DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
552
3 Şubat 2016 2 TL. sosyalistisci.org
silahlar sussun
n Savaşı kimin başlattığının önemi yok. Bizim muhatabımız sorunun kaynağı ve çözümün tarafı devlettir. Ölüm değil çözüm istiyoruz! n Kürtlerin kendi istedikleri gibi eşit koşullarda yaşaması doğal bir haktır. Destekliyoruz. Bu hakkı tanımak yerine savaş çıkartanlar Türk emekçilerini bile bile ölüme gönderenlerdir.
barıs , konussun n Onlar savaşıyor, faturasını biz ödüyoruz. Kürtlere atılan her kurşun, bize daha fazla vergi ve zam olarak dönüyor.
,
DSIP EŞ SÖZCÜLERİ MELTEM ORAL VE ŞENOL KARAKAŞ ANLATIYOR. sayfa 5
UMUT MAHİR ÖZEN: DÜNYAYI SARSAN DEVRİMİN İLK ADIMI sayfa 8
HÜKÜMET SERMAYEDEN YANA: BİRİKMİŞ EMEĞİMİZE GÖZ DİKTİLER sayfa 9
HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ: “O SAATTE ORADA NE İŞİ VARMIŞ” sayfa 11
2
GÜNDEM
ERDOĞAN KAYMAKAMLARI SUÇA DAVET EDİYOR İNŞAAT DEĞİL BARIŞ İSİYORUZ! Başbakan Davutoğlu Suudi Arabistan dönüşünde, Kürt illerinde bölgesel oda başkanlarıyla bir toplantı yaptı. Daha önce de Bakanlar Kurulu’nda ele alındığı, Milli Güvenlik Kurulu’nda üzerinde anlaşmanın sağlandığı söylenen “Teröre Karşı master plan” hakkında bazı açıklamalarda bulundu. 303 maddelik olduğu Numan Kurtulmuş tarafından açıklanan master planla ilgili resmi açıklama, 5 Şubat Cuma günü Davutoğlu tarafından Mardin’de yapılacak. Hükümete yakın kaynaklar, master planının bir rehabilitasyon planı da olduğunu söylüyor. Planın mahiyetini, Suudi Arbistan dönüşü Davutoğlu ağzından kaçırdı. Başbakan şunları söyledi: “Sur’u öyle inşa edeceğiz ki aynen Toledo gibi olacak, İspanya’nın Toledo şehri gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek.” Evet, Davutoğlu, yaklaşık iki aydır çatışmaların sürdüğü, bir çok mahallesinde sokağa çıkma yasağının devam ettiği, çok sayıda asker, polis ve PKK üyesinin çatışmalarda yaşamını yitirdiği Diyarbakır Sur’dan söz ediyor. İşte Kürt sorununda master plan bu: TOKİ! İnşaat! Cumurbaşkanı Erdoğan da Şili’de ekonomik konsey toplantısında yaptığı konuşmada uzun uzun sığınmacı sorununda Türkiye’nin ne kadar fedakar olduğunu anlatırken, “Türkiye olarak inşaat alanında çok mahirizdir” dedi. Erdoğan’ın TOKİ’yi Şili’de övme nedeni, Suriye’de yaşanan sığınmacı dramına çözüm olarak Suriye’nin kuzeyinde inşaat yapıp uçuşa yasak bölge ilan edilerek koruma alanı yaratılması. Davutoğlu ise Kürt sorununun ve aylardır süren savaşın çözümü olarak inşaat ve kentsel dönüşümü hedefliyor. Hükümete yakın bir başka kaynak olan Abdukadir Selvi, master planının Kürt illerine devletin şefkat elinin uzanması anlamına geldiğini söylüyor. Devletin durumu kavramaktan ne kadar uzak olduğu, AKP milletvekili Orhan Miroğlu’nun önerdiği “Milli Birlik ve Kardeşlik Bakanlığı” kurulması önerisine Erdoğan’ın verdiği yanıtta belirgenleşiyor. Şunu söylüyor Erdoğan öneriye karşı: “2005’te Açılım Sürecini başlattık. O günden bugüne yapılanlar ortada. Milli Birlik ve Kardeşlik Bakanlığı da kursak bundan başka ne yapılabilirdi?” Kürt sorununda 2005’ten beri yaşanan ve gerçekten de bazıları küçümsenemeyecek gelişmeleri, sorunun çözümü için yeterli ve hatta fazla fazla yeterli gören Cumhurbaşkanı’nın yaklaşımı devletin bakış açısının sığlığını açığa seriyor. Tv’ler Cizre’de 500’den fazla, Sur’da 145 insanın öldüğünü haber yaparken, Kürt sorununun çözümünde inşaat kartını masaya yatıranlar ne cumhuriyet tarihinden ne de üç yıla yakın süren çözüm sürecinden hiçbir şey anlamamış demektir. Kürt sorunu siyasi bir sorundur. Siyasi sorunları inşaat hamleleri değil, siyasal adımlar, siyasal diyalog, en önemlisi de barış süreci çözebilir.
ÇAĞLA OFLAS
Muhtarlar zirvelerinin ardından geçen hafta kaymakamlarla toplanan Erdoğan, "Sizden ricam bu. Mevzuat şöyledir, böyledir, yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir kenara, kendi zihinsel inkılâbınızı devreye sokun. 'Ben bunu bu şekilde yaparım' deyin ve yapın." dedi. Kürt illerinde görev yapan askerlere açık açık silaha sarılmaları talimatı verip, “savcının karşısını çıkmaktan korkmayın” diyen zihniyet, kaymakamları da açıkça suç işlemeye teşvik ediyor. Toplantıda Kürt illerindeki belediye başkanlarını kaymakamlara şikâyet eden Erdoğan, atanmış kaymakamlardan halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarına müdahale etmelerini istiyor. Kaymakamlar ilçelerde devleti temsil etmek üzere atanan kamu görevlileridir. Halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarına müdahale etmeleri suçtur. Zafer anıtı dikilen kaymakamlar Konuşmasında kaymakamlara “Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtı dikemezler” diyen Erdoğan’ın ne demek istediğini anlamak için yakın tarihe bakmak yeterli. Hrant Dink’in katliamına giden yolda, bizzat valilik makamında “mevzuatlar hiçe sayılarak” tehdit edildiği her kesin malumu. Daha uzak tarihlerde de “zafer anıtları” dikilen kaymakamların ve devlet görevlilerinin işledikleri katliam suçları da göz önüne alındığında, Erdoğan’ın kaymakamlarla yaptığı konuşmanın vahametinin başka bir yönü görülüyor oluşturmakta. Bunlardan en bilineni Ermenilere karşı soykırım suçu işleyen Yozgat’ın Boğazlayan Kaymakamı Kemal. Boğazlayan Kaymakamı da dönemin İttihatçı hükümetinin emirlerine uyup Ermenilere karşı işlediği katliam suçlarından yargılanmış ve idam edilmişti. Suçu tescillenen bu kişi bizzat devlet tarafın-
Erdoğan ne yaparsa yapsın savaşa karşı olan tepki büyüyor.
dan “milli şehit” ilan edildi. Yerli ve milli Başkanlık sistemi Erdoğan 2014 yılında halkın oylarıyla Cumhurbaşkanlığı makamına seçildiğinden beri devletin tepesinde, devletin tüm yetkilerini elinde toplayan bir başkanlık sistemi istiyor. Türkiye burjuvazisinin ve devletinin ordusuyla ve bürokrasisiyle Kürt hareketinin tasfiye edilmesi ve Ortadoğu’daki emperyalist talandan pay kapma temelindeki uzlaşma Erdoğan’ın istediği türden bir başkanlık sistemi için zemin oluşturmakta. Ancak, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalından, Kürt illerinde sivillere yönelik işlenen suçlara, işçi cinayetlerinden, kadın cinayetlerine, çevre katliamlarına kadar pek çok gelişmeye tepki duyan ve Erdoğan’ın arzuladığı türden bir başkanlığa karşı olan milyonlarca insan var.
GÜNDEM
BARIŞ İÇİN EL ELE VERDİK
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
SORUN ÇEKİRDEK KADRO DEĞİL Başbakan Davutoğlu, Suudi Arabistan ziyareti sırasında sokağa çıkma yasağı ilan edilen şehirlerde sona yaklaşıldığını,”teröristlerin çekirdek kadrosuna” yaklaşıldığını söyledi. Bu açıklamanın bir sonucu var: Şiddet devam edecek! Sokağa çıkma yasakları, tankların binaların duvarlarını dövmesi, insanların evlerde günlerce aç susuz bırakılması devam edecek. Cizre’de insanlar bir evin bodrumunda mahsur kaldı. Binanın bir bölümü yıkıldı. İçerde 24 kişinin olduğu söyleniyor. Yaralılar var bu insanlar arasında ve günlerdir susuzluk çekiyorlar. Bu binadaki yaralıları almak üzere harekete geçen ambülânslar, sağlık çalışanları ve beyaz bayraklı anneler bölgeye yaklaştırılmıyor. Başbakan ise çekirdek kadroya yaklaşıldığını söylüyor övünerek.
30 Ocak’ta İstanbul Beyoğlu’nda her görüşten savaş karşıtının kurduğu barış zinciri.
Kürt illerinde devlet vahşi savaş politikalarını uygularken Batı’da savaşa karşı tepkiler çoğalıyor. Barış isteyenler adım adım sokağa çıkmaya başlıyor, savaş karşıtı etkinliklerin sayısı çoğalıyor. Geçen hafta sonu İstanbul’da yapılan “Barış için el ele” eylemi bu etkinliklerden biriydi.
Caddesi boyunca el ele tutuşup, insan zinciri yapmasına polis tarafından izin verilmedi. Bunun üzerine, aktivistler Tünel Meydanı’nda el ele tutuşarak bir zincir oluşturdular. Üzerlerine ‘silahlar sussun müzakereler başlasın’ yazılı etiketler yapıştıran aktivistler bol bol ses çıkardı.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu ile Mazlum-Der’in çağrıcısı olduğu eyleme yaklaşık 200 kişi katıldı. Taksim Tünel Meydanı’nda “Silahlar sussun müzakereler başlasın” pankartı arkasında bir araya gelen aktivistler “Savaşa hayır barış hemen şimdi”, “Silahlar sussun barış konuşsun” sloganları atarak savaşa karşı ses çıkardılar.
Eylemin katılımı oldukça çeşitliydi. Öğrencilerin, feministlerin, Kamp Armen direnişçilerinin, Kadına Şiddete Karşı Müslümanların, sosyalistlerin barış talebiyle bir araya gelmesi çok önemliydi. Bu eylemlilik savaşı durdurana kadar devam etmeli. Geçen haftasonu yapılan eylem, barış için ses çıkarmak isteyenlerin güçlü bir şekilde sokağa çıkacağı bir gösterinin ilk adımı olabilir.
Eylemin çağrıcısı olan Küresel Bak ve Mazlum-Der adına Fatma Betül Demir tarafından okunan ortak açıklamada, geçen yıllarda başlayan çözüm sürecinin ne kadar önemli olduğu, Kürt sorununun demokratik çözümüne çok yaklaşıldığı bu sürecin bitmesinin daha fazla ölümden başka bir şey ifade etmediği vurgulandı. Savaşın son ermesi ve derhal çözüm sürecinin başlaması çağrısı yapıldı. “Barış, barış, barış,” diye haykıran aktivistlerin İstiklal
HAFTANIN IRKÇISI BEDDUACI CÜPPELİ AHMET
Barışa 1000 kadın 31 Ocak’ta da Barış için Kadın Girişimi’nin çağrısıyla Kadıköy’de ‘Barış için 1000 kadın’ bir araya geldi. ‘Ölümden değil yaşamdan yanayız’ diyen kadınlar bir süre oturma eylemi yaptı, halaylar çekildi. ‘Barış için ısrar ediyoruz’ denilerek tüm kadınlar bir sonraki nöbetin gerçekleşeceği Diyarbakır’a davet edildi. vatan haini olmakla suçlayan Cüppeli Ahmet, “Bunlar zaten solcu, komünist. Hendek kazanları destekliyorlar, bu nasıl fikir özgürlüğü, askerimiz polisimiz kâfirlerle uğraşıyor, arkasında Avrupa Birliği, Almanya, Yunanistan olmasa, Yahudi olmasa PKK dayanabilir mi? Her gün öldürülüyorlar, bitmiyorlar, çünkü arkasında gâvur var” sözlerini sarf etti.
Daha önce kamuoyunun karşısına sık sık ırkçı, ayırımcı, cinsiyetçi fikirleriyle çıkan ve Cüppeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Ünlü, barış bildirisine imza veren akademisyenlere nefret kustu.
Daha önce de Türk ordusunun Suriye’ye girmesini des-
Yaptığı bir konuşmada barış imzacısı akademisyenleri
nefretle, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
tekleyerek savaş kışkırtıcılığı yapan, hemen her konuşmasında Kürtlere, Ermenilere, ezilenlere lanet yağdıran Ahmet Ünlü, barış imzacıları üzerinden saçtığı ırkçı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, tarihe, bir bodrum katında susuz ve yaralı bir şekilde bekleyen insanlar hakkında, “Ne malum yaralı oldukları” diyen insan olarak geçecek. Davutoğlu ise yaklaşık üç yıl süren çözüm sürecinin bir kutbunda yer alan hükümetin önce bir bakanı, ardından başbakanı olmasına rağmen sorunu, PKK’nin bir bölgedeki çekirdek kadrosuna indirgeyen birisi olarak geçecek. Sorun ne hendekler ne de çekirdek kadroya ulaşılıp ulaşılmaması sorunu. Sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eskiye dayalı olan Kürt sorunu. Hendeklere indirgediğinizde sorunun etrafından dolanırsınız, PKK’nin hendeklerin arkasındaki çekirdek kadrosunu imha etmeye indirgediğinizde, yine Kürt sorunun sadece etrafından dolanırsınız. Savaşın şiddetinin bu denli arttığı, ölümlerin günlük olağan vakalara döndüğü ve ölümlere coğrafi açıdan uzak olanlar için sıradanlaştığı koşullarda savaş suçları da sıradanlaşmaya başlayabilir. Şimdiden yüzlerce insanın son dört beş aylık çatışma ortamında öldürüldüğü söyleniyor. Ve başbakan henüz çekirdek kadroya ulaşılamadığını itiraf ediyor. Sorunun çözümü, hiçbir şekilde “çekirdek kadroya ulaşmaktan” geçmiyor. Çekirdek kadroya ulaşıp imha ettiğinizde Kürt sorununun çözülebileceğini düşünüyorsanız, yaklaşık üç yıl boyunca çözüm süreci adı verilen süreçte hangi meseleyi halletmeye çalıştığınız konusunda büyük bir yanılgı içinde olmuşsunuz demektir. Sorunu çözecek olan, öncelikle her gün aldığımız ölüm haberlerine son vermek üzere çatışmalara son vermektir. Yaralıların olduğu eve sağlıkçıların girmesinin yolunu açmaktır. Sokağa çıkma yasaklarını kaldırmaktır. Yeniden müzakere masasına dönüş için hazırlık yapmaktır. Çekirdek kadroya gerçekten ulaşmak isteyenler, demokrasinin sınırlarını genişletmek için çaba harcar. Çatışmanın panzehiri, daha fazla çatışma değildir; demokrasidir.
4
DÜNYA
CENEVRE GÖRÜŞMELERİYLE SURİYE’DE SAVAŞ BİTER Mİ?
SURİYE’DE KÜRTLERSİZ ÇÖZÜM OLUR MU?
BM’nin uzun zamandır hazırlıklarını yürüttüğü ve Suriye’de devam eden savaşı bitireceği umut edilen 3. Cenevre görüşmeleri geçen hafta başladı. Ancak Cenevre Konferansı’nın vaad ettiklerini gerçekleştirme ihtimali yok denecek kadar az. Temel aktörler masada yok Cenevre görüşmelerinin başarısız olma olasılığının çok yüksek olmasının ilk nedeni temel aktörlerin masada yer almaması. Asıl olarak Türkiye’nin itirazı sonucunda PYD masada rejim muhalifleri tarafında yer alamadı. Bu durumun önümüzdeki günlerde değişebileceğine dair işaretler var ancak şu anda PYD masada yok.
Suriyeli Kürtlerin çoğunluğunun desteklediği PYD’nin eşbaşkanları.
Türkiye’nin kırmızı çizgisi olan Kürtler ve onların örgütü PYD hem Rusya’nın hem de ABD’nin ittifak yaptığı ama özellikle ABD’nin Türkiye’ye tercih ediyormuş gibi görünmek istemediği bir güç haline geldi. Rusya, bu hafta PYD’ye Fırat’ın batısına doğru ilerleyişinde destek olmak için havadan bombardıman desteği verirken Obama'nın uluslararası IŞİD'le mücadele koalisyonu özel temsilcisi Brett McGurk, Kobani'de PYD'lilerle bir görüşme gerçekleştirdi. Hem Rusya hem ABD açısından Kürtler, IŞİD’e karşı mücadelede vazgeçilemez bir müttefik ancak her ikisi de bu ittifakın kendi denetimleri altında olmasına ve bu ittifakın sınırlarını kendilerinin belirliyor olmasına özen gösteriyor. Hiç kimsenin aslında Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ile ilgilendiği yok.
Her ne kadar Türkiye bu durumun “bölgede dediğini yaptıran güçlü devlet” imajı yarattığı sonucunu çıkarmış olsa da aslında sorunun çözümü değil nedeni olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oldu. Ayrıca buna Riyad’da toplanan muhaliflerin “bombardımanlara son verilmesi, tutukluların bırakılması ve kuşatmaların kaldırılması” gibi şartları eklenince Suriye’deki savaşın taraflarının önemli bir kesimi daha görüşmelerin dışında kalmış oldu. Riyad heyeti son dakikada görüşmelere katılmak üzere Cenevre’ye geldi, ancak şartlarından vazgeçmedi. Riyad heyetinin başkanı Riad Hicab ise internet üzerinden yayınladığı yazılı bir mesajda, "Suriye hükümeti bu suçları işlemeye devam ederse Riyad delegasyonunun İsviçre'deki varlığı anlamsız hale gelir" dedi. Cenevre görüşmelerini dinamitleyen ikinci neden ise Rusya başta olmak üzere devletlerin Suriye’yi bombalamaya ve askeri alandan aldıkları güç ile masadaki etkilerini artırmaya çalışmaya devam ediyor olması. ABD, Rusya ve küresel hegamonya mücadelesi Ancak gelinen bu son noktanın arka planında uzun zamandan beri devam eden bir küresel hegamonya mücadelesi yatıyor. Artık herkes Suriye’deki savaşın Suriye ile ilgili olmadığını biliyor. Bu arka planın geçmişi Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte iki kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçiş ve bu yeni dönemin küresel hegamonya mücadelesinde yatıyor. ABD’nin Irak’taki yenilgisinin ardından her ne kadar Orta Doğu’dan bir an önce çıkarak odak noktasını Asya Pasifik KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
IRKÇILIĞIN NORMALLEŞTİRİLDİĞİ KÖTÜ BİR DÜNYADA YAŞAMAK Son on beş gün içinde tüm dünyada göçmenlerin karşı karşıya kaldıkları ırkçılığın resmini çizmeye kalksak bizi nasıl bir tehlikenin beklediğini belki görebiliriz. Geçen hafta Danimarka Meclisi, mültecilerin ziynet eşyaları ve paralarına el konulması ve aile birleşimi için müracaat süresinin 3 seneye çıkarılmasını öngören yasa tasarısını 81 evet, 27 hayır oy çokluğu ile kabul etti. Benzer şekilde Almanya’nın Bavyera ve Baden-Württemberg eyaletleri de sığınmacıların nakit para ve altın gibi değerli eşyalarına el koymaya başladı.
Suriye’de yıkımın tarafları halktan yana bir çözüm üretemez.
bölgesi olarak değiştirmeye çalıştıysa da Orta Doğu’nun durumu buna izin vermedi. Ardından gelen 2008 ekonomik krizi ABD’nin bölgedeki manevra alanını daha da daralttı. Aslında o dönemden itibaren ABD’nin Orta Doğu politikası daha çok savunma üzerine kuruldu. Bu yüzden ABD elini taşın altına olabildiğince az sokarak bölgeyi idare etmeye çalıştı. Bir yandan Suddi Arabistan eliyle bölgeyi yeniden şekillendirmeye çalışırken (Yemen’de olduğu gibi) diğer yandan IŞİD’e karşı mücadelede Kürtlerle ittifak yaptı. Ama bu ittifakın hiçbir zaman Kürtleri Türkiye’ye tercih ediyormuş görüntüsü vermemesine dikkat etti. Bu arada İran ile nükleer anlaşmasını imzalayarak bölgede tarihsel bir döneme son verdi. Bu arada Rusya giderek uzayan bu iç savaşa hızlı bir şekilde giriş yaptı ve böylece Orta Doğu’nun geleceğinin belirlenmesini tek başına ABD’ye ve onun etrafında oluşan gruplaşmalara bırakmayacağını göstermiş oldu. O da ABD gibi kendi ittifaklarını oluşturdu. Galler’in başkenti Cardiff’te göçmenlere renkli bileklik takma zorunluluğu getirildiği öğrenildi. Çalışma izni de verilmeyen göçmenler renkli bilekleri takmamaları halinde yemek de alamıyor. Bu uygulamaya maruz kalan bir göçmen Guardian gazetesine yaşadıklarını şöyle anlatıyor, “Bileklikleri takmazsak İçişleri Bakanlığı’na bildirileceğimiz söyleniyordu. Kaldığımız binadan yemek yediğimiz binaya her gün 10 dakikalık bir yürüyüşle geçiyorduk, cadde boyunca bilekliklerimiz görünecek şekilde yürüyorduk. Yoğun trafiği olan yolda sürücüler kornaya basıyor ve bazen arabalarının pencerelerinden uzanıp bize, ‘Ülkenize geri gidin’ diye bağırıyorlardı”. Hollanda hükümeti şu anda Yunan adaları üzerinden Avrupa’ya gelen göçmenlerin gemilerle Türkiye’ye geri gönderilmesini içeren bir plan üzerinde çalışıyor. İsveç İçişleri Bakanı Anders Ygeman, 2015 yılında İsveç’e 163 bin kişinin sığındığını, bunlardan 80 bine yakınının sınır dışı edileceğini söyledi.
Beklentiler ve gerçekler Hiç kimsenin gerçekten Orta Doğu halklarının sorunlarını çözmekle ilgilenmediği Cenevre görüşmelerinin Suriye’deki savaşı bitirmesi çok zor görünüyor. Çünkü bu masa aslında Suriye’deki savaşı bitirmek için değil küresel hegamonya mücadelesinin pazarlığını yapmak için kuruldu. İsrail-Filistin sorununda defalarca yapılan ama hiçbir sonuç vermeyen Oslo görüşmelerine benzer bir süreç yaşanma ihtimali çok yüksek. Taraflar Cenevre’de o masanın etrafına oturabilirler ve hatta ABD ve Rusya savaşı bitirmek için karşılıklı bazı tavizler vermeye de razı olabilirler. Zaten daha önce varlığı söz konusu bile edilmeyen Esad’ın masaya oturmasını kabul etmek bile başlı başına bir taviz değil miydi? Yaklaşan yeni küresel ekonomik kriz dalgası Suriye’de devam eden ve sonuçları öngörülemez olan savaşın maliyetini herkes için yükseltiyor. Ancak sorunun nedeni olanlar çözümü sağlayamazlar. Emperyalizm bölgeden elini çekmediği ve Orta Doğu’nun kaderini tayin etmeyi sadece ve sadece Orta Doğu halklarına bırakmadığı sürece daha çok Cenevre Görüşmesi’ne tanık oluruz. Bu arada Ege denizinde bir teknenin batmadığı, sahile çocuk cesetlerinin vurmadığı tek bir gün bile yaşamıyoruz artık. İşin kötüsü tüm bu konuşmalar, anlatılan hikayeler, mülteciler hakkındaki rakamlar hayatımızın normal akışının bir parçası haline geldi. Artık herhangi bir devlet liderinin çıkıp mültecileri sınır dışı etmek konusundaki açıklamaları, onların tecavüzcü olarak adlandırılmaları bize tuhaf gelmiyor, gelse de ayıplamanın ötesinde pek tepki vermiyoruz. Yani ırkçılık yapmanın giderek normalleştiği, güvenlik kaygısının demokrasi ve özgürlük taleplerinin önüne geçirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Halbuki güvensiz bir dünyada yaşıyor olmamızın sorumlusu göçmenler değil. Onların ülkelerinden kaçmalarına neden olan bu savaşın sorumlusu da göçmenler değil. Ancak giderek artan ve normalleşen bu ırkçılığı durdurmanın sorumluluğu bizim omuzlarımızda.
RÖPORTAJ
5
“MİLLİ VE YERLİ SAFLAŞMASINDAN DEMOKRASİ ÇIKMAZ!” Son politik gelişmelere dair DSİP Eşsözcüleri Meltem Oral ve Şenol Karakaş’la görüşük.
Son dönemde öne çıkartmaya başladığınız “Milli ve yerel olan saflaşması”nı biraz açabilir misiniz?
Bu saflaşmanın egemen sınıf bloğunda kimler yer alıyor?
Meltem Oral: Erdoğan, 7 Haziran’dan beri toplumda yeni bir bölünme tarif ediyor. Buna göre bir yanda milli ve yerel olanlar, diğer yanda bu cephenin dışında kalanlar var. Bu eksen, yıllardır devam eden, 28 Şubat’ta zirveye çıkan seküler-dindar bölünmesinin yerine ağır adımlarla yerleşiyor. Bu açıdan, seküler-dindar bölünmesine gerekçe olan sınıfsal güçler ve devlet blokları arasında en azından geçici bir uzlaşma anlamına geliyor. Bu, “milli ve yerel çıkarlar” için, seküler-dindar ayrımı gibi bölünmlere ara vermek, Türkiye’nin bölgesel çıkarları için ihtiyaç duyulan yeni düşman tarifleri yapmak anlamına geliyor. Ya da aynı düşmanları bu kez bir başka eksen belirleyip, ona göre hedef tahtasına koymak anlamına geliyor.
Şenol Karakaş: Askeri vesayetin İslamcı mağdurlarının temsilcileri, askeri vesayetin eli kanlı katilleriyle “milli bir cephe” kurmaya başladılar. Önce Ergenekon ve Balyozcular serbest bırakıldı. Hemen sonra Genelkurmay, MHP ve CHP’nin ulusalcı kanadıyla, Suriye politikasındaki değişikliğe bağlı olan yeni bir uzlaşma ilan edildi. Ardından çözüm süreci sabote edildi. Baro başkanları Erdoğan’ın sözcülüğünü yaptığı bu cepheye girdi, Vatan Partisi ve Doğu Perinçek, dolayısıyla darbeci askerlerin önemli bir kesimi bu cepheye girdi. ‘Milli olmayanların’ tehdidi, provokasyonları ve müdahaleleri altında olan Türkiye’nin milli çıkarları için, askeri vesayetin temsilcileriyle Erdoğan ve AKP liderliğinin en azından bir bölümü uzlaşma içindeler.
AKP liderliğinin ve özellikle Erdoğan’ın, Gezi direnişinden sonra, kendilerini iktidardan devirecek bir savaşın içinde oldukları yönündeki algısı, sızan tapelerden birinde Erdoğan’ın Bülent Arınç’a yönelik, “Ne yumuşak üslubu görmüyor musunuz savaştayız” çıkışında da görüldüğü gibi, devletin siyaset tayin etmesinde belirleyici bir öneme sahip.
Bu uzlaşma sizce otoriter bir temelde mi gerçekleşiyor?
Gezi direnişinin hemen adından yolsuzluk dosyalarının patlaması AKP liderliğinde stratejik bir değişiklik için güçlü bir itki yarattı. 28 Şubat darbesinde toplumdaki ana saflaşmada mağdur olanların temsilcisi olarak AKP liderliği, böylece yeni bir cephe kurdu. Erdoğan bu stratejinin ilk adımını, Gezi direnişinin ilk günlerinde yaptığı Kuzey Afrika ziyaretinden sonra Türkiye’ye dönüşünde attı. Yumuşak bir üslupla durumu sakinleştirmek yerine, aktivistlere meydan okuyan bir yaklaşımı tercih etti. Erdoğan’ın o gün tercih ettiği üslupta hiçbir değişiklik olmadı. Gezi direnişi günlerinde, “üst akıl”, “küresel fazi lobisi” gibi, direnişçilerinin kökünün dışarda olduğunu ima eden düşmanlaştırma girişimlerine başlandı. O döneme kadar esas olarak insanları darbeci, kontrgerilla mensubu ve derin güçlerin kuklası olmakla, demokrat olmamakla itham eden AKP liderliği, giderek, düşmanlaştırmak istediklerini “kökü dışarda” olmakla itham etmeye başladı. ABD, Alman, İngiliz ve İran ajanlarının kaderini belirlediği bir Türkiye anlatımı, AKP liderliğinin daha sonra “Milli olan-olmayan” ayrımını yapmak ve bu ayrım üzerinden yeniden saflaşmak için kullandığı ham politika oldu.
Meltem Oral: Kuşkusuz böyle. Bu uzlaşma, Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı olan her politik odağın, girişimin, aktivistin, siyasetçinin düşmanlaştırılmasıyla ve kaçınılmaz bir şekilde otoriter eğilimin artmasıyla elele ilerliyor. Örneğin, bu yaklaşım açısından Demirtaş bir projedir, ikide bir ABD’ye gidip gelmektedir, barış için imza veren akademisyenler, milli çıkarları tehlikeye düşürmektedir, örneğin CHP daha az millidir artık bu bakış açısına göre, cemaat küresel odakların bir oyuncağıdır, PYD’nin Rojava’da elde ettiği siyasi statüko ‘milli çıkarlarımız’ açısından “kırmızı çizgidir”. Bu yaklaşım, önceki yıllarda devletin laik temellerine karşı ilan edilerek yasaklanan tüm siyasi eğilimler gibi, önümüzdeki dönemde de devletin milli ve yerel çıkarlarına karşı olduğu için bir dizi eylem, hareket ve mücadelenin baskı altına alınmaya çalışılmasına neden olacak. Akademisyenlerin, sanki her yazılan metin öncelikle PKK’yi kötülemek zorundaymış, bu bir hukuki kuralmış gibi cadı avına maruz kalması bütünüyle “milli ve yerel olmayan” bir sese tahammülsüzlüğün bir göstergesi. “Milli ve yerel olanlar” kusursuz bir uzlaşma içinde mi? Şenol Karakaş: Hayır! Bunu söylemek doğru olmaz. Bu eksende bir cephe içinde bir araya gelenler, uzlaşsalar da tarihsel çelişkilerini bir kenara bıraksalar da, nihai olarak birleşme olanağına sahip değiller. MHP, ulusalcılar, Erge-
nekoncular yıllardır ‘şeriata karşı’ mücadele edenler bir yanda, darbecilere, askeri vesayete, 28 Şubat yasakçılarına karşı şekillenenler bir yanda. Liderlikler uzlaşabilse bile her iki kesimin kitlesel tabanları uzunca bir süre sallanacak, sarsılacak ve bu yeni saflaşmada apaçık bir sahtekarlık sezinleyecek. Bu, aynı zamanda AKP liderliği içinde 7 Haziran öncesinde olduğu gibi bir bölünme yaratacak. Mevcut AKP liderliği “Milli ve yerel olmayana” karşı mücadeleyi ve 2016 yılının reformlar yılı olacağı vaadini aynı anda savunuyor. “Milli ve yerel olan” eksenine karşı nasıl bir politika öneriyorsunuz? Meltem Oral: Bu, Gezi direnişine, Suriye’de Kürtlerin elde ettiği tarihsel kazanımlara bir tepkinin ve yolsuzlukların gizlenmesi için mecburi bir siyasal yön değiştirmenin ürünü olan bir devlet politikası. Önce bu konuda anlaşmak gerekiyor. Bu durum, AKP liderliğiyle AKP tabanındaki yoksulları ayıran, yolsuzlukla Ergenekon’un aklanmasına karşı uyarılarda bulunan, Türkiye’nin halklar çeşitliliğinin “milli olan” şablonunu darmadağın ettiğini politik kampanyalarla teşhir eden, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını ve Ermeni soykırımının kabul edilmesini politik mücadelenin turnusol kağıdı olarak gören ve neo liberal bir devlet bloğu uzlaşması olan “Millici-yerlici” koalisyona karşı mücadele eden bizler açısından sayısız fırsatın daha iyi değerlendirilmesi gerektiği anlamına geliyor. Milli ve yerli olandan demokrasi çıkmayacağını daha gür bir sesle teşhir edeceğiz. Şenol Karakaş: Bu eksen inşa edilirken, yeni uzlaşmanın hem taraflarının kendi arasında hem de her tarafın tabanları arasında kafa karışıklığı yaşanırken, siyasal istikrarsızlık her seferinde daha da derinleşecek. 1 Kasım seçimlerinden sonra, “Milli olan adına savaşmayı tercih eden” Erdoğan, istikrarsızlığın daha da derinleşmesine neden oluyor. DSİP, kapitalizmin tüm görünümlerine, ekonomik saldırılarına, iklim ve enerji alanındaki saldırılarına, savaşlara, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe karşı daha etkili kampanyaları aynı anda yaparken, aynı zamanda “milli ve yerli olanın” sahtekarlık olduğunu, devletin çeşitli kesimleri arasındaki uzlaşmanın ideolojisi olduğunu teşhir edecek kampanyaları da yaygın bir şekilde örgütlemeyecek, batıda antikapitalist, kitlesel bir alternatfi inşa etme çabasını daha da hızlandıracak...
6 GÜNDEM
BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ Recep Tayyip Erdoğan uzunca bir süredir başkanlık sistemine takmış durumda. 2014 yazında cumhurbaşkanı seçildiğinden beri ülkeyi fiili olarak yönetmeye devam ediyor. Bunu kamuoyuna açıkça ilan etti, “Sistem fiilen değişmiştir” dedi. Ancak bunu resmileştirerek iktidarını sürdürme konusunda da olağanüstü bir çaba gösteriyor. Hatırlanacağı gibi, 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce meydanlara inerek, bir parti gibi başkanlık kampanyası yürütmüş ve AKP’ye 400 vekil istemişti. O seçimin sonuçları Erdoğan için bozgun oldu. 1 Kasım seçimlerine giderken başkanlık propagandasının seviyesi oldukça düşürüldü. AKP’nin oylarını yeniden toparlayıp tek başına iktidar olmasından sonra, başkanlık tartışması daha yoğun bir şekilde geri döndü. Niçin istiyor? Sosyalist İşçi daha önce, bu başkanlık takıntısının kişisel bir hırs olmadığını yazmıştı. AKP’nin suç dosyası epey kabarık. Frene bastığı anda çöküşün ne hızla gerçekleşeceği bilinmez. Tayyip Erdoğan bu yüzden, cumhurbaşkanlığı süresi bittiğinde dahi yargılanamaması için, arkasında hep bir siyasi iradenin olmasını talep ediyordu. Bu, AKP’nin toplumsal gücünü fiilen yönetme isteğiydi. Üstelik, parti içindeki çatlaklar ve bloklaşmalar gün yüzüne çıkmıştı. 1 Kasım’dan sonra bunlar kapanmış gibi gözüküyor. Ancak Bülent Arınç’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalar, Davutoğlu’nun barış isteyen akademisyenler meselesinde Erdoğan’dan biraz farklı bir üslup benimseyerek “fikri” mücadele vereceğini söylemesi, çatlakların ortada durduğunu ve olası bir krizde yeniden ortaya çıkacağını gösteriyor. Üstelik, Tayyip Erdoğan, başkanlığı yeni bir hamle olarak gündeme getirerek, Gezi direnişinden beri yaptığı gibi toplumu istim üzerinde tutuyor, kendi belirlediği eksen üzerinden kutuplaşmayı derinleştiriyor. Bu, AKP tabanının belirli bir tehdide karşı seferber edilmesini ve diri tutulmasını sağlıyor. Bir nevi bunun üzerinden örgütleniyor. Her derde deva! Bundan önce, başkanlık sisteminin parlamenter rejimden daha demokratik olup olmayacağı tartışılıyordu. Ancak son aylarda bu tartışma da boyut değiştirdi. AKP liderliği artık, başkanlık rejimini, Türkiye’nin tüm sorunlarını çözecek sihirli bir formül olarak sunmaya çalışıyor. Savaş mı var? Bombalamalar kaos mu yaratıyor? Ekonomik büyüme sona mı erdi? Hepsi başkanlık sistemiyle çözülecek! Erdoğan, mevcut rejimin çöktüğünü ve işlemediğini söylüyor. Bir yandan rejimi kendisi fiilen zorluyor, öte yandan çöktüğünü söylediği zemin, başkanlık rejimiye toparlanabilme şansına sahip değil. Aksine, Erdoğan ve AKP’nin po-
Gezi Parkı direnişine Erdoğan emriyle yapılan devlet saldırısını, hayatımızı alt üst eden, her biri emekçilerin aleyhine gelişmeler izledi.
litikaları, çöken kemalist rejimin sıradan bir tekrarı. “Yeni” Türkiye olmadı AKP bundan önce de “Yeni Türkiye”nin kurulduğunu iddia ediyordu. Bu da doğru değil. “Yeni Türkiye”de Kürt sorununda savaş politikaları olanca sertliğiyle uygulanmaya devam ediliyor. Çözüm süreci hükümet tarafından bitirildi, Kürt illerinde sokağa çıkma yasakları ve katliamlar sürüyor.
liyor. Suriyeli mülteciler “Yeni Türkiye”den kaçmak için hayatları pahasına Yunan adalarına geçmeye çalışıyorlar. Ege Denizi yüzlercesine mezar oluyor. “Yeni Türkiye” ise AB ile yaptığı anlaşma ile mültecileri batıya geçişini engellemeye çalışıyor, Batı kıyılarından toplanan on binlerce Suriyeli toplama kamplarına gönderiliyor. Çözüm AKP’ye karşı mücadele
“Yeni Türkiye” işçiler için cehennem. Soma katliamından sonra da iş cinayetlerinde bir azalma olmadı. AKP’nin neoliberal programı patronların kâr hırsına hitap ediyor, işçilerin payına ise yoksulluk ve ölüm düşüyor.
Yani AKP’nin Yeni Türkiye’si başkanlıkla taçlandırılacak bir yeni ülke değil, başkanlık da dahil bir dizi sorunun ancak işçi sınıfının kitlesel seferberliğiyle, AKP’nin geriletilmesiyle düzeltilebileceği bir yer.
“Yeni Türkiye”de ifade ve düşünce özgürlüğü yok. MİT TIR’ları haberini yapan gazeteciler hapiste, barış talep eden akademisyenler cadı avıyla karşı karşıya kaldı, insanlar “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla tutuklanabi-
Demokrasi mücadelelerinde kazanım elde edebilmenin koşullarından biri de Tayyip Erdoğan’ın başkanlık kampanyasının 7 Haziran’da olduğu gibi bir kez daha hezimetle sonuçlanmasını sağlamak.
GÜNDEM
“MİLLÎ VE YERLİ” Başkanlık ABD tipi mi, Meksika tipi mi olacak diye tartışmalar sürerken, AKP “Türk tipi” olacağını duyurdu. Bu, Sosyalist İşçi’nin geçtiğimiz hafta bu sayfada açtığı, “milli ve yerli” ekseninin bir uzantısı olarak görülebilir. Tayyip Erdoğan, “Başkanlık sistemi bu milletin tarihinde var” dedi. Anayasa tartışılırken de “Bu mesele millidir, bu mesele yerlidir. Milli olan her meselede, yerli olan her meselede Cumhurbaşkanı olarak ben de varım, bunu açıkça söylüyorum” demişti. AKP’nin başkanlık olarak önerdiği, AKP’nin savaş ve Türk milliyetçiliği üzerine kurulu politikalarının Erdoğan tarafından yönetileceğinin resmileştirilmesinden başka bir şey değil.
OTORİTERLEŞME Tayyip Erdoğan çok uzun süredir, kendisini askeri vesayetin tehdidinden kurtardığını düşünmeye başladığınden beri dümeni sağa kırmıştı. Gezi direnişinden sonra bu otoriterleşme süreci hızlandı. Başkanlık kampanyası da bununla el ele gidiyor. Tayyip Erdoğan bizzat akademisyenler için “gereği yapılmalı” diyerek yargıya talimat veriyor. Sosyal medyada Erdoğan’ı eleştirenler cumhurbaşkanına hakaret suçlamasından tutuklanıyor. Başkanlık, Erdoğan’ın gücünü artırmasıyla birlikte bu baskıların yoğunlaşması anlamına da gelecek.
KENDİSİ İÇİN DEĞİL Mİ? Erdoğan, başkanlığı kendisi için değil “milletimiz için” istediğini söylüyor. Fakat 7 Haziran seçimleri öncesinde “Başkanlığı daha çok ben gündeme getirdim, meydanlarda pek göremedik” diyerek hayıflanmıştı. Kamuoyu yoklamaları AKP tabanının dahi başkanlığa sıcak bakmadığını ve Erdoğan’ın bu ısrarını anlamlandıramadıklarını söylüyordu. Dolayısıyla, Erdoğan, AKP tabanını genel bir “tehdit” etrafında harekete geçirmeye çalışırken başkanlığı bunun çözümü olarak sunmaya çalışıyor. Erdoğan başkanlığı “millet için” istediğini söylerken, AKP’li vekiller ise farklı davranıyor. Mecliste geçtiğimiz hafta yaşanan bir tartışmada AKP Ankara milletvekili ve TBMM İdare Amiri Ahmet Gündoğdu "Başkanlık, Tayyip Erdoğan’a çok yakışır" derken, AKP Erzurum milletvekili ve TBMM AB Uyum Komisyonu üyesi Zehra Taşkesenlioğlu “Onu başkan yapacağız" ifadelerini kullandı.
12 EYLÜL DARBE ANAYASASINA HAYIR
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
BÜLENT BEY’İN KEDİSİ “Kediyi güvercinlerin arasına salmak” diye bir ifade vardır, İngilizce. “O da ne demek?” derseniz, Bülent Arınç’ın kedisini örnek göstererek meseleyi açıklamak mümkün. Adını bilmiyorum, ama Bülent Bey ikide bir bu kediyi ortaya salar, bir velvele çıkar, sonra kuşlar yine yatışır. Bu sefer de şöyle şeyler demiş:
AKP iktidara geldiğinden beri yeni bir anayasa vadediyor. Her seçim döneminde bunu gündeme getirip, sonrasında rafa kaldırıyor. 12 Eylül anayasasından kurtulmamız, daha önce Kürt sorununun çözümüyle birlikte, bir demokratikleşme adımı olarak tartışılıyordu. Şimdi ise Kürt sorunundaki politikanın değişmesiyle birlikte bu da kayboldu. Başkan olmak isteyen Tayyip Erdoğan’a göre Kürt sorunu diye bir şey yok, “terör sorunu” var. HDP’liler ve akademisyenler gibi barış isteyenler “ihanet içinde”. Bu politikaların uygulanması, yeni bir anayasayı gerektirmiyor. Zira 12 Eylülcüler dahil, darbe anayasasıyla ülkeyi yöneten tüm hükümetler, savaş karşısında bunları söylüyordu. Dolayısıyla, artık yeni anayasa tartışması da demokratikleşme bağlamında değil, başkanlığın uygulamaya geçmesi amacıyla tartışılıyor. Erdoğan, bizzat yeni ve demokratik bir anayasa girişimlerini bu hamlesiyle baltalıyor.
AKP İÇİ LİDERLİK KAPIŞMASI Erdoğan bir yandan da başkanlık dayatmasıyla AKP’nin liderinin kendisi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Davutoğlu uzunca bir süre başkanlığın propagandasını yapmamıştı. Erdoğan’ın dayatmaları sonucunda seçim beyannamesinde yer alınca savunmaya başladı. Başkanlık, Davutoğlu’nun varlığını sorgulanır hâle getiriyor. Başarılı bir siyasetçi olup başkanlığı topluma kabul ettirirse, kendi görevi bitecek. Yani başarılı da olsa başarısız da olsa kendi sonunu hazırlıyor.
KAZANABİLİRİZ!
“Dolmabahçe sürecinde metinler gidip geldi. Sayın Cumhurbaşkanı’mızın haberinin olduğunu biliyorum... Yeniden çözüm sürecine mutlaka ihtiyaç olduğuna dair kanaatim var.” Türkçesi, çözüm masasını Erdoğan devirmiştir; devirmemeliydi. “Rahmetli Tahir Elçi her zaman ‘barış olsun’ diyen bir insandı. Bu insanlar mahkemeye verildi. Bu tür insanları birer militan haline getirmek, ceza vermek konusunda da maşallah pek maharetliyiz.” Türkçesi, böyle davranırsak çözüm filan olmaz. “Yargının kendi içinde problemleri giderek arttı. Hakim ve savcıların adalet ve vicdandan başka bir takım korkularla hareket etmesi, bugün en büyük sorun.” Türkçesi, yargı diye bir şey kalmamıştır. “Bugün ‘paralel’ yapıyla mücadele kapsamında açılan öyle davalar var ki, üstüme yeniden cübbeyi geçirmeyi arzu ediyorum!” Türkçesi, ‘paralel’e açılan davalar gülünçtür. “Kendi içimizde latife ediyoruz; ‘Yani hazır emekli de olduk. Bizi de bir yere kayyım yapsalar, parası da güzelmiş falan diye.” Türkçesi, açılan davalar gülünçtür, yargı diye bir şey kalmamıştır. “Meydan mitinglerinde hamaset yaparak dış politika olmaz.” Türkçesi, dış politikamız çökmüştür. Memlekette kemik AKP taraftarları dışında zaten herkesin düşündüğü şeyleri bir de Bülent Bey’in kedisinin ağzından duymak, bu işlerden biraz anlayan biri tarafından teyit edildiğini görmek güzel şey. Peki, bir şey farkeder mi? Arınç, Gül, Çelik gibileri hakkında Ahmet Hakan şöyle demiş: “Bugün itelendikleri ve ötelendikleri yerden bir huruç başlatabilecek ne güçleri var artık, ne de zeminleri... Olacak olan şudur: Gitgide daha fazla eriyen bir reytingle birkaç kez daha konuşurlar ve bu defter kapanır.” Bir açıdan haklı. Gül, Arınç, Çelik gibilerinin herhangi bir hareket başlatacağı, AKP’yi böleceği filan yok. Ama bir açıdan da yanılıyor.
Yazı hükümet ve patronlar için ceheneme çeviren Bursalı otomotiv işçileri.
Erdoğan yenilmez bir lider değil. Hatırlanacağı gibi, Gezi direnişi günlerinde de aktivistlere seslenerek “Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız” demişti. İki gün sonra, Gezi Parkı eylemleri milyonların katıldığı bir direniş hâlini aldı. Erdoğan’ın hayalleri suya düştü, bugün Gezi Parkı olduğu gibi yerinde duruyor. 7 Haziran seçimleri öncesinde başkanlık kampanyası yapan Erdoğan, AKP’nin oylarının beşte bir düşmesine neden
olmuştu. Dolayısıyla, CHP-MHP’nin milliyetçi ekseninden ayrışıldığında, %50-%50 kutuplaşmasını reddeden ve tüm yoksulların ve işçi sınıfının birliğini savunan bir siyasi söylem ortaya konulduğunda, AKP tabanına AKP liderliğini teşhir etmek ve kazanımlar elde etmek mümkün. Böyle bir gayret, Erdoğan’ın olası bir referandumda başkanlık planını durdurmayı da başarabilir.
AKP seçmeninin beşte biri, 3-4 milyon kişi, Haziran seçimlerinde AKP’yi terk etti. Kaygılıydılar, rahatsızdılar, ama bu kaygılarını bir kenara koyup Kasım’da yine AKP’ye oy verdiler. Kaygıları, rahatsızlıkları devam ediyor ve Kasım’dan bu yana daha da artmıştır. Bunları Sosyalist İşçi’nin dile getirmesi o 3-4 milyonu etkilemez. Arınç’ın dile getirmesi etkiler; AKP tabanındaki mutsuzluğun yayılmasını sağlar; değişimin kapısını biraz daha aralar.
8
GELENEK
DÜNYAYI SARSAN DEVRİMİN İLK ADIMI NASIL ATILDI? mesi gerektiğini ve tüm işçi ve köylülerin Sovyetlerin etrafında birleşerek iktidarı ele geçirmesini öngörüyordu.
UMUT MAHİR ÖZEN
Üzerinden 99 yıl geçen 1917 Şubat Devrimi, Çarlık Rusyası’nda yaşanan alelade bir olay ya da Ekim Devrimi’ne giden süreçteki herhangi bir olgu değildi. 1905’te başlayan işçi hareketlerinin sonuca ulaştığı 1917 Ekiminden önceki en büyük provasıydı. Bu prova, işçilerin kitlesel eylemiyle dünyayı değiştirebileceğini gözler önüne seriyordu.
Önce burjuvazinin demokratik devrim yapması, ardından işçilerin örgütlenip iktidarı ele geçirmesi gerektiğini düşünen ilkel ilerlemeci siyasal hareketlere büyük bir karşı çıkış yapan Lenin, bir an önce sosyalizme geçilmesini savunuyordu. Başlarda ikna edemese de uzun tartışmalar sonucu bu mücadeleden galip çıkmıştı.
9 Ocak 1917’de, Kanlı Pazar ’ı anma gününde yaklaşık 137.500 işçi greve çıkmıştı. Grevlerin kitleselliği savaşa ve giderek artan yoksulluğa karşı öfkeyi ifade ediyordu. Ardından 18 Şubat’ta Putilov işletmelerinin birinde çalışan işçiler %50 zam talebiyle oturarak greve başladı. 21 Şubat’ta işten atılmalarına tepki olarak Putilov’un diğer işletmeleri de birer birer greve katıldılar. Putilov yönetimi çareyi işletmeleri süresiz kapatmakta buldu. İyi örgütlenmiş 30.000 kadar grevci işçi artık sokak hareketinin bir parçasıydı.
Devrimler kendiliğinden patlak verir Şubat Devrimi’nin bizlere gösterdiği en önemli derslerden biri de kitlesel hareketlerin tahmin edilebilir olmadığı ve kendiliğinden geliştiği gerçeğidir. İşçilerin büyük kitleler halinde harekete geçmesi, dönemin devrimcileri arasında da şaşkınlığa ve hezeyana yol açmıştı. İşçilerin nabzını tutabilecek, doğru politik hattı savunacak bir devrimci önderliğin yokluğu hareketin hem önünü açmış hem de uzun süre yalpalamasına neden olmuştu. Nisan tezlerinin politik olarak kazanmasıyla birlikte Bolşeviklerin Sovyetlerdeki oranı giderek artmış, devrimci fikirler işçi sınıfı içinde karşılığını bulmuştu.
Kadın işçiler başlattı Bir yandan kıtlıkla boğuşan Petrograd’da ekmek üretecek un da azalmış, bu küçük çaplı çatışmalara yol açmıştı. 8 Mart Kadınlar Günü (Rusya takvimine göre 23 Şubat), kitlesel gösteri ve yürüyüşlere ekmek, barış, iktidar sloganı damgasını vurdu. Bu eylem, grevci işçilerin katılımı ve bir süredir yaşanan olumsuzluklara tepki olarak fiili bir genel greve dönüştü. İlk gün 90.000, ikinci gün 150.000’in üzerinde işçi eylemlere katıldı. Polis ve askerin saldırılarına rağmen dağılmayan işçilere doğrudan ateş açılmaktan çekinilmişti. Ancak Çar’ın verdiği emrin ardından sokağa çıkanlar öldürülmeye başlandı. Bu sıralarda 100’e yakın insan da tutuklandı. Tam işler Hükümet lehine dönerken, işçilere en çok kaybı verdiren Volinski Alayı’nda eylemcilere ateş açmak istemeyen askerler bir ayaklanma başlattı. Askerlerin de ayaklanmaya katılmasıyla orduyu çözülmüş, bu durum işçilere güven vermişti. 27 Şubat günü 385.000 işçi ve 70.000 askerin oluşturduğu kalabalık rejimin yanındaki son güçleri de temizledikten sonra devrim zaferle sonuçlanmış oldu. Devamındaki aylarda Petrograd dışındaki bölgelerde de bu hareketler kazanımla sonuçlanmıştı. Ancak Petrograd en yoğun işçi nüfusuna sahip kent olduğu için devrimin kalbi durumundaydı. O yıllarda Rusya üzerinde 10 milyon dolayında işçi olduğunu düşündüğümüzde eylemlerin kitleselliği bu şehrin önemini bir daha katlıyordu.
1917 Şubat devimi bir kadın devrimidir. Erkeklerden aşağı olarak görülen kadın işçiler tarihin en güçlü ve despot devletlerinden birine son verdi.
İşçiler kendi iktidar organlarını yarattı
çici hükümeti desteklemişti.
Devrim sırasında tarihin en demokratik yönetim organları olan Sovyetler yeniden toplandı. Bolşevikler de bu Sovyetlerin bir parçasıydı ancak çoğunluğunu Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin başını çektiği reformistler oluşturmaktaydı. Buralarda yapılan en can alıcı tartışma artık iktidarın kimde olacağıydı. Reformistler iktidarın Sovyetlerde toplanmasının intihar olduğunu düşünüyorlar, işçileri burjuvaların kuracağı bir parlamentoya destek vermeye çağırıyorlardı. Bolşevik Partisi de Lenin sürgünden dönene dek kurulan ge-
Mart ayının başlarında Petrograd’a gelerek Pravda’nın başına geçen Stalin ve Kamenev’in, Lenin’in aksi görüşlerini anlattığı ilk mektubunu kısaltarak yayınladığı diğerlerini ise hiç basmadığı biliniyor. Buna rağmen birçok Sovyet ya da Bolşevik partisi birimi bu kararı tanımayınca oluşan siyasal istikrarsızlık Bolşevikleri sık sık konferans düzenlemek durumunda bırakıyordu. Burjuvaziyle uzlaşan politik hat Mart konferansında baskın çıkmıştı. Nisan başında sürgünden dönen Lenin ilk elden geçici hükümetten desteğin çekil-
Kitlesel işçi hareketleri, Rusya tarihinin aşina olduğu mücadele pratikleriydi. Ancak çarların ve burjuvaların alışık olmadığı; işçi sınıfının kendi potansiyelini görüp, bu potansiyeli sosyalist bir devrime taşıma iradesiydi. Bu irade ise bir anda oluşmamıştı. 1905’te yenilgiye uğrayan ayaklanmanın ardından Lenin ve Troçki gibi Rus devrimcileri bundan dersler çıkardılar. Lenin Şubat ayaklanmasının ardından yaşanan olaylara iki ay sonra müdahale edebilmiş buna rağmen ekim ayına kadar Sovyetleri ve partisini kendi fikrine kazanmıştı. 1917 Şubat devrimi, sosyalistlerin kitle hareketindeki öneminden çok kitlesel hareketlerin sosyalizm mücadelesindeki değişmez yerini gösteriyor. Ekmek, barış, iktidar diyerek sokaklara dökülen yüzbinlerce işçi, devrime giden sürecin asıl mimarlarıydı. Fabrikalardaki genel grev dalgası çarı köşeye sıkıştırdı. Komutanına itaatsizlik eden binlerce asker ordunun etkisizleşmesini sağladı. Bolşevikler, bu mücadelelerde en önde duran işçilerin partisi olabildiği ölçüde bir siyasi temsil ilişkisi kurararak 1917 Ekim’inde iktidara, tüm iktidarları yok etmek için gelebildi.
SINIF MÜCADELESİ
KİDEM TAZMİNATIMIZA
DOKUNMAYIN!
Hükümet, birkaç yıldır gündeminde olan ancak sendikaların genel grev gerekçesi sayması nedeniyle bir türlü hayata geçiremediği kıdem tazminatının fona devredilmesi, yani gasbedilmesi konusunda harekete geçmeye hazırlanıyor.
Türk-İş ve DİSK, kıdem tazminatının gaspının genel grev gerekçesi olduğu konusunda hükümeti uyarmıştı.
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Mersin’deki Serbest Bölge’nin en büyük fabrikası Rebeka Trend Tekstil’de zam isteyen ve patronla yapılan toplantılarda anlaşma sağlanamayınca iş bırakma eylemi yapan işçiler, işten atma saldırısıyla karşı karşıya kaldı.
holdingin İstanbul’daki genel merkezi önünde eylem yapıldı.
n Dört maaş ikramiyeleri kaldırmak için işçilere bireysel sözleşme dayatan ve buna karşı DİSK Gıda-İş'te örgütlenen işçileri işten atan CP Piliç'in Bilecik, Turgutlu ve İnegöl şubelerinde eylemler devam ediyor.
n Türk Metal’den istifa ederek DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikasına üye oldukları için işten atılan Enpay işçileri için mahkeme tarafından işe geri dönüş kararı verildi.
n Bursa’daki Renault işçileri, asgari ücret zammının diğer ücret gruplarına da yansıtılması için eylemlerini sürdürüyor.
n DİSK, KESK ve Türk-İş'e bağlı sendikalardan işçiler, Antep’te kıdem tazminatına saldırı girişimlerini protesto etti.
n Teknosa’nın Gebze’deki merkez deposunda çalışan ve sendikalaştıkları işten atılan işçiler mücadeleye devam ediyor.
n DİSK/Gıda-İş sendikası, Lüleburgaz’da, Evrensekiz Yolu üzerinde bulunan Ak Nişasta Fabrikası önünde, işten atmaları ve sendikalı işçiler üzerinde uygulanan baskıları protesto etti.
n İşten atıldıkları için direnişte olan Şişecam işçileri için
DSİP ŞUBAT 2016
TOPLANTILARI
HERKESİN KATILIMINA VE KATKISINA AÇIKTIR.
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ENTERNASYONALİSTTİR Cumhurbaşkanı Erdoğan, Aralık ayında yapılan Türkİş’in 22. Kongresinde sendikacıları ‘yerli ve milli olmaya’ çağırdı. Bu çağrının pratik sonucu ise en ufak bir hak aramanın, grevin, direnişin gayri milli ilan edilerek toplumsal anlamda ötekileştirilmesidir. ‘Yerli ve milli’ olma tutumu işçi sınıfını böler. Bu çağrı sonucu devletten yana tutum alan sendikalar, 28 Şubat darbesinde, darbe destekçiliği yapan sendikalar gibi olurlar. Bugüne kadar grevlerin defalarca milli güvenlik açısından sakıncalı ilan edilip yasaklandığına tanık olduk. Ama ‘yerli ve milli olmalısınız’ propagandası daha da vahim bir duruma yol açar, toplum grev yapanların, hak arayanların milli çıkarlara zarar verdiğine inanmaya başlar, kutuplaşmaları daha da artırır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, bir kez daha yapılacak düzenlemenin “hem çalışanın hem işverenin” lehine olacağını öne sürdü. Oysa kıdem tazminatının kaldırılmasını patronlar istiyor. Soylu’ya göre kıdem tazminatı alamayan işçilerin oranı yüzde 86. Ancak alamayan işçiler dava açtıklarında kazanıyorlar. Çalışma bakanı bundan bahsetmezken, “İşverenimizin kıdem tazminatı yüzünden kabuslar görmesini istemeyiz” diyerek kime hizmet ettiğini açıkça itiraf etmiş oluyor.
9
4 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 İSTANBUL Egemenlerin yeni düşmanı: Yerli ve milli olmayanlar Beyoğlu – Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Şişli – Konuşmacı: Ozan Tekin Kadıköy- Konuşmacı: Meltem Oral Üsküdar - Konuşmacı: Şenol Karakaş 5 ŞUBAT CUMA 19.00 İZMİR Arap Devrimleri 5. Yılında: Ortadoğuda devrim ve karşıdevrim Konuşmacı: Ersin Damarsardı 11 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 İSTANBUL Marksizm Akademisi Ortadoğu’da Savaş: IŞİD ve Emperyalizm Konuşmacılar: Meltem Oral – Ümit
n EKU’da patronun zam teklifiyle ilgili yapılan oylamadan %87 ile grev kararı çıktı.
Kıvanç Rumeli Caddesi, Nakiye Elgün Sokak, İkbal Apt, No:32/3 - Osmanbey ANKARA Göçmenliğin Kadın Hali Konuşmacı: Arife Köse İZMİR Suriyeli göçmenler ve ırkçılık Konuşmacı: Memet Uludağ 18 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 İSTANBUL Dünya yeni bir ekonomik krize mi giriyor? Beyoğlu - Selahattin Akgül Arap Devrimlerinin 5. Yılı: Ortadoğu’da devrim ve karşı devrim Şişli – Konuşmacı: Mustafa Mabiahm Göçmenliğin kadın hali Kadıköy Konuşmacı: Selda Kemaloğlu
Üsküdar Savaş karşıtı kadınlar konuşuyor Konuşmacı: Nurdan Düvenci Fatih Egemenlerin yeni düşmanı: yerli ve milli olmayanlar Konuşmacı: Yıldız Önen ANKARA Arap Devrimlerinin 5. Yılı: Ortadoğu’da devrim ve karşı devrim Konuşmacı: Canan Şahin İZMİR Savaş Karşıtı Kadınlar Konuşuyor Konuşmacı: Helin Alp 25 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 İSTANBUL Beyoğlu Göçmenliğin kadın hali
İşçi sınıfının birliği sınıf için her zaman yaşamsal önemdedir. Burjuvazi karşısında kendi birliğini sağlayamayan işçi sınıfı mücadelede de başarılı olamaz. Bu yüzden ideolojik tutumu ne olursa olsun tüm işçi sendikaları sınıfın birliğine vurgu yaparlar. Sendikaların dil, din, siyasi düşünce, ulusal farklılık vb. gözetmeksizin bütün sınıfı örgütleyebilecek bir tutum sergilemesi, farklı dinsel veya ulusal kimliklere sahip işçilerin birlikte hareket etmesini sağlayacak politikalar izlemesi gerekir. Kendisini ezen ve sömüren sermaye sınıfına karşı işçi sınıfı bütün sınıf kardeşleri ile birlikte mücadele etmek zorundadır. Bunun için ise işçi hareketinin, sendikaların burjuvazinin çıkarlarından medet ummayı kesmesi, ırkçı ve milliyetçi politikalardan uzak durması, savaşa karşı barışı savunması, ‘yerli ve milli olmak’ gibi tuzaklara kapılmaması, enternasyonalist bir tutum sergilemesi gerekir. Türkiye burjuvazisinin çıkarlarının milli çıkarlar olarak yutturulması işçi sendikalarının en başta karşı çıkması gereken propaganda amaçlı yanıltmacalardır. İşçi sınıfı ile burjuvazinin çıkarlarının uzlaştığı her hangi bir milli çıkar yoktur, olamaz. İşçi sınıfı, tüm dünyadaki işçi sınıfının bir parçasıdır, çıkarları diğer işçi ve emekçi kitlelerle ortaktır, yoksa kendi ülkesinin burjuvaları ile ortak herhangi bir ‘milli’ çıkarı yoktur. İşçi sınıfı sendikalarındaki yönetimler bu bilinçle hareket ettikleri, kendilerini yerel değil uluslararası düzeydeki bir sınıf mücadelesinin yereldeki temsilcileri olarak gördükleri ölçüde işçi sınıfının mücadelesini geliştirebilirler.
Konuşmacı: Selda Kemaloğlu Şişli Dünyada savaş karşıtı hareket deneyimleri Konuşmacı: Yıldız Önen Kadıköy Neoliberal bir saldırı: 657 sayılı yasa değişikliği Konuşmacı: Gülay Üsküdar Arap Devrimlerinin 5. Yılı: Ortadoğu’da devrim ve karşı devrim Konuşmacı: Emin Şakir Fatih Başkanlık mı demokrasi mi? Konuşmacı: Esra Argış ANKARA Başkanlık mı demokrasi mi? Konuşmacı: Atilla Dirim İZMİR Neoliberalizm ve taşeronlaşma
n Beyoğlu toplantı yeri: İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 – İstiklal Caddesi n Fatih Toplantı yeri: Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31 n Kadıköy toplantı yeri: Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 n Şişli toplantı yeri: Rumeli Caddesi, Nakiye Elgün Sokak, İkbal Apt, No:32/3 - Osmanbey n Üsküdar toplantı yeri: Daimler Pastanesi -Tunusbağı Cd. No:46 Ankara toplantı yeri: Konur Sokak 14/13 Kızılay n İzmir toplantı yeri: Kıbıs şehitleri caddesi 1462 sok. no:20/1 Alsancak
10 KADIN
KADINLAR ADINA SAVAŞMAK SADİE ROBİNSON
İngiltere’de sağcı David Cameron, kadınları korumak ve haklarını genişletmek istiyor, bilhassa da Müslüman kadınların. Cameron İngilizce öğrenmeyen, Müslüman kadın göçmenlerin sınır dışı edilebileceğini açıkladı. İddiasına göre, böylece kadınların izolasyonu engellenecek ve ‘entegre’ olmaları teşvik edilecek. Cameron ayrıca Suriye’deki bombalamaları mazur göstermek için IŞİD’in kadınlara yönelik saldırılarının altını çizdi. İktidarlar uzun zamandır savaşlarının kadınlara yardım etmek için olduğunu iddia ederken Müslümanlara karşı ırkçılığı kullanıyor. Benzer örnekleri yüzlerce yıl geride de bulabilirsiniz. Egemen sınıf kendini tehlike altında hissettiği farklı zamanlarda kadınlar lehine propaganda yaptı. 1641’de İrlandalıların İngiliz yönetimine karşı isyanında, İrlandalı asilerin hamile kadınların karnını yararak bebeklerini çıkardıklarıyla ilgili haberler yayılıyordu. Bu haberler isyancıların katledilmesini haklı göstermeye yardımcı oluyordu. Britanya basını, İrlandalı Katoliklerin İngiliz Protestanlara tecavüz ettiğini ileri süren hikâyeleri 17. yüzyıl boyunca düzenli olarak yayınladı. Bu propaganda İrlandalı erkekleri hayvani ve vahşi göstermekteydi. Bir diğer Britanya kolonisi Hindistan’da ise erkekler efemine ve aşağı olarak görülüyordu. Ancak her iki grup da kadınlar için tehlikeli olarak tasvir ediliyordu. İtibar Hindistan’da 1857’de ordudaki yerli askerler İngiliz yönetimine karşı ayaklandı. İngiliz yöneticiler bu isyanın diğer kolonilere de cesaret verebileceğinden ve imparatorluğun itibarını zedeleyebileceğinden korktular. İsyanı bastırmak ve kontrolü almak için desteğe ihtiyaçları vardı. Basın Avrupalı kadınlara yapılan tecavüzlerle ilgili hikâyeler yayınlamaya başladı. Daha sonra bu konuda yapılan bir resmî soruşturmada iddialara dair bir kanıt bulunamadı.
Londra’da göçmenlerle dayanışma eylemi: “Hoşgeldiniz göçmenler, güle güle sınırlar.’
daysa hiçbir kanıt bulunamadı. Savaş çığırtkanları, 2011’de açıkça Kaddafi güçleri tarafından gerçekleştirilmiş olan vahşetin Libya’da savaşa destek sağlayacağını umut etti. Kaddafi askerlerine viagra verildiği ve bir savaş silahı olarak tecavüzü kullandıkları söyleniyordu. Sonra ABD istihbaratı bunun doğru olmadığını itiraf etti. Ama o zamana kadar savaş çoktan başlamıştı. 1991’de 15 yaşındaki Kuveytli bir kız, İnsan Hakları Kongresi yönetimine ifade verdi. Nayirah’ın gönüllü yardımcı hasta bakıcı olduğu söylendi. Kuvözler İfadesinde ‘Iraklı askerlerin silahlarıyla hastaneye geldiklerini gördüm. Bebekleri kuvözlerinden çıkardılar, kuvözleri aldılar ve bebekleri soğukta ölüme terkettiler’ dedi. ABD Başkanı George Bush, bu hikâyeyi en az 10 kez tekrar etti. Olay kamuoyunu savaşa ikna etmeye yardımcı oldu. ABD Ocak 1991’de Irak’a savaş açtı.
Propaganda ‘gelişmemiş’ kültürlerde yaşayan kadınların, genellikle de Müslüman olanların, aydınlanmış, ileri görüşlü, beyaz ve batılı erkekler tarafından kurtarılması fikrine dayanıyordu.
1992’de kızın Kuveyt’in asil ailelerinden birinden olduğu ortaya çıktı. Yalan ifadesi, bir halkla ilişkiler kampanyası olan ‘özgür Kuveyt vatandaşları’ tarafından düzenlenmişti.
Viktorya döneminde egemen sınıf, Britanya İmparatorluğu’nun aynı ahlaki değeleri paylaşmayan toplumları ‘medenileştirdiğini’ iddia ediyordu.
2005’te Katrina Kasırgası’ndan etkilenen, çoğu fakir siyahlardan, binlerce insan stadyumda tutuldu. Hızla kadınlara tecavüz edildiği haberleri yayıldı.
Lord Cromer 1882’de Britanya’nın Mısır işgalini yönetti. Cromer kadınların baskı altında olmasının İslam’ın ‘geri kalmışlığının’ ana nedeni olduğunu ve peçenin Müslüman toplumların medenileşmesini engellediğini ileri sürüyordu.
Stadyumdaki beyaz bir kadın yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Avusturalyalı bir adam bize yalnız kalmanın güvenli olmadığını söyledi. Askerlerden biri jeneratörün bozulmak üzere olduğunu söyleyince isyan çıktı. Askerler daha endişeli görünüyorlardı. İnsanlar çıldıracak ve sana saldıracak dediler”.
Oysa, Cromer kadın doktorların eğitim almasına karşı çıktı, çünkü ona göre kadının yeri eviydi. İngiltere’ye dönüşünde kadınların oy kullanmasına karşı ‘erkekler ligi’ kurdu. Egemen sınıf en kanlı eylemlerini desteklemek için canavarlar icat etmeye hazırdır. Birinci Dünya Savaşı’ndaki İngiliz propagandası, Almanların Belçikalı kadınlara tecavüz ettiğini ve memelerini kestiğini iddia ediyordu. Resmî bir belge, bu iddiaların çoğunu destekliyordu. Daha sonra yapılan araştırmalar-
Kadın saldırıya uğramadı ama görevlilerin ve medyanın mesajı açıktı: Siyah erkeklerin yanında güvende değilsin. Siyah erkekleri vahşi ve tehlikeli göstererek şeytanlaştırmak kasırga sonrası devletin muamelesini mazur göstermeye yardımcı oldu.
yanışma eylemlerinde, önde rol alan Müslüman kadınları görmezden gelmeyi tercih ediyor. Ama Suudi Arabistan gibi, kadın hakları açısından çok kötü sicili olan yönetimlere silah ve yardım gönderiyor. İktidarlar kadınların hayatlarını gerçekten iyileştirebilecek adımları atmayı reddederken, savaşları her şeyi daha kötü hale getiriyor. Şiddet Tony Blair ve George W. Bush 2001’de Afganistan işgalinin kadınları Taliban’dan kurtaracağını söyledi. 10 yıldan fazla bir zamandan sonra kadına karşı şiddet artıyor. Geçen yıl yayınlanan bir araştırmada, Afgan kadınlarının yüzde 90’dan fazlasının fiziksel, cinsel veya psikolojik şiddete maruz kaldığı veya zorla evlendirildiği tahmin ediliyor. Ülke nüfusunun üçte birinden fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Kırsaldaki evlerin üçte ikisinden fazlasının elektiriği ve yüzde 81’inin güvenli suya erişimi yok. İktidarların özgürlükle ilgili propagandası, kadınların kendilerinin bir şey kazanamayacakları hatta kendi seçimlerini bile yapamayacakları fikrine dayanıyor. Mesela peçe takan kadınların sadece erkek akrabalarının emrini yerine getirdiği düşünülüyor. Kadınların özgürlüğü empoze edilemez. Kadınlar kendi hakları için mücadele edebilir. Daha geniş hareketlerin bir parçası olarak örgütlenen kadınlar birçok önemli hakkı kazandı Kadınlar Batı demokrasilerinde de baskı altındalar. İngiltere’de hâlâ aynı işi yaptıkları erkeklere göre daha az kazanıyor. Çocuk bakımı ve ev işlerinin yükünü taşıyorlar. Polis şiddete veya tacize uğramış kadınları başından savıyor. Kadınlara karşı mide bulandırıcı davranışlar toplumun en üst kesimine köklü bir biçimde yerleşmiş durumda.
Belirli ırktan veya kökenden erkekleri, diğerlerinden daha tehlikeli göstererek günah keçisi yapmak kadınları daha güvende tutmaz.
Batı’daki kadınların özgür ama Müslüman ülkelerdeki kadınların baskı altında olduğu fikri emperyalizmi, savaşları ve ırkçılığı haklı çıkarmak için kullanılan bir masal. Sıradan kadınların bu masallardan bir çıkarı yok. İktidarlar bazen kadın haklarını savunan bir dil kullanabilir. Ama özünde amaçları, kadınların baskılandığı bu sistemi desteklemektir.
İngiltere’deki iktidar ‘savaşı durdurun’ veya Filistin’le da-
Çeviren: Fatma Ayça
AKTİVİZM
ÇEVRE KATLİAMINDA DA BİRİNCİ
11
ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş
CAN DÜNDAR’IN İDAMINI İSTEMEK Sedat Peker yine konuştu. Bu kez, “Benim gibi düşünen biri Cumhurbaşkanı olsa ilk iş idamı getirmek ve sizi asmak olur.” dedi. Hedef tahtasında kendisiyle ilgili olumsuz haber yapan gazeteler ve Can Dündar var. Oluk oluk kan akıtmaktan bahsetmişti önce bu adam. Sonra, barış için bir metni imzalayan akademisyenlere tehdit savurdu, yine oluk oluk kan akıtacağını söyledi, bununla yetinmedi, bu kanla duş yapacağını da ekledi. Nefret söyleminin suç olduğu, açıktan tehdit etmenin hukuki olarak cezasız kalamayacağı bir ülkede, başını cezaevinden çıkartması mümkün olmayan bir şahıs, her gün medyada kendisine bir yer buluyor.
Yırcalı köylüler, ağaçları katleden holding ve arkasındaki hükümeti protesto ediyor. ANIL YÜKSEL
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bazı hükümet yetkilileri ne kadar, "Çevrecinin daniskasıyız", "Onlar pis, gerçek çevreci biziz" gibi tuhaf üsluplarla cümlelerini sıralasalar da, Davos Zirvesi'ndeki raporda çevre hassasiyetinde 60 ülke arasından 59. olan Türkiye'nin aslında hiç de çevreci olmadığını, aksine çevre katliamına hızla devam eden bir ülke olduğunu bu kez de Yale Üniversitesi'nin Dünya Çevre Performansı Endeksi'nden (Environmental Performance Index - EPI) öğrenmiş olduk. Üniversite tarafından 15 yıl önce başlatılan ve iki yılda bir dünya ülkelerini çevreyle ilgili 9 ana kategori ve 21 alt kategoride değerlendiren endekse göre Türkiye, Doğa ve Yaban Hayatı Koruma kategorisinde 100 üzerinden 22,5 puan alarak 180 ülke arasında 177. oldu. Bu, 10 yıl öncesine göre %23,4'lük bir gerileme anlamına geliyor. Dünya Çapında Özel Türleri Koruma kategorisinde ise Türkiye 179. sırada kendine yer bulmuş. CO2 emisyonu artış hızı sebebiyle de 164. sırada. Türkiye'nin bu konuda karnesi öyle kabarık ki, üniversite koruma alanlarının imara açılması, HES'lerle su varlıklarının yok edilmesi, Gezi Parkı protestoları gibi konulara "Rakamların Ardındaki Türkiye" başlıklı yazısıyla ayrıca dikkat çekmiş. Henüz 2 hafta önce Erdoğan'ın katılımıyla 99 adet barajın açılışı yapılarak su varlıklarının geleceği enerji üre-
Irkçı ölüm tehditlerini en medyatik, yaygınlaşmaya
timine yenik düşmüş, bir hafta sonra Bakan Albayrak Türkiye'nin enerjideki bağlılığını bir kez daha herhangi bir dayanağı olmadan vurgulamış ve HES projelerini desteklerken, nükleer enerjiyi işaret etmişti. Geçtiğimiz günlerde de yine Erdoğan'ın katılımıyla 945 yıllık zeytin ağacı EXPO 2016 uğruna İzmir'den sökülüp Antalya'ya dikilmişti. 2014'ün Kasım ayında Yırca'da katledilen 6 bin zeytin ağacı için dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, "Dağ taş zeytin ağacı dolmuş ama Türkiye'nin enerjiye ihtiyacı var" diyerek ne kadar çevreci olduğunu göstermişti. Ekosisteme yönelik yıkım politikaları bir çırpıda aklımıza gelen bu örneklerle sınırlı değil maalesef. Doğal sit alanlarının imara açılması, dünyaca ünlü plajların özel işletmelere devredilerek tesisleştirilmesi, termik santral projeleriyle tarım alanlarının verimsizleştirilmesi, açılan her barajın su varlıklarını yok etmesi, İstanbul'un ciğerleri olarak adlandırılan Kuzey Ormanları'nın 3.köprü için katledilmesi, her geçen gün çevre kanunlarının içinin boşaltılması, Türkiye yönetenlerinin çevreci olmanın çok uzağında olduklarını ortaya koyduğu gibi kapitalizmin doğayı hiçe sayan vahşi uygulamalarının da nasıl benimsendiğinin göstergesi adeta. Yıkım projeleriniz karşısında geri adım atmayacağız. Kâr değil, insan ve doğa!
en uygun kelimelerle ifade ediyor. Hitler hapiste Kavgam kitabını yazmıştı, Peker sanırım faşizmi medyatik sloganlarla parlatma konusuna kafa yormuş. İnsanın ilk aklına gelen, gülüp geçmek oluyor. Ama Peker’in önlenebilir yükselişine gülüp geçmek çok tehlikeli. Gülmemek, Peker’in siyaseten meşruluk kazanmasının engellenmesi için yaygın bir teşhir kampanyası yapmak çok önemli. Peker kimi hedef gösteriyorsa, onunla dayanışmak, Peker gibilerde siyasal demokrasiyi imha edecek bir potansiyel olduğunu bilmek ve usanmadan anlatmak çok önemli. Sedat Peker’in önlenebilir yükselişinin temel nedeni, Erdoğan ve AKP liderliğinin topluma dayattığı yeni saflaşmanın Peker gibilerin kendilerini güvenli hissdeceği mümbit iklimi yaratmış olması. Bu yeni saflaşma, devletin “Milli ve yerli” olanları kendi merkezinde buluşturduğu ve dışında olanların düşman, “hain” ilan edildiği yeni bir bölünme. Bu bölünme, ırkçıları, faşistleri, ulusalcıları, darbecileri, AKP’lileri, silahlı kuvvetleri bir aynı safta buluşturuyor. Bu buluşmanın sokakta meyvesini verdiği ilk eylemler, Kürtlere ve HDP’ye yönelik linç girişimleriydi. 7-9 Eylül 2015 günlerinde yüzlerce HDP binası yakıldı,
HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ “O SAATTE ORADA NE İŞİ VARMIŞ?” Bağdat Caddesinde bir kadının gece tecavüze uğramasının ardından, sosyal medyada “19 yaşında bir ‘kız’ gece 03.00’te ne tür bir eğlenceden dönebilir” şeklindeki anketin yayılması, bu tip “kurbanı suçlama” eğilimlerine karşı büyük tepki oluşturdu. Fakat “O saatte orada ne işi varmış?” düşüncesi sosyal medya ile sınırlı değil. Sokaktan alelade birini çevirseniz size vereceği tepki bu olur.
Andrea Dworkin, 1979’daki ‘Geceyi Geri Al’ yürüşünde yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
mevsimlik Kürt işçilere yönelik linç girişimleri örgüten-
“Kadınların tarihi bir mahpusluk hikayesidir: fiziksel kısıtlama, bağlanma, hareket yasağı, hareketin cezalandırılması...
bloklarının ilk sokak eylemiydi denilebilir. Bu eylem-
Ben erkeklerin küçük iyiliklerine karşılık yeterince minnettar kaldığımızı düşünüyorum. Minnettar olmaktan hepimize gına geldiğini düşünüyorum. Sanki rus ruleti oynuyormuşuz gibi, her gece şakaklarımıza bir silah dayanıyor. Ve her gün, hayatta kaldığımız için garip bir biçimde minnettarız. [...] Her gün elimizdekiyle yetiniyoruz ve her gece ya esir ya suçluyuz – ve iki ihtimalde de zarar görüyoruz. “Yeter” diye haykırma zamanı... Bu geceyi ve her geceyi geri almak için kolektif gücümüzü, tutkumuzu ve dayanıklılığımızı kullanmalıyız ki hayat yaşamaya değer olsun, insanlık onuru gerçeğe dönüşsün.”
di. 7-9 Eylül, devletin “Milli ve yerel” safta uzlaşan lerden geriye “yerel” bir şey kalmama ihtimalini gören devlet, 9 Eylül’de bu ırkçı ve faşist saldırganlığı sona erdirdi. Sokak eylemlerini durdursa da politik saflaşmayı derinleştirmeye devam ediyor. Kaldı ki Kürt illerinde savaşın ağırlığı, batıda ayrı bir linç girişimini çok gerekli kılmıyor devlet açısından. Cumhurbaşkanı’nın Sedat Peker’le bir düğünde tokalaşması, bu uzlaşmanın bir ürünü. Peker’in meşrulaşmasını engellemek için bu uzlaşmaya son vermek bir zorunluluk.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KAŞIKLA VERDİLER KEPÇEYLE ALIYORLAR! KEMAL BAŞAK
Hükümet sözcüleri, seçim vaatlerini yerine getirdiklerini, asgari ücreti 1.300 TL’ya yükselttiklerini, işçi, memur ve emeklileri “enflasyona ezdirmediklerini” söylüyor. Evet, asgari ücret yükseltildi, ancak bunun kaynağı yine işçinin kesintisinden hazineye aktarılan paradan bulundu. Bu açıdan özel sektör patronlarının ve asgari ücrete işçi çalıştıran taşeronların bir kaybı yok. Hazineden patronlara işçi başına 100 TL aktarılması zammın asıl olarak kimin cebine gittiğini, Hükümet sözcülerinin söylediği gibi bir fedakarlığın yapılmadığını gösteriyor. Öte yandan asgari ücret zammının açıklandığı andan itibaren, ekmekten toplu taşımaya, elektrikten zorunlu trafik sigortasına kadar yüzlerce ürün ve hizmetin fiyatı arttı. Buğday üretiminin bir önceki yıla göre yüzde 18.9 oranında artarak 22.6 milyon tona ulaştığı dönemde İstanbul ve Ankara Fırıncılar Odaları ekmeğe zam yaptı. İstanbul’da 1 TL’ye satılan 250 gramlık ekmeğin fiyatı yüzde 25 artırılarak 1.25 TL’ye çıkarıldı. Ankara’da 75 kuruşa satılan ekmeğin fiyatı ise yüzde 33 artırılarak 1 TL’ye çıkarıldı. Her ne kadar Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik yaıplan zamları eleştirse de zam yapanlar bu fırastı hükümetin genel yaklaşımından buluyor. Temel gıda maddelerindeki fiyat artışı oranları asgari ücret artış oranının üzerinde gerçekleşti. Ürün fiyatlarındaki ortalama değişimin hesaplandığı Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE)'ne göre son bir yılda 40 temel gıda maddesi ortalama yüzde 23,4 oranında zam gördü. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre son bir yılda mercimek yüzde 25,8, dana eti yüzde 25,3, balık yüzde 21, yumurta 21,2, zeytinyağı yüzde 105,3 badem içi yüzde 33, kuru üzüm yüzde 21,4 oranında zamlandı. Petrolün varil fiyatının 30 Dolara gerilediği dönemde İETT toplu taşıma ücretlerine ortalama % 10 oranında zam yaptı, aylık kart bedeli 170 TL’dan 185 TL’ya çıkarıldı.
SEFALET ÜCRETİNE HAYIR
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü DİSK-AR’ın, Ekonomik İşbirliği Kalkınma Örgütü (OECD), Uluslararası Para Fonu (IMF), Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Merkez Bankası (TCMB) ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) gibi kapitalist örgütlerin verilerine dayanarak yaptığı hesaplama, aslında asgari ücretin yerinde saydığını ortaya koyuyor. DİSK-AR'ın hesaplamaları, neo-liberal politikaların uygulanmaya başladığı 1980 yılından itibaren geçen 36 yıllık dönemde, ekonominin 4 kat, kişi başına düşen milli gelirin 2.4 kat büyüdüğünü, buna karşılık asgari ücretin sadece yüzde 17 oranında arttığını gösteriyor. Hesaplamaya göre, asgari ücret milli gelir oranında bir artış gösterseydi net olarak 1.690 TL olmalıydı. Patron örgütlerinin verileri kişi başına düşen aylık gelirin 2015 yılı itibarıyla 2.129 TL olduğunu gösteriyor. Dört kişilik hane için hane başına milli gelirden düşen pay aylık 8.516 TL ise, dört kişilik bir işçi ailesinin payına düşenin en az birini talep etmesi en doğal hakkıdır. Kaldı ki DİSK-AR hesaplamaları, Kasım 2015 itibarıyla 4 kişilik bir hane için açlık sınırını 1.405 TL, yoksulluk sınırını 4 bin 443 TL olarak gösteriyor. O kıyamet kopartılan ücret artışıyla bile yoksulluk sınırı yakalanabilmiş değil.
VERGİ SOYGUNU TAM GAZ SÜRÜYOR Devlet emekçilerin sırtına, ücretlerden peşin olarak kesilen vergiler dışında, bir de tüketim maddelerinin satın alınması sırasında ilave yük bindiriyor. Satın alınan her temel tüketim ürünü yüzde 8 - 18 arasında değişen oranda katma değer vergisine (KDV) tabi. Emekçilerden peşin olarak tahsil edilen bu vergi patronlar için, diğer tüm vergi türlerinde olduğu gibi, bir kazanç kalemi. Bunun dışında, yakıt, elektrik, su, gaz, iletişim gibi temel tüketim ürünlerinde ilave vergiler dehşet verici oranlara çıkmış durumda. Dünya ölçeğinde varil fiyatı 140 Dolardan 30 dolara gerileyen petrolden elde edilen benzin ve mazot fiyatları Türkiye’de sabitlenmiş durumda. Özel tüketim vergisi (ÖTV) altında ilave olarak yüzde 47 oranında vergi alındığı için KDV ile birlikte bu ürünlerde vergi oranı yüzde 66’ya kadar yükselmekte. Elektrik, doğal gaz, su ve iletişim (telefon-internet) birim fiyatlarında tüketim bedeli üzerine KDV ile birlikte “atık bedeli”, “dağıtım bedeli”, “çevre temizlik vergisi”, “enerji fonu”, “TRT payı” gibi kalemler eklendiğinde vergi oranları yüzde 48’e ulaşıyor!
EK ZAM TALEBİ İÇİN MÜCADELEYE Asgari ücret zammı gibi, kamu emekçilerine 2016 yılı için yapılan yüzde 6 + 5 oranındaki zam da, daha emekçilerin cebine girmeden buharlaştı. Kamu kesimindeki artışın 2 – 3 puan gerisindeki bir orandan daha fazla zam vermemek için bastıran özel sektör patronları, bu buharlaşmayı çok daha derinden hisseden mavi yakalı işçilerin öfkesini arttırıyor. Hükümet güdümündeki sendikal liderliğin satış sözleşmeleri sonucu 2016 yılının zamlarını yine bu oranda alan işçiler, şimdiden ek zam talebini dillendirmeye başladı. 2015 yılına damga vuran metal işçileri grevinin öncüsü Renault işçileri yeniden, bu kez ek zam talebiyle harekete geçti. Milyonlarca işçi bir kez daha fabrikalarına toplu giriş çıkış yapan Renault işçilerine bakıyor, onların çakacağı kıvılcımı bekliyor.