DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
580
23 Kasım 2016 2 TL. sosyalistisci.org
İSTİSMAR YASASI GERİ CEKİLDİ, SIRA OHAL’DE ,
KADINLAR DİRENDİ
KAZANDI! YILDIZ ÖNEN: AHMET TÜRK’E DOKUNMAYIN sayfa 3
FAS’TA KANLI REJİME KARŞI YENİ BİR HAREKET PATLAK VERDİ
sayfa 4
SİNAN ÖZBEK: ENGELS’İN DEVRİMCİ GELENEĞİ
sayfa 8
2
GÜNDEM
KADINLARDAN ÖĞRENMEYE DEVAM! Erdoğan “her kürtaj bir Uludere’dir” dediğinde, kadınların kürtaj yasağına karşı kitlesel bir tepki göstereceğini düşünmüyordu muhtemelen. Ama Türkiye’nin bir çok şehrinde, üniversitesinde, okulunda kürtaj yasağına karşı eylemler gerçekleşti.
KADIN HAREKETİ GÜCÜNÜ GÖSTERDİ
Şimdi yine aylardır, 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL günlerinde demokrasi için mücadele edenlerin ve muhaliflerin arka arkaya aldığı yaraların ardından, kadınlar tepkilerini, öfkelerini örgütlediler, sokağa çıktılar ve kamuoyuna istismar yasası olarak mal edilen yasanın komisyona geri gönderilmesini sağladılar. Bu yasa mücadelenin sonucunda mı geri püskürtüldü? Evet! Her konuda mücadele edilmiyor mu? Hayır, kadınların kararlılığında ve hükümet adım atmazsa daha yaygın eylemlerin sırada olduğunu hissettiren türden mücadele edilmiyor. İstismar yasası adı verilen bir gece yarısı operasyonuyla gündeme gelen yasaya karşı mücadelede, önümüzdeki günlerin bütün mücadeleleri için ders alınması gereken çok önemli bir ayrıntı gizli. Yasaya karşı tepki, AKP içinden de geldi, ya da yasaya karşı tepki AKP içinde de çatlaklar yarattı. Mücadele “şeriata karşı” halihazırda derinleşen kutuplaşmayı daha da derinleştirme vazifesi görecek sloganlarla değil, yasanın gerçek içeriği anlatılarak sürdürüldü. Bu, önümüzdeki dönemde çok daha dikkatli bir politik propaganda yapmak için önemli bir veri. Bırakalım onlar kutuplaştırsınlar! “Eyy” diyerek kurmaya başlasınlar cümlelerini. Milyonlarca insanı bir tek insanın cümlelerine hapsolmuş kuklalar olarak görmeden, metal grevi günlerinde olduğu gibi, 15 Temmuz darbe girişimine karşı mücadelede olduğu gibi, hatta daha önce 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, hakları için mücadele etme yeteneği taşıyan kanlı, canlı, duygulu, düşünen, tartan ve adaletsizliklere karşı yavaş yavaş da olsa kızgınlığını biriktiren insanlar olduğunu bilerek, kutuplaştırma siyasetini elimizin tersiyle bir kenara itmeliyiz. Bu nedenle kadın erkek hepimiz, istismar yasasına karşı oluşan tepkinin keskin ucu olan kadınların mücadelesinden, kararlılığından ve kazanma hedefinden öğrenmeliyiz. Bu deneyimi, Sosyalist İşçi’nin geçen sayısında öne sürülen bir demokrasi mitinginin örgütlenmesi için manivela olarak kullanmalıyız. Bu, Kartal’da örgütlenen mitingle alakası olmayan bir şekilde örgütlenmelidir. Demokrasi için miting, demokrasiyle alakalı derde sahip olan herkesi ama herkesi kapsamalıdır. Kutuplaşma değil, kapsama! Temel yaklaşım bu olmalıdır. Geçen hafta söylediğimiz gibi, “baskının dokunduğu, etkilediği bütün toplumsal kesimler, hızla bir araya gelmeli. Devletin tepelerinden korku toplumu inşa edilmek için atılan her adım, aşağıda, şimdilik on binlerce insanı kapsamasa da tepki görüyor. Oturma eylemi yapmak isteyenler, barış için yürümek isteyenler, Cumhuriyet gazetesiyle dayanışmak isteyenler, milletvekiline müdahale eden polislere karşı araya girip fiziksel şiddete maruz kalan Muhammed Cihad gibi aktivistler, okuldan atılan öğretmenler, üniversiteden atılan öğretim görevlileri, hapse atılan ya da atılmaya çalışılan gazeteciler, kapatılan tv ve gazetelerin çalışanları…liste uzatılabilir. Binlerce, onbinlerce insan. Bu insanlara tutuklanan vekil ve belediye başkanlarına oy veren milyonlarca insan eklenebilir.” Liste uzadı gerçekten de. Ahmet Türk gibi isimler de eklendi gözaltına alınanlar arasına. Hızla, kadın örgütleri, Fethullahçı darbecilerle ilgili olmayan kapatılan derneklerin üyeleri, işten atılan kamu çalışanları, OHAL döneminde artan iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin aileleri ve iş cinayetlerine karşı direnen platformlar, kapatılan gazetelerin çalışanları…burada daha fazla uzatmaya gerek olmayan binlerce platform, birey, dernek, parti, kurum, sendika bayraksız, flamasız, “tek pankart tek sloganda” birleşen bir platform kurabiliriz. Bu platform, demokrasi için miting örgütlenmesini, demokrasinin aşağıdan örgütlenmesinin zemini haline getirebilir. Bu sürekli CHP’nin peşinde koşup kazık yemekten daha meşakkatli ama daha kazandırıcı bir yoldur. Bu demokrasi yönünde var olduğundan emin olduğumuz sosyal talebin kendisini göstermesinin de bugün tek yoludur.
OHAL yasakları kadınları mücadeleden alıkoymadı.
Bir hafta içinde kadınlar AKP’ye geri adım attırdı. Bir gece yarısı, AKP’li kadınları dahi haberdar etmeyen yedi erkek AKP’li milletvekili, kamuoyuna istismar yasası adıyla mal olan yasa değişikliği önerisini yaptılar. AKP’li kadın vekiller kendilerine danışılmadığı için oylamaya katılmadılar. Değişikliğe CHP ve MHP’den itirazlar yükseldi ama en net, sert ve kesin itiraz kadın örgütlerinden geldi. Önce sosyal medya üzerinden, ardından hemen sokaklara çıkarak yasa tasarısını protesto eden kadınlar aralıksız mücadele ettiler. Bir çok şehirde gösteriler oldu. Bazı gösterilere polis saldırdı. Kadınları göz altına aldı. Sosyal tepkinin derinliği ve yaygınlığı AKP’nin zirvelerinden çatlak seslerin çıkmasına neden oldu. Başbakan Binali Yıldırım, AKP’nin hukukçularıyla bir araya geldiğinde, yasa değişikliği önerisine mesafe aldı ve “Üzerinde mutabık kaldığımız şekil bu değildi” diyerek hükümetin geri adım atacağının sinyalleri verilmiş oldu. Zira başbakan en başta eleştiriler yükseldiğinde dahi teklifin yasalaşması gerektiğini düşünüyordu.
Yasa neyi amaçlıyordu? Teklif, en basit anlatımıyla cinsel istismar suçunun failinin mağdurla evlenmesi halinde ve belli şartlarda fiilen affedilmesini amaçlıyordu. AKP’liler en başta ne kadın örgütlerini ne de AKP’li kadın vekilleri dinleyecek gibi görünmüyorlardı. Teklifin mutlaka yasalaşacağını söylüyorlardı. Ama mücadele geri adım attırdı. Tepkinin yaygınlığı, “aşırı taraf tutan gazeteler” hariç bir çok gazetede hem de AKP’ye yakınlığı bilinen yazarlar tarafından eleştirildi. Eleştiriler karşısında geri adım atan hükümet yetkilileri yine de teklifin rötuşlanarak geçirileceğini açıkladılar. Ama mücadele bu iddiaya sahip olan AKP’lileri utandırdı. 22 Kasım akşam saatlerinde Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, cinsel istismar yasasıyla ilgili olarak, “Bu konu artık kapanmıştır” dedi. Kadın hareketi uzun süredir ihtiyaç duyduğumuz bir politik zaferi hepimize armağan etti.
AKLINIZDAN BİLE GEÇİRMEYİN! Cinsel istismar yasasının geri püskürtülmesi çok önemli. Fakat çocuklarla dayanışan, çocuklara yardım eden Gündem Çocuk gibi bir derneği KHK ile kapatırken cinsel istismar suçunu işleyenleri affetmeyi aklında geçiren adamlar, her an aynı adımı atabilirler. Bu nedenle, teklifin geri çekilmesini, “şimdilik” olarak gör-
meliyiz. Yasa tasarısı iki önemli değişiklikten oluşuyor. Geçmişe dönük cinsel istismar suçlarının evlilik yoluyla affedilmesi ve ileriye dönük olarak rıza yaşının 15’ten 12’ye indirilmesi. Tasarı gündeme geldiği andan itibaren büyük bir toplumsal tepkiyle karşılandı. Kadın örgütlerinin çağ-
rısıyla kadınlar sokağa çıktı. Yasaya bazı AKP’li kadınlardan hatta hükümet politikalarına yakınlığıyla bilinen kadın derneklerinden de tepki gösterildi. Şimdi bir daha teklifin gündeme gelmemesi için mücadeleyi ara vermeden yükseltmeye hazır olduğumuzu göstermeliyiz.
GÜNDEM
SAVAŞ ÇILGINLIĞI DEMOKRASİYİ YOK EDİYOR ‘El Bab’a gireceğiz, Menbiç’e gideceğiz...’ Bunların Türkiye’nin sınır güvenliği ve Suriye halkının egemenlik haklarıyla ne ilgisi var?
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
AHMET TÜRK’E DOKUNMAYIN Ahmet Türk, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin kaderiyle özdeş bir kader yaşıyor. Demokrasinin çıtasının nerede olduğunu mu ölçmeye çalışıyorsunuz, Ahmet Türk’e bakın, onun nerede olduğuna bakın.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası adeta ‘içerde durup darbe yapmasın, dışarıya yollayalım savaşsın’ denilerek birden fazla cepheye yollanan ordu, haftalardır Suriye topraklarında. ‘Operasyonu bitirip döneceğiz’ demişlerdi. IŞİD’in yaptığı katliamlar gerekçe gösterilmişti. Şimdiyse ordu esas olarak PYD/ YPG yani Suriye Kürtleriyle savaşıyor.
Ahmet Türk cezaevindeyse, Türkiye’de demokrasinin standartları yerlerde sürünüyor demektir. Düşünce özgürlüğü gerilemiştir. İfade özgürlüğü baskı altındadır. Örgütlenme ve gösteri özgürlüğü ise ağır bir darbe almış demektir.
Türkiye sınır ötesi operasyonlarına rağmen Irak’ın kuzeyinde bir Kürt yönetimi kurulmasını engelleyemedi. İçeride barış sürecini bozdu ve Kürtlerle savaşıyor. Suriye’ye “yabancı güçlerin” müdahalesi esas olarak bu topraklar üzerinden gerçekleşmeye devam ediyor. Demokratikleşme ve barış adına ne varsa bu girdap tarafından yutuluyor.
12 Eylül darbesinin cezaevine attığı Ahmet Türk’le hapislik günlerinin hikayesini anlatan bir tanık şunları söylüyordu: “Ahmet Türk’ün koğuşumuza (13. Koğuşa) boş bir çuval gibi atılıverişini hala hatıralarımızdan silebilmiş değilim. Çırılçıplak bir insanın içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi hangi kelimeler anlatabilir ki ben anlatayım.” (Mekki Yassıkaya’yla yapılan röportajdan)
Savaşın maliyeti nedir? Her gün onlarca tank, savaş uçağı ve yüzlerce askerin parası kimden çıkarılıyor? Bunlar henüz açığa çıkmış değil. Fakat savunma adı altında tüm askeri harcamalar ücretlerimizden kesilen vergilerle karşılanıyor. Hükümet, Suriye’ye müdahale eden tüm devletler oradaki sorunu daha da içinden çekilmez kılıp halka zarar verirken kendi halkını da bölgesel savaşın ortasına itiyor.
Tanklara yolu Ak Parti, CHP ve MHP’nin oylarıyla geçen savaş tezkeresi açtı.
EKSEN DEĞİŞİKLİĞİ DEĞİL SADECE BLÖF Ortadoğu’da Amerika ve Rusya arasındaki çekişmeden faydalanmak isteyen Erdoğan, darbeyi destekleyen ABD ve Avrupa Birliği’ne rest çekmeye devam ediyor. Darbe girişimi öncesi yapılan anlaşmaya göre Suriyeli mültecileri sınırları içerisinde tutmasına karşılık, Türkiye vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı tanıyan Avrupa Birliği, aynı zamanda ekonomik yardım da yapacaktı. Sadece 15 Temmuz değil İngiltere’deki referandumun AB’den çıkış kararıyla sonuçlanması ve ABD’de Trump’ın gelişi havayı değiştirdi. Darbeyi örtük bir şekilde destekleyen Avrupa Birliği anlaşmaya sırtını dönerken, Erdoğan sınırları açıp mültecileri gönderme tehditlerine ‘Şangay Beşlisine katılmak istiyoruz’ açıklamasını ekledi. Şangay Beşlisi nedir? Şangay İşbirliği Örgütü, altı üyeden oluşuyor: Çin, Rusya, Kazakistan,
Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan. Altı ülkede gözlemci olarak yer alıyor: Afganistan, Belarus, Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan. Hindistan ve Pakistan, örgüte üyelik başvurusu yaptı. Erdoğan’ın çıkışı Çin ve Rusya tarafından olumlu karşılandı. Şanbay İşbirliği Örgütü, ekonomik bir birlik olmaktan çok askeri bir örgütlenme. Başını ABD’nin en büyük rakibi Çin’in çektiği esas olarak NATO’ya alternatif. Avrupa Birliği’nden farklı olarak üye ülkelerin vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı getirmeyen örgüt esas olarak istihbarat paylaşımı ve “teröre karşı savaşta” birlikte hareket etme amacını taşıyor. Halk ayaklanmaları ve muhalefetin kanla bastırıldığı despot rejimlerle askeri birlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hayatlarında bir değişiklik getirmeyeceği gibi demokratikleşmenin tümüyle rafa kaldırılmasına neden olabilir.
NATO üyesi Türkiye Şangay İşbirliği örgütüne üye olabilir mi? Batı emperyalizminin savaş örgütü NATO, Türkiye’nin güvenlik ortaklığını bırakmayacağını söyledi. Bu sırada İncirlik ve Diyarbakır askeri üslerinden kalkan ABD uçları Suriye’yle Irak’ı bombalıyordu. Tarihi boyunca ABD emperyalizminin çıkarlarının bekçisi olan Türkiye devletinin bu eksenden çıkıp karşı tarafa katılması zor. Ancak uluslararası koşullar Türkiye’ye iki emperyalist odak arasındaki çekişmeden faydalanıp, pazarlık yapma şansını veriyor. Sosyalistler Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine başından beri karşı. Fakat Şangay İşbirliği Örgütü buna bir alternatif olmadığı gibi Asya halklarının kanını emen kapitalist devletlerin örgütüne katılmaya da karşıyız. Erdoğan, Avrupa Birliği ve NATO’ya rest mi çekmek istiyor? Önce askeri üsleri ABD emperyalizmine kapasın.
Ahmet Türk, en sağda ayakta.
Ahmet Türk, o yıllarda dünyanın en vahşi 10 cezaevi arasında gösterilen Diyarbakır cezaevine hapsedildiğinde CHP Mardin milletvekiliydi. Bugün, hakkında kısıtlama kararı olan bir soruşturmada gözaltına alındı ve Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı. Birisinde, 12 Eylül’de başarılı olmuş bir darbenin mağduru. Bu kez, 15 Temmuz’da başarısız olmuş bir darbenin ardından mağdur. Çok ilginç. Bir askeri darbenin yok etmek istediği hükümet ve liderlik, yine bu askeri darbenin baskı altına almak ya da yok etmek istediği Ahmet Türk’ü cezaevine koyabiliyor. Bu açıdan Ahmet Türk’ün maruz kaldığı bu saçma sapan tutuklama süreci, sadece Türkiye’de demokrasinin düzeyini göstermekle kalmıyor, aynı anda iki işlevi daha yerine getiriyor: Birisi, 15 Temmuz darbesiyle ilgili olguları sulandırıyor. Diğer işlevi ise Kürt sorununu çözülemez bir düğüm haline getiriyor olması. Yıllar önce, “Biz konuşulacak son kuşağız” diyen Ahmet Türk, daha sonra bir röportajında “son kuşak”la ne demek istediğini şöyle açıklıyordu: “Demokratik siyasette insanlar öğreniyor, olgunlaşıyor, olaylara bakışı değişiyor. Gençken daha radikal çözümler talep edebilir ama siyaset yaptıkça olgunlaşıyor. Şimdi o olgunluğa sahip insanlar cezaevine atılıyor.” Bu röportajı 2010 yılında vermişti Ahmet Türk. Yıl 2016. Ahmet Türk yine gözaltında.
4
DÜNYA
ABD: TRUMPVARİ BİR KABİNE OLUŞUYOR
GÜNEY KORE: GÖSTERİLER BAŞKANI DEVİREBİLİR
Donald Trump’ın başkanlığı, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı ve hükümet nezdinde olumlu karşılandı. Klasik bir yaklaşım olan, “sandıktan çıkan milli irade” yaklaşımı Trump değerlendirmelerinde de dile getirildi tabii ki. Hatta Cumhurbaşkanı ABD’de başlayan Trump karşıtı gösterilere eleştirel bir yaklaşım sergiledi. Trump’ın kabinesinde CIA'in başına atayacağı isim Kansas Milletvekili Mike Pompeo. Mike Pompeo, Guantanamo’da bir hapishane kurulmasını ve burada uygulanan insanlık dışı yöntemleri destekleyen birisi. Bir özelliği de Tayyip Erdoğan’ı "İslâmî totaliter bir diktatör" olarak görmesi. Darbecilere destek değişmeyen bir politika Trump, emekli Korgeneral Michael Flynn’ı ise Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevine atadı. Flynn, tam İslamafobik. Flynn kısa bir süre önce attığı tweette, Müslümanlardan korkmanın "rasyonel" bir durum olduğunu yazmıştı. Yakın zamanda açığa çıkan bir konuşmasında ise, 15 Temmuz darbe gecesi darbeciler alkışladığı kesinleşti. Flynn Gülen hakkında da sert açıklamalar yapıyor ve Müslüman bir terörist olduğunu söylüyor fakat öte yandan laik ordunun Türkiye’yi İslamileştiren AKP’ye yönelik darbe girişimini övebiliyor. Trump ekibini İslamofobik, ırkçı ve ırkçı olduğunu gizlemeyen isimlerden oluşturuyor. Müslüman Kardeşler örgütüyle El Kaide’yi eş tutan bu isimler, Trump döneminin hem ABD halkları hem de dünya halkları ama en başta Ortadoğu halkları açısından çok sert geçeceğini gösteriyor.
FAS’TAKİ KANLI REJİME KARŞI YENİ BİR HAREKET PATLAK VERDİ MEHDİ REFİK
Geçtiğimiz ay Kuzey Afrika’daki Fas’ta bulunan El-Hoceyma şehrinde, balık satan Muhsin Fikri’nin öldürülmesi, kitlesel eylemlerin tüm ülkeye yayılmasına neden oldu. Fikri polisin el koyduğu balıklarını almak için çöp kamyonuna atlamış ve polislerin kamyondaki ezme makinasını çalıştırmasıyla ezilerek ölmüştü. Bu olayın ardından başlayan gösteriler 2011 yılında gerçekleşen 20 Şubat hareketinin patlak vermesinden bu yana meydana gelen en büyük gösterilerdi. En büyük gösteriler ülkenin kuzeyinde yapıldı; El-Hoceyma’da 70.000 kişi, Tanca’da ise 40.000 kişi yürüdü. Tanca işçi sınıfının ağırlıkta olduğu bir liman şehri ve aynı zamanda çokuluslu şirketlerin yatırımlarını cesaretlendirmek için kurulan iki “serbest sanayi bölgesi”ne de ev sahipli yapıyor. Ülkenin başkenti Rabat’ın yanı
Güney Kore’de devlet başkanı Park Geun-hye’nin istifası için yapılan gösteriler sürüyor. Bir milyondan fazla kişiyi sokağa döken protestolar, ülkede 1987’den beri görülen en büyük eylemlilik.
TRUMP’A KARŞI DİRENİŞ SÜRÜYOR ABD’de cinsiyetçi, ırkçı bir trilyoner kapitalist olan Donald Trump seçildiğinden beri ülke çapında yaşanan protesto gösterileri büyüyor. 100’den fazla üniversitede eylemler yapıldı. Bu gösterilerde etnik azınlıklarla ve göçmenlerle dayanışma talepleri öne çıktı. Trump başa geldikten sonraki ikinci haftasonunda Los Angeles ve New York’ta en kitlesel gösteriler düzenlendi. New York’ta 50 bin kişi Trump’a karşı yürüdü. Birçok ankete göre, kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan Bernie Sanders aday olsaydı, Trump yenilebilirdi. Sanders, ABD’de asgari ücret, siyahların yaşamları ve daha birçok sosyal mücadelenin sesi olarak on binlerce aktivistin desteğini kazanmıştı. Şimdi bu mücadelelerin aktivistleri Trump’ı sokakta yenmek için harekete geçti.
Devlet başkanı Park, eski dostu Choi Soon-sil'in resmi görevi bulunmamasına rağmen önemli devlet işlerine müdahil olduğunun ortaya çıkmasıyla patlayan skandal sonucu zor durumda kaldı. Egemen sınıf ise istikrarsızlığın arttığı bir dönemde devlet başkanının bu şekilde düşürülmesini istemiyor. Park aynı zamanda serbest piyasa reformlarıyla işçilerin haklarına saldıran bir lider. Muhalefetteki tüm güçler, Park’ın azledilmesi için harekete geçti. Sendika konfederasyonları ise 26 Kasım’da ülke çapında grev ilan etti.
sıra Kazablanka, Tetuan ve onlarca başka şehir ve kasabada eylemler yapıldı. Sendikalar henüz eylemlere destek açıklaması yapmadı çünkü Fikri’nin öldürülmesi soruşturmasının sonucunu bekliyorlar.
Birleşmiş Milletlerin düzenlediği ve 7 Kasım’da Marakeş’te başlayan COP22 iklim değişikliği konferansını zayıflatmak için yapılan uluslararası bir komplonun parçası olduğunu savundu.
Ana akım siyasi partiler Kral 6. Muhammet’in otokratik rejimini destekliyorlar. Muhalefetteki İslamcı partiler gösterilere destekçi bir şekilde yaklaşıyorlarsa da, onları örgütlemek veya yönlendirmek için çok çaba göstermiyorlar. Devrimci sol kendini cansiperane bir şekilde mücadelenin içine attı, ama göstericilerin sloganlarını ve taleplerini şekillendirmeyi başaramadı.
Rejim aynı zamanda “Berberi” kartına oynayarak hareketi bölmeye çalıştı. Amazigh ismini tercih eden Berberi etnik azınlığı Kuzey Afrika’ya yayılmış bir yerli halkıdır. Harekeketin patlak verdiği El-Hoceyma’da nüfusun çoğunluğunu Amazigh’ler oluşturuyor ve Fikri’de Amazigh soyundan geliyordu. Amazigh bayrakları ve sembolleri pek çok eylemde öne çıktı. Bazı Amazigh eylemciler bu cinayetin asıl olarak Amazighlerin ezilmesiyle ilgili olduğunu ve Fas’ın temel sorunlarıyla bağlantılı olmadığını savundular. Oysa eylemlerin temelinde neoliberalizmin ve kemer sıkma önlemlerinin neden olduğu köklü sosyal sorunlar var. Yeni işlerin çoğu özel sektörde ve özel sektörde çalışan işçilerin %62’si güvencesiz işlerde çalışıyorlar, 800.000 kişinin ise sigortası yok. Dahası eğitim ve sağlık hizmetlerinde büyük bütçe kesintilerine gidildi. Protesto hareketi gelişmeye devam ediyor. İlk gösterilerin çağrısı facebook üzerinden yapıldı ama artık genç
Rejim hemen halkın öfkesinin önünü kesmeye çalıştı. Kral İçişleri Bakanı Muhammed Hasad’ı resmi bir soruşturma başlatmak ve Fikri’nin ailesine şahsen kraliyet ailesinin taziye mesajlarını iletmek için bölgeye gönderdi. Devlet görevlileri aynı zamanda gösterilerin gücünü de kabul etmeye zorlandı, Hasad “Protesto yurttaşlığın bir ifadesidir” dedi. Ancak Kral’ın müdahalesi protesto hareketini kontrol altına almakta başarısız oldu. Bunun üzerine rejim öfkeli bir medya kampanyası başlatarak, hareketin bir avuç çapulcunun işi olduğunu iddia etti. Devlet, protestoların
eylemciler gösteriler örgütlemek için forumlar oluşturmaya başladı. 6 Kasım’da El- Hoceyma’da yapılan 70.000 kişilik eylemin ardından eylemciler süreci devam ettirmek ve yeni eylemler örgütlemek için bir komite kurdular. Göstericilerin sloganları da gelişme gösterdi; Fikri’nin öldürülmesinden sonraki iki günde sloganlar sorumluların adalete teslim edilmesi talebi yükseltildi ve devletin bazı alt düzey görevlileri günah keçisi yapma çabaları kınandı. Gösteriler devam ettikçe rejimin Fas’ın zenginlikleri üzerindeki tekeline saldıran sloganlar atılmaya başlandı. Göstericiler “Fosfat ve iki okyanus, ama biz zulüm altında yaşıyoruz” sloganını atmaya başladılar. Bu slogan Fas’ın küresel fosfat rezervlerinin %80’ine sahip olmasını ve bir yandan Atlantik’e diğer yandan Akdeniz’e kıyısı olmasına vurgu yapıyordu. Ancak bu kaynakların hiçbiri halkın yararına kullanılmıyor, yalnızca ülkenin zenginliği üzerinde bir tekel kuran seçkinler bunlardan faydalanıyor. Yeni hareket sosyal adalet ve Fikri’nin öldürülmesinden sorunlu olanların cezalandırılmasını talep ediyor. Çeviri: Onur Devrim Üçbaş
RÖPORTAJ
5
“BARIŞI DA İŞ GÜVENCEMİZİ DE KAZANACAĞIZ” 15 Temmuz darbe girişiminin sorumlularını açığa çıkarmak için kullanılacağı söylenerek ilan edilen OHAL’de yayınlanan Kanun Hükmündeki Kararnameler (KHK)'le, binlerce kamu çalışanı işten çıkarıldı. KHK'lar Kürtleri, sol muhalefeti, barış talep eden akademisyenleri, KESK'te örgütlü işçileri sindirmenin bir aracına dönüştürüldü. Sosyalist İşçi olarak bu hafta haksızca işinden olan ve bu hukuksuzluğa karşı mücadele için kolları sıvayan, dayanışmalar örgütleyen kamu emekçileriyle konuştuk.
Gül Köksal, Kocaeli Üniversitesi’ndeki görevinden KHK’yla alınan bir akademisyen. Kendisi gibi haksızca işten çıkartılanların bir araya geldiği, Kocaeli Dayanışma Akademisi’nin üyesi. Son 1 yılın savaş koşulları ve OHAL dönemiyle birlikte yaygınlaşan yalnızlaşma, çaresizlik hissini kırmanın yolu nedir sizce? Çok basit bunun cevabı. Farklılıklarla yan yana gelmek, bunlara rağmen ve bunlarla birlikte yan yana olmaktan geçiyor. İnsanın yalnız olmadığını hissetmesi çok rahatlatıcı bir şey. Sadece iş anlamında değil, insani olarak da seni olduğu gibi kabul eden birilerinin varlığı önemli. Bu da ancak örgütlenme yollarıyla olur. Sendikalar, meslek örgütlenmeleri, demokrasi, kent hakkı, yaşam hakkı mücadelesi ve de tabii mümkünse bütün bunların yan yana gelebileceği alanlar. İlla aynı çatı altında olmak zorunda değil. Kocaman bir dünyadayız. Kırmadan, dökmeden yan yana gelmek mümkün. Hep bize yapılan baskılar açısından görüyoruz ama karşımızdaki de kendi elindekini kaybetmemek için bu baskıyı yapıyor, kaskıyla, tomasıyla, gazıyla geliyor. Kendi gücümüzün farkına varmamız gerekiyor. Yan yana gelmek hepimiz, en başta da kendimiz için iyi bir şey. Yalnız değilim, başıma bir şey gelirse destek olacak insanlar var, bu kan bağıyla, maddi bağla değil tamamen gönüllülüğe bağlı bir şey ve bu yüzden çok önemli. Yalnızlığı aşmanın yolu dayanışma. Bu dönemde farklı alanlarda sizin Kocaeli'e yaptığınız gibi dayanışma ağları örgütlenmeye çalışılıyor. Ancak direnişler birbirinden ayrı ilerliyor gibi. Sınıfın birliğini nasıl sağlayabiliriz? Özgürleşme kaybettiklerimizle başlıyor. İnsanlar taksitlerini düşünüyor, çocuğunu
okutuyor filan, ama çat diye okullar kapatılıyor işte. Bu basınca uzun süreli dayanılamaz. Gezi öncesi de böyleydi hatırlarsanız. Bir şeyler birikti ve kendisinden hiç böyle bir şey beklenmeyen gençler, bambaşka bir şey yaptılar. Şimdi rektörler atanacakmış, ama zaten önceden seçim mi oluyordu? Seçim yapılıyordu sonra Cumhurbaşkanı birini seçiyordu, birinci olan gitmiyordu ki. Kaldı ki üniversitedeki seçimlerinde yardımcı doçent altındaki kadrolar oy kullanamıyordu zaten. Seçim zamanı tıp, mühendislik gibi fakülteler hep alıyordu, ama öğretim görevlisi, bütçesi, döner sermayesi daha az olan kurumlarda seçim adil değildi. Yani üniversite sanki demokratik bir ortammış, özerk bir yapıymış gibi bir hâl doğru değil. Ben dürüstlükle sorunun görülmesinden yanayım.
İshak Kocabıyık, KESK’e bağlı Birleşik Taşımacılık Sendikası yöneticisi. OHAL ve KHK’ların, darbe girişiminin ardından darbecilere karşı mücadele gerekçesiyle çıkartıldığı söylendi ama uygulamada işçilere ve demokrasi mücadelesine vuran bir işlevi var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Tabiki 15 Temmuz bir milattır. Hem darbe girişimi hem önlenmesi hem de sonuçları bakımından. Ama darbe girişimini fırsat bilerek, kamu çalışanlarına yönelik güvencesizleştirmeyi çağrıştıran uygulamalarla karşılaşıyoruz. Ben asıl sürecin 7 Haziran’la başladığını düşünüyorum. Barış, adalet, dayanışma ve iş güvencesi beraber bir anlam taşıyabilecek kavramlar. 7 Haziran’dan itibaren biz barış ve adalet duygusunu git gide yitirdik. 15 Temmuz’dan sonra yaşananlar devletin kendisini yeniden yapılandırmasına, rejim değişikliğine işaret eden ve bu konuda önüne gelen bütün engelleri temizlemeye yönelik bir tutumdur. Bu tutum yeni ortaya çıktı bir saldırı biçimi ola-
rak. Muhatapları olarak biz, buna karşı bir mücadele oluşturmakta geç kaldık. Ama hiçbir şey bitmiş değil. İşçi sınıfının onlarca yıllık mücadele, örgütlenme geleneği var. Biz bu geleneğin desteğiyle bu süreci atlatacağız. Bu dönemde sınıfın birliği nasıl sağlanabilir? Ben kimi filizlerin olduğunu düşünüyorum ve biliyorum. Kendi sendikamızdan, başka sendikalardan, atılan arkadaşlarımızla gösterilen dayanışmalar var. Atılan arkadaşlarımız sadece sendikamızın üyesi olanlar değil. Darbeyle alakası olmayan insanları işten atmak için çeşitli suçlar yaratıldı, bu gerekçeyle işinden atılan arkadaşlarımıza yönelik bile bir dayanışma duygusu oluştu. Bu önümüzdeki dönemde adalet ve barış talebimiz için çok önemli. Pratik olarak dayanışma nasıl ilerliyor? Kimi yerlerde çalışan arkadaşlarımız, sendikamızın faaliyetinin dışında, kendiliklerinden maddi olarak, büyük rakamlar olmasa da değeri fazla olan bir yardım ilişkisine girdiler. Hukuksal olarak destek vermeye çalışıyoruz. OHAL’de işten çıkarmalar kamu sektöründe güvencesizleştirmenin vesilesi olabilir mi? İş güvencesi kamu işçileri için vazgeçilmez bir talep. Normal koşullarda kolayca elimizden alınacak bir hak değildi. Ama darbe girişimini buna da vesile ettiler. Bırakın iş güvencemizin tartışılmasını, daha önce taşeron olarak güvencesiz çalışan arkadaşlarımızın da iş güvencesine sahip olması yönünde mücadele yürütüyorduk. Şimdi ne yazık ki kendi iş güvencemizin elimizden gittiğini gördük. Sermayenin, devletin, kapitalizmin yıllardan beri söylediği güvencesizleştirmeyi bir miktar başardılar. İş güvencemiz yoksa hiçbir şeyimiz yok. Bun-
dan sonra barış, demokrasi, emek, adalet mücadelemizde iş güvencemiz temel taleplerimizin başında gelecek. Diğer sendikalarla bir iletişim var mı? Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen, KESK 657 no.lu yasa konusunda benzer açıklamalarda bulundu, ‘kırmızı çizgimizdir, genel grev sebebidir’ gibi. Bu konfederasyonlar arasında Memur-Sen en büyük olanı, ama bırakın bu konuda bir karşı duruş sergilemeyi, işten atılmaları destekler pozisyonda. Sınıf mücadelesi cephesini geliştirmemiz lazım. Türk-İş’in topyekun desteklenecek hali yok belki ama tabanındaki işçiler veya bazı şubeler önemli. İzban grevinde gördük, makinist arkadaşlarımız iyi bir tutum sergilediler. Bundan sonra bu küçük adacıkları bir araya getirebiliriz umarım. Savaş ortamını işyerlerini nasıl etkiliyor? Şöyle bir farkına varma hali oluştu; biz 7 Haziran öncesini biliyoruz, çözüm sürecini de biliyoruz. Savaş döneminde yaptığımız sendikal çalışmalarla, çözüm süreci zamanında yaptığımız çalışmalar arasındaki farkı biz yaşadık. Nihayetinde daha iyi sendikal mücadeleyi yaratabileceğimizi, o iki senelik dönem içinde gördük. Bunu çalışanlar da gördü. Çatışmasızlık ortamının, kendi kişisel, gündelik hayatlarını ne kadar rahatlattığının farkına vardı. Ben alttan alta işçiler açısından bunun farkına varıldığını ama gündeme getirebilecek, taraf olabilecek, siyaseten sonuç yaratabilecek bir örgütlenme olmadığı için sorun yaşadığını düşünüyorum. Çünkü devlet şehirleri yakıp yıkarken insanların tek başına bir şeyler yapması mümkün değil. Barışı, adaleti, dayanışmayı, özgürlüğü temel alan ve çok geniş kesimlere ulaşabilecek bir örgütlenmeye her zamankinden çok ihtiyacımız var, özellikle işçiler olarak.
6 GÜNDEM
ÖNCE OHAL KALDIRILMALI
Başkanlık gibi ülkenin yönetiminde köklü bir değişikliğe gidilecek tartışma, olağanüstü hâl koşullarında, hükümetin KHK’larla normalde yapamayacağı her türlü değişikliği keyfi olarak devreye aldığı bir siyasi atmosferde yürütülemez. On binlerce kişinin KHK’larla açığa alındığı veya ihraç edildiği, TBMM’deki en büyük üçüncü siyasi partinin eş başkanları ve milletvekillerinin hapse atıldığı, ülkenin tümünde yasakların sınır tanımadığı, polisin en küçük protesto gösterilerine dahi saldırdığı bir ortamda, ne sağlıklı bir siyasi tartışma yürütülebilir, ne de bir referandum etrafında farklı taraflar kampanya yapabilir. Dolayısıyla öncelikle OHAL kaldırılmalı ve asgari demokratik koşullar sağlanarak bu tür bir sürece girilmelidir.
BAŞKANLIKTA FAŞİSTLERLE ORTAKLIK
Başkanlık sistemiyle ilgili tartışmalarda ise bugün gelinen nokta, 11 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin “fiili durumu hukuki hâle getirme” çağrısıyla başlamıştı. Bu kapsamda MHP’nin “hassasiyetlerini” dikkate alan görüşmeler başladı. AKP ile MHP arasındaki görüşmeler için “Hayırlı olsun” yorumunu yapan Tayyip Erdoğan ise “Başkanlık, cumhurbaşkanlığı sıkıntı değil; partiyle ilişiğinin kesilmesi doğru değil. Anayasa teklifinin cumhurbaşkanlığı veya başkanlık şeklinde olmasının benim için bir sakıncası yok” diye konuşmuştu. İki parti anayasa ve başkanlık konusunda anlaşırsa, mecliste 367 vekil şartı aranacak. Bu bulunamazsa ve en az 330 vekil tasarılar lehine oy kullanırsa referanduma gidilecek.
YERLİ VE MİLLİ BAŞKANLIK DEĞİL ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ! Hükümetin hem başkanlık rejimi hem de “yeni” anayasa için arayışları sürüyor. Bu konudaki partneri ise Başbakan Binali Yıldırım’ın sık sık övgüler yağdırdığı Devlet Bahçeli ve onun partisi faşist MHP. İlk tur görüşmelerin ardından basında yer alan bilgilere göre, “başkanlık” adı kaldırılarak “partili cumhurbaşkanlığı” getiriliyor. Buna göre, cumhurbaşkanı yürütmenin başı olacak ve başbakanlık ortadan kaldırılacak. Eskisi enternasyonalizm mi kokuyordu? Yeni anayasa ile ilgili tartışmalarda ise durum daha da vahim. MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan, anayasanın ilk dört maddesinin değişmeyeceğini “Yanından bile kimse geçemeyecektir” sözleriyle anlattı, ‘sapasağlam Türk milliyetçiliği kokan’ bir anayasa olacağını söyledi. AKP’nin 14 yıldır canlı tuttuğu yeni anayasa vaadi, asıl olarak ilk dört maddenin değiştirilmesi, Türklüğe yapılan göndermelerin kaldırılması bağlamında tartışılıyordu. Dolayısıyla, böylesi bir anayasa değişikliği, Kürt sorununda çözüme giden yolun bir parçası olarak ele alınıyordu. Bugün ise Kürt sorununda savaş politikalarının uygulandığı koşullardayız. Hükümet, 12 Eylül darbe anayasasında 2010’daki referandumla özgürlükler ve demokrasi lehine açılan tüm gedikleri kapatacak, yerli ve milli anayasa yapmaya hazırlanıyor. Bunun hiçbir şekilde “yeni” bir anayasa olmayacağı açık. Şablonlar üzerinden yürünemez Başkanlık sisteminin, hükümetin iddia ettiği gibi “Türkiye’nin bütün sorunlarını çözecek” bir sihirli formül olduğu iddiası baştan aşağı yanlıştır. Bununla birlikte, her koşulda ve her durumda kategorik bir başkanlık sistemi karşıtlığı da anlamlı gözükmüyor. Bugün dünyada başkanlıkla
yönetilen birçok ülkede, kitlesel özgürlük mücadelelerinin elde ettiği tarihsel kazanımlar sonucu, örneğin parlamenter sistemle yönetilen Türkiye’ye göre daha demokratik koşullar olduğunu söylemek mümkün. Veya, Türkiye’de pek çok muhalifin sempatiyle baktığı Venezuela’daki rejim başkanlıkla yönetiliyor. Türkiye başkanlık sistemine geçse dahi mücadele bitmeyecek; başkanlığa muhalefette böyle imaların yer alması büyük bir hata olacaktır. Diğer yandan, başkanlık sistemine karşı çıkış, bu sistemin her koşulda kötü olduğu gibi kategorik reddiye içeren bir propaganda üzerinden değil, Türkiye’deki somut siyasi koşullar ve getirilen öneri üzerinden yürütülmelidir. Erdoğan’ın değil Türkiye kapitalizminin ihtiyacı Bundan bir süre önce, başkanlığı Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı dönemi sonrası yargı süreçlerinden muaf kalma, partisinin ve arkasındaki kitlesel desteğin siyasi lideri olarak iktidara tutunma isteğiyle açıklamak haklı görülebilirdi. Ancak AKP’nin 1 Kasım 2015 seçimleriyle yaralarını sardığı, Erdoğan’ın Davutoğlu’nu tasfiye ederek kendi tabanı üzerindeki hakimiyetini pekiştirdiği, 15 Temmuz sonrası OHAL koşullarında ise KHK’larla istediğini yapabildiği bir ortamda, başkanlığın bu arayışlara yanıt olarak planlandığını söylemek zor. MHP’nin bizzat destek verdiği, CHP’nin ise “Getirsinler bakalım” pozisyonuna çekildiği “yerli ve milli” mutabakat döneminde, başkanlık eğilimi yalnızca AKP’nin değil, bütün sermaye sınıfının istikrar arayışının bir ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Hem Ortadoğu’da kızışan hegemonya mücadelesi ve Türkiye’nin buradaki rol kapma isteği hem de ekonomik göstergelerin olası bir krize işaret ediyor oluşu, egemen sınıf açısından devleti yönetecek daha “güçlü”, daha hızlı karar alabilecek bir hükümet mekanizmasını gündeme getirmeyi avantajlı kılıyor.
GÜNDEM 7 GÖRÜŞ Roni Margulies
GERİ ADIM ATTIRABİLİYORMUŞUZ Hükümetin “erken yaşta evlendirilenlerin mağduriyetlerinin giderilmesine ilişkin düzenleme” dediği, toplumun geri kalanının ise “tecavüzcüleri affetme düzenlemesi” olarak gördüğü düzenleme ortadan kaldırıldı. Yani toplum tarafından püskürtüldü. Ben bu yazıyı yazarken, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “siyasî partiler bu konuda geniş bir konsensüs sağlar, birlikte bir hareket yolu bulurlarsa yeniden gündeme gelebilir, ama onun dışında bu konu artık kapanmıştır” dedi. Sonra biraz kıvrandı, “ben Adalet Bakanı olarak küçük yaştaki evlilikleri savunan birisi değilim” dedi, “gerçekten iyi niyetle yapılan bir işten çok olumsuz sonuçlar çıktı” dedi, ama sonuç çok açık: Geçirmek istedikleri yasayı geçiremediler. Cumhurbaşkanı olaya Adalet Bakanı’ndan daha erken uyandı; bir gün öncesinden “tartışmanın, kamuoyunda çok farklı tepkilere, eleştirilere, önerilere neden olmasının, konunun yeniden ele alınmasını gerektirdiği açıktır” diyerek yan çizdi.
Darbe yenildi, demokrasi nöbetleri tutuldu. Gelinen nokta ise OHAL’in devlet içindeki temizlikten çıkıp muhalefete baskıya dönüştü. Darbe bundan daha iyi sulandırılamazdı. Halk direnişinin yarattığı hava yerini küfür, kavga, hakarete bırakmış gözüküyor.
REFERANDUMDA NASIL TUTUM ALMALI? Olası bir referandumda, toplumdaki klasik dindar-laik kutuplaşmasının, kategorik Erdoğan destekçiliği ve karşıtlığı gibi pozisyonların dışında, başkanlık sisteminin bugün Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yanıt olduğunu, bunun doğal olarak emekçilerin zararına olacağını ısrarlı ve incelikli bir şekilde anlatmak zorundayız. Halkı kazanmak Bunun bir yolu, Türkiye devletinin Ortadoğu’da oynamak istediği altemperyalist rolün teşhiri. AKP, hiçbir şekilde Arap Baharı’yla birlikte ayaklanan yoksul işçi kitlelerin dostu veya müttefiki değil. Emperyalizmin bölgedeki en sıkı hizmetçisi İsrail ile “normalleşme” sağlıyor. Mısır’daki Sisi cuntasının baş destekçisi Suudi Arabistan ile müttefik. Baas rejimi Halep’i kuşatırken, Rusya ile anlaşma sağladığı için buna sessiz. Kürtlerin kazanımlarını engellemek için Suriye topraklarına askeri harekât başlattı ve burada TSK askerleri ölmeye devam ediyor.
Dünyadaki dalganın bir parçası
Dolayısıyla başkanlık da tüm dün-
Bir diğer yolu ise kıdem tazminatının gaspı, kiralık işçi büroları, taşeronlaştırma ve her tür esnek çalışmanın dayatılması gibi uygulamalarla Türkiye halkının yoksulluğa ve işsizliğe mahkûm edilmesi.
yada egemen sınıfların istikrar ara-
Olası bir krizde patronlar faturayı işçiye kesmeye çalışırken, en son Siirt’teki madenci katliamında yine bir “ihmal görmeyen” AKP patronların savunmasına koşacak. Başkanlık sistemi, ekonomik sorunları patronların lehine çözmek isteyen “istikrar” arayışının ilacı olacak. Pratikte nelere yol açacağı belli Başkanlığın neler getireceği, onun taşlarının döşendiği günlerden belli. Barış isteyen akademisyenlerin işten atıldığı, öğretmenlerin ihraç edildiği, Ahmet Altan’dan Cumhuriyet gazetesine basına yönelik baskıların tırmandığı, HDP’li vekillerin tutuklandığı günler, aynı zamanda başkanlığın önümüze konulduğu bir süreç.
yışına karşı sağcı otoriter eğilimlerin arttığı, Trump gibi liderlerin başkan seçilebildiği bir ortamda, Türkiye’de devletin otoriterleşmeyi artırdığı bir yola girilmesi anlamına gelecek. Çözüm ve demokrasi odaklı bir kampanya Bunları yaparken, geleneksel olarak AKP’ye ulusalcı-milliyetçi temellerde muhalefet yürütenlerle kendimizi tamamen ayrıştırmalıyız. Böyle eğilimlerin hem bugün hem de 2010 referandumunda “Hayır” diyor olmaları çelişki. O dönem “Yetmez ama Evet” ve bugün “Başkanlık değil demokrasi” diyenler ise tutarlı bir hattı sürdürüyorlar. Çünkü odağımızda özgürlüklerin önünün açılması, demokratikleşme ve barış var.
Uzunca bir zamandır, hükümet her istediğini yapabiliyor gibi bir hava var. Hükümetin yaptıklarını doğru bulmayan her cenahta şöyle bir his hakim: Yaptıkları ne kadar haksız, hukuksuz, gayrimeşru olursa olsun, karşı koyamıyoruz, hiçbir şey yapamıyoruz. Bu sabah, bir Kanun Hükmünde Kararname daha çıktığı, binlerce kişinin daha işten atıldığı, Kürt hareketinin en saygın, en meşru isimlerinden Ahmet Türk’ün de tutuklandığı haberleriyle uyandık. Ve bu sabah, “Karşı duramıyoruz” duygusu büyük ihtimalle daha da yaygınlaştı. Cumhurbaşkanı’nın yan çizmesi ve Bekir Bozdağ’ın “bu konu artık kapanmıştır” açıklaması, bu nedenle önemli. Karşı durabiliyoruz. Yan çizmelerini ve konuyu kapatmalarını sağlayabiliyoruz. Ama bunu yapabilmenin önkoşulu, toplumun geniş kesimlerinin “Bu iş yanlıştır” diye düşünmesi. Tecavüzcüleri affetme düzenlemesi hakkında her kesim “Bu iş yanlıştır” diye düşündü. AKP tabanının önemli bir kesimi ve hatta AKP milletvekillerinin bir kısmı dahil. Dolayısıyla hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. OHAL hakkında, on binlerce kişiyi hiçbir hukuk sürecine başvurmadan işten atmak hakkında, KHK’ler hakkında, Kürt halkının tüm demokratik haklarına tecavüz etmek hakkında hükümet toplumun çoğunluğunu ikna etmiş durumda. Toplumun çoğunluğu “Bu işler yanlıştır” diye düşünmüyor. Dolayısıyla hükümet bunları yapabiliyor ve durduramıyoruz. Zaman, moral bozma, eve çekilme, Avrupa’da iş arama zamanı değil. Toplumun en geniş kesimlerine haksızlığın, hukuksuzluğun, OHAL’in yanlış olduğunu, “FETÖ’yü ezmek, terörü yenmek” bahanesinin geçerli olamayacağını anlatma zamanı. “Laik Cumhuriyet’i savunuyoruz” zırvalıklarına hiç kredi vermeden, umutsuzluğa ve korkuya kapılmadan.
8
GELENEK
ENGELS’İN DEVRİMCİ GELENEĞİ SİNAN ÖZBEK
Friedrich Engels 28 Kasım 1820’de Almanya’nın Bremen Kentinde (Julich-Kleve-Berg) dünyaya geldi. Varlıklı bir tekstil fabrikatörünün oğluydu. Lise son sınıfındayken hümanist fikirlere duyduğu ilginin artması, babasıyla ilişkisinde de bir sorun olmaya başlıyor. Bu sorun, Engels’in babasının yanında çalışmaya başlamak zorunda kalmasıyla noktalanıyor. 1838 yılında daha 18 yaşındayken ticaret konusundaki eğitimine devam etmek için Bremen’e büyük işadamı Heinrich Leupold’un yanına geçiyor. Burada yaşadığı üç yıl özgürlükçü görüşleri izlemesini, edebiyatla daha yakından ilgilenmesini de sağlıyor. “Genç Almanlar” çevresi ilgisinin merkezine yerleşiyor. Birtakım edebi denemeler de yapıyor. 1839-1841 yılları arasında Fridrich Oswald mahlasıyla yazılar yayımlıyor. Engels, 1841 yılında felsefe derslerini, seminerlerini izlemeye başlıyor. Felsefe çalışmalarıyla birlikte Bruno ve Edgar Bauer ile ilişkiye geçiyor ve “Genç Hegelciler” çevresin bir mensubu oluyor. Daha 22 yaşındayken ticari gerekçelerle İngiltere’ye (Manchester) geçiyor. Bu seyahati Köln üzerinden yapıyor. Engels, İngiltere’ye geçmeden uğradığı Rheinischen Zeitung editörlüğünde Marx ile tanışıyor. Daha bu yıllarda başlayan dostluk, ömür boyu sürecek bir yoldaşlık ilişkisine dönüşüyor. Engels’in Wupartal kentinde dikkatinin merkezine yerleşen sefalet, İngiltere’de de ilgisini çekiyor. Sefalet, giderek işçi sınıfın durumuna ilişkin çalışma ve analizlerine konu oluyor. Kısa bir yazıda Engels’i ve onun gibi insanları anlatmak son derece zor bir iş. Dolayısıyla burada üç noktanın altını çizmekle yetiniyorum. Birinci olarak; Engels, bütün ömrünce dinmeyen bir bilgi açlığıyla kendini öğrenmeye veriyor. Felsefe, temel çalışma alanlarından biri. Çağının en etkili filozofu Hegel, okumalarında önemli bir yer tutuyor. Aynı şekilde din hakkında çalışmalar yapıyor. Bunu, bir yandan büyük etkiye sahip Feuerbach’ın eserlerini inceleyerek bir yandan da tarih okumalarıyla sürdürüyor. Üçüncü bir araştırma alanı olarak Fransız materyalizmi merkezi bir yer tutuyor. Felsefenin önemli isimlerini iyi biliyor ve felsefi sorunlara çözüm arıyor. Bu yüzden hemen her biyografisinde filozof sıfatına da yer veriliyor. Doğa bilimlerinin tutkulu takipçisi. Felsefi sorunları doğa bilimlerinden aldığı destekle cevaplamaya çalışıyor. Bu çalışma tarzı, farklı bir felsefe yönteminin de öncülerinden olduğunu gösteriyor. Tarih de okumalarının önemli bir ayağını oluşturuyor. Somut sorunlara cevap ararken tarih okumalarında yoğunlaşıyor ve tarih bilgisinden de faydalanıyor. Bu yüzden her biyografisinde tarihçi sıfatına yer veriliyor. Doğa bilimleri, felsefe ve tarih alanındaki bilgilerini toplumu anlama ve
anlatmaya adadığı için de toplum bilimci nitelemesini de hak ediyor…
İkinci olarak; bütün teorik çalışmalarını sürdürürken bakışını sürekli olarak işçi sınıfı ve hareketlerinin üzerinde odaklıyor. Bütün hayatı boyunca işçi hareketleriyle bağ içinde davranıyor. Muhakkak işçi sınıfının örgütleri içinde yer alıyor. Bunları düzenliyor, yönlendiriyor. İşte bu yüzden daha 28 yaşında Marx’la birlikte Komünist Manifesto’yu yazıyor. Lenin, Marx ve Engels’in işçi sınıfına hizmetlerini, şöyle ifade ediyor: “Onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler ve boş hayallerin yerine bilimi koydular”. Hayatı boyunca işçi sınıfı ve örgütlü mücadelesinden kopmuyor. Yine Lenin anlatıyor: Fransa’da başlayan ve sonra da öteki Batı Avrupa ülkelerine yayılan 1848 Devrimi, Marx ve Engels’i Almanya’ya dönmesine neden oluyor. Köln’de yayınlanan demokratik Neue Rheinische Zeitung’un yönetimini alıyorlar. Marx ve Engels, Ren Prusyası’ndaki tüm devrimci-demokratik hareketin kalbi ve ruhu oluyor. Gerici güçlere karşı, halkın özgürlüğünü ve çıkarlarını savunmada sonuna kadar mücadele ediyorlar. Karşı güçlerin galibiyetinden sonra, Neue RheinischeZeitung yasaklanıyor. Marx, sınır dışı ediliyor. Engels silahlı halk ayaklanmasına katılıyor. Devrimci güçlerin yenilgisinden sonra, İsviçre yoluyla Londra’ya kaçıyor. 1848-49 hareketinden sonra, Marx ve Engels sürgünde kendilerini yalnızca bilimsel araştırmalarla sınırlamıyor. 1864’te Marx, Uluslararası İşçi Birliğini kuruyor ve bu kuruluşa bir on yıl boyunca önderlik ediyor. Engels de bu çalışmalarda aktif bir görev alıyor. Engels, bütün ömrünü bir devrimci olarak sürdürüyor. Üçüncü olarak; mücadelesi ve teorik çalışmaları tam bir enternasyonal zemine oturuyor. Dünyanın neresinde bulunuyor olursa olsun derhal işçi sınıfının örgütleri içine giriyor. İşçi sınıfının mücadelesinin uluslararası birliği için çalışıyor ve bu birliği sağlayacak örgütlerin inşasına başlıyor. Engels, hayatı, eserleri ve siyasi mücadelesiyle tam bir enternasyonalist… Kuşkusuz Engels, Marx’la birlikte öğretinin kurucusudur. Engels’i, Marx’ın yanında ikincil bir unsur bir destek kuvveti düzeyinde görmek doğru değildir. Engels, Marx’ın ölümünden sonra sosyalist hareketin baş temsilcisi ve fikir hocası konumunu alıyor. Bu arada gelen eleştirileri cevaplıyor, teoriyi muhkemleştiriyor. Bir yanda da Marx’ın eserlerinin yayımlanması işini üstleniyor… Son bir not eklemek gerekiyor: Engels tam 20 dil biliyor bunlardan aralarında Arapça ve Farsça da olan 12’sini son derece iyi ve aktif kullanıyor… Hayatı ve mücadelesi işçi sınıfı mücadelesine ışık olmaya devam ediyor…
EMEK GÜNDEMİ
ASGARİ ÜCRET PAZARLIKLARI BAŞLADI 2017’deki asgari ücret için pazarlıklar başladı. Türk-İş şimdi 1300 lira olan asgari ücretin yeni yılda 1600 lira olmasını talep ediyor. Maliye bakanının işçi tarafını temsil eden sendikaya yanıtı “İstemenin sonu yok” oldu. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu ise 50 liralık bir artıştan yana olduklarını söyledi. Hükümete yakın gazeteler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 1400 lira teklifiyle geleceğini söylüyor. Geçen ay itibarıyla dört kişilik bir işçi ailesinin yaşamak için yaptığı kira, gıda, ula-
şım gibi harcamaların tutarı 1400 liraydı. Buna açlık sınırı deniyor.
Sermaye tarafı asgari ücretin açlık sınırı altına tutulmasını isterken, Türk-İş önerisini aşırı bulan Ak Parti hükümetinin bulduğu yol (eğer gazetelerin yazdığı doğruysa) 6,5 milyon işçinin aylık geçimini açlık sınırına getirmek! İnsanca bir yaşam için gerekli olan şeyler ise yine işçilere çok görüldü. Anti-demokratik işleyiş Her yıl Aralık ayında toplanan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, devlet, sermaye ve işçi tarafları adına beşer temsilciden
oluşuyor ve artışa burada karar veriliyor. Sermaye tarafı devlet temsilcileriyle baştan bir ittifak oluşturduğu ve hükümet öncelikle onların çıkarılarını gözettiği için işçiler baştan kaybediyor. Sendika yönetimleri masada başlayıp bitirmekten yana gibi gözüküyor. Oysa Türkİş yanına diğer sendikaları da alıp asgari ücretin 1600 lira olması için mücadele ederse sonuç değişebilir. Vergiyi kaldıracağız dediler, duruyor Öte yandan Ak Parti’nin seçim vaatlerinden olan ve iki yıl önce ‘kaldırıyoruz’ açıklaması yapılan asgari ücrettteki vergi olduğu gibi duruyor.
İZBAN GREVİNİN ARDINDAN Türk-İş’e bağlı Demiryol-İş İzmir Şubesi ile TCDD ve İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin ortak olduğu İZBAN A.Ş. yönetimi arasında 6 Haziran 2016 tarihinde başlayan ve aylar süren toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde herhangi bir anlaşma sağlanamadığı için, sendika 27 Ekim’de, 8 Kasım’da greve çıkacaklarını duyurdu. 8 Kasım’da sabah 8’de kentin merkezi istasyonu durumundaki Alsancak İzban durağı önünde basın açıklaması yapılarak grevin başladığı duyurulacaktı, ancak açıklama saati gelmeden önce polisler tarafından OHAL’in ilgili maddesi gerekçe gösterilerek büyük ses cihazlarıyla basın açıklamasına izin verilmeyeceği duyuruldu. Ancak basına yapılan açıklamayla grev resmen başlamış oldu. Bu grevin bir başka önemi de, raylı sistemlerde çok uzun bir zaman sonra -grev yasağı olduğu için 20 yıldır
herhangi bir grev yapılmaması ve geçen sene bu yasağın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle oluşan ‘yasal’ durum sonrasında- yapılan ilk grev olmasıydı. Bilhassa işçiler arasında bu ilk olma hali sıklıkla konuşulan, hatta gurur duyulan bir durumdu. Toplu sözleşme, aralarında makinist, teknisyen, operatör, muhasebeci, gişe memurlarının da bulunduğu 340 İzban işçisini kapsıyordu. Bu 340 işçinin tamamının bir sendikada örgütlü olması, beraber hareket etme konusunda gösterdikleri kararlılık ve kabiliyet muazzam bir ortamın oluşmasının başlıca nedeni olsa gerek. Grev süresi boyunca gösterilen son derece düzenli yapının arkasında da yine bu durum var. Aliağa’dan Tepeköy durağına kadar tam 33 istasyon var ve hepsinde "Bu işyerinde grev vardır" pankartı asılıydı, ayrıca istasyonlarda
(merkezi birkaç istasyonda küçük çapta ‘grev nöbetleri’ de vardı) iki işçi bekliyor ve elbette tek bir tren bile çalışmıyordu. Günde 300 bin, ayda 10 milyon kişi taşıyan İzban, bir modern kentte birkaç yüz işçinin bile ne denli hayati bir pozisyonda olduğunun (yeniden) görünür olması bakımından son derece kıymetli bir mücadele deneyimiydi. Peki İzban Grevi kazandı mı? Açıkçası bu sorunun iki taraflı bir yanıtı var. Maddi kazancı da önemli olmakla birlikte, konuştuğumuz işçilerin de vurguladığı gibi, örgütlü işçilerin son derece politik bir hareketi olarak grevin verdiği politik moral her şeyden çok daha önemli. Modern kentlerin gündelik rutininin sağlıklı bir biçimde devam edebilmesi için, bu işleyişin içinde merkezi bir yapı olarak işçi sınıfının var ol-
duğunu net bir şekilde gösterdi. Ayrıca örgütlü işçi sınıfının hakları için bir şeyler yapabilme kuvvetine sahip olunduğu konusunda şüphesi olanların şüphesini kırdı ve bu siyasal kabiliyeti tekrar anımsattı. Yanıtın ikinci kısmı ise şöyle: İşçilerin doğrudan söylediklerine göre, sendikanın Bakanlık ve Belediye ile anlaşma yapmak için Ankara’ya gittiğinden haberleri medya üzerinden oluyor. Bu sendikal bürokrasi ile grevdeki işçiler arasındaki bir frekans farkı. Ayrıca anlaşma sonucunda elde edilen bazı maddi kazanımlar da işçiler arasında son derece hoşnutsuz bir durum yaratmış gibi görünüyor. Hasılı, muazzam bir politik hareket olarak İzban grevi, hem doğrudan gösterdikleri hem de dolaylı yoldan ima ettikleri ile çok önemli siyasal dersler içeriyor. Soner Dinç
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞTEN ATILMALARA KARŞI MÜCADELE ETMELİYİZ 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Türkiye siyasetine ve devletine tanıdık bir refleks hâkim olmaya başladı. Siyasi iktidar darbenin gerçekten aydınlatılması yerine, toplumun önemli bir kesimini düşman ilan etti ve o kesimlere saldırmaya başladı. Yıllarca devletin ve hükümetlerin desteğiyle büyüyen Cemaat ile herhangi bir teması olan, daha önce okulunda okumuş, bankasına para yatırmış, sendikasına, derneğine üye olmuş herkes, 1980 darbesinden kalma OHAL kanununun da yardımıyla, kamu veya özel sektör fark etmeksizin işten çıkarılıyor. İş sadece bununla kalmıyor, Kürt siyasi hareketi ile herhangi bir dayanışma göstermiş pek çok kişi de açığa alınıyor, işten çıkarılıyor. Sudan gerekçelerle, çoğu zaman açıklama bile yapılmadan gerçekleştirilen işten çıkarmalardan nasibini almayan işyeri yok denecek kadar azdır. Çalışan herkes her sabah bu tehdidin yarattığı tedirginlikle işe gidiyor. Bütün bu akıl dışı uygulamaların sonucu, işsizlik artıyor. Son iki ayda gerçekleşen devalüasyon (TL’nin değer kaybı) yüzde 10’u aştı, bu devalüasyon, önümüzdeki aylarda enflasyona ve pahalılığa yol açacak, işsizlik daha da artacak. Siyasi iktidarın bu yaptıkları iş güvencesine saldırıdır. İş güvencesine saldırı kalıcı hasar bırakır. Keyfi işten çıkarmalara karşı birlik olmaz, haksız uygulamaları eleştirmezsek, her türlü hak gaspına cesaret vermiş oluruz. İşsizler için Marx “yedek sanayi ordusu” tanımını kullanmıştı. Çalışan işçi ücretlerini düşük tutmanın en temel yöntemi yedek sanayi ordusunun, yani işsizliğin sürekli gündemde tutulmasıdır. Bu yüzden işten atılmalara karşı mücadele bugün çalışan işçilerin haklarını korumanın ve yarın işsiz kalmasını engellemenin de bir aracı olarak görülmelidir. İşten atılmalara karşı örgütlü bir mücadeleyle karşılık veremediğimiz sürece yapılan saldırılar daha da artacaktır. Peki, işten atılmalara karşı neler yapmalıyız? Sendikalı-sendikasız bütün işçilerin yaşadıkları deneyimlerden çıkan en önemli ders, asıl olarak işyerinde mücadele etmekten başka bir seçeneğin olmadığıdır. Sadece sendikalı olmak örgütlü olmak anlamına gelmez, asıl olarak işyerlerinde birlikte mücadele edebilen işçiler bu saldırılara dur diyebilir. İşimize sahip çıkmanın en önemli yolu örgütlü mücadele ve dayanışmadır.
10 GELENEK
BEKİR YOLDAŞIN DEVRİMCİ HATIRASI
ŞENOL KARAKAŞ
Yıllar önce, Sosyalist İşçi’yle temas ettiğimde, Bekir Yıldırım yoldaşla tanışmış ve çok etkilenmiştim. Çok konuşmayan, ama konuştu mu kısa, net ve ikna edici olan bir devrimciyle tanışmak her genç devrimciyi etkiliyordu. Bekir yoldaş, geleneğimizin hem lider kadrosu içindeydi hem de merkezi düzeyde atılması zorunlu olan pratik hangi adım varsa o adımı hemen atmak konusunda da öncüydü. Büronun elektrik parasının yatırılması, büroların derli toplu olması, gazetenin tüm baskı işlerinin halledilmesi, örgütün para sorunlarının giderilmesi için yöntemler bulunması. Ama Bekir’in çok daha farklı bir özelliği daha vardı. İşçi hareketi hakkında, hareketin alabileceği seyir ve bu harekete nasıl müdahale edersek sınıfın örgütlenmesine faydalı olabileceğimiz konusunda benzerini hiç kimsede görmediğim bir yeteneği vardı. Sadece bir öngörü yeteneğine sahip olması da değildi mesele. Devrimci partiler kadrolarla inşa edilir ve kadroların yabancılık çekmesini engellemek gerekir. Bu yüzden, bizim kuşağın İstanbul’da örgütlenmeye çalışan Sosyalist işçi üyelerinin bir çoğu, öncü işçilerle ve işçi sendikalarıyla ilk temaslarını Bekir yol-
daşla birlikte, onun tecrübesinden, özgüveninden faydalanma şansını elde ederek gerçekleştirmişlerdir. Bir nevi, elimizden tutar sendikalar götürürdü. Bu, kuşkusuz teorik bir tercihin ürünü olan bir faaliyet biçimiydi. Türkiye’de solun geleneğinde popülizm ve ikamecilik, yani işçi sınıfının yerine halkın çeşitli katmanlarını koyma ve hareketin yerine de kendi eylemini koyma eğilimi güçlü bir alışkanlıktı. Kökenleri stalinizmde, gerillacı mücadele eğilimlerinde ve kemalizmin sol yorumlarında yatan bu eğilimden uzak durmak, özetle, işçi sınıfının mücadele dinamiklerinin kavranmasında klasik Marksizmin aşağıdan sosyalizm geleneklerine yaslanmak, o dönemde, 1990’larda sol içinde çok küçük bir kesimin başarabildiği bir yaklaşımdı. Bekir yoldaş, teorisinin ve eyleminin merkezine işçi hareketinin tam da kendisini koyan ve sosyalizmi işçilerin kendi eyleminin ürünü olarak kavrayan devrimci geleneğin Türkiye’de ete kemiğe bürünmesinde çok kilit bir role sahipti. İşçilerin uluslararası dayanışmasını her şeyden daha önemli gören bir geleneği 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’larda inşa etmek için kolları sıvayanlara o günlerde deli gözüyle bakılıyordu. Sosyalizmin işçi sınıfının kendi eylemiyle, aşağıdan, demokratik özyöne-
tim organları aracılığıyla ve ancak küresel ölçekte kurulabileceğini ilan etmek ve gündelik politikalarda “işçi sınıfına yardımcı olmak” yaklaşımını benimsemek, sosyalizmin hakim yorumunu savunanlar açısından “troçkist olma derecesinde saçmalık” olarak görülüyordu. Bekir yoldaş, başka bir konuda daha hakim eğilimle mücadele içindeydi: Kürt halkının mücadelesi ve Türk milliyetçiliği. Türkiye’de çok az gelenek Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunuyordu. Bu hakkı savunmak, aynı anda Türk milliyetçiliğiyle cebelleşmek anlamına da geliyordu. Bekir yoldaş, bugünlerde devletin temel ideolojik harcı haline getirilmeye çalışılan “yerli ve milli” olma vurgusunun o gün sahip olduğu biçimlere karşı, Ermenilerin yanında, Kürtlerin yanında, Yahudilerin yanında yer alan bir geleneği inşa ederek, ezilen halkların mücadelesiyle işçi sınıfının mücadelesi arasında köprüler kurmanın önemine o günlerden dikkat çeken bir örgütlenmenin inşasında aktif rol alarak çok önemli bir misyon üstlenen az sayıda devrimciden birisiydi. Henüz Ankara’da Sosyalist İşçi’nin saflarında örgütlenme çabası içindeyken, bir gün kalkmış ve İstanbul’dan üç dört yoldaş birlikte kaldığımız evi ziyarete gel-
mişti. Saatlerce, benim Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a gelmemin gerekli olduğunu anlatmıştı. İkna etmişti. İstanbul’a geldiğimde Doğan yoldaşların evine yerleşmiştim. Sosyalist İşçi aylık bir dergi olarak çıkıyordu. Buna son verilmiş, döneme uygun gazete formatında çıkartılmasına karar verilmişti. Gazete, Doğanlarda hazırlanıyordu, Ankara’dan benden önce İstanbul’a “transfer” olan Volkan’la beraber gazetenin ilk sayısı için sabah saatlerinde Bekir yoldaşla buluşmuştuk. Gazetenin o zamanlar kullanılan aydınger kağıdından çıkışlarını almış, hava daha karanlıkken büroya gitmiştik, ışıklı masada Bekir yoldaş bir saat gazetenin montajını yapmıştı. Sonra vapura binip çaylarımızı içerek matbaaya gitmiştik. Bir süre sonra Bekir yoldaş geri çekilmeye başladı. Nedenini hiç soramadım. 2000’li yılların başından sonra çok az görüştük. En son Doğan yoldaşın cenazesinde sarılmıştık, “çok üzgünüm çok” demişti. Doğan yoldaşın da Bekir yoldaşında mücadelelerinin tek bir saniyesi bile boşa gitmiş değil. Bekir yoldaşın kapitalizme karşı devrimci bir örgüt inşa etme konusundaki kararlılığı, bu kararlılığa sahip bir çok yoldaşının şekillenmesine yardımcı oldu.
AKTİVİZM 11
KYOTO’DAN MARAKEŞ’E ARTAN SERA GAZLARI
ABD’de iklim anlaşmalarını tanımayacağını söyleyen Trump’ın başkan olması uluslararası görüşmeleri de anlamsızlaştırdı. NURAN YÜCE
İklim değişikliğine neden olan sera gazlarının salımlarını azaltmak üzere hazırlanan ilk uluslararası sözleşme Kyoto Protokolü idi. Anlaşma ile sanayileşmiş ülkelerin, 1990’daki salım oranlarını 2008-2012 yılları arasında %5 oranında azaltması hedefleniyordu. Anlaşmanın yürürlüğü girebilmesi ve uluslararası hukuk açısından bağlayıcı olabilmesi için iki şartı vardı: En az 55 ülkenin dahil olması ve 1990'da sera gazı salımlarının en az yüzde 55'inden sorumlu olan ülkelerin imzalaması. İlk şart 2002 yılında yerine getirildi. İkinci şart ise 2001 yılında ABD Başkanı George W. Bush’un, protokolü uygulamaya kalkmanın ABD ekonomisine ağır hasar vereceğini söyleyerek çekilmesiyle iyice zora girmişken 2004 yılında Rusya’nın protokolü imzalaması ile süreç tamamlanabildi. Kyoto Protokolü hazırlandıktan sekiz yıl sonra 2005 yılında yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye de en son imzalayan ülkeler arasındaydı. Geç ve sancılı olsa da uluslararası bir sözleşme niteliği kazanmış olan Protokol hedefleri açısından ise tam bir fiyaskoydu. Protokol’ün hedefi olan sanayileşmiş ülkelerin 1990 yılındaki salım oranlarından %5 oranında azaltım oranına bırakın yaklaşmak gittikçe hedeften uzaklaşıldı. 1990 yılında toplam karbon emisyonunun %53.88’inden sorumlu olan G20 ülkelerinin karbon salımları 2012 yılında %67.63’e, 2013 yılında ise %68.10 ulaştı. Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ülkelerin ise karbon salım oranları %100’den fazla arttı. Marakeş umut olabilir mi? Kyoto’dan sonra tarihte en hızlı onaylanan uluslararası
anlaşma unvanı ile Paris İklim Anlaşması 4 Kasım’da yürürlüğe girdi. Anlaşmanın nasıl uygulanacağı, uygulama kurallarının neler olacağının belirleneceği iklim zirvesi de (COP 22) 7-18 Kasım tarihlerinde Fas’ta Marakeş’te yapıldı. Cinsiyetçi, ırkçı, mülteci düşmanı Donald Trump aynı zamanda şiddetli bir iklim inkarcısı ve seçilirse ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan çıkaracağı da seçim vaatleri arasındaydı. Marakeş’in ikinci gününde Trump ABD’nin yeni başkanı oldu. Paris İklim Anlaşması’nın Trump öncesinde yürürlüğe girmiş ve anlaşmanın (3+1) yıl bağlayıcılığının olmasının şimdilik Trump’ı bu vaadinden alıkoyacağı düşünülüyor. ABD Sekreteri John Kerry’nin dakikalarca ayakta alkışlandığı söylenen Marakeş’teki konuşmasında gelişen yenilenebilir enerji piyasasına işaret ederek politikalara değil de, piyasaların belirleyiciliğine güven duyulması gerektiğini söylemesi de Trump’ı engelleyici bir unsur olarak dile getiriliyor. Ama iklim değişikliği konusunda bugüne kadar adım atılmamasını sağlayan önemli bir unsur da bu piyasalar değil miydi? Zirve döneminde Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin tüm fosil yakıt rezervlerini son damlasına kadar eriteceğiz söylemi, zirveye katılan Türkiye heyetinin iklim fonları olmadan herhangi bir adım atmayacaklarını ifade etmesi yine bir iklim zirvesinin insani ve ekolojik kaygılardan uzak gerçekleştiğini gösteriyor. İklim zirvelerinin bu tarzda şekillenmesi çok anormal bir durum değil, şirketler ve şirketlerle ekonomik kriz ile birlikte daha içli dışlı hale gelen devletlerden daha fazlası beklenemez. İklim zirvelerinde devletlerin bugüne kadar olumlu açıklamalarına yol açan da aslında aşağıdan gelen hareketlerin gücü oldu.
ÖNE ÇIKAN Kemal Başak
GEZEGENİMİZ İÇİN “ANTİ-KÖMÜRCÜLÜK” Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın resmi internet sayfasında enerji sektörünün, Dünya sera gazı emisyonlarının %70’inden fazlasını oluşturduğu kabul ediliyor ve bu sektörün iklim değişikliği politikalarının ve müzakerelerinin başarıya ulaşmasında belirleyici olduğu vurgulanıyor. Ancak “başarı”dan ne anlaşıldığı aynı açıklıkla vurgulanmamış. Son dönemde giderek artan bir şekilde güneş ve rüzgar enerjisi yatırımlarına verilen destek ve 2023 yılında yenilenebilir enerji kaynakları payının % 30’a yükseltilmesi hedefi Bakanlığın iklim değişikliğine karşı verilen mücadeleyi desteklediği anlamına gelmiyor. Aynı bakanlık, doğal gaz depolama kapasitesinin 5 milyar metreküpün üzerine çıkarılması ve kömür enerjisine dayalı kurulu güç kapasitesinin 15,9 GW’tan 30 GW’a yükseltilmesi hedeflerine de sahip. Aslında bu hedefler iktidar partisinin önceliğinin iklim değişikliği ile mücadele edilmesi değil Türkiye’nin kurulu güç kapasitesinin (120 GW’a) yükseltilmesi olduğunu gösteriyor. İktidar partisi bu hedefe kısa yoldan ulaşmak için kömür kullanımını tam iki kat arttırmayı planlıyor. Son iki yüz yıllık zaman dilimi içerisinde küresel ölçekteki iklim değişikliğine, atmosferdeki karbon miktarının artmasına, en büyük katkıyı yapan kömür kullanımının olumsuz etkilerini dile getirenler ise iktidar sözcülerinin ithamlarına maruz kalıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, İstanbul’da düzenlenen 1.Kömür Eylem Planı Çalıştayında yaptığı konuşmada “Anti-kömürcülük yapmaya çalışan, anti-kömür lobiciliği yapmaya çalışan birileri var. Çok da önemli değil, çok da kafamıza takmayacağız. Hele hele dünyanın gelişmiş ülkeleri başta olmak üzere kömürden bu kadar faydalanıldığı, yararlanıldığı bir atmosferde onların çok dediklerine bakmayacağız. Avrupa’ya bakıldığında yüzde 84 kömürden üretiyor elektriğini. Amerika yüzde 45, İngiltere yüzde 39. Dünya ortalaması yüzde 40’ın üzerinde, ancak Türkiye’de yerli kömürü yüzde 12’lerden 16’lara çıkardık kıyamet kopuyor. Kimse kusura bakmasın, biz bu kaynağımızı sonuna kadar kullanacağız” diyerek küresel iklim değişikliğine karşı mücadele eden aktivistleri hedef aldı. Evet, bugün gezegenimizde doğal olmayan yollardan kaynaklanan bir iklim değişikliği problemi ortaya çıktıysa bunda en büyük sorumluluk ABD ve Batı Avrupa devletlerine düşüyor. Bu devletleri kapitalizmin öncülüğüne götüren süreç yoğun olarak kömüre dayalı enerji kullanımı ile başladı. Kömür kullanımının yanına 20. Yüzyıldan itibaren petrol ve doğal gazı da ekleyen emperyalist devletler, atmosferdeki sera gazı kalınlığının tehlikeli bir şekilde artmasının asıl sorumlusu oldular. Ancak günümüzde bu sorumluluğu sadece emperyalist devletlere yıkmak, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer G20 ülkelerinin yarattığı küresel tahribat potansiyelini yok saymak anlamına gelir. Enerji politikaları yerli ve milli olamaz. Sera gazı kalınlığının artmasına yol açacak yatırımlara karşı mücadele etmeliyiz, gezegenimiz için.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
OHAL 4. AYINDA: NELER OLUYOR? Darbecilerle mücadele adına ilan edilen OHAL'in ilk dört ayı işçi sınıfına, Kürt halkına, basın-yayın kuruluşlarına, gazetecilere, demokratik kurum ve kuruluşlara saldırıyla geçti. Toplam 120.000'den fazla kamu personeli ihraç edildi veya açığa alındı. Bunların arasında en büyük grubu 50.000 kişiyle öğretmenler oluşturuyor. Cemaatle ilişkilendirilenlerin dışındaki öğretmenlerin büyük kısmını Kürt, solcu veya ağırlığını Eğitim-Sen'lilerin oluşturduğu sendikalı öğretmenler oluşturuyor. Aynı dönemde 3.600 civarında akademisyen ihraç edildi veya açığa alındı. Bunların da önemli bir kısmını Barış İçin Akademisyenler imzacıları oluşturuyor. Ayrıca 70.000 kadar memur ihraç edildi ya da açığa alındı. Ortaya çıkan istihdam açığın kapamak için sözleşmeli personel alımı yoluna gidildi, böylece işçi sınıfının kazanılmış hakkı gasp edilerek, iş güvenliği kavramı tamamen ortadan kaldırıldı. Hakkın-
da ihraç kararı alınanlar için iç hukuk yolu tümüyle kapalıyken, açığa alınanların durumu, 29 Ekim tarihli KHK ile açığa alınanlarla ilgili sürelerin ortadan kaldırılmasından ötürü belirsizliğini koruyor. İhraç edilen veya açığa alınan öğretmenlerin önemli bir kısmını sendikalılar oluşturuyor.
Bu arada İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) tarafından 26 Ekim 2016 günü açıklanan verilere göre, OHAL döneminde en az 513 işçi can verirken, aynı dönemde iş cinayetlerinde artış görüldü. Raporda bu konuda şu ifadelere yer verildi: “İş cinayetlerinde sayısal anlamda bir artış meydana gelmiştir. OHAL ilanına kadar ayda ortalama 153 iş cinayeti tespit ediyorduk. Ancak OHAL’in 1. döneminde ayda ortalama 171 iş cinayeti tespit ettik.” Son olarak 18 Kasım'da Siirt'in Şirvan İlçesi'nde bakır madeninde 16 işçi göçük altında kaldı. Bir kısım medya, işçiler yerine toprak altında kalan iş makinelerini haber yaptı.
ÇÖZÜMSÜZLÜK DAYATMASI OHAL’in en büyük mağduru darbecilerle alakası olmayan emekçiler.
İSTİKRARSIZLIK ARTIYOR OHAL döneminde Türk ordusu Suriye'de aktif savaşın bir parçası oldu. Gerek Kürt illerinde, gerek Suriye'de, gerek bölgenin genelinde yürütülen askeri faaliyetlerin giderleri genel olarak istikrarsızlığa bağlı durgunlukla birleşince, ekonomi çökme noktasına geldi. Maliye Bakanlığı'nın, yani devletin kendi rakamlarına göre, 2015'in Ekim ayında 7.2 milyar TL fazla veren bütçe, Ekim 2016'da 104 milyon TL açık verdi. Genel bütçe açığı ise 2015 yılının ilk 10 ayında 6.2 milyar TL iken, 2016 yılının ilk 10 ayında 12.1 milyar TL'ye, yani iki katına fırladı.
Bütün bunlar halkın içinde bulunduğu ekonomik krizi daha da derinleştirdi. BDDK verilerine göre, takipteki ihtiyaç kredileri 10,3 milyar lira ve takipteki bireysel kredi kartları 7,2 milyar liraya kadar çıktı. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi'nin Temmuz 2016 verilerine göre, bankalar ve banka dışı finansal kuruluşlar tarafından kullandırılan ihtiyaç ve diğer krediler 19,3 milyon
kişiyi, bireysel kredi kartları ise 22,1 milyon kişiyi oluşturuyor. Yani 41 milyon kişi, başka bir deyişle, kredi kartı kullanma ve banka kredisi çekme yeterliliğine sahip olan neredeyse herkes borçlu. Hükümet çöküşü engellemek için çaresizlik içinde vergi barışı adı altında para toplamaya çalışıyor. Daha geçenlerde kredi kartı borçlarının yapılandırılacağı ve 70 taksitle ödenebileceği ilan edildi. Böylece AKP iktidarı olmadığı takdirde istikrarsızlığın hüküm süreceği iddiası da yerle bir oldu. Ülkenin içinde bulunduğu ağır siyasi ve sosyal kriz, çok yakında patlama ihtimali bulunan büyük bir ekonomik krizle birleştiği takdirde, yeni gelişmeler yaşanabilir. İşçi sınıfı hareketlenmeye, irili ufaklı grevler ortaya çıkmaya başladı. Derin bir sosyoekonomik krizle iktidara gelen AKP’nin tabanında yer alan yoksullar sonsuza kadar bu partiyi desteklemeyecekler.
OHAL'in ilanından önce de OHAL koşullarında faaliyet göstermeye çalışan HDP ve DBP, eşi benzeri görülmedik baskılara maruz kaldı. HDP Eş Genel Başkanları Diyarbakır Milletvekili Selahattin Demirtaş ve Van Milletvekili Figen Yüksekdağ’ın yanı sıra, Grup Başkan Vekili ve Bingöl Milletvekili İdris Baluken, Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan, Şırnak Milletvekili Leyla Birlik, Şırnak Milletvekili Ferhat Encü, Hakkari Milletvekilleri Selma Irkmak, Abdullah Zeydan ve Nihat Akdoğan tutuklandı. Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız ve Van Milletvekili Tuğba Hezer Öztürk hakkında yakalama kararı bulunuyor. Öte yandan birçok DBP’li belediyenin yönetimine kayyım atandı; başkanları ve yöneticileri tutuklandı. Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı da yerlerine kayyım atanarak tutuklandılar. Son olarak Mardin Belediyesi Eş Başkanı Ahmet Türk ile Mardin merkez Artuklu İlçe Belediye Eş Başkanları Emin Irmak ile Leyla Sevinç de gözaltına alındı. Üç başkan için 5 günlük kısıtlama konuldu; yani avukatlarıyla bile görüştürülmeyecekler. Bu arada yüzlerce basın yayın organı da kapatıldı; Kürt medyasının hemen hemen bütünü yasaklandı.