri kadınların da yaşamlarını olumsuz etkiliyor. Aile içindeki işbölümü nedeniyle erkekler gibi uzun süreli ve kesintisiz çalışamaması kadınları daha çok kayıtlı olmayan alanlarda çalışmaya yöneltiyor. Kreş ve yuvaların yokluğu ve var olanların yüksek ücretli olması, kadınların çocuk doğurduklarında eve dönmelerine neden oluyor. Öte yandan yapılan araştırmalara göre yüksek verimlilik ve teknoloji isteyen sektörlerde kadınlar daha verimli olmasına rağmen cinsiyet eşitsizliği nedeniyle erkeklerden daha düşük ücret alıyor. ermesi için daha fazlasına ihtiyacımız var. Daha fazla sığınma evi, eşit işe eşit ücret, taciz, cinsiyetçi iş bölümüne karşı çıkılması, kreş, gibi kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik daha fazla somut talep etrafında mücadele etmek daha fazla kalıcı kazanımlar elde edilmesini sağlayacaktır. Örgütlenme sadece şiddete karşı çıkmak için değil şiddetin önlenmesi için de olmazsa olmaz koşuldur.
6 Şubat Cumartesi 10.00-12.00 Büyük resme odaklanmak 14.00-16.00 Devrimlerde kadınların belirleyici rolü 20.00 Akşam yemeğinden sonra hem muhabbet hem politika! “Ne ne demek?”: Cinsiyetçilikle gündelik hayatta yüzleşmek “Müzik ve İsyan”
7 Şubat Pazar 10.00-12.00 Kadınlara sistematik şiddetin kökleri: Nasıl durduracağız?
İrtibat için: 05314516251