DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
554
17 Şubat 2016 2 TL. sosyalistisci.org
İ N İ L E E Y İ K TÜR ! K E C N E D ’ SURİYE ’
KİMSENİN ASKERİ OLMAYACAĞIZ ABD’DE SOLA KAYIŞ: SANDERS POLİTİK DÜZENİ SARSIYOR sayfa 4
KESK’Lİ GÜLAY YAŞAR: İŞ GÜVENLİĞİ İÇİN BİRLEŞMELİYİZ sayfa 5
RONİ MARGULİES YAZDI: CLİNTON İÇİN DUA EDENLER sayfa 7
ALEX CALLINICOS ANLATIYOR: RUSYA SURİYE’DEKİ YARAYI DEŞİYOR sayfa 10
2
GÜNDEM
TÜRKİYE ELİNİ SURİYE’DEN ÇEK! Erdoğan ve AKP liderliği hepimizi faturası çok yüksek bir maceraya sürüklemeye çalışıyor. Önce Kürt illerinde çalışmaya başlayan savaş makinesi şimdi Suriye’yi hedef aldı. YPG’nin Halep’te bazı mevzileri ele geçirmesini bahane eden hükümet saldırıya geçti. Türkiye Suriye’yi üç gündür bombalıyor. Savaş makinesi harekete geçtiğinde kalemlerini kiralayan savaş yalancıları da harekete geçti. Şimdi hep beraber Türk milliyetçiliğini köpürtmeye çalışıyorlar. Savaş yalanlarının en başında YPG’nin Suriye sınırındaki hareketliliğinin Türkiye’nin güvenliğine zarar verdiği iddiası geliyor. Bu iddiayı dile getirenler belli ki Suriye Kürdistan’ını Türkiye’nin bir parçası sanıyorlar. Bu, stratejik derinliğe sahip olduğunu sanan, ama derinliğin ancak stratejik sefaleti maskeleyebildiği dış politikadaki yalancılığın bir sonucu. Suriye’de Türkiye’nin güvenliğine zarar veren tek gelişme, hükümetin Suriye’de mezhepçi yaklaşımı. Suiye’de Türkiye’nin değil ama Türkiye’de yaşayan, mücadele etmek isteyen emekçilere zarar veren tek gelişme, sınırdan geçen ve üstlerinde kilolarca bombayla Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da ve Sultanahmet’te canlı bomba eylemi yapanlar. Bu tiplerin Ankara’nın, İstanbul’un, Diyarbakır’ın merkezinde elini kolunu sallaya sallaya gezmesini engelleyemeyen hükümettir. Suriye’de eleştirebileceğimiz çok şey var. Katil Esad var önce. Ortadoğu’yu işgal politikalarıyla yakıp yıkan ve IŞİD gibi bir örgütün şekillendiği iklimi yaratan ABD var! ABD’yle küresel rekabette ekonomik zaaflarını askeri maceracılıka dengelemeye çalışan emperyalist Rusya var. Bir o bir bu emperyalist güçle işbirliği kuran çeşitli muhaliif güçler var. Bu güçlerin hepsi, ağırlaştırılmış bir iç savaş, üç yıldır yaşanan yıkım Suriye halkının ızdırabını uzatıyor. Ama Türkiye’de yaşayan işçilerin, yoksulların, gençlerin, kadınların, köylülerin esas sorunu bu güçler değil, Türkiye’de hükümet, Tükiye’de devlettir. Hükümet ve devletin Kürt antipatisi üzerinde yükselen Suriye politikasıdır. Suriye’yi top atışlarıyla vuranlara, Türkiye’de kiralık işçi yasasını çıkartmayı amaçlayanlar bir ve aynı güçler! Suriye’yi top atışına tutanlarla, 657 sayılı yasayı yok etmeye, yani kamu çalışanlarının iş güvencesini yok etmeye çalışanlar bir ve aynı güç. Sınır ötesi harekat macerasını övenlerle Soma’da madenci yakınlarını tekmeleyenler, iş cnayetlerini engellemeyenler, Cizre’de, Sur’da yüzlerce insanın öldüğünü açıklayıp operasyon başarılıydı diyenler bir ve aynı güçler. Bu insanlarla, bu aygıtla, bu militarizmle, bu Türk milliyetçilğiyle bizim ortak hiçbir yönümüz yok. Yalanlarına geçit vermeyelim. Bizim adımıza savaştıklarını iddia edenlere hep beraber, caydırıcı olacak, ürkütücü olacak kadar güçlü bir şekilde haykıralım: “Benim adıma savaşma!”
BUNUN ADI SAVAŞ SUÇU
AKP’nin ve TSK’nın sözcüleri zafer naraları atarak Cizre’nin “temizlendiğini” söylüyor. Bu yeni ortakların temizlik dediği şey, günlerce mahsur kaldıkları yerden cep telefonları ile yardım isteyen sivillerin Nazilere rahmet okutacak biçimde katledilmesi! DBP Genel Merkezi tarafından oluşturulan kriz masasının açıklaması katliamın boyutunu ve niteliğini gösteriyor. Cizre’de yıkılmış evlerin enkazından çıkartılan 123 cenazenin bazılarında vücut bütünlüğünün bulunmuyor, kimlik tespiti için ailelerinden DNA eşleştirmesi istenecek! Bu insanların ezici çoğunluğu vahşice katledilmelerinden önce, kuşatma altında yaralı ve ölüleri ile birlikte mahsur kaldıklarını, güvenlik güçlerinin kendilerini yakmakla tehdit ettiklerini cep telefonları ile duyurmayı başarmış, ancak yardım girişimleri hükümet yetkilileri tarafından engellenmişti.
hakkımızda bundan dolayı sonra soruşturma açılmasın, yasal düzenleme yapılsın” şeklindeki talebi basına yansımıştı. Hükümetin buna yaklaşımı, “dilediğinizi yapın, biz her türlü korumanızı sağlarız” şeklinde olmuştu. AKP ile TSK arasındaki anlaşmadan sonra Kürt halkına yönelik yeni saldırı konsepti ilk olarak, Cizre’de, Kürt Siyasi Hareketi’nin ilk kitle desteğine ulaştığı, hendeklerin ilk kazıldığı şehirde uygulamaya sokuldu. Ordu birliklerinin kullanılması ile “öngörülen” katliam gerçekleşti. Katliamın ardından duvarlarda görülen “Ermeni piçleri”, “Türk değilsen itaat edeceksin” yazılamaları ve PÖH / JÖH sosyal medya hesaplarında görülen bozkurt işaretli fotoğraflar, AKP’nin tek ortağının TSK olmadığını, aynı zamanda Ergenekon üyelerinin, ülkücü faşistlerin ve IŞİD sempatizanlarının da Kürt halkına karşı savaşan güçlerin bir parçası olduğunu kanıtlıyor.
İktidar partisi, görüşme masasını devirmesinin ardından başlattığı savaşta önceliği bu kez Kürt Siyasi Hareketinin güçlü olduğu, HDP’in % 80’in üzerinde oy aldığı Cizre, Nusaybin, Derik, İdil, Sur gibi şehir merkezlerine vermişti. Bu şehirlerde gençlerin arkadaşlarının polisler tarafından katledilmesine tepki olarak kazdığı hendekleri bahane eden AKP sokağa çıkma yasakları ile Kürt halkının direncini kırmayı hesaplıyordu. Günlerce süren sokağa çıkma yasağına, evinin camında kapısının önünde PÖH ve JÖH birlikleri tarafından öldürülen 100’lerce sivile rağmen direnişi kıramayan ve “hendekleri kapatamayan” AKP, 2016 yılından itibaren yeni ortağı TSK’yı da kullanma kararı aldı. TSK yetkililerinin operasyonlara katılmadan önce “biz bu işi hallederiz, ama yerleşim bölgesinde çok sayıda sivili öldürmeden (siz bunu “katliam yapmadan” diye okuyunuz) sonuç alınamaz,
Devlet yetkilileri Cizre’de sokağa çıkma yasağı ile halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasını engelleyerek başlı başına bir insanlık suçu işledi. Ama yaralıların hastaneye götürülmesinin keskin nişancı ateşi ile engellenmesi, sivil yerleşim yerlerinin ordu birlikleri tarafından ağır silahlar ile harap edilmesi, enkaza dönen binalarda mahsur kalan insanların kimyasal silahlar ile yakılarak katledilmesi, cenazelerin çıplak teşhiri gibi fiiller Dünya’nın bütün ülkelerinde savaş suçu olarak tanımlanıyor. İnsanlık tarihinde en ağır suç olarak addedilen savaş suçunun zaman aşımı yok. Uluslararası hukuk kurallarının bağlayıcılığı bir tarafa, bu suça maruz kalmış Kürt halkının bu işin peşini bırakmayacağı çok açık. Yeni katliamları engellemenin yolu savaş suçuna dahil olmuş bütün unsurların açığa çıkması ve yargılanması için Kürt halkıyla birlikte mücadele etmekten geçiyor.
KEMAL BAŞAK
GÜNDEM
ERDOĞAN HANGİ TARAFTASIN DİYE SORDU, ABD CEVAP VERDİ
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
CİZRE... 120’den fazla insan öldü Cizre’de. Hala bodrum katlarından insan cesetleri çıkartılıyor. 120’den fazla insan. İnsan hakları kuruluşları ve bölgede katliamlara tanıklık eden, belki de katliamlardan kıl payıyla kurtulanlar, bodrumlardan çıkartılan cesetlerin bazılarının vücut bütünlüğünün bozulduğunu söylüyorlar. Bazı cesetler yanmış vaziyette. Efkan Ala, Cizre’de operasyonların tamamlandığını açıkladı. “Başarıyla tamamlandı” demeyi de ihmal etmedi. Başarı!
Suriye halkının durumu ne Türkiye ne de bölgede savaşan diğer devletlerin umrunda değil.
AKP hükümetinin PKK ile mücadele ediyorum, teröristleri yok edeceğim söylemiyle başta Diyarbakır’ın Sur ilçesi ve Cizre olmak üzere bir dizi Kürt yerleşimine ağır silahlarla saldırdığı günlerde, ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyon Temsilcisi Brett McGurk’un Kobani’yi ziyaret etmesi, burada PYD sözcüsü Polat Can’la görüşmesi ve ondan bir plaket alması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çok öfkelendirmişti. Erdoğan, 7 Şubat’ta olaylı geçen ve cumhurbaşkanlığı korumalarının milletvekilini dövdükleri için siyasi kriz çıkardıkları Güney Amerika gezisinden dönüş yolunda, uçakta gazetecilerin sorularını cevaplarken ABD’ye “senin ortağın ben miyim, yoksa Kobani’deki terörist mi?” diye içinde hafif yollu bir tehdit de barındıran bir soru yöneltmişti. Erdoğan’ın sorusu üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, fazla gecikmeden ona oldukça hayal kırıcı bir yanıt verdi. Kirby, Erdoğan’ın sözlerine işaret ederek, “Burada yapılacak seçim, koalisyon üyesi olarak bizlerin IŞİD’e karşı çabamızı artırmak ve IŞİD’i Irak ve Suriye’de tamamen ortadan kaldırmaktır. Şunu söyleyebilirim ki, arkadaşlar bile bütün konularda aynı düşünmeyebilirler ve biz arkadaşız ve her meselede aynı düşünmeyebiliriz. Türkiye’nin, YPG ile ilgili endişelerini anlıyoruz. Ancak YPG, IŞİD ile mücadelede en başarılı güçlerden biri. Biz PYD’yi ve YPG’yi terörist örgüt olarak görmüyoruz ve kendilerini desteklemeyi sürdüreceğiz” dedi. Bu çok açık sözler, ABD’nin Suriye’de IŞİD’le mücadeleyi öncelikli amacı olarak gördüğünü, bunu bölgede gerçekleştiren en önemli gücün de PYD/YPG olduğunu
HAFTANIN IRKÇISI KAYYUMUN BUGÜN GAZETESİ AKP hükümeti tarafından hiçbir hukuki gerekçeye dayanmadan kayyuma devredilen, daha doğru bir deyişle gasp edilen Bugün gazetesi, CHP İzmir milletvekili Selin Sayek Böke’nin vaftiz olduğuna dair bir haberi CHP’de iç tartışmaya neden olduğu iddiasıyla manşetine taşıdı.
düşündüğünü açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Bunca zamandır IŞİD’le arasındaki dayanışma bağlarının, düşmanlık bağlarından çok daha güçlü olduğu yolunda dünyada yaygın bir kanı bulunan AKP hükümetinin temsilcileri, Suriye’deki hegemonyasını güçlendirme yolundaki politikalarının iflas etmesi ve terörist olarak kabul edilmesini istediği PYD’nin IŞİD’le savaşan en önemli güç olduğu değerlendirilmesiyle Türkiye’nin önüne konulmasını hazmedemeyerek, hemen ertesi gün Erdoğan’ın ağzından durumu protesto etti. Erdoğan, muhtarlarla yaptığı toplantıda “Ey Amerika! Size kaç kere söyledim. Siz bizimle beraber misiniz yoksa bu terör örgütü PYD ile YPG ile mi berabersiniz? Siz değil ama biz bunları çok iyi biliriz” diyor, öte yandan ABD Ankara Büyükelçisi John Bass Dışişleri Bakanlığı’na çağrılıyor ve Dışişleri bakanı Çavuşoğlu ABD’nin tutumunu “saflık mı diyelim, ne diyelim bilmiyorum” sözleriyle değerlendiriyordu. AKP hükümeti, PYD’nin terörist ilan edilmesi yolundaki tezinin en güçlü müttefiki ABD tarafından PYD’nin IŞİD’le savaşan en önemli unsur olduğu gerekçesiyle reddedilmesinin derin hayal kırıklığını yaşarken, PYD’nin Rusya’nın başkenti Moskova’da bir temsilcilik açması, Türkiye’nin yaşadığı şoku güçlendirdi. “Batı Kürdistan Temsilciliği” adıyla tanıtılan ofis, Türkiye’nin bölgedeki büyük güçler tarafından oyunun dışına itildiğini ve yalnızlaştırıldığını, yani Suriye politikalarının tümüyle iflas ettiğini ortaya koydu.
Gazetede Böke’nin ailesinin ve kendisinin Hristiyan olduğu belirtilmesi nefret söylemine giriş niteliğindeydi. Üstelik haber, Böke’nin Hristiyan olmasının CHP’de de tartışma konusu olduğu vurgusuyla verildi. Bu vurguyla, yani Böke’nin Hristiyan olması olumsuzlanarak haber yapıldığında, Böke Türkiye’nin sayıca hiç de az olmayan ırkçılarına ve faşistlerine hedef gösterildi. Sadece Böke değil, onun şahsında Hristiyan olmak kötü bir şeymiş gibi gösterildi. 1915 soykırımıyla köklerinden sökülüp atılan Anadolu’nun kadim Hristiyan halkları da bir kez daha tehlikeye atıldı. Irkçılık temelli bu nefret suçu nedeniyle Bugün gazetesi ve bu gazeteyi astronomik maaşlarla yönetenler haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
Ne zamandan beri başarı bir ölçüt olarak bir katliamla ilgili kullanılabiliyor. Başarı ölü sayısına mı, öldürürken kullanılan vahşet düzeyine mi bağlı? Öldürdükten sonra kullanılan vahşet düzeyi var bir de. Öldürülen Kürt kadınların çıplak cesetleri olayı var. Kürt illerinde devlet şiddeti kadınlar üzerinde teşhirci bir biçim alarak ilerliyor. Bir grup gazeteci var, hükümetin, hatta Erdoğan’ın hık deyicisi durumunda olan. Bu kişiler, çatışmalar başladığında ve derinleştiği ilk günlerde, sorumluluğu bir bütün olarak Kürt hareketinin üzerine atıyordu. Ceylanpınar olmasa devlet saldırmayacak diyorlardı önce, sonra Hendekler olmasa devlet saldırmayacak dediler. Şimdi ne diyorlar acaba? Haydi Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesinin hesabını soruyor devlet diyelim, bodrum katlarında insan yakarak mı yapıyor bunu? Haydi devlet hendekler nedeniyle gaza geldi diyelim, öldürülen Kürt kadınların cesetlerini teşhir etmek midir hendeklere karşı mücadelesinin yöntemi? Nasıl açıklıyorlar acaba bu kişiler devletin nefretle yüklü cinayetlerini? Nasıl savunuyorlar merak ediyorum. İçinden başarıyla geçtiklerini düşündükleri demokrasi testlerinin neresine konumlandırıyorlar? Uğraşmasınlar boşuna. Başbakan bu gazetecilerin savaş yalanlarını devlet aklının gerçekçiliğiyle çürüttü. 6-8 Ekim tarihlerinde Kobane’yle dayanışma eylemleri sırasında çözüm sürecini sona erdirmek ve güvenlik tedbirleri almak için düğmeye bastığını söyledi. Yani Nisan 2015 bile değil, Ekim 2014’ten beri devlet çözüm sürecini her an bitirmek üzere güvenlik politikalarını devreye sokmaya başlamış. İşte Cizre, bu çarkın ürünü. Kadınların cesetlerinin taciz edilmesi bu eğilimin ürünü. Şehirlerin yakılıp yıkılması devletin Kobane’de Kürtlerin güçlenmesine gösterdiği bir tepkinin sonucu. Devlet aklı çözüm süreci devam ederken, alttan alta Kürt illerine saldırı için planlarını yapmış. Bu saldırıların bir anlık bir öfkenin ürünü değil sistemli bir devlet yaklaşımı olduğunu bilmek daha ürkütücü. Devlet aklı bir sorunu görmezden geliyor yine de. İnsanlar sadece ürkmüyorlar, öfkeleniyorlar da. Ezilenlerin öfkesi devletin o soğuk aklına benzemez. Ezilenler öfkelerini kalıcı bir barışa evriltmenin bir yolunu bulurlar mutlaka.
4
DÜNYA
BERNİE SANDERS ABD’NİN POLİTİK DÜZENİNİ SARSIYOR Kendisini sosyalist olarak adlandıran Bernie Sanders, yüzde 60 oy alarak New Hampshire’da Demokrat Parti’nin başkan adayını belirlemek için yapılan ön seçimi Hillary Clionton’a karşı kazandı. Yapılan araştırmalar Sanders’in aldığı oyların büyük kısmının gençlerden ve yoksullardan geldiğini gösteriyor. Sanders’e oy verenlerin yüzde 80’i 30 yaş altı kişilerden, yüzde 70’i ise yılda £20,000’dan daha az, üçte ikisi ise yılda £35,000’dan daha az kazananlardan oluşuyor. Hilary Clinton ise 65 yaş üzerindekilerden ve yılda £140,000 ve üzerinde kazananlardan oy alıyor. Sanders New Hampshire’daki zaferden sonra yapılan kutlamalarda şöyle dedi: “Geçen hafta Iowa’da, bu hafta New Hampshire’da yaşanan şey politik bir devrimden başka bir şey değildir. Bu, milyonlarca insanımızı bir araya getirecek bir politik devrimdir. Biz bugün hep birlikte Wall Street’den Washington’a, Maine’den California’ya kadar yankılanacak bir mesaj gönderdik. Bu mesaj şunu söylüyor; bu ülkenin hükümeti sadece bir avuç kampanya bağışçısına değil, hepimize aittir.” Daha bir yıl öncesine kadar hiçbir şansı olmadığı düşünülen Sanders şu anda Clinton karşısında ciddi bir seçeneğe dönüşmüş durumda. Son birkaç gün içinde Clinton daha radikal görünmeye ve kadın olduğu için aslında kendisinin de kurulu düzene karşı bir alternatif oluşturduğunu iddia etmeye çalışıyor. Clinton’un bu hamlesine 1990’larda Irak’a uygulanan ağır yaptırımların sorumlusu olan dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright da destek verdi. Sanders’in yarattığı heyecan dalgasının göstergelerinden birisi de yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Sanders’in 2008’de Obama’nın aldığı oydan daha yüksek bir oy oranına sahip olması. Sanders’in politikaları aslında göründüğünden daha az radikal ve ABD’nin emperyalist çizgisi ile uyumlu. Fakat Sanders kısmen 2011’deki Occupy Wall Street hareketinin ve Black Lives Matters hareketinin ruh halini yansıtıyor. Ayrıca daha radikal bir işçi hareketinin ve giderek büyüyen iklim değişikliği hareketinin işaretlerini taşıyor. Sanders’in kampanyasında asıl çarpıcı olan nokta tam da
Sanders, özellikle 30 yaş altı kuşak, düşük ücretle çalıştırılan işçiler, ırkçılığın hedefindeki siyahlar ve bir çok ezilen grup tarafından destekleniyor.
burada yatıyor. Sanders bize ABD’de eski politikaların büyük bir basınç altında olduğunu ve milyonlarca insanın bir alternatif arayışı içinde olduğunu gösteriyor. Fakat Sanders yaptığı zafer konuşmasında, aynı zamanda, Clinton ile gelecekte işbirliği yapmaya hazır olduğunu da söyledi. Bu onun kesinlikle kapitalist Demokrat Parti’nin sınırları içinde kalacağını gösteriyor.
• ABD’de başkanlık seçimleri her dört yılda bir yapılır ve bir sonraki seçim 8 Kasım 2016’da gerçekleşecek.
ABD’de de kurulu düzenin çatladığını ayrıca Cumhuriyetçi Parti’nin seçim sonuçlarında da görmek mümkün. Donald Trump’un oy sonuçları tam da bu durumun göstergesi.
• Cumhuriyetçiler ve Demokratlar başkan adaylarını uzun bir önseçim ve parti kurultayı sürecinin sonucunda belirlerler.
Kendisi alçakça büyük patronların ve generallerin çıkarlarını savunuyor. Trump’un ırkçı popülizmi politikayı daha da sağa çekiyor.
• Ön seçimler, o partiyi destekleyen herkese açıktır. Parti kurultayları ise daha çok partiye daha bağlı olanların katıldığı parti toplantıları gibidir.
New Hampshire’daki sandık çıkış anketleri Cumhuriyetçi Parti’nin ön seçimine katılanların yüzde 66’sının Trump’ın Müslümanların ABD’ye girişini yasaklama önerisini desteklediğini gösteriyor. .
• Ön seçimler ve parti kurultayları sonucunda parti kongresine gidecek ve kimin aday olacağını belirleyecek delegeler seçilir. Fakat ayrıca seçimle gelmeyen delegeler de vardır.
Trump’un New Hampshire’da kazanması ve ulusal çaptaki anketlerde önde görünmesi ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Ve Cumhuriyetçiler içinde onu durdurabilecek bir alternatif isim yok. Ayrıca Trump’un Amerika başkanı seçilmeyeceğinin de bir garantisi yok.
marksizm 11-15 Mayıs 2016
ABD’DE BAŞKAN NASIL SEÇİLİR
İSTANBUL
SAVAŞA, MİLİTARİZME KARŞI MÜCADELEYE! TOPLANTILAR TAKSİM HİLL OTEL SALONLARINDA GERÇEKLEŞECEKTİR. www.marksizm.biz
Bu sürecin nasıl işleyeceği partilere ve eyaletlere göre değişir. Iowa parti kurultayının gerçekleştiği ilk eyaletti ve buradaki seçimde Clinton ve Sanders başa baş gitti. Bir sonraki Demokrat Parti ön seçimi 20 Şubat’ta Nevada’da ve 27 Şubat’ta Carolina’da gerçekleşecek. 1 Mart’ta ise 11 eyalette seçimler yapılacak. Bu tarih seçim kampanyasının en kritik günü olacak.
RÖPORTAJ
5
“SENDİKALAR İŞ GÜVENLİĞİ İÇİN BİRLEŞMELİ” Kıdem tazminatının gaspı ve kiralık işçi uygulamasının yanı sıra 657 sayılı yasada yapılmak istenen değişiklik de işçi sınıfının karşı karşıya olduğu en büyük saldırılardan biri. İşçilerin tamamını etkileyecek bu neoliberal politikalara karşı her kesimden güçlü bir mücadelenin oluşturulması çok önemli. Kamu çalışanı olan Gülay Yaşar’la öngörülen yasal değişikliği ve işçiler için ne anlama geldiğini konuştuk. 657 sayılı yasada nasıl bir değişiklik yapılması planlanıyor? Gülay Yaşar: 657 nolu yasa; 1965’te yapılan, üzerinde yaklaşık 600 değişiklik uygulanan, devlet memurları kanunu. Beş yıldır 657’yi çok tartışıyoruz, sürekli bununla ilgili haberler çıkıyor. Ama değişikliğin nasıl, hangi içerikle olacağıyla ilgili çok net bilgiler paylaşılmıyor. Hatta sendikalarla da paylaşılmıyor. Ne olacağı sanki bir sır gibi saklanıyor. Ama iş güvencesinin kaldırılmasının yasallaşmasının söz konusu olduğunu biliyoruz. Bu sadece AKP hükümetine bağlı bir değişiklik mi? Gülay Yaşar: Aslında 657’nin değiştirilmesi neoliberalizmin uygulanması, dünyada ve Türkiye’de yaygınlaşmasıyla çok bağlantılı. Özellikle 24 Ocak kararlarından itibaren kamu hizmetleri adım adım dönüştürüldü. Çalışma biçimleri yeniden tanımlanmaya başladı. Esnek çalışma, performans değerlendirme, kısa süreli, geçici sözleşmeli çalışma gibi kavramlarla tanışmaya başladık. İstihdam biçimi güvenceliden güvencesize dönüşmeye başladı. Hizmet alanlar açısından da kamu hizmeti algısı değişmeye başladı. Eskiden ücret ödemeden aldığımız bazı hizmetleri artık ücret ödeyerek almaya başladık. Hastaneye gittiğimizde ödediğimiz katkı payları gibi. Bu saldırıları hep süslü kelimelerle ifade etmeye çalıştılar. Kalite, verimlilik, sürdürülebilirlik, performans, takım lideri gibi. Hepsi esnek ve güvencesiz çalışmanın zeminini hazırlayan kavramlar. Performans değerlendirme demek insanları daha güvencesiz ve uzun saatler çalıştırmaktır. Daha önce iş güvenliğine yönelik böyle bir saldırı oldu mu? Gülay Yaşar: AKP iktidara geldiğinden beri kamu kurumlarını özelleştirme ve taşeron işçi çalıştırma uygulamalarını zaten yapıyor. Kamu istihdam rejimi tartışmasını ilk kez 2003’te gündeme getirdi. Bir yasa çıkarmaya çalıştı. Ciddi bir toplumsal tepkiyle karşılaştığı için bu yasa rafa kaldırıldı. Ama AKP durmadı. Torba yasalarla iş güvencesini kaldırma yönünde uygulamalar yaptı. Şubat 2011’de kabul edilen bir torba yasa var. 657’deki maddelerde birçok değişiklik yapıldı ve bunlar şu anda aslında geçti, uygulanmayı bekliyor. Önümüzdeki dönemde iş güvencesinin nasıl kaldırılacağının habercisi gibi bu torba yasa. “Kadrosu kaldırılan memurlar en geç 6 ay içerisinde kendi kurumlarında başka bir kadroya atanırlar” diye bir madde var bu torba yasada. Yani diyelim ki çalıştığım kurum özelleşti ve benim orada kadrom yok, 6 ay içinde beni başka bir kuruma atıyor devlet ve bu kurumda sözleşme statüm bir anda değişiyor. Tekel işçilerine olan durum gibi. Birden ücret ve özlük haklarında yarı
Kamu emekçilerinin iş güvenliğine yapılan saldırı, iş güvenliği isteyen tüm işçilere karşı yapılmıştır.
yarıya kayıplar yaşanıyor bu maddeyle birlikte. Bu madde geçti. Esnek çalışma ve performansın yasal bir dayanağı var artık. “Memurların yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, tespit edilen çalışma saat ve sürelerine göre görev yerlerine bağlı olmaksızın çalışabilmeleri mümkündür” deniyor. Evden, esnek çalışma gibi uygulamaların yasal dayanağı bu madde. Doğum yapan kadınların tamamı evde çalışabiliyor. Olumlu gibi görünebilir ama fırsat eşitsizliği de yaratabilen, kadınları eve çeken bir uygulamaya da dönüşebiliyor. Bir de evden çalışmayı çok normal hale getiriyor. Aynı zamanda bir kurumda iş yoğunluğu bahane edilerek ‘performans kriterini tutturamadık, 3 saat daha çalışıyoruz arkadaşlar’ gibi uygulamalara neden olabilecek bir madde. “Memurlar kamu yararına hizmet gerekçesiyle ihtiyaç durumunda başka kamu kurumlarında 6 aya kadar geçici süre görevlendirilebilir” diyor. Bu kamu çalışanlarının sürgününü meşrulaştıran bir şey. Mesela müdür benim performansımı beğenmiyorsa veya politik faaliyetimden rahatsızsa, ‘Gülay’ın performansı çok düşük onu şu kurumda görevlendirdim’ diyebiliyor. Ayrıca “bir seferde altı ay, yılda da en fazla iki kere görevlendirilebilir” diyor. Zaten yılda iki tane 6 ay olduğu için tüm sene görevlendirebiliyor. 2010’da Kayseri’de bir kaymakam cezaevinde kadın mahkumları arayacak memur olmadığı için bir öğretmeni cezaevinde görevlendiriyor. Buna benzer uygulamaların artacağını, özellikle örgütlenen kamu çalışanlarının bu tarz uygulamalara maruz kalacağını öngörebiliriz. Bunlar ucu açık ve kitlesel biçimde kamu çalışanlarına uygulanabilecek maddeler ki bu gerçekten korkutucu.
657’de tam olarak ne değiştirilmek isteniyor? Gülay Yaşar: 657’deki değişikliklerden çok fazla haberimiz yok. Sendikada da çok tartışılmıyor. ‘İşçi memur ayrımı bitiyor herkes eşit olacak’ deniyor ama işçinin güvencesizliği değiştirileceğine memurlar da güvencesizleştiriliyor. Bu arada hakim, savcı, asker ve polislerin iş güvencesi kalkmıyor. Disiplin cezaları ağırlaştırılacak. Eskiden uyarı cezası kapsamında olan bir konu kınama, kınama kapsamındaki maaş kesintisine çevriliyor. “İki kere disiplin cezası alan kamu çalışanı işten atılır” diye hükme bağlanmış. Bahsedilen disiplin cezaları da şöyle; “görev sırasında amirlerine sözle, hal ve hareketlerle saygısızlık etmek”. Odasına çayla giren öğretmeni ‘çok büyük bir saygısızlık’ yapmakla suçlayan okul müdürleri var. Yani ‘saygısızlık’ müdürün ruh haline bağlı. “Görevine karşı kayıtsızlık göstermek ve ilgisiz kalmak” deniyor. Yani müdür beni odasına çağırdığında 8 dakika sonra gidersem ilgisiz kaldın diyebilir. “Kurumun çalışmasını ve düzeni bozmak” yani direkt grev kastediliyor. Grev yapmak zaten yasak o ayrı bir konu ama biz iş bırakma yaptığımızda da ortamın düzenini bozacağı için disiplin cezası gerektiren bir durum olacak. Yeni sistemde maaşımız da performansa göre verilecek. Çok çalışana çok maaş! Çok maaş isteyenden itaat bekleniyor. Çünkü disiplin cezası almamış olmak gerekiyor. Kamu üst düzey yöneticilerinin özel sektörden ataması yapılabilecek. Mesela dershane zinciri müdürü ilçe eğitim müdürü de olabilir ve ticari işlerini de yürütebilir. Ya da bir hastane ceo’su sağlık müdürlüğüne
atanabilir. Sendikalardan neden ses yok ve ne yapmalı? Gülay Yaşar: KESK’te çok ciddi bir çalışma yürütülmüyor. Gündemimizde savaş var ve ciddi bir konu evet. Ama bu değişikliğe karşı da kolları sıvamak gerekiyor. İş güvencesinin kalkıyor oluşu zaten örgütlenmesi zayıf olan kamu çalışanlarının Kürt illerinde olan bitene de ses veremeyeceği anlamına geliyor. İş güvencesi kalkacağı korkusuyla bir araya gelemeyeceğiz. Sendikaların anlayamadığı nokta bu. Cizre’de ciddi şeyler yaşanıyor ama bu konu da Cizre’den bağımsız değil. Oraya ses vermemiz için buradaki iş güvencemizi korumamız gerekiyor. Memur-Sen iş güvencesi ‘kırmızı çizgimizdir’ diyor. Bu kadarı hoş ama sonra da ‘iş güvencesinin kaldırılması saçmadır, paralelcilerin ve teröristlerin temizlenmesi için zaten disiplin hükümlerinin yerine getirilmesi için maddeler var, yeterlidir’ diye ekliyor. Bu ‘biz sizi destekleyeceğiz, onları işten atabilirsiniz ama iş güvencesini kaldırmanıza gerek yok bunun için’ demek. Bazı okullarda arkadaşlarımız ‘paralel’ temizliğini onaylıyor. İş barışı ciddi biçimde bozulmuş durumda. İnsanlar ‘yesinler birbirlerini’ kıvamındalar. Biz burada başka bir şey tartışırken onlar çok başka şeylerin hesaplarını yapıyorlar. Örgütlülük düşük seviyede. İş güvencesinin kaldırılması kabul edlimez. Bu sadece memurları değil her kesimi ilgilendiren bir konu. Tüm işçilerin bir araya gelip iş güvencesi için mücadele etmesi gerekiyor. Röportaj: Meltem Oral
6 GÜNDEM
ATILAN HER KURŞUNUN, TOPUN BOMBANIN PARASI ÜC
SURİYE’DE SA Türkiye sınırları kapattı, mülteciler soğukta aç bekliyor.
SAVAŞI BIRAK MÜLTECİLERE BAK! Türkiye, savaş kışkırtıcılığının yanı sıra, Halep’teki Rus-Baas saldırılarından kaçan on binlerce mülteciye kapılarını kapatmaya devam ediyor. Çünkü AKP, aynı zamanda bu mülteci akınını askeri müdahale için gerekçe yapmaya çalışıyor. AB liderleri, AKP’ye sadece “mültecileri Batı’ya salmama” karşılığında tahammül ediyor. Davutoğlu ve Erdoğan, bu “şantaj” ile Batılı efendileriyle pazarlığa oturuyor. Hükümet için mültecilerin canının veya yaşam koşullarının hiçbir önemi yok. “Misafirlerimiz” söylemi geride kaldı. Türkiye’nin savaş planının durdurulması ile mülteciler için sınırların açılması talebi bir ve aynı mücadelenin parçası. İkisinin yolu da AKP’yi geriletmekten geçiyor.
CHP’NİN “SAVAŞA KARŞIYIZ” YALANI Kılıçdaroğlu “CHP, Türkiye'yi savaşa sokacak her kararın karşısındadır” demiş. Oysa bu parti, AKP’nin planladığı savaşa yol veren tezkereye “Evet” oyu vermişti. Zaten Davutoğlu da kemalist partinin “millî” hassasiyetlerinin ne kadar yüksek olduğunu biliyor. Bu yüzden "CHP safını belirlesin: Ya Türkiye safında olacaklar, ya da PKK ve PYD terör örgütünün yanında olacaklar” demiş. Kılıçdaroğlu ise “Sana ne Suriye Kürtlerinin ne yapacağından?” demek yerine Davutoğlu’nu “terör örgütlerinin liderlerini” (PYD lideri Salih Müslim’i kastediyor) Türkiye’de ağırlamakla suçlamış. CHP’nin savaş karşıtlığı da bu kadar.
SURİYE HALKI YPG’DEN DEĞİL TSK’DAN KAÇIYOR! Davutoğlu, Kürtlere saldırılarını Batı’nın gözünde meşru kılmaya çalışırken, PYD’nin Azez’e “saldırdığını” ve bunun insanları göçe zorladığını belirtti. Oysa bu doğru değil. Esad karşıtı insan hakları örgütü Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, TSK bombardımanında Halep’te bir kadının öldüğünü, çocuğunun ve diğer 6 kişinin de yaralandığını duyurdu. Örgüt, Türkiye’nin bombardımanı nedeniyle bölge halkının başka yerlere kaçmaya çalıştığını söyledi. Suriyeliler PYD’den değil Putin’in savaş uçaklarından, Esad’ın katil çetelerinden ve TSK’nın top atışlarından kaçarak mülteci oluyor.
OZAN TEKİN
Suriye’deki devrime destek veriyor görüntüsü altında “Şam’da namaz kılmayı” hedefleyen AKP liderliği, Türkiye’yi bir kez daha savaşa doğrudan dahil olmanın eşiğine getirdi. Suudi Arabistan ile birlikte “kara harekâtı gerekli” tezini zorlayan hükümet, bu henüz gerçekleşmese de, Kuzey Kürdistan’da başlattığı kirli savaşı sınırın ötesine taşıyarak YPG mevzilerini bombalamaya başladı. “YPG bizi vurdu” yalanı TSK’nın ilk top atışının ardından, önce YPG’nin ateş açtığı, buna karşı “angajman kuralları dahilinde” yanıt verildiği iddia edildi. Kürt güçleri bunu derhal yalanladı. Daha sonra AKP liderleri de söyledikleriyle bu iddiayı yalanlamış oldu. AKP’nin kukla şefi Davutoğlu, bombardıman sorulduğunda, “YPG derhâl Azez ve çevresinden uzaklaşacak. Azez'in yakınına dahi yaklaşmayacak. Koridorunu tekrar kırma çalışmalarında bulunmayacak” diye yanıt verdi. Başbakan Yardımcısı Akdoğan, “Durup dururken bir iş yapılmış değil. Türkiye oturup her şeyi kenardan seyredecek, tribünden izleyecek bir ülke değil" dedi. Yani YPG’yi vurmak bir “karşılık değil”, AKP’nin bölgeyle ilgili stratejisi gereği giriştiği bir saldırganlık. ABD’nin uyarısı ve Münih anlaşması ABD, Türkiye’ye top atışlarını durdurma çağrısında bulundu. Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında, ortak düşmanın IŞİD olduğu vurgulanarak, Münih anlaşmasına bağlılık
istendi. ABD ve Rusya öncülüğündeki emperyalistler ve bölgesel müttefikleri, geçtiğimiz hafta Almanya’nın Münih kentinde Suriye için “ateşkes” kararı almışlardı. Buna göre, muhaliflerle rejim güçleri çatışmaları bir süre durduracaklardı. Ancak Rusya, anlaşmanın IŞİD ve El Nusra’yı kapsamayacağını ve bu örgütleri vurmaya devam edeceğini duyurdu. Bu halihazırda devam eden fiili durum: Rusya zaten IŞİD ve El Nusra’yı bahane ederek tüm muhalifleri ve sivil halkı katlediyor. En az Putin kadar savaş heveslisi olan Davutoğlu’nun liderliğindeki Türkiye ise uyarılara rağmen YPG’yi bombalamaya devam ediyor. Ulusal güvenliğe tehdit Kürtler mi? Yalçın Akdoğan, YPG’nin Fırat’ın batısına geçmesine izin vermeyeceklerini daha önce açıkladılarını, üstelik Efrin’den doğuya doğru da bir hareketlilik olduğunu ve buna da müsaade etmeyeceklerini duyurdu. Bunlar Türkiye’nin ulusal güvenliğine tehditmiş. Yani AKP şunu diyor: Eğer Kürtlerin Rojava’da kurdukları kantonlar birleşirse, bu bizim için tehdit oluşturuyormuş. Sınırdaki bölgeleri IŞİD’in veya El Nusra Cephesi’nin kontrol etmesinden rahatsızlık duymayan Türkiye, kimseye “terörist” olduğunu kabul ettiremediği YPG için böyle düşünüyor. Bombalı saldırılarıyla Türkiye içinde ölümlere sebep olan IŞİD tehdit değil, Süleyman Şah Türbesi’nin “taşınması” olayında Türkiye’ye IŞİD’e karşı koruma sağlayan YPG tehdit. Yani aslında Kürtler bir tehdit olduğundan değil, Türk egemen sınıfı ve devleti geleneksel sömürgeci yaklaşımlarıyla Kürtlerin sınır ötesinde dahi herhangi bir kazanım
GÜNDEM
CRETLERİMİZDEN KESİLEN VERGİLERLE BİZE ÖDETİLİYOR
AVAŞA HAYIR
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
CLİNTON İÇİN DUA EDENLER Amerika’yı keşfetmek bir yana dursun, anlamak bile kolay değil. Türkiye’den bakınca iyice zor. Bir kıtanın neredeyse bütününü kaplayan, 320 milyon nüfuslu bir ülke. Arnold Schwarzenegger’i vali, Reagan ve Bush gibi gerizekâlıları cumhurbaşkanı seçen memleket. Herkesin zengin ve bencil olduğu, sürekli birbirlerini öldürdükleri için dünyanın en yüksek cinayet oranlarına sahip, siyahların yarısının hapiste olduğu yarısının da polis tarafından öldürüldüğü, sürekli dünyanın bir taraflarını bombalayan, dünyayı kontrol eden, kâbus gibi berbat bir yer. (Türkiye’de bir de Amerika’yı Yahudilerin kontrol ettiği inancı yaygındır, ama o saçmalığa hiç girmeyelim, daha iyi.) Uzaktan böyle görünüyor ama, açık ki, tam da böyle olamaz. Biraz deşince, daha ilginç bir manzara çıkıyor ortaya. Avrupa’nın bütünü imparatorluklar, krallıklar, prensliklerden oluşurken (ve daha yüz yıl öyle kalacakken), İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesi vererek 1776’da dünyanın ilk cumhuriyetini kuran bir ülke. Bunu izleyen yüzyılda, Avrupa’nın yoksul, aç ve sefilleri tarafından yaratılan bir ülke. Yirminci yüzyılın ilk yarısında dalga dalga yükselen işçi sınıfı mücadelesinin devasa sendikalar yarattığı bir ülke. Elbette ki Türkiye’den göründüğü gibi değil.
Beş yıldır devletlerin sürdürdüğü yıkımın faturası: Toplumsal yıkım.
elde etmesini istemedikleri için savaş kışkırtıcılığı yapılıyor. YPG ne yapıyor? YPG’nin, IŞİD’e karşı mücadele eden bir grup ÖSO birliğinin yanı sıra Heysem Menna gibi Baas destekçisi sözde muhalefet liderleriyle birleşerek kurduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin ilerlemesi, Rusya’nın hava desteğiyle Halep’i kuşatıp yerle bir etmek isteyen Baas rejiminin çabasıyla aynı resmin içinde gözüküyor. YPG de bunu yaparken sürekli “cihatçılarla savaştığı” gerekçesini öne sürüyor. PYD’nin rejimle ortak bir gayretin parçası imajını vermesi ve onun desteğini alması şüphesiz Suriye Kürtleri için olumsuz bir durum yaratacaktır. Ancak bunu eleştirecek en son örgüt, Kürtlerin azılı düşmanı AKP’dir.
destek verilmesini önermişti. Bu planı kabul görmeyince, son dönemdeki müttefiki Suudi Arabistan’ın yörüngesine girdi. Suudlar sürekli olarak “kara harekâtına hazırız” diyorlar, ancak bunun ABD liderliğindeki emperyalist koalisyonun kararıyla yapılması gerektiğini söylüyorlar. AKP ise Mısır’daki Sisi cuntasının baş destekçisi, Ortadoğu’da karşıdevrimin merkezi Suud hanedanıyla işbirliği yapmaktan utanmadığı gibi, pişkince, işgal hevesinin “Türkiye ve Suudi Arabistan’ın IŞİD’le mücadele kararlılığını” ortaya koyduğunu iddia ediyor. Savaşa karşı seferber olalım!
Kara harekâtı hevesi
Rusya ve Putin’in Suriye halkına yaşattığı katliamların çaresi TSK’nın bölgeye askeri müdahalesi değildir. Bu saldırganlığın Türkiye işçi sınıfının veya bölge halklarının çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. AKP, Türk egemen sınıfının bölgesel bir güç olma stratejisinin bir parçası olarak, hem “oyunun dışında kalmamak” hem de Kürtlerin bölgede özerk bir yapı kurmasını engellemek gibi kirli amaçlarla Türk yoksullarını böylesi bir savaşta ölüme göndermeyi hedeflemektedir.
AKP, çok uzun yıllardır Batılı efendilerini Suriye’ye karadan girmeye ikna etmeyi deniyor ancak başaramıyor. Tayyip Erdoğan, Kürtlerin Efrin ve Kobanê kantonlarının birleşmesini engelleyecek şekilde Suriye sınırının içerisine 80 km girilerek güvenli bölge oluşturulmasını, buraya Türkiye’deki mülteci Sünni Arapların yerleştirilmesini, silahlı güç olarak ise Ahrar-üş Şam’ın burayı yönetmesine
Kendi halkını katleden, Cizre’yi Baas rejiminin yerle bir ettiği Suriye kentlerine benzeten AKP’nin bölge halklarının özgürlüğüne sunabileceği hiçbir katkı yoktur. Suriye Devrimi’ni ve Arap Baharı’nı destekleyen herkes AKP’nin bölgedeki askeri saldırganlığını durdurmak için savaş karşıtı bir hareket inşa etmelidir. Böylesi bir mücadele, 1 Mart 2003’te olduğu gibi, AKP’ye unutamayacağı bir yenilgi yaşatabilir.
Türkiye hükümeti, PYD Suriye muhalefetiyle daha yakın hareket ederken de Kürtlere düşmanlık ediyor ve Rojava’da herhangi bir yönetim kurulamaması için “diplomatik” temaslarda bulunuyordu.
Yoksulluğun bu kadar yaygın olduğu, gelir dağılımının bu kadar eşitsiz olduğu yerde, dünyanın en büyük şirketleriyle en zengin insanlarınının bulunduğu ama yoksulların sağlık hizmetlerinden bile mahrum olduğu yerde, doğal olarak, mücadele vardır. Ve ekonomik krizden hâlâ çıkamayan yerde, siyaset iyice karmaşıktır. Tahminimce bugünlerde Amerikan egemen sınıfı ciddi bir panik yaşıyor olmalı. Donald Trump’ın başkan seçilmesi bütün dünyayı korkutuyor olabilir. Ama en çok Amerika’yı yönetenler korkuyor olsa gerek. Ne yapacağı belli olmayan bir manyağın seçilmesi onlar için de hayra alamet değil. Diyeceksiniz ki, Bush manyak değil miydi? Olabilir, ama Bush, egemen sınıfın önde gelen ailelerinden birinin oğluydu. Son tahlilde güvenebilecekleri biriydi. Trump ise tam bir serseri mayın. Öte yandan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan Bernie Sanders, Demokrat Parti önseçimlerinin ilkinde oyların yarısını, ikincisinde %60 aldı. Sanders’ın oyu, düşük gelirli seçmenler arasında %66, 30 yaşının altındakiler arasında %70. Belli ki, İngiltere’de İşçi Partisi başkanlığını kazanan Corbyn gibi, Sanders da tabandan gelen değişim talebine hitap ediyor, beklenmedik bir ölçüde kitle desteği kazanıyor. Amerikan egemenlerinin evlerinden yükselen “Tanrım, n’olur Clinton olsun, lütfen Clinton olsun” dualarını duyar gibi oluyorum.
8
GELENEK
SOSYALİZM VE SAVAŞ ŞENOL KARAKAŞ
Suriye merkezli bir savaş tüm gündemi belirliyor. Esad, ABD ve lideri olduğu koalisyon, Rusya, IŞİD, Türkiye... Bütün bu devletler, siyasi gelenekler ve örgütlerin askeri müdahalesi, Suriye devrimine karşı birleşti. Sosyalist İşçi’nin bu sayısında, daha büyük, küresel bir kapışmanın vekalet sahasına dönüşen Suriye’de süren ve Türkiye’nin de PYD güçlerini bombaladığını iddia ederek daha aktif bir biçimde yer aldığı savaşı anlamak ve savaş karşıtı tutumuzu belirlediğimiz geleneği kavramak için Rosa Luxemburg, Lenin, Buharin, Karl Liebknecht gibi sosyalistlerin Birinci Dünya Savaşı sürecinde yazdığı yazı ve kitaplardan kısa bir döküm hazırladık: 1917 Rus devriminde belirleyici bir rol oynayan Lenin: “Devlet, tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de başka insanların iradesini zorla baskı altına alarak-hapishaneler, özel birlikler, ordular vb biçiminde-özel bir aygıtın gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğmuştur.” (Stanley W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı, Simge Yayınevi) Özel mülkiyetin bekçisi olarak devletin ortaya çıkması, bir azınlığın toplumsal zenginliği elinde tutmak, zenginlik alanlarını geliştirmek için savaşı bir araç olarak kullanmasına yol açtı. Kapitalizm, her toplumsal düzeye olduğu gibi, savaşa da hız, teknoloji ve kıyalanamaz bir kitlesel yıkım niteliği kazandırdı. Birinci Dünya Savaşı “Büyük savaş” olarak adlandırıldı. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesine karşı en güçlü anti militarist sesi çıkartan Karl Liebknecht savaş karşıtı tutumu nedeniyle Alman devletinin hedef tahtasına oturtuldu. Liebknecht’in mahkemelerde Alman egemen sınıfına ve savaşa meydan okuyan savunmaları güncelliğini koruyor: “Esas düşman içeridedir.” “Gerçek hainler, savaşın korkunç suçunu yüklenmiş olanlardır, halkın malını, mülkünü, yoksulluğunu, terini altına ve güce dönüştürenler, aç gözlülüğü ve hırsı yaygaracı bir yurtseverlik çabasının ardında gizlenen, savaşın kendisiyle ve savaşın emperyalist hedefleriyle ilgili olan kişilerdir; (...) bütün öteki ülkelerde de halkın özgülüğünden nefret edenler, (...) bu savaşı bir özgürlük savaşı olarak sunmaya çekinmeyenler, kendi alçakça manevralarının kurbanı olan halk kitlesi daha hala gerçeği bilmediği için kendilerine daha hala hesap sorulmamış olan kişilerdir.” (Seçme Yazılar, Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi, Belge Yayınları) Emperyalizm hakkındaki çalışmaları güncelliğini koruyan Rus devrimci Nikolai Buharin: “Devlet gücü genellikle önemli bir şekilde artıyorsa, kara ve deniz kuvvetlerinden oluşan askeri örgütünün gelişimi özellikle çarpıcı hale bürünür. Kapitalist devlet tröstleri arasındaki mücadele öncelikle silahlı kuvvetleri arasındaki ilişkiler tarafından belirlenir. Zira bir ülkenin silahlı kuvvetleri, kapitalistlerin silahlı kuvvetlerinin mücadelesindeki son çaredir.” (Nikoli I. Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Kalkedon Yayınları) Sosyalizm tarihinin en parlak işçi liderlerinden Rosa
İnsanlık tarihinin ilk büyük savaşına karşı mücadele bugünkü sosyalistler için derslerle dolu.
Lüksemburg, Almanya’da Birinci Dünya Savaşı öncesinde savaştan yana tutum alan sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesinin pratik olarak enternasyonalist dayanışma anlamına geldiğini kanıtlayan mücadelenin bayrağını yükselti. Rosa Lüksemburg, emperyalist savaşa karşı mücadele hakkında şunları söylüyor: “Emperyalist vahşet Avrupa’yı yakıp yıkmakta serbest bırakılmıştır ve bunun yanı sıra Avrupa proletaryasının boğazlanmasına ‘kültürlü dünya’nın kalbi ve vicdanı seyirci kalmıştır... Orak altındaki mısır gibi biçilen şey, bizim umudumuz, bizim insanlarımızdır. Enetransyonal sosyalizmin en mükemmel, en akıllı, en eğitilmiş güçleri, modern işçi sınıfı hareketinin kahraman geleneğinin bugünkü temsilcileri, dünya proletaryasının iler muhafızları, İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın ve Rusya’nın işçileri kitleler halinde katledilmişlerdir (...) Bu, insanlığın bütün geleceğini elinde tutan, geçmişin değerlerini koruyabilecek ve onu daha iyi bir insan toplumuna taşıyabilecek olan kuvvete karşı olası bir patlamadır. Kapitalizm gerçek yüzünü ortaya komuştur; dünyaya ihanet içindedir, tarihi sebebini yitirmiştir, sürüp giden varlığı artık insanlığın ilerlemesiyle uzlaştırılamaz.” (Tony Cliff, Rosa Lüksemburg, Z Yayınları) Lenin, Birinci Dünya Savaşı sürecinde, “devrimci yenilgicilik” sloganını öne çıkarttı. Savaşta kendi devletlerinin yanında yer alan, kendi egeen sınıflarının emperyal çıkarlarını savunanlarla çok sert tartışmalar yaşayan Lenin şunları söylüyordu: “Günümüz sosyalizmi, ancak savaşan emperyalist burjuvazilerden biri veya diğerinin yanında yer almayıp
bunlardan her ikisini de ‘birbirinden kötü’ sayarsa ve her ülkede o ülkenin emperyalist burjuvazisinin yenilgisini arzularsa, kendi ismine layık kalacaktır. Bunun dışında kalan herhangi bir diğer tutum, aslında gerçek enternasyonalizmle hiçbir ortak yönü bulunmayan milliyetçi-liberal bir tutum olacaktır (...) Hükümetin emperyalist savaşa giriştiği her ülkede, devrimci propagandanın ülkenin yenilgiye uğraması olasılığını artırmasına bakıp hükümete karşı verilen mücadeleyi duraksatmamak gerekir. Hükümet ordusunun yenilgiye uğraması o hükümeti zayıflatır, onun baskı altında tuttuğu ulusal azınlıkların kurtuluşu için olanaklar yaratır...” (Tony Cliff, Lenin 2, Z Yayınları) Tüm büyük askeri güçlerin bulaştığı bir savaşla ilk kez karşılaşmıyoruz. Suriye’de süren savaş, bir girdap gibi bütün dünyayı içine çekiyor. Gerilim tırmanıyor. Bir yandan Cenevre ve Münih’te barış görüşmeleri yapılıp barış çağrıları yayınlanıyor, öte yandan tam bir iki yüzlülükle tüm ülkeler Suriye topraklarını bombalıyor. Bugün savaşa karşı mücadele her zamankinden daha büyük bir öneme sahip. Bu mücadelede yaslanacağımız bir geleneğin olması, bu geleneğin tarihin ve sınıf mücadelesinin testinden başarıyla çıkan bir pratiğe sahip olması ayrıca özel bir önem sahip. Bu geleneğin özü, “Esas düşmanın içeride” olduğunu savunan Liebknecht’in, farklı ulusların işçilerinin birbirini öldürmesi demek olan savaşa karşı keskin eleştiriler üreten Rosa Lüksemburg’un, devlet-savaş ve savaşa karşı mücadelede kendi egemen sınıflarının yenilgisini savunan Lenin ve Troçki gibi sosyalistlerin geleneğidir ve Suriye krizine yaklaşımımızda bize yön gösteren de işte bu işçi hareketi geleneğidir.
SINIF MÜCADELESİ
HER 10 KİŞİDEN BİRİ İŞSİZ: YENİ TÜRKİYE BU MU? Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre, Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı Kasım döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 29 bin kişi artarak 3 milyon 125 bin kişiye yükseldi oldu. Buna karşılık işsizlik oranı ise 0.2 puanlık azalış, 2015 Ekim dönemine göre ise değişmeyerek yüzde 10.5 düzeyinde gerçekleşti. AKP sürekli olarak ekonomideki büyümeyle övünüyor, kendisine yönelik her muhalefetin bu büyümeyi çekemeyen “dış güçlerin oyunu” olduğu yönündeki kemalist retoriğe başvuruyor. Büyüme asıl olarak patronlara yararken, yoksulların payına iş cinayetleri, açlık sınırının altında bir yaşam, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, kıdem tazminatı hakkının gaspı, taşeronlaştırma veya işsizlik düşüyor.
İşsizlerin sayısı arttığı gibi kronik işsizlik de yaygınlaşıyor.
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Türk-İş’e bağlı sendikaların İstanbul şubeleri tarafından Taksim Tünel’den Galatasaray Meydanı’na gerçekleştirilen yürüyüş ile hükümetin meclise taşıdığı kiralık işçi yasası ve kıdem tazminatının fona aktarılması yasaları protesto edildi. n Renault işçilerinin ek zam talebiyle üretimi etkileyen eylemleri üzerine, patron fabrikaya Çalışma Bakanlığına bağlı iş müfettişlerini çağırdı. Müfettişlerin “İşinizden olursunuz” diyerek baskı yaptığını anlatan işçiler, “Bize değil, farkları niye vermiyor diye işverene sorsunlar” dedi. İşçiler müfettişlere rağmen eylemlerini sürdürdü. n MATA Otomotiv'de işçiler, işten atılan arkadaşlarını direnişle geri aldırdılar. Ayrıca patronun işçilerin sendikal haklarına karışmayacağı taahhüdünde bulunduğu aktarılıyor.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
BULAMAÇ DEĞİL BERRAK FİKİRLER
Kafa karışıklığı, akademik bilinemezcilik... “Reel sosyaDSİP Şubat lizm” adı altında uzlaşmaz iki akımın (yukarıdan sosayı yalizmlantıları ve aşağıdan sosyalizm) imkansız bulamacından çıkan bulanık fikirlerle dünya değiştirilemez.
Karl Marx diye bir devrimci, 19. yüzyılda dünyayı anlamak ve değiştirmek için bir yöntem sundu. Rosa Luxemburg, V. I. Lenin, Leon Troçki, Antonio Gramsci gibi devrimciler, geçen yüzyılın başında - sonradan sosyal demokrasiye dönüşecek - “ortodoks marksizme” meydan okuyan 20. yüzyılın yeni solcularıydı. Stalinist rejim ve gelenek, Lenin’i kült yapıp içini boşalttı. Ki aynı Lenin, Devlet ve Devrim adlı müthiş kitabında
n SCA Yıldız fabrikasında patronun, grevin bir sonuç üretmeyeceğini öne sürerek başlattığı lokavt kaldırıldı. n İzmir’de İZBAN’ın Torbalı hattı açılışına katılan Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, belediye işçileri tarafından AKP’nin kıdem tazminatına saldırı girişimleri nedeniyle protesto edildi. n DİSK, kıdem tazminatının gaspına karşı Ankara ve İzmir'de sokağa çıktı. n Van İŞKUR işçileri, kalıcı iş talebiyle geldikleri Ankara'dan polisler tarafından zorla otogara götürülerek kovuldular. n Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun 15. Genel Kurulu’na katılan Çalışma Bakanı Süleyman Soylu, salonda Kürt sorunudaki savaş politikalarına karşı atılan sloganlar nedeniyle toplantıyı terk etti.
Marx’ın içinin nasıl boşaltığını, bunun sosyalizme yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu anlatmıştı. Rosa Luxemburg’u ‘o bir kartaldı’ diyerek hakkını veren Lenin’in sözünü cımbızladı. Rosa’nın işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin gücüne dikkat çeken ve her türden bürokrasiye/şef’e/yanılmaz merkez komitelere karşı çıkan fikirlerini gizledi. 1917 Ekim devriminin kazanımlarının nasıl gasp edildiğini ve dünya devrimine nasıl ihanet edildiğini yazdığı için devrimin belki de seçilmiş tek lideri olan Troçki’yi hain ilan edip katletti. İtalya’da işçi konseylerinin yani devrimin sesi olan Gramsci’ye ise eski stalinistler sahip çıktı ve ondan reformist bir hayalet yarattı. Peki insanların kafasını karıştıran, bilinemezcilik ve doğal sonucu olan örgütsüzlük/müdahalesizlik savuncusu olan; sosyal demokrat, anarşist, sosyal liberal ve stalinist fikirlerden oluşan bulamaç, hangi zihinlerin ürünüdür?
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
MODERN KÖLELİĞİN SON BİÇİMİ: KİRALIK İŞÇİ YASASINA HAYIR Özel istihdam büroları aracılığıyla işçi kiralama, işçi komisyonculuğu yapma konulu yasa tasarısı geçen hafta TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Hükümetin kiralık işçi düzenlemesinden en az 10 milyon işçi etkilenecek. Halen iş bulmaya aracılık eden özel istihdam büroları, işçi kiralayan, modern işçi simsarları haline gelecek. Kiralık işçi uygulaması, taşeron sistemini bile aratacak çok rezil bir sistem, tam bir ücretli kölelik sistemi. Yeni getirilmek istenen sistemde işçiye ihtiyacı olan fabrikalar, kadrolu işçi çalıştırmak yerine özel istihdam bürolarından diledikleri sayıda işçiyi, belli gün ya da saat için kiralayacaklar. Süresi dolduğunda, kiralanan işçinin o işyeriyle ilişiği kesilecek. Bu durumda işçi, bağlı olduğu özel istihdam bürosunun kendisini yeni bir işverene kiralamasını bekleyecek. Kiralık işçi farklı işyerlerinde kısa süreli çalışmalar yapmak zorunda kalacak. Beğenilmeyen işçi kiralandığı büroya geri yollanacak. İşçiler kıdem tazminatı, görevde yükselme, izin gibi birçok haktan mahrum kalacak. Kiralık işçi uygulamasındaki en büyük tehlikelerden birisi de zaten çok sınırlı olan sendika, toplu pazarlık ve grev haklarının kiralanan işçiler tarafından kullanılamaması olacak. Kiralık işçi uygulaması aslında kapitalizmin dünya çapında yeni geliştirmekte olduğu bir sistem. Esnek istihdam biçimlerinin en güvencesizi olan kiralık işçi uygulaması bir süredir kapitalizmin gündeminde. Geçtiğimiz on yıllar boyunca taşeron sistemini uygulayan ve bu yolla düşen kar oranlarını artırmaya çalışan kapitalizm, şimdi de kiralık işçi sistemine ilgi göstermeye başladı. Kiralanan işçi sayısı henüz İngiltere, Almanya, ABD veya Japonya’da sayısal olarak yüzde 2’lerde olsa da, bu oran Hindistan’da yüzde 50, İspanya’da yüzde 31, Meksika’da yüzde 10, Filipinler’de yüzde 11’lere dayanmış durumda. Bu da eğer işçi sınıfı karşı koymaz ise, çok yakın zamanda kiralık işçi sisteminin aynen taşeron sistemi gibi bütün kapitalist sistemin ana uygulaması olabileceğini gösteriyor. İşçi konfederasyonları başta Türk-iş ve DİSK olmak üzere kiralık işçi uygulamasına karşı çıkacaklarını, modern köleliği asla kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Ama sadece açıklama yapmak yetmez, kiralık işçi yasasına karşı acilen sokaklara çıkmalı, yasanın parlamentodan geçmemesini sağlamalıyız. Eski stalinistlerin, kemalizmden hiç kopmayan solcuların, Marx’ın tarihsel materyalizmini Politzer gibi düzeysiz bürokratlardan öğrenenlerin... Lenin’i Stalin’le aynı kefeye koyu çöpe atanlardan. Akademik bilinemezcilik ve bulanık fikirlerin kaynağı, gerçek marksist gelenekten bir haber olanlar ya da stalinizmle vb ile hesaplaşmaktan tembelce kaçıp ‘Lenin de, Stalin de, Mao da, şu da bu da herkes bizdendir’ kolaycılığına düşenlerin... Evet, 100 yıl geçti. Bir çok şey değişti, sahne değişti. Fakat kapitalizm ve egemenlik/tahakküm ilişkileri sadece biçim değiştirerek varlıklarını sürdürdü. Marksist geleneği hiçe sayan ya herhangi bir parçasından kopan sadece sağa kayar veya yapabileceği tek şey kendine bir cemaat kurmak olabilir ancak. (Bkz. Monty Python’ın Holy Grail filmi) Evet öğrenmeyi bileceğiz, esnek olacağız, fakat tarihe ve teoriye sırtımızı bir an bile dönmeden gerçek marksist geleneğe sahip çıkacağız.
10 DÜNYA
RUSYA’NIN VEKALET SAVAŞI SURİYE’DE YARAYI DEŞİYOR ALEX CALLİNİCOS
Geçen hafta Manchester’daki bir toplantıda, Suriyeli bir mültecinin kendisi ve ailesinin yaşadıklarına dair anlattıklarını dinledim. Yürek parçalıyıcıydı. Üstelik, aynı hikaye milyonlar tarafından anlatılabilir ve sayıları her geçen gün artıyor. Suriye diktatörü Beşar Esad’ın güçleri şu anda ülkenin en büyük kenti olan Halep’e bir operasyon düzenliyor. Onbinlerce sivil Halep’ten Türkiye sınırına doğru kaçıyor ve Türkiye sınırı geçmelerine izin vermiyor. Yaşanan katliam geçen hafta Cenevre’de yapılan toplantıda barış görüşmelerinin sonlanmasına yardım etti. Uluslararası Politika (Foreign Policy) dergisine göre, “Rus hava gücü neticede Esad ve onun müttefiki paramiliter güçlere, Türk sınırıyla Halep’i birleştiren ve isyancılarca kontrol edilen dar Azaz koridorunu kesme olanağını sağladı.” “Şehrin tamamen kuşatılması, rejim güçleri ve Şii savaşçıların güneye, batıya ve kuzeye ilerlemeleri nedeniyle, şu anda uzak bir olasılık. Şehrin isyancılar tarafından tutulan bölgelerinin düşmesi, Esad için dramatik bir zafer ve 2011’de ayaklanmanın başlamasından bu yana isyancıların yaşadıkları en büyük kayıp olacak.” Rusya Başkanı Vladimir Putin, Esad’ı şartsız desteklemiyor. Financial Times yakın zamanda geçen yılın sonunda Putin’in Askeri İstihbarat daire başkanı Igor Sergun’u Esad’la buluşmaya gönderdiğini yazdı. Sergun Esad’a olası bir barış mutabakatının bir parçası olarak geri çekilmek zorunda kalacağını bildirdi. Bir John le Carre romanında rastlayabileceğimiz gibi, Ocak ayının başında Sergun’un ölümü duyuruldu. Bu konudaki gerçek ne olursa olsun, Esad kendisine önerilen geri çekilmeyi reddetti. Financial Times’a göre, ‘Kremlin ile anlaşmalarında, Esad bir dış gücü diğerine karşı kullanma stratejisini uyguladı. Burada kullandığı koz İran oldu. Rusya kendisi-
Rusya’nın Suriye’de savaşa girmesi ile mültecilere yüzbinler ekleniyor.
nin aylar boyunca elde ettiği gücüne karşı Tahran’ın bölgedeki etkisinin artmasına karşı tepkiliydi.” O zamandan bu yana Putin mecbur olduğu işi isteyerek yapmaya ve Rusya hava gücünü dengeyi Esad lehine etkilemek için kullanmaya karar verdi. Rusya ve Suriye arasındaki ittifak 1940’lara dayanmakta. Bu ittifak Rusya’nın, önemi her gün artan Ortadoğu’ya ulaşmasını sağlıyor. Belli ki Putin bundan vazgeçmek istemiyor. Güç Bununla beraber, Segun’un Şam’a yaptığı ziyaret, Carnegie Moskova Merkezi’nden Dimitri Trenin’in söylediği gibi, “Putin için, Suriye’ye müdahalenin amacı hiçbir zaman Esad’ın yerini korumak olmadı, Amerika’nın bu ihtilafının çözümünde Rusya’nın anahtar rolü oynadığını anlaması içindi.”
İSTANBUL
DSİP ŞUBAT
TOPLANTILARI HERKESİN KATILIMINA VE KATKISINA AÇIKTIR.
25 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00 Beyoğlu GÖÇMENLİĞİN KADIN HALİ Konuşmacı: Selda Kemaloğlu Şişli DÜNYADA SAVAŞ KARŞITI HAREKET DENEYİMLERİ Konuşmacı: Yıldız Önen Kadıköy NEOLİBERAL BİR SALDIRI: 657 SAYILI YASA DEĞİŞİKLİĞİ Konuşmacı: Gülay Yaşar
n Beyoğlu toplantı yeri: İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 – İstiklal Caddesi n Fatih Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31 n Kadıköy: Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3
Diğer bir deyişle, Suriye halkının trajedisi, ülkelerinin bir vekalet savaşı için savaşalanı haline gelmesi. Bu savaş İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölgesel güçler arasında değil, hâlâ büyük nükleer güçlere sahip olan ABD ve Rusya arasında yaşanıyor. Washington da aynı oyunu oynuyor, üstelik yalnızca Ortadoğu’da değil. Geçen hafta New York Times “Başkan Obama Orta ve Doğu Avrupa’daki NATO ülkelerine ağır silah, zırhlı araç ve diğer ekipman teminini ciddi bir biçimde artırmayı planlıyor. ABD yetkilerinin belirttiğine göre, böyle bir hareket Rusya’yı bölgede daha da saldırgan hamlelerden caydırmayı hedefliyor” diye yazdı. ABD yönetimi Avrupa için askeri bütçenin 4 kattan fazla arttırılarak, 2,4 milyar pounda çıkarılmasını öneriyor. Macaristan, Romanya ve Baltık ülkeleri gibi ülkelerde yapılacak olan yığınak, NATO’nun bölgede tamamen silahlı askeri birlikleri
bulundurmasını sağlayacak. Bu 1997’de NATO ve Rusya arasında yapılan ve her iki tarafın sınırlarına yakın bölgelerde büyük askeri birlikler bulundurmamasının kabul edildiği anlaşmanın ihlaline neden olabilir. Batı’nın yaptırımları ve petrol fiyatlarının düşmesiyle ekonomik olarak büyük zarar gören Rusya, Soğuk Savaş sırasında yaptığı gibi, ABD ile global bir mücadeleye girmek için çok zayıf. Ama 1990’larda başlayan Avrupa’nın uzlaşması ters dönüyor gibi duruyor. Bu sırada Suriye’de savaş tırmanıyor. Uluslararası Politika Esad’ın saldırgan iradesinin Suriye- Türkiye sınırındaki önemli alanları kontrol etmekten olan hem IŞİD hem de Kürt kuvvetlerini güçlendirdiğini ileri sürüyor. Üstelik, Kürtlerin başarılarının devam etmesi, Türkiye’yi askeri müdahalede bulunma konusunda kışkırtabilir. Suriye’nin ızdırabı bitmekten çok uzak.
Üsküdar ORTADOĞU’DA DEVRİM VE KARŞI DEVRİM Konuşmacı: Emin Şakir Fatih BAŞKANLIK MI DEMOKRASİ Mİ? Konuşmacı: Esra Argış 25 ŞUBAT PERŞEMBE 19.00
ANKARA
Başkanlık mı demokrasi mi? Konuşmacı: Atilla Dirim
İZMİR
Neoliberalizm ve taşeronlaşma www.dsip.org.tr
n Şişli yeri: Rumeli Cad., Nakiye Elgün Sok., İkbal Apt, No:32/3 - Osmanbey n Üsküdar: Daimler Pastanesi -Tunusbağı Cd. No:46 n Ankara: Konur Sokak 14/13 Kızılay n İzmir: Kıbıs şehitleri caddesi 1462 sok. no:20/1 Alsancak
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099
Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
AKTİVİZM
11
ZİKA DEĞİL, KAPİTALİZM ÖLDÜRÜYOR ÇAĞLA OFLAS
Brezilya’da hükümet, zika virüsüyle mücadele etmek için tüm orduyu seferber etme kararı aldı. 220 bin asker kapı kapı dolaşarak halka bildiri dağıtmaya başladı. Önümüzdeki hafta da 50 bin asker evleri ilaçlayacak. Ordu hastalığa karşı tedbir alamayacak durumda olan yoksul halka ne yapar bilinmez ama kesin olan bir şey var: Bildiri dağıtımıyla salgın sona ermez. Dün sıtma, bugün zika Brezilya’da 1970’de yağmur ormanı içinden geçen Trans-Amazon Otobanı denilen yeni bir yol yapıldı. Yoksul insanlar da yaşadıkları yerlerden göç ettirerek yol kenarındaki evlere yerleştirildi. Yağmur ormanlarındaki milyonlarca ağacın yok edilmesi ve çok geniş bir ormanlık alanın yok olması sonucu kanallarda ve havuzlarda toplanan sular ortamı sivrisineklerin üremesine uygun hale getirdi. Yolun geçtiği alanda sivrisinekleri yiyen hayvanlar ve kuşlar da yok oldu. Yol nereye gittiyse, sıtma onu izledi. Yol inşaatında çalışanların ve yol tamamlandığında çevresine yerleşenlerin çoğu sıtmaya yakalandı, çok sayıda insan öldü. Yeni yerleşenler toprağın tarım yapacak kadar verimli olmaması ve yağmurların yolu tahrip ederek ulaşımı zorlaştırması nedeniyle çok sıkıntı çekti. Yoksulluk ve izolasyon sağlık sorunlarını daha da ağırlaştırdı. Yol inşaatında çalışan ya da yerleşmeye gelen insanlara hizmet sunacak sağlık kuruluşu ve sağlık çalışanı sayısı da çok yetersizdi. Brezilya hükümeti sıtmanın önlenmesi ve tedavisi için ülkedeki topluluklarla işbirliği içinde yıllarca çalışarak sıtmayı yok etti. Bugün Brezilya’da sivrisinekler yoluyla buluşan zika salgını ülkedeki bir numaralı ölüm nedeni. Hastalık, Aedes aegypti cinsi sivrisineklerin anne adaylarına bulaştırdığı Zika virüsünden kaynaklanıyor. Brezilya’da yetkililerinin yaptıkları açıklamalara göre bugüne kadar 3893 vaka görüldü, 5 bin bebek virüs nedeniyle hayatını kaybetti. Bugüne en büyük zika salgını olarak bilinen salgın, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre batı yarımkürede yer alan 33 ülkeye yayılmış durumda. Hastalığın şu anda bir aşısı yok ve aşının üretimi ancak 18 ay sonra mümkün. Ana akım medya ve yetkililer hastalığın nedeni olarak sivrisinekleri gösteriyor ve halkı sivrisineklere karşı uyarıyor. Oysa hastalığın yaygınlaşmasına yol açan, yoksulları sağlıksız, alt yapısız barınaklarda yaşamaya mecbur bırakan kapitalizm. Sermaye, pazar ihtiyacını karşıla-
HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ PEMBE TAKSİ UYGULAMASI
mak, ham maddeye ulaşmak için duble yollar, lüks rezidanslar, AVM’ler inşa ediyor. Ancak milyonlarca insanı sivrisineğe bağlı olan hastalıklardan korumasına yol açacak sağlıklı, korunaklı evler ve yerleşim birimlerine yatırım yapmayı karlı bulmadığı için yatırım yapmıyor. Kapitalizm sağlığa zararlı Özellikle son 30 yıldır hâkim olan yeni liberal politikalar sonucu sermaye sağlığı karlı bir alan olarak görüyor. Ve önleyici hizmetler yerine tedavi edici hizmetlere öncelik veriliyor. Hastalığın meydana gelmesine yol açacak sağlıksız ortamların çoğalması verem, tifo, tifüs, sıtma gibi hastalıkların meydana gelmesine ve kitlesel kayıplara neden oluyor. Öte yandan, ilaç araştırmalarının çoğu zengin ülkelerdeki hastalıklara yönelik yapılıyor. İlaç şirketleri, bu ilaçları alacak parası olmayan insanlara yönelik araştırmalar yapmakta bir kâr görmedikleri için aslında rahatlıkla iyileştirilebilir hastalıklardan her yıl
İlk bakışta, kadınlarca böyle bir talebin zaten olabileceği veya Özgecan cinayeti gibi örnekleri düşünürsek kadınlara koruma sağlanacağı düşünülebilir ve haksızca olmaz.
Bu hafta Sivas’ta sadece kadınlara ve ailelere özel, kadın şoföre sahip pembe taksi uygulaması devreye girdi. İki taksicinin girişimi ve belediyenin desteğiyle başlatılan uygulama sabah 08.00 ile akşam 20.00 saatleri arasında hizmet verecek.
Fakat hangi ülke, hangü kültür olursa olsun, uygulamanın temeli basit bir yanlışa dayanıyor: taciz ve tecavüzlerin kadınların problemi olduğu fikrine. Oysa bunlar erkeklik, şiddet kültürü ve cinsiyetçi sistemle ilgilidir ve toplumdaki ayrımcı zihniyetlerle mücadele edilmesi gerekir. Çözüm kadınları kamusal alandan izole etmek olamaz hatta bu “koruma hali” bizzat o zihniyetlerin ürünüdür denilebilir.
Kadınlara özel taksi, aslında Türkiye’ye özgü bir uygulama değil. ABD’den İngiltere’ye, Mısır’dan Lübnan’a dünyanın çeşitli ülkelerinde benzer hizmetler söz konusu. Zaten gelen tepkilere karşılık, uygulamanın başlatıcıları da pembe taksiyi böyle savunuyorlar.
Ayrıca pembe taksinin cinsiyetçi renk kodlamasna ek olarak bir ayrımcı yanı daha, akşam belirli bir saatten sonra hizmetten çekilmesi. Bu, kadınların gece sokağa çıkma özgürlüğünün daha en baştan yok sayıldığı anlamına geliyor.
binlerce insan ölüyor. Salgın hastalıklar, savaş, ekonomik kriz, iklim değişikliği, yoksulluk, açılık, göç: Tüm bunlar kapitalizmin semptomları. Milyonlarca insanı yoksulluk, açlık, savaşlar, “afet”ler ya da salgın hastalıklar değil kapitalizm öldürüyor. Öyleyse kapitalizmi öldürelim.
MÜLTECİLER ÜZERİNDE KİRLİ PAZARLIK SÜRÜYOR Türkiye'nin Suriyeli mülteciler üzerinde AB ile yürüttüğü kirli pazarlık, çeşitli boyutlarda sürmeye devam ediyor. Son olarak Almanya başbakanı Merkel'in Ankara ziyaretinde sürdürülen pazarlıklar, Türkiye'nin mülteciler için harcadığını iddia ettiği meblağı giderek artırmasıyla absürd noktalara ulaştı. Türkiye, mülteciler için başlarda 2 milyar dolar gibi rakamlar telaffuz ederken, sonradan bu parayı 5, 7 ve 10 milyar dolara çıkarttı. Bu arada Esad yönetimini desteklemek üzere Suriye'de bulunan Rus savaş uçaklarının Halep ve civarını bombalamasıyla birlikte, çok sayıda Suriyeli Türkiye sınırına doğru kaçmaya başladı. Kilis'e giden başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan, Türkiye'nin kimsenin kapıcısı olmadığını söyleyerek, yeni bir mülteci dalgasının Avrupa'yı da vuracağını söyledi. Akdoğan bu şekilde Suriyelilerin hayatını AB'ye karşı bir koz olarak kullanmaya devam ederken, bir yandan da sınırın Suriye tarafında mülteci kamplarının kurulacağını söyleyerek, "güvenli bölge" düşüncesini hayata geçirmeye çalışıyor. Bu, Suriyeliler için hayatlarının pamuk ipliğine bağlı olması anlamına gelirken, bir yandan da Türkiye'ye Suriye'de bir nüfuz bölgesi oluşturmanın da olanaklarını sağlıyor. Kısacası, on binlerce Suriyelinin hayatı, Türkiye'nin çoktan iflas etmiş olan Suriye politikasına bağlanarak tehlikeye atılıyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KADIN CİNAYETLERİ TÜM HIZIYLA SÜRÜYOR
CEZASIZLIĞA HAYIR! Bir yıl önce kendisine tecavüz etmeye çalışan minibüs
şoförüne karşı direnen Özgecan Aslan öldürülmüştü. Katil babası ve bir arkadaşının yardımıyla, DNA izlerinin kalmaması için Aslan’ın ellerini kesmiş sonra da cesedini yakmıştı.
Özgecan Aslan cinayetinin ardından Türkiye’nin neredeyse her ilinde protestolar gerçekleşmişti. Cinayete karşı öfke duyan binlerce insan Muş, Erzincan, Kayseri, Çorum, Düzce, Elazığ, Diyarbakır, Kırklareli, Maraş, Samsun, Van, Edirne, İstanbul, Ankara, İzmir gibi bir dizi yerde katillerin yakalanması ve kadın cinayetlerinin son bulması için günlerce sokaklara döküldü. Minibüs şoförleri araçlarına Özgecan Aslan’ın resimlerini astılar, liseli öğrenciler okullarında eylemler yaptılar, medya çalışanı kadınlar sektörde yaşadıkları tacizleri kameralar karşısında anlatmaya başladılar, sosyal medyada ‘sen de anlat’ başlığı altında binlerce kadın gündelik hayatta karşılaştıkları bir dizi tacizi teşhir eden bir dalga başlattılar. Tüm bu protestolardaki ortak tepki tecavüzcülerin ve kadın katillerinin cezasız kalmasıydı. Cinayetin ardından gösterilen tepkiler birçok tartışmanın da açılmasına neden olmuştu. Kimileri açısından Özgecan Aslan’ın ‘masumiyeti’ cinayete tepki göstermek için temel motivasyonu oluştursa da, hangi nedenle olursa olsun bu kadar geniş bir protesto dalgasının gerçekleşmesi oldukça iyi ve önemli bir gelişmeydi. Gösterilen toplumsal tepkinin sonucunda, genellikle ‘tahrik ve iyi hal indirimi’ ile sonuçlanmasına alıştığımız kadın cinayetleri davalarında, bu sefer katiller ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. Ancak Özgecan Aslan, kadın cinayetlerine karşı biriken öfkenin patladığı ve sembolleşen bir isim haline gelse de tek değildi. Cinayetler sürüyor Özgecan’dan sonra da katilleri cezalandırıldıktan sonra da kadınlar öldürülmeye ve katiller cezasız kalmaya devam etti. Geçen sene 259 kadın öldürüldü. Üstelik bu rakam sadece basına yansıyan haberlerden elde ediliyor. Bu cinayetlerde katillerin yüzde 45’i tahrik ve iyi hal indirimi aldı. Kadın cinayetlerine karşı toplumsal tepkinin süreklileşmesi çok önemli. Özgecan’ın ardından oluşan öfkenin kadın cinayetleri konusunda kapsamlı ve süreklileşmiş bir harekete dönüşememesinin eksikliği geçen haftalarda Bağdat Caddesi’nde gerçekleşen cinayetle birlikte görüldü. 19 yaşındaki genç kadın gece yarısı sokakta olduğu için yeterince ‘masum’ görülmedi ve gösterilen ahlakçı tepkiler kadın cinayetinin kendisini gölgede bıraktı. Ancak kadın cinayetlerine tepki duyan herkesi birleştirebilecek sürekli bir kampanya cinayetlere karşı hareketi örgütlerken toplumdaki cinsiyetçi ve ahlakçı fikirleri de yıkabilir. Cinsiyetçiliği geriletebilir. Böyle bir kitlesel hareket, kadınların öldürülmelerinin giydikleri kıyafetle, saat kaçta dışarıda olduklarıyla, alkollü olup olmadıklarıyla, kimlikleri veya yaşlarıyla ilgili olmadığını, kadınların geceleri sokaklarda olmasını sorunlu görmenin cinsiyetçilik olduğunu ve tam
da tecavüzlere zemin hazırlayan bir fikir olduğunu daha güçlü bir şekilde anlatabilir. Özgecan’ın ardından gösterilen tepki, her ne kadar parlayıp sönse de, Özgecan’la sınırlı kalsa da ve içerisinde bir dizi problemli yan barındırsa da kadın cinayetleri konusunda kitlesel mücadele için önemli bir toplumsal taban olduğunu gösteriyor. Mücadeleye devam Kadın cinayetlerine karşı mücadele sürüyor. Kadın cinayetlerinin davaları, hayatta kalmak için saldırganları öldürmek zorunda kalan kadınların duruşmaları sahipleniliyor ve takip ediliyor. Kadın cinayeti davalarının takipçisi olmak çok önemli. Hukuksal reformlar önermek ve bu talebi güçlendirmek de. Kadın davalarında ‘tahrik ve iyi indiriminin’ uygulanmasına son verilmesini talep ederken cinayetleri ve şiddeti önleyici bir dizi reform için de mücadele etmeliyiz. Yani gerçekleşen cinayetlerin cezalandırılmasının yanı sıra başka cinayetlerin yaşanmasının önüne geçilmesini de talep
etmeliyiz. Katillerin cezalandırılması önemli ama yeterli bir caydırıcı güç değil. İstanbul Sözleşmesi uygulansın Kadınlar en çok kocalarından boşanmak, sevgililerinden ayrılmak istediklerinde öldürülüyor. Aile konusundaki ahlakçı yaklaşımlar ve maddi engeller kadınların şiddete maruz kalmasını kolaylaştırıyor, adeta cinayete mahkum ediyor. Boşanmak isteyen kadınların ihtiyaç duyduğu desteğin karşılanması, hukuki destek, barınma ve ekonomik kaynak konusunda devlet yardımının sağlandığı bir kadın politikasının olması gerekiyor. Türkiye’nin de imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi devleti bu çerçevede adım atması konusunda yükümlü kılıyor. Şiddetin önlenmesi, soruşturulması, şiddet mağdurunun korunması ve hayatını kolaylaştırıcı desteğin verilmesi konusunda kapsamlı bir politikayı içeren anlaşma yürürlüğe girmesi için gereken ön koşullar gerçekleşmediği için icraatta uygulanmıyor.
ŞİDDETİ VE CİNAYETLERİ ÖNLEMEK İÇİN n Psikolojik şiddet de suç olarak değerlendirilmeli ve hukuki adımlar atılmalı. n Kadın sığınma evlerinin sayısı arttırılmalı. Erişilebilir, standartlı uygun sığınma evleri yapılmalı. n Kreş hakkı da uygulanmalı ve kapsamı genişletilmeli, erişilebilir olmalı. n Şiddet mağduru, boşanmak isteyen kadınların ekonomik bağımsızlığı sağlanmalı ve en temel ihtiyaçları temin edilmeli. n Medyada cinsiyetçiliğin son bulması için adım atılmalı. Şiddeti meşrulaştıran, cinsiyetçi yayınlara yaptırım uygulanmalı. n Kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet konusu resmi eğitim müfredatına girmeli, bu konuda eğitimciler de eğitilmeli. n Yasal süreçlerde kadınlara hukuki destek sağlanmalı. n Yargıdaki cinsiyetçiliğe son ! Davalarda mağduru kadınların beyanları esas alınarak yargılama yapılmalı.