Sosyalist işçi 561

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

561

13 Nisan 2016 2 TL. sosyalistisci.org

HDP’Lİ VEKİLLERE DOKUNMA

SAVASI , DURDUR! 2016

marksizm

11-15 MAYIS

#istanbul taximhill otel

DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVRİMCİ FİKİRLER!


2

GÜNDEM

YERLİ VE MİLLİ POLİS DEVLETİ ATİLLA DİRİM

HDP’Lİ VEKİLLERDEN ELİNİZİ ÇEKİN! Milletvekilliği dokunulmazlıkları, AKP liderliği için uzun süredir bir şantaj malzemesine dönüşmüş durumda. 2011 seçimlerinden sonra, özellikle HDP’li vekillere yönelik sayısız fezleke hazırlanmıştı. Her fezleke, hakkında fezleke hazırlanan milletvekili için bir tehdit unsuru. 2015’in Temmuz ayında Kürt sorununda yeniden savaş politikaları devreye girdi. 1 Kasım seçimlerinden sonra, savaşın dozajı artıp gerilim zamana yayıldıkça hükümet yetkilileri ve en başta da Erdoğan, dokunulmazlıklarla ilgili daha sert açıklamalar yapmaya başladı. Bu hafta dokunulmazlıkların meclise getirileceği söyleniyor. Fakat ilginç olan, Erdoğan’ın dokunulmazlıklarla ilgili konuşmasında, sabırsızlığını ifade ettiği şu cümleler: “Kimin fezlekesi varsa o fezlekeyle ilgili sürecin hemen yargıya taşınması anlamındadır. Suçun varsa yargılanacaksın kardeşim. Ben senin milletvekilliğinin bitmesini nasıl beklerim ya.” Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu makama seçildiği günden beri rejimin değiştiğini, cumhurbaşkanını halkın seçmesinin bildiğimiz parlamenter rejimin sonu olduğunu ilan etmişti. Her ne kadar bu değişim sadece Erdoğan’ın düşünce dünyasında yaşansa da, geride kalan aylarda, başkanmış gibi davranmayı sürdürdü. 2015 yılının Eylül ayından itibaren, “yerli ve milli” devlet, toplum, yargı, siyaset, sendika, işçi, kadın, genç ve hatta muhalefet arayışı bizzat Erdoğan tarafından ilan edildi. Bu yerli, milli ve aynı zamanda Türk tipi anayasa, kuşkusuz yerli ve milli yeni bir rejimin de inşası ve ilanı anlamına geliyor kuşkusuz: “Yerli, milli ve Türk tipi başkanlık!” Öyle bir başkanlık ki, aynı zamanda bütün bir yargının, aynı zamanda bütün bir yasamanın ve aynı zamanda bütün bir yürütmenin tek bir kişinin varlığında merkezileştiği bir kişiselleştirilmiş topyekûn siyaset bu. Bu yüzden Erdoğan, hakkında suçlama olanın suçlu olduğuna kanaat getirebiliyor. “Suçun varsa yargılanacaksın kardeşim” diyebiliyor. Suçun varsa yargılanacaksın! Suçun varsa tutuklu yargılanacaksın! Suçun varsa, yatacaksın! Mesele de burada. Ya suçu yoksa! Erdoğan yanlış formüle ediyor. “Suçun varsa yargılanacaksın!” diyor. Kim karar veriyor HDP’li vekillerin suçu olduğuna? Ne belli suçlu oldukları? Erdoğan kendisini mahkeme heyetinin yerine koyuyor. Suçlu ilan ediyor. Yargılanacaksın diyor. Hayır! Hakkında suçlama varsa ve mahkeme bu suçlamayı yargılamaya karar verirse, “yargılanacaksın” dediğimiz durum olur. Vakit varken, yeniden bir çözüm süreci umudunu, yeniden bir barış umudunu, yeniden bir eşit koşullarda kardeşlik umudunu her şeye rağmen yaşatmanın son olanağını da heba etmekten vaz geçin. HDP’li vekillere, yani Kürt halkına siyasetin tüm kanallarının kapalı olduğunu düşündürecek adımı atmayın. Milletvekillerine dokunmayın! Savaşı durdurun.

Polis Teşkilatı'nın 171. kuruluş yıldönümü törenlerinde polislere hitaben bir konuşma yapan Erdoğan, yerli ve milli bir polis teşkilatının inşa edilmekte olduğunu söyledi. Kendisi henüz 93 yaşında olan bir devletin nasıl olup da 171 yıllık bir polis teşkilatına sahip olabileceği gibi aslında çok manidar bir soruyu bir kenara bırakacak olursak, devletin mevcut yerli ve milli eksen politikasının polis örgütüne de uygulandığı görülüyor. Erdoğan, "paralel yapının" polis teşkilatını büyük ölçüde ele geçirdiğini, bu yüzden teşkilatın "milli ve yerli" olacak şekilde yeniden yapılandırıldığını söyledi. Söylediklerinden sanki önceki yıllarda polis teşkilatının yerli ve milli olmadığı gibi bir anlam çıkıyorsa da, aslında bu söylediği doğru değil. Polis, Balyoz ve Poyrazköy gibi Ergenekon'la ilgili dosyalarda şüphelileri peş peşe tutuklarken de yerli ve milliydi aslında. Erdoğan, Gezi isyanında göstericilerin üzerine ateş açılması emrini bizzat verdiğini göğsünü gere gere söylediğinde de, polis yerli ve milliydi aslında. Yine Kürt halkının üzerine azgınca saldırtıldığında da, polis gayet yerli ve milliydi. Ne olduysa her şey 17-25 Aralık 2013 tarihinde oldu. AKP'yi oluşturan ittifakın bir parçası olan Gülen Hareketi'ne mensup polislerin, belli ki çözülmesi mümkün olmayan bir anlaşmazlığın ardından AKP'nin ileri gelen isimlerine yönelik olarak yaptıkları yolsuzluk operasyonu, polisin birden milli ve yerli olmadığı yolunda bir iddianın ortaya atılmasına neden oldu. AKP ittifakının içindeki çatlak Erdoğan'a zarar verecek boyutlara geldiğinde, üstelik bu çatlak devletin diğer kurumlarına da yayılma emareleri gösterdiğinde, Erdoğan

REWHAT

Özel harekatçı polislerin yerle bir ettiği Cizre.

hızla "paralel yapı" olarak adlandırdığı harekete karşı "yerli ve milli eksen" olarak adlandırdığı bir politikayı hayata geçirmeye başladı. Yani, Erdoğan ile AKP'ye kayıtsız şartsız biat etmeyen herkes artık "yerli ve milli" değildi, dolayısıyla düşmandı. Bir zamanlar George Bush'un "ya bizimlesiniz, ya teröristlerle!" ekseninin yerli ve milli bir kopyası olan, Erdoğan-AKP-Ergenekon ittifakının dışında kalan herkesi ötekileştiren ve düşmanlaştıran bu anlayışa karşı, bunun devletin farklı kesimleri arasında yeni bir ittifakın ideolojisi olduğunu teşhir edecek kampanyaları hayata geçirme, "yerli ve milli olmayan" bir alternatifi ortaya koymak için harekete geçme çabalarımıza hız vermeliyiz.


GÜNDEM

GÜZEL HABER: FAŞİST MHP’DE KRİZ VAR

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

CİZRE KIRILMASI Selahattin Demirtaş son zamanlarda yaptığı bazı konuşmalarda bir kırılmadan söz ediyor. Ne çözüm sürecinin ne de Kürt sorununun ele alınış biçiminin eskisi gibi olamayacağını da ifade eden bir kavram bu kırılma. “Kırılma”, “kopuş”la da birlikte ele alınabilir. Demirtaş ve birçok Kürt siyasetçi bu kırılmadan söz ediyor. Bu kırılma nedeniyle, Emine Ayna siyasal alanının bütününe güvensizliğini ilan ederek siyaseti bıraktığını açıkladı. Kırşehir’de ülkücüler tarafından yakılan kitabevi. KEMAL BAŞAK

Faşist partide olağanüstü kurultay tartışması büyüyor. Üç genel başkan adayının girişimi ile mahkemeden olağanüstü kurultay kararı çıktı, ancak Bahçeli yönetimi bu kararı Yargıtay’a taşıdı. Kurultayın ne zaman toplanacağı belirsiz, ancak genel başkan Bahçeli ile muhalefet arasında köprüler atılmış durumda. Faşist parti içindeki bu “liderlik” arayışının 47 yıllık ırkçı - katliamcı politikalara yönelik olmadığı, her bir adayın Türkeş’in çizgisine bağlı olduğunu ilan etmelerinden ve aslında bizzat Türkeş tarafından parti yönetimine getirilmelerinden belli. Tartışmalar ve bölünme, MHP’nin en büyük düşmanı olarak gördüğü HDP’nin gerisinde kalmasından sonra ortaya çıktı. Kürt sorununu başından beri “topyekun imha” yöntemi ile çözmeyi savunan faşist parti, yeniden savaş politikasına döndüğü 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından AKP’ye açıktan destek vermeye başlamıştı. Bu tarihten sonra MHP, polis ve jandarma özel harekattaki üniforma-

Bu “kırılma”yı, batıda yaşayan, batıda mücadele eden, ba-

lı kadrolarının yanında zaman zaman ülkü ocaklarını da seferber ederek Kürt halkına yönelik saldırılarda aktif bir rol oynamaya başladı. Ancak bu desteğin faşist partinin tabanında da karşılık bulması ve bunun sonucunda beş ay sonraki 1 Kasım seçimlerinde yaklaşık 2 milyon oyun AKP’ye gitmesi parti içinde liderlik tartışmalarını alevlendirdi. Cumhurbaşkanının giderek artan bir dozda MHP’nin görüşlerini ifade etmesi ve devletin güvenlik güçlerini bu doğrultuda seferber etmesi, faşist parti tabanındaki AKP’ye geçiş eğilimini canlı tutuyor. Bu eğilimin olası bir erken seçimde MHP’nin baraj altında kalmasına yol açması ve yeni anayasa tartışmalarında MHP’nin elindeki pazarlık kartını ortadan kaldırması riski bu iç kavgayı alevlendiriyor. Militer ve paramiliter unsurlarıyla gezegenimizdeki en büyük faşist parti olan MHP’nin tarihi insanlık suçlarıyla dolu. Özgürlük mücadelesinin önündeki engelleri kaldırmanın bir yolu da bu katliam örgütünün ve ondan ayrılan / ayrılacak olan partilerin her birinin kapatılması, aktif unsurlarının tutuklanması mücadelesinden geçiyor.

DAVUTOĞLU’NUN İRADESİ Mİ DEDİNİZ? AKP’nin yönetim kadrosunun bir gün söylediğini ertesi gün liderleri Erdoğan’dan azarı işitince yutmak gibi bir huyu var. Geçmişte Arınç ve Gül bu zikzakları yapar, Erdoğan’ın öfkeli yanıtlarına muhatap olurlardı. Günümüzde ise Başbakan Davutoğlu’nun “iradesi” lider tarafından eziliyor. Davutoğlu, barış isteyen akademisyenlerin tutuksuz yargılanmaları gerektiğini söylediğinde Erdoğan bir adım daha ileri giderek 12 Eylül rejiminin “vatandaşlıktan çıkarma” uygulamasını hatırlattı. Cumhurbaşkanının, “gerekli şartlar oluştuğunda, 2013’e geri

dönülebilir” diyen Davutoğlu’na cevabı ise oldukça sertti. Erdoğan, faşist Bahçeli’nin argümanlarıyla, şehirleri yakıp yıkmaktan, “başları ezmekten” bahsederek Davutoğlu’nun iradesini dümdüz etti. Bu tavırlar, bir taraftan Erdoğan’ın parti ve tabanı kontrol eden gücünün ne kadar büyük ve ondan sonra gelen liderlerin Erdoğan karşısında aslında kayda değer bir ağırlıklarının olmadığını gösteriyor, diğer taraftan, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı / savaşçı siyasetine yönelik derin bir görüş ayrılığını işaret ediyor.

tıda Kürt halkının haklarının kazanılması için canını dişine takanların değil sadece, devletin o soğuk aklını inşa edenlerin de duyması ve kavraması lazım. Bu kırılmanın nedenleri kavranmadan ne eski ne de yeni Türkiye inşa etmek mümkün olacak. Ölümler mi kırılmanın nedeni? Değil. Kürt sorununun savaşçı yöntemlerle ele alındığı her seferinde ölümler yaşandı. Savaşın bir yanı ölümler demek. Bu yüzden muhtemelen Kürt halkının geniş kesimlerinin yaşadığı kırılma duygusunun nedeni ölümler değil sadece. Artan baskı da değil. Tutuklamalar, gözaltılar , milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmak istenmesi de değil. Bu yöntemlerin hepsi daha önceden denendi. Kırılmanın nedeni, başka bir yerde gizli. Bir bodrumda gizli. Hala insanların cesetlerine, vücut parçalarına rastlandığı yerlerde gizli. Kırılma, yaklaşık 200 insan bir bodrumda öldürüldüğünde yaşandı. Birçok insan arabulucu oldu, halk araya girmeye çalıştı, Kürtler, gazeteciler, yazarlar, sinemacılar, HDP vekilleri araya girmeye çalıştı, ama ölümleri engelleyemediler. Bu ölümler, molozların arasındaki insan parçaları kırılmaya sebep oldu. Bu açıdan, önümüzdeki dönemin en önemli sorusu, bu kırıl-

HAFTANIN IRKÇISI “170 ERMENİ” ETİKETİNİN ALTINA YAZANLAR Geçtiğimiz hafta, 1 Nisan’ı 2’sine bağlayan gece, Ermenistan ile Azerbaycan arasında, Karabağ bölgesinde patlak veren şiddetli çatışmalar yaşandı. Daha önce

de aynı bölge için iki devlet savaşmış, 1994 yılında yapılan bir ateşkes anlaşmasıyla çatışmalar durmuş, ancak gerçek anlamıyla barış sağlanamamıştı. Nitekim geçtiğimiz hafta beş gün boyunca süren çatışmalarda, her iki taraftan da karşı tarafa ne kadar zayiat verdirildiği yolunda açıklamalar yapılmaya başlandı. Azerbaycan’ın 170 Ermeni askeri öldürüldüğü iddiaları, twitter’da ırkçı Türk kullanıcılar arasında bir ırkçılık kasırgasının esmesine neden oldu. Ermenilere ağza alınmayacak küfürler ve hakaretler eden ırkçılar, sadece Türkiye ve Ermenistan’da yaşayan Ermenileri değil, “Hepimiz Ermeniyiz” diyen herkesi hedef tahtasına oturttular.

manın giderilmesi için devletin, hükümetin, meclisteki partilerin ama en önemlisi Kürtlerle bir arada, eşit koşullarda kardeşçe yaşamak gerektiğini düşünen batıda yaşayan savaş karşıtlarının hangi adımı atacağı, bu kırılmayı tamir etmek için hangi yoğunlukta çaba göstereceğidir. Bir arada yaşamdan söz edenlerin, bu konu üzerine düşünmesi gerekir. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek, ölümleri durdurmak için çabalamaya devam etmek zorundayız.


4

DÜNYA

PANAMA BELGELERİ HÜKÜMETLERİ SARSIYOR Mossack Fonseca’nın 40 yılı aşkın süredir yürüttüğü işlemlerle ilgili bilgileri içeren belgeler, aralarında eski ve halen görevde olan toplam 12 dünya lideri, 143 politikacı, futbolcu ve yönetmenlerin de bulunduğu binlerce kişi ve kuruluşun vergi kaçakçılığı ve kara para aklama gibi yasa dışı eylemlerini açığa çıkardı. Belgelerle birlikte kendisi ve eşinin denizaşırı şirket sahibi olduğu ortaya çıkan İzlanda Başbakanı Gunnlaugsson, ülkedeki protestoların ardından istifa etmek zorunda kaldı. Rusya Devlet Başkanı Putin’in, yakın arkadaşı müzisyen Sergey Roldugin’e ait denizaşırı banka hesapları üzerinden vergi kaçırmak amacıyla gerçekleştirilen 2 milyar dolarlık para transferi ile bağlantılı olduğu iddiası üzerine Kremlin açıklama yapmak zorunda kaldı. Yapılan açıklamada, ‘‘Panama belgeleri, seçimler öncesi Putin’in itibarını sarsmayı amaçlıyor’’ denildi. Çin’de, Devlet Başkanı Şi Cinping’in kayınbiraderinin Britanya Virjin Adaları’nda denizaşırı şirketlerinin olduğunun ortaya çıkmasının ardından ülkede Panama belgeleriyle ilgili haberler sansürlendi. Her gün, politikadan spora, sinemadan iş dünyasına birçok isimle ilgili yeni belgeler ortaya çıkmaya devam ediyor. Belgeler neden bu kadar önemli? Belgeler dünyadaki birçok hükümeti sallayabilecek bilgileri içeren bilgileri kapsıyor. Hayali şirketlerin bir kısmı doğrudan devlet başkanlarının ismine kayıtlı. Diğerleri de devlet başkanlarının akrabaları ya da yakın çevresi tarafından açılmış. Skandal demokratik ülkelerde hükümetlerin düşmesine yol açabilir. Örneğin Putin’in sözcüleri zaman kaybetmeden atağa geçip, Batı’nın ‘medya savaşı’ açtığını ve Putin’e komplo düzenlendiğini söylediler. Belgeler Putin’in en yakın dostunun önemli Rus şirketlerinin hissedarı olup, hayali şirketinin hesabına milyonlarca dolar yatırıldığını gösteriyor. Mossack Fonseca şirketinin rolü nedir? Panama şirketi Mossack Fonseca offshore şirket kurmaya ve bu şirketlerin yönetimine aracı oluyor. Avukatlık bürosu toplam 300 bin paravan şirketin kurulmasında danışmanlık hizmeti vermiş. Mossock Fonseca aynı zamanda vesayet şirketleriyle özel vakıflar kurup işletiyor. Hukuk müşavirliği şirketi 1977 yılında Alman asıllı avukat Jürgen Mossack KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

PANAMA SKANDALI VE KAPİTALİZM Panama Belgeleri’nin ortaya çıkışı ile birlikte ücret artışı, emeklilik maaşı, kamu harcamaları için para olmadığını söyleyen politikacıların gizli hesapları, nasıl vergi kaçırdıkları ortaya saçıldı. Panama Belgeleri dünyada bulunan sadece tek bir vergi kaçırma firmasının bilgilerini ortaya çıkardı. Bu belgelerin içinde onlarca politikacının vergi kaçırmak için kurduğu şirketlerin isimleri bulunuyor. Özellikle Batı medyası daha çok Rusya devlet başkanı Vladimir Putin ve Çin ve Kuzey Kore’li politikacılara

tarafından kuruldu. 1986’da Mossack, Panamalı Ramon Fonseca Mora ile ortak oldu. Neden Panama? Kayman ve Bermuda Adaları gibi Panama da Latin Amerika’nın en önemli finans merkezleri arasında yer alıyor. Liberal yasaları bankaları Latin Amerika’ya çekiyor. Şu anda 90 bankanın 65 milyar dolarlık mevduatı işlettiği tahmin ediliyor. Finans krizi Panama’yı etkilemediği gibi bu ülkedeki yatırımların artmasına da yaradı. Panama’nın adı vergi cennetleri arasında geçiyor. Offshore şirket nedir? Para Aklamayla Mali Mücadele (FATF) adlı çalışma grubunun verilerine göre şirket ve holdingler yasal ticari faaliyetleri, şirket evlilikleri, şirket satın almalar ve vergi planlamaları için offshore şirket kuruluşlarına izin veren ülkelerde temsilcilik açabiliyor. 'Panama Belgeleri' kapsamında ne kadar bilgi sızdırıldı? odaklandı. Ancak aslında bu politikacıların arasında İngiltere Başbakanı David Camaron, İzlanda başbakanı Sigmundur Gunnlaugsson gibi isismler de bulunuyor. İzlanda başbakanı bu belgelerin sızmasının ardından istifa ederken Cameron’a yönelik protestolar da giderek büyüyor. 2012’de Google’ın vergi işleri topa tutulduğunda şirketin patronu Eric Schmidt kendisini “buna kapitalizm denir. Biz kapitalist olmakla gurur duyuyoruz. Benim kafam bu konuda çok net” diyerek savunmuştu. Kapitalizm demek birikim, yani parayı yeniden paraya dönüştürmek demektir. Bu birikimin gerçekleşmesini sağlayan şey acımasız bir rekabettir. En çok birikimi gerçekleştirmeyi başaran diğerini geçer. Devletler ve bu devletlerin yarattıkları hukuk da bu rekabetin bir parçasıdır. Dolayısıyla Panama Belgeleri’nde sızan bilgilerde adını

Sayısız bilgi sızdırıldı. ‘Süddeutsche Zeitung’a elektronik posta, veri bankası, resim, elektronik doküman ve PDF dosyası şeklinde 11,5 milyon belge iletilmiş. Toplam veri hacmi 2,6 terabaytı buluyor. Wikileaks’in ele geçirdiği kayıtların hacmi 1,7 gigabaytla ‘Panama Belgeleri’nin sadece binde biri kadardı. Veriler 1976’lı yıllarla 2016 arasındaki dönemi kapsıyor. NSA’nın gizli bilgilerini sızdıran Edward Snowden ‘Panama Belgeleri’nin bütün zamanların en büyük veri sızıntılarından biri olduğunu söylüyor. Vergi cennetlerinde 21 trilyon dolar Veriler, dünya genelinde süper zenginlerin, 2010 sonu itibarıyla "vergi cennetlerinde sakladıkları" paranın büyüklüğünün 21 trilyon dolara ulaştığını gösteriyor. Bu rakam, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya ekonomilerinin toplam büyüklüğüne eşit. Uluslararası finansta şeffaflık için çaba harcayan ve vergi cennetlerine karşı mücadele yürüten Vergi Adaleti Ağı adlı kuruluş tarafından hazırlanan raporda ise gerçek rakamın 32 trilyona kadar çıkabileceğini belirtiliyor. gördüğümüz politikacılar, futbolcular ve bir dizi insan kötü insanlar oldukları için değil, bu sistem tam olarak bu şekilde çalışmayı gerektirdiği için bu hukuksuzluğun bir parçası haline gelirler. Yolsuzluk, vergi kaçakçılığı kapitalizmin doğasının bir parçasıdır. Kapitalizmde rekabetin kuralları yoktur. Aslında bütün bir sistem hırsızlık üzerine kuruludur. Acımasız rekabet patronları ve hükümetleri rakiplerini alt etmek için daha farklı yöntemler kullanmaya itiyor. Bu yolsuzluk, vergi kaçakçılığı tamamen patronların ve devletlerin kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanıyor. Dolayısıyla kapitalizmden kurtulmadığımız sürece ne yolsuzluk ne vergi kaçakçılığı sona erecek. Patronlar ve politikacılar mülteciler, sağlık, eğitim, emeklilik için bulamadıkları paraları bir şekilde bir yerlere kaçırmaya devam edecekler. Bizim ise tüm bunların ortadan kalkması için kapitalizme karşı mücadele etmekten başka şansımız yok.


RÖPORTAJ

5

‘SİYASİ ÇÖZÜME İHTİYACIMIZ VAR’ Cuma Çiçek ve Vahap Coşkun tarafından, Barış Vakfı için hazırlanan ‘Dolmabahçe’den günümüze çözüm süreci: Başarısızlığı anlamak ve yeni bir yol bulmak’ raporu 2013-2015 dönemini kavramak ve bugün yaşadığımız savaş koşullarına karşı çözüm üretmek açısından önemli tespitler içeriyor. Cuma Çiçek’le raporu ve yeniden müzakerenin olanaklarını konuştuk. Müzakere sürecinin yeniden başlanması için Batı’ya dönük politik söylem nasıl olmalı? Batı’daki kamuoyuna nasıl seslenmek gerekir? Seslenecek aktöre göre değişir söylem. Bir takım değerler üzerinden Batı toplumu barışa ikna edilebilir. Barışın, eşitlikçi, özgürlükçü gibi daha iyi toplumsallık sunma avantajından bahsedilebilir. Ben açıkçası sekiz aydan sonra bu normatif dil üzerinden konuşmanın zor olduğunu düşünüyorum. Siyasi stratejik dilden konuşmak gerekir. Barışın herkese kazandıracağı siyasi söylemini kullanmak gerekir. Hatta barış değil belki de siyasi çözüm demek lazım. Yüzleşme, hesaplaşma, tarihsel adaletsizliğin ortadan kaldırılması söylemi normatif dil. Ama artık Batı için de Kürt illeri için de yeterli değil. Siyasi çözümle ilgili tarafların kazanacağı vurgulanabilir. Bu öncelikle ölümlerin durmasını sağlamak demek. Maliyeti az ama kazancı fazla bir çözüm olduğunu anlatmak lazım. Çatışmaların olduğu yerlerde gündelik hayatı durma noktasında. Ben Diyarbakır’da yaşıyorum bütün kentte hayat durdu. Her an herkesin ölebileceği bir atmosfere girdik. Bunun tüm ülkeye yayılma riski var. Bir şekilde siyasal çözüm içinde çözülmezse kayacağı nokta çok belli. Şehirlere yayılmış bir savaş riskiyle karşı karşıyayız. Ben bir ay önce rapor çalışması için Ankara’daydım, insanlar Kızılay’a gitmekten çekiniyordu. Gündelik, rutin hayatımızı sürdüremeyeceğimiz bir atmosfere girme riski var. Bundan dolayı siyasi çözüme ihtiyaç var. Bu söylem ekonomik gerekçelerle de genişletilebilir. Barışın iyi olduğu söylemi yetmiyor. Yaşanan son sekiz aylık yıkım, bölgede de barışa karşı büyük bir güvensizlik yarattı. Raporda çözüm sürecinin neden başarısız olduğuna dair önemli tespitler var. Bu tespitelerin ışığında, geçmişten ders çıkaran olası bir yeni müzakere sürecinin mimarisinin nasıl inşa edilmesi gerektiği hakkında da uyarılar yer alıyor. Peki bu uyarıları dikkate alacak yeni bir müzakere zemininin oluşması nasıl mümkün olur? Biraz da üçüncü aktörlerin aktif pozisyon alması lazım. Çözüm mimarisinin en eksik ayağı denetleme, basınç, kontrol mekanizması yoktu. Taraflardan biri masadan kalkacağı zaman, onu denetleyecek bir aktör yok. Ne ana Kürt hareketine ‘masaya dön’ diyecek sivil bir ses çıkıyor ne de Batı’da böyle bir aktör var. Muhalefet çok sıkıntılı, neredeyse AKP’den geri bir noktada. CHP anayasa görüşmelerinde dört maddeyi tartıştırmıyor. Ama mesele 4 maddede zaten. Burada yine maliyet geliyor aklıma. Ancak savaşın maliyetinin kaldırılamayacak noktaya gelmesiyle yeniden masaya dönülebilir. 2013’te hükümet için süreç kazan-kazan taktiğiydi. Kârlı olduğu için başlamıştı, çöküşü de öyle oldu. Hükümet bölgede siyasi güç olma konumu yitirdi ve çözümden bir şey kazanmayacağını düşündü. Bugün maliyeti ağır gelmeye başlayacak ki masaya dönülsün. İki tarafa dönük basınç olacak ki, çözümü kârlı bulacakları bir konjonktür olsun. Maliyetin ağırlığı söylemi sürecin sadece Türkiye koşullarına bağlı olduğu izlenimi bırakıyor. Sürecin akıbetinde bölgedeki gelişmelerin etkisi yok mu? Kürt meselesi ulus ötesi bir mesele. Kürtler Türkiye’nin sınırlarında yaşıyorlar. Sınırdaki devletlerin konumu, oradaki Kürt muhalefetinin konumu Türkiye’nin Kürt siyasetini belirleyen temel mesele. Süreci okurken bakmamız gereken esas mesele Kürt sorununun sınır ötesi niteliği. 2013

Newroz’da okunan çağrı bölgesel ölçekte yeniden dizayn çağrısıydı. Türklerin Kürtlerle Ortadoğu’da stratejik ittifak kurmasıydı. Ancak devletin yaklaşımı öyle olmadı. 20022011 döneminde dış ticaret 5 katına çıkmıştı. Artan ticaret içerisinde Ortadoğu ülkelerinin payı yüzde 10’dan 20’ye çıkmıştı. Batı’yla ticari ilişkisinde Türkiye büyük oranda alıcı ülke. Ortadoğu’da ise ihracatı önde. Batı’nın çeperiyken Ortadoğu’nun merkezi olmaya gidiyordu. Buna bir de siyasal İslam projesiyle, siyasal liderlik hedefi eklenmişti. Çözüm süreci AKP için, bölgesel denklem içinde Türkiye’nin yeni pozisyonu demekti. Ama son yıllarda bu çöktü. Siyasal olarak bölgesel aktör olma durumu geride kaldı. Ekonomik ilişkileri de çöktü. Bölgesel denklemde kazanımları ortadan kalktı. Kendisi bu durumdayken, ‘rakip’ iki yılda gücünü katladı. Koca bir bölge kuruldu, neredeyse bütün güney sınırının Kürtlerden oluştuğu yeni bir denklemle karşı karşıya kaldı. Bölge çözüm sürecinin kuruluşunda da çöküşünde de belirleyici. Suriye netleşmeden burada çözüm bulmamız zor gibi. Önce Suriye netleşecek ondan sonra Türkiye’de Kürt meselesi yola girecek. Ama bu şiddet dalgasının sonbaharda gerileyeceğini düşünüyorum. Şiddet sürdürülebilir değil. Sürecin başarısızlığında Batı’daki kamuoyunun yaklaşımının rolü olduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye’de genel bir muhalefet sorunu var. Devlet veya hükümet üzerinde basınç uygulayıp, değişim kazanan bir gelenek yok. Siyaseti sokakta değiştiren bir kamuoyuna sahip değiliz. Seçimler gibi mekanizmalarla faturalar çıkararak yapıyor. Ama aktif siyasete katılan sokak deneyimi yok. Çözüme dair AKP dışında ikinci bir seçeneğin olmaması da sorun. AKP’den öteye söz söyleyen bir CHP’yle karşı karşıya değiliz açıkçası. Raporu hazırladığımız dönemde, yeni bir çözüm sürecine desteğin yüzde 65 oranında olduğuna dair bir anket yayınlandı. Sivil toplumun savaşı ve şiddeti desteklediğini düşünmüyorum. Savaş iklimiyle milliyetçi kamuoyunu motive edebilir AKP. Ama savaşın geçici değil

kalıcı, iki aylık değil uzun vadeli olduğunu gördüğünde sokağın sesi yükselecektir. Burada bile ‘haftaya bitecek’ dedik 100 günü buldu. Kalıcı hale dönüşmeye başladı ve insanlar gündelik hayatı ona göre organize etmeyi başladılar. Henüz sokağa taşmış olmasa da bunun yarattığı öfke büyük. Batı’da siyasi angajmanı olmayan, ortalama insanlar için esas olan gündelik hayat. Bu kırıldığı anda faturası taraflara yansıyacaktır. Sokağın örgütlendiği, değişime zorladığı bir hareket deneyimimiz yok. Gezi bunun bir örneğiydi, o bile CHP’nin etkisinden kurtulamadı. Sokak ‘artık yeter’ demeye gündelik hayatının rutini devam edemediğinde başlayacaktır. Raporda devlet ile müzakereleri yürüten heyetin farklı toplumsal sorunların tamamını masada tutmasını da bir sorun olarak değerlendiriyorsunuz. Batı’daki bazı güçlerin ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ söyleminin, heyetin böyle bir tutuma sahip olması yönünde basınç yarattığını düşünüyor musunuz? Böyle bir siyasetin farkındayım. Ama heyetin davranışını belirleyecek güçte olduğundan emin değilim. HDK-HDP içinde de böyle bir eğilim var, biliyorum. Bence zayıf aktörler. Silahsızlanma radikal bir demokratik dönüşümle mi olacak, yoksa Kürt sorununun çözümüyle ilgili somut adımlarla mı. Biz ikincisini öneriyoruz. Bunun dışındaki öneriler çok genel geçer, muğlak, köklü bir sistem değişikliğiyle çözümün olmasını beklemek demek. Somut adımların atılması Türkiye’de demokrasi mücadelesinin bittiği anlamına gelmiyor. Böyle itirazı olan aktörlerin, çözüm sonrasında hangi mekanizmalarla mücadeleye devam edeceğine kafa yorması lazım. Bu yorumlar Kürt hareketini araçsallaştıran bir pozisyon. Çözümün olmaması, şiddete kaymak demek zaten demokrasi mücadelesinin tıkanması demek. Çözüm sürecine dair ‘satma’ meselesinden Kürt hareketine hatırlatmada bulunmak, Kürt hareketiyle araçsal bir ilişki kurmaktır. Röportaj: Meltem Oral


6 MÜLTECİLERİN BİZE BİR ZARARI MI VAR? Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların sayısı 2 milyon 759 bin. Diğer ülkelerden gelen mülteciler de eklendiğinde toplam sayı 3 milyonu geçiyor. Yani şu anda Türkiye’de yaşayan tüm insanların %4’ü mültecilerden oluşuyor. Egemen sınıf, böylesi bir durumda, Türkiye toplumundaki tüm sorunların kaynağı olarak mültecileri gösteriyor. Örneğin, mültecilere yönelik ırkçı saldırılara gerekçe olarak “suç işlemeleri” gösteriliyor. Oysa 2014 yılı sonu verilerine göre, Türkiye'ye sığınan Suriyelilerin adli olaylara karışma ve suç oranı yüzde 0,33 (on binde otuz üç) oldu. Bunların ise çoğunu “belgede sahtecilik” ve “izinsiz çalışma” oluşturuyor. Bunlar, çoğunlukla Türkiye devletinin suç işleyerek Suriyelilerin mülteci statüsünü tanıyıp haklarını teslim etmemesinden kaynaklanan “suçlar”.

n AB İLE AKP’NİN IRKÇI İTTİ MÜLTECİLERLE DAYA

Bir diğer argüman ise Suriyelilerin “işlerimizi elimizden aldığı”. Bu anlayış, emekçiler ile sermaye sahipleri arasındaki mücadelede patronları aklayıp Suriyelileri suçlu ilan etme anlamı taşıyor. Suriyeliler, çok kötü koşullarda ve Türkiyeli işçilerden düşük ücretlere çalıştırılıyorlar. Dolayısıyla, bir Türkiyeli işçinin yerine Suriyeli çalıştırılıyorsa, bundan hem işini kaybeden Türkiyeli işçi hem de alması gereken ücretin altında gelirle yaşamaya çalışan Suriyeli işçi zarar ediyor. Kazanan ise patron. Dolayısıyla, işçi sınıfının hakları için verilecek mücadele Suriyelilerle Türkiyelilerin birlikteliğini gerektiriyor.

AVRUPA HALKLARI DAYANIŞIYOR 2015 yazında Aylan Kurdi’nin sahile vuran cansız bedeninin görüntüleri, Avrupa’daki birçok ülkede önce mültecileri, daha sonra ise onlarla dayanışmak isteyen ırkçılık karşıtlarını harekete geçirdi ve kitlesel eylemler yapıldı. AB’nin geçtiğimiz aylarda yaptırdığı bir araştırmaya göre, Avrupa toplumlarının üçte ikisi, hükümetlerinin mültecilere yardım etmesinden yana. Mültecilerle dayanışma eylemleri 2016 yılında da 17 ülkede eşzamanlı yapılan 19 Mart gösterileriyle devam etti. AB’nin “özgürlük” sağladığı illüzyonu mülteci kriziyle birlikte bir kez daha yıkılırken, hükümetlere karşı Avrupa’nın sıradan insanları mültecilerin yanında saf tutuyor.

MÜLTECİLER ERDOĞAN’DAN KAÇIYOR Yalnızca 2016 yılında Türkiye’den Avrupa’ya kaçmayı başaran göçmenlerin oranı, Türkiye’deki tüm Suriyeli nüfusunun %15’ine denk. Jandarma ve polis tarafından kaçmadan önce toplananları ve Ege Denizi’nde can veren binlerce Suriyeliyi de eklediğimizde bu oran %20’yi buluyor. Erdoğan’ın “misafirimiz” dediği Suriyelilere gösterdiği konukseverlik kısa sürdü. Şimdi “Bu kadar insanı nasıl besleyeceğiz?” diyerek Avrupa’ya çatıyor. Geri Kabul Anlaşması’nın uygulamaya geçeceği günlerde ise Yunanistan’daki mülteciler “Türkiye’ye hayır” sloganıyla gösteriler düzenlediler. Suriyeliler Türkiye’de yoksulluk içinde yaşıyor. Tekstil ve inşaat gibi sektörlerde asgari ücretin yarısına günde 16 saat çalıştırılıyorlar. Devlet katında ve sokakta ırkçılıkla karşı karşıya kalıyorlar. Gitmek istediklerinde onları ya Ege Denizi’nde ölüm veya yakalanıp Suriye’ye geri gönderilme riski bekliyor.

Avrupa Birliği ülkeleri, 2015 yazından itibaren hızlanan göçmen akışına karşı sınırlarına duvarlar çekti, Suriyelilere şiddet uyguladı, kendilerinin de bir parçası oldukları savaşlardan kaçanları kabul etmemek için her yolu denedi. Son birkaç aydır ise 2013 yılı sonunda Türkiye ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’nın yürürlüğe konması için görüşmeler yapılıyordu.Anlaşma, 4 Nisan’da hayata geçmeye başladı. Yunan adalarından toplanan mülteciler, Türkiye’ye geri gönderildiler. Buna göre, Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçen, iltica başvurusunda bulunmamış veya bu talebi reddedilmiş göçmenler geri gönderilecek. Her bir kişiye karşı, Türkiye’den bir göçmen AB ülkelerine kabul edilecek. Ancak anlaşmanın üst limiti şimdilik 72 binle sınırlı. Avrupa Kalesi Avrupa Kalesi, İkinci Dünya Savaşı’nda hem Naziler hem de ona karşı savaşanlar tarafından, kıta Avrupası’nın etrafındaki sınırları bir “savunma hattı” olarak belirleme amacıyla kullanılan bir askeri propaganda terimi. Avrupa ülkeleri şimdi aynı savunmayı mültecilere karşı uyguluyor. Türkiye ile varılan anlaşma, hem BM sözcülerine hem de insan hakları örgütlerinin tamamına göre, uluslararası hukuka aykırı. Hem AB yasaları, hem ulusal hukuk düzenlemeleri hem de Cenevre Sözleşmesi ihlal ediliyor. Sığınmacıların başvurularının bireysel olarak değerlendirilmesi gerekirken, anlaşma mültecilerin toplu olarak geri gönderilmesini beraberinde getiriyor.

Kayserili pazarlığı Başbakan Davutoğlu, anlaşmayı gururla “Kayserili pazarlığı yaptık” diyerek duyurmuştu. AKP, mültecilerin zorla geri gönderilmesi karşılığında AB ülkelerine vizesiz giriş hakkı, 6 milyar dolar yardımı ve AB üyeliğinin yeniden müzakeresini elde etmeyi umuyor. Türkiye hükümeti, yalnızca “ekonomik” gerekçelerle sığınma talebinde bulunanların ülkelerine geri gönderileceğini söylüyor. Bakanlık bunun gerçek olmadığını iddia etse de, Uluslararası Af Örgütü, Türkiye’nin 2016 yılı başından beri binlerce mülteciyi Suriye’ye, kaçtıkları savaşın içine zorla geri yolladığına dair bir rapor hazırladı. Raporda sınırın iki tarafından tanıklıklar aktarılırken, her gün 100 kişinin gönderildiğini bölgedeki herkesin bildiği söyleniyor. Sınır kapatıldı Üstelik, AKP zaten 2015 yazından beri, Suriye sınırını mültecilere tamamen kapattı. Savaştan kaçanlar için sınırın diğer tarafından kamplar kuruluyor, Erdoğan ise bunu Batı ile Suriye içerisinde bir “güvenli bölge” oluşturma pazarlığının kozu olarak kullanıyor. Türkiye’den Yunanistan’a geçmek isterken yakalanan binlerce mültecinin ise sığınma işlemlerine başvuramadan veya bir avukatla dahi görüştürülmeden geri gönderme merkezlerine götürüldüğü bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye, sınırın diğer tarafında ise Yunanistan’a kaçmak isteyen on binlerce kişiyi devlet güçleri aracılığıyla “topladı”.


GÜNDEM 7

İFAKINA KARŞI ANIŞMAYA

NE YAPILMALI? n Hükümet, AB ile yaptığı kirli ittifaka derhal son vermelidir. Mültecilerin zorla Türkiye’ye döndürülmesi ve buradan ülkelerine yollanması durdurulmalıdır. Sınırlar göçmenlere açılmalıdır. n AKP, Suriye’deki savaşa müdahil olmayı ve mezhepçi politikalarını terk etmelidir. ABD liderliğindeki emperyalist koalisyondan çıkılmalı, İncirlik Üssü Irak ve Suriye’yi bombalayan uçakların kullanımına kapatılmalıdır. n Türkiye’deki göçmenlerin mülteci statüsü tanınmalı; eğitim, barınma, beslenme, sağlık gibi temel haklardan ücretsiz faydalanmalarının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

HAYIRSEVERLİK DEĞİL MÜCADELE! Suriyeliler içinde bulundukları zor koşullara üzüleceğimiz, kendilerine acıyacağımız zavallı insanlar değiller. Ülkelerindeki savaştan kaçmak zorunda kaldılar, yaşamak için onurlu bir şekilde direniyorlar.

Irkçılığa hayır! Mülteciler hoş geldiniz Hükümet mültecilere karşı tutumunu sertleştirirken, toplumsal “muhalefet” de mültecilere sahip çıkmıyor. Zorla geri getirilen mülteciler, Dikili’de “Kamp istemiyoruz” gösterileriyle karşılaşıyor. Bu eylemlerin öncülüğünü CHP yapıyor. Gerekçe ise “Dikili’nin suyunun mültecilere yetmeyecek olması”. Maraş’ta ise “El Nusra kampı” denilerek mültecilerin yerleştirileceği, yerleştirildiklerinde ise çoğu zaman kaçmak için can attıkları kampın kurulmasına karşı çıkılıyor. Benzer kampanyalar 2012 yılında da “ulusalcı sol” güçler tarafından başlatılmış, “terörist kampı istemiyoruz” yürüyüşleriyle mülteciler hedef gösterilmiş, milliyetçi bir atmosfer sonucunda birçok şehirde faşist ve ırkçı gruplar Suriyelilere saldırmıştı. Yaşadıkları yerden savaş nedeniyle her şeylerini bırakarak kaçan, Suriyeliler başımızın tacıdır. Hükümete ve devlete karşı inşa edilecek özgürlük mücadeleleri, ezilenleri bölen ve bir kısmını düşman ilan eden değil, tam tersine onları da müttefik kılacak ve Türkiyeli-Suriyeli işçileri, yoksulları, sıradan insanları birleştirecek bir perspektifle inşa edilmelidir. Mülteciler konusunda hükümete yöneltilecek eleştiri “ülkeye Suriyelileri doldurması” değil, AB ile bu kirli ittifakta yer alması, göçmenlerin mülteci statüsünü tanımayarak “geçici koruma” diye bir şey uydurması, Suriyelilerin sağlık, eğitim, barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçları konusunda gösterdiği zafiyetler, ırkçı saldırıların önüne geçememesi ve özellikle son dönemde sık sık rastlanan mültecilere yönelik polis şiddeti olmalıdır.

Geçtiğimiz hafta Yunanistan’da yapılan kamu emekçileri grevine göçmen kamplarından yoğun bir katılım sağlandı. Bu, mültecilerle kurulması gereken ilişkinin en iyi örneği. Yunanistan’da ırkçılık karşıtları, sol ve emek hareketi kitlesel dayanışma kampanyaları inşa etti ve mültecilere güven verdi. Böylelikle, onları da kendilerinin sosyal adalet mücadelelerine katmayı başardılar. İşçi sınıfının gücü birliğinden gelir. Bunun için ırkçılık temelinde bizi bölen egemen sınıf propagandasına güçlü bir yanıt üretmemiz gerekli.

KAZANMAK İÇİN DOĞRU SİYASİ ANALİZ Mültecilerle dayanışan kitlesel bir hareketin inşa edilebilmesi için öncelikle mültecilerin niçin mülteci olduğunun doğru kavranması gerekiyor. Türkiye’ye 3 milyon yakın mültecinin gelmesinin sebebi olarak “AKP’nin Suriye’deki savaşı”nı görüyorsanız, meseleye yalnızca AKP’nin prizmasından bakmanız, hatta mültecilere AKP sebebiyle düşmanlık duymanız kaçınılmaz hâle gelir. Suriye’de 2011 yılında birçok diğer Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi bir ayaklanma başladı. Baas rejimi, tüm diğer devletler gibi, bu isyan dalgasına baskı ve şiddetle karşılık verdi. AKP’nin Suriye’deki savaşa müdahil olduğu doğru ve buna karşı çıkmalıyız. Ancak mültecilerin buraya gelmesinin altında yatan neden Esad’ın katliamları. Buna, son iki yılda bir de IŞİD adlı mezhepçi örgütün baskı ve katliam politikaları eklendi.

GÖRÜŞ Roni Margulies

MHP’DE SOĞUK DUŞ GÜNLERİ MHP Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ geçenlerde bir basın toplantısı düzenleyerek istifa ettiğinde yanında MHP Kayseri milletvekili Yusuf Halaçoğlu’nun yer alması, gazetelerde okuduğuma göre, partinin Kayseri il ve ilçe teşkilatlarında “soğuk duş” etkisi yaratmıştı. Bahçeli, delegelerden yeterli imza toplanmasına rağmen muhalif adayların olağanüstü kurultay çağrısını reddediyor, “Yargı ne karar verirse versin kurultay yapılmayacak” diyor ve partinin muhalif teşkilatlarını kapattırıyordu. Bahçeli’ye en yakın isimlerden Özdağ’ın istifası ve olağanüstü kurultay çağrısı yapmasıyla 1 Kasım’dan beri yaşanan parti içi çalkantılar ayyuka çıkıyordu. O noktada genel başkanlık için üç aday vardı, kısa süre sonra Özdağ da adaylığını açıkladı. Sonra da muhaliflerin açtığı davada mahkeme MHP’de kurultay yapılması kararını verdi. Bütün bunlar Türk, millî ve yerli bir partiye yakışmadığı gibi, faşist bir partiye hiç yakışmıyor elbet. Doğal olan, millî olan, başbuğ veya führer ünvanını taşıyan en büyük kurtun “Höt!” demesi ve küçük kurtçukların sıraya dizilmesi. Böyle olmayınca, sürekli “soğuk duş” durumu yaşanıyor tabii. Özdağ’ın yanında Halaçoğlu’nu görünce, 15 yıl boyunca Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapmış olan Kayseri milletvekilinin ne kadar millî bir adam olduğunu hatırladım Şöyle demiş mesela: “Batılılar TÜRK’e ve MÜSLÜMAN’a düşmandır!.. Onları hizaya getirmeden TÜRKİYE’de terörün sona ermesi zordur! Üstelik bunlar “Kürtler’e Özgürlük” derken terör örgütlerinde Ermeniler’i ve Süryaniler’i kullanırlar. Kim ki ‘TÜRK’ÜM’ demekten kaçınır, ya Yahudi dönmesi ya da kendini gizlemiş Ermeni-Rum kırmasıdır.” Veya şöyle: “Ne diyor PKK’lılar? ‘1915’in intikamını alıyoruz.’ Mağara kiliseler, sünnetsiz PKK’lılar biliniyor artık. PKK, Türk dünyasının entegrasyonunu önlemek için çıkarılmış bir vasıtadır. ABD, 1970’ten itibaren öngörüyor Sovyetlerin çökeceğini ve bir Türk dünyasının oluşacağını. Sovyetler 1990’larda çöküyor. Eş zamanlı olarak PKK’nın Türkiye’de yaptığı tahribata bakın. PKK’yı alt etmeye harcadığımız gücü Türk cumhuriyetlerine harcasak ne olurdu bir düşünün! Hepsi danışıklı dövüş.” Bu görüşlerin sahibi olan bir partinin dağılması, soğuk duş yapması, faşistler dışında kimseleri üzmez herhalde, değil mi? Değilmiş. Bir de AKP üzülüyor. Partinin gazetesi Yeni Şafak üzüntüsünü “Paralel yapının operasyonlarına hedef olan MHP” manşetiyle duyurdu. Millî ve yerli bir partinin başına gelenler karşısında, memleketin diğer millî ve yerli partisinin üzülmesi kadar doğal bir şey olamaz herhalde.


8

GELENEK

PRATİKTE MARKSİZM: LENİN’İN NİSAN TEZLERİ geldiği, her zaman geri çağrılabildiği, ortalama işçi ücretinden yüksek bir ücret almadığı, sovyetlere dayanan bir devlet kurulmalı, topraklar ve de bankalar sovyetler denetiminde kamulaştırılmalı, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi savaşı destekleyen işçi partilerinden kendini ayırmak üzere adını Komünist Parti olarak değiştirmeli ve savaşa karşı enternasyonalizme sahip çıkacak olan yeni bir enternasyonal kurulmalıydı. Bu açıkça işçilerin denetimi elinde tuttuğu yeni bir iktidar çağrısıydı: “üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiş”.

CAN IRMAK ÖZİNANIR

“Eskiden yapıldığı gibi, burjuva devrimi ‘tamamlama’ sorununu ortaya atmak canlı marksizmi ölü metinlere feda etmek demektir” Lenin Marksizm adı ilk telaffuz edildiği günden bu yana pek çok meydan okumayla karşılaştı. Mekanik veya iradeci, reformist veya ikameci çeşitli “Marksizmler”, kapitalizmin veya işçi sınıfının yapısında en ufak bir değişiklik yaşandığında ilan edilen “Marksizm’in krizleri”, devrimin artık mümkün olmadığı hatta sıradan insanların dünyanın gidişatına bir etkide bulunamayacağı görüşü, Marksizm’in ancak kapitalizmin belirli bir dönemini açıkladığı, günümüzü açıklamak için yetersiz olduğu yorumları bu meydan okumalardan sadece birkaçı. Ancak bu meydan okumaların hepsinin sonunda mutlaka yaşanan bir olguyu daha hatırlatmak gerekiyor: Marksizmin geri dönüşü.

Hayatın yeşil ağacı Lenin’in “burjuva devriminin tamamlanması” türü aşamacı formülleri es geçerek kapitalist devletin yıkımını savunması sovyet içinde örgütlü olan partilerin temsilcilerinden de, “burjuva devriminin işçi ve köylülerin demokratik diktatörlüğü” ile tamamlanacağını savunan eski-Bolşevikler tarafından da tepkiyle karşılandı. Lenin, eski şablonları tekrarlayanlara karşı somut durumun tahlilini yapıyor ve onlara Goethe’den bir alıntıyla sesleniyordu: “Teori gridir, dostum, oysa yemyeşildir hayatın ağacı”

Bu geri dönüşlerden en sonuncusunu 2008’de kapitalizmin bir anda krize girmesiyle yaşadık. Marx’ın haklı çıktığını söyleyen yazılar anaakım medyada çok yer buldu. Ancak bu salt ekonomik görünümlü bir iade-i itibardı. İşçi sınıfının dünyayı değiştirebileceği fikri tukaka edilmiş, “haklı çıkan” Marksizm, Lenin, Troçki, Luxemburg gibi “tehlikeli” isimlerden azade kılınmış, devrim fikri ile bağlantısı koparılmış bir iktisadi teoriye indirgenmişti.

Gerçekten de şablonları tekrarlayan tüm unsurlar çok temel bir sorunu es geçiyorlardı: Kapitalist devlet ile Komün tarzında örgütlenmiş bir devletin bir arada varlığı veya Lenin’in deyişiyle ikili iktidar. Bu iki yapının bir arada var olması mümkün değildi.

Karl Marx, kapitalizmin nasıl işlediğini göstererek bir iktisat teorisi ortaya koymadı, aynı zamanda sistemin nasıl olup da sürekli kriz ürettiğini, bu kriz üreten sistemin üzerinde yükseldiği sınıfı da gösterdi ve sistemin yıkılması için bir çağrı yaptı. O yüzden en büyük eseri Kapital’in en başında işçilere şöyle sesleniyordu: “Anlatılan senin hikâyendir”.

Lenin önemli bir noktaya daha dikkat çekiyordu: hegemonya mücadelesine. 1917 Nisan’ında sovyetler içinde kendi kendilerini yönetebileceklerini savunan tek bir grup bile yoktu. İşçilerin çoğunluğu hükümeti desteklemeyi doğru buluyorlardı. Lenin tam da bu sebeple işçilere hükümeti teşhir edecek sabırlı bir propaganda faaliyeti öneriyordu. İşçi sınıfı, kendi kendini yöneteceğine ikna olmadan sosyalizmi kurmak mümkün değildi. Bu, kendisini işçi sınıfı yerine koyan her tür eğilime katı bir reddiyeydi. İşçiler adına bir parti, grup, kast yönetmeyecek, sınıf kendi iktidar aygıtlarıyla aşağıdan yukarıya bir yönetim kuracaktı.

Marksizm, yaşayan ve hareket eden bir dünyaya bakarak, kitlelerin onu değiştirerek kendilerini özgürleştirmesinin yolunu arayan dinamik bir teoridir. O yüzden “Marksizmin Dönüşü” asıl olarak burjuva medyasının propagandasına soyunduğu ehlileştirilmiş Marksizm’de değil, Tunus’ta, Yunanistan’da, Mısır’da, İspanya’da, ABD’de, Suriye’de, Bahreyn’de, Portekiz’de sokaklara dökülen, grevlere başlayan, kendi yaşamlarının kontrolünü eline almak için mücadele eden kitlelerin hareketindedir. Ancak Marksistler bu hareketlerden öğrenirken bu hareket içindeki bütün fikirleri aynı şekilde sahiplenmez, hareketi kapitalizme karşı sıradan insanların kendilerini yönelttiği bir doğrultuya çekmeye çalışırlar. Bu dinamik teorinin, hayatın kendisiyle yani pratikle nasıl bir birlik içinde olduğunu en güzel gösteren örneklerden biri bundan 99 yıl önce yine bir Nisan ayında, Bolşevik lider Vladimir İlyiç Lenin’in Petrograd’ın Finlandiya istasyonunda yaptığı Nisan Tezleri adıyla bilinen konuşmadır ve bugün için hâlâ önemli dersler içermektedir. Bütün iktidar sovyetlere 1917 Şubat’ında Rusya’da ekmek talebiyle başlayan eylemler kısa bir sürede sürmekte olan Birinci Dünya Savaşı’na ve ülkeyi yöneten Çarlık rejimine karşı bir devrime dönüşmüş ve Çarlık yıkılmıştı. Çarlık’tan sonra Rusya’da iki temel iktidar biçimi ortaya çıktı. Bunlardan biri işçilerin aşağıdan öz örgütlülüklerine dayanan işçi konseyleri (Sovyetler), diğeri de sovyetlerin de desteğiyle kurulan parlamenter yönetim olan Geçici Hükümet’ti. Lenin, Nisan ayında sürgünden Rusya’ya döndüğünde Geçici Hükümet karşısında başka bir iktidarın mümkün olduğunu ve bunun hâli hazırdaki Sovyet olduğunu savundu. Lenin’e göre iki iktidar biçimi arasında uzlaşmaz

Tezlerin en önemli yanlarından biri ise enternasyonalizm vurgusuydu. Lenin’e göre enternasyonalizmden geri adım atmak ve emperyalist savaşta kendi ülkesinin yanında yer almak sosyalizme ihanetti.

çelişkiler vardı. Rusya’nın mevcut durumunu sınıflar ve sınıflar arasındaki güç ilişkileri etrafında ele alan Lenin, Birinci Dünya Savaşı’nda kalmaya devam eden Geçici Hükümet’in burjuvazinin temsilcisi olduğunu savunuyordu. Petrograd’da işçi, asker ve köylülerin konseylerine dayanan sovyetin ise Paris Komünü’ndeki gibi bütünüyle başka bir iktidarı temsil ettiğini söylüyordu. Sosyalistler bu ikinci iktidarı savunmalıydı. Nisan Tezleri’nde yoldaşlarının bir kısmı dâhil pek çok kişiyi şoke eden sloganı öne sürdü: “Bütün iktidar sovyetlere”. Bu soyut bir slogan veya kof bir radikalizm değildir. Tersine Nisan Tezleri’nde Lenin şablonculuğa karşı çıkarak somut tahliller ve bu tahlillere denk düşen somut öneriler yapmaktadır. Bu tezlere göre emperyalist savaşa karşı tavır alınmalı, Geçici Hükümet’e destek verilmemeli, hükümetin sınıf niteliği ve savaş konusundaki iki yüzlülüğü işçi sınıfına sabırla anlatılmalı, parlamenter bir devlet değil, polis ve ordunun lağvedildiği, memurların seçimle iş başına

Nisan Tezleri işçi sınıfı içinde hızla yaygınlık kazandı, Bolşeviklerin sabırlı propagandası sayesinde tamamen işçi sınıfının aşağıdan yönetimine dayanan bir devlet Ekim 1917’deki ikinci bir devrimle kurulabildi. Marksist teori ile pratik, Nisan’dan Ekim’e uzanan süreçte iç içe geçerek dünyanın en demokratik devlet biçimini yaratmıştı. Yaşayan bir Marksizm Son 5-6 yılın tüm ayaklanma, direniş, devrim ve karşıdevrim deneyimleri, Marksizm’i yaşayan bir teori olarak görmenin önemini anlatıyor. Gerek Arap Baharı’nda, gerek büyük kitle hareketlerinin yaşandığı Yunanistan’da kapitalist devletin ötesine geçememenin bedelini işçi sınıfı ve ezilenler ödüyor. “Kitleleri özgürleştirmek” bahanesiyle emperyalistler tarafından atılan bombalar Ortadoğu’da can almaya devam ediyor. 1917’de kendi hikâyesini kendisi yazmak isteyen kitleler, bir devrimci parti aracılığıyla Marksizm ile buluşmuştu. Biz de kendi hikâyemizi kendimiz yazmak istiyorsak şablonlara değil yaşayan bir teori olarak Marksizm’e ve yaşamın yemyeşil ağacını kitleler içinde sabırla inşa edecek bir devrimci partiye ihtiyacımız var.


SINIF MÜCADELESİ

n

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR?

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

1 MAYIS: İŞÇİLERİN BİRLİK DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜ OLMALI İşçi sınıfına ve emekçilere yönelik saldırılar sürekli artıyor. Kapitalist sistem yaşadığı krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak için yeni düzenlemeler yapıyor, yeni yasalar çıkarıyor. Kıdem tazminatının fona devredilmesi, kiralık işçilik sisteminin getirilmesi, kamu çalışanlarının iş güvencesinin yok edilmesi için yasa tasarıları Meclis gündemine geldi. Başbakan taşeron sistemini kaldırıyoruz dedi, ama yerine özel sözleşmeli personel sistemi önerdiği ortaya çıktı. İş cinayetleri her gün devam ederken Soma katliamı sonrası çıkarılan iş güvenliği yasasının uygulaması bir yıl daha ertelendi. Arabuluculuk yasası çıkarılarak, işçilerin mahkemelerde dava açma hakları ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Sayıları yüz binlerle ifade edilen mülteci işçiler, yasal düzenlemeler yapılmadığı için çok ağır koşullarda sigortasız güvencesiz çalışmaya zorlanıyor. Kılıçdaroğlu, sendika kongrelerinde taşerona karşı nutuklar atıyor. CHP’li Beşiktaş Belediyesi’nin kadroya almadığı işçiler isdireniyor.

n Gebze Dilovası’nda İnşaat-İş üyesi işçiler, TOKİ’nin üç aydır maaşlarını ödememesi üzerine iş bıraktı. n DİSK’e bağlı Cam Keramik-İş sendikasında örgütlenmelerinin ardından patron tarafından sözlü olarak işten atıldıkları söylenen Dostcam işçilerinin direnişi sürüyor. n Amasya'da bulunan Yeni Çeltek Maden Ocağı İşletmesi’nin kapatılmasına ve kendilerinin Soma’ya gönderilmesine karşı eylemler yapan maden işçileri, maden ocağına girerek açlık grevine başladı. n Ankara’da ODTÜ’de çalışan DİSK/Genel-İş üyesi işçiler, hükümetin taşeron işçilik düzenlemesi ve kiralık işçilik yasa tasarısına karşı eylem yaparak, tasarının geri çekilmesini istedi. n TTB, savaşa karşı çıktığı için işten atılan Dr. Fatih Sürenkök'ün görevine iade edilmesi talebiyle eylem yaptı. n Dersim’de EDAŞ işçileri haklarının gasbedilmek istenmesine karşı iş bıraktı. n İzmir Çiğli’deki Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’nde kurul Kastaş’ta ağır çalışma koşulları ile müdür ve formenlerin taciz ve mobbingine karşı çıkarak örgütlenme çağrısı yaptıkları için işten atılan iki kadın işçinin fabrika önündeki direnişleri üçüncü haftasını dolduruyor. n Gebze’de İnci Plastik işçileri işten atma saldırısına karşı direnişlerini sürdürürken SCA Yıldız işçilerinin

grevi de devam ediyor. n Birleşik Metal-İş üyesi metal işçileri, kıdem tazminatının gaspı ve esnek çalışma saldırılarına karşı Kartal'da yürüyüş yaptı. n Beşiktaş Belediyesi’nde işten atılan taşeron temizlik işçilerinin direnişi devam ediyor. n Karaman’da ücretlerini almayan işçiler inşaat çatışına çıkarak eylem yaptı. Çatıya çıkan arkadaşlarına destek veren işçilere polis saldırdı. n Türk-İş Ankara şubeleri, hükümetin işçilere saldıran kölelik yasalarına karşı yaptığı eylemde, tüm sendikaların mücadelede yan yana gelmesini savundu. Eylemde “Genel grev genel direniş” sloganları atıldı. n Bakırköy Belediyesinde çalışan işçiler, yaklaşık bir aydır maaşlarını alamadıkları için eylem yaptı. n İstanbul Beyoğlu’da bulunan İSPARK’a ait otoparkın girişinde 13 liralık otopark ücreti yüzünden öldürülen Nurettin Yanık’ın arkadaşları olay yerinde eylem yaptı. İşçiler güvenliklerinin sağlanmasını istedi. n Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Cardin Concept fabrikasında, DİSK’e bağlı Tümka-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan 9 işçinin fabrika önündeki direnişi devam ediyor. başına gelenleri, Suriye’ye bakın.

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

BİZİM SİLAHIMIZ DEVRİMCİ FİKİRLER

Büyük güçlerin belirlediği bir siyasi bir ortamdayız. SaDSİP Şubat vaşın en korkunç yanı kendi kendini örgütleme ve yayılayı lantıları ma niteliği. Emekçilerin siyasi mücadelesinin bombalarla

engellenmesi. Biz emekçi insanlar bu duruma nasıl değiştirebiliriz? 20. yüzyıl tarihinden tek bir ders dahi çıkarmamış, stalinizmle hesaplaşmamış, 1970’lerin Türkiye solu deneyimi ve 80’lerin sonunda bunun özeleştirisi yokmuş gibi davrananlar var. Türkiye’nin batısında sol güçler de silaha mı sarılmalıdır? Hayır! Bırakın geçen yüzyılın stalinist gerilla hareketlerinin korkunç hata ve sonuçlarını ya da Türk solunun

Rejim barışçıl protestolarla başlayan demokratik bir halk devrimine savaş kartını ileri sürerek acımasızca saldırdı. Devrimciler kendilerini korumak için silahlanmak zorunda kaldı. Rejim onları ne zaman kırdı, işte o zaman dünyanın silah üreticisi ve alıcısı “uluslarası güçler” devreye girdi. Yalnız bırakılan Suriye devrimi, yerini iç savaşa bıraktı. - Devrim eğer çoğunluk hareketine dönüşmezse ve ortak talepler etrafında kitleleri birleştirecek devrimci bir parti yoksa, karşı-devrim şiddetle, kanla, savaşla boğmaya gelir. Azınlık hareketleri, istedikleri kadar kahraman, fedai, silahlı olsun devletin üstesinden gelemez. - Siyasetin şiddet araçlarıyla yürütülmesi demek olan savaş, savaşla değil kitlesel barış mücadeleleri ile sona erdirilebilir. Bu rol yine silahlı savaşçı azınlık değil olan biteni dikkatle izleyen çoğunluk tarafından yerine getirilir. Bunun yolu bomba silah değil, genel grev ve kitlesel protestolardır.

Savaş ve baskı devam ediyor Bölgede süren savaş ve sokağa çıkma yasakları, yeni ölümlerin yaşanmasına neden oluyor. Kürt halkının demokratik talepleri çatışmalar gerekçesiyle tümden ortadan kaldırılıyor. Güvenlik politikaları adına alınan tedbirler şiddetli bir baskı aracına dönüşürken demokratik hak ve özgürlükler budanıyor. Barış talebiyle yola çıkan akademisyenler tutuklanıyor, gazeteciler davalarla ve işten atılma tehditleriyle görevlerini yapamaz hale getiriliyor.

Bütün alanlar işçilere açılmalı 1 Mayıs’a, bütün bu saldırıların yoğunlaştığı, işçi ve emekçilere sokakların, meydanların kapatılmaya çalışıldığı bir dönemde giriyoruz. 1 Mayıs bu saldırılara dur dediğimiz, mücadelemiz için güç biriktirdiğimiz bir gün olmalıdır.1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak yaygın, kitlesel ve birlikte alanlara çıktığımız bir gün olmalıdır. İstanbul’da 1 Mayıs, 2010 yılından beri içeriğinden uzak meydan tartışmalarıyla geçiyor. Alan üzerinden yapılan tartışmalar işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesini zaafa uğratıyor. 1 Mayıs mücadele günüdür, bütün alanlar işçilere açılmalıdır. 1 Mayıs’ta meydan tartışması yapmadan birleşik ve kitlesel bir işçi eylemi örgütlenmelidir. İşçi ve kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları 1 Mayısın birleşik, kitlesel bir eylem olması için üzerine düşen görevi yerine getirmelidir.

Emekçi sınıfların silahı, devrimci fikirlerdir. Bu fikirlerin gündelik ekmek mücadelesi ile bağlar kurmasıyla gerçek değişim başlar. Bu bir niyet değil gerçek. Savaşın insani ve maddi yıkımıyla birlikte anlamsızlığını gören kitleler, biraz yavaş hareket eder, ancak bir harekete geçip şalterleri indirdi mi işler tamamen değişir? 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ silahlı mücadeleyi savunabilenler var. İktidarı tepeden zapt etmek isteyen bu stalinist azınlıkların, sosyalizme bir alakası yoktur. Türkiyeli demokrat ve sosyalistler, sizi ne silaha sarılan küçük gruplar, ne de kendi özgürlükleri için başkaldıran Kürtler kurtaracak. Eğer mücadeleden yanaysanız bunun tek bir yolu var: Sabırla ve inatla emekçi sınıflar içerisinde örgütlenmek, savaşa ve sermaye yanlısı ekonomik politikalara karşı birlikte mücadeleyi örmek. Marksizm 2016’da bunu hep birlikte nasıl yapabileceğimizi konuşacağız.


10

GELENEK

İRLANDALI İŞÇİLER BİRLEŞİP BAŞKALDIRDIĞINDA İrlanda’nın mücadele tarihi hakkında geçen hafta ilk bölümünü yayınladığımız yazı dizisinin ikincisinde emperyalizme karşı aşağıdan mücadele konu ediliyor. DAVE SHERRY

James Connolly 7 yıl ABD’de bir devrimci olarak çalıştıktan sonra,1910’da İrlanda’ya döndü. Dönüşü en önemli çalışması olan, İrlanda Tarihinde Emek’in basımına denk gelmişti. Bu çalışmasında İrlanda’nın bağımsızlığının milliyetçilerin tekelinde olduğuna dair ‘sağduyulu’ görüşlere karşı çıkıyordu. İkinci Enternasyonal’in liderleri ‘geri kalmış’ ülkelerde sosyalizmin, kapitalizmin gelişmesini takip edeceğini tartışmaktaydılar. Sosyalist bir hükümeti ortaya çıkarmak için işçi sınıfının yeterince ‘olgunlaşması’ gerektiğinden, kolonilerin bağımsızlığını ve bu ülkelerdeki kapitalizmin gelişmesini destekliyorlardı. Connolly bu mekanik yaklaşımı reddetti. İrlanda işçilerinin yalnızca baskı altında olduğunu değil, aynı zamanda değişim gücü de taşıdığını görüyordu. İrlanda’nın bağımsızlığını kazanmasının tek yolunun, bir işçi cumhuriyeti kurulması için mücadele etmek olduğunu öne süren ilk kişiydi. İrlanda’da sosyalist bir hareket inşa etmek için işe başladı. 1903’te İrlanda’dan ayrıldığında, işçi sendikaları zayıftı ve meslek sendikaları tarafından sınırlandırılıyorlardı. Çok fazla sayıda vasıfsız işçi, ancak çok yüksek oranda da işsizlik vardı ve uygulanan günlük işçi modeli işçilerin örgütlenmesine engel oluyordu. Dublin yoksulların sefalet içinde yaşadığı bir şehirdi. Ama işçi sınıfı ilerlemekteydi. 1907’de Belfast’ta yapılan liman grevi, tüm İrlanda’yı sarsan bir işçi militanlığı döneminin açılmasına neden oldu. Bu greve, Britanya merkezli liman işçileri sendikası örgütçülerinden James Larkin liderlik etti ve şehrin en yoksul işçileri greve katıldı. Günlük kiralanan liman işçileri çok düşün bir maaşa karşılık, hava koşulları nasıl olursa olsun, uzun saatler boyunca çalışmak zorunda kalıyorlardı. Belfast’a gelişini takip eden birkaç ay için-

1907, Belfast liman grevi. İrlanda işçi sınıfı mücadeleye atılıyor.

de, Larkin yaklaşık beş bin liman işçisini sendikaya kaydetti. Patronlar buna sendika üyelerini işten atarak yanıt verdi. Larkin tüm liman işçilerini ve kamyon şöforlerini bir araya getirdi. İlk kez Katolik ve Protestan işçiler patronlara karşı birlikte mücadele ediyordu. Grev birlik taraftarı patronlar, Katolik kilisesi ve özerk yönetimin politikacıları tarafından kınandı. Britanya ve güney İrlanda’dan grev kırıcı işçiler getirildi. Savaş gemileri Belfast körfezine gönderildi ve isyanı bastırmak için süvariler kullanıldı. Larkin İskoçyalı devrimci John Maclean’ı greve yardımcı olması için Belfast’a davet etti. Maclean atmosferi şöyle anlatıyordu: “İşçiler sendikaya katılmak konusunda aşırı istekliydiler. On binlercesi Pazar sabahları sosyalizmin devrimci ‘müjdesini’ dinlemek için rıhtımdaki gümrük müdürlüğünün önünde toplanıyordu.” Yaklaşık yüz bin kişi, dayanışmalarını göstermek üzere Protestan Skankhill Yo-

lu’nda yürüyüş gerçekleştirdi. Birlik yanlısı basın olayları bir ‘millyetçi başkaldırı’, Protestanlara yapılacak saldırılarla ilgili bir uyarı olarak gösterdi. Ancak Larkin ve grevin diğer liderleri birleşik mücadeleye vurgu yaparak bölünmeyi engellediler.

Connolly yeni sendika ile ‘tek büyük sendika’ yaratmanın mümkün olduğunu gördü. 1910’dan 1916’daki idamına kadar, en önemli çalışmalarını bu sendikada yaptı. Liderliğini yaptığı Sosyalist Parti’ye ise zamanının ve enerjisinin daha azını harcadı.

Grev, liman işçileri sendikasının İngiliz başkanının müdahalesiyle kırıldı. Grev nedeniyle etekleri tutuşan başkan, Larkin ve grevcilerin arkasından patronlarla görüşerek sefil bir anlaşmaya varmıştı.

Connolly İkinci Enternasyonal’in bir partinin ne yapması gerektiğiyle ilgili konseptinde, parti faaliyetlerinin eğitim, propaganda ve seçimlerle sınırlı olduğunu gördü.

Yenilgiye rağmen bu grev yeni bir işçi militanlığı döneminin habercisi oldu. 1908’de Larkin Dublin taşımacıları ve Cork liman işçileri grevlerine liderlik etti.

Ancak İrlanda işçi sınıfının yükselmesiyle Connolly’nin iyi hazırlanmamış olduğu politik karmaşa süreci aynı döneme rastladı.

1910’da İrlanda Taşımacılar ve Genel İşçiler Sendikası’nı kurdu. Sendikanın üye sayısı üç yılda dört katına çıkarak on bin kişiye ulaştı. Sendika İrlanda’nın bağımsızlığını destekliyordu.

Yenilenmiş bir özerklik talebi ve milliyetçiliğin daha militan bir biçimi ortaya çıkmaktaydı. Birlik yanlısı reaksiyon ve savaş nedeniyle İkinci Enternasyonal’in dramatik çöküşü diğer önemli sorunlardı.

Connolly 1910’da sendikanın Belfast’taki örgütçüsü oldu. 1911’de İrlanda işçi gazetesini çıkarmaya başladılar ve 95 bine varan etkili bir satış rakamına ulaştılar.

Gelecek hafta yayınlayacağımız serinin üçüncü ve son yazısı, Connolly’nin bu zorluklarla nasıl yüzleştiğini ele alıyor.


ANTİKAPİTALİST

ÇİLEM DOĞAN’A ÖZGÜRLÜK!

11

GÖRÜŞ Şenol Karakaş

VODAFONE ARENA, BAŞKAN VE BAŞKAN ADAYI! Beşiktaş taraftarı yeni sahasına kavuşmanın mutluluğunu yaşayacakken, Beşiktaş başkanının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik övgü dolu sözlerinin ifrata varması nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde hüzünlendiler. BJK başkanı Fikret Oyman kısa konuşmasında her cümlenin başına “sayın Cumhurbaşkanım” girişini ekleyip, her cümlenin sonuna da nokra yerine “Sizin sayenizde” vurgusunu koydukça, taraftarlar olmaz olsun böyle stat demişlerdir muhtemelen. Yanlış anlaşılmasın, BJK stadının inşa edilmesi için Erdoğan bürokrasinin aşılmasında belirleyici bir rol oynamış olabilir ve bu nedenle takımın başkanı teşekkür de edebilir ama söz konusu olan bir teşekkürden daha fazlasıydı, söz konusu olan, “bizi siz yarattınız” diyerek Erdoğan önünde yerlere kadar eğilmesiydi başkanın. Bu çok önemli değil kuşkusuz. Milyarlarca doların döndüğü bir piyasadan söz ediyoruz. Futbol piyayası deyip geçmemek gerekir. Türkiye’de futbol endüstrisinin değerinin 5 milyar dolar olduğu düşünülüyor. Sadece Süper Lig’in değeri yaklaşık 1 milyar Euro.

Defalarca yaptığı şikayetlere ve çıkartılan koruma kararlarına rağmen maruz kaldığı sistematik şiddete karşı hiçbir adım atılmayan Çilem Doğan’ın davası ikinci kez görüldü. Kocasının şiddeti karşısında kendisini savunmak için kocasını öldürmek zorunda kalan Çilem Doğan’ın tutuklu yargılanmasının devamına karar verildi.

lerce kadın onunla aynı hayatı yaşıyor. Binlerce kadın sistematik olarak kocasından, ailesindeki erkeklerden, sevgilisinden şiddet görüyor ve şikayetlere rağmen şiddet sona ermiyor.

Kocasını şikayet etmek için gittiği polisin kendisine ‘kıskanıyordur normal’ yanıtını verdiği ortaya çıkan Çilem Doğan’ın yaşadıkları birçok kadının başına gelenlerden farklı değil.

Çilem Doğan davasıyla birlikte meşru müdafaa hakkı da tartışılmaya başlandı. Şu anda hayatını kurtarmak için öldürmek zorunda kalan, ölmemek için kendisini savunan birçok kadının davası sürüyor. Bu kadınların hepsi şiddete ve tehditlere karşı devlet kurumlarına başvurmuş ve hiçbir destek alamamış. Kamuoyunda özellikle kadınlar tarafından sahiplenen Çilem Doğan’la birlikte başlayan tartışmalar, devam eden kadın davalarının seyrini de etkiliyor. Evlendiği günden itibaren kocası tarafından şiddete uğrayan Damla Kutulu’nun davası beraatle sonuçlandı. Kocaeli’de alınan bu karar öz savunma hakkını kullanan tüm kadınların sürmekte olan davaları için emsal olmalı.

Kadınların büyük çoğunluğu ayrılmak, boşanmak istediklerinde veya şiddetten korunmak için herhangi bir kapıyı çaldıklarında kocaları tarafından tehdit ediliyor. Kadınlar genellikle şiddet dolu hayattan uzaklaşmaya çalışırken öldürülüyor. Bu süreçte devlet kurumlarının son derece yetersiz ve hatta umursamaz olduğu ayan beyan ortada. Şiddetin cezasız kalması üstelik normal görülmesi Çilem Doğan’ı kocasını öldürmek zorunda bırakan koşulları yarattı. Çilem Doğan yalnız değil, bin-

Öz savunma hakkı

Futbol yayın haklarının piyasasının 500 milyon Euro olduğunu düşünürsek bal tutanın parmağını yaladığı bir sektörden bahsettiğimiz çok açık. Sektör bu kadar değerli olunca kulüp başkanlarının cumhurbaşkanlarının önünde eğilip bükülmesinde bir acayiplik olmuyor. Acayiplik, tartışmanın Bertholt Brecht’in şiir yazdığının yok sayılmasında başlıyor. Brecht, “Okumuş bir işçi soruyor şiirinde”, tarihi krallar, padişahlar, başkanlar ve devlet başkanlarının yaptığı iddiasına net yanıtlar veriyordu: “Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? Tek başına mı aldıydı orayı? Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? E bir aşçı olsun yok muydu yanında? İspanyalı Filip ağladı derler batınca tekmil filosu. Ondan başkası ağlamadı mı? Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?

OKUR MEKTUBU

IRKÇILIK HALA GÜNCEL

Akşam okul çıkışı eve gitmek için otobüs durağında, dolu ancak dakikasının dolmasını bekleyen otobüste bir kişilik yer buldum ve otobüse bindim. 20 dakikalık yolu ayakta gitmek istemeyen yolcular, yeni otobüsü beklemek için durakta sıraya girdiler ve beklemeye başladılar. Birkaç dakika sonra birden bir hareketlilik oldu ve bir gürültü koptu. Sıra 7-8 kişi olmuş. Bir beyaz erkek ve bir kadın sıranın önüne geçmişler sanırım. Sıranın sonlarına yakın, beyaz olmayan bir erkek, beyaz erkeğe kızmış mı, neden öne geçtiğini mi sormuş, bilmiyorum. Çünkü duymadım. Beyaz erkek çok sinirlendi ve diğerine saldırmaya başladı. Neyse ki uzaklaştıran insanlar vardı. Söylendi, kızdı vs. Kısa bir süre sakinlik oldu. Ve tekrardan fazlasıyla sinirlenerek kafasını durağın camına bir-

kaç defa vurdu beyaz erkek, ama artık kırmızıydı. Yine beyaz olmayan kişiye doğru dönerek, “Ulan sen benimle muhatap olacak adam mısın?! Sen kimsin!? Sen benle muhatap olamazsın” dedi. “Niye böyle diyo ya?” diye bir daha diğer erkeğe baktım ve o arada beyaz erkek “Ortalığı patlanıyonuz! Sen kimsin?!” dedi. Evet, şimdi sebebi barizdi. Arkadaki erkek Kürt’tü. Bana iki şeyi anımsattı: 1900’lerin Amerika’sında siyah insanların otobüslerin arka kısmında ayakta yolculuk etmeleri ve asla beyaz insanlarla aynı haklara sahip olmamaları ve Hitler Almanya’sında Yahudi olan insanlara karşı yapılan ayrımcılık. Bunlar apaçık bir şekilde ırkçılıktı ve benim bu şahit olduğum da bariz olarak ırkçılık. Düşünmeden edemiyorum, bir insanın diğer bir insandan nasıl bir farkı olabilir ve bu karşısındaki insanı kendisine tek bir kelime edemeyecek kadar hakir görebilir? Bir kimlik nasıl bu kadar ‘suç’ olabilir? Anlayamıyorum. Irkçılık da bitmiyor, bu ufak ama aslında büyük olay. Otobüsün içinden de yorum gelecek mutlaka. “ ‘Bayan’ kışkırtıyor!” - ırkçılığın yanına bir de cinsiyetçilik eklendi. Ben içinde ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, türcülüğün, homofobinin olmadığı bir dünya istiyorum ve bu mümkün. R. Öğrenci Adapazarı/Sakarya

Yok muydu ondan başka kazanan? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. Ama pişiren kim zafer aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. ama ödeyen kimler harcanan paraları?” İdeolojik illüzyon böyle bir şey işte. Kapitalizm sadece garip bir şekilde 1.6 trilyon dolarlık bir futbol endüstrisi yaratmakla kalmıyor, o dev statları yapan, spor müsabakalarının akışını, gerçekleşmesini, yayınlanmasını, taraftarların müsabakaları izlemesini sağlayan emek gücünü yok hükmünde ilan ediyor. Oysa, İstanbul’da yolu Gümüşsuyu’ndan geçenler yüzlerce işçinin gece gündüz çalıştığına tanıklık ettiler. Gece-gündüz ve kar-çamurda tehlikeli koşullarda. Stadın yapımında 50 yaşında Şahin Aydın adındaki işçi iş cinayetinde öldü. İskeleden düştü. Sadece BJK değil elbette söz konusu olan. Sefalet ücretiyle inşaatlarda çalışan, iş kazalarında ölen, emekleri yok sayılan milyonlarca işçiyi şimdilik görmezden gelebilir kapitalizm. Ama bu şansını kaybedeceği aşama çok uzak değil. O zaman ne yerlere kadar eğilen kulüp başkanı para babalarının ne de önünde yerlere eğilinen cumhurbaşkanlarının kudreti beş para edecek.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

BARIŞI DENEMEKTEN VAZGEÇEMEZSİNİZ ÇAĞLA OFLAS

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu'nun gazetecilere verdiği röportajda söylediği "PKK 2013 Mayıs’ına dönerse her şey yeniden konuşulabilir" sözlerine sert bir şekilde çıkıştı. Erdoğan "Teröristler ya teslim olacaklar ya da kıstırıldıkları deliklerde birer birer etkisiz hale getirileceklerdir. Türkiye’nin önünde artık üçüncü bir yol kalmamıştır. Çünkü biz diğer yolları denedik, demokratik açılım dedik olmadı, milli birlik dedik olmadı, çözüm süreci dedik yine olmadı. Daha neyi deneyeceğiz ya?" dedi. Kürt halkının mücadelesi ve batıdaki emekçi yığınların aşağıdan gelen basıncı sonucunda müzakere masasına oturuldu. Hükümet önce, “demokratik açılım” daha sonra “Milli birlik ve kardeşlik” olarak adlandırıldığı süreç boyunca, Kürtlerin kültürel haklarını tanımanın ötesine gidemedi. Kürtlerin ulusal varlıklarını her düzeyde tanımayı ve garanti altına almayı gündeme getirmedi. İnkâr, imha ve asimilasyon politikalarına karşı Kürtlerin isyanı her seferinde katliamlarla, baskılarla, sürgün politikalarıyla bastırılmak istendi. Ancak tüm bu politikalar yeni isyanlara yol açmaktan başka bir işe yaramadı. Evet, Erdoğan ve AKP hükümeti Kürt sorunun özünü görmezden gelmek için her şeyi denedi. Meselenin etrafında dolaştı. Ama çözüm sürecinin kalıcı bir barışla sonuçlanmasını sağlayacak Kürtlerin eşitlik taleplerini karşılamaktan imtina etti. Savaş tırmandırılıyor Türkiye devleti iki cephede birden savaşıyor. Türkiye Ortadoğu’da sürmekte olan emperyalist kapışmanın bir parçası. Suriye’de hegemonya mücadelesinin yol açtığı çözümsüzlük Türkiye’yi daha da istikrarsız hale getiriyor. Üstelik Kürt hareketinin Rojava’da kanton kurmasının ardından özerklik ilanı devletin Kürt illerine yönelik savaşın tırmandırmasına yol açıyor. İmha, katliam ve sürgün planları, psikolojik savaşla, idari tedbirlerle, baskıyla, şiddetle, dezenformasyonla desteklenen “Çökertme” harekâtları gerçekleşiyor, Master Planlar açıklanıyor. Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova ve pek çok bölge tanklarla girilip, bombalandı. Kürtlerin yaşadığı bölgeler, mahalleler, evler, yakılarak yaşanmaz hale getirildi. İnsan hakları derneklerinin yayınladığı raporlara göre, hemen her yaştan, insanın yaşamını yitirdiği tam bir katliam gerçekleştirilmiş vaziyette. Fırat’ın batısında yaşayan emekçiler için de durum parlak değil. İntihar bombaları adeta günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Bugüne kadar yaşanan 7 intihar bombası sonucu onlarca insan yaşamını kaybetti. İnsanlar, hava durumu raporu alır gibi, konsolosluklardan ya da güvenlik birimlerinden gelen bomba ihbarlarına göre günlük yaşamlarını düzenler hale geldi. Ama biliyoruz ki savaşı sonsuza kadar sürdürmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Tercih, yaşatmakla öldürmek arasında. Yaşatmayı tercih edenler güçlerini birleştirmeliler. Birleştiğimizde göreceğiz ki barışı isteyenler çok ama çok daha büyük bir kalabalıklar.

SAVAŞ ZAMANI BARIŞI SAVUNMAK SUÇ DEĞİL SORUMULULUKTUR. TUTUKLU AKADEMİSYENLERE ÖZGÜRLÜK! SORUŞTURMALAR DURURULSUN!

KİRLİ VE KANLI KOALİSYON Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel güç mücadelesi, Kürt ulusal mücadelesinin geldiği nokta, Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetini “Yerli ve Milli” olarak adlandırdıkları yeni bir eksene yönetti. Faşist MHP, Ergenekoncular ve ulusalcılardan oluşan geniş bir kesim bu eksenin içinde yer alarak milliyetçi bir koalisyon oluşturmaktalar. Perinçek Kürt illeri bombalanırken, mutlu olduğunu söylüyor. Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu, barış isteyen akademisyenlere karşı Erdoğan’la aynı şeyleri söylüyor. Faşist MHP’nin Başkanı Bahçeli hükümete seslenerek, Nusaybin’de “Taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayın” çağrısında bulunuyor. Öte yandan Erdoğan ve etrafında kenetlenen burjuvazi sahip olduklarını elinde tutmanın başkanlık rejiminden geçtiğinin bilincinde. Ve bu nedenle de tüm yetkileri elinde barındıran Türk tipi bir başkanlık rejimini adeta bir ölüm kalım meselesi haline getirmiş durumdalar. Toplum bir yandan Erdoğan merkezli kutuplaşmayla pasifize edilirken, savaş, patlayan bombalar ve giderek dozajı artan baskıcı uygulamalarla toplumun geniş kesimleri etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor.

ÇÖZÜM VE HEPİMİZE ÖZGÜRLÜK İÇİN Göçmenlere yapılan saldırılar, ölümler, anti demokratik yasalar ve işçi sınıfına yönelik saldırılar: Tüm bunlar hükümetin hem Suriye’de hem de Kürt illerinde sürdürmekte olduğu savaşın faturası. Egemen sınıfların savaş, militarizm ve milliyetçilik ekseninde oluşturduğu bu kirli ittifak ancak savaştan ve krizden zarar gören geniş emekçi kesimlerin birleşik mücadelesi dağıtabilir. İşçi hareketinin genel anlamda etkisiz durumda olması, bunun hep böyle süreciği anlamına gelmez. Savaş etki-

lerini göstermeye ve çok daha can yakıcı hale gelmeye başladığında tüm dengeler barıştan ve emekçilerden yana değişebilir. Renault işçilerinin, Cerratepe’de bakır madeni çıkarmak isteyen şirkete karşı yapılan eylemler, hem de 8 Mart’ta kadınların sokağa yansıyan öfkesi bu havanın hızla dağılabileceğini gösterdi. Şimdi sabırla ve yılgınlığa kapılmadan batıda mücadele eden emekçilerin talepleriyle barış talebini birleştiren bir odağı inşa etmeliyiz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.