DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
564
10 Mayıs 2016 2 TL. sosyalistisci.org
TEKÇİLİĞİN SONU: AKP BUNALIMDA
2016
YERLİ VE MİLLİ SAVASA , BASKANLIĞA , HAYIR! marksizm
11-15 MAYIS
#istanbul taximhill otel
2
GÜNDEM
DAVUTOĞLU’NUN YİYEN KRİZ DAVUTOĞLU’NU NASIL HATIRLAYACAĞIZ?
Erdoğan karşıtı olsun da çamurdan olsun diyen muhalefetin şimdi de Davutoğlu’ndan “Düzgün, demokrat bir insan” çıkartma çabasına karşı tartışmalıyız. Davutoğlu’nun, Türkiye’nin en kanlı dönemlerinden birisinde, hem canlı bomba saldırılarının olduğu dönemde hem de çözüm sürecinin bozulup binlerce insan öldüğü dönemde başbakan olduğunu unutmamak gerekiyor. Davutoğlu Cizre’de, bdorulamlarda insanlar öldürülürken başbakandı. 1 Mayıs yasaklanırken başbakandı. 10 Ekim Ankara katliamı sırasında başbakandı. Darbe mi? Davutoğlu’nun tasfiyesiyle ilgili bir tartışma başlığı da, gelişmelerin bir darbe olduğu yönündeki görüş. Bu görüş, darbenin ciddiyeti konusunda kafa karıştırıyor. Erdoğan Davutoğlu’na bir darbe yapmadı. Erdoğan Davutoğlu’nu görevden aldı. Göreve atayan da Erdoğan, görevden alan da Erdoğan. Cumhurbaşkanı olduğu günden beri rejim fiilen değişmiştir diyerek sayısız kere Anayasanın mevcut sınırlarını ihlal eden Erdoğan, en çok, bir cumhurbaşkanı gibi değil bir parti başkanı gibi davrandığı ölçüde yasaların dışına taşıyor. Buna darbe demek, darbe kavramını gerçek içeriğinden kopartmaktır. 7 Haziran seçimlerinden sonra izlediği yöntemle, milyonlarca insanın oy verdiği partilere hükümet kurma görevini vermeyerek bu iradeyi çiğneyen Erdoğan darbeciliğe daha yakın bir eğilim içindeydi. Şimdi zaten göreve kendisinin getirdiği bir memuru görevden alıyor. Sivil darbe kavramının yeniden gündeme sokulduğu bugünkü koşullarda, yaşananın darbe değil, devletin savaş konseptine göre yumuşak kalan Davutoğlu’nun partisi ve Erdoğan tarafından görevden el çektirilmesi olduğunu tartışmamız gerekiyor. Gelişmeler, yerli-milli bir savaş koalisyonunun şekillenmesinin devam ettiğine işaret ediyor. Yine aynı gelişmeler, AKP içinde derin sorunlar olduğunu da gösteriyor.
KÜRT, ERMENİ VE KADIN DÜŞMANI SALDIRGAN AKP’LİLER
Meclis anayasa komisyonundaki dokunulmazlık görüşmeleri sırasında AKP’li milletvekilleri utançla dolu tarihlerinde yeni bir sayfa açtılar. HDP’li kadın milletvekilleri Çağlar Demirel, Hüda Kaya ve Burcu Özkan Çelik’e fiilen saldıran, diğer kadın vekilleri ise dövmekle tehdit eden AKP’liler, Ermeni milletvekili Garo Paylan’a ise hedef gözeterek tam bir linç girişiminde bulundu. Saldırılarda, HDP yöneticileri Ayhan Bilgen ve İdris Baluken de yaralandı. HDP Lideri Demirtaş dokunulmazlık görüşmelerinin ardından yapılan grup toplantısında Erdoğan’ın “savaş kontenjanından” meclise giren bu saldırganları tanımlamıştı: “Sur’da yaptığın akılsızlık, burada yaptığın akılsızlık, dağda yaptığın akılsızlık, bağda yaptığın akılsızlık. Ortada bir şiddet var, bunun bitmesi lazım, doğru. Bunun çözümü Sur’da yaptığınız da değil, parlamentoda yaptığınız da değil. Bunun yolu müzakeredir. Bunu anlatmayalım diye tetikçi bir ekip göndermişler. Kafası basmayan bir grup tetikçiyi, kazma olarak, kalas olarak kullanmak için özellikle seçmişler.”
Davutoğlu’nun tasfiyesiyle sonuçlanan bölünme ve çatışmaların nedeni, AKP içi kariyer yarışması değil. Erdoğan’ın Davutoğlu’nu tasfiye etmesinin nedeni, devletin yerli ve milli koalisyonunun savaşa bağlı gelişen ve şekillenen otoriter eğilimleri açısından Davutoğlu’nun daha yumuşak, daha ılımlı kaçmasıydı. Hem şeffaflık yasası konusunda, hem Alevi açılımının içeriği ve biçimi konusunda, hem çözüm sürecine dönülmesi ve barış isteyen akademisyenlerinin tutuksuz yargılanması konularında hem de Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklu yargılanması gibi konularda devletin daha otoriter, daha savaşkan, daha keskin, daha acımasız eğilimi açısından, Davutoğlu daha uzlaşmacı kalıyordu. AKP, Erdoğan liderliğinde yerli-milli bir politik eksende, sağcı, antidemokratik bir merkez partisi olduğunu muştularken, bu partinin tabanında vicdansızlığa, adaletsizliğe tepki duyanlar bir dizi gelişmeden rahatsızlık duyuyorlar. Devletin yeniden İsrail’le iyi ilişkiler kurmaya başlaması, çözüm sürecinin bitirilmesi ve Cizre başta olmak üzere insanlık dışı uygulamaların hayata geçirilmesi, bebek cenazelerinin buzdolaplarında saklanması, savaşta yaklaşık 6 bin kişinin ölmesi, Ergenekoncuların önce serbest bırakılması, ardından aklanması, yolsuzluk yapan bakanların aklanması, çocuk tacizleri, akademisyenlerin, gazetecilerin tutuklanması, Rus uçağının düşürülmesi, başta Suriye olmak üzere dış politikada atılan adımlar konusunda kafaların karışık olması. Önde gelen bir AKP’li 7 Haziran seçimlerinde AKP’den kopan oylara atıf yapıp, 1 Kasım’da bu oyların geri dönmüş olmasını abartmamak gerektiğini, insanların istikrar kaygısıyla kahrede kahrede AKP’ye oy verdiğini söylemişti.
çektirilmesinden hemen sonra başlattığı ve Davutoğlu krizinin parlamenter yapının Türkiye’ye dar geldiğini gösterdiğini iddia ettiği gibi, tartışmalar Türk tipi başkanlık rejiminin acil bir ihtiyaç olduğuna bağlanıyor.
Sorun çift başlılık değil Erdoğan’ın Anayasayı çiğnemesi
Oysa, sorun başbakan ve cumhurbaşkanın da halk oyuyla seçilmesinin yarattığı yetki kargaşasından değil, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının sınırlarını çiğnemesinden kaynaklanıyor. AKP’nin iç krizine yanıt olarak Davutoğlu’nu tasfiye etmesini başkanlık için bir gerekçeye dönüştürmesine izin vermemek zorundayız. Bunu yapamazsak, toplumda giderek, “çift başlılık siyaseti çıkmaza sokuyor” fikri güçlenecek ve Erdoğan başkanlık tartışmasında avantaj sağlayacak.
Erdoğan, Davutoğlu’nu tasfiye ederken, toplumun bir tartışmayı daha yapmasını da sağlamaya çalışıyorlar. A&G’nin sahibi Adil Gür’ün Davutoğlu’nun görevden el
Anayasa referandumu ya da erken seçim, Erdoğan’ın bu konuda ne kadar avantajlı olduğunu düşündüğüne paralel olarak gündeme gelecek.
REWHAT
GÜNDEM
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
DOKUNULMAZLIKLARIN KALDIRILMASI İLE NE HEDEFLENİYOR
AKP NEDEN BU KADAR SALDIRGAN? AKP’nin HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırmak üzere verdiği anayasa değişikliği önerisi meclis anayasa komisyonundan geçti. Komisyon görüşmeleri deyim yerindeyse linç görüntüleri eşliğinde sürdü. AKP’li vekiller HDP’li vekilleri konuşturmamak için her fırsatta saldırıda bulundu, Ermeni Vekil Garo Paylan başta olmak üzere komisyon toplantılarına katılan HDP üyeleri tekme tokat saldırılara maruz kaldı. Konuşmalarının şiddet yoluyla engellenmesi sonucunda HDP görüşmelerden çekildi ve hemen ardından AKP-CHP-MHP’li vekillerin oy birliği ile anayasa değişikliği önerisi komisyondan geçti. Erdoğan’ın başkanlığını içeren yeni başkanlık rejimi isteği, Kürt siyasi hareketi ve onun parlamentodaki temsilcisi HDP’nin sert muhalefeti ile karşılaşmış, 7 Haziran 2015 genel seçim sonuçları HDP’nin zaferini ve Erdoğan’ın mağlubiyetini getirmişti. Erdoğan’ın bu mağlubiyetin acısını çıkarmak, ama ondan çok daha önemli olarak, Türkiye Kürtlerinin lideri Öcalan’ı liderleri olarak gören Suriye Kürtlerinin Suriye’de elde ettiği statüyü yok etmek üzere yeni Kürt savaşını başlattı. Başından beri Kürt sorununun askeri yöntemlerle çözülmesini savunan ülkücü faşistlerden ulusalcılara, Ergenekonculardan generallere kadar geniş bir kesim Erdoğan’ın liderliğindeki bu savaş koalisyonunda bir araya geldi. Nüfusun yüz binleri geçtiği Kürt şehirlerini ağır silahlarla vurarak binlerce sivili ve yüzlerce gerillayı öldüren, ama bu arada yüzlerce asker ve polis kaybeden bu “yerli ve milli savaş koalisyonu” Batı’da hiçbir çatlak sesin çıkmasını istemiyor. Bu nedenle, savaştığı gücün, Kürt halkının, temsilcilerinin parlamentoda olmasına tahammül edemiyor ve bu temsilcilerin dokunulmazlıklarını kaldırmak istiyor.
3
ÇÖZÜME DEVAM Davutoğlu’nun tasfiye edilmesinin nedenlerinden biri olarak tartışılan konuların başında Davutoğlu’nun Erdoğan’a göre Kürt sorununda daha ılımlı olması geliyor. Bu, Davutoğlu’nun çözüm sürecinin en büyük savunucusu olduğu anlamına gelmiyor. Ama bu, Kürt sorununda çözüm konusunun AKP tabanı da dâhil bu toplumun ezici çoğunluğunu belirleyen temel sorun olduğunu gösteriyor. Bu sorunun çözülmemesi, Kürt halkının yaşadığı ıstırabı uzatırken, batıda da siyasi dengeleri belirlemeye devam ediyor. Çok açık bir gerçek var ki, çözüm sürecinin sonlarına doğru, Erdoğan Cumhurbaşkanı, Davutoğlu Başbakan olmuşken yaşanan gelişmeler, bu ikili arasındaki farkların derinliğine dair ilk işaretleri sunmuştu. Erdoğan Dolmabahçe Mutabakatı adı verilen açıklamayı tanımadığını ilan ederken, bu açıklamanın arkasında
VEKİLİMİZ, YOLDAŞIMIZ GARO PAYLAN YALNIZ DEĞİLDİR! Anayasa Komisyonu toplantısında terör estiren AKP’li saldırganlar Garo Paylan’ı özellikle hedef aldı. Garo Paylan, “Asala çocuğu, Ermeni” denilerek linç girişimine maruz kaldı. Onun Ermeni kimliği ile 7 Haziran 2015’te parlamentoya seçilmesi, 24 Nisan 1915'ten beri devam eden yüzyıllık soykırım inkarı sürecine indirilen büyük bir darbeydi. Aynı zamanda bir sosyalist olarak Kürt halkıyla dayanışmaktan bir an olsun tereddüt etmeyen Garo Paylan’ın 1 Kasım 2005 seçimlerinde halkın oylarıyla yeniden parlamentoya girmesi, AKP'nin Ergenekoncularla ve faşistlerle el ele vererek kurmak istediği yerli ve milli savaş koalisyonuna bir büyük darbe daha indirdi. Onun bu kimliği ve duruşu sadece AKP'yi değil, dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay veren ulusalcı CHP'yi de faşist MHP'yi de rahatsız ediyor.
belli ki dönemin başbakanı Davutoğlu vardı. Daha sonra Kürt sorununda savaş yeniden başladığında atılması gereken adımlara dair tartışmalarda da Erdoğan ve Davutoğlu arasında farklar olduğu görüldü. Üstelik bunlar, esasa dair farklardı. En önemlisi, çözüm sürecinin yeniden başlaması ihtimaline ilişkin tartışmaydı. Davutoğlu 2013’e geri dönmenin mümkün olduğunu söylerken Erdoğan son teröristin temizlenmesinden, terör örgütüyle muhatap olunamayacağından söz ediyordu. Çözüm süreci başladığında, hem süreci önemsizleştirmek hem de AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğünü kanıtlamak için çaba harcayan sağdan ve soldan demokrat görünümlü savaş severlere, çözüm sürecinin özü itibariyle çok devrimci bir adım olduğunu anlatmaya çalışıyorduk. Çözüm sürecinin hatırası, yeniden ve nasıl başlayacağı tartışması bile AKP içinde çatlakları derinleştiriyor. Çözüm sürecinin sonucunda HDP yüzde 13 oy aldı, çözüm sürecinin sonucunda Gezi gibi
Meclisteki linç girişimlerinin sorumlusu olan AKP derhal bu durumdan vaz geçmeli, ellerini HDP'li vekillerden çekmeli, ırkçı söylemleri nedeniyle Garo Paylan'dan özür dilemelidir.
bir isyan başladı, çözüm sürecinin sonucunda AKP meclis çoğunluğunu 7 Haziran’da kaybetti. Çözüm sürecinin ne kadar önemli bir süreç olduğunu, umarım herkes bugünlerde net bir şekilde kavramıştır. Bu netlik, sürecin yeniden başlaması açısından kaçınılmaz zira. Erdoğan’ın savunuyor göründüğü şeylere doğrudan karşı çıkmayı solculuk sananlar açısından
HAFTANIN IRKÇISI KÜRT KADINLARA HAKARET EDEN KIRIKKANAT Özellikle Kürtlere yönelik ırkçı görüşleriyle bilinen Mine Kırıkkanat, Birgün gazetesine verdiği bir röportajda
yine ırkçılığın zirvelerinde dolaştı. 8 Mayıs’ta yapılan röportajda Kırıkkanat PKK’li kadınların konumlarını eleştirirken, “kadınlar mal gibi mi yani?” sorusuna “Aynen öyle. O yüzden toplumun genel durumunu yansıtıyor” karşılığını vererek, bunun gerekçelerini de sıralamaya başladı. Kürt kadınlarına yönelik bu nefret dolu ırkçı tavırlar, Kırıkkanat’ın her zamanki görüşlerini yansıtıyor. Daha önce de “ortaçağ zihniyetini yıkamayan bir topluluk, ne kendilerinin, ne de ülkenin doyuracağı sayıda doğurup doğurtarak, ‘fedai nüfus’ üstünlüğüyle Türkiye’yi yıkmak peşinde; aç çocuk orduları terörü, mafyayı, kapkaç çetelerini besliyor yıllardır” sözleriyle ırkçılığını açık bir şekilde ortaya koymuş olan Kırıkkanat, bu performansıyla haftanın ırkçısı!
da uygun bir iklim var şimdi. Çözüm sürecine Erdoğan karşı, sürece devlet karşı, sürece Ergenekon karşı, TSK karşı, özel harekat karşı. Ve süreç yeniden başlamadığı sürece binlerce insan ölmeye devam edecek. Süreç bozulduğundan beri binlerce insan öldü zira. Öyleyse, en hızlı bir şekilde yeniden, çözüme devam diyenler yan yana gelmeli. Akan kanın durmasını isteyenlerden Kürt halkının haklarının tanınmasından yana olanlara kadar geniş bir yelpazeyi bir araya getirebiliriz. Beklemeye tahammülümüz yok!
4
DÜNYA
FRANSA: YÜZBİNLER SOKAKTA
GÜNEY AFRİKA:
n YENİ BİR SENDİKALAR KONFEDERASYONU DOĞUYOR n YÜZBİNLER SOKAKTA Güney Afrika’da iktidardaki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile yakın bağları olan resmi COSATU sendikasına muhalif olan sendikalar yeni ve militan bir sendika konfederasyonu oluşturma çabalarına hız verdiler. ANC ve COSATU ülkedeki Apartheid (siyahlara karşı ayrımcı) rejime karşı önemli bir mücadele yürütmüş ve Apartheid rejiminin çöktüğü 1994’ten beri iktidarda bulunan ANC giderek sağa kayan bir tutum sergilemiş, bazı üyeleri yolsuzluklara bulaşmıştı. Ayrılığı asıl tetikleyen ise 40 madencinin öldürüldüğü 2012’deki Marikana Katliamı oldu.
Fransa’da sosyal demokrat Sosyalist Parti hükümetinin çalışma yasasında yapacağı düzenlemeler yoluyla işçilerin haklarını ellerinden almasına karşı oluşan halk hareketi devam ediyor. Hükümet işçileri daha uzun süreliğine çalıştırmak ve işten çıkarmaları kolaylaştırmak istiyor. Yasa değişikliğine karşı harekete geçen sendikalarla ve ülkedeki meydanlarda gece düzenlenen forumlarla ortaya çıkan Nuit Debout “Gece Ayaklanması” hareketiyle yasaya direniş sürüyor. Hükümet geçtiğimiz aylardaki kalabalık eylemlere ve grevlere polis şiddetiyle karşılık verdi. Paris’te yapılan 1 Mayıs gösterisine göz yaşartıcı gaz ve copla saldıran polis, aynı günün akşamı Paris’in merkezindeki Republic Meydanı’nda bulunanlara da saldırarak göstericileri buradan zorla çıkardı. Rennes de ise polis plastik mermi ile 20 yaşında bir KÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral
MEDENİYETİNİZ BATSIN Türkiye’deki gelişmeleri sınıfsal analizden yoksun bir yorumla, ilerici-gerici kampların çekişmesinden ibaret olan olaylar olarak açıklayanlar, ne yazık ki dünyaya da aynı pencereden bakıyorlar. Türkiye’deki temel meselenin dindarlık ve sekülerlik arasındaki gerilim olduğunu düşünenlerin penceresinden kafanızı uzatırsanız, Suriye’de Esad diktatörlüğünün kendi halkının üzerine yağdırdığı bombaları değil, Rusyalı bir senfoni orkestrasının Palmira’da gerçekleştirdiği konserin ‘barbarlığa karşı zaferini’ görürsünüz. Veya daha ortada IŞİD yokken, 40 yıllık diktatörlere karşı ayaklanan yoksulların devrimci kalkışmasına gözünüzü kapatırken, Mısır’da darbenin, Suriye’de emperyalist blokların hegemonya mücadelesinin sürdüğü karşı devrim koşullarını ‘ortadoğu rö-
gencin bir gözünü kör etti. Ancak şiddet dalgası eylemleri durdurabilmiş değil. Ülkedeki sendikaların çağrısıyla yapılan 28 Nisan’daki gösterilerde 600.000 kişi sokağa çıktı. Üniversitelerin ve okulların tatilde olduğu düşünüldüğünde bu gerçekten büyük bir rakam. Greve giden pek çok işçi ve öğrenci yolları bloke etti. Ülkenin en büyük sendikası olan CGT’nin başkanı Paris’teki Nuit Debout forumuna katılarak bu hareketle dayanışmasını gösterdi. Eylemciler ise onun konuşmasının ardından genel grev taleplerini dile getirdiler. 3 Mayıs Salı günü mecliste görüşülmeye başlayan yasanın 16 Mayıs haftası oylanması bekleniyor. Nuit Debout hareketine katılanların da dâhil olduğu büyük bir genel grev oylamaya kadar yasanın geri çekilmesini sağlayabilir. nesansı’ diye açıklayıverirsiniz. Rusya Devlet Başkanı Putin, Palmira Antik Kenti’ndeki konserde canlı bağlantıyla açılış konuşması yapmış ve “medeniyetin kurtuluşu” demiş. Suriye’de hastaneler bombalanırken neyin zaferi? Hangi medeniyet? Sivilleri IŞİD değil de son teknoloji uçaklardan düşen bombalar katledince daha ‘medeni’ oluyor herhalde. Medeni bir barbarlık. Putin’in ve tüm emperyalist güçlerin temsil ettiği ‘medeniyet’ dünyanın yoksullarını tarihin figüranlarından ibaret gören ve sabah akşam, hastane, okul, ekmek kuyruğu demeden Suriye’deki sivillerin üzerine bombalar yağdıran bir medeniyet. Bir devlet başkanı çıkıp medeniyeti kurtarmaktan bahsediyorsa orada biz ezilenler açısından pek hayırlı şeylerin olmadığını, oğul Bush’un bir milyondan fazla insanın kanını döktüğü Irak’tan biliyoruz. Keza Putin ‘medeniyeti kurtarırken’, Halep’te yüzlerce sivil katledildi. Putin-Esad ittifakıyla günlerce yoğun bombardıman altında kalan kentte, sadece iki haftada 300’den fazla sivilin öldüğü söyleniyor. Halep için 48 saatlik ateşkesin
Başını 350.000 üyeye sahip metal işçileri sendikası NUMSA’nın çektiği yeni konfederasyon, sendikaların ANC’den bağımsız olmasını savunuyor. Madencilerin sendikası AMCU da konfederasyona katılmayı planlıyor. Konfederasyona katılmayı planlayan 30 sendikanın toplam 1 milyon üyesi bulunuyor. Bu Cosatu’nun üye sayısının yarısına eşit. Konfederasyonun kurulacağının açıklandığı 1 Mayıs mitinginde konuşan NUMSA genel sekreteri Irvin Jim “Sermaye taviz vermeyecek. Bu sistem açgözlülüğe dayanıyor. Bu durumu ortadan kaldırmanın tek yolu devrim” dedi. Jim ülkenin zengin olduğunu belirterek hükümetin ekonomiye müdahale etmesi ve çelik, demir ve kömür sanayisini kamulaştırması çağrısı yaptı. Yeni Konfederasyon Güney Afrika’daki milyonlarca örgütsüz işçiyi saflarına katabilirse önemli bir etki yaratabilir. Yalnızca hali hazırdaki sendika üyelerinin bölünmesi tek başına bir gelişme yaratmayacaktır. ilan edildiği günün gecesinde ise, ‘medeniyet’ mülteci kampı bombalayarak iş başındaydı. Türkiye sınırının 10 kilometre ötesindeki mülteci kampına yapılan hava bombardımanında 28 kişinin öldüğü açıklandı. Mülteci kampı, yani savaştan kaçan insanların hayatta kalma umuduyla, sefalet koşullarında yaşamak zorunda bırakıldığı çadır kampları bombalandı. Onların medeniyeti mülteci kamplarının bombalanması. Onların medeniyeti bizim kanımız, terimiz, nasırlarımız, açlığımız. Tam da bu yüzden onların kurtuluşuyla bizimkisi karşı karşıya. Kurtuluş bu denklemde diğeri yenilmeden ötekinin elde edemeyeceği bir şey. Suriye’deki yoksullar için kurtuluş, Putin-Esad ittifakının dağıtılmasıdır. İnsanları sınır kapısında, bombalar altındaki kamplara mahkum eden AKP’yle Avrupa Birliği’nin kirli anlaşmasının yırtılmasıdır. Karşı devrimci IŞİD vahşetini durduracak olan şey de Putin’den medet ummaktan değil ABD ve Rusya başta olmak üzere tüm emperyalist güçlerin Suriye’den elini çekmesi için mücadele etmekten geçiyor.
RÖPORTAJ
5
n MARKSİZM2016: ÖZGÜRLÜKÇÜ-ANTİKAPİTALİST ALTERNATİF VAR!
“ASLOLAN DÜNYAYI DEĞIŞTIRMEKTIR” DSİP’in 24 yıldır düzenlediği, özgürlükçü solun en geniş tartışma platformu olan Marksizm toplantıları, bu yıl 11-15 Mayıs tarihlerinde gerçekleşiyor. Sosyalist İşçi gazetesi olarak, etkinlik öncesinde partinin eşsözcüleri Meltem Oral ve Şenol Karakaş’la görüştük. Marksizm sizce neden hâlâ güncel? Meltem Oral: Marksizm yanlışlanma ihtimalini de iddialarının içinde barındıran bir teori olarak, sürekli gelişmeye açık olduğu için, hayatın testinden geçmeyi başardı. Marksizm, hatalı görüşlerini kitlelerin öznesi olduğu tartışmalarda onardığı için güncel olmayı başarabildi. Başka bir deyişle de “Kapital” aşılamadığı, yanlış bir analize yaslandığı kanıtlanamadığı sürece de Marksizm, en açıklayıcı teori olarak güncel kalmayı başaracak. Ama Marksizm’in güncelliğinin temel nedeni, dünyayı değiştireceğini iddia ettiği, bu nedenle dinamik, değişken bir hareket içinde olduğunu söylediği işçi sınıfının, kapitalist üretimin motor gücü olmaya, dolayısıyla kapitalizmi köşeye sıkıştıracak kitlesel potansiyele hâlâ sahip olmasıdır. Şenol Karakaş: Marksizm 2016’da Terry Eagleton da konuşmacı olacaktı ve Alex Callinicos’la beraber Marksizm’in 21. yüzyılda hala açıklayıcı bir teori olup olmadığını tartışacaklardı. Terry Eagleton hastalığı nedeniyle katılamıyor Marksizm’e. Eagleton’ın “Marx neden haklıydı?” kitabında post-marksistler denilen ya da eski “çağlarda” aktivistken şimdi aktivizme dâhil olmak isteyenlere engeller sıralayanlarla dalga geçerken söylediği gibi: “Marksizm kapitalizmin eleştirisidir -şimdiye kadar ortaya konan kapitalizm eleştirileri arasında en inceden inceye araştıranı, en titizi ve kapsayıcısıdır. Aynı zamanda yalnızca böyle bir eleştiri dünyanın büyük bölümünü dönüştürmüştür. Bundan da şu çıkar: Kapitalizm var oldukça Marksizm de var olmalıdır. Sadece hasmını emekli edebildiğinde, kendisi de emekli olabilir. En son görünümüne göre kapitalizm her zamanki gibi hakkını savunmayı sürdürmektedir.” Kapitalizme son darbenin nasıl vurulması gerektiği konusunda en az kapitalizmi analiz ederkenki kadar keskin olan Marksizm, içinde olduğumuz koşulları açıklayan tek teoridir. Peki hiç yanılmadı mı Marksizm ya da Marksistler? Meltem Oral: Yanılmaz olur mu? Marksizm dogmatik bir teori değil. Marx’ın da, Rosa Luxemburg’un da, Lenin’in ve Troçki’nin de yanıldığı birçok başlık oldu. Marksistler, teori hayatı açıklayamıyorsa hayatı teoriye uydur diyen dogmatiklerden olmadığı için, hayatın testinden sınıfta kalınca, teorinin nerede hatalı olduğunu gözden geçirmek zorunda kaldılar. Burada yanlış anlamaya izin vermemek lazım ama. Sorun, salt bir teori sorunu değil. Marksizm daha ziyade sınıf mücadelesiyle alakalı. Marksist gelenek, bu sınıflardan birisinin mücadelesinin deneyimlerini kavramsallaştırmak üzere odaklanmış bir gelenek. Marksistlerin haklı çıktığını nasıl söyleyebiliriz ki? Şenol Karakaş: Kapitalizmin analizi konusunda haklı
çıktılar, kapitalizm sona ermedikçe küresel bir barbarlığın hakim olacağı konusunda haklı çıktık, kapitalist devletin bir devrimle darmadağın edilip yerine işçilerin özyönetimine dayanan bir devlet kurulmadan, sınıfların kaldırılacağı bir topluma geçişin mümkün olmadığı konusunda, tek bir ülkede sosyalizmin olamayacağı konusunda haklı çıktık. Ama en önemlisi, Marksizm, sosyalizmin burjuva yorumlarından tümüyle ayrıştığı esas meselede haklı çıktı. Yani sosyalizmin işçiler adına veya parlamentolar yoluyla kurulamayacağı iddiasını, tarihteki pek çok deneyim bize gösterdi. Sosyalizm, tepeden gelen kararnamelerle değil, aşağıdan yani kitlelerin kendi eylemiyle kurulmak zorundadır. İklim değişimi, savaşlar, kadın cinayetleri, emperyalizmin milyonlarca insanı öldürdüğü ve tahakküm altına aldığı koşullar, gelir adaletsizliği, küresel açlık, küresel salgın hastalıklar yani hangi yana baksak, Karl Marx’ın haklı çıktığını, Marksizm’in iddialarının ezici çoğunluğunun dile getirildiği günden daha büyük bir gerçekliğe sahip olduğunu görürsünüz. Marksizm 2016 toplantılarından ne bekliyorsunuz? Meltem Oral: Marksizm toplantıları, 24 yıldır yapılıyor. Bu yıl etkinliğimiz, insanların morallerinin daha bozuk olduğu bir dönemde her şeyden önce, hem küresel kapi-
talizme, hem Türkiye sermayesine hem de AKP’ye ve Erdoğan’a meydan okumak için umudun adresi, kazanmak için yapılması gerekenlerin net bir şekilde tarif edildiği bir platform olacak. Marksizm sadece güçlü bir tarih tartışması platformu değil, bugünü anlamak için bir tartışma zemini değil; Marksizm dünyayı değiştirmenin aracı. Marx ve Engels, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” derken tam da bunu kastediyorlardı. Marksizm, bugünün dünyasında nasıl mücadele etmemiz gerektiğini, dolayısıyla nasıl örgütlenmemiz gerektiğini de tartışacağımız bir zemin. Şenol Karakaş: Marksizm 2016’dan çok güçlü tartışmalar yaparak, hem kampanyalarımızı hem de örgütümüzü büyüterek çıkmak istiyoruz. Marksizm, her şeyden önce Erdoğan’ın nakış örer gibi inşa ettiği korku duvarının sanıldığı kadar güçlü olmadığını çok net bir şekilde tartışacağımız, bu duvarda gedikler açmanın çok kolay olduğunu göreceğimiz bir platform olacak. “Halkların hapishanesi değil, özgürlük” isteyen herkesi, kazanmanın mümkün, gerekli ve zorunlu olduğunu düşünenlerin tartışma platformu olan Marksizm 2016’ya bekliyoruz.
6 GÜNDEM
n MARKSİZM2016: DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DE
SOSYALİZM İŞÇİ SIN KENDİ EYLEMİDİR KİTLESEL BİR DEVRİMCİ PARTİ Türkiye’de belki her zaman olan ancak Gezi direnişinden bu yana yaşanan her gelişmede daha açık bir şekilde ortaya çıkan bir sorun var, o da kitlesel bir devrimci parti ihtiyacı. AKP’yi geriletmenin yolunun, ona oy veren yoksul işçilerin AKP liderliğinden kopması olduğunu bilen, Erdoğan’ın yerli ve milli ekseninin karşısında Ermeni soykırımı başta olmak üzere Müslüman olmayan halkların tarih boyunca uğradıkları haksızlıklara karşı mücadele eden, Kürt sorununun çözümü için müzakere masasının derhal kurulmasını talep eden, diktatör Esad’a karşı Suriyeli yoksul halkın yanında olan ve Rusya, ABD, Türkiye dahil tüm emperyalist güçlerin Suriye’den elini çekmesi gerektiğini savunan, transfobiye, homofobiye, cinsiyetçiliğe, HES’lere, nükleere, neoliberal politikalara taviz vermeyen kitlesel bir siyasi odağa ihtiyacımız var. Bürokratik ve hiyerarşik olmayan böyle bir siyasi odak inşa edilmedikçe, Gezi’den bu yana sokakta gördüğümüz gibi, hareket ya bir anda parlayıp sönüyor ya da egemen fikirlere hapsoluyor. Hareketin sürekliliğini sağlamasının yolu somut taleplerde anlaşmış, bugüne kadar yüzbinlerce insanın sokağa çıkmasını sağlayan farklı mücadeleleri birleştirecek bir örgütlenmedir. Türkiye’deki sorunları dindarlık- sekülerlik kamplaşmasına indirgeyen ve sokaktaki mücadelenin yükseldiği her dönemde, onu CHP’ye kanalize etmeye çalışan bir eğilim var. Kitlesel bir devrimci partinin eksikliği Gezi’yi CHP’nin domine etmesi, bas-geç, ‘HDP-AKP anlaştı’ safsatası gibi bir dizi gelişmede kemalizmin fikri hegemonyasını pekiştirmesini sağladı. Bir diğer eğilimse AKP’yi geriletmenin yolunun, bir takım örgütlerin Batı’daki ‘maceracı’ eylemlerinden geçtiğini anlatıyor. Oysa geçen yıl metal işçilerinin grevinden, 7 Haziran’da AKP’nin yüzde 10 oy kaybına, Özgecan için sokaklara dökülenlerden Cerattepe’ye veya Kamp Armen’e dek sayısız örnek; AKP’nin ancak Türkiye’deki işçi sınıfının kendi eylemiyle gerileyebileceğini ve taleplerimizi ancak özgürlük isteyenlerin kitlesel mücadelesiyle kazanabileceğimizi gösteriyor. Gelin bu mücadeleleri birleştiren özgürlükçü solu hep birlikte örgütleyelim.
MARKSİZM VE KADIN Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar her ülkede iki kez eziliyorlar. Tüm gün işyerinde çalışan kadınlar eve döndükten sonra da çocukların bakımı ve ev işleri için çalışmak zorunda kalıyorlar. Günümüzde kadınların istihdamında artış yaşamasına paralel kadınların yaşamlarında çok şey değişse de bazı şeyler hep aynı. Kadınların üretim sürecindeki ikincil konumlarında bir değişim yok. Aynı koşullarda çalışan kadınların erkeklere oranla ücretleri daha düşük. Kadınlar daha çok yarı zamanlı, güvencisiz ve esnek üretim süreçlerinde istihdam ediliyor. Tüm dünyada kamusal harcamaların azalması nedeniyle çocukların ve yaşlıların bakımı kadınların omuzlarına yükleniyor. Tüm iktisadi koşulların muhafazakâr bir söylemle birlikte yürütülmesi kadınların hayatını cehenneme çeviriyor Kadınların ezilmişliğinin kökeni içinde yaşadığımız kapitalist sistemin işleyiş ilkelerinde yatıyor. Sermaye birikiminin kaynağını oluşturan işgücünün yeniden üretimi kapitalist sistemde aile tarafından gerçekleştirilmekte. Kadın
istihdamının artması ve teknolojinin gelişmesi nedeniyle yeniden üretim sürecinde pek çok olumlu gelişmeler olsa da, emek gücünün özelleştirilmiş yeniden üretimi çerçevesindeki anlamı değişmedi. Rekabet koşullarındaki sermayenin kendiliğinden ev işlerini ve çocuk bakımını toplumsallaştırması veya üstlenme olasılığı oldukça düşük bir ihtimal. Toplumsal artık değere el koyan sermayenin hegemonyası sadece iktisadi alanla sınırlı değil. Toplumdaki egemen fikirlerin de sahibi olan kapitalist sınıf cinsiyetçi fikirlerin de kaynağını oluşturmakta. Kadınların özgürlük mücadelesi kapitalizme karşı mücadeleden ayrı yürütülemez. Kapitalizm işçi sınıfının kadın ve erkeklerinin kolektif mücadelesiyle ortadan kaldırılabilir. Sadece kadınların değil insanlığın özgürleşmesi için kadınların ve erkeklerin birleşik mücadelesi bir gereklilik. Bu nedenle İşçi sınıfını bölen ırkçı, mezhepçi, cinsiyetçi, homofobik politikaların karşısında durmak ve sınıfın birliğini savunmak yaşamsal bir öneme sahip.
GÜNDEM 7
EVRİMCİ FİKİRLER!
NIFININ NEDEN İŞÇİ SINIFI? Modern sanayi geliştikçe diğer sınıflar küçülmekte, işçi sınıfı büyümektedir. Sadece emek gücü, karşılığından daha fazla değer üretir ve bu artı değere kapitalistler el koyar. İşçiler her zaman bu haksızlığa karşı çıkabilir, ayaklanabilir. İşçi sınıfı eylemleri hızla devrimcileşebilir. Küçük bir zam mücadelesi büyük bir sınıf çatışmasına evrilebilir. Sendikal mücadele, sokaklarda, fabrikalarda barikatların kurulduğu kitlesel bir ayaklanmaya dönüşebilir. Emek gücünü satmak zorunda olan herkes işçidir. İşçi sınıfı kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sürekli büyüdü. Bugün dünyada 3,milyar çalışanın 1,4 milyarı, Türkiye’de 31 milyon çalışanın 21 milyonu işçi. İşçi sınıfına mensup olmak bir ideolojik tercihin ötesinde somut maddi bir durumdur. Bizzat günlük yaşamın maddi koşulları işçi sınıfını potansiyel olarak kolektif kararlar veren, kendi içinde rekabet etmeyen, sömürmeyen, eşitlikçi bir sınıf haline getirmektedir. İşçi sınıfı maddi koşulları gereği kapitalizmi yıkabilecek özelliklere sahip tek sınıftır, yeni bir toplumsal düzen de işçi sınıfının eseri olacaktır. İşçi sınıfının her hangi bir seçimde her hangi bir partiye oy vermesi onun devrimci özelliklerini ortadan kaldırmaz. İçinde bulunduğumuz dönemde her küçük direnişi büyütmek, direnişleri öne çıkartmak, direnişlerle dayanışmak çok önemlidir. Her direniş, işçi hareketinin bir birikimi olarak görülmelidir. İşçileri devrimci özne olarak görmeyenler, kurtarma, bilinçlendirme, adına davranma, aydınlatma gibi sonu her zaman karamsarlıkla biten yöntemler önerirler. “Kitleler adına silahlı eylem yaparak o kitleleri kurtarma eğilimi” ile “kitlelerden oy isteyerek, parlamentoda çoğunluk sağlayarak kitleleri kurtarma eğilimi” arasında esasa dair hiçbir fark yoktur. Bu eğilimler, işçi sınıfını kurtarılması gereken bir kesim olarak görmekten daha farklı bir siyasi mücadele zemini sunmaz. Sosyalizm, kitlelerin devrimci enerjisinin, işçilerin kendi eyleminin ürünü olacaktır.
MİLLİYETÇİLİĞE IRKÇILIĞA FAŞİZME KARŞI MÜCADELEYE! Sermaye sınıfının temsilcileri ulus devletlerin ortaya çıkışından itibaren insan türünü ırksal farklılıklar temelinde sınıflandırdılar. Diğer ulusların sermayesine karşı mücadelede sermayenin çıkarlarını “ulusal çıkarlar” adı altında savundular. Kendi burjuvazisinin çıkarlarını sağlamak amacıyla ulusal üstünlükler yarattılar. Sömürgeci ve emperyalist politikalarını meşrulaştırmak için ırkçı argümanlar ürettiler. Almanya’da ulusal birliğin sağlanma sürecinde Almanların “üstün Aryan ırkı’ndan geldiğini” kanıtlamaya uğraştılar. Kızılderilileri yok eden, siyahları köleleştiren Birleşik Devletler beyaz egemen sınıf temsilcileri “beyazların siyahlardan daha üstün” olduğunu anlattılar. Afrika’nın ve Ortadoğu’nun topraklarını sömürgeleştiren emperyalist devletler de ırkçı görüşlere başvurdular. Bu zihniyetin izlerini Samuel Huntington tarafından kaleme alının “Medeniyetler Çatışması” adlı kitapta bulmak mümkün. Bu tezlerin çıkış merkezi olan ABD ve diğer batılı emperyalist güçler Ortadoğu’da ve Afrika ülkelerindeki emperyalist politikalarını sürdürmek için islamofobiyi yaygınlaştırıyorlar. “Batı medeniyetini, demokrasisini savunmak” amacıyla Ortadoğu halklarını bombalıyorlar. Topraklarını yağmalıyorlar. Göçmenlere karşı ırkçı politikalar üretiyorlar. İşçi sınıfının bölünmesi Öte yandan sermayenin ucuz emeğe ihtiyacı ırkçı politikaların ardında yatan diğer bir nedeni oluşturuyor. Irkçılık göçmenlerin ucuz emek gücü olarak kullanılmasını meşrulaştırıyor. Bu sayede hem ucuz emek meşrulaştırılmış olunuyor hem de işçi sınıfı bölünüyor. Türkiye’de Kürt işçiler, Türk işçilerden daha ucuza çalışıyor, Suriyeli göçmenler ise boğaz tokluğuna çalışıyorlar. Irkçılık sınıfsal çelişkilerin üzerini örtüyor. Sisteme karşı yönelmesi gereken öfke, farklı ulusların halklarına ve göçmenlere yöneliyor. Irkçılık kapitalizmin doğasındadır ABD’li siyah hareketin liderleri Malcom X egemenlere karşı yaptığı bir konuşmada, “Irkçılığın olmadığı bir kapitalizme sahip olamazsınız.” der. Gerçekten de Amerikan kapitalizmi varlığını Kızılderileri katletmesine, köleciliğe ve ırkçılığa dayandırıyor. Türkiye kapitalizminin temel taşlarını ise Anadolu’da yaşayan Ermenilerin soykırıma uğratılması, Arapların, Rumların sürülmesi, yok edilmesi oluşturmakta. Bu nedenle Türkiyeli işçilerin bu gerçeklikle yüzleşmesi ve devletin işlediği soykırım suçlarıyla hesaplaşmasını sağlaması ırkçılığa karşı verilen mücadele açısından büyük bir kazanım. Bu nedenle Ermeni Soykırımının tanınması mücadelesi devrimci sosyalistler açısından da merkezi öneme sahip. Kapitalizm var olduğu müddetçe milliyetçi ve ırkçı fikirler de var olmaya devam edecek. Öte yandan işçilerin uluslararası birleşik mücadelesi ırkçılığın panzehirini oluşturmakta. Irkçılığa karşı mücadele işçi sınıfının yapay bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmasına ve kapitalizme karşı mücadelesini geliştirmesine yardımcı olur.
GÖRÜŞ Roni Margulies
DAVUTOĞLU, ERDOĞAN, TABAN Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki anlaşmazlık noktaları hakkında bütün medya organları kapsamlı listeler oluşturdu. “Hakan Fidan MİT başkanı mı olmalı, milletvekili mi?” meselesinden “7 Haziran seçimlerinden sonra koalisyon mu, erken seçim mi?” itişmesine kadar, en az 20 konuda yaklaşım farkları listelendi. Bunlardan birçoğu beni pek ilgilendirmiyor. Özellikle Davutoğlu’nun istifasına yol açan anlaşmazlık hiç umurumda değil. Hürriyet gazetesi konuyu şöyle vermiş: “29 Nisan MKYK’sında örgütlere atama yetkisinin Davutoğlu’ndan alınması kopuşun son halkasını oluşturan en ciddi krize yol açtı. Bu yetki, Davutoğlu’na yakın sadece iki ismin bulunduğu MKYK’ya verildi.” Parti örgütlerine atamaları kimin yaptığından bize ne? Önemli bulduğum konular aslen iki tane. Biri, çözüm süreciyle ilgili. Davutoğlu Nisan ayı başlarında şöyle dedi: “Halkın çözüm sürecinden beklediği şey, silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa, 2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir. Silah bırakıldıktan sonra, niye konuşulmasın barışın şartları içinde?” Erdoğan hemen ertesi gün cevabı yapıştırdı: “Terör örgütü yöneticileri ve onların güdümünde hareket edenler, zaman zaman ‘müzakere, görüşme, çözüm’ gibi laflar ediyorlar. Ortada müzakere edilecek de görüşülecek de bir konu yoktur, bunun böyle bilinmesi lazım. Terörle mücadeleye, son terörist imha edilene kadar devam edeceğiz.” İkinci önemli konu ise, ‘Barış İçin Akademisyenler’ bildirisini imzalayanlara yaklaşım. Davutoğlu, “Ben prensip olarak insanların tutuklu yargılanmalarına karşıyım. Akademisyen Esra Mungan geçmişte başörtü yasağına da karşı çıkan bir isim. Onunla ilgili olumsuz kanaatim yok. Aksine özgürlükçü tutumunu duymuş olduğum bir isim” dedi. Erdoğan’ın cevabı: “Akademisyen olduğuna göre tutuksuz yargılansın deniyor. Ne demek tutuksuz! Suçluysa tutuklu yargılanacak.” İki konu: Çözüm sürecine dönülüp dönülmeyeceği ve imza atmaktan başka bir şey yapmamış insanlara silahlı “terörist” muamelesi yapılması. Bunları önemli bulmamın nedeni, “Davutoğlu iyi, Tayyip kötü” gibi bir sonuç çıkarıyor olmam değil. Davutoğlu çözüm sürecine dönülebileceğini ve akademisyenlerin tutuklanmaması gerektiğini söylerken, Erdoğan’dan fırça yiyeceğimi bilmiyor muydu? Elbet biliyordu. Niye söyledi o zaman? Parti tabanında çözümden yana olan, insanların saçma sapan nedenlerle tutuklanmasını yanlış bulan, rahatsız olan geniş bir kesim olduğunu bildiği için. Önemli olan bu kesimin varlığı. Erdoğan’ın eninde sonunda kafasını çarpacağı yer de bu kesim.
8
GÜNDEM
n MARKSİZM2016: DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVRİMCİ FİKİRLER!
KÜRT HALKINA ÖZGÜRLÜK! Kürt sorununun geçmişi, Türkiye devletinin kuruluş yıllarına dayanıyor. Yaptıkları soykırımlarla Anadolu'yu Hıristiyansızlaştıran İttihat ve Terakki kadroları, isim değiştirerek cumhuriyeti kurduktan sonra Türk/Sünni/Müslüman temeline dayanan ulus/devlet projesini sürdürmeye hızla devam ettiler. Daha önce bu çerçevenin içinde yer almayan Hıristiyanlar ortadan kaldırılmıştı, bu kez de sırada Müslüman olmasına rağmen Türk olmayan Kürtler var. Devletin kurulmasıyla birlikte sahip oldukları kısmi haklar Kürtlerin elinden alındı ve Türklüğü kabul etmeleri dayatıldı. Kimliklerinden ayrılmak istemeyen Kürtlerin direnişi, kimi zaman yapılanın eşkıyalık olduğu, kimi zaman dış güçlerin kışkırtması olduğu, kimi zaman da feodal odakların dağıtılması adı altında şiddet ve kanla bastırıldı. 1925'lerden 1940'lara kadar on binlerce Kürt, kadın erkek, çocuk yaşlı ayrımı yapılmaksızın katledildi. 1960'ların ikinci yarısından itibaren Kürt direniş hareketi yeniden örgütlenmeye başladı. 1980'lerin ilk yarısından itibaren, devlet tarafından Kürtlerin varlığının kabul edilmediği, Kürtlerin aslında "Dağ Türkleri" olduğunun resmi tez olarak sunulduğu, binlerce Kürdün Diyarbakır zindanında en ağır işkencelerden geçirildiği koşullarda Kürt özgürlük hareketi giderek yükselen bir ivme kazandı. 2000'lerin başından sonra AKP'nin iktidara gelmesiyle, Kürtlerin verdiği mücadele devlete geri adım attırmaya başladı. Kürt gerçeğinin inkâr edilmesinden vazgeçildi, Kürtçe üzerindeki baskılarda belirli bir gevşeme yaşandı. Öyle ki, devlet sonunda Kürt özgürlük hareketinin temsilci-
leriyle müzakere masasına oturmak zorunda kaldı. Ancak Suriye'de yaşanan gelişmeler, Suriye'nin kuzeyinde Rojava adıyla bir Kürt bölgesinin devletleşme yolunda adımlar atması, Türk devletinin paniğe kapılmasına yol açarak, müzakere masasını devirmesiyle sonuçlandı. Kürt illerine ağır silahlarla, tanklarla saldırıldı, çatışmalarda binlerce insan öldü, on binlercesi evlerini terk etmek zorunda kaldı.
Devrimci Marksistler, Kürt sorununda herhangi bir koşul öne sürmeden, “ama’sız ve fakat’sız” Kürt halkının yanındadır. Kürt halkının batıdaki sesi olmaya, Kürt halkının taleplerini batıda desteklemeye, bu talepler için kitlesel mücadele verilmesini sağlamaya çalışmaktadır. Çünkü Kürt halkı özgür olmadıkça, batıdaki işçi sınıfının da özgür olamayacağını farkındayız. Başka bir ulusu ezen bir ulusun işçileri özgür olamaz.
İKLIM KRİZİNİN SORUMLUSU KAPİTALİZM: TEK ÇÖZÜM DEVRİM! Dünyanın en zengin 62 insanının serveti, dünya nüfusunun yarısının tüm varlığına eşit. Bugün sınıflar arasındaki bu uçurumun derinleşmesiyle iklim krizinin en kritik seviyelere ulaşması bir tesadüf değil. Kapitalizm, holding patronlarına, çok uluslu şirketlere bu sistemde tutunabilmek ve rakiplerinin üzerine çıkabilmek için durmaksızın rekabeti işaret eder ve esas olanın en az maliyetle en çok verimliliği yakalamak, yani rakipleri karşısında en çok kâr eden olmak gerektiğini öğretir. Hükümetler için de durum farklı değildir. Birbirleriyle yarış halindeki ülkeler, büyümelerinin merkezine ekonomik kalkınmayı koyarlar ve bunu da en çok enerji politikalarıyla gerçekleştirirler. Hem hükümetlerin politikaları, hem de şirketlerin kâr odaklı, bitmek bilmeyen üretim ve rekabet arzusu doğayı insandan ayırıp bir üretim sahası, bir nesne haline dönüştürür. Tam da bu yüzden bugün tarihin en ciddi krizi haline gelen iklim krizini kapitalizm kuralları altında çözmemiz mümkün değil. Kapitalizmin kendisinin bu krizi günden güne içinden çıkılamaz bir hale getirdiğini bilenler olarak iklim krizinin bir sistem sorunu olduğunun farkındayız. Ancak bu, harekete geçmemiz için sistemin değişmesini bekleyeceğimiz anlamına gelmiyor. Aksine ortak bir mücadeleyi örgütlemek için acele etmemiz gerektiğini ifade ediyor. 2014 yılı tarihin en büyük ekoloji mücadelelerine şahit oldu. Öylesine etkiliydi ki, dev ekonomiler bu krizi gün-
demlerine almak zorunda kaldılar. 2015 yılında ise Paris İklim Zirvesi hükümetlerin sera gazı salımlarına önemli ölçüde sınırlamalar getiren bir anlaşma ortaya çıkaracaktı. Fakat bir kez daha bu krizin çözümünü yönetenlere bırakmamamız gerektiğini anlamış olduk. Herhangi bir bağlayıcılık içermeyen anlaşma bu ekonomilerin büyüme hırslarının gölgesinde kaldı. 22 Nisan 2016'da imzala-
nan anlaşmadan bir hafta sonra Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan, bir termik santral açılışında kömür ve su kaynaklarının ileri seviyede kullanılması gerektiğini söyledi. Bizler kapitalistlere, yönetenlere dur demedikçe, onların iklim krizi karşısında adım atmaya niyetleri yok. Bu sorunun çözümü antikapitalist, kitlesel bir mücadeleden geçiyor.
SINIF MÜCADELESİ PATRONLAR İSTEDİ, ERDOĞAN VE ADAMLARI YAPTI
n TÜRKİYE’DEKİ İŞ CİNAYETLERİ AVRUPA BİRLİĞİ ORTALAMASININ ALTI KATI!
KÖLELİK YASASINI MECLİSTEN GEÇİRDİLER
DİSK Birleşik Metal İş Sendikası Araştırma Merkezi tarafından TÜİK, SGK ve Eurostat verileri üzerinden hazırlanan İş Cinayetleri ve Kayıtdışılık Raporu, Türkiye’nin iş cinayetleri istatistiklerinde AB üyesi ülkeleri 6’ya katladığını ortaya koydu. Bu alanda dünya üçüncüsü olan Türkiye, Avrupa çapında ise “lider”.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
LAİKLİK DEĞİL, EKMEK - BARIŞ-ÖZGÜRLÜK! Savaş koşullarındayız, emekçilerin ve ezilenlerin acil çözüm bekleyen sorunları var. Bugün dünya nüfusunun yüzde 1’i, geri kalan yüzde 99’undan daha zengin. Bu kadar az kişinin bu kadar fazla servete sahip olduğu, bu kadar çok kişinin ise bu kadar az şeye sahip olduğu bir dünyada, kapitalizmin ahlaksız ve sürdürülemez temellerine karşı çıkıyoruz. Giderek artan kapitalist saldırganlığa karşı işçilerin birleşik mücadelesini örgütlemek istiyoruz. İşçi hakları son dönemde pek çok saldırıya uğradı. Kapitalizm 2008 yılında girdiği krizden hala çıkamadı. Kapitalist sermaye kar edemiyor, bu yüzden daha da saldırganlaşıyor. Taşeron sisteminden sonra modern kölelik olan kiralık işçi sistemi emekçilere dayatılıyor. Kıdem tazminatlarına el konuyor, iş güvencesi ortadan kaldırılıyor. Mültecilerin, çocukların, kadınların emeği ucuz iş gücü olarak sömürülüyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm kamusal hizmetler özelleştiriliyor, paralı hale getiriliyor.
Üstelik Türkiye’deki iş cinayetlerinin önemli bir kısmı da kayıt altına alınmıyor. Rapora göre her dört iş kazasından yalnızca "bir tanesi" kayıt altına alınırken, meslek hastalıkları neredeyse yok sayılıyor.
Elbette işçi sınıfı bütün bu neo-liberal uygulamalara karşı direniyor, mücadele ediyor, ama özellikle son yıllarda bir türlü etkili bir sonuca ulaşamıyor, çünkü mücadelede bölünmeler yaşıyor. İşçi sınıfının önüne katılım sağlamak istemediği, neo-liberalizme, kapitalizme karşı mücadelesinde onu motive etmeyen, mücadelesini bölen gündemler koyuluyor.
İşçi düşmanı AKP, ekonomik büyümenin yavaşladığı dönemde patronların kârlarını koruması için önlemler almaya devam ediyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi ise 2016 yılının ilk dört ayında yaşanan iş cinayetlerine ilişkin rapor yayınladı. Yılın ilk dört ayında en az 586 işçinin yaşamını yitirdiği belirtilen raporda, Ocak ayında en az 115, Şubat ayında en az 143, Mart ayında en az 160, Nisan ayında ise en az 168 işçinin yaşamını yitirdiği bildirildi.
Özel istihdam bürolarının yasallaşmasını sağlayacak olan kiralık işçilik yasa tasarısı, Meclis Genel Kurulu'nda AKP oylarıyla kabul edildi. İşçilerin kıdem tazminatı da dahil olmak üzere tüm haklarının gasbedilmesi anlamına gelen kiralık işçilik uygulaması kapsamında, Özel İstihdam Büroları’nın yeni patronlar olacağı, “ihtiyacı olan” işletmelere işçi kiralayacağı biliniyor. İşçilerin ayda kaç gün çalıştığı ve ne kadar ücret aldığı belli olmayacak. Ücret ve sigorta yükümlülüğü İÖB’lere devredilerek
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
SOLDA ÜÇ YOL
Bir taraftaŞubat hâlâ savaş tezkeresine ve HDP’li vekillerin DSİP dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ‘evet’ diyen CHP ile ayı lantıları ittifak kurmaya çalışanlar. Öbür yanda PKK’yi taklit edip batıda “silahlı mücadele” yanlış taktiğini yeniden dayatanlar. Sosyalistler bu iki yolu da tercih edemez.
Barış Bloku’ndan geriye kalan ne varsa bugün CHP’ye adeta yalvarıyor. Oysa CHP, Esad diktasını savunmak için sızdığı bu yapıdan, Öcalan resimlerinin kaldırılmasını isteyerek kaçmıştı. CHP, bırakın Kürt halkını, her kimlikten, inançtan-inançsızlıktan fakir ve ezilen insanların çıkarına davranan bir parti midir?
patronlar bu “yükten” kurtarılacak. İş kazalarında/cinayetlerinde patron ya da ÖİB sorumlu olmayacak. İşçi düzenli bir işte çalışmadığı için ücret artışı olmayacak. Yıllık izin hakkı olmayacak. Kadrolu çalışma artık hayal olacak. İşçiler ise her yerde yasa tasarısını protesto ediyor. Türk-İş’e bağlı sendikalar, İstanbul, Mersin, Diyarbakır başta olmak üzere bir dizi şehirde eylem yaptı. DİSK’e bağlı sendikalar da İzmir, Mersin ve Adana’da eylemler gerçekleştirdi. İşçi sınıfının bütünü için iş güvencesini zayıflatan tasarının geri alınması için, emek hareketinin ve sendika konfederasyonlarının birleşik eylemliliği, ortak bir platform kurulması son derece önemli.
Hayır, o devleti kurmakla övünen ve halkların hapishanesini olduğu gibi koruyup, Suriyeli mültecileri kovmak isteyen sağcı bir düzen partisidir. Bu partiye yanaşmak, emekçi sınıflardan uzaklaşmak, orta sınıfların ortalığı bulandıran hezeyanlarına kapı açıp, ezilenlerin ve işçilerin acil taleplerlerine sırtını dönmektir. 1970’lerden beri CHP’nin kuyruğunda dolaşanlara, şimdi bazı pragmatik sebeplerle HDP içindeki bazı oluşumlar da eklendi. Bu yol, yol değil. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Demirtaş’a verilen barış oyları hiç yokmuş, Türkiye devletine karşı en büyük silahlı direnişi başlatan hareketin lideri Öcalan sanki “şimdi silah değil demokratik siyasi mücadele” zamanı dememiş gibi Kobane savaşına ve PKK’ye özenip; Bu hükümeti iki karakola kurşun sıkarak devireceklerini zannedenler var. Bu çizgi, reddettiğimiz kötü mirastır. Çar’a suikast girişiminde bulunduğu için idam edilen Lenin’in ağabeyi tıpkı yeni Türk maceracı solcuları gibiydi. Lenin, onun yolundan değil Marx’ın, yani uluslararası işçi sınıfı hareketinin
Son zamanlarda bazı grupların başlattığı laiklik kampanyası tam da bu tarz bir gündemdir. Laiklik kampanyası, dindar anayasa kampanyası gibi emek hareketinin örgütlenmesine katkı sağlamayan, onun gücünü bölen bir kampanyadır. Çünkü dindar işçiler açısından laiklik söylemleri İslamofobik ögeler içermektedir. Müslümanlara karşı nefret, ayrımcılık ve düşmanlık demek olan İslamofobi bu topraklarda etkisini hala sürdürmektedir. Bugün Türkiye’de laik-dindar bölünmesi, işçi sınıfı içerisindeki en önemli ayrılıklardan birisidir. Bu öylesine bir bölünmedir ki, sendikal örgütlenmelere bile yayılmıştır. Halbuki kapitalistler işçileri sömürürken dindar veya laik-seküler diye ayırt etmiyorlar. Kapitalizme karşı milyonlarca işçi hep birlikte mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfının ayağa kalkması, birleşik mücadelesini ortaya koyması, kendi haklarını savunması için ekmek-barış-özgürlük kampanyasına ihtiyacımız var. Ancak böyle bir kampanya işçileri bir araya getirir, mücadeleye motive eder.
yolundan gitti. Silahlı mücadele 1960-70’lerde Türkiye solu tarafından çok denendi. Polis-asker vurmakla devrim yapacağını sananların çoğu, 12 Eylül darbesi sonrasında düşündü, tartıştı, bu çizgiyi reddetti. Batı’da silahlı mücadele, zaten güçlü olan devleti güçlendirmekten, Erdoğan’ın korku tiyatrosunda rol yapmaktan, Giresun’da olduğu gibi ırkçı ve faşistlere zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramaz. Daha da önemlisi bu çizgi, kendini emekçilerin yerine koyarak, emekçi sınıfların siyasi mücadelelerini engellemektedir. İkisi de çıkmaz sokak, iki yol da düzeni sarsma yeteneğine sahip değil. Bir üçüncü yol daha var. Bu yol bizim yolumuzdur. Azınlık eylemlerini, kurtarıcıların kitlelerin kendi eylemi yerine hareket etme geleneklerini reddeden, derdi sadece iktidarı ele geçirmek olmayan aşağıdan sosyalizm. Marksizm 2016’da bu yolun önünü nasıl açacağımızı konuşacağız. Herkese çağrımızdır: Türkiye’de özgürlükçü ve antikapitalist bir sol vardır!
10
GELENEK
TARİH NEDİR? NASIL YAPILIR?
Camilla Royle
Tarih konusu sosyalistler için önemlidir. Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı anmalarını saran ideolojik saldırıdan, tarihin egemen sınıf için bir mücadele alanı olduğunu görmek son derece kolay. Egemenler tarihe bir dizi sebepten ihtiyaç duyar. Bunlardan biri sıradan insanları, dünyanın düzeninin hep böyle olduğuna ve değiştirilemeyeceğine inandırmak için geçmişi bir gizem perdesinin arkasına gizlemektir. Tarihin okullarda çoğu zaman öğretiliş şekli bize tek yapmamız gerekenin hangi kralın ne zaman tahtta olduğunu bilmek olduğunu düşündürür. Egemen sınıf için önemli olan bir dizi tarih ve olayı ezberlememiz istenir. Bu şekliyle tarih sadece birbiri ardına gerçekleşen bir olaylar zincirinden ibarettir. Ortada genel bir yapı veya süreç yoktur. Sonuç olarak, bu şekilde geçmişte olanları betimleyebilir, ama onları açıklayamayız. Alman devrimci Karl Marx buna karşı çıkarak insanlık tarihinin materyalist bir açıklamasının geliştirilmesine katkıda bulundu. Tarihe konusundaki Marksist yaklaşıma genellikle tarihsel materyalizm olarak adlandırılır. Bu yaklaşımın başlangıç noktası bir toplumu farklı şekillerde örgütlemenin mümkün olmasıdır ve insan emeğinin oynadığı merkezi rolü temel alır. Marksistler tarihin bir olaylar dizisinden başka bir şey olmadığı görüşünü reddederler. Bugün Britanya’da aşina olduğumuz endüstriyel kapitalizm, daha önce içinde yaşanan feodal toplumdan çok farklıdır. Bu farklılığın kökeninde insan emeğinin bu toplumlardaki çok farklı örgütlenme biçimleri yatar. İlkçağlardan beri insanlar emek güçlerini yiyecek, sıcaklık ve sığınak bulmak için kullanmışlardır. Feodal dönemlerde insanlar bir mülk sahibinin emrinde çalışıyorlardı. Şimdi ise insanların çoğu maaşlarını kazanmak için bir işverenin altında çalışıyor. Bir insan toplumunun mal veya hizmet üretme yeteneği veya kapasitesi üretim güçleri olarak bilinir. Üreten insanların örgütlenme şekli ise üretim ilişkileridir. Eğer bir toplumdaki emek süreçlerini anlarsak bu toplumun
bir bütün olarak nasıl işlediğini anlayabiliriz. Marx bunu “tüm sosyal yapının gizli temeli” olarak adlandırmıştı. Ancak bu sadece başlangıç noktasıdır. Toplumların dini pratikler, kültürel normlar, insanların giydiği kıyafetlerin veya yedikleri yemeklerin çeşitleri gibi doğrudan emek sürecinden çıkarılamayacak farklı özellikleri vardır. Her dönemde belirli bir tip toplum yapısı, en etkili örgütlenme hali olmaktan çıkar ve onun yerini yeni bir toplumsal yapı alır. Üretim güçleriyle üretim ilişkileriyle arasında bir çatışma, bir çelişki ortaya çıkar. Tarihi ilerlemesini sağlayan da bu çatışmalardan doğan altüst oluşlardır. Bir toplum biçimi diğeriyle çatışmaya başladığında savaşlar ve devrimler başlayabilir. Avrupa’nın çoğunda feodalizmden kapitalizme olan geçiş bu tür bir çatışma sonucunda yaşanan değişimin bir örneğidir. Günümüzde ise kapitalizm hiç olmadığı kadar çok insanın işçi sınıfı saflarına katılmasını sağlıyor. Bu sınıfın birleşme, kapitalizmi yıkma ve yeni bir tür toplum yaratma potansiyeli var. Marx’ın söylediği gibi “insanlar kendi tarihlerini yaparlar, ama kendi seçtikleri koşullarda değil” Tarihe bir tesadüfi olaylar dizisi olarak mı yoksa daha büyük süreçlerin işlediği bir olgu olarak mı baktığınız, dünyayı değiştirebileceğinizi düşünüp düşünmemenizi etkiler. Egemen sınıf bir toplumda üretimin örgütlenme şeklinin önemini yok sayar. Onların tarih anlayışında asıl önemli olanlar siyasetçilerin ülkelerine etkili bir şekilde liderlik edip etmediği veya kralların ve kraliçelerin yaşamlarının detaylarıdır. Bir kralın kaç karısı olduğunu veya ne giydiklerini öğrenebiliriz. Daha geniş kapsamlı olan, kralların ve kraliçelerin nasıl ortaya çıktığı konusunun üzerinde ise daha az durulur. Bize insanların her zaman az sayıda zenginin yönettiği ve geri kalan herkesin aşağıda emek sarf ettiği tür toplumlarda yaşadığımız anlatılır. Egemenler kendi toplumun tepesinde olan mevkilerini meşrulaştırmak için, işlerin başka türlü olamayacağını anlatırlar. En eski tarihsel kayıtlardan biri, kâtipler tarafından oluşturulan ve Mısırlı
firavunları anlatan Kral Listeleridir. Bunlar kralların sözde kahramanca eylemlerini ve onların atalarını anlatan kayıtlardan başka bir şey değildir. Bu kayıtlar piramitleri inşa etmek için işe alınan binlerce işçiyi tamamen dışarıda bırakarak bir azınlığa odaklanır. Egemen sınıf tarihin üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurarak kendi fikirlerinin toplumdaki egemen fikirler olarak kalmasını sağlamaya çalışır. Egemen sınıfın insanların tarihe kendi başlarını ulaşmasını ve onu anlamasını engellemeye çalıştığı pek çok örnek vardır. Almanya’da Naziler iktidara geldiklerinde “huzur bozucu” olarak gördükleri kitapları yaktılar. Bu kitapların arasında teorik fizikçi Albert Einstein’ın, psikanalist Sigmund Freud’un, yaza Franz Kafka’nın ve Karl Marx’ın kitapları da vardı. Bu, egemen sınıfın halkın fikirlere ulaşmasını engellemesinin uç bir örneğidir. Geçmişi, toplumun gelişimini ve onu nasıl değiştireceğini anlamak aynı mücadelenin birer parçasıdır. Bazı yazarlar ezenlerin yerine ezilenlerin bakış açısıyla yazılmış tarihler yazarak dengeyi sağlamaya çalışırlar. Bunlar aşağıdan tarihler olarak adlandırılır. Bu tarihçiler “Toplumdaki en yoksullar açısından hayat nasıldı? Kadınlar nasıl bir rol oynuyordu? Kimler dışarıda bırakıldı ve biz onların hikâyelerini nasıl anlatabiliriz?” gibi sorular sorarlar. Tarih boyunca sıradan insanların hayatının neye benzediğini öğrenmek önemlidir. Ancak bu kayıtlar, onlarının rolünün daha kapsamlı bir açıklamasına erişmek yerine, yalnızca insanların hayatını tasvir etmekle sonuçlanabilir. Onlarda insanlar siyasi aktörler yerine içinde bulundukları koşulların kurbanı olarak resmedilebilirler. En iyi tarihler yalnızca insanların hayat koşullarını tasvir etmekle yetinmez aynı zamanda onların bu koşulları değiştirmek için harekete geçtiklerine de işaret ederler. Bugün mücadele edenler geçmişteki mücadeleleri bilmelidirler. Tarihsel materyalizm bize içinde yaşadığımız dünyanın nasıl oluştuğunu ve daha önemlisi onu nasıl değiştireceğimiz bilgisini sunuyor.
ANTİKAPİTALİST
REGL OL TDK
NURAN YÜCE
Yaşlı genç herkesin Türkçe bir kelimenin anlamını bilmediği ya da kullanım alanlarını merak ettiğinde başvurduğu temel kaynaklardan biri Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüdür. Türkiye’nin saygın bilim kuruluşlarından olduğu ifade edilen bu kurum tarafından hazırlanan çağdaş sözlüğün, sürekli geliştirilerek güncellendiği söyleniyor. İşte bu müstesna kurumun web sitesindeki sözlükte ‘kirli’ kelimesinin anlamlarından biri “aybaşı durumunda bulunan (kadın)” olarak yazılmış. Bu açıklama sözlüğe yeni girmiş değil, TDK’ya yöneltilen eleştiriler, tepkiler karşısında kurum tarafından yapılan açıklamada da “toplumda kelimelerin nasıl kullanıldığını tespit edip, olduğu gibi yansıttıklarını” söylemişler. Açıklamaları baştan sona hatalı ama dişi bedenin işleyişine ilişkin doğal bir sürecin kirli olarak nitelendirilmesinin, hastalık olarak görülmesinin sadece TDK’da görülen bir durum olmadığı da çok açık. Bu kullanıma ilişkin çok örnek var. Daha özgür ortamların paylaşım araçlarından Instagram, bir dönem regl fotoğraflarını yayınlayan bir fotoğrafçının fotoğraflarını “uygunsuz içerik” olarak değerlendirip, kaldırmıştı. Gelişen tepkiler üzerine bu kararından vazgeçmek zorunda kaldı. Eyyy TDK! Etrafımızda o kadar şiddet ve kan varken, regl kanına yönelik bu öteleme, aşağılama, hastalıklı görme halleri
nedendir? Daha genç yaşta bir erkeğin kirli kelimesi ile regl dönemini özdeşleştirmesini, genç bir kadını utanılacak, saklanılacak, kendi doğasına yabancılaştıracak ‘kirli’ tanımlamasını doğuracak durum nedir? Regl, kadınların bir sonraki üreme dönemine yenilenmesi için döllenmemiş yumurtalarının rahmi terk etmesidir. Çok doğal olan bu sürecin sonucu olarak kadınlar ancak yeni bir yaşam üretebiliyorlar. Regl gibi ne kutsanacak ne de yerilmesi gereken doğal bir durumdan, kadınların bahsetmemesi, saklaması, utanması bekleniyor. Kadınların her ay kendilerini iğrenç, kirli, güçsüz, hastalıklı hissetmeleri dayatılıyor. Bu fikriyatın temelleri çok eskilere uzanıyor, neredeyse tüm dinlerde regl dönemlerinde kadınların kirli kabul edilmesi ve ibadet etmelerini yasaklayan düzenlemeler ya da ‘malum dönemlerde’ kadınların yemek yapmalarının yasaklanması gibi toplumsal tecrit uygulamaları bile var. Oysa regl kanını, nitrojen bakımından zengin olduğundan tarımda gübre olarak kullanan Antik Yunanlılar da var tarihimizde. Biz kadınların doğurganlığımıza, bedenimize, nasıl giyineceğimize, nerede dolaşacağımıza yönelik talimatlara, tanımlamalara temelinden, kökünden itirazımız var. Sırf kadınlara özgü olduğu için kötülemeye çalıştığınız reglimiz tıpkı nabzımız gibi bizim sağlıklı olduğumuzun göstergesi. Eyyyy TDK biz kirli değiliz, kirli olan sizin zihniyetiniz. Herkesin zihinlerini kirletmeye son verin.
11
GÖRÜŞ KEMAL BAŞAK Savaş değil müzakere PKK, 12 Eylül askeri diktatörlüğünün Kürt halkına yönelik işlediği insanlık suçlarının ardından 1984 yılında gerilla savaşını başlattı. Türk devleti, bundan önceki Kürt isyanlarını bastırmakta kullandığı askeri yöntemlerle PKK’yi yok edeceğini düşündü, fakat askeri yöntemlerle PKK yok olmadığı gibi Kürt sorunu giderek siyasi bir nitelik kazanmaya başladı. Uzun süreli olağanüstü hal uygulamasının yarattığı tıkanıklığı “dağa çıkmak” seçeneğinin dışında arayan Kürtler parlamento yolunu zorladılar. 1987 yılında SHP listelerinden meclise giren vekiller 1989 yılındaki Paris Kürt Konferansında sorunu gündeme getirdiler. Devletin bu girişime yönelik tepkisi savaşı derinleştirmek oldu, vekiller SHP’den ihraç edildi. Siyasi temsilcilerinin dışlanması, Kürt halkının siyasi mücadeleden vaz geçmesine yol açmadı. Halkın Emek Partisi altında örgütlenen Kürt siyasi hareketi, olağanüstü hal koşullarında yapılan 1991 yeniden SHP ile seçim birlikteliği yaptı ve Leyla Zana, Mahmut Alınak, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Selim Sadak ve Sedat Yurtdaş gibi isimler TBMM milletvekilliğine seçildi. Leyla Zana’nın meclis açılışında Kürtçe yemin etmesinin yarattığı gerilime, 1992 Newroz’undaki katliama rağmen, Kürt halkının siyasi çözüm yönündeki kararlılığı Türk devletini ilk defa görüşme masasına oturttu. Cumhurbaşkanı Özal’ın “federasyon da dahil her şey tartışılabilir” yönlü açıklamasının ardından PKK ilk kez ateşkes ilan etti. Ancak devlet içindeki savaş ve “imha” yanlıları Özal’ı çok kısa süre içinde tasfiye etti ve savaş bu kez çok şiddetli bir biçimde yeniden başladı. SHP yeniden Kürt vekillerini partiden ihraç etti. İhraç edilen vekiller DEP’e (Demokrasi Partisi) katıldı. Kürt halkının silahlı güçleri ile dağda savaşırken siyasi temsilcilerini mecliste görmek istemeyen askeri vesayet rejimi, meclisteki partilerden DEP’li vekillerin dokunulmazlığının kaldırılmasını istedi. 2 Mart 1994 tarihinde yapılan oylama ile 13 DEP’li milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Mecliste kalmaya karar veren Orhan Doğan, Leyle Zana ve Hatip Dicle polisler tarafından zorla meclisten çıkartılarak gözaltına alındı. 8 Aralık 1994 tarihinde sona eren mahkemede milletvekilleri Hatip Dicle, Leyla Zana, Orhan Doğan ve Selim Sadak’a 15’er yıl ağır hapis cezası verildi. Bu tarihten sonra devlet Kürt halkı üzerindeki baskısını arttırdı, binlerce sivil JİTEM gibi yapılar tarafından katledildi ve “kaybedildi”. Savaşın zirve yaptığı 1993 – 1997 arasındaki dönemde on binlerce kayıp vermesine PKK imha olmadı. PKK yok olmadığı gibi etki alanını Kürtlerin yaşadığı bütün şehirlere taşıdı. Siyasi olarak da varlığını güçlendirdi, PKK çizgisindeki partiler Türkiye genelinde % 6 – 6,5, ama Kürt şehirlerinde % 50’nin üzerinde oy almaya başladı. 2007 ve 2011 seçimlerinde mecliste grup kuracak kadar vekil kazanan Kürt siyasi hareketi yerel seçimlerde Kürt şehirlerinde ezici bir üstünlük sağlayarak nerdeyse bütün belediyeleri kazandı. 2015 seçimlerinde ise tarihi bir başarı sağlayarak % 10 barajı parçalandı. Devletin daha önce 1994’te denediği ve başarısız olduğu süreci yeniden gündeme getirmesi iki taraftaki acıları korkunç bir şekilde arttırmaktan başka bir sonuç vermeyecek. Bu nedenle HDP lideri Demirtaş’ın çatışmaların durması ve müzakerelerin yeniden başlaması için verdiği samimi mücadeleye destek olmak gerekiyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
HALEP’TE ATESKES, , HAMA’DA İSYAN Suriye’de Halep iki haftayı aşkın süredir yoğun bombardıman altındaydı. Rejim güçleriyle Rusya’nın ortak saldırıları sonucu sözde ateşkes çöktü, siviller katledildi. Daha sonra ABD ve Rusya “uzlaştı”, Halep’te de ateşkes ilan edildi. Ancak bu arada, İdlip'in Sarmada kasabasına yakın Kamune mülteci kampına düzenlenen hava saldırısında en az 30 kişi öldü. Yerel kaynaklar saldırıyı rejim uçaklarının gerçekleştirdiğini aktarıyor. AKP-AB anlaşması yüzünden Mültecilerin Türkiye sınırına yakın yerlerde kalmalarının sebebi ise AKP’nin AB ile vardığı ırkçı anlaşma sonucunda sınırı Suriyelilere kapatması. Hükümet, sivil toplum örgütleri aracılığıyla, Suriye’deki savaştan kaçıp sığınmak isteyen insanları sınırın hemen ötesine kamplar kurarak oralara yerleştiriyor. Baas rejiminin gerçekleştirdiği katliamda, görevden alınan başbakan Davutoğlu’nun “Kayserili pazarlığı” diye övündüğü anlaşmasının rolü büyük. Hama’da isyan Hama’daki cezaevinde kötü koşullara, yargılamaların yapılmamasına ve başka yerlere nakillere isyan eden 800 mahkûm ayaklandı. Baas rejimi cezaevinin elektrik ve suyunu kesti, mahkûmları katliamla tehdit etti. İsyan edenlerin elinde cezaevi yetkilileri ve rejim güçleri var. Esad diktası son olarak isyana son verdikleri takdirde mahkûmlara zarar vermeyeceği sözünü verdi. Ne ABD ne Rusya: Emperyalizm defol! Suriye’de 2011 yılının Mart ayında Arap Baharı’nın bir parçası olarak başlayan isyana rejim güçlerinin katliamlarla yanıt vermesi sonucu yüz binlerce insan yaşamını yitirdi. Rejimin mezhepçiliği ve dış güçlerin müdahalesiyle devrim kanlı bir iç savaşa dönüştü. Her iki Suriyeliden biri evini terk ederek kaçmak zorunda kaldı. 2012’den beri yapılan Cenevre görüşmeleri sonuçsuz kaldı. Rusya ve müttefiki İran, Baas diktatörlüğünü ayakta tutmak için askeri olarak rejime destek veriyor. ABD ve Batı ise sözde muhalifleri destekleyen bir konumdan, son bir yılı aşkın sürede Rusya ile anlaşmış bir şekilde katliamları destekleyen bir pozisyona geçti. AKP ise Suudi Arabistan ile ittifak yaparak muhalif güçlerin içindeki en mezhepçi unsurları destekliyor.
n Mülteciler için tüm sınırlar açılmalı n Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin mültecilik statüsü tanınmalı; eğitim, barınma, beslenme ve sağlık gibi tüm ihtiyaçlarının giderilmesi için adım atılmalı n AKP-AB anlaşması iptal edilmeli n Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı saldırılara ve linç girişimlerine katılanlara yaptırım uygulanmalı n İncirlik Üssü, ABD başta olmak üzere tüm ülkelerin uçaklarına kapatılmalı n AKP, Suriye’deki mezhepçi örgütlere askeri yardımı kesmeli, muhalifleri manipüle etme girişimlerini durdurmalı n Türkiye, Suriye’de Kürtlerin kontrolündeki bölgeye yönelik düşmanlığa ve savaş kışkırtıcılığına son!
Halk rejimin devrilmesini istiyor 2016 yılının ilk aylarında varılan “düşmanlıkların sonlandırılması” anlaşması ilk başta ölümlerin günlük bazda bir miktar düşmesini sağlamıştı. Bu durum, 2011’de ayaklanan halkın tekrar sokaklara dökülmesine yol açtı. Cuma günleri 200’e yakın noktada eş zamanlı gösterile yapılmaya başlandı.
AB ile AKP arasındaki utanç verici anlaşma sonucu Suriye-Türkiye sınırı kapalı, Yunanistan’a kaçan mülteciler ise geri gönderilmeye çalışılıyor.
Suriye halkı, katil Esad gitmeden mücadeleden vazgeçmeyecek. Yerel komiteler ve devrimin taban örgütleri, Esad’ın yanı sıra IŞİD ve El Nusra gibi mezhepçi ve devrimi boğmak isteyen diğer örgütleri de istemiyor. Birçok yerde bu örgütlere karşı halk gösterileri düzenleniyor.
vaadi olarak “Suriyelileri geri yollamayı” sunmuştu. Şimdi ise çeşitli yerlerde “mültecileri istemiyoruz” gösterileri örgütlemeye çalışıyor.
Aylan Kurdî’nin ölümünden beri Avrupa’da mültecilerle dayanışan kitlesel hareketler ortaya çıktı. AB ülkelerinde yapılan bir araştırmaya göre, halkların %68’i hükümetlerinin mültecilere yardım etmesini istiyor. Devletler ise sınırlara çitler dikiyor.
Suriye Devrimi’nin kaderi, dünyanın diğer yerlerindeki kitlesel mücadelelerle doğrudan bağlantılı. Bu yüzden, Türkiye’de ve her yerde devrimle dayanışan aşağıdan mücadeleleri inşa etmek, Suriye halkına yapabileceğimiz en iyi yardım.
Türkiye’de ise hükümet daha önce “kardeşimizdir” dediği mültecilere karşı AB ile ittifak yaparken, muhalefet ise buna karşı muhalefeti örgütlemek yerine AKP’yi sağdan, daha milliyetçi bir hattan eleştiriyor. CHP daha önce seçim
Savaştan kaçıp ülkesini terk eden herkesin başımızın üstünde yeri vardır. Türkiye’ye sığınmak isteyen veya Avrupa’ya geçmek isteyen Suriyeliler için tüm sınırlar açılmalıdır. Bu olmadığı için son bir yılda 3 bine yakın kişi Ege Denizi’nde can verdi.
DEVLET İKİYÜZLÜ: MÜLTECİLERLE DAYANIŞMAYA!
Ölümleri durdurmak ve mültecilerin haklarını kazanmak için bir dayanışma hareketi inşa etmek, önümüzdeki aylarda ırkçılık karşıtlarının temel görevlerinden biri olacak.