DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
560
6 Nisan 2016 2 TL. sosyalistisci.org
TAKASA VE IRKCILIĞA SON ,
SINIRLARI ACIN! ,
GÖCMENLERE , ÖZGÜRLÜK 2016
marksizm
11-15 MAYIS
#istanbul taximhill otel
2
GÜNDEM
KAPİTALİZM RÜŞVETÇİDİR, VERGİ KAÇAKÇISIDIR 17 Aralık 2013’te Türkiye’de açığa çıkan yolsuzluk dosyalarının çok daha geniş kapsamlısı Panama bağlantılı bir şekilde açığa çıktı. Skandal, çok sayıda devlet başkanının aynı zamanda vergi kaçakçısı olduğunu gözler önüne seriyor. Bu bilmediğimiz bir şey değildi ama bildiklerimizin kanıtlanması çok önemli bir gelişme. Bir hukuk firmasının milyonlarca belgesi ele geçirilip sızdırıldı. Firma küresel şirketlerin ve devlet başkanları ve bunların yakınlarının gizli hesaplarla aktardıkları milyarlarca doları düzenleyen bir hukuk firması. Kara para aklama ve şaibeli para transferlerini düzenliyor.
BU PAKETLE ALEVİLERİN SORUNU ÇÖZÜLMEZ UMUT MAHİR ÖZEN
Geçen hafta hükümete yakın kaynaklar 15 gün içerisinde yeni bir tasarının meclise sunularak Alevilerin sorunlarına ilişkin düzenlemeler yapılacağını belirtti. Üç başlık altında medyaya yansıyan paketin içeriği daha meclise gitmeden tartışılmaya başlandı. Cemevlerinin altyapı sorunları, zorunlu din dersleri ve inanç önderlerinin ‘sertifikasyonu’ konularında yasal bir çerçeve oluşturmaya çalışılsa da hem ibadethane statüsünün verilmemesi hem de din derslerinin zorunluluğunun kaldırılmaması şimdiden paketi anlamsız kılıyor.
Ümit Kıvanç’ın herkesin faydalanması amacıyla kaleme aldığı kısa notlar arasında şirketin
Cemevlerine fiili statü
sızdırılan belgelerinde adı geçen devlet başkanları arasında şu isimler var: “Vladimir Putin,
Cemevleri için öngörülen değişiklikler İmar Kanunu, Belediye Kanunu ve Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılacak düzenlemelerle sınırlı kalıyor ancak cemevleri resmi bir ibadethane statüsüne kavuşmuyor. Paketin belki de tek olumlu yanı ruhsatı olmayan ya da yıkılma tehlikesi altında bulunan cemevlerini güvenceye alarak bunun yanında elektrik ve su giderlerini ücretsiz bir şekilde sağlayacak olması. Aleviler açısından bu olumluluk devletin doğrudan cemevlerine müdahale edemeyecek olmasından kaynaklanıyor.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi ve İçişleri Bakanı Muhammed bin Neyif, Beşar Esad’ın kuzenleri, İlham Aliyev ve ailesinin yanısıra, Arjantin ve Ukrayna’nın devlet başkanları, Birleşik Arap Emirlikleri Başkanı Abu Dabi Emiri, İzlanda’nın başbakanı, Irak, Ürdün, Katar, Ukrayna ve Gürcistan’ın eski başbakanları, Çin’in eski başbakanının kızı, Britanya başbakanının babası, Mısır’ın eski diktatörü Hüsnü Mübarek’in, Malezya başbakanının ve Gana eski devlet başkanının oğulları, Pakistan başbakanının çocukları, Fas kralının özel sekreteri, Arjantin’in eski devlet başkanının ve eski Fildişi Kıyısı başkanının danışmanları, Meksika devlet başkanının gözde müteahhiti, eski İspanya kralının kardeşi, Güney Afrika başkanının yeğeni, Gine’nin eski diktatörünün dul eşi ve bu kadar geniş bir uluslararası koalisyona yakışır şekilde, eski BM genel sekreteri Kofi Annan’ın oğlu bulunuyor. Ve tabiî: dünyanın herhangi bir yerinde uluslararası boyutlarda bir yolsuzluk olur da FIFA denen rüşvet şebekesi bu işe bir yerinden bulaşmaz mı? FIFA da var işin içinde.” Hükümet başkanları, başbakanlar, milletvekilleri, kısacası 50’yi aşkın ülkeden 140 siyasetçi ve bu insanların akrabaları bu devasa yolsuzluk, vergi kaçakçılığı mekanizmasının içinde. Kapitalizmi aklamak için çabalayanların iki iddiası da Panama belgeleriyle çökmüş vaziyette: Birinci iddia, kapitalizmin insanlığın ulaştığı en ideal üretim modeli olduğu savunusu. Kapitalizm, emek sömürüsünü, işçilerin emek zamanının artı kısmını gasp etmeyi meşrulaştırdığı için, özetle hırsızlığın üzerinde yükseldiği için, hırsızlığın rant, rüşvet, yolsuzluk, vergi kaçakçılığıyla elele ilerlemesi kaçınılmaz. Vergi kaçakçılığı, rüşvet ve yolsuzluk, kapitalizmden sapmalar değil, kapitalizmin yapısal, onlar olmadan olmaz özellikleri. İkinci iddia kapitalizm altında demokrasilerin, yani parlamenter rejimlerin en ideal yönetim mekanizması olduğu fikri. Demokrasinin beşiği İngiltere, demokratik ülkelerin birliği olarak caka satan Birleşmiş Milletler’in eski Genel Sekreteri’nin oğlu bu saadet zincirinin parçaları. Emirler, diktatörler, dokunulmaz başkanlar kadar demokratik olduğu iddia edilen rejimlerin siyasetçileri de bu çirkefin parçası durumunda. Lenin’in ne kadar haklı olduğu ortada. Demokratik cumhuriyetlerin bir yönü seçimler ve özgürlüklerken, madalyonun diğer yüzü rüşvet, yolsuzluklar, zorbalık. Kapitalizm hem öldürüyor hem de çalıp, yolsuzluk yapıyor. Panama skandalıyla anılacak bu sistem meşruysa, bu sistemi yıkıp insanlığı ve gezegeni kurtarma mücadelesi çok daha meşrudur. Bütün ülkelerin vergi kaçakçısı, rüşvetçisi ve yolsuzluk yapan hırsızlarına karşı bütün ülkelerin işçileri ve ezilenlerinin birleşmesi tek meselemiz!
Zorunlu din dersleriyle ilgili sorunu çözmek için de ‘Ehlibeyt Yolu’ gibi bir isimle Alevi inancının ve Alevi inanç önderlerinin anlatılacağı bir dersin seçmeli olarak okutulması gündemde. İçeriğini kimin hazırlayacağı belli
olmayan, asimilasyonu engellemenin aksine daha tehlikeli bir durum yaratabilecek bu tasarının da Aleviler açısından kabul gördüğü söylenemez. Din derslerindeki zorunluluğun kalkıp kalkmayacağı, Alevi öğrencilere dayatılmaya devam edilip edilmeyeceği belirsiz bırakılamayacak kadar önemli bir mesele olarak görülüyor. Son olarak ise İçişleri veya Kültür ve Turizm gibi bakanlıklar altında, Aleviler arasındaki ayrışmaları standartlaştırmak adına, Alevi kurumlarının da içinde olacağı geçici kurullarla nerenin cemevi olacağı, kimlerin dede olabileceği gibi konuları karara bağlayarak Alevilerin ALEVİLER NE İSTİYOR? içişlerine müdahale n Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır, edilmesi planlanıyor. Bugüne kadar yaşa- n Cemevleri amasız fakatsız ibadethanenan çözümsüzlüğün dir, nedenini kendi poli- n Dergâhlarımız sahiplerine teslim ediltikalarında değil de melidir, Alevi kurumlarının n Kamudaki ayrımcılığa son verilmelidir, görüş ve yaklaşım farklılıklarında ara- n Nefret söylemi kullananlara karşı yasalar yan hükümetin aklı- çıkartılmalıdır, na Alevi dedelerine n Alevi köylerine zorla cami yapımına son ehliyet dağıtmaktan verilmelidir, başka bir çözüm geln Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır, memiş gibi görünün Milli Eğitim müfredatındaki başka topyor. luluklara ve Alevilere karşı nefret söylemleri kaldırılmalıdır,
BAŞBAKAN BİLE ‘TUTUKSUZ’ DİYOR: BARIŞ İSTEYEN AKADEMİSYENLER HALA HAPİSTE #özgürlük
n Madımak utanç müzesi olmalıdır, n Hakikatler komisyonu kurulmalı ve katliamlarla yüzleşilmelidir, n Eşit yurttaşlık hukuku oluşturulmalıdır.
GÜNDEM
HÜKÜMET SEÇMEN İRADESİNİ TANIMIYOR
ATİLLA DİRİM
?
Devletin bütün imkânlarını kullanarak her türlü baskı
ve şiddet yöntemini uygulamasına, halka verdiği bütün gözdağı ve tehditlere rağmen, Kürt illerinde belediyelerin çoğunun Kürt halkının temsilcilerinde olmasını engelleyemeyen AKP, seçimle kazanamadığı belediyeleri bu defa kanun yoluyla gasp etmeye çalışıyor. Dolmabahçe Mutabakatı'ndan hemen sonra müzakere masasını devirerek Kürt halkına savaş açan AKP, bu savaşı Kürt yerleşimlerini yıkarak ve yüzlerce insanı katlederek sürdürüyor. Her ağzını açtığında millî iradeden, sandığın öneminden, demokrasiden dem vuran AKP, söz konusu Kürtler olunca demokrasinin kırıntısını bile rafa kaldırmaktan çekinmiyor. Kürt halkının ezici çoğunluğunun oylarını alarak işbaşına gelen DBP'li belediye eşbaşkanları, savaşın başlamasıyla birlikte çok ağır baskılara maruz kaldı. Onlarca Kürt belediye başkanı özyönetim ilan ettiği ve teröre destek verdiği gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ancak bütün bunlarla yetinmeyen hükümet, Kürtler tarafından yönetilen belediyelere, daha önce rakibi olarak gördüğü medya kuruluşlarına yaptığı gibi, kayyum atama yoluyla el koymak için harekete geçti. Bu konuda 'yerel yönetim reformu' adı altında hazırlanan kanun tasarısına göre, 'teröre bulaşan' belediye başkanları görevden alınacak, yerlerine kamu yöneticileri arasından atama yapılacak. Kanun tasarısı görevini yapmayan ya da yeterince yerine getirmeyen belediye başkanları ile 'teröre bulaşan' yani, Kürt halkının talepleri doğrultusunda faaliyet gösteren
belediye başkanlarının görevden alınmasını öngörüyor. Seçimle kazanamadığı belediyeleri AKP'ye devretmek için hazırlanan bu kanun taslağında, görevden alınan belediye başkanlarının yerine belediye meclisi üyelerinden biri getirilmeyecek, büyükşehirlerde ve illerde İçişleri Bakanlığı, belde ve ilçelerde valiler tarafından belediye başkanlığı görevlerini üstlenecek bir 'kayyum' atanacak. Halkın değil, rantın hükümeti Yerel yönetim reformu adı altında yapılacak olan düzenlemenin dikkate değer başlıklarından biri; belediyelerin özgelirlerinin artırılması için tıkanan imar düzenlemelerinin önünün açılmasının öngörülmesi. Bunun ne anlama geldiği, kısa bir süre önce bir gece içinde Diyarbakır'ın Sur ilçesinin neredeyse tamamının kamulaştırılmasıyla ortaya çıktı. Devlet güçleri tarafından yıkılan binalar, imar değişimiyle ranta açılacak, yıkılan şehirler TOKİ üzerinden zenginlerin servetlerine servet katarken, yüzlerce yıllık kültürel miraslar yok edilecek. Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek ise yaptığı açıklamada yasal olarak belediyeler hakkında tek bir soruşturma açılmasının, belediye başkanlarını görevden almak için yeterli olduğuna işaret etti ve kanunların antidemokratik niteliğine dikkat çekti. Yüksek, DBP’li belediye başkanlarının görevden alınması hakkında ise “Seçilmiş hükümete müdahale, hükümeti değiştirme, görevden alma nasıl bir darbe olarak tanımlanıyorsa, bu da bir darbedir” dedi. DBP Eş Genel Başkanı, son olarak 12 Eylül cuntasının mimarı Kenan Evren döneminde belediyelere kayyum atandığını hatırlattı.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ÇÖZÜM SÜRECİ BUZDOLABINDA MI? Kürt sorununda savaş yöntemleri devreye girdiğinden beri süren bir tartışma var: Çözüm sürecini kim bitirdi? Soru bu. Oysa bu sorunun bugün hiçbir önemi yok. Daha önemli olan soru şu: Çözüm süreci, neden bu kadar hızlı sonlanabildi ve yeniden başlaması için neler yapmalı? Çözüm sürecinin hızla sonlanması ne Ceylanpınar’da iki polisin ölmesine bağlı ne de Kobanê’yle dayanışma eylemlerinde çıkan olaylara. Çözüm sürecini hızla sonlandıran, Suriye’deki gelişmeler ve en başından itibaren çözüm sürecine karşı olanlarla AKP liderliğinin uzlaşması oldu. Çözüm süreci, “Demokrasi olmadan barış olmaz”, “Bu AKP’yle mi barış yapacaksınız” diyenlerden, Kürt sorununda çözümün Sri Lanka modelinden başka bir yolla mümkün olmadığını savunanlara kadar geniş bir koalisyon tarafından yıpratıldı. Bugün bu koalisyon, çözüm sürecini bir tartışma süreci olarak ele alan ama Kürt sorununun çözümü için somut siyasi ve sosyal uygulamaları hayata geçirmeyi sürekli olarak erteleyen hükümetin de ikna olmasıyla AKP’yi de içine alarak ilerliyor. AKP, devleti yöneten parti olarak Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler nedeniyle bu koalisyona hızla katıldı. Türkiye’de çözüm hakkında konuşmakla Suriye’de Kürtlerin özerkliğinin gelişmesi AKP liderliği açısından yan yana ilerlemesi mümkün olmayan iki süreçti ve tehlikeliydi. AKP liderliği yeniden çözüm sürecine başlayabilir mi? Çözüm süreci buzdolabından çıkartılabilir mi? Başbakan Davutoğlu çözüm sürecinin başlaması için şu şartları koydu: “Halkın çözüm sürecinden beklediği şey, silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa, 2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir. PKK silahı bırakacak, bunun başka yolu yok. Silah bırakıldıktan sonra, niye konuşulmasın barışın şartları içinde? O zaman siyasetin kanalı açılır. Silah konuşmaya başlayınca siyaset hissizleşiyor.” Sorunu sadece silah bırakmaya indirgese de Davutoğlu’nun
HAFTANIN IRKÇISI TUZLA’DAKİ KÜRT DÜŞMANI KOMUTAN Tuzla Piyade Okulu’nda kendisini kışla içindeki bir ağaca asarak intihar eden er Taha Yapar’ın ölümü hakkında yürütülen soruşturma sırasında, Tuzla Piyade
Okulu Komutanı Tuğgeneral İ.C.’nin görevli personele hakaret ettiği, mobbing uyguladığı ve ırkçı ifadeler kullandığı iddiasıyla hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Bu intihar olayının araştırılması için yapılan toplantıya katılan Tuğgeneral İ.C., Kürt astsubay ve erlere yönelik olarak ‘şerefsiz, hain, it soyu’ gibi ifadeler kullanırken, onbaşı G.Ç.’ye “Van’lı değil mi? Al sana bir o. çocuğu daha” dediği ve İ.C.’nin Van’lı bir diğer er S.Z’nin tekmil vermesinin ardından “Al bir o. çocuğu daha” ifadelerini kullandığı iddialar arasında yer aldı. Tuzla Piyade Okulu’nun o komutanı, bu performansıyla haftanın ırkçısı.
2013 Mayıs’ına dönülmesinden bahsetmesi, çözüm süreci açısından olumlu bir tartışmayı gündeme sokar gibi olsa da Erdoğan kısa çıkışıyla Davutoğlu’n yanıt vererek çatışmalı sürecin devam edeceğinin altını çizdi. Erdoğan şunu söyledi: “Son terörist imha edilene, son tehdit ortadan kaldırılana kadar yola devam edeceğiz. Bu konuda en küçük bir tereddütümüz yoktur.” Erdoğan “yok” dese de belli ki devlet katında bazı tereddütler var. Bize düşen bu tereddütleri derinleştirmek ve çatışmalı ortamın sona ermesini sağlamak için barışı daha gür bir sesle haykırmaktır.
4
DÜNYA
FRANSA: İŞÇİLER GREVDE MİLYONLAR SOKAKTA
NÜKLEER DEVLETLERİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ 2010 yılından bu yana 'dünya çapında nükleer terörizmi önlemek' hedefiyle yapılan Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin dördüncüsü bu yıl New York’ta düzenlendi. Türkiye’den de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı zirvede ABD Başkanı Obama, yaptığı konuşmada şu anda dünyada teröristlerin nükleer bir saldırı düzenleme ihtimalinin gerçek bir tehdit olduğunu ve bunun küresel güvenliğe yönelik en büyük tehditlerden biri olacağını söyledi. Nükleer silahlar konusunda mücadele edilmesi gereken yerler olarak ise Kuzey Kore ve Hint Yarımadası’nı işaret etti. Zirve sonunda açıklanan sonuç bildirgesinde nükleer terörizme karşı mücadele kararı alındı. Dünyada nükleer silahların durumu Geçen haftalarda Brüksel’de gerçekleşen saldırının ardından saldırganların Belçika’daki nükleer tesisin planlarını ele geçirmiş olduğunun ortaya çıkması, nükleer terörizme dair endişelerin daha da artmasına yol açtı. Ancak şu anda dünyada ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Pakistan, Hindistan, İsrail ve Kuzey Kore'den oluşan dokuz devletin, yaklaşık 16 bin adet nükleer silahı bulunduğu biliniyor. Üstelik özellikle Suriye’de savaşın kızıştığı günlerde ABD ve Rusya birbirlerini nükleer cephanelerini kullanmakla tehdit etmekte hiçbir sakınca görmediler. Rusya Başkanı Putin defalarca Rusya’nın dünyada en büyük nükleer cephaneliğe sahip ülke olduğunu ve gerekirse bunları kullanmaktan çekinmeyeceklerini hatırlattı. Nükleer silahlanmaya son
Fransa işçi sınıfının gücü tepeden tırnağa sendkalarda örgütlenmiş olmasında ve bu sendikaların gerçek işyeri örgütlenmeleri olmasından kaynaklanıyor.
Fransa’da bir süreden beri gündemde olan ve esnek çalışma, çalışma saatlerinin uzaması, işten atmanın kolaylaştırılması, güvencesiz çalışma gibi saldırıları içeren yeni iş yasasına karşı, yasa tasarısının meclise sunulduğu 31 Mart Perşembe günü yapılan gereve lise ve üniversite öğrencileri de okulları boykot ederek destek oldu. Ülke genelinde 200 farklı noktada yağmura rağmen kitlesel yürüyüşler yapılırken, bazı bölgelerde öğrenciler okullarını işgal etti. Genel grev özellikle ulaşımda başarılı oldu; tren, metro, hava ulaşımı ve eğitim sektörü etkilendi. Hava trafik kontrolörleri ve makinistlerin grevi nedeniyle ülkede trafik felç oldu. Orly Havaalanı'ndaki uçuşların en az yüzde 20’si iptal edildi. KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
KAPİTALİZM VE ÇOCUKLAR Yegane motivasyon kaynağı kâr ve her zaman daha fazla kâr elde etmek olan kapitalizm için çocuklar, toplumun sömürüye en açık kesimlerinden birini oluşturuyor. Çeşitli anlaşmalar tarafından yasaklanmış olmasına rağmen, kapitalizm dünyanın her yerinde çocukları çeşitli endüstrilerde ucuz emek gücü olarak kullanmaya devam ediyor. Ayrıca çocuk tacizleri dünyanın en önemli sorunlarından biri olarak önümüzde duruyor. ILO verilerine göre; üçte ikisi Asya’da olmak üzere yaklaşık 250 milyon çocuk çok kötü koşullarda çalıştırılıyor. Gelişmekte olan ülkelerde 5-14 yaşları arasında bulunan 250 milyon çocuk işçinin 120 milyonu tam gün çalışı-
n 250 lisede boykot En büyük öğrenci sendikası olan UNEF’in başkanı ülke çapında yapılan gösterilere milyonlarca kişinin katıldığını söyledi. Bu gösterilerde özellikle öğrenciler çok önemli bir rol oynadılar. Bu, yeni iş yasasının gündeme gelmesinin ardından Fransa’da gerçekleşen dördüncü genel grev. 9 Mart’taki genel grevden bu yana hem sendikalar hem de öğrenci örgütleri iş yerlerinde ve okullarda toplantılar yaparak, 31 Mart’taki bu genel greve hazırlandılar. Fransa’da 5 Nisan’da yeni bir genel grev daha yapılması planlanıyor. Kamuoyu yoklamaları, Fransız halkının yüzde 58’inin reform planlarına karşı olduğunu ortaya koyuyor. Yasa tasarısının Nisan sonu ya da Mayıs başında parlamentoda oylanması bekleniyor. yor. Bu çocuk işçilerin yüzde 61’i Asya, 32’si Afrika ve yüzde 7’si Latin Amerika’da bulunuyor. Genellikle kırsal kesimde, tarım sektöründe çalıştırılan çocuklar ailelerince bir yatırım aracı olarak görülüyor. IPEC’in verilerine göre, çalışan çocukların üçte ikisini erkekler oluşturuyor. ILO’nun araştırmalarına göre çocuk işçiler seks ticareti ve fabrika işçiliğinin yanı sıra dilencilik, silahlı soygun, ev işlerinde hatta haşhaş-eroin trafiğinde de kullanılıyor. Ayrıca örneğin dünyanın en büyük gıda üretim şirketi olan Nestle, yasaklanmış olmasına rağmen çocukları kakao üretiminde çalıştırıyor. Çocuklar kapitalizm altında sadece çocuk emeği sömürüsünün kurbanı olmuyorlar. UNICEF’e göre, dünyada 2-14 yaş aralığındaki her 10 çocuktan 6’sı bakıcılarının fiziksel şiddetine maruz kalıyor.
Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde yapılan konuşmalar ve açıklamalar kulağa çok hoş gelse de başta ABD ve Rusya olmak üzere nükleer silah sahibi devletler bu konuda tam olarak iki yüzlü bir tutum sergiliyorlar. Dünyada 2013 yılından beri sırasıyla Norveç, Meksika ve Avusturya’da ‘Nükleer Silahların İnsani Sonuçları’ başlıklı üç konferans düzenlendi. Bu konferansların tamamında bu silahların varlığının başka güçler tarafından ele geçirilme ihtimalinin önünü açtığı vurgulandı ve bu silahların herkes için yasaklanması gerektiği çağrısı yapıldı. Ancak bu konferansa, beşi BM Güvenlik Konseyi üyesi de olan, nükleer silah sahibi devletlerin hiçbirisi katılmadı ve bu çağrıyı desteklemedi. Üstelik bu silah bugüne kadar sadece ABD tarafından Japonya’ya karşı kullanıldı. Dolayısıyla eğer nükleer silahların bir tehdit olarak varlığı engellenmek isteniyorsa teröristlerin bu silahları edinmesi riskine dikkat çeken devletler öncelikle kendi nükleer cephanelerine bakmalı ve tartışmaya oradan başlamalılar. Ayrıca dünya çapında çocukların yüzde 90’ı aileleri tarafından fiziksel olarak cezalandırılıyor. Her yıl 15 yaşın altında 57 bin çocuk, fiziksel şiddetten dolayı hayatını kaybediyor. Dünyada seks endüstrisinin elinde sıkışıp kalmış 2 milyon çocuk bulunuyor. Ve yine dünyada her yıl 40 milyon çocuk tacize uğruyor. Kadınların yüzde 20’si ve erkeklerin yüzde 5-10’u çocukken tacize maruz kalıyor. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni Türkiye de dahil 197 ülke imzalamış durumda. Ancak bu tür anlaşmalara, verilen sözlere rağmen tüm dünyada çocuk sömürüsü ve istismarı devam ediyor. Çünkü kapitalizm gibi, kârdan başka bir şey umursamayan bir sistemde çocuklar ucuz emek gücü olarak görülüyor. Merkezine insanı almayan bu sistem, korunması gereken hiç kimseyi önemsemediği gibi çocukları da önemsemiyor.
RÖPORTAJ
5
“HAK TEMELLİ BİR ÇOCUK POLİTİKASI GEREKLİ”
Karaman’da 45 çocuğa cinsel istismarda bulunuğu iddia edilen ve 10 çocuğa tecavüz ettiği kanıtlanan, Ensar Vakfı ve Karaman İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği’nce kiralanan evlerde ders veren öğretmenin gözaltına alınmasıyla toplumda büyük bir tartışma da başladı. Siyasi kutuplaşmanın etkisiyle konu kayıkçı kavgasına dönüşürken unutulan çocuklar oluyor. Hâl böyleyken 10 yıldır çocuk hakları konusunda çalışma yürüten Gündem Çocuk Derneği’nden Ezgi Koman’a kulak verdik. Çocuk istismarının yaygınlığını ve ona karşı nasıl bir politika üretmek gerektiğini konuştuk. Ensar Vakfı’nda olanlar sanki münferit bir vakaymış gibi tartışılıyor. Çocuk istismarının yaygınlığı ne durumda? İstismar yerine şiddet demeyi tercih ediyoruz. Çünkü istismar da bir şiddet biçimi. Hafızaları tazelediğimizde bu işin yıllardır önümüzde olduğunu, sistematik olduğunu, art arda yaşanan olaylardan görebiliyoruz. Yıllar önce üst üste çocuk cinayetleri olmuştu. Kars’ta 9 yaşındaki Mert gibi her birinin cinsel şiddete maruz kaldığı ortaya çıkınca, o zaman dönemin Başbakanı çıkıp ‘idam getireceğiz, yasaları ağırlaştıracağız’ demişti. Yasada değişiklik oldu ama işe yaramadığı çok açık. O günden bugüne devam ediyor. Bir de rıza ve iyi hal indirimi veren bir yargı yapısı var . Meselenin sadece muhafazakarlıkla ilgisi yok. Ama Ensar Vakfı meselesinde muhafazakar politikalar boyutu olduğunu düşünüyoruz. Bu yurtlar ‘dindar nesil’ politikasının bir parçası. Bu yurtlar aslında olmaması gereken kurumlar. Yasal olarak o yaştaki çocuklara, çocukların konaklayacakları bir eğitim hizmetini sadece Milli Eğitim Bakanlığı verebilir. İleriki yaşlar için bu hizmet yasal olarak özel kurumlara devredilebilir ama küçük yaş çocuklar için olamaz. Dolayısyla bu kurumlar legal yapılar da değil. Dahası CHP’nin raporuyla ortaya çıktı ki, bu yerlerin denetlenmesi sadece Diyanet İşleri’ne bırakılmış durumda. Yani hiçbir şekilde MEB’in denetiminde değil. Ama elbette sadece yurtlarda değil Pozantı, Şakran gibi kapalı kurumlarda da benzer durumlar yaşanabiliyor. Bırakın yurtlarda kalmayı, çocuğun servise binip yaşadığı yerden uzakta okula gitmesi bile pek çok sıkıntıya yol açıyor. Bu gücün kötüye kullanımı, iktidar meselesi aslında. Çocuk her zaman yetişkinin uzantısı olarak algılanır. Bağımsız, hakları olan birey değil dolayısıyla her şey yapılabilir diye görülür. Çocuk, insanlar arası ilişkilerin hiyerarşisinde alt tarafta kalır. Yetişkinlerin kurguladığı dünyada hiyerarşinin zayıf tarafındadır. Bu yüzden şiddetin nesnesi oluyor. Bakanlar ve bazı köşe yazarları tarafından Ensar Vakfı’nın kurum olarak korunması gerektiğine dair açıklamalar, ilk refleksin bu olması toplum ve çocuklar üzerinde nasıl bir etki bırakıyor? Bu durum şiddeti meşrulaştıran bir şey oluyor. Doğru düzgün tartışılamamasına neden oluyor. Olaya yüzeysel bakılıyor ve meşrulaştırılıyor. Eğer bugün, bu şiddet meselesine devlet başka türlü tutum geliştirmiş olsaydı, 2014 veya öncesinde başka bir tutum alınsaydı, şüphesiz sorun tamamen çözülmemiş olurdu ama en azından başka taraflarını konuşuyor olurduk. Devletin denetleme yükümlülüğü var. Bu sorumluluğu görmezden gelmek hiçbir işe yaramıyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, hakların korunmasından ve hayata geçirilmesinden devlet sorumludur. Devletin sorumluluğu çocuk bakımını özel kurumlara devredince bitmiyor. Kim bu insanlar, çocuklarla bir araya gelenler kim, bunlar çok önemli. Ensar Vakfı’ndaki en önemli şeylerden biri, 4 yıl boyunca süren şiddet ve büyük bir sessizlik var. Kimsenin fark etmemesi mümkün
değil. Mutlaka çocuklar ipuçlarını vermişlerdir. Bunun gibi pek çok olayda biliniyor ve üstü kapatılıyor. Çocuklar dışa vurmuştur ama bunu anlamayacak formasyonda insanlarla birlikteler. En azından bu yapılmamış. Yani görevi ihmal de var. Devletin bütün bunları tartıştırmaması korkunç bir şey. Şu an yaşanılan da bu yurtların varlığı da muhafazakar politikaların devamı. 4+4+4 eğitim sisteminin uzantısı. Okullar kapanıyor ve çocuklar yurtlara yönlendiriliyor. Ama tabi ki ‘sadece dindar kişiler yapar’ gibi bir şey söylemek söz konusu değil. Eğitim kurumlarının özelleştirilmesi ve çocuk bakımı sorumluluğunun sadece ailede olması, çocuk haklarını nasıl etkiliyor? Çocuklar için ‘daha iyi bir dünya mümkün’ meselesinin yapı taşı çok net bir biçimde çocuk hakları sözleşmesi. Bu sözleşme çocuklara daha özgürleştirici ve mutlu bir hayatı vadediyor. Neoliberal politikalarla devletin kendi görevlerini havale etmiş olması, taşerona devretmesi, devletin görevini ortadan kaldırmaz diyor bu sözleşme. Türkiye de bu sözleşmeye taraf olan ülkelerden biri. Ev içi şiddeti önlemekten de devlet sorumlu. Bunun pek çok yolu var. Tabi ki özgürlükleri kısıtlayıcı, müdahaleci bir şeyden bahsetmiyoruz. Ama çocukların ev içinde de yani, en özel alanda korunmasından da devlet yükümlü. Gerek aileye danışmanlık sağlanmasından gerekse yoksulluğun azaltılması gibi toplumsal örüntülerin değiştirilmesinden devlet sorumlu. İnsan haklarından yana bir sistem çocuklara yönelik şiddeti engeller. Uzun yıllardır çocuk hakları üzerine çalışıyorsunuz. Şiddet çocuk haklarının sadece bir boyutu. Çocuk ce-
zaevleri, çocuk işçilik gibi bir dizi başlık var. Çocuk haklarına dair bütüncül bir yaklaşım nasıl olmalı? Nasıl bir politika geliştirilmeli? 10 yıl boyunca çocuk hakları meselesinin politik olduğunu gördük. Sermaye ve devlet arasındaki işbirliğinin bir sonucu olarak; ucuz iş gücü ihtiyacı ortaya çıktığında, çocuk işçi çalıştırılmasının da önü açılıyor. Çocukların çalışma koşullarının güçleşmesi hemen iş cinayetlerine yansıyor. Muhafazakar politikalarla kapalı kurumlar oluşup şiddet olasılığı artıyor. Savaş politikalarının uygulanmaya başlamasıyla keskin nişancılarla ölen çocuk sayısı artıyor. Çocuk hakları dünayada ve Türkiye’de olan bitenden, yoksulluktan, devletlerin tutumlarından bağımsız değil. Çocuk meselesi tuhaf aslında, iktidar kim olursa olsun çocukları kendi ideolojisinin bir nesnesi olarak görüyor. Şimdi muhafazakar bir iktidar var ama daha öncekiler çocuktan elini çekmişlerdi demek değil bu, hiç alakası yok. Toplumun sorunlu çocuk algısı değişmeli. Çocuğun özne olduğunu, hak ve özgürlükleri olan birey olduğunu görmeyen, yaşamın eşit ortağı olduğu görmeyen algı değişmeli. Çocukların varlığı ve geleceği öteleniyor. Çocukların geleceğe dair yatırım nesnesi olarak görülmesi algısından, ‘gelecekte anasına babasına bakacak’ algısından kurtulmak gerekiyor. Bu olmadıkça mesele çok zor. Toplumun sorunlu çocuk algısı hak ihlallerinin önünü açıyor. Bu algının temelinde hak temelli, bütüncül, insan haklarına dayalı çocuk politikasının eksikliği yatıyor. Kürdistan’da çocuklar ölüyor öbür taraftan tecavüze uğruyorlar, eğitimde özgürleştirici bir çocuk politikası yok. Kısaca hak temelli bir çocuk politikası çok acil, çok gerekli. Röportaj: Meltem Oral
6 BAŞBAKANDAN İTİRAF Ahmet Davutoğlu, geçen hafta içinde yaptığı açıklamada, “PKK 2013 Mayıs’ına dönerse her şey yeniden konuşulabilir” dedi. Çözüm sürecinin bitirilmesinin sebebinin Ceylanpınar’da öldürülen iki polis olduğunu iddia etti. Bu tespitin doğru olmadığı açık. Başbakan'ın sözlerinin ne ölçüde bir sinyal sayılabileceği de kuşkulu. Ancak önemli olan, aylar sonra hükümet kanadından ilk defa buna benzer bir söz edilmiş olması. Bütün bu saldırganlığın ve savaş propagandasının içinde, Davutoğlu’nun sözleri, devletin savaşa daha fazla devam edemeyip, önünde sonunda tekrar masaya oturmak zorunda kalacağına dair bir itiraf sayılabilir. Başbakan daha önce de akademisyenlerin tutuksuz yargılanmaları gerektiğini düşündüğünü ifade etmiş, bu sözlerine AKP’li savaş medyasında yer verilmemişti.
İŞÇİNİN YERİ AKP DEĞİLDİR
SAVAŞA K TOPYEKÛN BARIŞ Sosyal medyadaki atmosfere bakıldığında ortam, Türkiye’den kaçıp başka bir ülkeye yerleşmek için 1 Kasım seçimlerinin ertesi gününden bile daha elverişli. Kürt illerinde infaz ve katliamlar, Batı’da haftada bir patlayan bombalar, ifade ve gösteri özgürlüğüne yönelik saldırılarla birlikte birçok kişi, son sürat bir uçuruma doğru yuvarlandığımız hissiyatında. Bu korku ve karamsarlık havasının elbette gerçek bir yanı var. 10 Ekim'de Ankara'daki barış mitingindeki kitlesel katliamdan beri, patlayan her bomba, Batı’da değişim ve özgürlük isteyenlerin bir araya gelebilme, eylem yapabilme yeteneğini ciddi ölçüde hedef aldı. Özel harekât polislerinin ve askerlerin Kürt illerindeki vahşetinin dozu epey yükseldi. Ancak bu durumun 'tespitini' döne döne yeniden yapmak ve bundan başka hiçbir şey söylememek, başka hiçbir şeyin olmadığını iddia etmek, var olan karamsarlık havasını kat be kat artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Özellikle orta sınıflar arasında yaygın olan bu ruh hâli, karamsarlığa yol açıcı gelişmelerin etkisinin, olduğundan 10 kat daha büyük hissedilmesini sağlıyor.
Erdoğan, kendisini devirmek isteyen Türkiye’nin en zengin ailesi ile “barışırken.”
AKP, 2002 seçimlerinde iktidara geldiğinde yüzde 34 oy almıştı. Asıl sıçramasını, 2007’de darbeciler tarafından hedef alındığında gerçekleştirdi. Muhtıradan sonraki 2007 seçimlerinde oyunu neredeyse bir buçuk katına çıkardı. Yüzde 50’ye vardığı 2007-2011 döneminde ise Kürt sorununda çözüm vaadinin, Habur’dan girişlerin etkisi büyüktü. 2013 yılı başında çözüm süreci başladığında toplumun üçte ikisi buna destek verirken, bu kitlesellik büyük ölçüde Kürt hareketi ve AKP tabanından oluşuyordu. Bir barış hareketi, AKP tabanındaki geniş emekçi ve yoksul kesimleri kazanmayı ve seferber etmeyi hedeflemeli. 7 Haziran’da AKP’yi boykot eden veya HDP’ye oy veren milyonlarca kişi, doğru siyasi hat izlendiğinde bunun gerçekleşebileceğinin göstergesi.
Asıl mesele Suriye Bugün gelinen noktayı kavrayabilmek için çözüm sürecinin bitirilip savaşın yeniden başlatıldığı sürecin arkasındaki dinamikleri anlayabilmek önemli. Kürtlere yönelik saldırının sebebinin sadece 7 Haziran sonrası Erdoğan’ın ömrünü uzatma girişimi veya HDP’nin aldığı yüzde 13’lük oy olduğunu söyleyen analizler hatalı. Davutoğlu, ilk kez 'önlem' alma çalışmalarına, 2014 yılının son çeyreğindeki Kobanê olaylarından sonra başladıklarını söylüyor. Asıl kırılma ise, 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de HDP ve AKP liderlerinin yaptığı ortak çözüm açıklamasına Tayyip Erdoğan’ın karşı çıkmasıyla başlamıştı. Bundan bir buçuk ay kadar sonra Abdullah Öcalan’la görüşmeler kesilmiş, yaz aylarında ise çözüm sürecinin 'bozdolabına
kaldırıldığı' ifade edilmşti. Yaşanan savaşın, iki taraf için de, Türkiye’yle bir alakası yok. Hükümet, Kürtlere Suriye’de bir devlet kurdurtmama amacının etrafında, egemen sınıfın ve devletin tüm kanatlarını birleştirdi. 'Şanlı' Türk devleti, her zaman düşmanı olan Kürtlere karşı bu 'kutsal' amaç etrafında hareket ediyor. Keza Kürt hareketi de, Rojava’da elde edilen ulusal kazanımların yarattığı ivmeyle kuzeyde de özyönetim ve mücadele stratejilerini test edeceği, hatta bunun sonucunda sıçrama yapacağı bir tarihsel kesit yakaladığını düşünüyor. Savaş nizamı Türkiye hem içeride hem de dışarıda savaş hâlinde olduğu için ülkedeki tüm siyasi atmosfer bu savaş ortamı etrafında şekilleniyor. Dolayısıyla, savaşa giren her hükümetin yapacağı gibi, devletten yana olmayan ve milliyetçilikle arasına mesafe koyan her ses ısrarla bastırılmaya çalışılıyor. Olağan zamanlarda düşünülemeyecek baskıların uygulanmasının sebebi, savaşın kazanılması için böyle bir 'birlik' havasının şart olarak görülmesi. Dolayısıyla, bundan iki sene önce 'çözüm sürecine destek' olarak görülüp hükümet çevreleri tarafından bile alkışlanabilecek hareketler, bugün tutuklanma gerekçesi olabiliyor. Bilgi Üniversitesi’nden akademisyen Chris Stephenson, yanında HDP’nin Newroz davetiyesiyle 'yakalandığı' için önce gözaltına alınıp daha sonra sınır dışı edilebiliyor. Barış talep eden bir metne imza atan 1128 akademisyen ise en başından beri AKP liderliğinin ve her türden Türk milliyetçisinin hedefinde. Sabırlı ve inatçı bir mücadele Suriye’deki krizin ve Kürtlerin statüsünün akıbetinin daha epeyce bir süre çözüme kavuşmayacağı açık. Dolayısıyla, hem baskının arttığı hem de canlı bomba saldırılarıyla kitlesel eylem yapma yeteneğini bir ölçüde kaybettiğimiz bu
GÜNDEM 7
KARŞI N
ÖLÜM DEĞİL ÇÖZÜM İSTİYORUZ n Savaşın, ölümlerin ve bombaların durması için n Kürtlere karşı savaş politikası derhal terk edilmeli, çözüm süreci masasının yeniden kurulacağı ilan edilmeli n Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit sonlandırılmalı n Suriye’deki savaşı derinleştirecek her türlü hamleden vazgeçilmeli, Türkiye’nin Suriye'ye yönelik müdahaleleri bitirilmeli n Emperyalist koalisyonla işbirliği sonlandırılmalı, İncirlik Üssü ABD ve diğer ülkelerin uçaklarının kullanımına kapatılmalı
Erdoğan ölen asker ve polislerle övünüyor, onların acılı eşleri bu anlamsız savaşa isyan edip ağlıyor
süreçte, biz barış isteyenlerin çok daha incelikli ve uzun vadeli düşünerek, zamana yayılacak bir stratejiyi hayata geçirmesi gerekiyor. Daha önce çeşitli platformlarda barış isteğini dile getirmiş ve yan yana gelebilmiş kesimleri, Batı’da HDP’ye barış için oy vermiş milyonları, 'hendekler' sebebiyle Kürt hareketini eleştiriyor olsa da devlet terörüne karşı çıkanları, çözüm sürecine geri dönülmesi gibi basit bir talep etrafında birleştirebilecek bir siyasi faaliyet, doğru zamanda sokağa çıkmayı da kollayarak, hükümet üstünde barış yönünde basınç oluşturacak bir hareket olabilir.
UMUTSUZLUK KARAMSARLIK YAYANLARA NEDEN ALDIRMAMALI?
Doğru temellerde hareket etmek Bunu yapmak için bir yandan da doğru siyasi analizlere ihtiyaç var. Birincisi, Kürt illeriyle batının toplumsal dinamiklerinin farklı olduğunu kavramak gerekiyor. Bu yapıldığında, Batı’da doğru siyasetin hendekler kazmak, özyönetimler ilan etmek veya küçük grupların girişeceği şiddet eylemleri olmadığı; aksine merkezine çözüm sürecinin gerekliliğini ve önemini koyan bir politik hatla, doğası gereği barışçıl ve sivil olan bir barış hareketinin ihtiyaç olduğu çok açık ortaya çıkıyor. Bu hareket, Kürt halkının devlet karşısındaki haklılığını farklı düzeylerde kabul eden insanlarla, bu haklılık konusunda çelişkili tutumlara sahip olsa da savaşın anlamsızlığını kavramış herkesi içerebilmeli. İkincisi ise barış isteyenlerin mücadelesinin CHP ile kökten farklı bir çerçeveye sahip olması. CHP-HDP birlikteliğine yönelik çağrılar yapmak, barış mücadelesini güçlendirmiyor, aksine bir barış hareketi inşa etmeyi zorlaştırıyor. CHP’nin şu anki duruma ilişkin merkezi eleştirisi, AKP’nin çözüm süreci kapsamında 'teröristlere göz yumarak' devletin zayıf düşmesine neden olduğu üzerine kurulu. 2015 yazında kurulan Barış Bloku, ısrarla ve ısrarla CHP’yi kazanmaya çalışmış, sonunda bir barış mitingine sembolik olarak katılan CHP heyetinin Öcalan bayrakları nedeniyle alanı terk etmesiyle birlikte hüsranla sonuçlanmıştı. Yeni bir barış hareketi inşa ederken, böylesi hatalarımızdan ders almamız gerekli.
8 Mart 2016, İstanbul. On binlerce kadın ‘barış’dedi.
Kürt illerinde savaş ve ölümler, Batı’da bombalar ve baskılar ile şekillenen ortam, Türkiye’deki durumu açıklamak için tek başına yeterli değil. Bu karamsar tablonun içinde sık sık umut veren gelişmeler, mücadeleler ve direnişler de görülüyor. Bundan birkaç hafta önce Cerattepe direnişi gerçekleşti. Halkın büyük bölümü sokağa çıktı ve hareket kazandı. 8 Mart'ta kadınlar Taksim’de, bütün ırkçı ve milliyetçi havaya karşı barıştan yana kitlesel bir yanıt verdiler. İşçi hareketindeki kıpırdanma ara ara yeniden ivme kazanıyor. Üstelik, bugün siyasete doğrudan katılma ve sokağa çıkma yetenekleri azalmış olsa da, 10 ay önce HDP’ye oy veren 6 milyon kişi bir anda ortadan kaybolmadı. Gerekli koşullar oluştuğunda, barış mücadelesine destek olacağını bildiğimiz milyonlarca insan var. Savaş ortamı milliyetçilik zehiriyle tüm siyasi atmosferi esir alsa da toplumun tabanındaki değişim isteği yok olmuş değil.
GÖRÜŞ Roni Margulies
TARIM BAKANI’NIN BIYIKLARI Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), Türkiye, İsrail, Ürdün, Lübnan, Filistin, Kıbrıs ve Suriye’yi kapsayan Doğu Akdeniz bölgesinde 1998 yılında başlayan ve hâlen süren kuraklığın, son dokuz yüzyılın en kötü kuraklığı olduğunu açıklamış. Bu konuda Meclis’te gazeteciler Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu’ya sorular sormuş. Bıyıklı bakanımız NASA’nın “çalışmalarını yetersiz bulduğunu” belirtmiş. (Bıyık konusuna birazdan geleceğim). Demiş ki, “NASA’nın tahminleri bizim gerimizde. Bizim teknolojimiz onlardan ileri. NASA da kim oluyor?” Ben de zaten böyle bir cevap beklerdim. İnsan vallahi Türklüğüyle gurur duyuyor, mutlu oluyor. NASA da neymiş be? Eroğlu, bir Türk delikanlısından beklenecek şekilde taşı hemen gediğine oturtmuş. “Biz noktasal ve bölgesel tahminler yapıyoruz. Denizlerde kurduğumuz istasyonlarla bölgemizdeki en etkin tahminleri yapıyoruz. Onların uyduları varsa, bizim de Göktürk’ümüz var” demiş. Göktürk’ün ne olduğunu bilmiyorum. Ama hem “gök” hem “Türk” olduğuna göre, mükemmel bir şey olsa gerek. Belli ki NASA’nın bir tane bile Göktürk’ü yok. Eroğlu, 2014’te kuraklık nedeniyle çok stres yaşadığını hatırlatmış: “İstanbul’un su sıkıntısını gidermek için çok çalıştık. Hatta, ‘Su kesintisi olursa bıyıklarımı keserim’ demiştim. Çok şükür bu sefer de bıyıkları kurtardık. Vatandaşa su sıkıntısı yaşatmadık.” Sayın Eroğlu’ya bir kez daha “Helal olsun!” diyorum. Aynı gün, Devlet Bahçeli de Amerika’nın ne kadar saçma sapan ve düşman bir memleket olduğunu bir başka açıdan vurgulamış: “Bu ülkenin Türkiye’ye yönelik hasmane tutum takınması, terörizm konusunda kırmızı alarm vermesi, kendi vatandaşlarına 19 ilimizin ismini tek tek sayarak gitmemeleri yönünde uyarması kuşkulu ve oldukça da manidardır. ABD’nin kafaları karıştırması, akılları bulandırması, korkuları tırmandırması masum ve sıradan görülemeyecektir.” Oysa, dost bir ülke ne yapmalıydı? Kendi vatandaşlarına şöyle bir açıklama yapmalıydı elbet: “Bahar geldi; tatil için Türkiye’de Cizre, Nusaybin ve özellikle Yüksekova’yı öneririz. Huzur, güneş ve heyecan; hepsi bir arada.” Eroğlu ile Bahçeli’nin vurguladıklamaya çalıştığı acı gerçeği, yine aynı gün, Amerika’da Sayın Cumhurbaşkanı özetledi: “Bu konferansın öncesinde yaşadığım tablo gerçekten çok çok manidardı. Ülkemde bazı şeyleri boşuna anlatmıyoruz, boşuna konuşmuyoruz. Gördüğüm şuydu: PKK terör örgütünün temsilcileriyle, YPG’nin temsilcileriyle Asala’yı ve Amerika’da yaşayan Paralel Devlet Yapılanması temsilcilerinin hepsinin iç içe yan yana olduklarını gördüm. Bu bir ispattı.” Amerika olmasa, biz aslında ne kadar huzurlu, güneşli, güzel bir memleket olacaktık!
8
GELENEK
LENİN’İN DÜŞÜNCESİ BUGÜN NEDEN ÖNEMLİ? ÇAĞLA OFLAS
Günümüzde Lenin’in fikirleri popülerliğini yitirmiş durumda. Pek çok kişi, işçi sınıfı mücadelesi ve onu iktidara taşıyan devrimci partinin günümüz dünyasının gerçekleriyle uyuşmamakta olduğunu düşünüyor. Hatta teknolojinin gelişimi ve internet gibi iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, parti örgütlenmesinin gereksiz olduğunu düşünenler bile var. Kuşkusuz bu düşüncelerin yaygın olmasında Stalinizmin payı büyük. Rusya’da karşı devrim sonucu iktidara gelen Stalinizm, egemen sınıfın teorik ve pratik ifadesi olan bir geleneği Lenin’in devamı ilan etti. İşçi sınıfı iktidarı yerine parti iktidarını ikame etti. Sosyalizmle ilgisi olmayan her türlü ceberutluğu sosyalizmle ilişkilendirdi. 'Leninist parti' adı altında tekçi bir anlayışa sahip ve her koşulda aynı yöntemleri kullanan, değişmez bir model sundu. Bunun dışında işçi sınıfı mücadelesi yerine, gerilla tipi mücadele yöntemini ikame eden yaklaşımlar da Leninist olduğunu iddia ettiler. Lenin’in mücadele yönteminde asla olmayan bu küçük burjuva örgütlenmeler, kökleri Blanqui’den Rusya’da Narodniklere kadar uzanan bir geleneği temsil etmekte. Ancak 'öncü parti' ve 'dışarıdan bilinç' gibi kavramlarla, kendilerini Lenin’in fikirleriyle temellendirmeleri geniş emekçi kitleler üzerinde olumsuz etkilere neden oldu. Günümüzde Stalinizm de etkili değil. Ancak işçi hareketinin gerilemesine bağlı olarak, hareket içinde küçük burjuva ve orta sınıf unsurların etkisinin artmasıyla ortaya çıkan reformist ve liberal eğilimler, Lenin’in keskinliğini bir tehdit olarak algılamakta. Lenin’in devrimci fikirlerini etkisiz kılmak için, Stalinizm ve burjuvazi kaynaklı pek çok dezenformasyon yönetimini kullanmaktalar. İşçi sınıfının merkeziliği Her şeyden önce Lenin’in teori ve pratiğinin merkezinde işçi sınıfı ve işçi sınıfının eylemi vardır. Sosyalizm küçük bir azınlığın, 'kurtarıcının' eseri olamaz. Geniş emekçi kitlelerin katılımı olmaksızın devrimler gerçekleşemez. 1905 ve 1917’de Rusya'da, 1918'de Almanya'da, 1979’da İran’da ve meydana gelen tüm devrimlerde, işçi sınıfının öz örgütlülüklerinin, kendiliğinden ortaya çıkıp yayıldıklarını görüyoruz. Ancak önde gelen devrimci marksist Tony Cliff’in de dediği gibi; “Bütün devrimler yarım devrimler olarak başlar. Eski ile yeni yan yana durur”. İşçi sınıfı Rusya'da Şubat 1917’de Çarı devirdi, polisi dağıttı, Sovyetleri kurdu. Bütün iş yerlerinde işçi komiteleri kuruldu. Bütün bunlar yeniydi. Ancak eski kurumlar da ayaktaydı. Generaller yerinde duruyordu, fabrikalar kapitalistlerin, toprak sahiplerinin elindeydi ve emperyalist savaş sürüyordu. Yani kapitalizmi ayakta tutan devlet dimdik ayaktaydı. Kapitalist devletin tüm kurumlarının parçalanması ve işçi sınıfının iktidarı alması, işçi sınıfı içinde kök salmış, hareketin taleplerini genelleştirmeyi becerebilen devrimci parti sayesinde gerçekleşti. 1917’den sonra pek çok devrim yenilgiyle sonuçlandı. 1918’de Almanya'da devrim patlak verdi. İşçi sovyetleri kuruldu. Ancak generaller ve fabrika sahipleri yerlerini korudu. 1919’da karşı devrim gerçekleşti. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve diğer komünistler öldürüldü. Bu yenilgiden 10 yıl sonra Almanya’da Naziler iktidara geldi. İran’da 1979’da kitle grevleri, Şahı devirdi. İşçi konseyleri kuruldu. Ancak işçi sınıfının önderleri Tudeh ve Halkın Fe-
Rusyalı devrimci Lenin, bir yüzyıl önce bütün resmi fikir ve tarihe eleştirel gözle bakan, yeni bir hareketin sözcüsü, emekçi kitlelerden öğrenen inatçı bir devrimciydi.
daileri, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunmak yerine, Humeyni ile uzlaştılar ve devrim yenilgiye uğradı. Bu ve benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Lenin ve partinin inşası Lenin’in parti fikrinin ardında Marx'ın Kapital’ini uzun yıllar incelemesi ve kapitalizmin işleyişini çok iyi bilmesi yatıyordu. Kapitalizmin uzlaşmaz sınıfların mücadelesi tarafından şekillendiğini, sınıflar mücadelesinin bir kutbunda yer alan işçi sınıfını iktidara taşıyan devrimci bir partinin gereğini kavramıştı. Kuşkusuz devrimci fikirler etrafında, işçi hareketi içinde kök salan bir parti, uzun yıllar işçi sınıfı içinde sabırlı faaliyet sonucu inşa edilebilirdi. Lenin Rusya’nın her bir köşesine dağılmış marksist grupların eşgüdümünü sağlayacak bir örgütlenme hedefledi. Bunun için de daima işçi hareketine baktı. Sürgündeyken sürekli mektuplar vasıtasıyla işçi sınıfının içinde bulunduğu koşullar hakkında bilgi edindi. Sınıf güçlerinin gerçekçi değerlendirmesini yaparak politikalar üretti. Lenin bir parti modeli önermedi. Ama işçi sınıfının tüm öncü unsurlarını bir araya getiren, devrimci faaliyeti profesyonel biçimde sürdüren kişilerden oluşan, merkeziyetçi ve istikrarlı bir örgütü tavizsiz savundu. Yargı, ordu ve bürokrasiden oluşan merkezi devlet mekanizması, gevşek bağları olan, esnek bir örgütlenmeyle parçalanamaz. Nitekim Lenin kendisini, partiyi başında 'merkez komitesi' şekline bürünmüş bir müdür bulunan 'koca bir fabrika' olarak görmekle suçlayan bir Menşevik'le ilgili şöyle der: “Bu berbat benzetmenin, proletarya örgütünün pratiğine ve teorisine yabancı burjuva entelektüel mantığını derhal ele verdiğinin farkında bile değil. Çünkü bazılarına sahte bir şeymiş gibi görünen fabrika, proletaryayı bir araya getiren ve disipline eden, ona örgütlenmeyi öğreten ve onu emekçi ve sömürülen toplumun tüm diğer kesimlerinin başına geçiren, en yüksek düzeydeki kapitalist işbirliğini temsil eder”.
Kitle partisi Buna karşılık Lenin’in parti anlayışı seçkinlerden oluşan bir sekt değildi. İşçi sınıfının geniş kitleleriyle ilişki kuran, sınıfın arkada duran unsurlarını öne çekmek için mücadele eden bir partiydi. İşçi sınıfına bilinç dışarıdan taşınmaz. Hareket sosyalist bir örgüt olmadan da ortaya çıkabilir. Ancak her mücadele, her hareket içinde liderler barındırır. İş yerlerinde grev yapılması için öncülük eden, megafonu tutan, para toplayan, bildiri yazan, hareketin önünde duran unsurlar kazanılamadan, işçi sınıfının geniş kesimleri kazanılamaz. Sınıf mücadelesi keskinleşirken yeniden Lenin Emperyalistlerin Ukrayna’da, Suriye’de, Ortadoğu ve Afrika gibi farklı cephelerde yoğunlaşan hegemonya mücadelesi, kapitalizmin krizinin şiddetlenmesiyle birlikte daha da kızgınlaşacaktır. Savaştan ve krizden başka bir çözümü olmayan günümüz kapitalizminde emekçi sınıflar, daha istikrarsız koşullarla karşı karşıyalar. Savaş, göç, açlık, sefalet ve ölümlerden oluşan kapitalist sisteme karşı, büyük emekçi kitlelerin mücadele etmekten başka bir şansları yok. Aslında Lenin'in modasının geçmiş olduğunu ileri sürenler, devrimin de güncelliğini yitirdiğini söylemekteler. Oysa 2008 krizinden beri yaşananlar tam aksini gösteriyor. 'Yeni sol' diye önerilen Syriza ve Podemos gibi reformist partiler yeni olmamakla birlikte, yükselişleri geniş emekçi kitlelerin mücadele isteğini gösteriyor. Üstelik bu partilerin mücadele eden geniş emekçi kitleleriyle arasındaki açı hızla büyüyor. Tam da bu nedenle Lenin’in fikirleri, işçi sınıfının tüm ezilenlerle birlikte, demokratik öz yönetim organlarıyla, kapitalist devleti dağıtması ve devrimin sürekli kılınması için daha da güncel.
SINIF MÜCADELESİ
n
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR?
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KIDEM TAZMİNATI FONA DEVREDİLİRSE NE OLUR? Kıdem tazminatının fona devredilmesi ile aslında ne olacağını, 13 yıldır kullanılmakta olan ‘işsizlik sigortası fonu’nu inceleyerek daha iyi anlayabiliriz. 2002’de kurulan işsizlik sigortası fonunda, bugüne kadar 92 milyar lira birikti. Fon, işsiz kalanlara maddi destekte bulunmak için oluşturulmuştu, ama işsizlere verilmek yerine hükümetin ve patronların harcamaları için kullanıldı. İşsizlik sigortasının uygulanmaya başlandığı günden bu yana 6,1 milyon kişi işsizlik ödeneği için başvuruda bulundu. Bunlardan 4,2 milyonu işsizlik ödeneği almaya hak kazandı. 1,9 milyon işsiz ise yasal şartları yerine getiremediği gerekçesiyle fondan yararlandırılmadı. Başvuranlara toplamda bugüne kadar 10,4 milyar lira ödeme yapıldı. İşsizlik fonundan patronlara ve hükümete kaynak aktarılıyor Kısa çalışma ödeneği, ücret garanti fonu ödemesi, kurslar, GAP, işveren teşvik ödemesi, iflas ödemeleri adı altında işsizlik fonundaki milyarlarca lira patronlar ve hükümet tarafından kullanıldı. Grevdeki Başkurt Motor Fabrikası işçileri.
n İzmir’de bulunan Dost Cam fabrikasında bir işçinin işten çıkarılmasıyla fabrikada çalışan 130 işçi iş bıraktı.
n Avcılar Belediyesi’nde çalışan taşeron işçilerinin bir hafta boyunca park önünde yaptıkları direniş sonuç verdi, 5 işçinin 4’ü işe geri alındı.
n Sakarya’nın Arifiye ilçesinde bulunan bir otomotiv yan sanayi fabrikası olan Başkurt Motor’da Çelik-İş sendikası üyesi 100 işçi, sözleşmede anlaşmaya varılamaması üzerine greve başladı.
n Direnişçi Şişecam işçileri, İstanbul’daki Kristal İş Genel Merkezi önündeki direnişlerini sonlandırdı. Mücadelenin Mersin’de devam edeceği belirtildi.
n Adana Entegre Sağlık Kampüsü inşaatında çalışırken iki aydır alamadıkları maaşlarını talep ettikleri için işten çıkarılan 150 işçi, şantiyeyi işgal ederek direnişe geçti. İşçiler taleplerini kazandı. n Avcılar’daki Göl Panorama inşaat grubunda ve Aliağa’daki Ege Çelik fabrikasında meydana gelen iş cinayetleri sonucu işçiler protesto için iş bıraktı. n Beşiktaş Belediyesi’ne bağlı taşeron firmada sendikalı oldukları için işten atılan temizlik işçilerinin direnişi birinci haftayı geride bıraktı. n Bilecik’te sendikalaştıkları için işten atılmalarının ardından fabrika önünde beklemeye başlayan Midal Kablo işçileri gözaltına alındı.
n İstanbul Üsküdar’daki Çamlıca Camii inşaatında 30 işçi işten çıkarılmalarını protesto etmek için minarelerin ve vinçlerin tepesine çıkarak eylem yaptı. n Hatay’da Uma İnşaat şirketi tarafından yapılan bir öğrenci yurdu inşaatında çalışan 70 işçi iki aydır maaşlarını alamadıkları gerekçesiyle iş bıraktı. n Kocaeli’de ücretlerine yapılan zammın düşük olduğunu belirten Hyundai işçileri, iki vardiyada yemek boykotu yaptı. n Cardin Concept işçileri ‘insanca çalışma insanca yaşam’ talebiyle DİSK’e bağlı Tümka-İş sendikasında örgütlenirken, patron 9 işçiyi işten attı. Direnişe geçen işçiler, işlerine geri dönene kadar mücadele edeceklerini ifade ettiler. tediler.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
YAPAY ZEKAYA FAŞİZMİ DSİP Şubat ÖĞRETENLERİ YENMEK
Bir yapay zeka deneyi, bazılarımızın gerektiğinden fazla ayı lantıları
ciddiye aldığı Twitter’ın (sosyal medya) nasıl bir yer olduğu; hakim fikirlerin etkinliği, ırkçılığın meşru bir fikir olarak kabul edilmeyeceği gibi devrimin gerekliliğini devrimci örgütlenmenin önemini de ortaya koydu. Dünyanın en zengin adamı kötü işletim sistemiyle devletleri bağlamış, şimdi benzeri şirket ve zenginlerle rekabet içinde yapay zekaya ulaşmaya çalışıyor. Microsoft’un bebek yapay zekası, 24 saatliğine Twitter kullancılarına açıldı. Hedef kitle 18-24 yaştı. Onlardan bebeğin gelişimine yazdıklarıyla katkıda bulunmasını is-
24 saatin sonunda, bebek yapay zeka Tay, ona yazanlardan Nazi sempatizanı, ırkçı ve soykırım destekçisi olması ve küfretmesi (cinsiyetçilik) gerektiğini öğrendi. Durun, durum ‘dünya kötü bir yer, daha da kötü oluyor...’ değil. Bakınız geçmiş 20. yüzyıla. Bugün çok daha iyi bir yerdeyiz. Tay’ı faşist yapma girişimi, gayri meşru ve gayri insani kabul ediliyor. Bu deneyden çıkarılacak bazı sonuçlar var: - Üretim araçlarını elinde bulunduran hakim sınıfın fikirleri, toplumda yaygın ve egemen fikirlerdir. Aile, okul, kışla, medya ve devletin tüm organları tarafından 24 saat pompalanır. Yapay zeka Tay’a beyaz orta sınıf erkekler tarafından öğretilen ırkçılık, faşizm, cinsiyetçilik kapitalist toplumun devamı için kullanılan fikirlerdir. Ha hakim medya ha “kişisel” sosyali, işleyen aynı mekanizma. - Hakim fikirler, başka fikirlerin tartışmasıyla değil emekçi sınıfların kitlesel mücadeleleriyle kılınır. Sen bir doğru bir
İşsiz kadınları işe alan patronlar 54 ay boyunca düşük prim ödüyor, bu kaynak işsizlik fonundan sağlanıyor. İş başı eğitim programını tamamlayan 18 yaşından büyük 29’dan küçük işçilerin, 3 ay içinde işe alınması durumunda patronların o işçiler için ödemesi gereken SGK primleri işsizlik fonundan karşılanıyor. Patronların ödemesi gereken sigorta ve ücretlerin önemli bir kısmı İŞKUR aracılığıyla, işsizlik fonundan karşılanıyor. Patronların yeni işe aldığı 10 işçiden birinin sigorta primi 2,5 yıldan 4 yıla kadar değişen sürelerle fondan karşılanıyor. İş yerlerinde toplam çalışan sayısının yüzde 10’u kadar işçinin ücret ve primleri 6 ay boyunca iş başı eğitim programı kapsamında fondan kullanılabiliyor. Fondan işçilere 10,4 milyar lira ödenirken patronlar ve hükümet için 16 milyar lira kullanıldı. Kalan 66 milyar lira ise devlet iç borçlanma senetlerine yatırılmış bulunmakta. Bu da işsizlik fonunun devletin finansman açıklarını kapatmak için kullanılmakta olduğunun açık bir göstergesi. Kısacası işçiler için oluşturulan fonun gelirlerinin yüzde 10’u işçilere gidiyor, yüzde 90’ını patronlar ve hükümet kullanıyor. Kıdem tazminatı fona devredilirse, başına aynı şeyin geleceği çok açık. Bu yüzden sendikalar kıdem tazminatına dokunulmasını engellemek zorundadır.
tweet atsan, 100 bin yanlış aynı anda çoğunluğa yağar. Çoğunluk kendi çıkarları için harekete geçtiğinde hakim fikirler etkisini yitirir. O çoğunluk ne twittera ne de sosyal medyadaki kısır “fikir savaşlarına” aldırmıyor. Ekmeğine, kendisinin ve varsa çocuklarının geleceğine bakıyor. - Irkçılık, diğer fikirler gibi bir fikir değil faşizmi örgütlediği için yasaklanması gereken bir suçtur. Irkçılığı düşünce özgürlüğü olarak kabul edenler, yapay zekanın faşistleştirilmesine engel olamaz. Burjuva liberalizmi tam da bu yüzden insanlığı Nazizm gibi tehlikelerden koruyamaz. - Devrim, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi için değil devrimci olan çoğunluğun kendi kendini değiştirmesi; eski toplumun tüm pisliklerinden kurtulması için gereklidir. - 24 saatte yapay zekaya faşizmi öğretmekre ısrarlı olanlar varsa 24 saat boyunca işçi sınıfına devrim yapması için yardım edenler (devrimci parti) olmalı ki bu kabustan çıkabilelim.
10
DÜNYA
JAMES CONNOLLY: İMPARATORLUĞA KARŞI SOSYALİST BİR İSYANCI
İrlandalı devrimci James Connoly ve katledilmesinden sonra cenazesinde buluşan binlerce devrimci işçi.
Paskalya ayaklanmasının 100. yılında hareketin önderlerinden James Connoly’nin yaşamı ve mücadelesi yol gösteriyor. Dave Sherry, Connolly’nin erken dönemde edindiği tecrübelerin politikasını nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. 12 Mayıs 1916’da James Connolly Dublin Paskalya Ayaklanması’nın başlamasına yardımcı olduğu gerekçesiyle İngiliz ordusu idam mangası tarafından öldürüldü. Connolly’nin idam edilmesi tüm dünyadaki işçi hareketinde şok etkisi yarattı. Conolly 1868’de Edinburgh’da İrlandalı göçmenlerin yaşadığı “Küçük İrlanda”da doğdu. 14 yaşında İngiliz ordusuna yazıldı ve emparyalizme ilk elden tanık olduğu İrlanda’da yedi yıl geçirdi. 1889’da dünya sosyalist partilerinin İkinci Enternasyoneli’ne bağlı çok küçük bir organizasyon olan İskoç Sosyalist Federasyonu’na (SSF) katıldı. Görevi, işçi sınıfı içinde doğrudan etkiden kopuk bir şekilde, yalnızca propaganda ile sınırlıydı.
İşçi Partisi’nin öncüsü olarak addedilebilecek olan Keir Hardie’nin Bağımsız İşçi Partisi (ILP) bundan fayda sağladı. Marksizmi reddetti ve Liberallerle oluşturacağı bir seçim paktının peşinden koştu. Connolly’nin üye olduğu SSF ILP’ye katıldı ama “halkı sosyalist ilkeler konusunda eğitmek” amacındaki kendi organizasyonunun varlığını da sürdürdü. 1893’ün sonunda, Connolly Edinburgh ILP’nin sektereti oldu, ancak deneyimi onu keskin bir şekilde sola itmişti. Bağımsız bir Marksist organizasyon inşa etmeye odaklanmak için görevinden istifa etti. 1896’da Dublin Sosyalist Cemiyeti’nde çalışmak için İrlanda’ya gitti.
Britanya 1880’lerin sonunda bir grev dalgasıyla sarsılıyordu. Sözde “Yeni Sendikacılık” daha önce organize olmamış vasıfsız işçilere ilham verdi.
Asıl amacı, bağımsız bir işçi sınıfı partisi inşa etmek ve sosyalizm mücadelesini İrlanda’nın bağımsızlık savaşı ile ilişkilendirmekti.
Ancak, birkaç istisna dışında, sosyalist hareket bu yararsız mücadele ile ilişiğini kesti.
Birkaç hafta içinde İrlanda Sosyalist Cumhuriyetçi Parti’nin (ISRP) kuruluşu kamuoyuna duyuruldu. Deklarasyonunda şöyle diyordu: “İrlanda halkının ulusal ve ekonomik özgürlüğü için aynı yöne bakılmalıdır – İrlanda Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulması.”
1891’den sonra “Yeni Sendikacılık”ın ilk dalgasının yenilmesi birçok militanın parlamenter reformizme yönelmesine neden oldu.
Connolly’nin İrlanda’nın özgürlüğünün işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin bir parçası olduğu argümanı, enternasyonal sosyalist hareketin işçi sınıfının sömürge ülkelerinde veya ‘geri kalmış’ ülkelerde böyle mücadelelere yol açabileceği fikrini terk ettiğinde ortaya çıktı. Connolly’nin ISRP’si İkinci Enternasyonel’e girdi ve günün tüm önemli sorunlarında hareketin en solunda yer aldı. Ancak 1903’de ISRP hala gerçek bir ilerleme gösterememişti. Connolly Birleşik Devletler’e taşındı ve burada sendikalizm – kendini kapitalizmi endüstriyel organizasyonlar ve grevlerle yıkmaya adamış bir hareket – ile temasa geçti. Sendikalistler sosyalizmin ancak işçi sınıfının ekonominin kontrolünü kazanmasıyla mümkün olacağını ileri sürmekteydi, bu nedenle “tek bir büyük birlik” inşa etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Sosyalist partilerin büyük çoğunluğunun basitçe oy toplamaya odaklandığı böyle bir zamanda, işçi sınıfı mücadelesine odaklanan böyle bir hareket canlandırıcıydı.
1905 ila 1914 arasında IWW daha bilinir hale geldikçe, Wobblies tüm Birleşik Devletler’de mücadelenin başını çekti. Yalnızca vasıflı işçilerden oluşan ve kendi mücadele yeteneği ile değil, sağladıkları faydalarla övünen Emeğin Amerikan Federasyonu’nun (AFL) sendikacılığı ile mücadele ettiler. IWW pazarlıklardan ziyade grevlerle zaferler kazandı. Connolly Birleşik Devletler’de edindiği deneyimlerle, sendikalist davayı değerlendirdiği Sosyalizm Kolaylaştırır broşürünü yazdı. Sosyalizm Kolaylaştırır reformist pratiği reddederken; kitle mücadelesi ile ortadan kaldırılacağını farzettiğinden, reformizmi ele almada yetersiz kalıyordu. İşçi sınıfının endüstriyel ticaret birliği ile güçleneceğini varsaydığından, devleti de göz ardı etmekteydi. Broşüde “tek bir büyü birlik”in yavaş yavaş işyerinden işyerine yayılacağı tahmin ediliyordu.
Birleşik Devletler’de geçirdiği yedi yılda Connolly önce Sosyalist İşçi Partisi’nde çalışmaya başladı.
Ancak bu IWW’nin deneyimleri ile çelişmekteydi. IWW grevlerle büyümüş ve mücadeleler ortadan kalktıktan sonra geride hiçbir şey bırakmadan küçülmüştü. 1905’de 60.000 üyesi varken, 1914’de üye sayısı 11.000’e düşmüştü.
Daha sonra, daha geniş tabanlı bir parti olan reformist Amerika Sosyalist Partisi’ne katıldı; kurucu üyelerden biri oldu ve Dünyanın Endüstri İşçileri’nin (IWW) en önemli lideri haline geldi.
Sendikalizmin Connolly üzerindeki etkisi ve politik organizasyonlara karşı geniş cemaat yaklaşımı, 1910 ile 1916 arasındaki dramatik yıllarda İrlanda’da işe başladığında bir takım sorunlar yaratacaktı.
ANTİKAPİTALİST
KURAKLIK TÜRKİYE’Yİ TEĞET Mİ GEÇTİ?
11
GÖRÜŞ Şenol Karakaş
#Göçmenlerbaşımızıntacıdır AB ile Türkiye arasında yapılan anlaşma uyarınca, AB sınırlarından ilk göçmen kafilesi Türkiye’ye getirildi. İnsan hayatı üzerinden yapılan pazarlıklar tüm dünyanın gözünün önünde cereyan etti. Hükümet yetkilileri buna “Kayseri pazarlığı” adını verdiler. AB yetkilileri ve Almanya başbakanı 3 Milyar Euro’dan söz ettiler. Türkiye 3 Milyar Euro karşılığında Suriyeli göçmenlerin Türkiye sınırını terk etmesini engelleyecek ve iade anlaşmasına uyacak. Şimdi, göçmenlerin geri dönüşü başladı. 131 göçmeni taşıyan iki gemiden ilki Midili’den Dikili’ye geldi. Dikili’ye getirilen göçmenlerin büyük çoğunluğunu Pakistanlı. AB ve Türkiye arasında ırkçılıkla, kibirle ve utanmazlıkla sınırları çizilen bir insan pazarlığı sürüyor. Göçmenler üzerinden şantajlar, tehditler ve uzlaşmalar alıp başını gidiyor. Olan savaş, açlık, yoksulluk gibi nedenlerle yerinden yurdundan kaçmak zorunda kalan insanlara oluyor. Daha iyi bir yaşam için AB sınırlarını zorlayan göçmenler, AB’nin ırkçılığıyla, Türkiye’nin tüccar zihniyetiyle yüz yüze kalıyor.
NURAN YÜCE
geçtiğini dünya aleme duyurdu.
Geçen Mart ayında Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından iklim değişikliğine bağlı kuraklığın boyutlarını inceleyen önemli bir araştırmanın sonuçları açıklandı. Bu araştırma Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyordu. Çünkü araştırmanın konusu Türkiye’nin de içinde yer aldığı Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanan kurak dönemlerin sıklık ve şiddetiydi. 1100 ve 2012 yılları arasında yaşanan kurak dönemler içinde 1998 ile 2012 arasında görülen kuraklığın, son 500 yılın en kurak döneminden yüzde 50 oranında daha şiddetli olduğu, son 900 yıla göre ise en kurak dönemden yüzde 10 ila 20 arası daha kötü olduğu tespit edildi. Kuraklığın şiddetlenmesinin nedeninin iklim değişikliğine bağlı olduğu, Kuzey Afrika, Yunanistan, Lübnan, Ürdün, Suriye, Türkiye, İspanya, Fransa’nın güneyi ve İtalya’yı kapsayan bölgenin kuraklıktan en fazla etkilenen ve gelecekte de etkilenecek yerler olduğu uyarısı da araştırmanın sonuçları arasında yer alıyordu.
Bakanlık Türkiye’nin kuraklıktan etkilenmediğini bir kanaat olarak ilan ederken hem NASA’nın araştırmasında hangi bilimsel teknikleri kullandığına hem de Türkiye’deki kuraklık verilerine kısaca bir bakalım. NASA’nın araştırmasında kullandığı tekniklerden biri 'ağaç-halka' analiz tekniği ve bu teknik ağaçlarda büyüme ve gelişmeyi gösteren yıllık halkaların incelenmesine dayanıyor. Kurak dönemlerde ağaçlarda oluşan halkalar daha ince oluyor. Birbirini takip eden dar halkalar ise kurak dönemlerin ne kadar sürdüğünü gösteriyor. Ve ağaçlar bize 1998 ile 2012 arasında yaşanan kuraklığın son 500 yılın en kurak döneminden yüzde 50 oranında daha şiddetli olduğunu söylüyor.
“Eyyyy NASA!” Orman ve Su İşleri Bakanlığı NASA’nın bu raporuna karşı dünya bilim tarihine geçecek bir açıklamada bulundu. Bakanlık “NASA’nın haberi ve haber kaynağı olarak kullandığı makale incelendiğinde, ayrıca bununla ilgili ülkemizde yapılan makaleler araştırıldığında son dokuz asrın en kötü kuraklığının Türkiye için geçerli olmadığı kanaatine varılmıştır” diyerek kuraklığın Türkiye’yi teğet
Türkiye’de de resmi kurumlarca yağış miktarlarının kayıtları tutulmakta. Bu kayıtlara göre 1900’lü yılların başlarında 20-30 senede bir görülen kurak dönemlerin, 1980’lerden itibaren 4-5 senede bir görülmeye başlandığı, son 30 yılda yağış miktarının yaklaşık yüzde 25 oranında azaldığı ya da 2014 yılında kümülatif yağışların Türkiye genelinde normale göre yüzde 27,4, önceki yıla göre ise yüzde 40 azaldığı gibi verilere rahatlıkla ulaşılabilir. Bütün bu bilimsel verilere rağmen Bakanlığın NASA raporuna karşı yaptığı açıklama Türkiye’nin dünya dediğimiz gezegenin dışında bir başka gezegende yer aldığını söylemek gibiydi ama Bakanlık bu inanılmaz açıklamayı yaptı.
n İŞ CİNAYETLERİ SÜRÜYOR: MART’TA 157 İŞÇİ DAHA İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre, Mart ayında 157 işçi hayatını kaybetti.
sendikasının kongresine giderek işçilere karşı konuşma yapıyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, işçi ölümlerinde Avrupa birincisi olan Türkiye dünyada ise El Salvador ve Cezayir'in ardından üçüncü sırada yer alıyor.
İşçi ölümlerinin sebebi ise bizzat hükümetin 14 yıldır hayata geçirdiği, kâr odaklı neoliberal politikalar. Ali Koç, bunu “Hiçbir hükümet sanayicilere bu kadar imkan sunmamıştı” diyerek açıkça söyledi.
Tayyip Erdoğan ve AKP liderliği işçi ölümlerini “fıtrat” ile açıklıyor. Cumhurbaşkanı, birçok şehirde metal işçilerinin ayaklanmasına neden olan faşistlerin Türk Metal
İşçi ölümlerinin karşısında güveneceğimiz tek güç ise Soma katliamından beri ivme kazanan işçi hareketinin büyümesi, yaygınlaşması, bileşmesi.
Ama yüz yüze kaldıkları tek sorun bu değil. Sadece devletlerin ırkçılığı ve pazarlıkçı yaklaşımına muhatap olmuyorlar. Utanmadan kendisini solcuyum diyerek maskeleyenlkerin, demokratım diyenlerin ve sanatçıyım diyenlerin ırkçılığıyla, mezhepçiliğiyle de yüz yüze geliyorlar. Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, her gördüğü sakallıyı IŞİD militanı ve az sonra patlayacak bir canlı bomba sanan ulusalcı ve sekter eğilimli odaklar, Midilli’den geri getirilen göçmenlere ve genel olarak göçmenlerin Türkiye’ye getirilmesine karşılar. Dikili’de başını CHP’lilerin ve ulusalcı solcuların çektiği bir kalabalık yürüyüş yaptı. “Dikili’ye sahip çıkıyoruz” vurgusunun altına gizledikleri ırkçılıkları apaçık ortadaydı. Ana talepleri, “Dikili’ye Mülteci kampı istemiyoruz” olan ulusalcılar, her mülteci düşmanı gibi, söze mülteci düşmanı olmadıklarını söyleyerek başlıyorlar. Mülteci kampı istememelerinin nedeninin, mültecilerin rahatı olduğunu söyleyecek kadar utanmaz olanlar, neredeyse kendilerinin ırkçılık karşıtlığında ve halkların kardeşliğinde temel bir siyasi platform olduklarını iddia edecekler. Daha önce de gördük. Kilis’te kampların kapatılması için yürüyüş yapan “demokratları.” Daha önce de gördük, seçim programında Suriyeli göçmenleri deport edeceğini ilan eden “sosyal demokratları.” AKP’nin mezhepçi, göçmenlerin yaşamı üzerinden Kayseri pazarlığı yapan politikalarıyla, ellerinde Türk bayraklarıyla “Uyan dikili, yarın çok geç olabilir” pankartlarıyla gösteri yapanların mezhepçiliği arasında zerre kadar fark yok. Hızla göçmenlerle dayanışan, savaşa, silaha değil emekçilere, yoksullara ve göçmenlere yatırım yapılması gerektiğini savunan bir harekete ihtiyacımız var. Irkçılığı, hükümetin mezhepçi yaklaşımını, antidemokratik muhalefetin göçmen düşmanı yaklaşımını yenecek bir harekete ihtiyacımız var. #Göçmenlerbaşımızıntacıdır. AB’nin, Türkiye’nin, sözde demokratların göçmen düşmanlığına karşı göçmenlerle dayanışmaya. Mülteci hakkı insan hakkıdır! Unutan ırkçılara hatırlatalım.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
x
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
SINIRSIZ DÜŞÜNCE, GÖSTERİ, ÖZGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ! KEMAL BAŞAK
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son ABD ziyareti oldukça 'renkli' geçti. ABD Başkanı Obama’nın son ana kadar belirsiz bıraktığı görüşme gerçekleşene dek, Erdoğan salon toplantılarında ve cami açılışlarında 'görüşlerini' aktardı. Bu görüşlerin şüphesiz en kayda değer olanı 'hak ve özgürlükler bakımından Türkiye'den daha ileri standartta bir ülke yoktur' ifadesi. Cumhurbaşkanı bu lafları sarf ederken, korumaları böğürtüler eşliğinde protestoları bastırmaya çalışmış, bunu başaramayınca klasik yönteme dönüp tekme tokat gazeteci ve göstericilere saldırmıştı. Bu kara mizah, sicili oldukça kirli olan ABD polisini bile çileden çıkardı, polis yetkilileri “burada protesto hakkı vardır, protestoculara bu şekilde davranamazsınız” demek zorunda kaldı. Bu olay, iktidar partisinin ve onun liderinin basın, ifade ve eleştiri özgürlüklerine yönelik düşmanlığının Türkiye dışına yansıyan ilk örneği de değil üstelik. Cumhurbaşkanı, ABD’ye gitmeden hemen önce Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Ankara Büyükelçisi'ni, kendisi hakkında Alman basınında çıkan mizah unsurlarına ses çıkarılmaması gerekçesi ile Dışişleri Bakanlığı'na çağırttı. Alman ve Avrupa Parlamentosu yetkililerinin tepkisi diplomatik teamüllerin ötesinde sert oldu. Avrupa Birliği Parlamento Başkanı Martin Schulz, "Bir başka ülkenin Cumhurbaşkanı'nın, kendisini karikatürize edilmiş hissettiği için Almanya’da demokratik hakları kısıtlamamızı istemesi kabul edilemez. Erdoğan’a şunu net olarak ifade etmeliyiz: Bizim ülkemizde demokrasi var” dedi.
BASKI DEĞİL TAM DEMOKRASİ
Türkiye’de siyasi faaliyet yapabilmek için hâlâ 12 Eylül cuntasının ürünü olan anayasa ve yasaların dar kalıplarına sığmak gerekiyor. Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Vakıflar Kanunu, Dernekler Kanunu ve diğer kanunlar, örgütlü toplumu zapturapt altında tutulması gereken, potansiyel bir 'tehlike' olarak görüyor. Siyasi partiler, neredeyse bütün büyük yargı kurumları ve İçişleri Bakanlığı tarafından ayrı ayrı gözetim altında tutuluyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Anayasa Mahkemesi ortaklığıyla, resmî görüşün dışına çıkan partiler ve üyeleri cezalandırılıyor. Tabi bu konuda da öncelik Kürt siyasi hareketinin partilerinin baskı altına alınması. Halkın Emek Partisi’nden günümüzdeki HDP’ye varana dek Kürt hareketinin altı siyasi partisi kapatıldı. Kısıtlama ve yasaklar sadece ideolojik değil, il ve ilçe örgütlerinin kurulması, seçimlere katılım konularında aşılması gereken çok sayıda engel var. Kurucuların askerlik yapma şartı, devlet memurlarının ve akademisyenlerin üye olmasının engel-
lenmesi gibi parti üyeliği ile ilgili kısıtlamaların yanında, her türlü açık alan siyasi faaliyetinin İçişleri Bakanı'ndan emir alan valiliklerin iznine tabi olması ve bu durumun valilikler tarafından yasak koyma şeklinde sürdürülmesi açık siyasi faaliyeti olabildiğince zorlaştırıyor. Diğer taraftan yüzde onluk seçim barajıyla, muhaliflerin parlamentoya girmesi engelleniyor. Siyasi parti dışında başka bir biçim altında siyasi faaliyet yapmak ise yasak. İşçilerin sendikalara üye olması, yeni sendikaların kurulması, işçilerin grev yapabilmesi, öğrencilerin öğrenci derneği kurmaları büyük ölçüde engelleniyor. Türkiye bu yönüyle üyesi olduğu Avrupa Parlamentosu (AP) içindeki en yasakçı ülke konumunu koruyor. Oysa AP üyesi ülkelerin tümü, Türkiye tarafından da bağlayıcılığı kabul edilmiş olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olarak örgütlenme ve siyasi faaliyet yapma özgürlüğünü garanti altına almış durumda.
DEMOKLESİN KILICI: MADDE 301 Ceza yasasının 301. maddesindeki “Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükümleri, devletin ve iktidar partisinin ifade özgürlüğüne nasıl baktığını çok iyi özetliyor. Bu madde her zaman milliyetçi reflekslerle, insanları hedef göstermek için bir kart olarak kullanılıyor. Hrant Dink'in katlediliği karanlık iklimin yaratılmasında, Dink'e 301. maddeden açılan davanın rolü büyüktü. Orhan Pamuk başta olmak üzere pek çok yazardan faili meçhullerin aydınlatılmamasını teşhir eden avukat Tugay Bek'e kadar, devlet politikalarını eleştiren bir dizi insan bu maddeyle yargılandı, hedef gösterildi. En son barış talebiyle ortak bildiri imzalayan akademisyenlere savcılıklar tarafından 301'den soruşturma açıldı.
BASIN VE İNTERNET ÖZGÜRLÜĞÜ? İktidar partisi, yolsuzluk dosyaları, Suriye politikası ve Kürt halkına yönelik olarak yürütülen savaş konularında 'kendisi gibi düşünmeyen' bütün kesimleri susturmak istiyor. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) gibi kurumlar ve kayyum atama gibi yöntemler aracılığı ile farklı seslerin kitlelere ulaştırılması engelleniyor. Haber ve programlara imza atan gazeteciler tutuklu, tutuksuz yargılanıyor. Bu yaklaşımın birincil önceliği, Kürt siyasi hareketinin doğrultusunda yayın yapan gazete, dergi, tv ve haber sitelerini erişilmez kılmak, çalışanlarını fiziki şiddetle ve tutukluluk ile cezalandırmak. Gülen cemaatine bağlı gazete ve televizyon kuruluşları kayyum atamaları ile, Cumhuriyet gibi yayın organları ise mali baskı ve tutuklamalar ile bu yasaklara maruz kaldı. Şu anda çoğunluğu Kürt 29 gazeteci cezaevlerinde bulunuyor. 2015 yılı Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ni yayınlayan Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, tüm bu nedenlerden toplanan verilerle, 180 ülkelik basın özgürlüğü listesinde Türkiye’yi 149’uncu sıraya yerleştirdi. Aynı şekilde, ABD merkezli Freedom House örgütünün Ocak 2016 tarihli raporunda Türkiye sansür, bilişim denetimi ve siyasi propaganda alanında yeni ve etkin yöntemlerin geliştirildiği, aynı zamanda muhalefetin baskıcı yasalarla sindirildiği ülkeler arasında gösterildi. Bu bağlamda Türkiye Rusya, Çin, Tayland ve Etiyopya gibi ülkelerle aynı kategoride ele alındı. Türkiye özgürlük durumu ve internet özgürlüğü kategorilerinde ‘kısmen özgür’, basın özgürlüğünde ise ‘özgür değil’ olarak değerlendirildi.