Sosyalist işçi 563

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

563

27 Nisan 2016 2 TL. sosyalistisci.org

NE KEMALİST LAİKLİK NE DİNDAR ANAYASA!

BARIŞ ÖZGÜRLÜK

DEMOKRATİK ANAYASA

- Devlet dinden elini çeksin. Diyanet kapatılsın. - Her dini topluluk kendi ekonomik kaynaklarıyla ayakta dursun, kendi kendini yönetsin. - Zorunlu din dersleri kaldırılsın - Cemevlerine, kiliselere, baskı altındaki tüm inançlara ve inançsızlara özgürlük!


2

GÜNDEM

TUTUKLU AKADEMİSYENLERE TAHLİYE!

SÖZDE LAİK, ÖZDE DARBECİ Meclis Başkanı’nın yeni anayasayla ilgili konuşurken, “Bir İslam ülkesiyiz. Bu nedenle dindar bir anayasa yapmalıyız” demesi, çok açık bir kutuplaştırma politikasıdır. Bu, Erdoğanvari kutuplaştırıcı yaklaşıma hem Cumhurbaşkanı’nın baş danışmanından hem de bazı AKP’li vekillerden yanıt gelse de, mevcut kutuplaşma derinleştirilmiş oldu. Kutuplaşmanın bir ucunda, seküler bir eğilim hemen çıkış yaptı ve anayasada laikliğin kaldırılmasını teklif etmenin karşı devrimci olduğunu iddia etmeye başladı. Öncelikle, Türkiye’nin sözde laik, özde darbeci bir anayasayla yönetildiğini kavramak gerekiyor. Laik sanılan rejim, Türkleri ve Sünnileri kapsayan, Sünni olmayan Müslümanları ve Müslüman olmayan halkları tümüyle dışlayan, merkezî bir yapılanmayla, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla, mezhepçi bir anayasa, mezhepçi bir rejimdir. Mevcut rejim, Meclis Başkanı’nın hayalini kurduğu rejime çok benzer. Mevcut rejim, Türkiye’nin “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu iddia eden bir anayasaya yaslanıyor. Oysa Türkiye ne laik, ne demokratik, ne sosyal, ne de hukuk devletidir. Türkiye, mezhepçi, antidemokratik, patronları kollayan, sık sık hukukî kuralların dışına çıkan, devletin ihtiyaçlarına göre hukuku eğip büken bir rejimle yönetilmektedir. Meclis Başkanı, yeni anayasada tüm bu berbat özelliklerin bir de yazılı hâle getirilmesini istemektedir. Hâlihazırda laik olmayan rejime anayasayı da uydurmaya çalışmaktadır. Dindar anayasadan söz ederken, büyük bir pişkinlik ve kibirle, sadece Sünni Türklere hitap eden, diğer tüm etnik ve dinî kesimleri dışlayan bir anayasa talep ettiği çok açık. Cumhurbaşkanı başdanışmanı Burhan Kuzu, Meclis Başkanı’nın ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiş konuyu. Bu, sıradan bir ifade özgürlüğü tartışması değildir, dışlayıcı bir dindarlığın topluma giydirilmesi yönünde bir nabız yoklamasıdır. Konu Meclis Başkanı tarafından dile getirildiği için böyledir bu. Biz dışlayıcı, laiklikle ilgisi olmayan Kemalist laikliği de istemeyiz, Meclis Başkanı’nın dile getirdiği dindar, dışlayıcı anayasa talebini de kabul etmeyiz. Biz sınırsız düşünce, gösteri, örgütlenme ve ifade özgürlüğü istiyoruz. - Diyanet kapatılsın! İnançlara özgürlük! - Devlet dinden elini çeksin. - Her dinî topluluk kendi ekonomik kaynaklarıyla ayakta dursun, kendi kendini yönetsin. - Zorunlu din dersleri kaldırılsın. - Cemevlerine, kiliselere, baskı altındaki tüm inançlara özgürlük! - Baskı değil, demokratik özgürlükçü bir anayasa istiyoruz

BARIŞ İSTEYENLERİN ZAFERİ KEMAL BAŞAK

Devletin savaş mekanizmasının Cizre ve Sur şehirlerinde gerçekleştirdiği korkunç yıkımdan sonra, bu savaşın durdurulması ve yeniden müzakere masasına dönülmesi yönünde çağrılar Fırat’ın Batısı’ndan da yükselmeye başlamış, bu çağrılar içinde en çok ses getireni 1.128 akademisyenin geçtiğimiz Ocak ayında yaptığı kalıcı barış çağrısı olmuştu. Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen son vermesi, müzakere koşullarının hazırlanması, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturması taleplerini içeren çağrının imzacıları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Erdoğan’ın bildiriye imza atan akademisyenleri terör destekçisi olmakla suçlaması ve tutuklanmaları için yargı organlarına açıkça baskı yapması, bir taraftan savcıları harekete geçirdi, ama öte yandan toplumun geniş kesimleri barış istemenin suç olamayacağını yüksek sesle dile getirmeye başladı. Çok kısa bir zaman diliminde hemen hemen aynı içerikle onlarca bildiri yayınlandı, on binlerce kişi bu bildirilere imza attı. Buna rağmen, Kürt sorununu yeniden imha ve inkâr politikaları ile çözme yönünde adımlar atan Cumhurbaşkanının ısrarı, imzacı dört akademisyenin tutuklanmasına yol açtı. Akademisyenlerin tutuklanması barış isteyen güçlerde infial yarattı. Kürt sorununun çözümünün Kürt halkının haklı taleplerinin kabulü ile mümkün olduğunu düşünen, bunun için eşitlik ve özgürlük temelinde kalıcı bir barış talep eden kesimler, tutuklu bulunan ve tutuklanmak istenen akademisyenler etrafında geniş bir dayanışma ağı kurdu. Kampüslerde barış konulu dersler

REWHAT

yapıldı, akademisyenlerin ve öğrencilerin dayanışma standları açıldı. HDP grup toplantılarında, sendikalar ve insan hakları örgütlerinin düzenledikleri etkinliklerde ilk söz olarak akademisyenler ile dayanışma ifade edildi. Yurt dışından çok sayıda akademisyenin de destek olduğu bu birliktelik yeni tutuklamaların önünü kestiği gibi, 22 Nisan tarihinde görülen ilk mahkemede, mahkeme heyeti, ama esas olarak hükümet üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. Bu baskı sonucunda mahkemeye “tutukluluk halinin devamı” mütalaasıyla başlayan savcı, verilen arada tahliye istemek zorunda kaldı. Hükümet ile doğrudan bağlantılı bir davada hükümetin izni olmadan mütalaa değişikliği yapmanın pek kolay olmadığını, dolayısıyla bu büyük dayanışmanın hükümete geri adım attırdığını biliyoruz. Mahkeme heyeti de bu baskıya karşı koyamadı, tutuklu bulunan Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya’yı serbest bırakmak zorunda kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bütün kışkırtma ve tehditlerine rağmen gelen bu tahliye kararı, barış isteyenlerin büyük bir zaferidir.


GÜNDEM

ERDOĞAN İLE DAVUTOĞLU’NUN ARASINDAKİ ÇATLAK Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasında

uzun süredir görüş ayrılıkları yaşandığı ve aradaki çatlağın giderek derinleştiği bir sır değil. Hatta açık bir mücadeleden söz ediliyor ve bu açıkça dillendiriliyor; Davutoğlu bir süre önce "Ben bu partinin lideriyim, liderliğin gereğini her an yaparım" demek zorunda kalmıştı. Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki çatlak, daha kabine oluşturulurken ortaya çıkmıştı. Davutoğlu'nun istediği isimlerin tümünün üzeri Erdoğan tarafından çizilmiş, yerlerine damadı Berat Albayrak ve kendisine yakın kişiler getirilmişti. Cerrattepe direnişinde Davutoğlu olaya nispeten yumuşak bir şekilde yaklaşıp bölge halkının temsilcilerini kabul ederken, Erdoğan göstericilere ateş püskürerek "yavru Geziciler" tabirini kullanmıştı. Can Dündar ile Erdem Gül davasında , Davudoğlu, Dündar ile Gül'ün tutuksuz yargılanması gerektiğini vurgulayarak “Devletin stratejik çıkarlarını zedeleyenlere dönük hukuki tedbirler dünyanın her yerinde vardır. Bu yargılamanın tutuksuz olması esas olmalıdır” demiş, Erdoğan ise Anayasa Mahkemesi'nin verdiği hak ihlali kararına "saygı da

duymam, uymam da" gibi çok sert ve suç teşkil eden bir karşılık vermişti. Bir başka yargılama çatlağı da Barış İçin Akademisyenler davasında ortaya çıkmış, Davutoğlu “Nihai hüküm verilene kadar ilkesel olarak tutuksuz yargılamanın doğru olduğu inancındayım” derken, Erdoğan Avukatlar Günü'nde yaptığı konuşmada, "Ne demek tutuksuz yargılanmalı. Suçluysa o da tutuklu yargılanacak" demişti. Son olarak çözüm süreci konusunda da çatlak belirginleşmiş, Davutoğlu, 1 Nisan Cuma günü gittiği Diyarbakır’da "PKK Mayıs 2013'e dönerse her şey konuşulur" demişti. Erdoğan ise 4 Nisan günü Türk Kızılayı Olağan Genel Kurulu’nda, “Terör örgütünü temsil edenler bazen çözüm, müzakere, görüşme gibi laflar ediyorlar. Ortada çözülecek de görüşülecek de bir konu yoktur. Bu böyle bilinsin” ifadelerini kullanmıştı. Savaş koşullarının sürmesinin, ekonomik durgunluğun derinleşmesinin ve genel gerginliğin toplumda yarattığı baskıya bağlı olarak, Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki çatlağın yanı sıra, AKP içinde de çatlak seslerin güçlenerek artması bekleniyor.

23 NİSAN: KUTLUYORLAR AMA…

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

YA İNKARCILIK YA DEMOKRASİ! Bu yıl, Ermeni soykırımında yaşamını yitirenlerin anması etkinlikleri boyunca, kafamı hep demokrasinin sınırlarını genişletmek için neler yapmamız gerektiği meşgul etti. Türkiye’de demokrasi gelgitler yaşıyor, biraz rahat nefes aldığımız her dönemin ardından yeniden baskı koşullarının arttığı bir dönem geliyor. Bir açılıyor bir kapanıyor demokrasinin kapıları. Bunun nedenleri var. Devletin merkeziyetçi örgütlenmesi bu nedenlerin en başında yer alan, belirleyici neden. Bu merkeziyetçilik, toplumun aşağıdan, kendi dinamikleri ve mücadelesiyle demokrasinin sınırlarını genişlettiği her seferinde, egemen sınıfın ve devleti yönetenlerin paniğe kapılmasına neden oluyor. Denetimi elden kaçırdıklarını düşünmeye başlıyorlar. Hükümetler, zaman zaman çeşitli kanallarla hissettikleri bu değişim ve demokrasi isteğine uygun adımlar atsalar da, “fazla ileri gittiklerini” düşünerek frene basıyorlar. Frene basmalarının bir nedeni “bu kadar demokrasinin” fazla görülmesi. Bir diğer nedeni ise merkezi devlet aygıtının denetiminde sürdürülen paranın dağıtımı, yatırımların planlanması ve gelirin paylaşılması gibi konularda fazla demokrasinin merkezi aygıtı denetleme isteğini de uyandırması. Yani, demokrasinin, ihaleye fesat karıştırmanın önünde de engel olması. Ama bu demokrasiyi askıya alma isteğinin nüksetmesi, devlet yapısının merkeziliği, aynı zamanda devletin üzerinde bina edildiği tarihi gelişmelerin ürü-

Çocuklar için kötü bir dünya, mülteci ve savaş koşullarında yaşayanlarıysa için hayat zor.

Bu sene de 23 Nisan bir çocuk bayramı olarak kutlandı ama çok büyük bir çocuk nüfusu korkunç koşullar altında yaşamaya devam ediyor. Türkiye'de neredeyse 1 milyon çocuk işçi olarak çalışıyor, geçtiğimiz üç yıl içinde 176 çocuk işçi iş cinayetlerinde öldü ve Suriyeli çocuk mülteciler boğaz tokluğuna bile denemeyecek ücretlere köle niyetine çalıştırılıyor. Son olarak Ensar Vakfı'nda ortaya çıktığı şekilde yüz binlerce çocuk taciz ve tecavüze uğruyor. Sadece geçen sene 180 bin küçük kız evlendirilme adı altında köle olarak satıldı.

nü. 1915 yılında gerçekleşen soykırımda, dönemin

Kürdistan ise çocuklar için bir cehennem olmaya devam ediyor. Sur, Cizre, Şırnak, İdil ve Nusaybin gibi Kürt şehirlerinde ölümden kaçmak için aileleriyle birlikte göç eden, evleri yıkılan, öldürülen, okula gidemeyen çocukların sayısı belli değil. Devlet güçlerinin saldırılarında ölen ve toprağa verilemediği için cenazeleri derin dondurucularda bekletilen çocuklar, durumun korkunçluğunu açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

devleti merkezi bir rol oynadı. 1.5 milyon insanı

Çocuklar için en iyisi sahte bayram kutlamaları değil, çocukların yaşamını zehir eden sistemi değiştirmek.

Maddi örgütlenme mekanizmalarını da devralmaktır.

tutuklamak, hapse atmak, sürmek, müslümanlaştırmak, göçe zorlamak, göç ederken öldürmek, bu katliamı planlayan yapının merkezi müdahalesi olmadan gerçekleşemezdi. İşte bu merkezi soykırım plancısı yapılanma, cumhuriyetin kuruluşu sürecinde, büyük ölçüde devralındı. Soykırımın mekanizmalarını devralmak, ideolojik, politik bir yaklaşım değildir sadece. Üstelik, soykırımın maddi mekanizmaları, soykırımı inkâr eden maddi, ideolojik ve politik mekanizmalar-

HAFTANIN IRKÇISI ESKİŞEHİR’DE İDAM İSTEYENLER Eskişehir’de ırkçı Genç Atsızlar grubu, Bursa-Ankara karayolu üzerinde bulunan beş metre yüksekliğindeki trafik uyarı levhasına, etek giydirilmiş bir mankeni boynundan asarak aşağı sallandırdı. Altına ise “PKK’lı

akademisyene, çalışana, öğrenciye idam. Genç Atsızlar. ESOGÜ” yazılı bir pankart astı. Boynundan asılı manken ve pankart, çevredekilerin polisi araması sonucunda itfaiye ekipleri tarafından kaldırıldı. Genç Atsızlar, Eskişehir’de özellikle Osmangazi Üniversitesi’nde örgütlenen ırkçı bir grup. Daha önce de barış için imza veren akademisyenleri çeşitli yöntemlerle tehdit etmişlerdi. Şimdi de bir erkeği temsil eden bir mankene etek giydirmekle, Kürdistan’da katliam yaparken yıktıkları evlerin duvarlarına “kızlar neredesiniz?” yazan JÖH/PÖH’lere atıfta bulunarak, sadece ırkçı değil, cinsiyetçi/homofobik yönlerini de ortaya koymuş oldular ve haftanın ırkçısı olmaya hak kazandılar.

la birlikte işletildi. Bu, demokrasinin sığlığının nedenlerini kavramak için önemli bir çıkış noktası. Kitlesel bir şiddeti, bir büyük felaketi örgütleyen bir devlet, bu şiddetle yüzleşmediği sürece demokrasi daima tehlike altındadır. Güdüktür. Devlet, yüzleşmemekle kalmayıp, bu şiddeti görünmez kılmaya çalıştıkça, sınırsız düşünce, gösteri, örgütlenme ve ifade özgürlüğü konusunda da demokratik kurumların kalıcı bir şekilde işlemesi ve dokunulmazlık kazanması konusunda da her zaman çuvallayacaktır. Türkiye’nin tarihi bu çuvallamanın da tarihidir aynı zamanda.


4

DÜNYA

FRANSA “BÜTÜN GECE AYAKTA”

Liselilerin başlattığı hareket hızla öfkeli başka kuşaklardan antikapitalistlere yayıldı.

Fransa’da çalışma yasasına yönelik bir değişiklik taslağı hem kitlesel gösterilere hem de meydan işgalleri hareketine neden oldu. Çalışma Bakanı Myriam El Khomri tarafından hazırlandığı için El Khomri yasası olarak anılan bu yasa değişikliği, işçilerin işten atılmasını kolaylaştırıyor. Yasa değişikliği ile Fransa’daki çalışma yasasındaki 35 saatlik iş haftası ortadan kaldırılarak işçilerin daha uzun saatler çalıştırılmasının önü açılıyor. Şu anki iş yasasına göre, fazla mesai ücretleri ilk sekiz saate kadar normal ücretin %25’i, bundan sonra ise %50’si oranında fazla olmak zorunda. Yasa bunu da değiştirmeyi hedefliyor. 9 Mart’ta beş yüz bin, 31 Mart’ta ise bir milyon kişi sokağa çıkarken, Paris’teki eyleme yüzbinlerce kişi katıldı. Bu eylem öncesinde ortaya çıkan “sokakta kalmaya devam etme” yönündeki eğilimin güçlenmesiyle, Republic Meydanı eylemciler tarafından işgal edildi. Nuit Debout, yani “gece ayaklanması” adını alan harekete

katılan binlerce kişi, her akşam Paris’in merkezindeki meydanda tartışmalar ve forumlar gerçekleştirmeye başladılar. Hareket geliştikçe Gezi Parkı’ndan aşina olduğumuz pek çok şey gelişmeye başladı. Bir manifesto yazılması, lojistik destek ve daha sonraki eylemler için komiteler kuruldu. Revir, mutfak, radyo istasyonu ve bahçe oluşturuldu. Meydan işgalleri Fransa’nın başka yerlerine de yayıldı, otuz ayrı şehirde benzer işgaller gerçekleşti. Nuit Debout hareketi hiç yoktan ortaya çıkmadı elbette. İngiltere’ye geçmek isteyen mültecilerle Calais’teki kampta gösterilen dayanışma, Notre-Dame-des-Landes’de yeni bir havaalanı inşa edilmesine karşı yürütülen mücadele, bu hareketin kaynakları arasında yer alıyor. Amerika ve İspanya’da benzer meydan işgalleri olduğu dönemde, Fransız halkının çoğu Sarkozy’nin devrilmesine ve Sosyalist Parti’nin ik-

KÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral

BREZİLYA, ‘ÜST AKIL’? Hükümetin yanlış politikalarını aklamak için hiçbir manipülasyondan ve çarpıtmadan kaçınmayan köşe yazarlarına, son zamanlarda bir Brezilya ilgisi hasıl oldu. Bu ilginin nedeni Brezilya gündeminin ‘yolsuzluk’ olması. Belli ki hükümet açısından 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkan yolsuzluğun üzerinin örtülmesi için Ergenekon’la anlaşmış olmak yeterli değil. Açığa çıkan, Erdoğan’ın kontrol ettiği ve dört bakanın adının bizzat geçtiği yolsuzluk zincirinin hayal mahsülü olduğuna toplumu ikna etmek için fikri bir mücadele de yürütüyorlar. Bunun için 2013’ten beri, hükümete karşı yükselen her sesin üst akıl tarafından yönetilen bir darbe girişimi olduğunu anlatıyorlar. Cerattepe’de maden çalışmaları istemeyen yerli halkın, Alman ajanları tarafından kontrol edildiği

tidarına umut bağlamışlardı. Ancak Hollande’ın Paris saldırılarının ardından olağanüstü hâl ilan etmesi, göçmenleri suçlaması, vatandaşlıktan çıkarma tehdidinde bulunması, eylemlere yönelik artan polis şiddeti ve son olarak çalışma yasasında yapılması planlanan değişiklik, başta lise ve üniversite öğrenciler olmak üzere geniş kitlelerin harekete geçmesini sağladı. Nuit Debout hareketi devam ediyor. Sendikalar bir sonraki eylem günü olarak 28 Nisan’ı belirlerken, meydan işgallerine katılanlar var olan mücadelelerle bağlantı kurmaya, üniversite ve lise öğrencileriyle ama aynı zamanda demiryolu işçileri ve postacılarla da temasa geçmeye çalışıyor. Meydan işgalleri hareketi bir yandan yeni bir mücadele dalgasının önünü açarken, diğer yandan yükselen faşist Ulusal Cephe’ye karşı da gerçek bir muhalefet yaratabilir.

iftirasını atacak kadar ileri gidebilecekleri fırsatları kaçırmıyorlar. Ancak her gün yeni bir ‘fırsata’ ihtiyaçları var. Çünkü apaçık gerçek olan bir şeyin yalan olduğuna ikna etmek zor bir iş.

Brezilya’da neler oluyor? Sol popülist İşçi Partisi’nin (PT) 13 yıldır iktidarda olduğu Brezilya, başta petrol olmak üzere, hammade ihracına dayalı bir ekonomiye sahip. Söz konusu hammadde fiyatlarının uluslararası piyasalarda yükselmiş olması, son yıllarda Brezilya ekonomisinin büyüme hızının artmasını sağlamıştı. Bu ekonomik gelişme, İşçi Partisi’nin sosyal programıyla birlikte, yoksulluğun azalması veya süt içebilen çocuk sayısının artmasında görüldüğü gibi alt sınıflara da yansıdı. Ancak ekonomik konjonktürün dünya çapındaki değişiminden, Brezilya’daki hızlı büyüme patlaması da etkilendi. İşçi Partisi’nin hem yoksullara yatırımın arttırılmasına hem de patronların teşvikine dayanan modelinin sürdürülebilir olmadığı görüldü. 2013’teki gösteriler bu gelişmelerin bir sonucuydu.

KAPİTALİZM İKLİMİ KURTARACAK MI? Paris anlaşması Birleşmiş Milletler’de imzaya açıldı. 174 ülkenin imzaladığı anlaşma, karbon emisyonlarını 2030'a kadar yüzde 40 oranında azaltmayı hedefliyor. Ancak anlaşmanın imzaya açılması sonrasında açıklama yapan Avrupa Birliği Enerji ve İklim Komiseri Miguel Arias Canete’nin sözleri, anlaşmanın sınırlarını da ortaya koyuyor. “Eski kurallar, ekonomik büyümeyle çevreyi korumanın birlikte yürütülemeyeceğini söylüyordu. Paris'te eski kuralları yıktık. Yerine onurlandırabileceğimiz yeni bir anlaşma koyduk” diyen Canete, kamu bütçelerinin çevre yatırımları konusunda yetersiz kalabileceğini söyleyerek özel sektörü iklim değişikliği konusunda yatırım yapmaya çağırdı. Canete’nin bahsettiği kurallar maalesef kolayca yıkılamaz. Bugün fosil yakıtlara yatırım yapmak patronlar açısından hâlâ yenilenebilir enerjiden daha kârlı. Bu yüzden patronlar gezegeni kirletmek pahasına kârlarını arttırmaya devam edecek. Paris anlaşmasından bağlayıcı bir mekanizma çıkmamasının, 2030 gibi uzak bir tarihin hedef alınmasının nedeni tam da bu şirketlerin BM ve hükümetler üzerindeki etkisi. Küresel ısınmayı durdurabilecek olan, Canete’nin söylediğinin aksine, kamu-özel sektör işbirliği değil kapitalizmden radikal bir kopuş.

Bugünlerde devlet başkanı Dilma Rousseff, 2014 seçimini kazanmak için bütçe açığını olduğundan az göstermekle ve devletin petrol şirketinin başında olduğu dönemde yolsuzluk yapmakla suçlanıyor. Geçen hafta Ulusal Kongre’nin alt kanadında yapılan oylamayla başkanın görevden alınması talebiyle soruşturma başlatılmasının önü açıldı. Patronlar ve sağ, değişen ekonomik koşulların bedelini yoksul işçilerin ödeyeceğinden emin olacakları bir yönetim istiyor. Gösterilere yolsuzluk bahanesiyle atağa geçen sağ ve orta sınıf hakim. Sendikalar ve toplumsal hareketlerse, İşçi Partisi’nin muhalefeti bastırmasını veya yoksulları sosyal yardımların ‘alıcısına’ indirgemesini eleştirmesine rağmen başkanın soruşturulmasına karşı çıkıyor. Yani sağ kanada savrulmayan ama Rousseff’in arkasına da dizilmeyen bir hareket örgütlemeye çalışıyorlar. Brezilya’da iktidarın süreci ‘darbe’ olarak tanımlamasını, AKP hükümetine karşı ‘üst akıl’ darbesinin kanıtı olarak görenlere söylenebilecek tek şey: Ne alakası var?


RÖPORTAJ

5

‘TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFI VAR MI’ SORUSUNA VERİLERLE YANIT VERMEYE ÇALIŞIYORUZ’ Emek Çalışmaları Topluluğu’nun 2015 yılında gerçekleşen işçi eylemlerinin analizini yaptığı raporu geçen haftalarda kamuoyuyla paylaşıldı. Rapor, kadrolu, taşeron, memur, sendikalı veya sendikasız tüm işçilerin eylemliliğine dair oldukça önemli veriler sunuyor. Eylemlerin niteliği, talepleri, nedenleri, süreleri, işkolları gibi merak edilebilecek her soruya dair bilgiler, titiz bir çalışmayla derlenmiş. Topluluğun nasıl bir araya geldiğini, hedeflerini ve raporun çarpıcı detaylarını Mine Kösem’le konuştuk.

2015 yazında metal işçileri işçi sınıfının gerçek gücü olan grevin ne olduğunu ve yasakları aşarak nasıl yapılacağını diğer işçilere göstermişti.

Emek Çalışmaları Topluluğu nedir, kimlerden oluşur, nasıl bir çalışma yürütüyor? Topluluk, 2014 yılında bir grup akademisyen, sendika uzmanı ve araştırmacının aynı amaç çerçevesinde bir araya gelmesiyle oluştu. Topluluğu bir araya getiren amaç, işçi sınıfı hareketinin görünürlüğünü arttırmak, emek hareketine veri temelli politika üretme imkanı sunmak. Aynı zamanda ‘Türkiye’de işçi sınıfı var mı?’ sorusu, akademide ve sol içerisinde tartışılan bir konu. Yaptığımız çalışmanın bu tartışma için de kullanılabilir, somut sonuçları olacağını düşünüyoruz. 2015’in Ocak ayı itibariyle Türkiye’deki ulusal yerel yazılı basın ve birkaç internet sitesinin taramasını yapmaya başladık. Çok başlıklı ve detaylı değişkenlerden oluşan bir veri giriş sistemi oluşturduk. İş yeri temelli veya iş yeri dışında, dayanışma eylemi veya genel eylem, kadrolu işçi ya da taşeron gibi değişen çok fazla başlık ve eylem türü var. Veri giriş sistemindeki kategorilere göre haberlerden edindiğimiz bilgilerin girişini yaptıktan sonra verilerin sayısal sonuçları üzerinden genel analizi yapıyoruz. Topluluğun çalışma kapsamı sadece raporlama faaliyeti mi olacak? Şu an küçük adımlarla ilerlemeyi planlıyoruz. 2015’e ait elimizde biriktirdiğimiz tüm verilerin raporlamasını daha yeni yaptık ve Mart ayında yayınladık. Bu raporlamayı ayda bir olmasa da, üç ayda bir gibi düzenli olarak yapmaya çalışacağız. Aynı zamanda tabii ki kurumsallaşma hedefimiz var. Ayrıca bütün emek hareketi çalışanlarının bir araya geldiği ve farklı alanlarda, disiplinlerde işlerin üretildiği bir emek enstitüsü hayalimiz de var. Ama öncelikli hedefimiz, en temel, en çekirdek işi düzenli olarak yapabilmek ve bu çerçevede kurumsallaşabilmek. Yaptığımız çalışma sadece basın taraması ve veri girişiyle sınırlı değil. O kısmını hepimiz yapıyoruz, herkes bir ayı paylaşıp yapıyor. Ama bunun dışında raporlaması, analizi,

web sitesi gibi iş başlıkları var. Bir taraftan sayısal verileri görselleştirebilmeyi de istiyoruz. Tüm bunlar için daha fazla dayanışmaya ve gönüllü desteğine ihtiyacımız var.

ması, değerlendirilmesi. Ama 2015’in ikinci yarısına ait verilerdeki düşüş, işçi eylemliliklerinin siyasi gündem ile fazlasıyla ilişkili olduğunu gösteriyor.

Neden sadece haberlere yansıyan eylemleri çalıştınız?

Sendikasız işçilerin eylemliliği çok çarpıcı, doğrudan üretim alanında eylem yapan mücadeleci bir kesim olduğu görülüyor raporda.

Bizim erişebildiğimiz kaynaklar bunlar. Ama biz bu işin görünürlüğüne de bakıyoruz. Bu yüzden işçi eylemliliklerinin görünür olduğu alanda veri arıyoruz. Bunun zorlukları da var elbette. Ele aldığımız her haberde eyleme katılan işçilerin sayısı verilmiyor. O sayıya ulaşmak bazen mümkün olmuyor. Sendika varsa sendikayı veya ulaşabildiğimiz bir emek muhabirini arıyoruz. Ama haberdeki sayılar genelde yanıltıcı olabiliyor. Bir faktör de eylemde kadınların görünürlüğü. Fotoğrafa bakıyoruz hiç kadın yok zaten, haberde de kadınlara dair bir ibare yer almıyor. Ama bilgi alabileceğimiz kanallar varsa arayıp öğrenmeye çalışıyoruz.

Aslında yüzde 43 oranında sendikalı işçi eylemliliği var, biraz başa baş yani. En zor kısım bu eylemlerin sonucuna ulaşmak. Sendika dahil oldu mu veya nasıl sonuçlandı, onu öğrenmek. Sendikalı eylemlerde bu sonuca ulaşmak daha zor hatta. Çünkü mesela ‘kazanımla sona ermiştir’ denilen bir açıklama yapılıyor sadece. O ‘kazanım’ nedir, taleplerin ne kadarı gerçekleşti, bunları öğrenmek zor oluyor. İnşaat işçileri gibi mücadeleci ama sendikasız işçilerin eylemliliğine dair ayrıca özel bir dosya hazırlayarak yoğunlaşmak mümkün olabilir.

Raporda iş yeri temelli eylemlere odaklanmanızın özel bir nedeni var mı?

Raporda işçi eylemlerindeki talepler de analiz edilmiş. Bunlardan biraz bahsedebilir misin?

Veri olarak çoğunlukta olan eylem grubu bu. 2015 yılına ait yaklaşık bin eylem var. Günde üç eyleme tekabül ediyor. Bunların 628 tanesi işyeri temelli eylem. İş yeri temelli derken; iş yerindeki bir sorunla ilgili işçilerin protesto ettiği, grev yaptığı eylemlerden bahsediyoruz. Bu çok somut bir şey, çünkü işçilerin üretim yaptığı alan ve çok yüksek bir oran var. Bu yüzden odak noktamız iş yeri temelli eylem grubu oldu ilk raporda. 2015’te Türkiye gündemi oldukça yoğundu. Yılın ilk yarısı metal fırtınayla beraber çok hareketli geçerken, yılın ikinci yarısında, çatışma, seçim gibi yoğun siyasi gündemle birlikte iş yeri temelli eylemlerde ciddi bir düşüş olduğunu görüyoruz.

İşçilerin talepleri ve eylem nedenleri bir yandan neye maruz kaldıklarını da gösteriyor. 2015’teki eylem nedenlerinin başında, yüzde 31’lik bir oranla işten atılma geliyor. Bunu ücret gaspı, toplu iş sözleşmesi, sendikalaşma hakkı, düşük ücret, sendikaya tepki, çalışma şartları, kadro talebi, yıldırma veya keyfi ceza, iş cinayetleri, iş yükü, fazla mesai, sendikal rekabet, grev erteleme, sigortasız çalıştırma gibi eylem nedenleri ve talepler izliyor. Özel istihdam büroları da önemli bir konu. Esnek çalışma düzeninin en billurlaşmış hali taşeron. Belki erken bir yorum ama özel istihdam bürolarıyla birlikte taşeron işçinin çalışma koşulları eylemlilikte de daha görünür hale gelebilir.

Topluluk olarak bu düşüşü nasıl yorumluyorsunuz? Raporda topladığımız verilerin politik yorumunu yapmadık. Zaten yaptığımız çalışmanın amacı, topladığımız verilerin emek hareketi ile ilgilenen kişilerce yorumlan-

Röportaj: Meltem Oral *Rapor ‘emekcalisma.org’ sitesi üzerinden herkesin erişimine açık.


6 GÜNDEM

AKP affetse biz affet ERGENEKON AĞITIL Ergenekon davasının temyiz incelemesini yapan Yargıtay

16. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozdu. Yargıtay’ın gerekçeli kararında, Ergenekon diye bir örgütün olmadığı iddia ediliyor. Karar, hem Gülen cemaatiyle arası bozulunca “Ergenekon’da aldatıldık” diyerek askerlerden af dileyen Tayyip Erdoğan’ın partisi AKP’yi, hem “millî” muhalefet partileri CHP ve MHP’yi, hem de Vatan Partisi gibi Ergenekon uzantısı tüm örgütleri sevince boğdu. AKP Yerel Yönetimler Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki, yaptığı değerlendirmede “Adalet yerini buluyor” dedi. Kılıçdaroğlu ve Arınç gibi isimler ise Erdoğan’ın “davanın savcısıyım” sözlerini hatırlattılar. Nasıl başlamıştı? Ergenekon operasyonları 2007’de Ümraniye’deki bir gecekonduda bulunan elbombalarının Cumhuriyet ve Danıştay saldırılarında kullanılanlarla aynı kafileden olduğunun anlaşılmasıyla başlamıştı. Davalarda İlker Başbuğ, Mehmet Haberal, Hurşit Tolon, Veli Küçük, Hasan Iğsız, Şener Eruygur, İbrahim Şahin, Dursun Çiçek, Doğu Perinçek ve Sedat Peker gibi isimlerin de olduğu 66’sı tutuklu 275 sanık yargılandı. İddianamede, hükümeti devirmeye yönelik darbe planları ve buna gerekli zemini oluşturmak için gerçekleştirilecek bir dizi cinayet, katliam ve provokasyon planı yer alıyordu. Buna göre, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde bir “irticayla mücadele” birimi oluşturulmuş, hatta propaganda yapmak için internet siteleri kurulmuştu. Öte yandan, iddianameler, devlet içindeki aynı birimlerin 1990’larda Kürdistan’da işlediği suçları kapsayamamıştı. “Vatan elden gidiyor” korosu Ergenekon davası başladığında, 2007’de Cumhuriyet Mitingleri’ni örgütleyen ve 27 Nisan e-muhtırasını destekleyen siyasi güçler, en başından itibaren sürece karşı çıktı. Bu savunmalar esas olarak siyasiydi. Tutuklananlar “ulusalcı” kahramanlar idi ve AKP, “düşmanlarını sindirmek” istiyordu. Sola kadar uzanan bu geniş milliyetçi koro, derin devletin en kirli unsurlarını dahi savunmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Neler vardı? Ergenekon, Balyoz, Kafes, İrtica ile Mücadele Eylem Planı, Sarıkız, Ayışığı, Eldiven, Çarşaf, Sakal, Oraj, Suga gibi darbe ve eylem planlarında yer alan iddialar korkunçtu. Fatih ve Beyazıt camiilerinin bombalanması, Ermenilere ve Kürtlere yönelik suikastler, savaş uçağı düşürmek ve nice katliam planı. Kurunun yanında yaş da mı yandı? 2007 Nisan ayında Nokta dergisi tarafından yayımlanan

2008’de Ergenekon’a ve darbecilere karşı sokakta ilk doğrudan mücadeleyi başlatan Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’nun “dur de” sloganıyla kitleselleşmesi sonucu Ergenekon davası ilerleyebilmişti.

darbe günlüklerinin Özden Örnek’in bilgisayarından çıktığı yapılan teknik incelemede kanıtlanmıştı. İrtica ile Mücadele Eylem Planı belgesinin altındaki ıslak imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğu Jandarma Kriminal Laboratuarı tarafından doğrulandı. Bunların yanı sıra, sanıkların mahkeme savunmalarındaki beyanları dahi davaların özünün gerçek olduğunu kanıtlıyordu.

Ergenekoncular gibi “güçlü” bir devlet olsun istiyor ve bunun için tüm insan hakları ihlallerine, hukuksuzluklara ve katliamlara göz yumuyor. Davanın ilerleyebildiği nokta, hükümetin değil sokaklara çıkarak mücadele eden aktivistlerin eseriydi.

Öte yandan, davaların ve iddianamelerin birçok yerinde hatalar veya eksikler olduğu da doğruydu. Ahmet Şık ve Nedim Şener’e uzanan soruşturmadaki iddianame herkesin tepkisini çekti. Darbe karşıtları, en başından itibaren bu noktaları eleştirdiler, davaların AKP’nin inisiyatifine bırakılmaması gerektiğini ve halkın sürekli olarak darbecilerin yargılanması konusunda basınç oluşturması gerektiğini dile getirdiler. Fakat bir yandan “kurunun yanında yanan yaş” isimlerin ayıklanmasını talep ederken, diğer yandan davaların özünün doğru olduğunu ve yargılamalarda sonuna kadar gidilmesi gerektiğini savundular. Sonuna kadar niçin gidilmedi?

Gezi direnişi AKP’yi sarstı. Daha sonra Gülen cemaatiyle ortaklıkları bozuldu. Çözüm sürecinin akıbeti de belirsizleşince, iktidar partisi bir anda yalnızlaşmaya başladı. Bunu, Ergenekon ile ittifak kurarak giderdi. Zaten Erdoğan çok daha önceden 28 Şubat davasına karşı çıkarak “bu dalgalar ülkeyi boğar” demişti. 17-25 Aralık’tan sonra Yalçın Akdoğan “millî orduya kumpas kuruldu” diye yazdı. Erdoğan, Harp Akademileri’ne giderek “Aldatıldık” dedi. AKP-Ergenekon ittifakı doğrultusundaki MGK siyaseti, Gülen cemaatini bitirmeyi hedef olarak seçti. “Paralel” yapıya karşı mücadele başlatıldı. Bugün İlker Başbuğ dahi Erdoğan’a “cemaatle mücadele” konusunda teşekkür ediyor.

Darbecilerin ve derin devletin iktidardan düşürmek için hedef aldığı AKP, Ergenekon karşıtı gözüktüğü süreçte dahi demokrasi gibi bir derde sahip değildi. Hedefi askeri vesayet rejimini bitirmek veya devleti zayıflatmak değil, kendisine yönelik darbe tehditlerini savuşturmaktı. Sağcı, muhafazakâr ve neoliberal bir sermaye partisi olan AKP de

Bu ittifak bir yandan da çözüm sürecinin bitmesine, Rojava’da bir Kürt devleti oluşması ihtimaline karşı egemen sınıfın tüm unsurlarının birleşmesine ve Türkiye devletinin çıkarları doğrultusunda Kürtlere hem içeride hem dışarıda savaş açılmasına neden oldu. Yargıtay’ın kararı böyle bir bağlamda gerçekleşti.

AKP-Ergenekon ittifakı


GÜNDEM 7

tmeyiz: LSIN!

ERGENEKONCULAR NELER PLANLIYORLARDI? l Provokasyon yaratılarak Yunan uçaklarının TSK uçağını düşürmesi sağlanacak l İstanbul Kadıköy’de ve Fatih Çarşamba’da yeşil bayraklarla gösteri yaptırılması, ardından molotoflarla askeri hava müzesine saldırtılmaları l Darbeye sivil itaatsizlikle direnmeyi deneyecek gruplara karşı savaş uçaklarının harekete geçirilmesi l Kürdistan’da direnenlere “İsrail tipi” müdahale, İstanbul ve büyük şehirlerde rejim muhalifleri ve göstericilerin gözaltına alınıp statlarda toplanması l Fatih ve Beyazıt’ta camilere bombalı saldırılar l Gazetecilerin tutuklanması, kimilerinden “faydalanılması” l Rum Ortodoks Patriği I. Bartholomeos’a yönelik suikast l Adalar bölgesinde ve adalara giden vapurlarda çeşitli patlamalar, azınlık haklarını savunanlara yönelik suikastler, Agos gazetesi çevresinde ses bombası patlatılması

HRANT’I ÖLDÜRDÜLER

DARBECİLERİN YILLARI Ergenekon operasyonlarının “uydurma” olduğunu iddia edenler, 2007-2008 yıllarını unutmuş olmalılar. Cumhurbaşkanının belli olacağı dönemde önce Cumhuriyet mitingleri düzenlendi, sonra 27 Nisan e-muhtırası geldi. Muhtıra halkta büyük öfke yarattı. AKP, en büyük oy sıçramasını 2007 yılında TSK liderliği tarafından hedef alındıktan sonra gerçekleştirdi ve %47 ile bugünkü gücüne yakın bir seviyeye ulaştı. Erken seçimlerde darbeciler yenildikten sonra AKP’ye kapatma davası geldi. Halkın yarısına yakınının oy verdiği parti gayrimeşru yollarla iktidardan düşürülmeye çalışıldı. Ergenekon davasına karşı çıkanlar bu süreçte hep askerleri ve vesayetçileri desteklediler. Aynı vesayetçiler bugün ise AKP tarafından korunup kollanıyor, ödüllendiriliyor.

Ergenekon sanıklarından Muzaffer Tekin, Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz ve Levent Temiz, Hrant Dink’in öldürülmesine giden süreçte başrolde olan isimlerdi. Bu isimlerle Dink’i öldürenler arasındaki telefon trafiğine dair iddiaların üzerine gidilmedi. Sanıkların MSN yazışmalarında Hrant Dink’ten “savaştığımız adam”, Hurşit Tolon’dan “action için en iyi adres” diye söz ediliyordu. Eski astsubay Metin Doğan, Ergenekon davası kapsamında verdiği ifadesinde, Veli Küçük’ün “Orhan Pamuk eylemi zor olacak ancak Dink cinayeti basit, vuracaklar bile hazır” dediğini iddia etmişti. Doğan ayrıca, Veli Küçük’ün bürosuna gittiğinde, Küçük, Muzaffer Tekin, Ayvaz Korkmaz, Osman Şirin, İbrahim Güzel arasında geçen konuşmada ‘Hrant Dink’i öldürecek gençlerde sorun olduğu’nun konuşulduğunu aktarmıştı. Kafes Operasyonu Eylem Planı’nda Hrant Dink cinayeti “operasyon” olarak geçiyordu. Darbe planının girişindeki “durum” başlıklı bölümün ilk maddesi şöyleydi: “Rahip Santoro, Malatya Zirve Yayınevi ve Hrant DİNK operasyonları sonrasında, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin irticai grupların hedefinde olduğu yönünde kamuoyu oluşmuş, ancak AKP tarafından, karşıt medyanın da desteğiyle, söz konusu olayların Ergenekon tarafından organize edildiği şeklinde yoğun propaganda faaliyetlerinde bulunulmuştur.” Balyoz Darbe Planı iddianamesinde, İstanbul Jandarma Bölge Komutanlığı tarafından hazırlanan suikast listesinde yer alan 19 kişi arasında Hrant Dink’in ismi de vardı. “Darbe karşıtı Ermeni basına” yönelik yapılacak Orak adı verilen operasyon için “tahrip ve bomba imha” eğitimi almış üç özel harekâtçı astsubaya görev verilmişti. Hrant Dink’in adı ayrıca darbe sırasında tutuklanacak gazeteciler arasında da geçiyordu.

GÖRÜŞ Roni Margulies

“ASLA İZİN VERMEYECEĞİM” VE “ÇÖZÜME EVET” Türkiye’de siyasetin yaklaşık iki yıldır sarpa sarmış olması memleket sınırları içindeki herhangi bir gelişmeden kaynaklanmıyor. Sadece siyasetin de değil. Ekonominin, dış politikanın, muhalefetin, demokrasinin ve en başta barış sürecinin. Hepsini kilitleyen, olumsuz bir yöne iten gelişme, Türkiye’den değil, Suriye’den kaynaklanıyor. Esad’ın güçlerini bölgeden çekmesi ve PKK’ye bağlı Kürt güçlerinin hakimiyet kurmasıyla birlikte Türkiye’ye komşu bir Kürt devletinin ortaya çıkma olasılığı/süreci, Türkiye devletini teyakkuza geçirdi. Barzani ile komşu olmak neyse ne; ama PKK ile komşu olmak, PKK’nin devlet kurması, kabul edilebilir bir şey değildi. Erdoğan’ın defalarca ifade ettiği gibi, bu, Türkiye devletinin kırmızı çizgisiydi. (İmralı Notları kitabında Sırrı Süreyya Önder, Başbakan Erdoğan’la 2013’te yaptığı görüşmeyi şöyle aktarıyor: “Başbakan devam etti: ‘Bana ne yapacağımı soruyorsun, söyleyeyim. Her şeyi yapacağım. Bir zamanı var ve bu konuda Apo ile de anlaşmışım. Tek bir kırmızı çizgim var, o da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin vermeyeceğim’ dedi.”) Yine Erdoğan’ın dediği gibi, Irak’ta Kürt devleti kurulması engellenememişti, Suriye’de aynı duruma düşülmeyecekti. (Şöyle dedi: “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz... Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı... Şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Bir yerden sonra böyle gitmez. Hassasiyetlerimizi Türkiye olarak korumak zorundayız.”) Kobanê’de IŞİD’e karşı kazanılan zafer, Amerika’nın desteğinin kazanılması ve PYD gerillalarının dünyada adeta kahraman olarak görülmesiyle Erdoğan’ın sözünü ettiği kırmızı çizgi ve hassasiyetler gümbür gümbür aşılmış oldu. Devlet tüm kademeleriyle seferber oldu, Erdoğan başkomutan olarak başlarına geçti. Amerika izin vermediği için, Kuzey Suriye’ye saldırmak söz konusu değildi, ama PKK’yi geriletmek, zayıflatmak gerekiyordu. Barış süreci çöpe atıldı, savaş başladı. Görünen o ki, Suriye’deki aynı gelişmeler Kürt hareketini de gaza getirdi. Hareket, Türkiye’nin değil Suriye’nin dinamiklerinden yola çıkarak, Türkiye’nin çok farklı koşullarında gerçekleştirilebilirliği olmayan adımlar atmaya girişti. Kısacası, iki taraf da, 30 yıl sonra barış sürecini gündeme getiren (ve Öcalan’ın sık sık tekrarladığı) temel gerçeği unuttu: Türkiye’de Kürt sorununun silahlı çözümü yoktur. Taraflardan birinin diğerini askerî ve siyasî olarak yenmesi mümkün değildir. Bu durumda bize düşen, devletin savaş politikalarından dönmesini sağlamak için, bu çıkmaz sokaktan çıkmak için, zor da olsa, şu anda imkânsız gibi de görünse, devasa bir “Çözüme Evet Koalisyonu” inşa etmektir.


8

GÜNDEM

E-MUHTIRA ERGENEKONDUR

19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in katledenlerin amaçlarını boşa çıkartan, cenazesinde “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürüyen yüz binlerce insandı. ÇAĞLA OFLAS

radı ve kapatıldı.

Ergenekon Davası’nın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını usul ve esas yönünden bozdu. Yargıtay’a göre “Ergenekon terör örgütü” diye bir şey yok. 9 yıl önce Ümraniye’de bulunan 27 adet el bombası oyuncakmış. İlker Başbuğ’un televizyona çıkıp gösterdiği lav silahları gerçekten boruymuş. Cumhuriyet Gazetesi bombalanmamış, Danıştay saldırısı olmamış, Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetleri işlenmemiş. Malatya Zirve Yayınevi katliamı bir korku filminden ibaretmiş.

28 Şubat darbesi sonrasında “1000 yıl sürecek” darbe ikliminin kalıcılığı için harekete geçildi. Darbeye toplumsal bir zemin yaratmak isteyen güçler, “Tehlikenin farkında mısınız?” diyerek, Alevileri ve orta sınıfları kışkırtmak istedi. AKP hükümeti tarafından aklanan Mustafa Balbay, darbenin haberini yaptı. 2003 yılında genelkurmay başkanıyla başbakanlık binasında yaptığı görüşmeyi “Genç subaylar tedirgin” başlığı altında yayınladı. Kaosun hakim olmasını isteyen güçler 2006 yılında Cumhuriyet Gazetesini bombaladı, Danıştay ve Rahip Santoro cinayetlerini işlediler. Ocak 2007’de Hrant Dink katledildi. Hrant Dink’in ardından on binlerin ellerinde “Hepimiz Ermeniyiz” dövizleriyle yürümesi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması milliyetçi hezeyanlar, şeriat,türban, laiklik tartışmalarını ayyuka çıkarttı. Erdoğan yasaklıydı. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı adayıydı. “Eşi türbanlı birisi” Cumhurbaşkanı olamazdı. 14 Nisan’da CHP , MHP ve sivil giyimli ordu mensuplarının katıldığı Cumhuriyet mitinginden dört gün sonra Malatya Zirve Yayınevi katliamı gerçekleşti.

Fırat’ın doğusundaki 17 bin faili meçhul cinayet sadece sayıymış. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’ta darbe yaşanmamış. 27 Nisan takvimlerden bir tarih, Genelkurmay tarafından yayınlanan muhtıra ise herhalde internet sitesinde paylaşıldığından dolayı olsa gerek hayali bir durum. e-muhtıra kumpas değil Egemenler, geniş kitlelerin balık hafızasına sahip olduğunu düşünürler. Zaten , davalarla ilgili bu kadar vaka, belge, silahlar bulunmasına rağmen; Cumhurbaşkanı Erdoğan, hükümet ve postal giymiş medya tarafından tüm nufusu bu davaların bir kumpas olduğuna inandırmaya çalışmasının da başka türlü bir izahı yok. Ergenekon ve Balyoz davaları bir hayal mahsulü olarak başlamadı. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan e-muhtıra ve sonrasında Ümraniye’de bir evde bulunan el bombaları bu davaların başlangıcı oldu. 9 yıl önce, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde, CHP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili ilk oylamayı Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğü gece, Genel Kurmay Başkanlığı internet sitesinde bir muhtıra yayınlandı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin laikliğin teminatı olduğunu hatırlatan muhtırada, “Atatürkçülüğe, laikliğe ve cumhuriyetin temel ilkelerine sözde değil özde bağlı” bir cumhurbaşkanı istenildiği belirtildi. “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” sözleriyle biten muhtırada, Kürtler, dindarlar, sosyalistler ve işçi sınıfı düşman ilan edildi. Muhtıraya giden kanlı yol Eski Komutan Özden Örnek’in günlükleriyle ortaya çıkan darbe teşebbüsleri 2002-2007 yılları arasında yaşanan olayları ve faili meçhul cinayetleri de kapsamakta. Nokta Dergisi, darbe planlayan bir cuntanın varlığıyla ilgili haber yaptığı gerekçesiyle Askeri Mahkeme kararıyla baskına uğ-

tüm bu olanlar emek alanının dışında gelişiyordu ve basit tabirle ‘Ayşe Teyze’nin bu işten bir kazancı’ yoktu! Evet, darbelerin ardında egemen sınıflar arasındaki çatışma vardı. Ancak, egemen sınıfın bir kanadı diğer kanadına silah dayamıştı. Namlunun ucu sadece seçilmiş hükümete değil, işçi sınıfına, Kürtlere, Ermenilere ve toplumda ezilen hemen herkese dönüktü. Sosyalistler ve işçi sınıfının öncelikli görevi, iktidardaki partinin niteliğine aldırmadan darbelere karşı çıkmaktı. Ve nitekim öyle oldu. İşçi sınıfı ve geniş yoksul kesimler, sosyalistlerle birlikte darbeye karşı tutum aldılar. Darbeye karşı aşağıdan yükselen mücadele sonuç verdi. Ergenekon soruşturması ilerletildi ve generaller tutuklandı. Hükümet davayı itibarsızlaştırdı

Genelkurmay tarafından düşman ilan edilenler arasında öfke büyüdü ve dayanışma arttı. Genelkurmay Başkanlığı’nın düşman ilan ettiği, Kürtler, Ermeniler, eşcinseller, dindarlar, insan hakları aktivistleri, sosyalistler, ağır çekim darbeye karşı birleştiler. 21 Haziran 2008’de İstanbul’da gerçekleşen “Darbelere karşı ses çıkar” yürüyüşü tarihe bir ilk olarak geçti. Tünel Meydanı’nı dolduran binlerce insan İstiklal Caddesi’ne yürüdü. İstiklal Caddesi binlerce darbe karşıtının sloganlarıyla inledi. Farklı bölgelerden, faklı düşüncelerden insanlar hep birlikte “Darbelere Dur De”, “Darbelere karşı omuz omuza ve öz-öz-özgürlük!” sloganları attılar.

Ergenekon davaları, Alper Görmüş’ün de deyimiyle siyasi bir mesele değil, halkla ilişkiler çalışmasıyla yürütüldü. Ulusalcılar ve milliyetçi çevreler, davaların her aşamasında karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası başlattı. “Memleketin en iyi eğitimli ordu Mensupları”nın darbe yapmayacağı iddia edildi. Ancak bu sürecin itibarsızlaştırılması bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet tarafından gerçekleştirildi. 17-25 Yolsuzluk operasyonunu Cemaat tarafından kendilerine dönük bir kumpas olduğunu iddia eden hükümet, “paralel yapı” olarak ilan ettiği güçlerin orduya da kumpas kurduğunu ilan etti. Cemaat mensuplarını tasfiye ederken, asker, sivil bürokrasinin başını çektiği ırkçı, devletçi cepheyle uzlaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet, Suriye’de ve Kürt illerinde sürdürdükleri savaş nedeniyle 27 Nisan’da muhtırayı verenlerle birlikte yeni bir milliyetçi koalisyon kurdu. Suriye’de emperyalist savaşın bir parçası olan hükümet orduyu güçlendirdi. Her ne kadar Erdoğan ve Hükümet kuyruğu dik tutuyor gibi görünse de bu ittifakta güçlü olan tarafın ordu olduğu aşikâr. Ve aynı zamanda bu durum emekçiler ve ezilenler için tehlikelerle dolu bir süreç.

Yarılma

Bu işi yarım bırakmayız

Darbelere karşı yürüyüş, toplumda ve sol içinde büyük bir yarılmaya yol açtı. Kimileri darbelerin yanında tutum aldı. Ergenekon’un avukatı CHP lideri Deniz Baykal “önce durup dururken darbe karşıtı gösteriler yaptılar, sonra Ergenekon operasyonu başladı” dedi. Dönemin TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan ise “Darbelere karşı değilim!” dedi. Mümkünmüş gibi bir de üçüncü yol çizgisi vardı. Birgün Gazetesi “Yesinler birbirlerini” manşeti attı. O dönemde Sosyalist Emek Hareketi’nin lideri olan Ertuğrul Kürkçü’ye göre ise

Tam da bu nedenle darbecilere karşı mücadele yarım bırakılmamalı, süreç tamamlanmalıdır. Ergenekon davalarının açılmasında en büyük pay sahibi, darbecilerin yargılanması için sokaklara çıkan, on binlerdir. 27 Nisan muhtırasına giden süreçte darbeciler insanlığa karşı suç işlediler ve yargılanmalıdırlar. Darbelere karşı sokaklara dökülen kitlesel güç, yeniden bu davaların açılması, darbecilerden, darbecileri ve yolsuzlukları aklayanlardan hesap sorulması için harekete geçilmelidir.

O dönemde Kürt halkının yasal temsilcisi DTP hakkında kapatılma davası açıldı. Onu AKP’nin kapatılma davası izledi. Darbelere karşı omuz omuza


SINIF MÜCADELESİ

KİTLESEL VE BİRLEŞİK 1 MAYIS!

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

EMEK HAREKETİNİN SOYKIRIMLA İMTİHANI Bu topraklarda 101 yıl önce büyük bir insanlık dramı yaşandı. Osmanlı imparatorluğunu yöneten İttihat ve Terakki Partisi’nin kararı ile Birinci Dünya Savaşı sırasında 1,5 milyon Ermeni katledildi, Mardin ve Diyarbakır bölgesindeki Süryaniler ile Hakkâri’deki Nasturiler de Ermenilerle birlikte tehcir ve soykırıma tabi tutuldu. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan kadim halklar ortadan kaldırıldı.

1 Mayıs’ın Taksim’de yapılmasının hükümet tarafından zorla engellenmesi sonucunda, sendikalar tekrar bir araya gelerek Bakırköy’de kitlesel kutlama yapma kararı aldı.

platformun inşa edilmesiyle kutlanması gerektiğini savunuyoruz.

Sosyalist İşçi en başından itibaren, AKP’nin Taksim’e getirdiği yasağın gayrimeşru olduğunu, “güvenlik” sebebiyle engelleme girişimlerinin 2010, 2011 ve 2012’de yapılan kutlamalarla anlamsızlaştığını savunuyor.

Bakırköy’de miting yapma kararı çok geç alındı ve 1 Mayıs’a çıkmak isteyen güçlerin buna hazırlanması için zaman çok yetersiz. Haftalardır tartışma Taksim’e indirgendi ve kitlesel bir 1 Mayıs’ı inşa edecek diğer emek örgütleriyle ortaklaşmayı sağlama fırsatı da kaçırılmış oldu.

Ama diğer yandan, 1 Mayıs’ı alan tartışmasına sıkıştırmamanın; bugün kıdem tazminatının gaspından özel istihdam bürolarına, kamu emekçilerinin ve tüm işçilerin iş güvencesine yönelik saldırılardan barış talebinin dile getirilmesine, tüm emek örgütlerinin bir araya geldiği bir

1 Mayıs 2016’dan sonra enerjimizi böylesi bir birlikteliği mümkün kılacak fırsatları yaratmaya, işçi sınıfını ortak talepler etrafında bir araya getirecek ve en önemlisi barış isteğinin haykırılacağı bir 1 Mayıs platformunu inşa etme gayretine harcamalıyız.

n

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR?

n İşten atılan ve hakları gasbedilen Beşiktaş’ta bulunan Swiss Otel’e bağlı olarak çalışan bahçe-bakım işçileri direnişe geçti. n Emaar’da dört işçinin işten atılması üzerine direniş başladı.Patron işçilerin direnişi sonucu işten çıkarılan dört işçiyi geri aldı. n İzmir Jeotermal Anonim Şirketi'nde çalışan 40 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi sürecindeki anlaşmazlık nedeniyle eylem yapıldı. n Büro Emekçileri Sendikası (BES) İzmir Şubesi, üye ve yöneticilerine yönelik baskı ve soruşturmaları sendika

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

SORUN DA ÇÖZÜM DE DSİP Şubat KÜRESEL

Kilis’e lantıları “düşen” roketler, çoğu Suriyeli hayatını kaybeden ayı masum siviller, Suriye’den yayılan savaş. Sadece katil IŞİD gibi mezhepçileri değil emperyalist ordular ve yerel haydut devletleri yenmek için dünyada solun güçlenmesi lazım.

Erdoğan, yerli ve milli olmamızı istiyor. Sadece savaş değil, ekonomi, iklim, adaletsizlikler mutsuzluklar dünyada her bireyin küresel sorunudur. Suriye’nin kaderi Türkiye’yi belirler. ABD ile Rusya arasındaki “yeni soğuk” hegemonya savaşı dünyayı belirler. Kaldı ki tek çatışma alanı Ortadoğu değil. Ukrayna-Doğu

binası önünde protesto etti. n Diyarbakır Ergani Devlet Hastanesi’nde taşeronda çalışan 14 işçi işten atma saldırısına karşı işe geri alınmaları talebiyle hastane önünde çadır kurarak dönüşümlü açlık grevine başladı. n İstanbul’da Haber-Sen, yürürlüğe giren Başbakanlık genelgesi ve sonrasında üyelerine yönelik uygulanan baskıları protesto etti. n Ankara’da DİSK/Genel-İş üyesi taşeron işçiler kadro talebiyle Hacettepe Hastanesi Yemekhanesi önünde basın açıklaması yaptı.

Avrupa ile Pasifik-Asya diğer gerilim/çatışma alanları olarak belirdi, beliriyor. Savaşın kendi kendini örgütleme yeteneğine bu kuşaklar da tanık oldu: korkunç. Silah tüccarlarının kasaları dolarken, eline silah alan ve bu korkunç savaşta bir emperyalist kamp, bir devlet ya da bir parçadan yana olan her güç birbirine benziyor. Dünyayı tekinsiz kılan “intihar bombacısı” üreten 21. yüzyılın geç kapitalizmi, çoktan geçmesi gereken eski üretim ilişkileri. Kapitalist üretim ilişkileri, özel mülkiyet, devlet olduğu sürece üretici güçler 7 milyar insanın daha rahat ve mutlu yaşaması için değil yıkım için çalışan aletlere dönüyor. 20. yüzyıl büyük dünya savaşları, içinde bir çok sıcak savaşın yer aldığı uzun bir soğuk savaş dönemi geçirdi. 21. yüzyılda zıvanadan çıkan ve krize giren kapitalizm ile bir kez daha devrimcilerin dediği kanıtlanıyor: Kapitalistler ve hükümetler, rasyonel kararlar verip; sorunları barışçıl olarak çözüp, her şeyi düzenleyemez.

24 Nisan 1915’te başlayan tehcir ve soykırımda, İttihat ve Terakki yöneticilerinin organize ettiği çeteler, aşiretler, hapishanelerden bırakılan mahkûmlar katliamları gerçekleştirdi. Pek çok bölgede Ermeniler tehcir uygulaması yapılmaksızın bulundukları illerde öldürüldü. Tehcir yeri olan Suriye’deki Deyr Zor çölüne varabilenler ise orada açlık, susuzluk ve hastalıktan öldü. Bu yıllarda öldürülen veya açlık ve hastalıktan hayatını kaybeden Ermenilerin sayısının 1,5 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurumları 101 yıldır bu soykırımın inkârını bir devlet politikası olarak savunurken, emek örgütleri ve sendikalar ya resmi tezleri tekrarladılar, ya da suskun kaldılar. Devlet yıllarca Ermeni soykırımını, sanki ayaklanan Ermeni çetelerin yok edilmesinden ibaret bir nevi adli bir olay olarak izah etti. Bazı sol çevreler ise bu izahatı sorgusuz kabullendi, hatta yapılan katliamları “anti-emperyalist” bir tepki olarak göstermeye çalıştı. 101 yıldır devam eden soykırım inkârı, soykırım gerçeği ile yüzleşememe durumu, Türkiye’deki egemen ırkçı-milliyetçi geleneğin esas kaynağıdır ve sendikalarda bile ırkçı-milliyetçi eğilimlerin sürekli etkili olmasına yol açmaktadır. Soykırımla yüzleşemeyen bir emek hareketinin ırkçı-milliyetçi saldırganlıkla mücadele etmesi mümkün değildir. Kendi tarihlerindeki soykırımlarla yüzleşemeyen toplumlar başka halklarla barışçı ve eşit ilişkiler kuramazlar. Milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir ve burjuvazi işçi sınıfının her türlü hak talebi eylemini milliyetçilikle bastırabilir, geriye itebilir. Irkçı-milliyetçi eğilimler, işçi sınıfının örgütlenmesini, mücadelesini engeller. Milliyetçilik sınıfın bölünmesine yol açar, sınıfın içinde yer alması gereken azınlıkların ötekileştirilmesine sebep olur. Emek hareketi, sendikalar bu topraklarda işlenen soykırımlarla yüzleşmeli, haksızlığa uğrayan kesimlerin acılarını paylaşmalıdır. Bu her şeyden önce bir insanlık görevidir. Ama ayrıca işçi sınıfını örgütlemek ve sınıfın haklarını savunmak için de mutlaka gereklidir. Kapitalizmin sermayeler arası rekabete dayalı irrasyonel işleyişi ve karar vericilerin, yani yönetenlerin sermayenin uzantısı birer metaya dönüştüğü bir sistem kendi kendini düzeltemez. Dünyada bugün eksik olan, olan bitenlere itiraz eden insanların yokluğu değildir. Bizlerden her yerde binlerce, on binlerce insan var ve yeni yüzyıl bir sol dalgayı da bağrından çıkarıyor. Eksik olan mutsuz, fakir, yoksun, baskı altındaki emekçi insanları ortak acil taleplerde birleştirip; sistemden kopuş ve bugünden yaşam koşullarını iyileştirmek için devrimci mücadele veren gerçek soldur. 11-15 Mayıs’ta İstanbul’da, Ortadoğulu ve Avrupalı sosyalistler savaşa karşı buluşuyoruz. Özgürlükten yana olan ve kapitalizme karşı herkesle birlikte dünyada ve Türkye’de sol dalgayı nasıl büyüteceğimizi konuşmak istiyoruz. Sen de gelir misin?


10

GELENEK

ANTONİO GRAMSCİ’NİN DEVRİMCİ MİRASI CAN IRMAK ÖZİNANIR

İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından ve teorisyenlerinden biri olan Antonio Gramsci, 79 yıl önce 27 Nisan 1937’de hayatını kaybetti. 1926-1933 yılları arasında faşist İtalya’nın hapishanelerinde tutsak kalmış ve sağlığı bir daha düzelememişti. Gramsci, tıpkı hapishane öncesinde olduğu gibi tutsakken de sosyalist devrim için düşünmekten bir an bile vazgeçmemiş, kendisini mahkûm ederken “bu beynin çalışmasını en az 20 yıl durdurmalıyız” diyen savcının hayallerini boşa çıkarmış, devrimci sosyalizme önemli bir miras bırakmıştı. Sardunya’dan işçi sınıfının merkezi Torino’ya Gramsci, İtalya’nın güneyindeki Sardunya adasında doğmuştu. Güneyli olmak İtalya’da öteki olmak anlamına geliyordu. Farklı bir lehçe konuşan Güney, İtalya’nın en yoksul bölgesiydi. Çoğunlukla köylü nüfustan oluşan Güney’de ağır vergiler uygulanmaktaydı ve toprak sahiplerinin egemenliği vardı. Kuzey’den bariz biçimde farklı olan Güney’in Sardunya’sında büyüyen Gramsci, politik yaşamına bir Sardunya milliyetçisi olarak başladı. Üniversite için sanayileşmiş olan Kuzey’e, işçi sınıfının merkezi olan Torino’ya gidişi hayatında büyük bir değişim yarattı. İşçi sınıfı ile tanışan Gramsci kısa sürede Sardunya milliyetçiliğinden koparak Marksizme ilgi duymaya başladı ve İtalyan Sosyalist Partisi’nin (PSI) militanlarından biri hâline geldi. Güney sorunu, Gramsci’nin hayatı boyunca düşüncesini ve eylemini şekillendiren ana hatlardan biri olmaya devam etti. Kuzeyli proletarya ile Güneyli köylülük arasında proletarya önderliğinde bir ittifak savunması Gramsci’nin daha sonra adının hep beraber anılacağı hegemonya kavrayışını geliştirmesinin en temel motivasyonlarından biriydi. 1914’te Torino’da bir yandan üniversite öğrenciliği bir yandan da sosyalist gazetecilik yapan Gramsci, 1917 yılında Rusya’da patlak veren Ekim Devrimi’ni “Kapital’e Karşı Devrim” olarak selamladı. Bu, Gramsci’nin daha sonradan da geliştirmeye devam edeceği düşünce çizgisinin ikinci ana hattını ortaya koyuyordu. Dönemin sosyal demokrat ve sosyalist partilerinden oluşan II. Enternasyonal’in (Gramsci’nin üyesi olduğu PSI de bunlardan biriydi) Marx’ın Kapital’ini donuklaştıran mekanik materyalizm anlayışına karşı Gramsci, pratiğe çubuğu büküyordu. Mayıs 1918’de “Bizim Marx” başlığıyla yazdığı makalede Marksizmi mekanik bir kurallar bütünü olarak ele alan anlayışa saldırısını sürdürdü:

“Karl Marx, bizim için, değneğini sallayan bir çoban değil, manevi ve ahlaki yaşamın bir ustasıdır. Zihinsel tembelliğin düşmanıdır, uyuklayan ve kıran kırana bir kavga için uyanması gereken büyük enerjiyi ayağa kaldıran kişidir”. İki kızıl yıl Gramsci’nin II. Enternasyonal’e dönük eleştirileri sadece teorik bir duruşu ifade etmiyordu. Ekim Devirimi’ni coşkuyla karşılayan Gramsci, Rusya’da iktidarı ele geçiren işçi konseylerinin (sovyetler) bir benzerini arıyordu. 1919’da Gramsci, arkadaşları Togliatti, Terracini ve Tasca ile birlikte L’Ordine Nuovo (Yeni Düzen) gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazete iç komisyonların Rusya’daki Sovyetler gibi örgütlenerek hem üretimi hem de yönetimi aşağıdan bir şekilde ele almalarını savunan bir çizgi izliyordu. Bu dönemde PSI içinde Maksimalistler adı verilen II. Enternasyonal’e yakın merkez grubu, reformistler ve Amadeo Bordiga etrafındaki sol komünistler bulunuyordu. Bunların hepsi farklı gerekçelerle de olsa L’Ordine Nuovo’nun savunduğu işçi demokrasisi çizgisine karşıydı. Lenin, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı kitabında L’Ordine Nuovo’yu Bolşeviklere en yakın grup olarak niteliyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın bir parçası olan ve hayat pahalılığın giderek arttığı İtalya’daki sanayi merkezlerinde işçi hareketi yükseliyordu. 1919 sonunda özellikle metal işçileri sendikası FIOM’un Torino şubesindeki işçiler L’Ordine Nuovo’nun çizgisini benimsemişlerdi. Genel grevler giderek yayıldı. 1920 Eylül’ünde sanayi merkezleri Torino, Milano ve Cenova’da fabrika işgalleri başlamıştı. İtalya’da biennio rosso (iki kızıl yıl) olarak anılan devrimci durum başlamıştı. Hükümetin attığı geri adımlar, PSI’nın ve reformistlerin kontrolündeki en büyük sendika konfederasyonu CGL’nin grevlere destek vermemesi ikili iktidar durumunun işçiler lehine çözülmesini engelledi, grevler durduruldu. Devrimin yenilgisi işçiler için yıkım anlamına geliyordu. Fabrikalarda sıkı önlemler alındı, eylemin liderliğini yapan işçiler işten atıldı ve cezalandırıldı. 1920’de işçilerin eylemleriyle özgürlük havasının estiği İtalya’da 1922 yılında Benito Mussolini önderliğinde Faşist Parti iktidarı ele geçirdi. Komünist Parti’nin kuruluşu PSI’nin devrime sırtını dönmesi bir kopuşu kaçınılmaz kılıyordu. 1921 yılında ana gövdesi Bordiga’nın öncülüğündeki sol komünistlerden ve Gramsci’nin L’Ordine Nuovo çevresinden oluşan İtalya Komü-

Gramsci bir sivil toplumcu değil Lenin gibi kapitalist toplumdan devrimci kopuşu sağlamanın pratik yöntemlerini arayan bir devrimciydi.

nist Partisi (PCdI) kuruldu. Partinin ilk döneminde genel sekreteri olan Bordiga, yükselen faşizme karşı sekter bir çizgi izliyor, faşizmin kısa sürede yıkılacağını düşünüyor ve öncü partinin örgütlenmesini yeterli görüyordu. Gramsci, bu çizgiye karşı çıktı ve Bolşeviklerin de önerisi olan birleşik cephe politikasını destekledi. 1922-1923 yıllarında Moskova’da PCdI’nın Komintern temsilcisi olarak yaşadı. 1924’ten itibaren PCdI liderliği Gramsci’ye geçti ve aynı dönemde kendisi de milletvekili oldu. 1926’da Lyon Kongresi’nde birleşik cephe politikası kabul edildi. Ancak kısa bir süre sonra milletvekili dokunulmazlığına rağmen faşistler tarafından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Hapishane Defterleri Gramsci, hapishanede çalışmayı sürdürdü ve bugün Hapishane Defterleri olarak bilinen not defterlerini tutmaya başladı. Dilden kültüre, faşizmden gazeteciliğe, tarihten felsefeye kadar pek çok konuda tuttuğu notlarda Gramsci asıl olarak devrimin Avrupa’da niye yenilgiye uğradığını ve nasıl kazanacağını sorguluyordu. Defterler, zor okunan parçalı yapısına rağmen Marksizm içindeki pek çok soruna ışık tutuyordu. Gramsci, hapishanede ekonomizme ve

idealizme karşı bir praksis felsefesi olarak Marksizmi savunduğu yazılar yazdı. Bu notlarda aynı zamanda kapitalist devletin, özellikle Avrupa’da sivil toplumu da içine katarak yapısını sağlamlaştırdığını ve bütüncül devlet hâline geldiğini anlatıyordu. Buna göre burjuvazinin bütüncül devleti, baskı araçlarının yanı sıra eğitimden, kültüre uzanan bir dizi hegemonik aygıt aracılığıyla ezilenleri kendi liderliğine tabi kılıyor, devleti siper sistemleri gibi koruyan bir yapı oluşturuyordu. Dolayısıyla işçi sınıfı bu hegemonyayı kıracak bir karşı-hegemonya projesi ile ezilenleri kendi etrafında kenetlemeliydi. Bunun için işçi sınıfı da kendi hegemonya aygıtlarını yaratmalıydı. Bu politik projeyi ortaya koymak içinse sosyalistlerin işçi sınıfı içinde köklü bağlara sahip bir devrimci parti örgütlenmesine ihtiyaç vardı. Bu parti kendiliğindenlik ile iradi müdahale arasında bağ kurabilmeli, o eylemin örgütleyicilerini bünyesinde barındırmalıydı. Gramsci’nin Defterler’de geliştirdiği anlayış, işçi sınıfının mücadelesinden, Avrupa’nın gerçekçi bir analizinden ve Marksizmin dinamik bir kavrayışından süzülüyordu. Dünyayı değiştirmek isteyenler için Antonio Gramsci’nin devrimci fikirleri üstünden atlanamayacak bir miras.


ANTİKAPİTALİST

KULAK ASMAK ZORUNDA BIRAKALIM!

KÖMÜR DE BARIŞ DA TEFERRUAT DEĞİLDİR

ANIL YÜKSEL

Adana'da bir santral ve bir fabrika açılışına katılan cumhurbaşkanı Erdoğan, güneş ve rüzgar gibi doğal enerji kaynaklarıyla Türkiye'nin enerji ihtiyacını karşılamanın mümkün olmadığını, kömür ve su kaynaklarının da ileri seviyede kullanılması gerektiğini söyledi. Paris İklim Zirvesi'nde ortaya çıkan anlaşmayı geçen hafta içi imzalayan ülkenin lideri bunları söylemiş oldu. "Nükleer karşıtı eylemlere de fazla kulak asmaya gerek yok" diyerek nükleer enerji hedeflerindeki kararlılıklarını dile getirmiş oldu. Türkiye'nin enerji ihtiyacı olarak pazarlanan anlatının bir yalan olduğunu, bu enerjinin bizlerin evlerinden geçmeyeceğini, tekrar patronların yatırımlarına harcanmak üzere üretilmek istendiğini defalarca dile getirdik, getirmeye de devam edeceğiz. Ama nükleer enerjinin ölümcül bir proje olduğu, geçmişte yaşanılan faciaların izlerinin bugün hâlâ görüldüğü çok açık. Tam 30 yıl önce yaşanan Çernobil faciasının etkilerini bugün bu topraklarda dahi görüyoruz. 2005 yılında kanser sebebiyle hayatını kaybeden Kazım Koyuncu'nun babası, geçtiğimiz günlerde akciğer kanseri sebebiyle yaşamını yitirdi. Yalnız aile değil, belki de tüm Karadeniz halkı, Çernobil'e şahit olan kuşak için bu etkilerin devam edeceğini söylüyor. Bu, nesiller boyu sürebilecek bir etki anlamına geliyor. 1986'daki facia sonrası Avrupa ülkelerinden yapılan "Türk çayında radyasyon var" uyarılarını, "Batı'nın tezgahı" olarak açıklayan ve çayın kaynatılması durumunda radyasyonun 5-6 kat düştüğü önerisinde bulunabilen bir yönetimden bugün herhangi bir ders çıkarılmadığı ve mevcut hükümete nükleer enerji konusunda güvenilmediği de çok açık. Kaldı ki, teknolojik gelişmelerin en üst seviyede olduğu Japonya, 5 yıl önce tarihin en büyük ikinci nükleer kazasını yaşamış oldu. Fukuşima Nükleer Santrali'nde yaşanan facianın etkilerini hesaplamak bugün için mümkün görünmüyor. Ancak onlarca yıl bu etkilerin görüleceğini tahmin ediliyor. 2011'de yaşanan faciada Başbakan olan Naoto Kan'a diyor ki: "Fukuşima'dan vardığım sonuç bu; en güvenli nükleer santral demek, hiç nükleer santrali olmamak demek.”

11

GÖRÜŞ ŞENOL KARAKAŞ

ERGENEKON, HER YERE KON! Yargıtay, Ergenekon davasını esastan ve usulden bozup, Ergenekon adında bir örgütün varlığından şüphe yaratınca, Ergenekon avukatlarına gün doğdu. Davaların ilk dönemlerinde şunları yazmıştım: “Ergenekon davası başladığından beri, ‘şüpheciler’ adı verilebilecek bir odak, ‘sulandırıcılar’ adı verilebilecek bir başka odakla el ele vererek, esas olarak, Ergenekon adı verilebilecek bir örgütlenmenin olmadığına kamuoyunu ikna etmeye çalışıyor.” (1 Nisan 2011, sesonline.net) Şimdi bir miktar başarılı görünüyorlar. Erdoğan kumpas dedi, onlar da kumpas diyor. Buluştular Erdoğan’la. Ama bu buluşma yetmez. En başından beri Ergenekon aklayıcılarıyla, yolsuzluğu aklamak için Ergenekonu aklayanların buluşması, gerçeklerin duvarına çarpacak. Şunları hatırlatarak işe başlayalım:

NURAN YÜCE

Cumhurbaşkanı Adana’da Enerjisa Tufanbeyli Termik Santrali’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada önce “Ne Dolmabahçe mutabakatı? Nereden çıkmış böyle bir şey? Böyle bir mutabakat söz konusu değil” diyerek binlerce insanın ölümüne yol açan savaş politikasına devam edeceğini, barışa referans olabilecek her şeyin izini de bu topraklardan silme konusunda kararlı olduğunu bir kez daha ifade etti. Türkiye cidden absürtlüklerle dolu bir ülke. Devletin üst düzey yetkililerinin katıldığı, tüm medya organlarının geniş yer verdiği, sağır sultanın bile duyduğu, bildiği, olumladığı Dolmabahçe mutabakatının üzerinden henüz bir yıl geçmişken, ülkenin Cumhurbaşkanı kalkıp yok böyle bir şey diyor ve herkesin buna inanmasını bekliyor. İklim değişikliğini durdurmak için hazırlanan uluslararası Paris İklim sözleşmesinin imzalandığı günde yeni bir termik santralin açılış töreni yapmayı açıklayabilecek bir kelime bulmak ise cidden zor. Bu durum şuursuzlukla açıklanamaz, bilinçli bir tercih. “Milli ve Yerli” şahlanmanın önemli bir ayağını da ekonomi oluşturuyor ve Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında ifade ettiği gibi bu hedef doğrultusunda tüm yerli kömürün ne pahasına olursa olsun kullanılması da var. Tayyip Erdoğan “Bizdeki bazı çevrecilerin kömür, hidroelektrik ve nükleer santraller karşıtı eylemleri hiçbirimizi yanıltmasın. Bunlara çok fazla kulak asmaya da gerek yok. Gereğini yapmak durumundayız. Benim için

aslolan milletimin, ülkemin menfaatidir. Bunun karşısına dikilenlerin hepsi teferruattır diyerek” bu topraklarda yaşayan suyu, toprağı, havası, gıdası ve güvenceli bir gelecek için mücadele eden herkesi teferruat olarak gördüğünü ve kulak asmaya gerek olmadığını söylüyor. Oysa sıcaklıklara ilişkin tutulan kayıtlara göre, 2016 yılının Mart ayında yeryüzündeki ortalama hava sıcaklığı, 20. yüzyıl ortalamasından yaklaşık 1,2 derece yüksek seyretti. Böylece son 11 aydır sıcaklık seviyelerinde devam eden artış trendi sürmüş oldu. Son 11 aydır her ay, bugüne kadar ölçülen en sıcak ay olarak kayıtlara geçti. Bu değişimin nedeni iklim değişikliği. İklim değişikliğine neden olan ise Tayyip Erdoğan’ın büyük bir şevkle yapımına kimsenin engel olamayacağını iddia ettiği kömürlü termik santraller. Türkiye karbon salımlarının en hızlı arttığı ülke durumunda ve yapımı planlanan kömürlü termik santraller ile en fazla karbon salımı gerçekleştiren ülke durumuna gelecek. Tayyip Erdoğan’ın milli ve yerli söylemi sadece şirketlerin, zenginlerin çıkarına. Zaten konuşmasında girişimcilerimiz de, iş adamlarımız da bu itirazları hiç umursamıyor diye kendilerine teşekkür etmiş. Bu söylemin ve uygulamaların Türkiye vatandaşlarına vaat ettiği sadece savaş ve ekolojik yıkım. Biz ise sadece Türkiye sınırları içinde değil tüm dünyada barış için, güvenli bir gelecek için her ülkenin egemenleri tarafından teferruatlaştırılanların birleşik bir mücadelesinden bahsediyoruz.

1. Bu memlekette darbe olmadığını kanıtlayacaklar, 2. 28 Şubat’ın bir darbe olmadığını kanıtlayacaklar, 3. 27 Nisan’ın bir darbe girişimi olmadığını kanıtlayacaklar, 4. Askerler, subaylar, emekli askerler, emekli ordu komutanları, mevcut ordu komutanları, medyanın köşeli bazı isimleri, bazı bürokratlar, bazı polisler, bazı akademisyenler, bazı gazeteciler, bazı “sivil toplum” temsilcileri, bazı faşistler, bazı okumuş ırkçılar ve milliyetçiler, bazı partiler bir dalganın üzerinde birleşerek darbeye zemin hazırlamıyorsa, Ümit Kıvanç’ın dediği gibi darbeleri sadece ve sadece simitçilerin planlayıp örgütlediğini kanıtlayacaklar, 5. Yer altından çıkan silahların, bombaların, aslında ‘silah ve bomba olmadığını’, en azından İlker Başbuğ’un yaptığı gibi “boru” olduğunu kanıtlayacaklar, 6. Toplu mezarların, toplu mezar olmadığını kanıtlayacaklar, 7. Albay Dursun Çiçek’in imzasının ıslak imza olmadığını kanıtlayacaklar, 8. Hrant Dink cinayetinin sadece birkaç tetikçinin işi olduğunu ispatlayacaklar, 9. Misyonerleri öldürmek üzere örgütlenenlerin, “korkutun dedik, öldürmüşler” diyen komutanların aslında var olmadığını kanıtlayacaklar, 10. On binlerce Kürt’ü öldüren savaşın demokrasinin gereği olduğunu kanıtlayacaklar, 11. Danıştay cinayetinin İslamcı teröristlerin işi olduğunu kanıtlayacaklar, 12. Rahip Santoro cinayetinin münferit bir olay olduğunu kanıtlayacaklar, 13. Susurluk’un öylesine bir trafik kazasının yaşandığı bir kent adı olduğunu kanıtlayacaklar, 14. Kemal Kerinçsiz’in avukat, Yalçın Küçük’ün dürüst bir akademisyen olduğunu kanıtlayacaklar, 15. Ayhan Çarkın’ın aklını kaçırmış bir bülbül, Çetin Doğan’ın artık anti emperyalist bir politik duruş sergilemeye karar veren bir komutan olduğunu kanıtlayacaklar, 16. Cami bombalamanın ve “İstanbul’un üzerine çökmenin” planlandığı bir toplantının darbe toplantısı değil, savunma taktiklerinin ele alındığı Harp oyunu olduğunu kanıtlayacaklar, 17. Başbakanların asılmadığını kanıtlayacaklar, 18. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, Erdal Eren’lerin idam edilmediğini kanıtlayacaklar, 19. Yaşar Büyükanıt’ın bile gerçek olduğunu söylediği, dönemin “medya andıcının” sahte olduğunu kanıtlayacaklar, 20. Tabii ki Kenan Evren’in eski bir Cumhurbaşkanı ve bir ressam olduğunu kanıtlayacaklar, 21. 28 Şubat’ta yarım yamalak darbe yapan askerlerin, bu darbeyi tamamına erdirmek için bir daha asla hiçbir adım atmadıklarını, asker kişilerin böyle adımlar atmayacağını kanıtlayacaklar, 22. Özden Örnek’in yazdığı günlüklerin Alper Görmüş’ün hayal ürünü olduğunu kanıtlayacaklar, 23. Mustafa Balbay’ın sadece askerlerle öğle yemekleri yemekten hoşlanan bir gazeteci olduğunu kanıtlayacaklar, 24. Derin devlet, kontrgerilla gibi örgütlenmelerin olmadığını kanıtlayacaklar, Çetin Doğan’ın Mehmet Ağar ve Tansu Çiller’den daha “temiz” olduğunu kanıtlayacaklar, 25. Bu da kanıtlanması gereken son madde olsun: Yılmaz Özdil’in bir ırkçı değil, bir yazar olduğunu kanıtlayacaklar...


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

n PR

OG

RA

M

n DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVRİMCİ FİKİRLER!

n ORTADOĞULU AVRUPALI SOSYALİSTLER SAVAŞA KARŞI BULUŞUYOR!

2016

marksizm 11 MAYIS 2016 ÇARŞAMBA

17.00-18.15 ALEVİLERE YÖNELİK DEVLET ŞİDDETİ VE AYRIMCILIK Konuşmacılar: Ali Kenanoğlu (HDP eski milletvekili, Evrensel yazarı) Atilla Dirim (DSİP üyesi) Cafer Solgun (Yüzleşme Derneği başkanı, araştırmacı-yazar) 19.00-20.15 KAPİTALİST ENERJİ POLİTİKALARI VE YERLİ HALKLARIN MÜCADELESİ Konuşmacılar: Anıl Yüksel (Antikapitalistler aktivisti, Sosyalist İşçi yazarı) Jihat Ürgen (Şırnak Genç-Der aktivisiti) Ömer Madra (iklim aktivisti, Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni) 12 MAYIS 2016 PERŞEMBE 17.00-18.15 TROÇKİ: EŞİTSİZ-BİLEŞİK GELİŞİM VE TARİHSEL HAREKET Konuşmacılar:

n ÖZGÜRLÜKÇÜ VE ANTİKAPİTALİST ALTERNATİF VAR!

Konuşmacılar:

Esra Argış (DSİP üyesi)

Meltem Oral (DSİP Eş sözcüsü)

Volkan Akyıldırım (Sosyalist İşçi yazarı)

Sotiris Kontogiannis (SEK - Sosyalist İşçi Partisi / Yunanistan)

MARKSİZM VE DİN

19.00-20.15 21. YÜZYILDA MARKSİZM AÇIKLAYICI BİR TEORİ Mİ?

Şenol Karakaş (DSİP Eş sözcüsü)

DEVLETİN HEGEMONİK GELENEĞİ

15 MAYIS 2016 PAZAR

OLARAK KEMALİZM Konuşmacılar: Barış Ünlü (Ankara Üni. SBF Öğretim Üyesi) Eren Keskin (Avukat, insan hakları aktivisti) Ragıp Zarakolu (Yazar, araştırmacı) Roni Margulies (AltÜst dergisi editörü) 13.00 - 14.15

15.00-16.15* SAVAŞ, KAPİTALİZM VE GÖÇMEN KRİZİ Konuşmacılar: Mete Çubukçu (Gazeteci)

Atilla Aytemur (Yeşil Sol Parti üyesi)

Yıldız Önen (Küresel BAK aktivisti, DSİP üyesi)

Erdal Doğan (Malatya ve Zirve katliamı davası avukatı)

KADINLARI EZEN MEKANİZMA OLARAK CİNSİYETÇİLİK VE DİRENİŞ Konuşmacılar: Canan Şahin (Akademisyen, Marksist.org yazarı)

13.00 - 14.15

Nil Mutluer (Akademisyen, aktivist)

ROSA LUXEMBURG'UN DEVRİMCİ FİKİRLERİ

15.00-16.15

15.00-16.15 YENİ ANAYASA AMA NASIL? Konuşmacılar: Ferhat Kentel (Sosyolog, İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi)

Konuşmacılar:

11.00-12.15

Alper Görmüş (Araştırmacı gazeteci)

İdil Ügüt (Antikapitalist Öğrenciler)

19.00-20.15

Mesut Yeğen (İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi)

Maisa Saleh (Suriyeli aktivist)

Konuşmacılar:

Sinan Özbek (Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı)

14 MAYIS 2016 CUMARTESİ

Konuşmacılar:

13 MAYIS 2016 CUMA

Konuşmacı:

KÜRT SORUNUNDA DEMOKRATİK ÇÖZÜM

Konuşmacı: Alex Callinicos

Roni Margulies (Altüst dergisi editörü)

Konuşmacılar:

Konuşmacı: Alex Callinicos (Sosyalist İşçi Partisi - İngiltere)

Meltem Oral (Sosyalist İşçi yazarı)

Nuran Yüce (DSİP üyesi)

n ŞİMDİ KONUŞMA, TARTIŞMA BİRLİKTE HAREKET ZAMANI!

ÖRGÜTLENME: AMA NASIL?

Mahir Özen (Antikapitalist Öğrenciler)

HANGİSİ DARBE: ERGENEKON-BALYOZ? 17-25 ARALIK MI?

#istanbul taximhill otel

DÜNYADA SOL DALGA VE ANTİKAPİTALİSTLER

GÜNÜMÜZDE EMPERYALİZMİN BUNALIMI

19.00-20.15

11-15 MAYIS

ERMENİ SOYKIRIMI: BİR MÜLKSÜZLEŞTİRME HİKAYESİ Konuşmacılar: Ahmet Yıldırım (Babil-Der, araştırmacı) Bülent Bilmez (İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi) Tolga Tüzün (İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi) 17.00-18.15*

Mithat Sancar (HDP milletvekili, hukukçu, yazar)

DİRENİŞÇİ İŞÇİLER TARTIŞIYOR: BİRLİKTE NASIL KAZANACAĞIZ?

Turgut Tarhanlı (İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi)

Konuşmacılar:

17.00-18.15*

Bahadır Altan(Gökkuşağı Hareketi)

AKP KİME HİZMET EDİYOR?

Can Irmak Özinanır (Eğitim-Sen üyesi)

Konuşmacılar:

Fatma Işık (BİÇDA)

Hayko Bağdat (Yazar)

İrfan Kaygısız (Birleşik Metal İş sendikası uzmanı)

Ufuk Uras (Yeşil Sol Parti üyesi)

İsmail Yılmaz (Şişe Cam İşçisi)

11.00 - 12.15 TÜRKİYE'DE ANTİSEMİTİZMİN KODLARI Konuşmacılar: Eli Haligua (Avlaremoz yazarı, DSİP üyesi) Işıl Demirel (Antropolog, Avlaremoz yazarı) Riva Hayim (Şalom yazarı) 13.00 - 14.15 DİZİLERDE SİSTEM ELEŞTİRİSİ: SINIR NE? Konuşmacılar: Bülent Somay (Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesi) Kutlukhan Kutlu (Sinema yazarı) LGBTİ’LERİN KURTULUŞU VE SINIF MÜCADELESİ Konuşmacılar: Canan Şahin (DSİP üyesi) Şevval Kılıç (LGBTİ aktivisti) 15.00-16.15 ORTADOĞU’DA SAVAŞ, MEZHEPÇİLİK VE DİRENİŞ Konuşmacılar: Ghayath Naisse (Devrimci Sol Akım - Suriye üyesi) Ozan Tekin (Marksist.org editörü) MİLLİYETÇİLİĞİN SINIFSAL KÖKENLERİ Konuşmacılar: Besim Dellaloğlu (Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi) Ferda Keskin (İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi ) 17.00-18.15 ÖZGÜRLÜKÇÜ VE ANTİKAPİTALİST ALTERNATİFİ HEP BERABER YARATMAK

* işaretli saatlerde birden fazla toplantı aynı anda yapılacaktır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.