Sosyalist işçi 553

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

553

10 Şubat 2016 2 TL. sosyalistisci.org

İNSAAT DEĞİL BARIS, İSTİYORUZ ,

SAVASA , IRKCILIĞA , DUR DE! MİLYONERLER ARTTI! YA GEÇİM MÜCADELESİNDEKİ YOKSULLAR? sayfa 3

YILDIZ ÖNEN YAZDI: SAVAŞ VE İKİ FARKLI RUH HALİ sayfa 3

MELTEM ORAL YAZDI: ARAP DEVRİMLERİNDE KADINLAR sayfa 5

TONY CLİFF ANLATIYOR: MARKSİZM VE EZİLENLER sayfa 10


2

GÜNDEM

MİLLİ, YERLİ VE ERGENEKONVARİ

Devlet, yeni bir politik eksen belirliyor ve bu eksenin öbür tarafında kalanlar devlet düşmanları listesinde sıralanıyor. Öncelik Kürtlerde her zaman olduğu gibi. Kirli bir savaş sürüyor yine. 1990’larda süren savaşa kirli denmesinin bir nedeni vardı. Az gittik uz gittik ve gördük ki bu neden yeniden devrede. Kirli işler oluyor. Kirli işlerin üstadları devreye girmiş olmalılar. Kimdir bu devreye girenler? Önümüzdeki dönemde, milli ve yerli olmayanların vereceği mücadelenin merkezinde, bugün Kürt illerinde devreye giren bu odağın dağılması ve bu odağın merkezinde bulunduğu yeni saflaşma etrafında birleşen ya da uzlaşan güçlerin dağıtılması hedefi yer almalıdır. Bu odağı, Selahattin Demirtaş, şöyle tanımladı: “Saray, Ergenekon ve ordu uzlaşmasıyla 7 Haziran’da bir darbe yapıldı. Hükümet de inisiyatif dışı kaldı.” Bu tespitin en önemli yanı, Erdoğan, silahlı kuvvetler ve Ergenekon arasındaki uzlaşmaya parmak basmış olması. Zayıf yanı ise hükümetin bu uzlaşmanın dışında kaldığını düşünmesi. Ne yazık ki böyle değil. Milli ve yerli olmak güdüsü, hükümetin de politik propagandasında yer tutmaya başladı. Vatan Partisi sadece Erdoğan’la değil hükümetle de uzlaşma içinde. Fethiye Çetin, Hrant Dink’in katillerinin davası ilk sonuçlandığında, hemen mahkeme önünde öfkeyle, Hrant Dink’in, Ergenekon’u da aşan bir örgütlenme tarafından katledildiğini açıklamıştı. Ergenekoncular, Balyozcular, Seferberlik Tetkik Kurulu bünyesindekiler, devletin derin geleneği. Ergenekon ve Balyoz davaları, buz dağının görünen kısmının yargılanmsını sağladı. 2010 anayasa referandumu bu yargılanmalar için, yani askerlerin yargılanması için yasal zeminin oluşmasını sağladı. Fakat ırkçı sağcılardan ulusalcı solculara kadar geniş bir yelpaze, Ergenekon ve Balyoz davalarının kumpas olduğu yönünde güçlü bir kampanyayı aralıksız bir şekilde sürdürdü. AKP liderliği, davalar hakkında yaratılan şüpheci ortamda, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını savuşturmak için, bütün bu davaların, AKP’ye kumpas kuranların “milli orduya” kurdukları kumpas örnekleri olduğunu anlatmaya başladılar. Bu, Ergenekon’la başlayan uzlaşma sürecinin ileri bir evresi oldu. Erdoğan, anayasa referandumunda HSYK’nın yapısındaki değişiklikle ilgili maddeyi, “Yanlış yaptık” diyerek değerlendirmeye başladı. Bir süre sonra, tüm cuntacılar, Ergenekoncular serbest kaldı. Doğu Perinçek, boşuna, muhafazakarlarla vatan cephesi kurdukları için mutlu olduğunu söylemiyor. Demirtaş’ın Ergenekon’a dikkat çeken konuşmasına, ulusalcı sosyalistler hiçbir şekilde kızmadılar. Bunun nedeni Ergenekon’u hep beraber aklayan, olmadığına dair şüphe yaratan, darbelere karşı mücadele eden sosyalistleri baş düşman ilan edenlerin, yeni dönemin “milli ve yerli” egemen bloğunun, aynı zamanda ihtiyaç duyduğunda, Kürtlerin evlerinin duvarlarına, “Kurdun dişine kan değdi” diye yazabilecek derin güçlerin kısmi hareket serbestisi elde edeceği bir dönem olacağını görebilmeleri mi acaba? Ergenekon’un varlığına dikkat çekmek için AKP liderliğinin Ergenekon’la uzlaşmasını beklemek sadece gecikmiş bir siyasi hamle değil, aynı zamanda Ergenekon’a karşı daha dezavantajlı bir dönemde mücadele etmek demek. Mücadeleden kaçacak halimiz yok! Geç de olsa Ergenekon’u işaret edenlerle de omuz omuza yürüyeceğiz.

DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKÇÜ ANAYASA HEMEN ŞİMDİ! KEMAL BAŞAK

TBBM Anayasa Uzlaşma Komisyonu geçen hafta çalışmalara başladı. Komisyona başkanlık eden, aynı zamanda TBMM Başkanı da olan İsmail Kahraman, açılış konuşmasında “Türkiye'nin ithal ve taklit olmayan yalın, kalıcı yeni bir anayasaya ihtiyacı bulunmaktadır” diyerek AKP’nin “yerli ve milli” konseptinin artık her alanda karşımıza çıkacağını gösterdi. AKP sözcüsünün “ithal” olarak nitelendirdiği şey, uluslararası bir sınıf olan işçi sınıfının yüzlerce yıllık mücadelesi sonucu kazanılmış olan temel hak ve özgürlüklere ait olan değerler. Bunların karşısına AKP liderliği tarafından “yerli ve milli” / “Türk tipi” olarak sunulan anayasa reçetesinde tek netlik kazanan argüman ise “başkanlık sisteminin gerekliliği”. Doğrusu hiç kimse, iktidara geldiği 2002 yılından beri toplumu yeni ve özgürlükçü bir anayasa vaadiyle oyalayan AKP’den evrensel değerlere bağlılık beklemiyor. Özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında sergilediği “kanlı” performans AKP’nin çubuğu hangi yönde büktüğünü çok açık bir şekilde gösteriyor. İktidar partisi sözcülerinin yaldızlı lafları kazındığında altından yargının bütünüyle iktidara bağlı olduğu, güvenlik güç-

TEK ENGEL AKP DEĞİL Bu ülkede ne zaman anayasa değişikliği gündeme gelse CHP ve MHP’den ortalığa “kırmızı çizgiler” saçılıyor. Tahmin edileceği üzere bu çizgiler “daha az demokrasiye razı gelemeyiz” diyerek değil, tam tersine “daha fazla özgürlüğe, Türk kimliğinden başka bir kimliğin tanınmasına izin vermeyiz” anlayışı ile çekiliyor. Türk tipi başkanlık sisteminin ne şekle bürüneceğinin nüveleri Cizre ve Sur ilçelerinde ortaya çıktığı andan itibaren

lerine hiçbir şekilde dokunulmayacağını garanti edilen, işçi haklarının bütünüyle ortadan kaldırıldığı, dört yılda bir oy vermek dışında hiçbir demokratik eyleme izin verilmeyen hesap sorulamaz bir başkanlık rejimi arzusu ortaya çıkıyor. AKP’nin bu anti-demokratik anayasa anlayışına karşı daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük talep etmek gerekiyor. Yeni bir anayasa mücadelesini, grev yasaklarının ve sendikal örgütlenme önündeki engellerin tümüyle ortadan kaldırılması; örgütlenme ve yürüyüş hakkının güvence altına alınması; vali / emniyet müdürü / hakim ve savcıların yerel halkın oyu ile seçilmesi; güvenlik güçlerinin ve savcıların anti-demokratik yetkilerinin kaldırılması; yasalardaki ırkçı, ayrımcı sözcüklerin temizlenmesi; Kürt halkının siyasi taleplerinin, ayrılma hakkı dahil olmak üzere bütün haklarının tanınması; soykırımın bir insanlık suçu olarak kabul edilmesi ve Türk devleti tarafından soykırıma uğratılmış halkların geriye dönük taleplerinin karşılanması; bütün etnik-dinsel-cinsel kimliklerin güvence altına alınması; insan haklarının, çevre ve canlı türlerinin korunması talepleri etrafında şekillendirmeliyiz. iktidarı destekleyen faşist parti MHP’nin bu tavrında garipsenecek bir şey yok. Bugünlerde yeniden “fikirleri iktidarda” muamelesi gören MHP, olası bir referandumda AKP’nin en önemli koltuk değneği olmaya aday. Aslında, bazı sosyalistlerin ısrarla solda göstermeye çalıştığı CHP’nin tavrında da garipsenecek bir şey yok. Sonuç olarak CHP de MHP gibi, Askeri Diktatörlük anayasasına ruhunu veren ilk dört maddeyi “değiştirilemez” olarak görüyor.


GÜNDEM İSTANBUL’DA IRKÇI CİNAYET!

#hepimizermeniyiz

6 Ocak cumartesi günü İstanbul'da bir kez daha Ermenilere yönelik bir cinayet işlendi. Yaşlı Ermeni çiftin evine giren kimliği belirsiz üç kişi, çifti domuz bağıyla bağladıktan sonra evde bulunan kasayı da boşaltarak kaçtı. 87 yaşındaki Hagop Demirci hayatını kaybederken, 79 yaşındaki eşi Seta Ayda Demirci ise hizmetçinin akrabalara, eve giremeyen akrabaların da polis ve itfaiyeye haber vermesiyle son anda kurtarıldı.

Yaşları itibarıyla kendilerini fiziksel olarak savunma yetenekleri çok sınırlı olan bu insanların işkence edilerek öldürülmeleri, bunların birer nefret cinayeti olduğunu da ortaya koyuyor. Maritsa Küçük'ün üzerindeki giysilerin tümü çıkartılmış, kesici bir aletle göğüs bölgesine haç şeklinde kesikler açılmıştı. Demirci çifti ise özellikle 90'lı yıllarda kontrgerilla tarafından sıkça uygulanan bir işkence yöntemi olan domuz bağı ile bağlanarak ölüme terk edilmişti.

İstanbul'da daha önce de yaşlı Ermeniler hedef seçilerek öldürülmüştü. Samatya'da 87 yaşında bir kadını evinde feci şekilde döven ve bir gözünü kaybetmesine neden olan caniler, kadının ziynetlerini ve değerli eşyalarını alarak kaçmışlardı. Yine aynı şekilde 85 yaşındaki Maritsa Küçük de evinde saldırıya uğramış, ağır şekilde darp edilmiş ve boğazı kesilerek öldürülmüştü.

Hemen her gün PKK'nin bir Ermeni örgütü olduğu, her türlü musibetin arkasında Ermenilerin bulunduğu anlatılan bir atmosferde, bu tür nefret cinayetlerinin işleniyor olması şaşırtıcı değildir. Bunların önüne geçilmesi için ırkçı ve milliyetçi politikalarla, bunların sürdürücüleriyle, Ermeni soykırımıyla yüzleşilmesi ve hesaplaşılması bir zorunluluktur.

MİLYONERLER ARTTI, YA YOKSULLAR? Yayın organlarında Türkiye'deki milyonerlerin sayısında artış olduğu yolunda haberler yer alıyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, 2014-2015 döneminde bankalarda 1 milyon TL ve üzeri mevduat bulunduran hesap sayısı bir yılda 15 bin 798 kişi artarak, 93 bin 8 kişiye ulaşmış. Bu 93 bin 8 kişinin bankalarda bulunan toplam parası 594,7 milyar TL'ye ulaşmış.

Türk-İş'in bu verilerinin dahi gerçekçi olmadığını anlamak için basit bir hesap yapmak yeterli olacaktır. Açlık sınırını aile fertlerinin sayısına böldüğümüzde, bir kişinin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenmesi için ayda 340,25 TL, günde ise 11,34 TL harcaması gerekiyormuş. Ekmek fiyatlarının 2015 yılında ortalama 1,25 TL olduğu dikkate alınırsa, bu para ile bir insanın ancak ekmek yi-

HAFTANIN IRKÇISI DENİZ NAKİ’YE CEZA VEREN PFDK 31 Ocak pazar günü Bursaspor ile Amedspor arasında oynan futbol karşılaşması, en başından itibaren Amedspor üzerinden Kürtlere yönelik ağır bir ırkçılığa sahne oldu. Amedspor taraftarının stadyuma girmesine izin verilmedi, keza bazı taraftarlar ırkçı Bursasporlular tarafından dövüldü, maçın başından sonuna kadar

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

İKİ FARKLI RUH HALİ Çözüm süreci bittiğinden beri ne zaman iyi bir haber gelecek diye dikkat kesilmiş durumdayız. O iyi haber bir türlü gelmiyor. Gelmedikçe, karamsarlık daha fazla büyüyor, sonu olmayan karanlık bir tünelde ilerlediğimiz duygusuna kapılıyoruz. Bu kadar çok ölümün yaşanmasına tanık olunca bazılarımız ölmekten kıl payıyla kurtulunca karamsarlığın böylesine yaygınlaşmasına şaşmamak gerekli. Fakat karamsarlığın yaygınlığını anlamak bir şey, karamsarlığa teslim olmak başka bir şey. Karamsarlığı yenmek zorundayız. Bunun için, bu köşede daha önce de vurguladığım gibi devletin batıda inşa ettiği korku duvarını yıkmamız gerekiyor. Devlet bu korku duvarını adım adım inşa etti. 7 Haziran seçimlerinden sonra tüm enerjisini bu duvarı inşa etmeye harcadı. Seçimlerin ardından yaşanan her gerginliğe, patlayan her bombaya devletin yanıtı, “İstikrar istiyorsanız tek parti çoğunluğunda meclis” propagandası oldu. AKP liderliği ve Erdoğan, “biz yoksak gerisi tufan” diyerek özellikle Gezi direnişi günlerinden beri sandık da sandık demişlerken, sandıkta açığa çıkan iradeyi yok saymakta çok hızlı davrandılar.

Madalyonun öteki yüzüne baktığımız zaman, 61 milyon 509 bin 745kişinin bankalarda toplam 42,175 milyar TL parası olduğunu görüyoruz. Yani 93 bin kişi, 61,5 milyon kişinin sahip olduğu paradan 13 kat daha büyük bir servet sahibi. Başka bir deyişle “61,5 milyon kişi bir araya gelse,93 bin 8 kişinin sahip olduğu paranın 13’te 1’ine bile yetişemiyor”. Türk-İş'in Eylül 2015'te yaptığı "açlık ve yoksulluk sınırı" araştırmasına göre, 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı 1.361,29 TL. Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 4.434,16 TL.

3

Suruç ve Ankara katliamları, bu korku duvarını inşa eden virajlar oldu.

Burası TÜSİAD kokteyli, herkes sağlıklı ve mutlu.

yip su içerek hayatta kalmaya çalışacağı, yani sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenemeyeceği çok açık. Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum, korkunç bir şekilde açılmış durumda. Asgari ücrete kaşıkla verilerek sağlanan artış, neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerine zam yapılarak geri alındı. Bunun yanı sıra başta kıdem tazminatı olmak üzere, işçi sınıfına yönelik neoliberal saldırılar da tüm şiddetiyle sürüyor. Sendikaların tabanında yaşanan hareketliliğin birleşerek büyümesi, milyonerlerin temsilcisi AKP'yi hızla yakacak bir ateşe dönüşebilir.

ırkçı sloganlar atıldı. Maçı Amedspor’un kazanarak tur atlaması üzerine, ırkçı saldırılar bu kez devlet eliyle sürdü. Önce Amedspor tesislerini polis bastı, ardından Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK) Fenerbahçe ile yapacağı maç için Amedspor’a saha kapatma cezası verdi, ardından takımın önemli oyuncularından Deniz Naki’ye ideolojik propaganda yaptığı ve sportmenliğe aykırı davrandığı gerekçesiyle 12 maçtan men ve 19 bin 500 liralık para cezası verdi. Deniz Naki, karşılaşmanın ardından, “İnsanların ölmemesini istiyorum. Barış olsun istiyorum” demişti. Daha birkaç gün önce Başakspor oyuncusu Semih Şentürk’ün gol attıktan sonra Amedspor türbinlerine koşarak asker selamı vermesini değil, Naki’nin barış talebini ideolojik propaganda olarak gören PFDK, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

Temmuz ayında Kürt sorununda savaş politikaları yeniden devreye girdi. 7-9 Eylül’de savaşta çok sayıda asker ve polisin ölmesi üzerine birçok şehirde ırkçı gösteriler örgütlendi. Korku duvarının tuğlaları adım adım inşa edildi. Şimdi sorun, bu tuğlaların zayıf, üflesek yıkılacak kadar dayanıksız olduğunu düşünenlerin farkında olarak ya da olmayarak karamsarlık yayanların argümanlarını çürütmelerinde. Bunun için ilk adım, egemen sınıfın, hükümetin ve devletin uyumlu görünümüne rağmen çelişkilerle dolu politik eğilimlerini görmek ve göstermek. Suriye politikasında devlet hem çelişkili eğilimlere sahip hem de bölge ülkeleri içinde sürece müdahil olma şansını yitirmiş pozisyonda. Her dediğinin tersini yapıyor hükümet. İsrail’le uzlaşmaz düşmanlıktan dostluk ilişkilerine, Başika’ya asker gönderip Irak’taki her tüzel kişilikten fırça yemesine kadar, Fırat’ın batısı kırmızı çizgimizdir deyip Kürtlerin Türkiye’nin kırmızı çizgilerine aldırmamasına ses çıkartamaması, ABD’nin YPG ile artık siyasi ilişkiler de geliştirmeye başlamasını sessizce izlemek zorunda kalmasına kadar dış politikada böbürlenen bir devlete göre oldukça aciz bir devletle karşı karşıyayız. İç politikada Kürt halkı geri adım atmış değil AKP karşısında. Erdoğan’ın başkanlığına AKP’nin tabanının bile yüzde 40’ı karşı. Bülent Arınç’ın çıkışı belli ki AKP içinde ilerleyen günlerde daha da görünür olacak çatlakların varlığının kanıtı. Gülay Göktürk ve Mahçupyan gibi zor gün dostlarını bile tasfiye eden AKP içi çelişkiler, mücadele etmek için, mücadele edip kazanmak için sayısız fırsata sahip olduğumuzu gösteren bir kaç örnek.


4

DÜNYA

CENEVRE’DEKİ SURİYE GÖRÜŞMELERİ FİYASKO Suriye’deki iç savaşa çözüm bulma iddiasıyla Cenevre’de kurulan masadan barış çıkmadı. Görüşmelere 25 Şubat’a kadar ara verildi. Ancak Cenevre 3’ün başarısız olmasına yol açan nedenler ortadan kalkmadan 25 Şubat ve sonrası da çok umutlu görünmüyor. Çünkü aslında mesele bütün bu tarafları aynı masa etrafında toplamak değil, emperyalist devletlerin Suriye’de sürdürdüğü paylaşım ve hegemonya savaşına son vermek. Cenevre 3’e nasıl gelindi? Beş yıl önce başlayan Suriye ayaklanması, kısa sürede bölgesel ve küresel güçlerin vekaleten yürüttükleri bir savaşa dönüştü. Bu vekalet savaşı bir süre sonra, özelikle kendisi olmadan Ortadoğu’nun yeniden kurulamayacağını kanıtlamak ve küresel bir güç olma iddiasını hala sürdürdüğünü göstermek isteyen Rusya’nın 30 Eylül'de hava desteğiyle savaşa girmesiyle iyice kızıştı. ABD ve Rusya’nın yanı sıra aralarında İran, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu küresel ve bölgesel güçlerden oluşan Uluslararası Suriye Destek Grubu’nun 2014 Kasım ayında aldığı karara göre Ocak 2016’da görüşmeler başlayacak, altı ay içinde geçiş hükümeti kurulacak, 18 ay içinde de Suriye’de seçimler yapılacaktı. Bu grup 11 Şubat’ta Münih’te yeniden toplanacak. Neden başarısız oldu? Ancak Cenevre 3 Konferansı tarafları masaya oturtmayı ve savaşı durdurmayı başaramadı. Başta Türkiye olmak üzere bazı devletler PYD’nin masaya oturmasını kabul etmeyince Kürtler masanın dışında kalmış oldu. Bunun üzerine PYD lideri Salih Müslim Cenevre’nin sonuçlarını tanımayacaklarını ilan etti. Muhalifler ise Cenevre’de masaya oturmak için BM Güvenlik Konseyi’nin, bombardımanların durdurulması, kuşatKÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

PEGİDA’DAYI NASIL DURDURABİLİRİZ? Irkçı ve islamofobik Pegida (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) hareketi 6 Şubat Cumartesi günü Avrupa’nın 14 kentinde “Kitlesel Göçe ve İslamlaşmaya Karşı Uluslararası Gösteri” adlı eylemler düzenledi.

YUNANİSTAN: GENEL GREV HAYATI DURDURDU

4 yılı aşan savaşın sonucu tam bir yıkım.

maların kaldırılması ve acil insani yardım ulaştırılması yönünde aldığı kararların uygulamaya geçirilmesi şartlarını ileri sürdü. Muhalifler, bunlar gerçekleşinceye kadar Cenevre’ye gelmeyeceklerini söylediler. Fakat kendilerine masaya oturmaları yönünde yapılan baskının sonucunda “Ancak bunların olacağını garanti ederseniz geliriz” dediler. Bunun üzerine Cenevre’ye geldiler fakat bu şartlarını her fırsatta dile getirmeye devam ettiler. Dolayısıyla masada küresel güçlerin yanı sıra Suriye’den sadece Baas rejimi kaldı. Bu durum muhaliflerde ne pahasına olursa olsun Suriye sorunun çözülmesi için küresel güçlerin Esad’sız bir Suriye’den vazgeçtikleri şüphesine yol açtı. Muhalifler artık Cenevre sürecine güvenmiyor. Rusya’nın saldırıları Bir yandan Cenevre görüşmelerinde bunlar yaşanırken diğer yandan da Rusya bombardımanı giderek yoğunlaştırdı. Muhalifler için stratejik önemdeki Halep’e yürüyen rejime havadan destek verdi. Rusya’nın hedefi 11 Şubat’ta Münih’te yapılacak toplantıya kadar Halep’i almak. Emperyalizm Suriye’de çok kritik günler yaşanıyor. Cenevre görüşmeleri süreci ve hâlâ devam eden savaş Suriye meselesinin Cenevre’de masada değil Ortadoğu’da çözüleceğini gösteriyor. Ancak bu sorunun Ortadoğu halkları lehine çözümü öncelikle bütün emperyalist devletlerin bölgeden elini çekmesine, Suriye’deki iç savaşın bir küresel hegemonya ve paylaşım savaşı olmaktan çıkmasına bağlı. Çünkü böyle olduğu sürece asıl mesele her zaman büyük küresel güçler arasındaki pazarlıklar olacak ve Suriye’lilerin ne dediğinin bir önemi olmayacak. Bu olmadığı sürece de Suriye’deki sorun çözülemeyecektir.

Yunanistan’da geçen hafta Perşembe günü 2011 yılından bu yana yaşanan en büyük genel grev gerçekleşti. Grevin nedeni sosyal sigortalar yasa tasarısıydı. Syriza hükümeti reformlar çerçevesinde sosyal güvenlik alanında değişiklikler planlıyor. Erken emeklilik kaldırılıyor ve emekli maaşlarında kesintiye gidiliyor. Bununla birlikte sosyal sigorta primleri artırılıyor. Önlemlerle sosyal güvenlik kasalarının 800 milyon euroya ulaşan açığının kapatılması öngörülüyor. Yunanistan'da son yıllarda sosyal güvenlik alanında önemli değişiklikler yapıldı. Emeklilik yaşı 67'e çıkarılırken emekli aylıkları üçte bir oranında düşürüldü. Grev dolayısıyla, başta hava ve deniz ulaşımı olmak üzere birçok alanda hayat durdu. Genel grev nedeniyle başkent Atina'da toplu taşıma araçları çalışmadı. Otobüs, tramvay, tren ve metro seferleri yapılamadı. Yunanistan’daki Sosyalist İşçi Partisi’nden Panos Garganas eylemleri şöyle değerlendirdi: “Hükümet Troyka ile karşı karşıya gelmeden hareketin taleplerine yanıt veremez. Sosyal güvenlik reformu Troyka’nın Yunanistan’a dayattığı temel reformlardan birisi. Ancak hükümet hareket ile karşı karşıya gelmeden bu reformu gerçekleştiremez. Ve şu anki hareket yedi-sekiz yıl önceki hareketten farklı. O zamanlar insanlar daha ilk genel grev deneyimlerini yaşıyorlardı. Şimdi ise daha deneyimliler ve giderek sola kayıyorlar.”

ceden gelerek gösterinin yapılmasına izin vermediler ve Pegida eylemcilerini alandan kovdular.

Bu yükselişin iki nedeni var: Birincisi ekonomik kriz, ikincisi Ortadoğu’da süren savaş.

Ancak bir yandan da ortada ciddiye alınması gereken bir tehlikenin bulunduğu çok açık.

Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de savaş devam ettikçe göç devam ediyor. Diğer yandan ekonomik kriz tüm dünyada kemer sıkma politikalarına ve refah devletinin çökmesine yol açıyor. Bu durumda ana akım siyasi seçenekler eriyip giderken varolan manzara sadece sol partilere değil Pegida gibi aşırı sağ hareketlere de fırsatlar sunuyor.

Alman Der Spiegel dergisinin, Almanya’daki Sol Parti’nin hükümete yönelttiği yazılı soru önergesine alınan cevaplara dayandırdığı habere göre geçen yılın son çeyreğinde Almanya genelinde aşırı sağcı grupların yürüyüşleri 2 kat arttı. Önceki yıl 95 olan yürüyüş sayısı bu yıl 208’e çıktı.

Çeşitli kaynaklar Pegida eylemlerine katılımın beklenenin altında olduğunu belirtiyor.

Yürüyüşlere katılanların sayısındaki artış daha da fazla. Sayı 10 bin 600’den 35 bin 900’e yükseldi.

Aynı zamanda hemen hemen her yerde Pegida karşıtı gösteriler de düzenlendi.

Pegida üyelerindeki artış da 4 kata yakın. Gruba geçen yıl 4 bin 100 kişi üyeyken sayı, bu yıl 15 bin 500’e yükseldi.

Eyleme katılımın en yüksek olduğu kent hareketin doğduğu Dresden (yaklaşık 8000 kişi) olurken örneğin İrlanda’da Pegida karşıtları eylemin yapılacağı alana ön-

Grev, toplu ulaşımı durdurdu.

Almanya için verilen bu rakamların her yerde benzer şekilde olduğunu tahmin etmek zor değil.

Bu hareketleri sokakta durdurmak, gösteri yapmalarını önlemek çok önemli. Ancak yeterli değil. Bu hükümetler göçmenlere, ekonomik krizin çözümüne ayıracak kaynakları olmadığını söylerken Ortadoğu’daki savaşa milyarlar ayırıyorlar. Ekonomik krizin sonuçlarından emperyalist devletler sorumlu. Pegida türü hareketleri geriletmek için ekonomik kriz ile savaş politikaları arasında bağ kuran, Ortadoğu’yu bölge halkları için yaşanamaz kılan emperyalistlere karşı mücadeleyi öne çıkaran bir sola, göçmenlere değil savaşa karşı mücadeleyi öne çıkaran bir sola ihtiyacımız var.


KADINLARIN KURTULUŞU

5

ARAP DEVRİMLERİNDE KADINLAR

2011, Tahrir Meydanı. Sistem tarafından hiçe sayılmış, evlere ve düşük ücretle çalıştırıldıkları atölyelere sıkıtıtrılmış kadın özgürlük için direnişin en önünde. MELTEM ORAL

Kapitalizm tarafından ezilen ve çıkarı bu sistemin yıkılmasında olan işçi sınıfının bir parçası olarak kadınlar, yaşanan tüm devrimlerin, ayaklanmaların, isyanların öznesi, öncüsü, sürükleyicisi oldu. Devrimler ezilenlerin, dışlanmışların, yalıtılmışların, seks işçilerinin, kadınların, LGBTİ’lerin, sıradanların, ayaktakımının, kısaca işçi sınıfının kendi eylemiyle gerçekleşir. Gerçekleşen tüm devrimler aynı zamanda kadınların devrimidir. Kadınların mücadele tarihi ve elde ettiği kazanımlar da aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin tarihi ve kazanımlarıdır. Devrimlerle kadınların özgürlük taleplerini kazanması iç içe geçen süreçlerdir. İş gücünün bir parçası olan kadınların devrimlerin öznesi olması şaşırılacak bir durum değildir. Ancak cinsiyetçi bir dünyada yaşıyoruz. Kadınlar sırf kadın oldukları için mevcut sistem tarafından ikinci bir baskıya maruz kalıyor. Bu yüzden devrim süreçlerinde, hem devrimin parçası olan kadınların kadın olarak ezilmeye karşı yaşadığı özgürleşme pratiği hem de kadınların devrimlere cinsiyetçi kalıpları yıkan müdahaleleri önemli deneyimler. Aslında bu özgürleşme kitlesel mücadelelerde, işçi sınıfını bölen, ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik gibi tüm fikirler karşısında yaşanır. Egemen sınıfın o güne kadar olağan ve doğal karşılanan tüm fikirleri çözülmeye başlar. Paris Komünü, 1917 Ekim Devrimi, 1936’daki İspanya Devrimi gibi tarihteki bir dizi örnekte bu karşılıklı ilişkinin rolü biliniyor. Üstelik o kadar uzağa gitmeye gerek yok. Devrimlerin kadınları, kadınların da devrimleri nasıl etkilediğine yakın tarihte canlı bir şekilde tanık olduk. Aralık 2010’da Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendini yakması tüm bölgede onlarca yıllık diktatörlüklere karşı ekmek, onur ve adalet talebiyle gerçekleşen devrimlerin fitilini yakmıştı. Yükselen işsizliğe, düşen yaşam standartlarına, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılara karşı

ayaklanmaların her ülkede kendine özgü koşulları olsa da, ortak olan şey kadınların da sokaklara döküldüğü. Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen ve Suriye gibi birçok ülkede kadınlar kendi talepleriyle, hareketin dikatatörlüklerin devrilmesini içeren siyasi ve ekonomik taleplerini birleştirmeyi başardılar. Tunus’ta da devrimin ana talebi adaletti. Kadınlar Bin Ali’nin devrilmesini isterken toplumdaki, siyasetteki ve aile içerisindeki konumlandırılışlarına yönelik tepkilerini hareketin ana taleplerinden biri haline getirmeyi başardılar. Yemen’de öğrencilerin protestolarına önderlik edenler, çağrıcılar kadınlardı. Bazı kaynaklara göre gösterilere katılanların yüzde 30’u kadınlardı ki bu Yemen için çok önemli bir deneyim. Tahrir direnişi 11 Şubat 2011’de diktatör Mübarek’in devrilmesiyle belki de doruğuna ulaşan Mısır devrimi sırasında, Tahrir Meydanı’nda 18 gün boyunca süren direnişe on binlerce kadın katıldı. 2003’teki savaş karşıtı gösterilerde, 2006’dan beri süren işçi hareketi dalgasında ve 2008’deki ekmek ayaklanmalarında olduğu gibi kadınlar hareketin etkili parçasıydı. Ancak Tahrir deneyimi birçok açıdan benzersizdi. Devrim öncesinde yaşı, giyimi, statüsü ne olursa olsun tüm kadınlara yönelik taciz gündelik hayatın sıradan bir parçasıydı. Devrimde rol alan pek çok kadın yemek, temizlik, güvenlik gibi konularda, gündelik yaşamın kolektif olarak örgütlendiği Tahrir direnişi sırasında bir tek tacizin bile yaşanmadığını ifade ediyor. Tahrir’deki insanlar devrim öncesinin sıradan Mısır halkından başkası değildi. Kadın, erkek, yoksul, başörtülü veya değil, Müslüman ya da Hristiyan on binlerce insan gece gündüz bir arada direndi ve dahası saldırılara karşı meydanı birlikte savundu. Cinsiyetçilik ve taciz elbette toplumdan bir anda temizlenmedi. Ancak reijme karşı sokağa çıkan kadınların dönüştürücü gücü çok önemliydi. Devrimle birlikte

öncelikli olarak değişen şey, kadınların artık daha gür bir sesle cinsiyetçiliğe karşı tepki koymaya başlamasıydı. Egemen sınıfın yanıtı: Karşıdevrim Her zaman olduğu gibi Mısır’da da devrimin kaderiyle kadınların kaderi ortaktı. Kadınların devrimdeki artan rollerini sınırlamak ve sokaktakileri korkutmak için rejim güçleri tarafından gözaltına alınan kadınların zorla bekaret testine tabi tutulması ve cinsel taciz gibi bir dizi baskı uygulandı. Karşı devrimci güçler etkili olmaya başlarken, sokakta kalabalık erkek grupları tarafından gerçekleştirilen tacizler de devrime karşı bir silah olarak kullanılmaya başlandı. Devrim sırasında taciz vakaları görülmezken, darbenin gerçekleştiği 30 Haziran 2013’teki gösterilerde en az 60 tane cinsel taciz olayı yaşanmıştı. Gösterilerde eski rejim güçleri tarafından organize edildiği düşünülen tacizleri önlemek için, devrimi savunan kadın ve erkekler tarafından ‘cinsel taciz ve saldırı karşıtı eylem inisiyatifi’ kuruldu. Ancak kadınların ve Tahrir’in kazanımları, karşı devrimci Sisi’nin darbesiyle birlikte gerilemeye başladı. Kitlesel mücadelelerin dönüştürücü gücüne bizler de, Gezi direnişi sırasında cinsiyetçi duvar yazılamaları ve sloganlar karşısında, devrimlere kıyasla küçük ama önemli bir örneğine şahit olmuştuk. Ancak şimdi taraftarların cinsiyetçi tezahüratlar atmadığı günler bir rüya gibi geliyor. Mücadele sırasında değişen fikirlerin ne kadar kalıcı olacağını ve kazanımlarını koruyabileceğini belirleyen en önemli şeylerden biri toplumdaki örgütlülük düzeyi. Bugünden yürüttüğümüz mücadeleyle kazandığımız bir dizi reform var. Bu kazanımları korumak ve gerilemesini engellemek örgütlü olmakla mümkün. Ancak ezen ve ezilen ilişkisini, mevcut sömürü düzenini yok etmediğimiz sürece hiçbir kazanımımız nihai değil. İşçi sınıfı devrimi tamamlamadığı müddetçe ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve bir dizi egemen sınıf ideolojisini tarihin çöplüğüne atmak mümkün değil.


6 GÜNDEM KÜRTLERLE SAVAŞIN TÜRK EMEKÇİLERİN ÇIKARLARIYLA BİR İLGİSİ VAR MI?

DEVLET OYALAM

İlk muharebeye 13 yaşında giren, savaşmaya devam edip 38 yaşında tuğgeneralliğe terfi eden general Carl von Clausewitz, savaş teorisyeni kabul edilir ve uzmanlık alanında yaptığı tanım son derece basit ve gerçekçidir: "Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır." Diplomatik müzakere yöntemleriyle sorunlar çözülmeyince, silahlar ateşlenir. Hedef, rakibin savaştığı güçle er geç oturacağı barış görüşmelerinde yıpratılması, güçsüzleştirilmesi, olabilecek en az kazanımla çıkması, mümkünse yenilmesi ve ağır tazminatlar ödemesidir. 1996’dan bu yana devletin PKK ile diplomatik görüşmeler içinde olduğu biliniyor. 2013 Mart’ında Diyarbakır Newroz kutlamalarında Öcalan, 2015 Mart’ında Dolmabahçe’deki Başbakanlık Köşkü’nde hükümet üyeleri ve HDP heyeti, diyalogdan müzakereye geçildiğini topluma ilan etmişti. Bu Kürt sorununun silahlarla çözülemeyeceğinin devlet tarafından kabulü ve savaşan tarafların çözüm için pazarlıklara başlamaya karar vermesiydi. Bozulan Oslo süreci gibi İmralı’da halen sürmekte olduğunu medyadan öğrendiğimiz diplomatik süreçlerin yerini silahlara bırakmasının bir kaç nedeni var ve bu nedenler biz Türkiyeli emekçileri yakından ilgilendiriyor: n 1915’ten bu yana zorla Türkleştirme politikalarında uzmanlaşmış Türkiye burjuvazisi, barış eli uzatan rakibini yere sermek istiyor. n 13 yıldan fazladır devleti yöneten AKP, Kürt sorununun çözümünü sadece bir oy deposu olarak kullandı. Görülüyor ki tıpkı kemalistler gibi onlar da İttihatçı gelenekten gelen Türk burjuvazisinin bir başka kanadı. Bu yüzden PKK’siz çözüm mümkün olmadığı halde, Kürt sorunu ve PKK’yi ayrı şeylermiş gibi göstererek egemen sınıfın istediği şekilde ulusal baskıyı sürdürüyor. n Sorun sadece misak-ı milli sınırları içerisinde cereyan etmiyor. Bugün yıkılarak yerine savaşlara bırakan emperyalistlerin 20. yüzyılda Ortadoğu’da kurduğu Sykes-Picot düzeniyle, Kürtlerin yaşadığı tarihsel bölge Kürdistan dört devlet tarafından parçalanmış ve bir uluslararası sömürgeye dönüşmüştür. Türkiye, Irak, İran ve Suriye... Yaşanan savaşın nedeni, Türk devletinin bir yandan Kürtlere bir takım kısıtlı haklar verip ‘susmalarını’ sağlayarak, oradaki sömürge statüsünü sürdürme tercihidir. n Tayyip Erdoğan özgün bir lider değil. Tıpkı Mustafa Kemal ve İsmet İnönü gibi bu devleti yönetenler, dağılan Osmanlı’yı göstererek Suriye’de, Irak’ta, Ortadoğu’da hak iddia ettiler, emperyal politikalar izlediler ve ilk fırsatta ilkhak/işgale hazırdılar. Bugün Türkiye sınırları içerinsinde her gün yeni ölüm haberlerinin geldiği bu anlamsız çatışma ortamının nedeni, Türkiye devletinin bir başka ülke olan Suriye’nin topraklarına müdahale etmesi, Irak’ı işgal etmeye kalkması ve oradaki Kürtleri de buradakiler gibi engelleme isteğidir. Vatan, millet, Sakarya... Hepsi palavra! Savaşın gerçek nedenlerinin ve devlet tarafının isteğinin Türk işçilerin çıkarlarıyla hiçbir alakası yok. Tam tersine aleyhimize. Kürtlere sıkılan her kurşun, Irak ve Suriye’ye atılan her bomba, elektriğe, toplu taşımaya, meyveye sebzeye zam olarak dönüyor. Bir avuç azınlığın, dünyaya kan kusturan ortakları ABD ve NATO ile birlikte açtığı savaşın bedelini, biz vergilerle ödüyoruz. Kürtler ezildiği sürece biz Türk emekçiler de özgür olmayacağız.

Özel harekatçı polis ve askerler tarafından Kürt şehirlerine yazılan ırkçı sloganlar. VOLKAN AKYILDIRIM

12 Eylül sonrası yeni propaganda

1923’te cumhuriyet rejimi ilan edildiğinden bu yana geçen 92 yılda Kürtler 29 kez isyan etti.

On yıllarca Kürtleri yok sayan, varlıklarını inkar eden, artık yok saymak imkansız bir hale geldiğinde “dağda yürüyen Türk” yalanını halkı aptal yerine koyarak ileri sürebilen Türkiye devleti, PKK’nin başını çektiği isyanla birlikte çöken resmi ideolojiye bir “ekonomik boyut” ekledi.

1915 Ermeni soykırımının ardından Müslüman olmayan halkları katledip, binlerce yıldır yaşadığı yerlerden kovan ve mallarına çöken Türk ticaret burjuvazisi ve ittihatçı/kemalist asker-bürokratlar Kürtlere özerklik sözü verdi; yani yoğun olarak yaşadıkları topraklarda, kendi yöneticilerini ve yönetimlerini belirleme hakkı tanınmıştı. Yani Kürtler de Türkler gibi bu cumhuriyetin kurucu unsuru olacaktı. Bu söz, Ermenileri ve Rumları “halleden” Türk burjuvazisi ve ortağı generaller Batı emperyalizmi ile anlaşır anlaşmaz, cumhuriyet kurulup ve kemalist iktidar demir yumruğunu masaya indirdiği an unutuldu. Bugün hepimizin şikayetçi olduğu ve değişmesini istediği 12 Eylül anayasasının özü, (CHP ve MHP’nin yeni anayasada da olduğu gibi kalmasını istediği ilk dört madde), 1924’te kabul edilen ve daha sonra tüm anayasaların ruhu olan Kürtlerin devlet tarafından ihanete uğratılması, varlıklarının reddedilmesi, yönetimlerine izin verilmemesi, bunu kabul etmeyenlerin katledilmesi, bu topraklarda yaşayan herkesin Türk olduğunun (ünlü faşist slogan ‘ya sev ya terket’in kökeni) dayatılmasıdır. Batı’da yaşayanlara söylenen yalanlar 20. yüzyılın başında tüm halkların yaptığı gibi, kendi kaderlerini kendileri belirlemek isteyen Kürtlerin isyanı, kanla bastırılsa da elbette saklanamazdı. Kemalist cumhuriyet, Kürt ayaklanmalarını bir yandan “gerici-şeriatçı” olarak damgalarken, bu isyanın asıl nedeninin “doğudaki geri kalmışlık, feodal düzen, aşiretler” olduğunu batıdakilere anlattı. Geri kalmışlığın sorumlusu olan eski aşiret reislerinin çoğu Ermeni soykırımında Türk burjuvalarıyla ittifak vurmuş ve yeni cumhuriyette ulusal tahakkümü kabul ederek (yine de ikinci sınıf) burjuvalar olmuştu. Ayaklananlarsa her zaman fakirlerdi.

Her şey bu Kürtlerin fakirliğinden kaynaklanıyordu. Eğer “doğuya ekonomik yatırım” yapılsa karınları doyacak, böylece dağa çıkıp devletle savaşmayı, köylerde kalıp dağdakileri desteklemeyi bırakacaklardı. 12 Eylül darbesinin ardından Kürt sorununun aslında bir kimlik meselesi değil az gelişmişlikten kaynaklı ekonomik bir problem olduğu fikri yaygınlaştırıldı. Çünkü darbe ile neo-liberal dönem başlatılmış, sendikalar kapatılıp işçi sınıfı sindirilirken, her şey şirketlerin sınırsız talanına açılmıştı. On yıllardır birçok madenin bulunduğu yer altı ve yerüstü kaynakları, Türk burjuvazisi tarafından sömürülen; bölgeden alınan her bir zenginliğe karşılık tek bir sermaye yatırımı bile yapılmayan Kürt illerinde; ezici çoğunluğu topraksız fakir köylülerden oluşan emekçiler kolayca sömürülecek ucuz işgücü olarak görüldü. İşte hâlâ inşaatlarda Karadenizli fakir kardeşleriyle birlikte ölüyorlar. Ama sınıf kardeşlerinden bir farkları var. GAP balonu Fırat’ın doğusunda Kürtlerin yoğun olarak yaşağı ve “tarihi Kürdistan” olarak anılan bölge, Türkiye’nin bir parçası değil iç sömürgesidir. Kürtler üzerindeki ulusal baskı ile Türk burjuva tekellerinin dayattığı işbölümü ve ekonomik sömürü arasında doğrudan bağlantı var. 12 Eylül darbecilerinin kuklası olarak işbaşına getirilen Turgut Özal, GAP projesiyle, Kürt illerinde isyana sebep olan koşulları ortadan kaldırmayı değil; Hem Türk tekellerine alan açmak ve devletle işbirliği yapan Kürt patronların cebini doldurmak hem de batıda yaşayıp PKK ile savaşı dehşetle izleyen kalabalığı gerçek nedenden uzak tutmak


GÜNDEM

MA SÖZÜNÜ TUT

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

BİR DOKUN, BİN ÂH DİNLE Güney Amerika turundan dönüşte bir gazeteci Cumhurbaşkanı’na sormuş: “Suriye’de bir fiili durum oluşturulur mu?” Bir dokun, bin âh dinle. Erdoğan içini döküvermiş. Önce, ta 2003 yılından beri içinde kalmış olan bir yarayı anlatmış: “1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durum böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı.” O yıl, Amerika Irak’a saldırırken askerlerini Türkiye üzerinden geçirmek istemişti. Tarihimizin en büyük ve en başarılı barış hareketinin ortaya çıkmasıyla, hem Amerika’nın Türkiye üzerinden Irak’a saldırmasına hem de Türkiye’nin Irak’a girmesine izin verecek olan tezkere Meclis’ten geçememişti. “O zaman Bush benimle yaptığı görüşmelerde bir ricada bulundu. Ama maalesef biz kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık” demiş Erdoğan. Tezkereye karşı oy kullanan AKP milletvekillerini suçlamış.

Devlete karşı kurulmuş barikatlar, arkalarında hendekler var.

için ‘Kürt sorunu yoktur, ekonomik sorun vardır’ tezini işledi. Tıpkı Erdoğan’ın yolları, viyadükleri, üçüncü köprüyü reklam olarak kullandığı gibi bir zamanlar Özal ve darbeciler 1989’da Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) ortaya attı. GAP, şu ana kadar 28 milyar dolar yuttu. Bu parayla, Fırat ve Dicle nehirlerine baraj yapıldı. O barajlardan çıkan elektrik, özel şirketler tarafından hepimize acı bir şekilde ödetiliyor. Proje ise henüz tamamlanamadı. Sonuç ne oldu? Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde onluk kesimi ile en fakir yüz on arasındaki gelir farkı 12,5 kat. Buna karşılık Fırat’ın batısı ile doğusu arasında bölgesel bir eşitsizlik var. Türkiye İstatik Kurumu’nun 2014 yılı ekonomik verilerine göre Türkiye’de yoksulluk oranı yüzde 15. Yoksulların yüzde 16.1’i Şanlıurfa, Diyarbakır bölgesinde, yüzde 9.3’ü Mardin, Batman, Şırnak, Siirt, yüzde 8.4’ü ise Van, Muş, Bitlis, Hakkari bölgesinde yer aldı. GAP ise henüz tamamlanmadığı gibi enerji ve tarımda zaten tekel olan büyük şirketlere ucuz, iş güvenliksiz, kayıtsız bir iş gücü ile teknik altyapı sundu. GAP süresince devlet PKK ile var gücüyle savaşmaya devam ederken, 1984’te çok dar bir alanda başlayan ayaklanma bugün Türkiye’nin bir çok iline yayıldı. AKP hükümeti bir yandan içeride ve dışarıda Kürtlerle savaşırken, bu savaşın sonucunda Kürt şehirleri birer harabeye dönüşürken; aynı anda hem doğuda hem batıda çoğunluk Öcalan ile devletin masaya oturmasını, müzakerenin savaşan taraflar arasında başlamasını ve bir an önce bitmesini beklerken, “Terörle mücadele planı” adı altında yeni bir inşaat planını ortaya attı. Erdoğan ‘Kürt sorunu yoktur’ demişti. AKP hükümetinin Kürt illerine barış, orada yaşayanlara saygı ve eşitlik, hepimizi tatmin edecek bir anayasa, çatışmaları ve ölümleri bitirecek bir politika yerine inşaat yapmayı önermesi, bir

Turgut Özal ve 12 Eylül parodisi olduğu kadar, hem Kürt halkını hem de batıda yaşayan herkesi aptal yerine koymaktır. Kürtler eşitliklerini, bunun yöntemi olan özerkliği elde etmedikçe bu isyan bitmeyecek. Ankara değil Kürtler kendi valilerini, polis müdürlerini, her türden yerel yöneticilerini belirlemedikçe çatışmalar durmayacak. Kürt sorunu ekonomik ya da askeri bir mesele olarak değil siyasi ve demokratik bir sorun olarak ele alınmadıkça Kürt illerindeki fakirlik savaşla dizboyu sürecek. Bu sırada batıda yeteri kadar inşaat yapan, her tarafı betonlaştırıp, kiraları rekor düzeye sıçratan müteahhitlere gün doğacak! Erdoğan, çevresindeki saldırgan yeni tekeller ve güçlerini hiçbir zaman yitirmeyen “İstanbul sermayesi” hükümetin yeni “eylem planı” ile daha da zengin edilecek. Fakat ne 1989’da yaşıyoruz, ne Kürt halkı GAP günlerindeki gibi. Barış yerine inşaat önerenler, “terör örgütüyle ilişkili” damgasını vurup dükkanı, evi, arabasını savaşta kaybedenlere zırnık yardım bile etmeyenler mutlaka kaybecek. Emekçilerin çıkarı Kürtlere verilen sözün tutulması Hepimiz ölüm değil çözüm beklerken AKP hükümetinin Kürt illerine inşaat önermesi konuya bakış açılarının özetidir: Onlar Kürt sorununu çözmeyi hiç düşünmediler. Her zaman tekellerin ve devletin adamı oldular. Kürtleri oy deposu olarak kullandılar, Öcalan’ı rehine tutarak. Erdoğan ve AKP liderliği “çözüm sürecini biz başlattık diye ortalıkta dolaşamaz” artık çünkü hükümetin Öcalan, HDP ve PKK ile barış masasına oturmak yerine müteahhitleri savaşın yıktığı Kürt illerine göndermesi 92 yıldır dayatılan çözümsüzlüğün ta kendisi. Devlet Kürtleri de biz emekçileri de oyalayamaz. Sözünüzü tutun! Ezilen halkın gasp edilen hakları bir an önce iade edilsin.

Oysa, suç milletvekillerinin değil. İçeride oylama yapılırken, biz Meclis’in önünde 100.000 kişi “Savaşa hayır!” diye bağırıyorduk. Suçlu bizdik! O milletvekillerini korkutan, ikna eden bizdik. Peki, niye o kadar üzülmüş Erdoğan? Bush’un kibar ve sevimli ricasını karşılayamadığı için mi? Sadece ondan değil. Kendisi de anlatmış zaten. Demiş ki: “O zaman da Kuzey Irak’taki Kürt kardeşlerimiz bizim oraya girmemizi istemedi. Biz de, ‘İstenmediğimiz yere girmeyiz’ dedik. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Bir yerden sonra böyle gitmez. Hassasiyetlerimizi Türkiye olarak korumak zorundayız.” İşte, meselenin püf noktası, Erdoğan’ın asıl derdi tam da bu. Irak’ta 2003’te savaşa katılmadık, orada bir Kürt devletinin oluşmasını engelleyemedik. Şimdi Suriye’de de bir Kürt devleti ortaya çıkıyor, bunu muhakkak engellemeliyiz, gerekirse savaşa girmeliyiz. Türkiye’nin iç ve dış politikası bir buçuk yıldır sadece ve tümüyle buna odaklanmış durumda. İçerde zaten savaşıyorlar, her an dışarıda da savaşmaya hazırlar. Devlet savaşırken ve yeni savaşlara hazırlanırken, ana muhalefet partisi ne yapıyor sizce? Şunu tartışıyor: “CHP’li bir milletvekilinin Meclis’teki odasından Mustafa Kemal resmini indirdiğini iddia eden Milletvekili Aylin Nazlıaka, Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edildi. Parti Meclisi toplandı. Kılıçdaroğlu, ‘Böyle bir şey olmadı, olamaz, olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Atatürk sadece CHP’nin değil Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucusudur’ dedi. Nazlıaka ise ‘Beni dedikoduculukla itham ediyorsunuz’ diyerek toplantıyı terk etti.” CHP Mustafa Kemal portrelerini tartışadursun, geri kalanımızın acil ihtiyacı savaşı engellemek; Erdoğan’ı 2003’te yaptığımız gibi bir kez daha üzmek.


8

GELENEK

ARAP BAHARI’NDAN ÖĞRENMEYE DEVAM ETMELİYİZ di, grevler –Mısır sermayesinin önemlice bir bölümünü oluşturan- ordunun kontrolündeki fabrikalara da sıçradı, Mübarek için ülkeyi yönetmek imkansız hâle geldi ve Mısır egemen sınıfı da onu gözden çıkardı.

OZAN TEKİN

Muhammed Buazizi, 17 Aralık 2010’da, kapitalizmin kendisini mahkûm ettiği hayata, yoksulluğa ve onursuzluğa isyan ederek kendini yaktı. Yaptığı şey, yaşadığı yerde neoliberalizme örgütlü bir karşı çıkışın olmadığı koşullarda hissettiği çaresizliğin ürünüydü. Kendini yakarken, Tunus'ta ve Mısır'da on yıllardır hüküm süren diktatörlerin devrilmesine ve Ortadoğu/Mağrip'in 10 ülkesinde birden milyonlarca yoksulun sokağa çıkacağı ayaklanmalara sebep olacağını tahmin edemezdi.

Gücümüz birliğimizden gelir Devrimler bir yandan da, işçi sınıfının birliğinin sağlanmasının, yani ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik, homofobi veya mezhepçilik gibi bizi bölen egemen sınıf fikirlerinin etkisinin kırılmasının ne kadar kritik bir öneme sahip olduğunu gösterdi. Tahrir Meydanı’nda namaz kılan Müslümanları, el ele vererek güvenlik çemberi oluşturan Hristiyan gençler koruyordu. İstanbul’da tanıştığım Suriyeli bir Kürt devrimci, ülkenin çok parçalı demografik yapısını anlatırken, “Biz devrimden önce birbirimizi hiç tanımazdık, bilmezdik” diyordu.

Onun cansız bedeni -bugün tüm emperyalistlerin, zorbaların ve haydutların saldırılarıyla ezilmiş ve geri çekilmiş olsa da- birleşip harekete geçtiğimizde ne kadar güçlü olduğumuzun muazzam bir örneği olan Arap devrimlerini başlattı. Devrimler hızla yayıldı

Ne zaman ki devrimler geri çekilme sürecine girdi, karşıdevrim ilerlemeye başladı, başta mezhepçilik olmak üzere tüm bu zehirli fikirler tekrar egemenliği ele geçirdi.

Tunus’taki ayaklanmanın birkaç hafta içerisinde Bin Ali’yi alaşağı etmesinden sonra, bölgedeki en güçlü Arap ülkesi olan Mısır’da milyonlar sokaklara fırladı. Tahrir, tüm dünyanın gözlerini dikerek gelişmeleri dakika dakika takip ettiği bir meydana dönüştü. 25 Ocak’ta başlayan gösteriler 11 Şubat’ta Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanınca, ayaklanmalar hızla diğer ülkelere sıçradı. Libya, Suriye, Yemen, Ürdün, Bahreyn, Sudan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde de geniş kitleler rejimlere karşı özgürlük talepleriyle sokağa çıktı. Ekim Devrimi sonrası Avrupa’nın bir dizi yerinde iktidarı almanın eşiğine gelen işçi hareketleri gibi, ’68 Mayıs’ının hızla tüm dünyayı ayağa kaldıran bir kıvılcımı tetiklemesi gibi, Arap Devrimleri de kitlelerin birbirlerinden öğrenerek mücadeleye atıldıkları bir süreci başlattı. Bu süreçlerin tamamı, devrimci sosyalistler için de muazzam derslerle doluydu. Devrim mümkün! Troçki’ye göre devrim, kitlelerin, kendi kaderlerinin belirlendiği hükümdarlık alanına zor kullanarak girmeleriydi. Arap devrimleri bu anlamda, sıradan insanların olup bitenleri olağandışı yollarla değiştirmelerinin örnekleri olarak, “devrim” fikrini siyasi tartışmaların en tepesine yeniden yazdırmayı başardı. Bu, hem –devrilen diktatörlerin birçoğunun müttefiki olan- Batı’nın “liberal demokrasilerine” hem de Gezi direnişi gibi gösteriler karşısında halka demokrasinin tek yolu olarak “sandığı” işaret eden Tayyip Erdoğan gibi doğunun despotlarına yöneltilmiş etkili bir darbeydi. Tahrir’in yarattığı coşku ve dünyanın her yerindeki insanlar için bu meydanla dayanışma duygusu öylesine güçlüydü ki, burjuvazinin sözcüleri ve dergileri dahi “devrim” ile yatıp kalkıyor, yarı gönüllü de olsa bir biçimiyle ona övgüler düzmek zorunda kalıyordu. Yönetilmek zorunda değiliz Egemen sınıfın propaganda araçları, bize devamlı olarak, geniş kitlelerin siyasete katılımının oldukça kısıtlı olması gerektiğini, her zaman daha “akıllı” veya “yetenekli” insanlar tarafından yönetilmemiz gerektiğini anlatır. Arap Devrimleri’ni bu denli çekici kılan, bu fikirlerin bir kez daha silinip atılmasıydı. Tahrir Meydanı’nda bir araya gelenler, süreç içerisinde

Karşıdevrim her yönden saldırdı Hem “demokrasi” söylemiyle kendini parlatmaya çalışan ABD ve AB liderliğindeki Batı emperyalizmi hem de kimilerine göre “antiemperyalist” olan Rusya-Çin liderliğindeki Doğu emperyalizmi, devrimlere karşı güçlerini birleştirdi. En çarpıcı ayaklanmanın yaşandığı Mısır’da, kendi aralarındaki bütün çıkar çatışmalarını bir kenara bırakarak, Sisi cuntasının devrimi bütünüyle ezme girişimini destekleme konusunda anlaştılar. Şimdi de “IŞİD’e karşı” ve Esad diktatörlüğünün devamını garantini alacak şekilde Suriye hakkında uzlaşmaya varmaya çalışıyorlar. Arap Baharı, eskisi gibi yaşamak istemeyen genç kuşakların isyanıydı.

hem politik yönelimlerini hem de günlük işlerin nasıl idare edileceğini son derece demokratik bir şekilde tartışarak karara bağlıyorlardı. Çöplerin nasıl temizleneceğinden tutun da devlet güçleriyle çatışmalarda yaralananların nasıl tedavi edileceğine kadar, tüm işler devrime katılanların kolektif çabalarının ürünü olan mekanizmalarla hallediliyordu. Devrim, on yıllardır zalim bir diktatörün yönetimi altında dışlanmış, baskı görmüş ve ezilmiş insanların, yaşadıkları yeri nasıl bir cennete çevirebileceklerinin potansiyelini ortaya çıkardı. Yalnızca Mısır’da değil, her ayaklanmanın içerisinde, ezilenler, hayatlarının kontrolünü ellerine almak için kullanacakları kolektif sivil inisiyatifler oluşturdular. İşçi sınıfının merkezi rolü Arap devrimleri, radikal bir toplumsal dönüşümü kimin gerçekleştirebileceği sorusuna yanıt arayanlar için de çok iyi bir örnek oldu. İşçi sınıfının belirli bir örgütlülük ve mücadele deneyiminin olduğu Tunus ve Mısır gibi ülkelerde, devrimler çok daha güçlüydü ve ezilmeleri daha uzun yıllara yayıldı. Libya ve Suriye gibi bundan yoksun olan yerlerde ise karşıdevrimci güçlerin inisiyatifi ele geçirmesi daha kolay oldu. Ve Arap Baharı, işçi sınıfının gücünün nereden kaynaklandığını da hepimize hatırlattı. Mübarek, bir şekilde, Tahrir’de günler boyu süren meydan işgaline dayanmayı başarıyordu. Ne zamanki ülke çapında genel greve gidil-

Libya’daki devrim NATO-BM’nin askeri saldırısıyla ezildi. Emperyalist müdahale “ölümleri durdurma” amacını gerçekleştiremediği gibi, ülkeyi çok daha kaotik bir şiddet sarmalının içine soktu. Yemen’de, diktatör görevini bırakırken rejimin yapısının aynen korunduğu, emperyalizmin Arap devrimleri için ideal modeli olacak bir “barışçıl geçiş” denendi. Şimdi ABD’nin desteğiyle Suudi Arabistan bu ülkeyi bombalıyor. Suriyeli bir başka devrimcinin dediği gibi, “hiçbir devrim yarım kalmamalı”. Bugün yerel ve küresel tüm egemen sınıflar, bölgeyi tekrar bir kan gölüne çevirmek için olanca gayreti sarf ederek, kapitalizmi temellerinden sarsan ayaklanmayı yaratan Ortadoğu halklarına saldırıyor. Devrimci partinin gerekliliği Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı en yakıcı sorun ise devrimlerin zafere ulaşması için kitlesel devrimci partilerin inşasına duyulan ihtiyaçtı. Meydan işgalleri, kitle gösterileri ve grevler bizi yönetenleri şaşkına çevirmek için son derece önemli. Ancak bu mücadeleleri zaferle sonuçlandırmak için, tüm bu eylemliliklerin en ön saflarında yer alan aktivistlerin, devrimlerden çok daha önce inşasına başlanmış olan partilerde örgütlenmiş olması gerekiyor. Siyasi tabloyu ezilenler lehine kalıcı olarak değiştirmek, ancak böyle aktivistleri bir araya getiren ve yıllar içinde sınıf mücadelesinin çeşitli dönemeçlerinde deneyim kazanmış kitlesel partilerin devreye girmesiyle mümkün. Arap Baharı’nın en ateşli destekleyicisi olan Sosyalist İşçi, Türkiye’de de böyle bir devrimci aktivistler ağının örgütlenmesiyle ilgili çabanın merkezinde duran bir yayın.


SINIF MÜCADELESİ

ESNEK ÇALIŞMAYA HAYIR!

Kıdem tazminatını gasbetmeye çalışan AKP, bir yandan da güvencesiz ve esnek çalışmayı yasal zemine kavuşturacak bir düzenlemeyi geçirmeye hazırlanıyor. “İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adlı yasa tasarısı TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Tasarının yasalaşması, “Özel İstihdam Büroları” adı altında sermayenin işçileri dilediği gibi satın alıp satışa sunabileceği kurumların yasal zemine kavuşması anlamına

gelecek. Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan, yapılacak düzenlemelerle işsizlik oranının düşeceğini iddia etti. İşsizliğin yerini güvencesiz ve esnek çalışmanın almasını hedefleyen yasa tasarısı, geçici çalışmayı da yasallaştırıyor. AKP’nin kıdem tazminatına ve memurların iş güvencesinin yanı sıra, esnek çalışmayı dayatan Özel İstihdam Büroları’na karşı da emek örgütlerinin ortak bir mücadele platformu oluşturarak harekete geçmesi gerekiyor.

#direnreno İşçiler eylemde.

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞ CİNAYETLERİNE VE SAVAŞA SON! İş cinayetleri devam ediyor, Esenyurt’ta mühürlü bir şantiyede meydana gelen asansör kazasında 3 işçi öldü. İnşaat sektöründe ölümlü iş kazasının meydana gelmediği hiçbir gün yok. Emekçilerin hayatını hiçe sayan, gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalist sistem var olduğu sürece bu iş cinayetleri yaşanmaya devam edecek. Söz konusu Esenyurt’taki şantiye kayyuma devredildiği ve mühürlendiği halde çalışmaları engellemeyen, iş ekipmanlarının denetiminin yapılmasını sağlamayan Çalışma Bakanlığı facianın asıl sorumlusudur. 2014 Eylül ayında meydana gelen ve 10 işçinin ölümüne yol açan Torunlar faciası sonrası yetkililerin almaya söz verdiği tedbirler ve sıkı denetimler hemen unutuldu. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasında önemli görevi olan Çalışma Bakanlığı denetim görevini yerine getirmediği gibi yaptığı kısmi denetimlerde gerekli yaptırımları uygulamıyor, kazaları sadece seyrediyor. Büyük reklamlarla yürürlüğe konulan 6331 sayılı İş Sağlığı Güvenliği Kanunu`nun yürürlükte olduğu 2013 yılından bu yana iş cinayetleri azalmadı. Her gün tespit edilebilen en az 5 iş cinayeti yaşanmakta ve bu beş işçiden ikisi inşaat sektörü çalışanı olmaktadır.

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Asgari ücret zammının ardından kendileri için de ek zam talebini yükselten ÇİMTAŞ işçileri, eylemlerinin sonucunda kazanım elde etti. ÇİMTAŞ yönetimi, 100 TL ek zam ücreti vereceğini açıkladı.

n DİSK Antep Bölge Temsilciliği, hükümetin kıdem tazminatını fona devretmek istemesine yaptığı eylemle tepki gösterdi. Konya’da da Nakliyat-İş üyeleri aynı taleple eylemdeydi. n Gebze’de Birleşik Metal-İş Sendikasının örgütlü olduğu 9 fabrika, ek zam talebi için ortak mücadele etme kararı aldı.

n Ankara katliamının ardından yapılan eylemlere katılan emekçilere açılan soruşturmalar, TMMOB, KESK, DİSK ve TTB'nin çağrısıyla Bursa Adliyesi önünde yapılan eylemle protesto edildi.

n Mersin Serbest Bölgede faaliyet gösteren Raysi ve Trent Tekstil işçilerinin “Asgari ücrete yapılan zamların kendi ücretlerine yansıtılması” talebiyle başlattıkları eylem kazanımla sonuçlandı.

n Bursa’daki Renault ve TOFAŞ fabrikalarında asgari ücret zammının ücretlere yansıtılması için yapılan eylemler sürüyor.

n Kocaeli Marmara Siegener Galvaniz’de patronun toplu sözleşme talep eden Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi 7 işçiyi işten çıkartması üzerine 60 işçi direnişe başladı. Direnişin ardından geri adım atan patron, Birleşik Metal -İş yöneticileriyle görüşerek işten atılan işçilerin geri alınmasını kabul etti.

n Samsun’da, taşeron işçilere kadro verilmesini talep eden Türk-İş Samsun Temsilciği üyeleri, tabutlu eylem yaptı. n İş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçilerin ailelerinin adalet talebiyle başlattığı Vicdan Nöbeti’nin 48. eylemi geçtiğimiz Pazar günü yapıldı.

DSİP ŞUBAT 2016

TOPLANTILARI HERKESİN KATILIMINA VE KATKISINA AÇIKTIR.

11 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 İSTANBUL Marksizm Akademisi

Ortadoğu’da Savaş: IŞİD ve Emperyalizm Konuşmacılar:

Meltem Oral Ümit Kıvanç

n Mersin’de DİSK/İnşaat İş sendikası üyeleri, taşeron işçi olarak çalışan üyelerinin ödenmeyen ücretleri için DİA Holding’in Kabataş’ta bulunan genel merkez binası önünde bir basın açıklaması yaptı. SAVAŞ KARŞITI KADINLAR KONUŞUYOR

Konuşmacı: Yıldız Önen

DÜNYA YENİ BİR EKONOMİK KRİZE Mİ GİRİYOR?

Konuşmacı: Nurdan Düvenci

Konuşmacı: Selahattin Akgül

EGEMENLERİN YENİ DÜŞMANI: YERLİ VE MİLLİ OLMAYANLAR

NEOLİBERAL BİR SALDIRI: 657 SAYILI YASA DEĞİŞİKLİĞİ

18 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 Beyoğlu:

Şişli: ARAP DEVRİMLERİNİN 5. YILI: ORTADOĞU’DA DEVRİM VE KARŞIDEVRİM Konuşmacı: Mustafa Mabiahm Kadıköy GÖÇMENLİĞİN KADIN HALİ Konuşmacı: Selda Kemaloğlu Üsküdar

Fatih

Konuşmacı: Yıldız Önen 25 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 Beyoğlu GÖÇMENLİĞİN KADIN HALİ Konuşmacı: Selda Kemaloğlu Şişli DÜNYADA SAVAŞ KARŞITI HAREKET DENEYİMLERİ

- Beyoğlu toplantı yeri: İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 – İstiklal Caddesi - Fatih Toplantı yeri: Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31 - Kadıköy toplantı yeri: Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3

Kadıköy

Konuşmacı: Gülay Yaşar Üsküdar ARAP DEVRİMLERİNİN 5. YILI: ORTADOĞU’DA DEVRİM VE KARŞI DEVRİM Konuşmacı: Emin Şakir Fatih BAŞKANLIK MI DEMOKRASİ Mİ? Konuşmacı: Esra Argış

- Şişli toplantı yeri: Rumeli Caddesi, Nakiye Elgün Sokak, İkbal Apt, No:32/3 - Osmanbey - Üsküdar toplantı yeri: Daimler Pastanesi -Tunusbağı Cd. No:46 www.dsip.org.tr

Emekçilerin iş cinayetlerinde ölmeleri kader değildir. İş cinayetlerinin önlenebilmesi için, öncelikle iş ekipmanlarının periyodik kontrollerinin yapılması gerekir. İşyerlerindeki iş güvenliği denetimlerinde sendikalar görev almalıdır. Eksikleri bulunan işyerlerine verilmesi gereken cezalar derhal uygulanmalı, kesinlikle ertelenmemelidir. Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Konseyi`nde sendikaların temsil oranı artırılmalı, Konseyin aldığı kararların uygulanması zorunlu hale getirilmelidir. İşyerlerinde yasa gereği oluşturulan İş Sağlığı ve Güvenliği Kurullarında işçi temsiliyeti ağırlıklı hale gelmelidir. Tüm bu tedbirlerin hayata geçmesi ve sürekliliği için işçilerin aşağıdan hareketi ve sendikaların sürekli iş kazalarına karşı basıncı gerekir. Bir yandan iş cinayetleri devam ederken, bir yandan da sürmekte olan savaş işçilerin haklarının gasp edilmesini görünmez kılıyor. Savaş koşullarında her türlü hak arama çabası iktidar tarafından ötekileştiriliyor, yasaklanıyor. Egemen çevreler “Yerli ve milli olmak gerekir” sloganı ile grev yapan, hak arayan işçileri, emekçileri hain ilan edebiliyor. İşçi sınıfının çıkarları bu nedenle barıştan yanadır. Barış ortamının tekrar sağlanması için silahların susması müzakerelerin başlaması için daha fazla çaba göstermemiz gerekir.

ANKARA VE İZMİR PROGRAMI: 18 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 ANKARA Arap Devrimlerinin 5. Yılı: Ortadoğu’da devrim ve karşı devrim Konuşmacı: Canan Şahin İZMİR Savaş Karşıtı Kadınlar Konuşuyor Konuşmacı: Helin Alp 25 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 ANKARA Başkanlık mı demokrasi mi? Konuşmacı: Atilla Dirim İZMİR Neoliberalizm ve taşeronlaşma n Ankara toplantı yeri: Konur Sokak 14/13 Kızılay n İzmir toplantı yeri: Kıbıs şehitleri caddesi 1462 sok. no:20/1 Alsancak


10 KADIN

MARKSİZM VE EZİLENLER TONY CLİFF

Marksizm “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak” ilkesinden hareket eder. Ancak Marx’ın belirttiği gibi, toplumda egemen olan fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Bu egemen fikirlerin önemli bir parçası da işçileri ırk, ulus ve cinsiyete göre ayırarak işçi sınıfını böler. Siyahların beyazlar tarafından, kadınların erkekler, Kürtlerin Türkler tarafından ezilmesi işçi sınıfını böler ve bu “böl-yönet” politikası kapitalistleri güçlendirir. Ezilmişlik, ezilen kesime dahil olan işçilerin yaşama koşullarını nasıl etkiler? İngiltere’deki siyah işçiler, bir işçi olarak sömürülürler. Siyah olmaları ise sömürüyü daha da ağırlaştırır. Siyahların ücretleri beyazlara göre daha düşük, çalışma koşulları daha ağırdır. Daha kötü konutlarda yaşamak zorunda bırakılırlar ve başka ayrımcılıklarla karşı karşıya kalırlar. Kürdistan’da yıllardır bitmeyen savaş, Türkiye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerin en fakir semtler arasında yer alması, Kürt çocuklarının eğitim olanaklarının daha sınırlı olması, işsizliğin Kürtler arasında daha yaygın olarak hissedilmesi, büyük kentlerde vasıf gerektirmeyen düşük ücretli ağır işlerde çalışanların genellikle Kürt olması tesadüf değildir. Bunlar bir ezme ezilme ilişkisine işaret eder. Kadınlar ise her ülkede iki ağır yükün altında eziliyorlar. İşten döndükten sonra bir de ev işleri, çocuk bakımı için çalışmak zorunda kalıyorlar. Çocuklarına bakmak için sık sık işten ayrılmak zorunda kalan kadınların kariyer yapması ve yüksek ücretli işler bulması çok daha zor. Kadınların rahatça girebildiği işler genellikle part-time ve düşük ücretli işler oluyor. Vasıf kazanmak ve bunu geliştirmek konusunda kadınlar erkeklere göre çok daha az olanağa sahip. Kadın işçilerin bir de kadın oldukları için ezilmeleri onlar üzerindeki sömürüyü daha da ağırlaştırıyor. Ezen kesimde bulunan işçilerin çıkarı ne? Peki ezme ilişkileri, ezen kesime dahil olan işçileri nasıl etkiliyor? Tabii ki bu işçiler kendilerini ezilen kesim karşısında “üstün” hissediyorlar. Ancak bu durumdan gerçek bir çıkarları var mı? Irkçılığın çok yoğun olarak yaşandığı ABD’nin güney eyaletlerinde beyaz işçiler siyah işçilere kıyasla daha iyi ücret aldıkları, daha iyi konutlarda yaşadıkları vs için siyahların ezilmesinden çıkar sağladıklarını

düşünebilirler. Ne var ki kuzey eyaletlerindeki beyaz işçilerin yaşam standartları onlardan çok daha iyidir. Hatta kuzey eyaletlerinde yaşayan siyah işçiler, güney eyaletlerinde yaşayan beyaz işçilerden daha fazla ücret alırlar. Kuzey İrlanda’daki Protestanlar, Katoliklere dayak atmanın kendilerine yarar sağladığını düşünebilirler. Zaten böyle düşünmeseler dayak atmazlardı. Bir Protestan işçinin iş bulma ve daha iyi koşullarda yaşama olasılığı bir Katolik işçiye göre çok yüksektir. Ancak Kuzey İrlanda’daki Protestan işçiler, İngiltere’de yaşayan işçilere göre çok daha düşük ücret almaktadırlar. Kürdistan’da süren savaşı destekleyen Türk işçileri devleti desteklerken kendi çıkarlarını koruduklarını düşünmekteler. “Vatanseverlik”, “milliyetçilik” gibi duygularla hareket ederek Kürt hareketinin ezilmesini isteyen bu işçilerin savaştan somut bir çıkarları yoktur. Aksine savaşa verdikleri bu destek nedeniyle ciddi zarar görmektedirler. Savaşa aktarılan her kuruş özelleştirmeler, işsizlik ve eğitim-sağlık hizmetlerinin azaltılması olarak işçi sınıfına fatura edilmektedir. Kadınların ezilmesinden erkeklerin çıkarı var mı? Aynı ilişki erkek ve kadın işçiler arasında da geçerlidir. Erkek işçiler kadın işçilere göre daha iyi ücret alırlar. Böylece görünüşte erkek işçilerin kadınların ezilmesinden çıkarı vardır. Ne var ki bu çok yüzeysel bir yaklaşımdır. Erkek işçiler arasında şu tarzda konuşmaların geçtiğini duydunuz mu hiç: “Sana harika haberlerim var! Eşimin aldığı ücret dilenciye sadaka diye bile verilmez. Çocuk yuvası ateş pahası. Özelleştirmelerden dolayı her an işten atılma korkusu içinde yaşıyor. Diğer hemcinslerimiz onu sürekli taciz ediyorlar. Yeniden hamile kaldı ve bizim kürtaj yaptıracak paramız bile yok. Harika değil mi?” Erkek işçiler arasında bu tür konuşmalar geçtiğini duysaydık kadınların ezilmesinden erkeklerin çıkarı olduğunu söyleyebilirdik. Hepimiz aynı trendeyiz Hepimiz kapitalizmin pis treninde yolculuk ediyoruz. Beyaz bir erkek olarak benim yerim cam kenarı. Kadın, Kürt veya siyah yolcu camdan uzakta, benden daha kötü koşullarda oturuyorlar. Ancak asıl problem trenin kendisi. Hepimiz bu trenin pisliğine katlanmak

zorunda bırakılıyoruz. Treni istediği gibi kullanan patronlar üzerinde hiçbir kontrolümüz yok. İşçi sınıfının en fazla ezilen kesimleri her zaman kapitalizmin en korkunç yönlerini yansıtırlar. Troçki, bu düzenin neden değişmesi gerektiği ve yeni bir topluma neden ihtiyaç duyulduğunu kavramak isteyenlerin dünyaya bir kadının gözüyle bakmalarının yeterli olacağını yazmıştı. Kapitalizmin çürümüş olduğunu kavramak istiyorsak İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyaya bir Yahudi’nin gözüyle bakmamız yeterli. Bugünkü İngiliz toplumunu kavramak istiyorsak, sokak ortasında Nazilerce öldürülen liseli Stephen Lawrence’in anne ve babasının gözüyle İngiltere’ye bakmamız yeterli. Ezilen bir ulusu ve mücadelesini anlamak için Kürtlerin gözüyle Türkiye’ye bakmamız yeterlidir. Böl-yönet taktiğine karşı birliği nasıl sağlarız? Egemen sınıfın bölücü politikalarının bu kadar egemen olduğu bir dünyada işçi sınıfının birliğinin nasıl sağlanabileceği sorusunun yanıtını bulmamız gerekiyor. Siyah ve beyaz işçiler arasında birlik için beyaz işçiler siyahların ezilmesine çok kararlı bir şekilde karşı çıkmak zorundadır. Kadın ve erkek işçiler arasındaki birliği sağlamak için erkek işçiler kadınların ezilmesine çok kararlı bir şekilde karşı çıkmak zorundadır. Erkek işçi ezenlerin bir parçası olmadığını, cinsiyetçi olmadığını kadın işçilere kanıtlamak zorundadır. Aynı şekilde Türk işçileri Kürtlerin ezilmesine ve savaşa karşı daha kararlı durmalıdır. Kürt ve Türk işçilerin birliğini sağlayabilmek için Türk işçileri şoven olmadıklarını ispatlamak zorundadırlar. Lenin 1902’de bunu şu şekilde ifade eder: “İşçiler daha yüksek ücret için greve çıkarlarsa sendikacılık yapıyorlardır. Yahudilerin dövülmesine karşı greve çıktıklarında ise gerçek sosyalisttirler.” Siyah-beyaz, Türk-Kürt işçilerin birlikte gerçekleştirdikleri grev, ırkçılığın-şovenizmin altını oyar. Grev, egemen sınıfın bölmeye çalıştığı kesimler arasındaki dayanışmayı güçlendirir. Bu nedenle grevin etkisi greve neden olan konunun sınırlarını aşar. İşçilerin bilincinde meydana gelen değişimler grevin en önemli kazanımlarıdır. Ama bu dayanışma ırkçılık ya da savaş karşıtı bir gösteride de başlayabilir. Bu gösteride yakalanan dayanışma havası gelecekteki eko-

nomik mücadelelere de yansır. Lawrence ailesiyle dayanışma amacıyla Londra’da yaptığımız toplantılara çok yaygın katılım sağlandı. Siyah ve beyazları ırkçılığa karşı bir araya getiren bu toplantılardaki dayanışma ve birlik ruhu, dayanışma ve birliğin başka konu ve alanlarda da hayata geçirilmesinin önünü açıyor. Kadın ve erkeklerin omuz omuza mücadele ettikleri bir grev cinsiyetçiliğin aşılmasına yardım eder. Paris Komünü’nü savunmak için kadınların ne kadar çetin bir mücadele verdiklerini hatırlayalım. Paris Komünü’nü izleyen bir İngiliz gazeteci “bütün komüncüler kadın olsaydı Komün kazanabilirdi” diyordu. Genç, siyah, kadın ve lezbiyen Kısa bir süre önce Londra’da yaptığım bir toplantıda, “devrimci durum geldiğinde Londra İşçi Konseyi Başkanı 26 yaşında, siyah bir lezbiyen kadın olacaktır” demiştim. Bu karakteri özellikle seçtim. Çünkü bu özelliklerin her biri kapitalizmin tabularını yıkıyor. Bu tabulara göre genç kötüdür, siyah kötüdür, kadın kötüdür, lezbiyen kötüdür. Bugün en çok ezilenlerin profilini çıkarmak isteseydik, bu nitelikler öne çıkardı. Toplantıdan sonra genç ve siyah bir kadın yanıma gelip, “O benim. Gördüğünüz gibi siyahım, yaşım 26 ve lezbiyenim” dedi. Ben de ona, “üzgünüm kardeşim, fırsatı kaçırdın. Devrim 10 yıl sonra olacak ve sen o zaman yaşlanmış olacaksın!” dedim. Tabii ki bu söylediklerim dogmatik bir şekilde algılanmamalı. Londra İşçi Konseyi Başkanı 15 çocuklu 70 yaşında İrlandalı bir büyükbaba da olabilir! Ezilenlerin kürsüsü olmalıyız Bir devrimci ezilen kesimler üzerindeki her türlü baskıya aşırı düzeyde karşı çıkmak zorundadır. Beyaz bir devrimci ırkçılığa bir siyah devrimciden daha aşırı bir şekilde karşı çıkmalıdır. Hıristiyanlıktan gelen bir devrimci Yahudi düşmanlığına bir Yahudi’den daha kararlı bir şekilde karşı çıkmalıdır. Türk kökenli bir devrimci Kürtlerin ezilmesine Kürt devrimcilerden daha kararlı bir şekilde karşı çıkmalıdır. Erkek devrimciler kadınların aşağılanması ve taciz edilmesine hiçbir şekilde tahammül etmemeli, bu konuda kadın devrimcilerden daha kararlı tutum almalıdırlar. Partimiz “ezilenlerin kürsüsü” olmak zorundadır.


AKTİVİZM

ANTİKAPİTALİSTLER İKLİM KAMPANYASINA HAZIRLANIYOR

11

ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş

YENİ BİR MÜLTECİ DALGASI VE SOLCU PUTİN! Sınırda yeni bir mülteci krizi yaşanıyor. 600 bin Suriyeli Halep’teki son gelişmeler nedeniyle Suriye’den kaçıyor. Almanya başbakanı Merkel, bu yeni sığınmacı krizi üzerine acil bir Türkiye ziyareti gerçekleştirip Davutoğlu ve Erdoğan’la görüştü. Aynı saatlerde Ege’de yine bir tekne battı. Türkiye’den Yunanistan’a geçmeye çalışan Suriyelilerden 27’si boğularak öldü. Dört kişi kurtarıldı. Suriyeliler Suriye’de öldürülüyor, Esad, Rusya, ABD ve IŞİD tarafından katlediliyor. Suriye’den kaçıyor, Türkiye’de çok zor koşullarda kamplarda yaşamak zorunda kalıyor. Daha iyi koşullara kavuşmak için Avrupa’ya kaçmaya çalışırken yine ölüyor.

Gezi Parkı direnişi, 2013. Antikapitalistlerin Barış Meydanı. EMİN ŞAKİR

Küresel iklim değişimi radikal adımlar atılmazsa önümüzdeki birkaç on yılda milyonlarca insanın hayatını geri dönülemeyecek şekilde olumsuz etkileyecek. Şimdiden dünya üzerinde binlerce iklim mültecisi var. Eğer hiçbir adım atılmazsa bu sayı katlanarak artacak. Sonuçsuz zirveler Hükümetler 21 yıldır iklim değişimini durdurmak için iklim zirvelerinde bir araya geliyorlar. Ve bu zirveler sonunda uygulamada hiçbir yaptırımı olmayan anlaşmalar imzalıyor ve daha sonra kendi anlaşmalarına uymuyorlar. Dünya'daki en büyük 10 şirketin 9’unun petrol ve enerji şirketi olduğunu ve geçen yıl ortaya çıkan Exon Mobil rezaletini hatırladığımızda neden adım atmadıklarını hatırlamak zor değil. Yalancı hükümetler Türkiye son 10 yılda dünyayı kirletme hızı en yüksek olan ve iklim değişikliğine neden olan başlıca ülkelerden. 2015'in sonunda Paris'te gerçekleştirilen son iklim zirvesindeki beyanlarında dünyayı kirletmeye devam edeceğini ortaya koydu. Hükümet gelişmekte olan bir ülke olduğunu hem ekonomisini korumak hem de işsizliğe karşı tedbir almak için gezegeni kirletmeye devam

HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ BAŞBAKAN AHMET DAVUTOĞLU Başbakan Ahmet Davutoğlu, doğum izninin kıdemden sayılmasına dair hazırladıkları tasarıyla ilgili konuşurken, “Bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani bir görev yapıyor. Doğum yapan bütün kadınlarımızın hizmeti vatani bir hizmet gibidir ve doğum süresi de onun için memuriyetten sayılmalıdır.” dedi. Sistemin kadınlar aleyhine nasıl işlediği bundan daha iyi özetlenemezdi. Açıklamada kadınlar, kadın olarak

etmesi gerekiğini söylüyor. Hükümet pek çok konuda olduğu gibi bunda da yalan söylüyor. Başka bir enerji mümkün Antikapitalistler dünyada pek çok ülkede aktif bir şekilde devam eden Climate Jobs kampanyasının Türkiye ayağını inşa etmek için hazırlanıyor. İngiltere, Kanada, Norveç, Yeni Zellanda, Mauritius, Filipinler gibi pek çok ülkede kampanya sürüyor. Sadece yenilenebilir enerji ve ulaşım alanında yapılacak değişiklikler ile dünya çapında 150 milyon yeni iş imkanı yaratılabilir. Dünya yoksa toplu sözleşme de yok İklim değişimi kapitalizmin bir ürünü olarak herkesi eşit olarak etkilemiyor. En büyük zararı görenler yoksullar ve dolayısıyla işçi sınıfı. Bu yüzden de kampanyanın en önemli bileşenleri sendikalar. Paris Halkın İklim Zirvesinde bir sendikacının söylediği gibi “Dünya yoksa toplu sözleşmeler de yok, grev de yok”. Türkiye'de de kampanyayı işçi sınıfının örgütleri, sendikalar ile beraber inşaa etmek isteyen Antikapitalistler Mart ayının sonlarında gerçekleştirecekleri forum ile kampanyanın startını verecek. İklim değişimine karşı mücadele ederken aynı zamanda yeni istihdam alanları oluşturabiliriz. O yüzden biz diyoruz ki; iklim değişimine ve kapitalizmin krizine karşı kolları sıvayalım ve “İklim için istihdam" kampanyasını hep beraber inşaa edelim.

değil, erkeklere ve vatana hizmet eden anneler olarak gösteriliyorlar. Çocuğun bakımı doğal olarak kadının vazifesi sayılmış, kadın çocuk doğuran bir bedene indirgenmiş, ve hepsi “vatan görevi” gibi milliyetçi hamasi söylemle cilalanmış. Oysa kadınlar, bugün sadece kadın oldukları için öldürülmekte; şiddete maruz kalmakta ve sürekli ayrımcılığa uğramaktalar. Kadınların görevi, sermayeye ve devlete asker doğurmak değildir. Kadınların, kendi bedenleri üzerindeki tasarrufları, ‘hayali cemaatler’ uğruna gaspedilemez. Hükümet, yürüttüğü savaş politikalarının etkisiyle militarist bir söylemle göz boyamaya çalışıyor. Oysa ücretsiz kreş hakkı, eşit işe eşit ücret gibi bir dizi kadın sorununda ayak sürümesi ve kullandıkları erkek egemen dil, bugün kadınlara hayatı çekilmez kılıyor.

Milyonlarca Suriyeli yaşadıkları topraklardan kopmak zorunda kaldı. Şimdi yüzbinlerce Suriyeli Halep’ten kopuyor. Putin’den daha Putin, Esad’dan daha Esad olan bazı Türk ulusalcıları ise, suratlarına utanmadan geçirdikleri solcu maskesiyle rejimin Rusya desteğiyle Halep’e saldırmasını yüksek sesle alkışlıyor. Sivillerin öldürülmesi, kentin yıkılması, her gün ortalama 100 kişinin hava bombardımanlarında öldürülmesi sorun değil bu gibiler açısından. Bu gibilerin hayata bakışları, Recep Tayyip Erdoğan tarafından kırılmaya uğradı. Erdoğan öfkesi, Erdoğan’dan kurtulma isteği, katilleri sol adına sahiplenmelerine neden olacak kadar şiddetli bir baş dönmesi yaratmış vaziyette. Şu kesin: Suriye’ye müdahale eden bölge ülkeleri ve emperyalist bloklar arasında mezhepçi olmayan yok. ABD Irak’ta mezhepçiydi, Suriye’de de mezhepçi, Türkiye’nin bölge ülekelerine müdahalesinde mezhepçilik belirgin bir hastalık, ama unutmamak gerekir, Esad’ın kendisi de mezhepçi, Putin de mezhepçi bir diktatörün destekçisi. AKP’ye karşı Esad’ı ya da Rusya’yı destekleyenler, mezhepçilikten azade oldularını düşünerek vahim bir hatayı sürdürmeye devam ediyorlar. Türkiye işçi sınıfının AKP’yi Suriye’de yeneceğini, Putin’in attığı bombaların da buna hizmet edeceğini sanıyorlar. AKP, Türkiye işçi sınıfının bir bölümü AKP’ye oy vermekten vazgeçtiği, yoksullar AKP tabanından koptuğu vakit geriletilecek. Putin ve Esad’ın Suriyelileri öldürmesinin bu süreçle hiçbir ilgisi yok. Bu katliamı desteklemenin, herhangi bir katliam destekçiliğinden başka hiçbir anlamı yok. Bu nedenle Suriye’de Esad’a da IŞİD’e de aynı anda karşı çıkan bir politik hattı savunuyoruz. Bu yüzden, Suriye’ye ABD’nin de Rusya’nın da müdahalesine son verilmesi gerektiğini iddia ediyoruz. Bu yüzden Türkiye’nin Kürt düşmanı Suriye politikasına derhal son vermesi, Suriye’nin iç ilişkilerinden elini çekmesini, mezhepçi ve etnik müdahalelerden vazgeçmesini savunuyoruz. Erdoğan ve arkadaşlarının bölgesel efelenmelerine karşı çıkmanın koşulu Suriye halkına efelenen Esad ve Putin gibilerin yanında saf tutmak değildir. Devlet ve hükümete karşı, Suriyeli mültecilerin tüm haklarının tanınması için, Kürt halkını Türkye’de ve Suriye’de hedef alan savaşa ve savaş tehdidine son verilmesi için sesimizi çok daha güçlü bir şekilde yükseltmektir. Putinci olmadan da Erdoğan’ın dış politika manevralarına karşı çıkmak mümkün.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SURİYE’DE SAVASA SON ’ #sınırlaraçılsın ÇAĞLA OFLAS

Cenevre’deki başarısız görüşmelerin ardından Rusya Halep’i bombalamaya başladı. Rusya eşliğinde Halep’de ilerleyen Baas rejimi güçleri şehrin giriş ve çıkışlarını kapattı. Bombalamalar nedeniyle her gün 100’den fazla insan yaşamını kaybediyor. Rusya ve rejim güçlerinin Halep’de ilerleyişi, Türkiye ve Avrupa’yı yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya bıraktı. Halep’de bombardımandan kaçıp Türkiye sınırına dayanan mülteci sayısı 100 bine ulaştı. Halen 2 milyondan fazla insanın yaşadığı Halep’in rejim güçleri tarafından ele geçirilmesi durumunda bu rakamın 1 milyonu bulacağı söyleniyor. Suriye’deki gelişmeler Türkiye ve Avrupa’yı yeni bir mülteci kriziyle karşı karşıya bıraktı. Bilindiği gibi, hükümet, AB ile mültecileri Batı'ya salmamak üzerine yaptığı anlaşmalar sonucunda, sınırlarını Suriyelilere kapatmıştı. Ancak Halep’deki son gelişmeler üzerine Erdoğan “başka çareleri yoksa kardeşlerimizi yine almak zorundayız” dedi. Hollanda‘da düzenlenen AB Dışişleri Bakanları toplantısına katılan Mevlut Çavuşoğlu da sınırda bekleyen Suriyelilere ilişkin Türkiye’nin açık kapı politikasına devam ettiğini ve hava saldırıları devam ettiği sürece mültecileri almaya devam edeceklerini belirtti. Sorunu yaratanlar çözemez Bu durum AB ile Türkiye arasında mülteciler üzerinden yapılan kirli anlaşmanın da sonuna geldiğimizi gösteriyor. BM’in raporlarına göre; Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli ve Iraklı mülteci sayısı 3 milyona ulaştı. Birleşmiş Milletler bu durumu çeyrek yüzyıldır, kendi yetki alanındaki tek başına dünyadaki en büyük mülteci krizi olduğunu teyit ediyor. Suriye’de 100 binlerce insanın ölümüne yol açan, milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden savaşa milyan dolar yatırım yapan devletler, kaynaklarını mültecilerin durumunun iyileştirilmesine değil, mülteci akınını durdurmak ve sınırlarını kapatmak için kullanıyor. Sınırların kapatılması ise insan hakları ihlallerini körüklüyor. Uluslararası Af Örgütü verilerine göre, AB üye devletler AB'nin dış sınırlarına 175 milyon avroyu aşan maliyetle 235 kilometreden fazla tel örgü dikti. İltica insan hakkıdır Suriye’deki savaştan kaçan insan sayısı arttıkça, milyonlarca insanın Türkiye ve oradan da Avrupa sınırlarına dayanması kaçınılmaz. Çünkü neredeyse 5 yıldan fazla Türkiye’de yaşayan ve artık giderek geri dönüş umudu yok olan insanların barınma, eğitim, çalışma, örgütlenme, ifade ve can güvenliği gibi temel hakları yok. Savaştan kaçan mültecilere açık kapı politikası uygulayan hükümet, Türkiye’de yaşayan ve sayıları 3 milyona ulaşan mültecilere güvenli bir gelecek vaat etmekten çok uzak. Mülteci hakkı tanınmayan Suriyeliler güvenli geçiş yolu hakkının gasp edilmesi nedeniyle Ege ve Akdeniz’den çıktıkları ölüm yolculuklarında yaşamlarını kaybediyor.

Gazetemiz yayına hazırlandığı sırada, Halep’teki Rus bombardımanından kaçan on binlerce insan kış vakti sınırda tutuluyordu.

BARIŞ NE YAZIK Kİ SURİYE İLE İLGİLİ DEĞİL Sosyalist İşçi aylardır Suriye’deki savaşın sadece Suriye ile ilgili olmadığını, savaşın arka planında küresel hegemonya mücadelesinin yattığını anlatıyor. Emperyalizmin hegomonya mücadelesi 2003’de ABD’nin Irak’ı işgaline dayanmakta. İkiz kulelerin bombalanmasının ardından ABD “Terörizme karşı savaş”, “önleyici savaş” adı altında Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etti. Ancak Irak’taki direniş

ve uluslararası devasa savaş karşıtı hareket karşısında yenilgiye uğradı. ABD’nin Irak’ta yenilgisi ve ardından 2008’deki ekonomik kriz Ortadoğu’da emperyalizmin sonunu getirecek Arap devrimlerine yol açtı. Suriye’de emperyalizmin yenilgisi ve savaşın son bulması sadece Suriye ile ilgili değil, tüm dünya emekçilerinin geleceğiyle ilgili bir meseledir.

EMPERYALİSTLERİN ÇÖZÜMÜ: DAHA ÇOK SAVAŞ VE GÖÇ BM nezdinde yürütülen 3. Cenevre görüşmeleri ertelenirken, Suriye’yi aylardır bombalayan, işgal eden devletlerin kendi yarattıkları sorunun çözümü olamayacakları bir kez daha tescillendi. Cenevre’deki başarısız görüşmelerin ardından, Suriye’deki savaş yeni ve tehlikeli bir viraj daha aldı. Rusya’nın bombardımanı eşliğinde Baas rejimi güçleri Halep’e ilerlemeye başladı. Rusya ve Baas rejiminin Halep’i alması Suriye’deki savaşı sadece bölge için değil başta Türkiye olmak üzere tüm Avrupa’ya sıçratacak tehlikeli yeni bir hamle. Suriye’ye defalarca sınır ötesi harekât gerçekleştiren Türkiye, Rusya’yı Suriye’yi işgal etmekle suçluyor. Türkiyeli emekçileri yerli ve milli ekseninde bölmeye çalışan hükümet, milliyetçi hezeyanlarla kamuoyunu Suriye’deki çözülmenin kendi varlığını tehdit ettiğine ikna etmeye çalışıyor. Erdoğan, "Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz” diyerek, hükümetin, hem Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarını yok etmek hem de Suriye’deki paylaşımda masada olmak için, milyonlarca insanın ölümüne yol açacak tehlikeli bir maceraya atılmaktan imtina etmiyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.