Sosyalist işçi 562

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

562

20 Nisan 2016 2 TL. sosyalistisci.org

DEVLETLER PAZARLIK YAPIYOR İNSANLAR BOĞULUYOR

YASAMAK HAKTIR , 2016

SINIRLARI ACIN! , marksizm 11-15 MAYIS

#istanbul taximhill otel

DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVRİMCİ FİKİRLER!


2

GÜNDEM

DOKUNULMAZLIKLA CHP’NİN DEĞİŞEBİLME İHTİMALİ Kemal Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz hafta bundan böyle çok sert bir muhalefet yürüteceğini söyledi. Duyanlar “Bravo” derken, bu sertliğin ilk meyvesini görüp, susmak zorunda kaldılar. Kılıçdaroğlu, milletvekillerinin dokunulmazlığı konusu meclise geldiğinde, “Evet” oyu vereceklerini açıkladı. CHP’yi solcu, solun değerlerini taşıyan, her şeye rağmen “biz solcuların” partisi olarak görenler açısından izahı zor bir durum. Uzun bir süredir “CHP değişti” propagandası yapan koronun son umuduydu milletvekillerinin dokunulmazlıkları konusunda CHP’nin alacağı tutum. Yine olmadı. Çok net bir şekilde AKP liderliği tarafından HDP üyesi milletvekillerini tasfiye etmeyi hedefleyerek gündeme getirilen dokunulmazlıkların kaldırılması konusu, CHP tarafından destekleniyor. Erdoğan, CHP’yi, “Ya terörün ya benim yanımdasınız” diyerek sıkıştırdı. Kılıçdaroğlu, derhal Erdoğan’ın yanına geçti. HDP’nin silahlı bir örgüt olmadığını söyleyemedi. HDP’li vekillerin milyonlarca oy alarak seçildiğini, halkın temsilcisi olduklarını söyleyemedi. HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kalkmasıyla çatışmalı ortamın sonlanması arasında hiçbir bağ olmadığını savunamadı. Kılıçdaroğlu ve CHP içinde birkaç milletvekili dışında hiçbir CHP’li, vekillerin dokunulmazlığı kalktığında Kürt halkında siyasal çözüm umudunun bütünüyle azalacağını söylemedi. Kılıçdaroğlu Demirtaş’la aynı karede görünme korkusuyla Erdoğan’la aynı kareye girdi. CHP, Erdoğan ve devletin ilmik ilmik inşa ettiği “yerli ve milli koalisyonun” aktif bir parçasıdır. Sosyalist İşçi, Gezi direnişi günlerinden itibaren, “Ne AKP yeni liberalizmi ne CHP kemalizmi” sloganını öne çıkartıyor. AKP’ye karşı mücadeleyi, CHP’nin kazanılması, demokrasi saflarına çekilmesiyle özdeşleştirenler, bu slogana kızıyor ve iktidardaki bir partiyle muhalefetteki bir partinin eşitlenmesine kızıyorlardı. Söz konusu Kürtler, söz konusu Ermeniler, söz konusu bir halklar hapishanesi olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarihiyle yüzleşmek olduğunda, CHP, hızla iktidar partisi gibi davranmaktadır. Gezi direnişinin ardından “bas geç” diyerek, yerel seçimlerde Mansur Yavaş gibi CHP adayı olan faşistleri, Mustafa Sarıgül gibi mafya tipi belediye başkanlığı yapanları destekleyenler, son olarak, Demirtaş’a karşı da Ekmeleddin İhsanoğlu’nu desteklemişlerdi. Nedeni çok açıktı: Temel çelişki, Erdoğan’ın geriletilmesi olunca, herkesin aklına en sağındakiyle ittifak kurmak geliyor. Ulusalcı sosyalistler CHP’yle, CHP ise MHP’yle ittifak kurarak AKP’yi gerileteceğini iddia etti. Bu tür kitle partilerini birleşik bir bütün gibi görenler yanılıyor. CHP, blok olarak değişemez. CHP, o kadar Kürt ve Ermeni düşmanı bir devlet partisi gibi, tedavisi mümkün değil. CHP, önce parçalanmalı, bölünmeli, CHP olmaktan çıkmalı, varsa CHP’nin tabanında değişimden, demokrasiden, Kürtlerden, adaletten yana olanlar, o zaman bakılır. O zamana kadar, CHP Kemalist bir devlet partisidir. Dokunulmazlıklar konusunda Kürtlerin ve barış sürecinin düşmanıdır!

DAHA FAZLA ÇATIŞ

KEMAL BAŞAK

İktidar partisi, Türk devleti ile Kürt halkının silahlı güçleri arasında 32 yıldır süren savaşın en kanlı günleri yaşanırken bu süreci daha da keskinleştirecek vahim adımlar atıyor. Bu adımların sonuncusu, binlerce sivil Kürdün hunharca katledilmesi yetmiyormuş gibi, bu sayının bir anda on binlere çıkmasına yol açabilecek, Kürt halkının yasal alanda siyaset yapmasının önünü tıkayacak olan milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılması ve ardından milletvekillerinin tutuklanması. Bunun için CHP ve MHP ile anlaşarak anayasadaki milletvekilliği dokunulmazlığı ile ilgili maddeyi değiştirmek için meclise önerge veren AKP yine kurnazlık yapıyor, dokunulmazlıkları kaldırıp üzerine bir de Anayasa Mahkemesi’ne gitmeyi engelleyecek bir yasa değişikliği istiyor. Susturmak istiyorlar Türk devleti uzun zamandan beri Suriye Kürtlerinin kendi kaderini tayin etmek üzere attığı adımları Türkiye’de yaşayan Kürtlere savaş açarak engellemeyi planlıyor. Bu yeni savaş konseptinin ilk çıplak göstergesi, 28 Şubat 2015 tarihinde Türk ve Kürt yetkililer nezdinde açıklanan Dolmabahçe mutabakatının hemen ertesinde Cumhurbaşkanının

REWHAT

bu mutabakatı tanımadığını açıklamasıyla ortaya çıkmıştı. Sürecin fiilen sonuçlanması 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasına kaldı. Ancak, 7 Haziran’da 6 milyon oy ve % 13 oy oranı ile kendisini engellemek için konulan barajı paramparça ederek büyük bir zafer kazanan HDP savaş planlarının önüne güçlü bir set çekti. İşte bu andan itibaren HDP başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere devleti yönetenlerin baş hedefi haline geldi. Asıl sorun çözümsüzlük İçi boş bir dokunulmazlığın kaldırılması tartışması AKP’ye ve savaş koalisyonuna yarıyor. Mesele sadece dokunulmazlıkların kaldırılması olsa kürsü dokunulmazlığı dışında her türlü dokunulmazlığın kaldırılmasını samimiyetle savunan HDP’nin önerisi kabul edilirdi. Bu öneri, yolsuzluk, gasp, yaralama, cinayet, tecavüz suçlamasına muhatap olan AKP’li, CHP’li ve MHP’li vekillerin dokunulmazlığını ortadan kaldıracağı için reddedildi. HDP’li vekiller savaşa karşı barışı savundukları için iktidarın hedefinde. Savaşa karşı barışı savunan herkesin HDP’nin yanında, tutuklanmak istenen milletvekillerinin yanında olmalı.


GÜNDEM

ARI KALDIRMAK:

ŞMA VE ÖLÜM

SAVAŞ KOALİSYONU İSTEMİYORUZ İktidar partisi, ateşkes ortamında büyüyen ve 7 Haziran seçim sonuçları ile bir umut haline gelen HDP’yi yeniden çatışma ortamı yaratarak etkisiz hale getirme planını adım adım uyguladı. Ancak, esas olarak HDP’yi parlamento dışında bırakmak için yapılan 1 Kasım 2015 seçimlerinde HDP’nin yeniden barajı aşması, Cumhurbaşkanının savaş planlarını bir kez daha revize etmesini gerektirdi. Erdoğan, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere, daha önce Kürt sorununun silahsız çözümü yönünde adım attığı için arasını açtığı kesimlerle yeniden bir mutabakata vardı. Kürt sorununu başından beri “topyekun imha” yöntemi ile çözmeyi savunan kesimler Erdoğan’ın liderliğinde bir savaş koalisyonu oluşturdular. İçinde AKP dışında, ülkücü faşistlerden Ergenekonculara, generallerden ulusalcı CHP’lilere kadar geniş bir kesimi barındıran bu koalisyon liderinin ifadesiyle “milli ve yerli” bir savaş başlattı.

Devletin güvenlik bürokrasisi ve faşist MHP’nin desteği ile Kürt halkına yönelik olarak, iki seçim dönemi arasında uygulanan şiddeti (canlı bomba saldırılarını, ülkücü faşistlerle kol kola düzenlenen linç hareketlerini, sokağa çıkma yasakları ile uygulanan ablukaları) misillerce kez aşan bir saldırı başlatıldı. Yeni savaş koalisyonunun Kürt siyasi hareketini topyekûn imha etmek üzere başlattığı saldırıların en vahşi yüzü yüzlerce günlük sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Kürt şehirlerinde görülüyor. Buna rağmen, son Diyarbakır Newroz’unda da görüldüğü gibi, Kürt halkı “barış” demeye devam ediyor. Ancak iktidarını savaş politikalarına yaslanarak sürdürenlerin buna tahammülleri yok. Kendisine oy veren milyonlarca Kürdün adil, onurlu, eşitlik ve özgürlük temelinde kalıcı bir barış isteğinin sesi olan HDP bu nedenle susturulmak isteniyor.

HAFTANIN IRKÇISI

CHP ERDOĞAN’A HİZMET EDİYOR CHP’nin “sahte” muhalefetinin sayısız örneği var. Çok uzunca bir süre “laiklik” üzerinden sürdürdüğü politikalarla AKP’ye altın tepside seçim zaferleri sunan CHP, muhalefeti hep sağdan inşa etti. Çok gerilere gitmeye gerek yok, 2010 anayasa referandumunda AKP’ye muhalefet etmek için 12 Eylül anayasasını ve onun “Türklüğü kutsayan” ilk dört maddesini sahiplendi. Aslında CHP’nin sahici bir durumla karşılaştığı her durumda maskesi düşüyor ve bu milliyetçi yüz bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Maden işletmesine karşı direnen Artvin’de, polis saldırısının en yoğun olduğu anda bile Artvin’in Cizre olmadığını, bir cumhuriyet şehri olduğunu söyleyen bir yüz bu. Muhalefeti bu şekilde bölerek AKP’nin ekmeğine yağ sürmeyi bir alışkanlık haline getiren CHP, mevzu doğrudan Kürtler olduğunda hiç sektirmeden AKP’nin yanında durmaktan çekinmiyor. CHP, iktidar partisinin Güney Kürdistan’daki PKK kamplarının bombalanması amacıyla meclise getirdiği savaş teskerelerine her seferinde olumlu oy veriyor! AKP yönetimi de CHP’yi kullanmayı iyi biliyor, CHP’ye çağrılarını hep “millilik” üzerinden yapıyor. Ne kadar milli olduğunu kanıtlamak için yanıp tutuşan, HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gündeme geldiğinde, kendi içler acısı durumunu bile görmeyen (içler acısı çünkü, Kılıçdaroğlu dahil, 51 CHP milletvekilinin de dokunulmazlığı kaldırılacak) bir siyasi akıl yönetiyor CHP’yi.

nin sağlanması için üç Jandarma görevlendirilmiş, giremedikleri sınavlar için okula rapor götürdükleri sırada öğrenciler ülkücü öğrenciler ile öğrenci olmayan ırkçı kişiler tarafından linç girişimine maruz kalmışlardı.

SİLİFKE’DE KÜRTLERE İŞKENCE YAPANLAR

Lince maruz kalan öğrenciler hastaneye kaldırılırken, yaralanan İbrahim Koca isimli öğrenci taburcu olduğu Erdemli Devlet Hastanesi önünden kimliği belirsiz kişiler tarafından kafasına siyah poşet geçirilerek kaçırılmış, ormanlık bir arazide işkence yapılarak gözleri bağlı bir şekilde bırakılmıştı.

Geçtiğimiz hafta Silifke İlçesi Taşucu Meslek Yüksek Okulu’nda okuyan Kürt öğrenciler, ırkçı gruplar tarafından saldırıya uğradıklarını belirterek Jandarma ve Kaymakamlığa başvurmuş, öğrencilerin can güvenliği-

Kürtlerin son bir haftada sokağa bile çıkmaya zorlandıkları Silifke’de, başta konuya duyarsız kalan devlet kurumları olmak üzere, işkenceci ırkçılar haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

DEVRİM YARIM KALINCA Yarım kalan devrimlerin akıbeti hakkında çok şey yazıldı. En kötüsü, gerçekten de bir devrimin yarım kalması. Suriye devriminin yarım kalması, bu görüşleri doğruluyor. Yine göçmenler boğulmuş. 400 göçmen, Davutoğlu ve Merkel arasındaki görüşmede göçmenler üzerinden yapılan pazarlıkların sonucunda daha tehlikeli güzergâhlara yönelmek zorunda kalan on binlerce göçmenin arasından ilk harekete geçenler. Arap Baharı başladığında sokağa çıkan, “Halk rejimi istemiyor” sloganlarını coşkuyla atan, yürüyüşlere katılan, özgürlüğünü kendi ellerine almak isteyen milyonlarca kadın ve erkek arasındaydılar büyük ihtimalle. Şimdi, Suriyeli yoksullar devrimlerinin yarım kalmasının cezasını ödüyor. Suriye halkı göç ederken, Esad’ın, ABD’nin, IŞİD’in, Rusya’nın, Türkiye’nin de içinde bulunduğu o geniş savaş koalisyonunun saldırılarından canını kurtarmak için kaçarak, kaçarken ölerek, en temel insan haklarından mahrum kalarak ödüyor bu cezayı. Biz ise Esad’ın 300 bin Suriyeliyi öldürmesini engelleyemediğimiz, Ege ve Akdeniz’in çocuk, yaşlı, kadın, erkek Suriyelilere mezar olmasını durduramadığımız için, Suriye devriminin tamamlanması için gereken desteği tam olarak veremediğimiz için öfkeliyiz. Türkiye’yle AB ülkeleri arasında yapılan pazarlığın sonucunda öldü göçmenler. Kapılar suratlarına kapatıldığı, sınır kapılarında gazlanarak, coplanarak bekletildiği için öldü Suriyeliler. Türkiye Suriyelileri bir pazarlık kozu olarak kullanmaya heves ettiği için, AB liderleri steril AB arzularını ırkçı tedbirlerle besledikleri için öldü Suriyeliler. Geçtiğimiz hafta Irkçılığa DurDe ve Antikapitalistler tarafından düzenlenen “Savaş ve ırkçılık karşıtı forumda” yapılan konuşmalarda, özellikle Suriye’den kaçmak zorunda kalan iki konuşmacının aktardıkları çok önemliydi. Her ikisi de Suriye’de halk ayaklanmasının ne kadar barışçıl bir biçimde başladığını ama Esad rejiminin asker ve polislerinin uyguladığı şiddetin devrimi giderek şiddet sarmalına ve mezhepçi bir açmaza sürüklediğini anlattılar. Açık açık söylemediler ama hissettirdikleri bir konu daha vardı. Türkiye’de koşulsuz destek bekledikleri toplumsal muhalefet örgütlerinden bu desteği görmemiş olmaları. Oysa, yarım kalan devrimlere egemen sınıfların tepkisi çok şiddetli oluyor. Suriye ilk örnek değil. Yine aynı toplantıda verilen örnekte Paris’ten İspanya iç savaşına kadar sayısız örnek verildi. Bu ayaklanmalardan, iç savaşlardan veya askeri darbelerden kaçan muhaliflerle dayanışmak, enternasyonal sosyalizmin temel bir kuralıdır. Türkiye’de kutuplaşma, ulusalcılık, sekterlik, İslamofobi gibi dürtüler ve daha yaygın olan geleneksel Arap düşmanlığı Suriyelilerle dayanışmanın önünde engel yarattılar. Ölen 400 kardeşimiz, bu engellerle mücadele etmemiz, tüm dünyada sürdürülen ırkçılık karşıtı mücadelenin kopmaz bir parçasını örgütleyerek ortadan kaldırılması için ne kadar hızlı davranmamız gerektiğini gösteriyor.


4

DÜNYA

n PANAMA SKANDALI: KÜRESEL KAPİTALİZMİN SIZAN PİSLİKLERİ HÜKÜMETLERİ SARSIYOR

İSPANYA: YOLSUZLUK BİR BAKANI GÖTÜRDÜ

ABD’DE PROTESTOCULAR: ‘PARAYI SİYASETE SOKMA’

ABD'nin başkenti Washington'da düzenlenen ‘Demokrasi Baharı' eylemlerinde 400'den fazla kişi gözaltına alındı. ABD'deki seçim sisteminin değişmesini talep eden Demokrasi Baharı hareketi, başkentte binlerce kişinin katıldığı bir eylem düzenledi ve Kongre Binası önünde bir oturma eylemi çağrısında bulundu. İspanya’da lise ve üniversite öğrencileri eğitimde kesintilere karşı sokakta. Hükümet üyeleri ise yolsuzlukların üzerini örtme telaşında.

Çok sayıda siyasetçinin ve devlet liderinin Panama’da kurdukları paravan şirketler aracılığıyla vergi kaçırdığını ve para akladığını ortaya çıkaran “Panama Belgeleri” Avrupa’da bir istifa daha getirdi. Panama belgelerinde adı geçen İspanya Sanayi, Enerji ve Turizm Bakanı Jose Manuel Soria istifa etti. Panama Belgeleri, Jose Manuel Soria’nın Panama ve New Jersey’deki offshore şirketleri ile bağlantısının

bulunduğunu ortaya çıkarmıştı. Panamalı hukuk firması Mossack Fonseca arafından kurulan off-shore şirketi U.K. Lines ile bağlantısını reddeden ve isminin "yanlışlıkla" belgelerde geçtiğini iddia eden Soria, ortaya çıkan yeni belgelerin kendisini yalanlaması üzerine zor durumda kalmıştı. 20 Aralık’ta genel seçimlerin yapıldığı İspanya’da hükümet kurma görevini üstlenen hiçbir parti Mecliste çoğunluğu yakalayacak bir koalisyon kura-

madığı için Manuel Soria, bakanlık görevini geçici olarak yürütüyordu. Soria, istifasıyla ilgili yazılı açıklamasında, söz konusu Panama belgelerindeki ticari faaliyetlerinin 1995 yılında siyasete girmeden önceki döneme ait olduğunu belirterek "hata yaptığı" kabul etti. Belgeler ve ticari faaliyetleri eski olmasına rağmen siyasi sorumluluğunu yerine getirdiğini kaydeden Soria, hükümete ve partisine zarar vermemek için istifa ettiğini bildirdi.

BELÇİKA: HALKI KORUMAYAN İKİ BAKAN GİTTİ Belçika'daki IŞİD saldırılarının ardından İçişleri Bakanı Jan Jambon ve Adalet Bakanı Koen Geens istifa etti ancak Başbakan Charles Michel istifaları kabul etmedi. Belçika Adalet Bakanı Koen Geens ve İçişleri Bakanı Jan Jambon, Brüksel saldırılarının sorumlularından İbrahim el Bakraoui'nin durumuna ilişkin Türkiye'nin daha önce Belçika'yı uyarması ancak Belçika makamlarının takibini yapmaması üzerine istifa etti. Ancak 2 bakanın istifası Başbakan Charles Michel tarafından kabul edilmedi.

KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

Adalet Bakanı Geens, kendisinin ve İçişleri Bakanı Jambon'un el Bakraoui'ye ilişkin konuya dair istifasını sunduğunu ancak Başbakan kabul etmediği için görevlerine devam edeceklerini söyledi. İçişleri Bakanı Jambon, saldırıyı gerçekleştirenlerden İbrahim Bakravi’nin salınmasıyla yakalanma şansının kaçırıldığını ve bununla ilgili soruları anladığını belirterek, “Bu durumda siyasi sorumluluk almak doğruydu” dedi.

Bu çok zararlı ürünlerin arasında Dolmio marka lazanya sosları, pesto ve carbonara sosu ile Uncle Ben’s markasının doğu mutfaklarında kulanılan sosları bulunuyor.

KAPİTALİZMDE KİM NE YİYEBİLİR?

Üstelik aynı şirket kısa süre önce içinde plastik parçaları olabileceği gerekçesiyle bazı çikolata ürünlerini piyasadan çekmişti.

Uncle Ben’s pirinçleri ve Mars, Snickers çikolataları gibi markaların arkasında bulunan Mars Gıda Şirketi, bazı ürünlerinin yüksek tuz, şeker ya da yağ oranı nedeniyle haftada yalnızca bir kez tüketilmesi gerektiği uyarısında bulundu.

Mars ve Snickers dışında yukarıda adı geçen ürünleri kaçımız bir kez olsun ağzımıza koymuşuzdur ki zaten.

Şirket, bu uyarının sonuç vermesi için ürünlerinin etiketinde ve internet sitesinde her gün tüketilebilecek gıdalarla “ara sıra” yenmesi gerekenler arasında ayrım yapacağını söyledi. “Ara sıra” ibaresinin yer alacağı gıdaların oranı ise sadece yüzde 5, geri kalan yüzde 95’i haftada bir kezden fazla tüketmememiz gerekiyor.

İkincisi, kapitalizm sağlıksız gıdalar üretiyor.

Dolayısıyla bu örnek bize iki şeyi gösteriyor. Birincisi kapitalizm herkesin tüketemeyeceği kadar pahalı gıdalar üretiyor. Sağlıklı gıdaların bile fazlası zararlıyken, nasıl yapıldığı ve içerisine konulan katkı maddelerinin ne tür etkilere sahip olduğu tam olarak bilinemeyen gıda ürünlerinin fazla tüketilmesinin zararlarını tahmin etmek zor değil.

Kongre'nin 4 ana başlıkta, acil önlem alması çağrısında bulunan Demokrasi Hareketi, paranın seçimlerdeki rolünün düşürülmesini, oy verme hakkının genişletilmesi ile korunmasının ve tüm ABD'lilerin hükümette eşit söz sahibi olmasının güvence altına alınmasını talep ediyor. Kongre binası önünde toplanan ve “Demokrasi Baharı” adlı grubu temsil eden göstericiler, “Parayı siyasete sokma”, “Herkesin bir oy hakkı var” yazılı pankartlar taşıdı. Gösteriyi organize edenlerden Kai Newkirk, basın açıklaması yaparak, ABD’deki demokrasi algısını eleştirdi. Newkirk, “Bizim hükümetimiz zengin çıkar gruplarının kontrolü altında. Kongre ise bu konuda sessiz. Bugün bunun böyle devam etmeyeceğini söylüyoruz.” dedi. Göstericiler, kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinde büyük şirketlerin destekledikleri başkan adaylarına yüz milyonlarca dolar bağış yapacaklarını açıklamasını da protesto etti. ABD Başkanlık yarışının Demokrat adaylarından Bernie Sanders da Demokrasi Baharı eylemlerine destek verdi. Gözaltına alınacaklarını bilerek eylem yapan protestocular, polisin birkaç saat süren güvenlik soruşturmasından sonra serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlar, parkta bekleyen diğer göstericilerin yanına döndü. Amerikan siyasetinin yozlaştığını, seçimlerin de adil ve özgür olmadığını savunan protestocular ilk olarak pazartesi günü Kongre önünde toplanmış, ilk günkü eyleme binden fazla kişi katılmıştı. Veriler, kötü beslenenlerin yüzde 26’sının çocuk olduğuna dikkat çekiyor. Söz konusu çocukların gelişimi de tabii ki sorunlu oluyor. Ancak dünya genelinde 1.4 milyar kişi de yanlış beslenmeden dolayı kilolu ya da obez. Dünya Sağlık Örgütünün 2014 verilerine göre dünyada 1,4 milyar yetişkin insan fazla kilolu ve bunlardan 500 milyonu ise obez. TÜİK’in 2013 verilerine göre Türkiye’de nüfusun %34,8’i fazla kilolu, %17,2’si ise obez. Öte yandan bir diğer çarpıcı gerçek de şu anda dünyada 842 milyon kişinin ihtiyacını karşılayacak kadar beslenemediği. Yani kapitalizm bir yandan çok az bir kesimin ulaşabileceği gıdaları son derece sağlıksız şekilde üretip onları çok pahalıya satarken diğer yandan dünyanın bir kısmı açlıkla boğuşuyor. Çünkü bu sistem insanı değil sadece kar etmeyi ve piyasadaki rekabet gücünü artırmayı düşünüyor.


RÖPORTAJ

5

İNKÂR DEĞİL ADALET Ermeni soykırımının üzerinden 101 yıl geçti. 1915 senesinde işlenen bu büyük insanlık suçu, bir asırdan fazladır unutturulmaya çalışılıyor. Ancak Türkiye Devleti’nin hem suçunu reddeden hem de toplumu hafızasızlaştıran inkârcı yaklaşımı son yıllarda sorgulanmaya başlandı ve epey yol kat edildi. Soykırımın tanınması için son yıllarda verilen mücadele, hesaplaşılmamış bu suçun sadece bir asır önceki tarihi bir olaydan ibaret olmadığını, etkisinin kesintisiz biçimde günümüzde dek devam ettiğini ortaya koydu. Aktivist ve akademisyenlere 100. yılın ardından mücadelenin geldiği noktayı sorduk.

Arus Yumul – Profesör: “Bu topraklarda gerçek mücadeleyi başlatan ve ne kadar kitleselleştiyse kitleselleştiren Hrant Dink’tir. Onun tek başına verdiği mücadele, öldürülmesinden sonra kitlesel bir hal aldı. Çünkü Hrant Dink insanların vicdanlarına, ruhlarına seslendi. Soruları sormadan bilinen cevaplar vardı bu ülkede de, yani cevaplar hazırdı, herkes onları ezberlemişti. Bizlere kalan devletin söylediğini ‘tekrarlamaktı’. Bu sarsılmaz, değişmez sanılan yaklaşımı Hrant Dink’in bozduğuna inanıyorum. Şunu söyleyeyim, ondan önce de sonra da konuşanlar, paradigmayı sorgulayanlar oldu. Ama Hrant Dink’in farklı bir üslubu, tonu vardı. Çünkü o, kalplere seslenmeyi biliyordu. Sanırım bugün onu tanımayan pek çok insan, Hrant olarak ondan bahsediyor, Hrant Dink demiyor. Bunun nedeni onu kendilerine yakın hissetmeleridir. Hrant’ın ölümü burada bir son değil bir başlangıçtı.”

Ufuk Uras –Yeşil Sol Parti: “Ermeni soykırımının tanınması mücadelesi uzun soluklu bir şey, bir maraton. 100. yıla endekslemek zaten yanlış. Süreç içerisinde özellikle 101. yıl itibariyle, 100. yılın getirdiği basıncın kalkması bizim açımızdan daha da rahatlatıcı. Hem ilişkilerin normalleşmesi hem de HDP’nin meclis grubu tarafından bu meselelerin gündeme getirilmesi itibariyle bir kamuoyu oluşturuldu. Ben özellikle AKP’ye oy veren mütedeyyin kesimlerin kulaklarının 2008 yılındaki ‘Özür Diliyoruz’ kampanyasından beri açık olduğunu düşünüyorum. Ama eksik olan bizim yeterince ses çıkartmamız. Kendi steril dünyasında yaşayan gruplara zaten söyleyecek bir şeyim yok. Ama bu meselenin toplumsallaşması bizim hedefimiz olmalı.” DurDe ve Antikapitalist’ler tarafından düzenlenen ‘Ermeni Soykırımını Anma Forumu’nda konuşan Ufuk Uras konuşmasında ‘Ergenekon davaları 2006’da başlasaydı Hrant’ı kaybetmezdik’ demişti. Uras’ın hükümetin Ergenekon’la uzlaştığı günümüz siyasi ortamına dair yorumları ise şöyle; “Ergenekon davalarının başlamasıyla beraber, Cumartesi Anneleri’nin ara verdiği eylemlerine yeniden başlaması tesadüf değil. Bizim açımızdan Ergenekon kontrgerillayla, Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarını öldüren ekiple, onların bugünkü karşılığıyla mücadele demek. Dolayısıyla bu mücadeleyi hafifletmek, küçümesemek, ertelemek otoriter devletin tahakkümünden başka bir şey değil. Bu devlet içindeki yarılmanın kendisinden yola çıkarak , yani cemaat ve AKP yarılmasından yola çıkarak bu çetelerin normalleştirilmesi, masumlaştırılması kabul edilebilir değil. Bizim mücadelemiz onların kendi içindeki ‘it dalaşına’ tabi değil. Bu konularda kenarda köşelerde duran eğilimlerin daha büyük hassasiyet göstermesini sağlamak gibi öncelikli bir görevimiz var.”

Antikapitalistler ve DurDe’nin birlikte düzenlediği Ermeni Soykırımı Kurbanlarını Anma Konferansı geçen hafta İstanbul’da yapıldı; katılımlı ve kıymetli tartışmalarla geçti.

Norayr Olgar –Nor Zartonk “Devletin ısrarla sürdürdüğü bu inkar politikasının temel motivasyonu kuruluşundan geliyor. Soykırımla birlikte yurtlarından sürülen ve sürgün yollarında katledilen Ermeniler geride yüzyıllardır yaşadıkları evlerini, ekip biçtikleri tarlalarını, kiliselerini, tiyatrolarını bırakıp gidiyorlar. İttihat ve Terakki zihniyetinin devamı olan Kemalizm ve Türkiye Cumhuriyeti yeni ulusal burjuvazi için Ermenilerden kalan tüm terkedilmiş mülkleri hazır bir sermaye birikimi olarak gasp ediyor ve Türk bujuvazisi günümüze dek bu sermaye üzerinden yükseliyor. Soykırım üzerine kurulmuş ve devamında da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu ve Vakıflar kanunu gibi ‘icraatlarla’ katlettiği, dünyanın bir ucuna sürdüğü, süremediğini de bu dönemlik haraçlar ve sindirme politikalarıyla yok etmeye çalışan bu devlet aslında tarihte ilmek ilmek örülmüş bu halının altından çekilmesinden korkuyor. Bu korkuyu Soykırımın hemen ardından Cumhuriyet’in kurucu meclisinin aldığı ve Ermenilerin topraklarına geri dönmesini engelleyen kanunlarla da görüyoruz. Biz Ermeniler en başta bu inkâr politikasına son verilmesini ve devlet tarafından özür dilenmesini istiyoruz. İnkâr sürdükçe soykırım da sürüyor. Hrant Dink'in, Sevag Balıkçı'nın ve Maritsa Küçük’ün öldürülmesi bunların bir kanıtıdır. Türkiye burjuvazisinin 1915 sonrası sermaye birikiminin hesabını vermesini ve soykırım mağdurlarına verilen zararın tazminini istiyoruz, kökleri bu topraklara bağlı olan diaspora Ermenilerine özgürce yurtlarına dönebilmeleri için koşulsuz vatandaşlık isitiyoruz, Ermeni halkına ait tüm kamusal alanların ve mülklerin iadesini ve restorasyonunu istiyoruz, soykırımı inkâr propagandası için kurulmuş organizasyonların lağvedilmesi ve devletin inkâr için harcadığı bütçenin toplumsal bir yüzleşmenin sağlanmasına ayrılmasını istiyoruz,Türkiye tarafından tek taraflı ka-

patılan Türkiye-Ermenistan sınırının koşulsuz açılmasını istiyoruz, soykırım faillerinin basında ve ders kitaplarında ifşa edilmesi ile inkârcılığı sürdürenlerin ifşası ve onlarla her türlü işbirliğinden kaçınılmasını istiyoruz. Bu ülkede esir olarak değil özgürce bir arada yaşamak istiyoruz. Her zaman dediğimiz gibi biz merhamet değil adalet istiyoruz.”

Pakrat Estukyan – Agos

“Türkiyeli sosyalistler, devrimciler en başından beri 1915’in hesaplaşmasının Türkiye’de olmasını önemsediler. Bu mevzunun Türkiye’de tartışılmasını ve konuşulmasını önemsediler. Ben çok mutluyum ki bu mesele son 5-6 yıldır artık sokaklarda konuşulabilir boyuta geldi. Her yıl 24 Nisan’ı bir şekilde kitlesel olarak anma ortamı oluştu. Bunu önemli bir kazanım olarak görüyorum. Ama son derece de yetersiz, çünkü bu hareket hâlen bir kamuoyu etkisi yaratamamaktadır. Aydınlarla, devrimcilerle ve akademik bir çevreyle sınırlı kalmaktadır. Esas mesele bunun halk nezdinde daha fazla karşılık bulmasıdır, bunun için çalışmalıyız.”

Atilla Dirim – DSİP “Geçen sene 100. yıl olması sebebiyle bir simgeydi ve ayrı bir önemi vardı. Bu bir açıdan olumlu, bir açıdan olumsuzdu. Olumsuz noktası, ‘bu iş çözülecek’ gibi beklentilerin yükselmiş olmasıydı. Ama bu bir süreç meselesi. Ben bulunduğumuz yeri olumlu görüyorum. 10-20 yıl öncesini düşününce bu konuda toplantılar yapmak bile çok zordu. Bu konuda önemli bir farkındalık yaratıldı. Çok çeşitli gruplar, farklı etkinlikler yapıyorlar. Bu konudaki çabalar hızla artıyor. İyi bir yerdeyiz ama yeterli mi, elbette asla değil. Mutlaka mücadeleyi arttırmalıyız. Bir tünel olduğunu düşünürsek, tünelin ucundaki ışığı ben görüyorum.”


6 GÜNDEM

ADALET-HAKİKAT-HAFIZA-HESAPLAŞMA-H

ERMENİ SOYKIRIMI TANINSIN! Ermeni Soykırımı, Türkiye devletinin resmi tarih tezinin veya Türk milliyetçilerinin iddia ettiği gibi “tarihçilere bırakılması gereken” veya hâlâ tartışılması gereken bir iddia değil. Türkiye’nin ilk imzalayan ülkelerden biri olduğu Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre, “bir grubun fiziki olarak yok olmasını kısmen veya topyekûn gerçekleştirecek olan hayat şartlarını o gruba dayatmak” soykırımdır. Üstelik, bu kavramın uluslararası hukuka girmesini sağlayan avukat Raphael Lemkin, bizzat Ermeni Soykırımı’ndan yola çıkarak bu sonuca varmıştır.

yapıldı. Rumlar ya Varlık Vergisi gibi ırkçı uygulamalarla mülksüzleştirildi ya da 1964 Sürgünü’nde olduğu gibi kovuldu. Yahudilere yönelik 1934 yılındaki gibi saldırılar örgütlendi.

1915’in 24 Nisan’ında başlayan sürecin sonunda, o dönem 10.5 milyon olan Osmanlı nüfusunun önemli bir bölümü, 1.5 milyon Ermeni imha edildi. Türkiye ulus devletinin inşası, Anadolu’da yaşayan, Müslüman ve Türk olmayan tüm halkların ya imha ya asimile edilmesi çabasına dayanıyordu. Ermenilerin yok edilmesi, bu sürecin ilk ve en kanlı safhasını oluşturuyordu.

Ermeni varlıklarının gaspı, Türkiye egemen sınıfı açısından sermaye birikiminin temellerini oluşturdu. Ermenilerden kalan taşınır ve taşınmaz değerlere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Emval-ı Metruke idaresi el koydu. Burada biriken muazzam servetin bir kısmı, soykırıma destek veren yerel ticaret burjuvazisine ve toprak sahiplerine aktarılarak, sermayenin el değiştirmesinin ilk adımları atıldı. Yahudilere yönelik “Trakya olayları”, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül hep bu kanlı tasfiye sürecinin parçaları olarak süregeldi.

Katliamlar cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinden yükselen cumhuriyet, İttihat ve Terakkicilerin projesi doğrultusunda, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların ve Kürtlerin imhasına dayandırıldı. Tüm bu halklar sistematik olarak yok edildi. Karadeniz’de Topal Osman gibi katillerin önderliğinde Pontos Soykırımı yapıldı. “Seyfo” adı verilen soykırım sürecinin sonunda yüz binlerce Süryani katledildi. Ermeni Soykırımı, tüm bunların içinde en çok öne çıkan, en büyük etnik temizlik harekâtı oldu. Cumhuriyet kurulduktan sonra Kürtlere defalarca katliam

Devletin kurucu ideolojisi olan kemalizme göre, Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tü. Gerçeği bu uyduruk iddiaya uygun hâle getirmek için Türkiye bir halklar hapishanesine çevrildi. Türkiye kapitalizmi soykırım üzerine kurulu

Yüzleşme mücadelesi Ermeni Soykırımı, on yıllar boyu Türkiye devletinin en büyük tabusu oldu. Soykırım lafını etmek dahi büyük bedeller ödemeyi gerektiriyordu. Ancak son dönemde bu durum değişti. Bunda birinci etken, Türkiye devletinin tek tipçi yapısında gedik açan Kürt hareketinin mücadelesinin, herkesin Türk olduğuna yönelik resmi iddiaya vurduğu darbeydi. Bu ortamda Türkiye’de Türklerden başkalarının da olduğu konuşulabilir hâle geldi.

Ancak ikinci ve asıl önemli etken ise, 1990’ların ortasında Agos gazetesinin kuruluşu ve Hrant Dink’in başlattığı mücadeleydi. Enternasyonalist bir devrimci olan Hrant Dink, Türkiye halklarına hitap etmenin çok incelikli yollarını bularak, 1915’i Türkiye’nin gündemine soktu. Bunun bedelini canıyla ödedi, 2007 yılında sözde derin özde sığ devletin planladığı bir cinayet sonucunda aramızdan alındı. Hepimiz Ermeniyiz! Ancak Dink’in öldürülmesine yönelik öfke patlaması, onu öldürenlerin planlarını bozdu. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında yüz binlerce kişi sokaklara çıkarak “Hepimiz Ermeniyiz!” dedi. Bu, kimsenin beklemediği, Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydı. Devletin en sert savunduğu yalanı, büyük bir tehdit altına girdi. Cin şişeden çıktı. Bu toplumsal güç, 2008 sonu ve 2009 başında “Ermenilerden özür diliyorum” başlıklı imza kampanyasına on binlerce kişinin imza vermesini, meselenin ülkenin gündemini bir kez daha işgal etmesini sağladı. Bu ivmeye yaslanan ırkçılık karşıtları, 2010’da yeni bir adım atarak, Ermeni Soykırımı’nın kurbanlarının sokakta anılmaya başlanmasını sağladılar. 24 Nisanlarda o günden bugüne binlerce kişi toplandı ve 1915’te katledilen 1.5 milyon kişiyi andı. Bu yüzleşme mücadelesi, Ermeni Soykırımı tanınana, özürden tazminata Ermeni halkının mağduriyetinin giderilmesi için tüm adımlar atılana kadar sürecek.


GÜNDEM 7

HEPİMİZE ÖZGÜRLÜK İÇİN:

GÖRÜŞ Roni Margulies

“ATA’DAN FETO’YA...” Ülkemizin karşılaştığı tehlikelere dikkat çekmekte çok usta olan Cumhuriyet gazetesi yepyeni bir felaketin eşiğinde olduğumuzu vurguluyor bugün: “23 Nisan’ı adım adım erittiler”. Gerçekten korkunç: “AKP hükümeti ile birlikte, TRT’nin dünya çocuklarını buluşturan 23 Nisan Şenliği’ne de katılım azaldı. 2007 yılında şenliğe 61 ülke katılmıştı. Bu rakam 2008’de 39 ülkeye düştü. 2013 yılında 50, 2014 yılında 42, 2015 yılında da 34 ülkeden çocuklar şenliğe katıldı. Bu yıl ise 30 ülkenin katılımı bekleniyor.” Taiwan’ı da sayarsak, dünyada 196 ülke var. Demek ki 166 ülkenin çocukları bu yıl 23 Nisan Şenliği’nin coşkusunu yaşayamayacak. Haberi okuyunca tam moralim bozuluyordu ki, manşetin altında “Cumhuriyet’in 23 Nisan resepsiyonu, bayramı yaşamak isteyenlere moral oldu” cümlesini gördüm. Bana da moral oldu. Mutlaka biliyorsunuzdur, Cumhuriyet gazetesinin sitesinde büyük demokrat, aydınlanma bilgesi İlhan Selçuk’un bütün yazılarını okumak mümkün. 23 Nisan’ın adım adım eritilmesinin verdiği hüzünlü havayı aşabilmek için bir iki yazısını okuyayım dedim. 21 haziran 2009 tarihli “Ata’dan Feto’ya...” yazısı çok güncel ve çok harika. Şöyle demiş İlhan Selçuk: “Bilindiği gibi bu ülkede yaşayan aklı başında herkesin evinde bir Atatürk fotoğrafı ya da Hazreti Ali resmi bulunur... Ama şimdi sıkı durun... Sanıyorum Türkiye’de herkesin bir Fethullah Gülen portresi edinmesinin zamanı geliyor... Geçen gün TV’de nutuk atan Feto’ya baktım, başarıya doğru yürüdüğüne inanıyor... Peki, Atatürk’ten Fethullah’a mı geldik?.. Ata’dan Feto’ya...

TALEPLERİMİZ: N Soykırım mağdurlarına verilen zarar tanzim edilmelidir. N Diaspora Ermenileri özgürce Türkiye’ye dönebilmeliler ve vatandaşlık hakları tanınmalı. N Ermenilere ait tüm kamusal alanlar ve mülkler Ermenilere iade edilmeli ve restore edilmelidir. N Soykırım inkârını amaçlayan ırkçı propaganda yasaklanmalı, nefret söylemi ve nefret suçlarıyla ilgili düzenlemeler hayata geçirilmeli ve mevcut düzenlemeler özenli bir şekilde uygulanmalıdır. N Türkiye’nin tek taraflı kapattığı Türkiye-Ermenistan sınırı hemen açılmalıdır. N Eğitimde soykırımı aklayan, savunan ve gerekçelendiren tüm müfredat hemen kaldırılmalıdır.

Bu gidişle Feto yakında Atatürk’ün yerine geçer mi?.. Geçerse, biz de yerin dibine geçer miyiz?..” Bilindiği gibi, bu ülkede bazılarının evinde ne bir Atatürk fotoğrafı ne de bir Hazreti Ali resmi vardır. Sadece takvimden kesilmiş güzel bir manzara asılmıştır duvara. Ama önemli olan, evlerimizin duvarlarına ne astığımızdan ziyade, Cumhuriyet gazetesi hakkında içimde doğan kuşku. İlhan Selçuk’un korkuları gerçekleşmedi, Feto Atatürk’ün yerine geçemedi. Kimin sayesinde? AKP’nin. Anayasa’dan “Türk” vurgusunu çıkarmayı kim reddetti? Kürt hareketine kim savaş açtı? AKP. Ermeni soykırımının kabul edilmesine karşı dişiyle tırnağıyla kim mücadele ediyor? AKP. En millî ve en yerli gazetemiz Cumhuriyet, en millî ve en yerli hükümetimizle niye hâlâ itişiyor? Ne gerek kaldı? Yakın zamanda Cumhuriyet’te hükümeti öven manşetler görmeye başlarsak çok şaşırmayacağım doğrusu.


8

GÜNDEM

AKP ERMENİLERİN DOSTU OLAMAZ: CHP VE MHP GİBİ... Adalet ve Kalkınma Partisi, gerek AB sürecine önem verdiği 2002-2007 arasında, gerekse TSK’nın darbe tehdidiyle boğuşurken kendisinin dışındaki kesimleri de bir araya getirecek bir demokrasi cephesi kurmaya çalıştığı 2007-2010 döneminde, Ermeni meselesiyle ilgili önceki hükümetlere kıyasla daha yumuşak bir tutum takındı. Abdullah Gül’ün Ermenistan’a giderek milli maç izlemesi, bu sürecin doruk noktasıydı. Ancak bu süreçte dahi, AKP, inkârcı koalisyonun bir parçasıydı. 2005 döneminde Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni konferansı gerçekleştirileceği sırada meclis kürsüsünden “Arkamızdan hançerliyorlar!” diyen Cemil Çiçek, AKP hükümetinin bir parçasıydı. Dönemin Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 2008 yılındaki bir açıklamasında “Bugün eğer Ege'de Rumlar devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” diye sorarak AKP’nin resmi tezlere bağlılığını ilan ediyordu. Yaşadıkları topraklardan zorla göç ettirilip katledilen Ermenilerden geri kalan fotoğraflar, ders kitaplarında bir utanç tarihi olarak yer almıyor.

DERS KİTAPLARINDAKİ IRKÇILIK Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin 24 Nisan tutuklamalarıyla başlayan ve 1917'ye kadar kesintisiz olarak, daha sonra da çeşitli kesintilerle günümüze kadar süregelen soykırım süreci, geçtiğimiz sene 100. yılını doldurdu. Aradan geçen bu yüz yıllık süre zarfında, Türkiye’de soykırımla ilgili olarak devlet politikası hemen hiç değişmedi. Kimi zaman biraz daha açık, kimi zaman biraz daha üstü örtülü olsa da, inkâr politikaları aynen devam ettirildi. Aktif ve pasif inkârın yanı sıra, gerçekler tersyüz edilerek, gerçekte kurban olanlar saldırgan, saldırganlar ise mazlum olarak anlatıldı. İnkârcılık uzun bir zaman boyunca "biz, yani Türkler hiçbir şey yapmadık, asıl onlar bize ihanet etti ve onlar bizi öldürdü" tezini savunurken, son yıllarda verilen mücadelelerden güç alan alternatif tarih yazarlarının ortaya koyduğu gerçekler karşısında "evet, bir şeyler oldu, hatta kötü şeyler oldu, ama neden oldu, bizim haklı gerekçelerimiz vardı" tezi daha yoğun bir şekilde işlenmeye başlandı. Türkiye devletinin Ermeni soykırımı inkârını geniş kitlelere kabul ettirebilmek için kullandığı çeşitli araçların başında, "Milli" Eğitim Bakanlığı bünyesinde birer Kemalist beyin yıkama makinesi olarak hizmet veren okullar geliyor. Öğrencilere okutulan ders kitaplarında, siyasi iktidarın o an aldığı pozisyona bağlı olarak, inkârcılık sürekli olarak yeniden ve yeniden üretiliyor.

İnkârcılığın en billurlaşmış örneklerinden biri, 1933 yılında basılan “Tarih IV – Türkiye Cumhuriyeti” kitabında Ermeniler konusu “Cihan Harbi’nin Sonunda Osmanlı Devleti’nin Durumu - Hıristiyan Unsurların Faaliyeti” konu başlığı içerisinde ele alınmaktadır. Burada ilk defa tehcirden de söz edilmektedir. "Ermeni Patriği Zaven Efendi de, ‘Mavri Mira’ Heyeti ile hemfikir olarak çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor…İstanbul’daki merkezlerinden verilmiş olan bu direktif dahilinde, (Vilayat-ı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti) Erzurum Şubesi, Doğu Vilayetlerinde Türk’ün haklarını korumakla beraber göç ettirme sırasında yapılan kötü muamelelerde milletin kesinlikle payı bulunmadığını ve Ermeni mallarının Rus İstilasına karşı korunduğunu, buna karşılık Müslümanların pek gaddar hareketlere maruz kaldığını ve hatta emre aykırı olarak göç ettirmeden alıkonulan bazı Ermenilerin koruyucularına karşı reva gördükleri muameleyi deliller ve belgelerle medeniyet alemine sunmaya ve bildirmeye ve doğu vilayetlerine karşı güdülen istila maksatlarını hükümsüz bırakmak için çalışmaya karar veriyor…" Görüldüğü gibi burada soykırım inkârcılığının aslında klasikleşmiş söylemi yer alıyor. Savaş zorunluluğu içerisinde Ermeniler göç ettiriliyor, bazı kötü muameleler oluyor ama milletin payı kesinlikle yok Peki kimin payı var? Ermenilerin malları Rus istilasına karşı emniyete alını-

yor - eğer böyleyse emanete hıyanet meselesini de ele almak gerekir - ve yerinde bırakılan bazı Ermenilerin "koruyucularına" karşı çok gaddarca davranışlarda bulunduğu anlatılıyor. Yerinde bırakılan az sayıda Ermeni'nin, o durumda Müslümanlara karşı bir harekete girişmeleri mümkün mü? Üstelik yerinde bırakılan Ermenilerden söz edilirken, unutulmaması gereken en önemli gerçek, Anadolu adı verilen koca topraklarda artık sadece tek bir Ermeni köyünün -Vakıflı köyü - kaldığıdır. Gerisi yok edilmiştir.

AKP, 100. yıl paniğine kapılarak inkârın dozajını geçen yıl artırdı. Meclisteki inkârcı partiler AKP, CHP ve MHP ortak bir bildiri yayımladı. Türkiye’de “kaçak” yaşayan Ermenileri kovmakla tehdit eden Tayyip Erdoğan, 18 Mart 1915’te “kutlanan” Çanakkale zaferini, geçtiğimiz yıl 24 Nisan’a aldırttı. AKP’nin bu seremonisine uluslararası katılım çok zayıf olsa da, 2015 yılında AKP genel olarak soykırımı tanıması yönündeki baskıdan kurtulmayı başardı. AKP, Ermeni Soykırımı’na Türkiye devletinin çıkarları ve bekası perspektifiyle bakıyor. Soykırım bu devletin temeli. Onunla yüzleşmek, yüzleşmenin gereklerini yerine getirmek hükümetin yapmak isteyeceği bir şey değil. Buna rağmen atılan bazı adımlar, örneğin son iki yıldır çok eksik de olsa taziye mesajı yayımlanıyor olması, yıllardır Türkiye’de mücadele edenlerin ve dünyanın dört bir yanında Ermenilerin ve tüm demokrasi isteyenlerin yarattığı basıncın sonucu.

Günümüzde ders kitaplarında inkârcılık çok daha geniş bir şekilde ele alınmakta, soykırım gerçeğini ortaya koyanlara birer cevap niteliği verilmeye çalışılmaktadır. Evet, kötü şeyler oldu, ancak rakamlar çok abartılıdır, kayıp sayısı o kadar değildir, üstelik onlar da yolda hastalıktan vs. ölmüştür tezinin savunulduğu kitaplarda, Kürt özgürlük hareketinin Ermeni kökenli olduğunun belirtilmesine de ayrı bir özen gösterilmektedir. Özellikle orta öğrenim için hazırlanan ders kitapları, inkârcılığın günün koşullarına uyarlanmak suretiyle yeniden ve yeniden üretildiği birer odak konumundalar. Bu durumun değişmesi için harcanan çabaların artırılarak sürdürülmesi çok yerinde olacaktır, çünkü burada atılan inkârcılık ve ötekileştirme tohumları maalesef hızla yeşerme imkânı bulabilmektedir.

Kadim dil Batı Ermenicesi ile vurulduğu yerde: “Hrant için Adalet için”


SINIF MÜCADELESİ

n

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR?

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

SENDİKALAR MÜLTECİ İŞÇİLERİ ÖRGÜTLEMELİ Savaşların ve yoksulluğun etkili olduğu Suriye, Irak, Pakistan, Afganistan, Somali, Gürcistan, Ermenistan gibi ülkelerden kaçanlar 1980’li yıllardan beri Türkiye’ye göç ediyor. Bütün bu ülkelerden gelen insanlar, Türkiye’nin 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi kısıtlama ile kabul etmesi nedeniyle mülteci olarak kabul edilmemekte, “misafir” sayılmaktadır. İstisna olarak Ekim 2011’de Türkiye’de kayıt yaptıran Suriyeli sığınmacılara “geçici koruma statüsü” verildi. Geçici koruma statüsü ile Suriyelilere sınırsız kalış, zorla geri gönderilmeme ve acil ihtiyaçlara erişimi içerecek koruma ve yardım sağlandı. Kamplarda yaşayanlara barınma, gıda, eğitim, sağlık, suya erişim gibi imkânlar; kamp dışında yaşayanlara ise sadece sağlık ve ilaçlara ücretsiz erişim hakkı tanındı. Ama hiç kimseye işçi olarak çalışma izni verilmedi. Suriyeli olmayan mültecilerin büyük bir kesimi ise tümüyle “kaçak” olarak yaşamlarını sürdürüyor. Kayseri’de yolu kapatan Petlas işçileri, polisin saldırısına aldırmadan yürüyor.

n Kırşehir’deki Petlas Lastik fabrikasında çalışan işçilerin, sendika baş temsilcisinin içeri alınmamasını protesto etmek amacıyla Kırşehir-Kayseri karayolunda yaptığı yürüyüşe saldıran polis 4 kişiyi gözaltına aldı. n Eyüp’te bulunan Dede Korkut İlköğretim Okulu inşaatında çalışan ve İnşaat-İş sendikasına üye işçiler çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerinin düzenli olarak ödenmesi talebiyle şantiyeyi işgal etti. İşçiler taleplerini kazandı. n Mersin’de faaliyet sürdüren İzocam fabrikasında 3 işçinin sendikalaştıkları için işten atılması Kristal-İş Mersin Şubesi üyeleri tarafından protesto edildi, işçiler yeniden işbaşı yaptırılsın denildi. n DERİMSAN’da işçilerin işten atılmasının yanı sıra tekstil sektöründe toplu iş sözlemesi sürecinde patronların baskılarını ve sermayenin saldırılarını protesto etmek için DERİTEKS sendikası Tuzla Deri Organize’de yürüyüş gerçekleştirdi. n Zonguldak’ın Ereğli İlçesi’nde Dev Maden-Sen’e üye oldukları için işten atılan Borcam işçileri, Terziköy sakinleriyle birlikte işyerinin önünde basın açıklaması yaptı. n Munzur Su fabrikasında DİSK/Gıda-İş Sendikası üyesi işçilerin 82 gün süren ve kazanımla sonuçlanan grevinin

ardından işbaşı yapan işçilere baskılar sürüyor. Bir işçi, “şikâyet” üzerine işten atıldı. n Antalya’da, 10 Ekim Katliamı’yla ilgili sosyal medyada paylaşım yaptığı için TÜİK’ten atılan BES üyesi Güven Türkay için basın açıklaması yapıldı. n DİSK/Cam Keramik İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan SeraPool işçileri işe iade davasını kazandı. n IFF Aroma işçileri, hafta sonunda fabrika önünde eylem yaptı. n Yeni Çeltek’te açlık grevi yapan madenciler, 10. gününde taleplerinin karşılanacağı sözü verilmesi üzerine direnişi sonlandırarak madenden çıktılar. n 53 gündür direnişte olan ÇATES işçileri, maddi imkansızlık, hastalıklar ve işverenin olumsuz yaklaşımı sebebiyle direnişi bitirdi. İşçiler, hukuki sürece devam edecek. n Eskişehir'de Cardin Mobilya/Şiraze Halı fabrikasında DİSK'e bağlı TÜMKA-İş sendikasına üye olduğu için işten çıkarılan 10 işçinin işe geri alınması ve işverenin sendikal haklara yaptığı saldırıları geri çekmesi için eylem yapıldı. n Çiğli Atatürk Organize Sanayi'nde sendikal faaliyet yürüttükleri için işten çıkarılan iki kadın Kastaş işçisinin ve Dost Cam işçilerinin direnişi sürüyor. Yerli ve mili olmak mı? İstemez kalsın.

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

BAŞKA BİR SOL VAR

Savaş koşullarındayız. DSİP Şubat Emekçilerin ve ezilenlerin acil çözüm bekleyen talepleri var, denenmiş siyasi seçenekler ayı lantıları de mevcut . Bize başka bir sol lazım ve bu var. Bu solu güçlendirmeliyiz. 11-15 Mayıs’ta İstanbul’da gerçekleşecek Marksizm 2016 tartışma toplantıları dizisi, dünyada ve Türkiye’de oynaması gereken rolü bilen mücadeleci insanların konuşma, dinleme, anlama ve kol kolkola harekete geçmesi için; herkesin katılımına ve katkısına açık, demagojik nutukların değil gerçekçi çözüm önerilerinin, akılcı açıklamaların ve sistemden kopuşumuzu sağlayabilecek devrimci fikir/ders/deneyimlerin konuşulacağı bir platform.

Marksizm 2016’da Ortadoğulu ve Avrupalı sosyalistler yan yana geliyoruz. 2011 protesto ve ayaklanma dalgasından sonra gelen sürecin dersleri ve derinleşen emperyalist savaşa karşı uluslararası işçi hareketinin çıkarılarını temel alan birleşik mücadeleyi konuşmak istiyoruz. Bir parçanın, bir yerin, bir ülkenin sorunları değil derdimiz. Kapitalizm küresel, direniş de küresel olmalı. Marksizm 2016, sadece kendini solcu ya da sosyalist olarak tanımlayanların konuştuğu, kapalı bir dil ve vakti geçmiş cemaat etkinliği değildir. Kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın, özgürlükçü ve bu düzene karşı olan herkes birbiriyle konuşmalı. Dünyada esen sol dalgayı estirmeliyiz Türkiye’nin batısında. Sosyalizm bir hayal değil acil bir gerekliliktir. ABD’de 30 yaş kuşağın sol adayı Bernie Sanders’ın söylediği gibi sağlam bir gerekçemiz var:

Bir yandan yeni gelen mülteciler, öte yandan Avrupa’ya doğru yoluna devam edenler nedeniyle kesin bir sayı tespiti imkânsız gibi görünse de, günümüzde Türkiye’de yaşamakta olan mültecilerin sayısı 3 milyon civarında tahmin ediliyor. 3 milyon mültecinin yaklaşık 300 bini devletin kamplarında kalıyor, geri kalanlar kendi imkanları ile yaşamaya çalışıyor. Mültecilerin yaklaşık yüzde 30’u çeşitli iş yerlerinde kaçak işçi olarak çalıştırılıyor. 1 milyona yaklaşan mülteci işçi sayısı 20 milyonluk Türkiye işçi sınıfı içinde önemli bir sayı teşkil ediyor. Sendikalar artık mülteci işçi sorunu ile yüzleşmek, bu konuda bir politika belirlemek zorundadır. İşçi sınıfının hakları topyekûn bir mücadele ile elde edilebilir, sınıfın tüm kesimleri, mülteci işçiler dahil sendikaların çatısı altında örgütlenmelidir. Aksi halde işçi sınıfı bölünür, mülteci işçilere karşı ırkçı-şoven saldırılar artar. Mevcut durumda mülteci işçiler kayıt dışı olarak çalışmak zorunda kaldıklarından asgari ücret almakta bile zorlanmaktadır. Böylece patronlar mülteci işçileri ucuza çalıştırarak genel olarak işçi ücretlerini düşük tutabilmektedir. Sendikalar, mülteci işçileri örgütlü yapılarının içerisine katmaya çalışmalı, onların çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak düzenlemeler için çaba harcamalıdır. Bu aynı zamanda tüm işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için önemli bir görevdir. “Bugün dünya nüfusunun yüzde 1’i, geri kalan yüzde 99’undan daha zengin. En zengin 60 kişi, nüfusun yarısından, 3.5 milyar kişiden daha fazla zenginliğe sahip. Bu kadar az kişinin bu kadar fazla servete sahip olduğu, bu kadar çok kişininse bu kadar az şeye sahip olduğu bir zamanda, bu çağdaş ekonominin ahlaksız ve sürdürülemez temellerine karşı çıkmalıyız.” Gezi Parkı direnişi bunun ilk işaretiydi. Erdoğan, onun için azgınca saldırdı. Ama kapitalizme karşı isyan ve sistemden kopuş denemesi krizden beslenen küresel bir salgın. Yeni kuşaklar kopmayı deniyor. Bu bir süreç ve 20 .yüzyılın başdöndüren tarihine bakınca henüz “eğlencenin” başında olduğunu görebiliyoruz. “Devrim ezilenlerin şölenidir” der Lenin. Marksizm 2016, küresel kapitalizme karşı uluslararası işçi hareketinin 300 yıllık mücadele derslerinden bugün AKP’ye oy veren bir işçiyi sosyalizme nasıl kazanacağımıza kadar uzanan bir konu silsilesiyle bu şölene hazırlıktır.


10

GELENEK

İRLANDA’DA EMPERYALİZME VE SAVAŞA KARŞI AYAKLANMA

1916, Belfast: Sömürgeci İngiltere’ye karşı ayaklanan İrlandalı kadın ve erkek işçiler.

Yazı dizimizin bu son bölümünde, Dave Sherry, sınıf mücadelesinin İrlanda’yı nasıl kutuplaştırdığını anlatıyor. James Connolly’nin Birleşik Devletler’den İrlanda’ya döndüğü yıl olan 1910’da, İngiliz Liberal Parti hükümeti, İrlanda’yı kendi içinde özerk yapacak düzenlemeyi hazırladı. Birlik yanlısı patronlar, Muhafazakâr Partili toprak sahibi ve avukat Edward Carson liderliğinde şiddetli bir direniş sürdürdüler. Carson, İngilizlerin İrlanda’da elde ettikleri kârın güvence altına alınmasını istiyordu. İşçiler sınıflarına değil dinlerine güvenmeye ikna edilebilirlerse, İrlanda emek hareketinin yenilebileceğini biliyordu. Özerklik Partisi’ndeki patronlar, İngiliz yönetimine karşı çıkıyor, ancak cumhuriyetçiliği ve silahlı mücadele kavramını da reddediyorlardı. Daha radikal bir burjuva milliyetçiliğini savunan ve liderliğini Arthur Griffin’in yaptığı Sinn Fein, İngiltere’den tamamen kopmanın yollarını arıyordu. Ancak 1913’te İrlanda, sınıfsal temellerde bölündü. İşverenler, militan bir hareket olan İrlanda Taşımacılar ve Genel İşçiler Sendikası’nı (ITGWU) yenilgiye uğratma çabasına destek vermek için birleşerek İngiliz devletine katıldılar. Dublin, en önemli savaş alanıydı.

Dublin’deki patronların, 400 şirketin dahil olduğu ve Dublin Tramvay Şirketi’nin sahibi, Özerklik Partisi’nin bir üyesi William Martin Murphy tarafından yönetilen güçlü bir federasyonu vardı. Ağustos ayında, Murphy, bir ültimatom vererek lokavt ilan etti: Ya sendikadan (ITGWU) istifa edin ya da işsiz kalmaya devam edin. Sinn Fein lideri Griffin de işverenlerden yana tutum aldı. Diğer patronlar da onları izlerken, işçiler direnişe başladı. Açlığa ve polis şiddetine karşı işçilerin savunma gücünü, İrlanda Yurttaşlar Ordusu’nu kurdular. Connolly ve ITGWU lideri James Larkin, grevdeki işçilerin ailelerini besleyecek para ve grevlere destek toplamak için İngiliz sendikaları içinde kampanya yapıyorlardı. Tenekeler dolusu yiyecek getirildi ve çok büyük miktarlarda para toplandı. Ancak binlerce İngiliz demiryolu işçisi greve destek için grev yaptıklarında, sendika liderleri tarafından işlerinin başına geri dönmeleri emredildi. Aralık ayında, İngiliz sendika konfederasyonu TUC tüm resmi desteğini kesti. Grevci işçiler yenildi. Lokavt, Murphy ve Griffin gibilerinin yönettiği bir “Özgür İrlanda”nın işçilere hiçbir şey veremeyeceğini ispat etti. Kitle grevleri egemen sınıfı sarsıyordu. Ancak 1914’e gelinen yıllarda işçi sınıfı bir

dizi yenilgi yaşamıştı. 1914’te Connolly, adanın taksimi hayaleti, savaşın patlak vermesi ve dünya sosyalist partilerinin İkinci Enternasyonal’inin çöküşü ile karşı karşıya kaldı. Bu korkunç zamanlarda, Connolly bir devrimci sosyalist olarak kaldı. Rus devrimci Lenin ve bir avuç insanla birlikte enternasyonalizmi savundu. Ama tecrit edilmişti. ITGWU savaş konusunda bölünmüştü ve Connolly, Belfast’ta kendi Sosyalist Parti’sinin üyelerinin dahi savaşı açıkça protesto etmesini sağlayamadı. Bu çaresiz durumda, Connolly, emperyalizme darbe vurmayı ve Avrupa çapında katliama karşı muhalefeti ateşlemeyi umuyordu. 1916’da adanın taksimine ve savaşa karşı çıkan bir grup Cumhuriyetçi ile ittifak kurdu. İngiliz yönetimine karşı bir ayaklanma için bastırıyordu. Bunun, İrlanda İşçi Cumhuriyeti’ne giden yolu açacağını ve Avrupa devrimini tetikleyeceğini umut ediyordu. Paskalya Pazartesisi’nde, bin Cumhuriyetçi, birkaç yüz sosyalist ve sendikacı, Dublin merkezindeki kritik binaların kontrolünü ele geçirdi. Kullanılan komplocu yöntemler, ayaklanmaya katılanların sayısının az olduğu anlamına geliyordu. Altı gün boyunca İngiliz ordusunun kuvvetlerine karşı savaştılar. Dublin’in merkezi ağır silahlarla bombalandı ve 1500 kişi öldürüldü.

İsyancılar, katliamın büyümesini önlemek için teslim olmak zorunda kaldılar. Ancak İngiltere’nin yöneticileri, bu isyanın imparatorluğun başka bölgelerine de ilham verebileceğinden korkuyorlardı ve teröre başvurdular. Connolly ve diğer liderlerin infaz edilmesi, İngiliz yönetimine karşı büyüyen bir nefreti besledi. Tüm zayıflıklarına rağmen, 1916 ayaklanması, emperyal bir güce karşı ilk darbeydi – İşçi Partisi (Labour) lideri Keir Hardie gibi savaş karşıtı pasifistlerin tüm güzel hareketlerinden çok daha anlamlıydı. Connolly, savaşa karşı mücadele etmek için kendi egemen sınıfımızla mücadele etmeniz gerektiğini kavramıştı. Lenin, Paskalya Ayaklanması’nı savunurken, “Talihsizlikleri erken, Avrupa işçi sınıfının isyanı henüz olgunlaşmamışken ayaklanmaktı” diye yazıyordu. Connolly, sendikalizmden ve İkinci Enternasyonal’in bazı görüşlerinden bütünüyle kopamadı ve kendi ölümünden sonra da bir işçi cumhuriyeti için mücadeleyi sürdürecek herhangi bir tür sosyalist örgüt inşa etmeyi başaramadı. Ama kendi jenerasyonunun en iyi sosyalistlerinden biriydi. Sosyalist harekete azımsanamayacak bir katkısı oldu ve antiemperyalizmi bugün hâlâ ilham kaynağı olmaya devam ediyor.


ANTİKAPİTALİST

KANAL İSTANBUL: KALKINMA DEĞİL RANT İÇİN DAYATMA

11

GÖRÜŞ Meltem Oral

KADIN CİNAYETLERİNİ NASIL ÖNLEYECEĞİZ? Özgecan Aslan’ın katilinin tutuklu bulunduğu cezaevinde öldürülmesinin ardından pek çok tartışma başladı. Kesin olan tek şey kadınlar için yine adalet yok. ‘Oh olsun’ diye düşünenler yanılıyor. Kadınlar için adaleti getirecek olan şey katillerin başka katiller tarafından öldürülmesi değil. Adalet kadın cinayetlerini önlemekle mümkün. Peki cinayetleri nasıl durduracağız? İstanbul’da bir çok daire boş iken, beton bir adayla kuşatılmış Kuzey Ormanları Nuran Yüce

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan istisnasız her alanda söz söylüyor, talimatlar veriyor ve tehditler savuruyor. Sadece Cumhurbaşkanı olduğu Türkiye’yi sanki kendisinin oyun alanı gibi görüyor, her istediğini yapabileceğini düşünüyor. Birbiri ardına felaketlere yol açacak nitelikte Kanal İstanbul projesi için geçtiğimiz günlerde yine “Olacak! Kanal İstanbul’u yapacağız. Kim ne derse desin” diyerek, yapımının hızlandırılması talimatı vermiş. “Çılgın proje” değil, delilik Karadeniz ile Marmara denizini bir su kanalı ile birleştirme fikrinin tarihi Roma İmparatorluğu’na kadar uzanıyor.1990’da “İstanbul Kanalı’nı Düşünüyorum” başlıklı makale ile 1994’te ise Bülent Ecevit tarafından “İstanbul Kanalı Projesi” adıyla kamuoyu ile paylaşılmıştı. Hıncal Uluç 2010 yılında “ Bin proje düşün deseler ve bin gün düşünsem aklıma gelmezdi” ifadelerini kullandığı yazısında “Başbakan’dan bir çılgın proje” diye bahsettiği de yine kanal projesiydi. Fikri başbakana ait olmayan çılgınlıktan daha çok deliliği hak eden kanal projesi de o günden beri çılgın proje olarak anılıyor. 2011 seçim vaatleri arasında dile getirilen projenin yeri şimdiye kadar üç kez değiştirildi. Neden değişti? Yanıtı yok. Çünkü bu proje sanal. Tayyip Erdoğan başbakan olduğu sırada İstanbul semalarında dolaşırken ilk yer belirlemesini yapmıştı. Bu güne kadar hükümet tarafından sadece maketleri yapılan bu proje, ekolojik, sosyal herhangi bir maliyet çalışması yapılmadığı için sanaldır. Sanal projenin gerçek hali ise sadece İstanbul için değil çok geniş bir coğrafyaya yıkım getirecek. Orman ve su kaybı Kanal İstanbul için belirlenen güzergâhı neresi olursa

n

olsun, bu ölçekte ve iddiada bir proje, bir yıkımlar silsilesine yol açacak. İstanbul'un 240 bin hektar ormanlık alanı şehrin kuzey bölümünde yer alıyor. Birbiri ile bağlantılı inşa edilen Kuzey Marmara otoyolu, 3. havalimanı ve kanal projesi bu ormanlık alanı yok edecek. Orman deyip geçmeyin, bu ormanların yüzü suyu hürmetine biz İstanbullular bir nebze nefes alabiliyoruz. Bu nedenle bu ormanlar için şehrin akciğerleri deniliyor, kuzeyden esen rüzgârlar sayesinde kentin hava kalitesi ve doğal olarak bizlerin yaşam kalitesi sağlanıyor. Bu ormanlar aynı zamanda İstanbul'un su varlıklarını besliyor, onlara ev sahipliği yapıyor. Terkos, Büyük Çekmece, Alibeyköy ve Sazlıdere ile İstanbul'un su varlıklarının %40’ı bu bölgede yer alıyor. İklim değişikliği üzerine yapılan araştırmalarda: İstanbul'un kuzeyinde yaz ve sonbahar yağış miktarlarında 1,5 mm/ gün'e varan bir azalma ile yıllık en yüksek sıcaklıkların yaklaşık 2,6 OC artacağı söyleniyor. Bunun anlamı ise su varlıkları önümüzdeki birkaç on yıl içinde iyice azalacak. Bu tür projeler ile ormanlık alanlar yok edilirse bu süreç daha da hızlandırılmış olacak. Ayrıca bu projeler nedeniyle 70'e yakın göl gölet koruma kapsamından çıkarılabilmek için statüleri su birikintisi haline getirildi. İnşatların molozları ile dolduruldu. Kanal İstanbul'un ekosistem, iklim ve insanlar üzerinde oluşturacağı tahribatı şimdiden ölçmeye imkân yok. Birbirinden farklı karakterdeki denizleri birbirine bağlamak, Karadeniz ve Marmara ekosistemlerini kaçınılmaz olarak etkileyecek. Bu gidişatın sonunun felaket olduğu kesin. Elde ettikleri makamların gücüyle gözleri dönmüş, sayıların büyüklüğüne tapar hale gelmiş olanlar, boğaza alternatif ve ondan çok daha güzelini yapacağız iddiası ile hepimizin suyunu, havasını, besinini etkileyecek bir yıkım projesini hayata geçirmeye çalışıyorlar. Bu deliliğe izin vermemek gerek.

DSİP 1 MAYIS’TA TÜM MEYDANLAR İŞÇİLERİN OLMALI

Hükümet bir kez daha 1 Mayıs’ın işçilerin değil kendisinin istediği yerde kutlanmasını istiyor. Memur-Sen’in Taksim başvurusu reddedildi. DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’a da izin verilmiyor. “Güvenlik” tartışması, Taksim’de 2010, 2011 ve 2012 yılında yapılan 1 Mayıs gösterileriyle çoktan sona erdi. Polis karışmadığında hiçbir çatışma çıkmadı. “Provokasyon” edebiyatı boşa çıktı. Tek provokatör, 1 Mayıs’ı polis şiddeti aracılığıyla emekçilere zehir eden AKP liderliğidir.

sası, kamu çalışanlarının iş güvencesinin yok edilmesi gibi konularda tüm emek örgütleri 1 Mayıs’ta yan yana gelmelidir. İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs, çalışanların bu gerçek sorunları için seslerini yükseltecekleri bir perspektifle ele alınmalıdır. İşçileri bölen “yerli ve milli” anlayışına, Kürt halkına karşı girişilen savaşa karşı, 1 Mayıs barış isteyenlerin kürsüsü olmalıdır.

Yasağı kınıyoruz. Tüm meydanlar işçi sınıfına açılmalıdır.

DSİP olarak 1 Mayıs’a bu perspektifle bakan herkesi birleşik ve kitlesel gösteriler örgütlemeye çağırıyoruz.

Öte yandan, kıdem tazminatının gaspı, kiralık işçi ya-

Yaşasın 1 Mayıs! #dsip

Kadın cinayetlerinde katillerin yargılanması ve mevcut hukuk sistemi içerisinde cezalandırılması elbette çok önemli. Ancak bir o kadar önemli olan şey cinayetleri önleyici politikaların hayata geçirilmesi. Kadınlar eşlerinin, babalarının, sevgililerinin, abilerinin bir cinnet anına denk gelip öldürülmüyor. Çoğu zaman hayatta tek başına ayakta durmak konusundaki zorluklar kadınları şiddet dolu bir hayata mahkum ediyor. Şiddet sarmalından sıyrılmaya, içinde bulunduğu baskı koşullarından kurtulmaya çalışan kadınlarsa hayati tehlikeyle burun buruna geliyor. Ne yazık ki cinayetlerin çoğu boşanmak isteyen kadınlara yönelik işleniyor. Rakamlar ve istatistikler ne yapılması gerektiğini çok açık söylüyor. Ancak hiçbir devlet kurumu cinayetleri önleyici bir politika için elini taşın altına koymazken medya cinayetleri ‘magazinselleştirip’, sembolikleştirip tekil, bireysel cinnet vakalarına veya ‘sapkınlığa’ indirgiyor. Kadın cinayetlerinin önleme meselesi katilin cenazesini kabul etmeyen köy muhtarı kadar ele alınmaya değer görülmüyor. Kadın cinayetlerinin önüne geçilmesi için; kadınların ekonomik bağımsızlığını sağlaması üzerine destekleyici politikaların uygulanması, toplumsal yaşama dahil olunmasını kolaylaştırıcı mekanizmaların devreye sokulması hayati önemde. Çocuklu kadınların omuzlarındaki yükü hafifletecek kreş, çocuk bakımının desteklenmesi gibi uygulamalar veya barınma, hukuk gibi alanlarda sunulacak ücretsiz destekler birer sosyal devlet politikası olarak yürürlüğe konulabilir. Her kadının hiçbir bedel ödemeden erişebileceği bu uygulamaların hayata geçirilmesi bir hayal değil. Mücadeleye sıfırdan başlamıyoruz. Yıllardır sürdürülen kadın eylemlilikleriyle birçok kazanım elde edildi. Türkiye’nin de imzaladığı İstanbul Sözleşmesi bu talepleri içeriyor. Yani Türkiye boşanmak isteyen kadınların ekonomik, barınma, sosyal, hukuki alanlarda devlet tarafından desteklenmesi fikrinin altına imzasını atmış. Ancak uygulamada işler öyle yürümüyor. Özellikle yerel yönetimleri düzenleyen belediyelere bu politikaların hayata geçmesi için büyük rol düşüyor. Ancak pek çok belediye kadın veya çocuk politikasını umursamıyor. Somut adımlar atmaya çalışan belediyeler de bunları bir sosyal devletin gerekliliği olarak hayata geçirmek yerine ‘ben yoksam kreş de yok’ yaklaşımıyla yönetimdeki siyasi partiye bağımlı hale getirecek bir koz olarak dayatıyor. Kuşkusuz kadın cinayetlerini önlemek için yapılması gerekenler çok boyutlu. Cinsiyetçiliğe karşı inatçı, ısrarlı, aralıksız bir mücadele bunun başında geliyor. Ancak sosyal hakları konusunda kazanılacak somut talepler de bir o kadar önemli ve pek çok kadının gündelik hayatını radikal biçimde değiştirebilir.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SİYASİ PARTİ DEĞİL ORGANİZE SUC, ÖRGÜTÜ: KAPATILSIN! Bu kez düşene bir tekme de biz atalım. MHP’nin iç kavgalarla çalkalanıyor olması ve oylarının düşmesi iyi haber olmakla birlikte yetmez. Kadınların, Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin, mültecilerin, LGBTİ bireylerinin, İşçi hareketi ve özgürlük ve demokrasi isteyen herkesin düşmanı MHP ve onun paramiliter uzantısı ülkü ocakları kapatılmalıdır. 47 yıllık tarihleri boyunca pek çok katliam gerçekleştiren bu suç çetesi yargılanmalıdır.

DEMOKRASİYİ ORTADAN KALDIRMAK İSTEYEN ÇETE MHP’nin 47 yılık tarihi katliamlarla dolu. 1940’lı yıllarda soğuk savaş konseptine uygun olarak kurulan parti antikomünizm etrafında örgütlendi.

MHP içinde gelişen liderlik kavgaları, AKP’ye geçen oyların artması, MHP’nin olası bir seçimde barajın altında kalmasına yol açabilir.7 Haziran seçimlerinde oyların %16.45’ini alarak 80 milletvekiliyle mecliste yer alan MHP, 1 Kasım seçimlerinde 2 milyon oyunu AKP’ye kaptırdı. Son 40 yıldır neredeyse tüm politikalarını Kürt düşmanlığı üzerine kuran MHP’de çözülme, hükümetin çözüm sürecini sona erdirmesi ve devletin tüm güçleriyle birlikte Kürtlere karşı savaşmaya başlamasıyla başladı. 7 Haziran seçimleri sonrasında Tuğrul Türkeş’in AKP’ye geçmesi MHP içindeki ilk depremdi. 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin gerisinde kalmasıyla birlikte iç çatışmalar ayyuka çıktı.

1970’lerden itibaren sokak çetelerinden oluşan hareket yükselen işçi hareketini ve sol muhalefeti ezmek üzere harekete geçti. Mahallelerde terör estirdi, grevlere saldırdı. Kitlesel katliamlarda merkezi rol oynadı. Maraş ve Çorum katliamları bunların en kanlı olanlarından. Özel harekat birimine bağlı olarak çalışan partinin kadroları kontrgerilla yapılanmasında kullanıldı. Özellikle 1980 darbesine giden süreçte Doğan Öz, Sevinç Özdilek, Kemal Türkler gibi işçi sınıfının önderleri ve aydınlara yönelik pek çok cinayette görev aldılar. Abdi İpekçi suikasti, Abdullah Çatlı gibi önde gelen faşist kadroların devletin kontgerilla yapılanmasının aktif parçaları olması, faşistlerin devlet tarafından nasıl kollandığının en bilinen örneklerinden.

Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel güç mücadelesi, Kürt ulusal mücadelesinin geldiği nokta, Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetini “Yerli ve Milli” olarak adlandırdıkları yeni bir eksene yönetti. Erdoğan’ın tüm yetkileri kendisinde toplayan “Türk tipi başkanlık” mücadelesi, çeyrek asırlık tek parti diktatörlüğü olan devlet geleneğini “istikrar” adına savunması yıllardır “devletin başına devlet geçecek” sloganını atan faşist MHP’de yansımalarını buldu sonunda. Erdoğan’ın her seferinde üst perdeden sarf ettiği “Tek dil, tek millet, tek devlet” söylemi “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” şiarının etrafında çeteleşen MHP’nin paralize olmasına yol açmakta. Son 40 yıldır barış ve özgürlüklerin önünde bir tıkaç vazifesi gören, devletin bir kolu gibi çalışan MHP’nin kapatılması ve yargılanması mücadelesi, başta geniş emekçi kesimler olmak üzere barış ve özgürlük isteyen herkesin öncelikli görevidir.

1980 sonrasından itibaren de devletin Kürtlere yönelik savaşında aktif rol aldılar ve almaktalar.

Alanya’da ülkücüler tarafından ateşe veilen HDP binası, 2015

DEĞİŞTİLER YALANINA İNANMA Türkiye’de yaşı 30’una gelen bir kişi MHP’nin geçmişten itibaren faşist bir yapılanma olduğunu ve pek çok katliam gerçekleştirdiğini, özel olarak araştırmadıysa pek bilmez. Çünkü MHP’nin karanlık geçmişi ana akım medya ve siyaset tarafından özenle gizlenmekte. Özellikle Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra Devlet Bahçeli’nin liderliğindeki MHP’nin değiştiğine, merkeze yaklaştığına ilişkin çok ciddi çalışmalar yapılmakta. MHP diğer burjuva partileriyle eşdeğer bir parti muamelesi görmekte. Oysa Türkiye’de yaşanan her kritik gelişmede Bahçeli’nin söylemleri MHP’de dünden bugüne fazla bir değişim olmadığını gösteriyor. Çözüm sürecinin başından itibaren karşısında yer alan Bahçe-

li, Kürt sorunun soykırımla çözülmesi gerektiğini savunuyor ve her fırsatta Öcalan’ın idamını istiyor. Geçen hafta Nusaybin ile ilgili hükümete seslenerek “Taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayın” diye seslenen Bahçeli’nin ülkücüleri sokaktan çektiğine ilişkin söylemler de doğru değil. Her seçim döneminde Kürtlere karşı saldırıların merkezinde ülkücüler var. Suriyeli mültecilere yapılan saldırılarda başrolde yer alıyor, sokaklarda Çinli avına çıkıyorlar. Soykırımın inkârı gündeme geldiğinde MHP’liler başroldeler ve Ermenilere tehditler savuruyorlar. Kobanê direnişiyle ilgili 6-8 Ekim protestolarında Kürtlerle dayanışmak isteyenlere saldıranlar ülkücüler, Kürtlere karşı pek çok ırkçı saldırıda da yer aldılar. Hala binlerce faşist militanı olan, bunları gerektiğinde sokakları, okulları terörize etmek için kullanan MHP değişmedi.

MHP faşist bir partidir. Her faşist parti gibi MHP de demokrasi karşıtıdır. Faşist partiler işçi sınıfı örgütlenmeleri, sendikalar ve parlemento da dâhil olmak üzere her türlü demokratik yapılanmayı tasfiye etmek için örgütlenir. Ayrıca MHP, kadınların özgürlüğüne, Ermenilere, Alevilere, LGBTİ bireylerin özgürlüğüne, halkların kardeşliğine, çevre aktivistlerine karşıdır. Her özgürlük hareketinde devleti ve ırk temelinde örgütlenmeyi tehlikeye sokan ezilmesi gereken düşmanlar görür. MHP, siyasal demokrasi için tehlikelidir. Demokratik gerekçelerle MHP’nin kapatılmasına karşı çıkmak, sürekli cinayet işleyen bir seri katilin cinayetlerine devam etmesine izin vermektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.