DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
514
18 Şubat 2015 2 TL. sosyalistisci.org
BİRLESELİM , İ T E D D İ S A KADIN , İ R E L T E Y A N İ C
DURDURALIM
NURAN YÜCE: İKLİM DEĞİŞİMİNE KARŞI MÜCADELE
PAUL D’AMATO: SOSYALİST TEORİ NEDEN ÖNEMLİ?
sayfa 5
sayfa 8
BARIŞ, ÇÖZÜM, KARDEŞLİK İÇİN YÜRÜYORUZ!
21 ŞUBAT 2015 SAAT: 15.00 TÜNEL MEYDANI İSTANBUL
2
GÜNDEM
BUNUN SON CİNAYET OLMASI İÇİN... Özgecan Aslan’ın öldürülmesi kadın cinayetlerini ve kadınların maruz kaldığı ağır şiddetin boyutlarını bugüne kadar görmek istemeyen herkesin görebileceği bir şekilde ortaya çıkarttı. Kadınların şimdiden 40’a yakın şehirde gerçekleştirdiği eylemler sadece öfkenin büyüklüğünü göstermiyor. Erkeklerin, medyanın, hükümetin, yetkili tüm kurumların görmezden geldiği bu şiddeti hemen her kadının günlük hayatının bir parçası olarak yaşadığını da gösteriyor.
AKP’NİN KRİZİ BÜYÜYOR
Hayatının bir aşamasında tacize maruz kalmayan kadın neredeyse yok. Kadınların öldürülmesi bu sistematik şiddet sarmalının son aşaması. Tacizden cinayete giden yol çok kısa. Her tacizci taciz ettiği kadını öldürme potansiyelini de barındırıyor. Kadının beyanının esas olduğu tartışmalarında yanlış tutum alanlar şimdi iki kere daha düşünmeli. Ama sorun kadının beyanı tartışmasında yanlış tutum alanlar değil. Sorun cinsiyetçiliğe dayalı toplumsal işbölümü, ahlâk anlayışı, kültür. Bu kültür aynı zamanda bir tecavüz kültürü. Sorun, hükümet. Kadına yönelik ne kadar ayrımcılık varsa hepsini birden savunan hükümet. Sorun devlet. Polisiyle, tecavüzcüleri, katilleri koruyan yargısıyla, askeriyle, özel harekatçısıyla kadınların maruz kaldığı şiddeti uygulayan, meşrulaştıran bürokrasisiyle devlet. Sorun erkekler. Kadınları taciz eden, öldüren, kadınlara ve çocuklara tecavüz eden ve öldüren, erkekler. 2002-2014 yılları arasında 91.469 tecavüz olayı yaşanmış ve bu olaylara 127.792 kişi katılmış. 127 bin küsur erkek. İşte sorun aynı zamanda bu erkekler, bir erkeklik hayaliyle kadınlara şiddet uygulayan, kadına yönelik şiddeti olağan gören egemen sınıf fikirleriyle yoğrulmuş bu erkekler. Bu yüzden, Özgecan Aslan cinayetinin birden çok sorumlusu var ve bu sorumluların hepsinden hesap sorulmadan yeni cinayetleri engellemek ve kadına yönelik şiddet sarmalını dağıtmak mümkün olmayacak. 2014 yılında karara bağlanan 11.726 tecavüz davasından 3850’si beraatle sonuçlanmış.
OZAN TEKİN
pagandasına başladı bile.
13 yıldır iktidarda olan AKP, en zor günlerini yaşıyor. Öyle ki, bugünlerde, partinin seçimlerden hemen önce veya hemen sonra bölünebileceği yorumları yapılıyor.
Başbakan Ahmet Davutoğlu açmazda. Bir yandan bugünkü konumunu Tayyip Erdoğan’ın kendisinin arkasında durmasına borçlu. Bir yandan ise Erdoğan’ın istediği gibi başkanlık için kampanya yürütürse kendisini anlamsızlaştıran bir iş yapmış olacak.
Son birkaç yıldır, yani kendisini asker tehdidinden kurtardığını düşünmeye başladığından beri AKP özüne geri döndü. AKP sağcı, muhafazakâr ve neoliberal bir burjuva partisi. Darbeciler karşısında iktidarını güvenceye aldığını düşündüğü andan beri de tam olarak böyle davranıyor. Tüm hak arayışlarını kriminalize etmeye çalışıyor, bunu yaparken kemalist devlet ideolojisinin en bilindik söylemlerine sarılıyor. Fakat aşağıdan gelen değişim dalgası, şimdi AKP’yi krize soktu. Çözüm sürecine gelinmesini sağlayanlar, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmeyi talep edenler milliyetçiliği geriletti. Darbeciler yenildi. Gezi direnişinde otoriterliğe isyan edildi. Tüm bu toplumsal dinamikler, Erdoğan ve arkadaşlarını bugüne kadar hiç görülmemiş ölçüde zayıflattı. Erdoğan’ın iktidarı Bugün cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, adeta Tayyip Erdoğan ile AKP’nin geri kalanı çarpışıyor. Davutoğlu’nu başbakanlığa getirmesine rağmen, Erdoğan koltuğundan vazgeçmek istemiyor. Önce, bunu Bakanlar Kurulu’na başkanlık edeceğini açıklayarak ilan etti. Davutoğlu veya Arınç gibi isimler bunun henüz bir hükümet politikası olmadığını söylerken, Erdoğan meydanlarda başkanlık pro-
Bu yüzden, söz konusu olan topyekûn bir demokrasi mücadelesi. Kadınların öfkesi patladı ve bu hareketin kazanacağı her mevzi bir kültür olarak tecavüz ve şiddeti geriletecek. Erkeklere düşen, “tecavüz erkeklikse biz erkek değiliz” diyerek kadınların açtığı yoldan yürümek. Kadın ve erkek olarak bölünmüş işçilerin kadın cinayetlerine karşı birleşik mücadelesi çok önemli. Tacize, tecavüze, şiddete, cinayetlere son verilmesi talebi bütün emek örgütlerinin mücadele başlıklarından biri olmalıdır.
“Artık yeter, cinayetlerin, tecavüzlerin bunların sonu nereye kadar. Hakim, 16 yaşından gün aldı diye rıza diyor, artık yeter!”
(Kayseri’deki Özgecan Aslan protestosunda konuşan tecavüz mağduru kadın)
Kaçınılmaz sondan korkuyor Erdoğan kendisinin kontrolünde olmayan bir AKP iktidarına dahi güvenmiyor. Güç ve denetimini bir kez kaybettiği takdirde, olası kırılmalarda yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarında kendisine ulaşacak bir zincirin kopabileceğini düşünüyor. “TÜRGEV üzerinden bana ulaşmaya çalışıyorlar” diyerek bunu açıkça belirtmişti. Bunu engellemek için Bakanlar Kurulu’na başkanlık ederek veya başkanlık sistemine geçerek iktidarı elinde tutmayı amaçlıyor. Çatlağı büyütmek için mücadeleye Bugüne gelinmesini özgürlük için mücadele edenler sağladı. Gezi direnişi, AKP’yi bir arada tutan ittifakları kırılgan hâle getirdi. Kürt sorununun Kürtler lehine çözümünden Ermeni Soykırımı’nın tanınmasına, yolsuzluk ve rüşvetle hesaplaşılmasından İç Güvenlik Paketi’ni durdurmaya, sokakta verilecek bir dizi mücadele, önümüzdeki dönemde AKP’nin güçsüzleştirilmesi açısından kritik öneme sahip olacak.
GÜNDEM
BARIŞ SÜRECİNDE YASAL MÜZAKERELER BAŞLAMAK ÜZERE Hükümetin atılması gereken adımları bir türlü atmamasına rağmen Öcalan’ın gayretleri ile devam eden “çözüm süreci” için geçen hafta İmralı’dan olumlu açıklamalar gelmişti. 4 Şubat’ta İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşen heyet, hemen ardından Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’la “müzakere süreci”nin nasıl ve hangi adımlarla yürütüleceğine dair ayrıntıları konuşmuştu.
Şeriat korkusu, bölünme korkusu, “sırtımızdan hançerlenme” korkusu. Korku o kadar sinmiş ki içimize, yüzlerin en çok gülmesi gereken süreçler bile, korku duygusu yaygınlaştırılarak değerlendiriliyor. Normal bir memlekette, bir barış süreci nasıl ele alınır. Davullarla, halaylarla, şenlik ateşleri yakılarak. Bizde ise Kürt sorununda çözüm süreci, başladığından beri, insana “keşke başlamasaydı” dedirtecek kadar çok korkutucu iddiayla gündeme geliyor. Süreç daha başlamadan, biterse ne olacağını merak edenler, sürecin AKP’nin ekmeğine yağ sürüp sürmeyeceğini dert edinenler, sürecin Abdullah Öcalan’ın elini güçlendirmesinin doğru olup olmadığını düşünenler.
Kandil ile HDP heyeti arasında yapılan görüşmede KCK üst düzey yöneticileri çözüm süreciyle ilgili üç temel çekinceyi heyet ile paylaştılar:
Felaket senaryolarının başımıza gelmesi gerektiğine ve mutlaka ama mutlaka bizim başımıza gelmesi gerektiğine o kadar derinden inanılıyor ki, çözüm sürecinin kalıcı bir barış sürecine evrilmesi için el birliği yapmak yerine, süreç akamete uğrarsa başımıza gelecekler hakkında konuşmak tercih ediliyor.
- 15 Şubat’ta belli olması gereken müzakere başlıklarının hala belli olmaması, - Tarafsız bir izleme heyetinin halen çalışmaya başlamaması,
Bu görüşme ile Kürt sorununun çözümünde en büyük tarihsel gelişme olan yasal müzakerelere bir adım daha yaklaşılmış oldu. Kürt özgürlük hareketi bütün birimleri ile müzakerelerin bir an önce başlamasına dair kararlılığını ilan etmiş oldu.
HAFTANIN IRKÇISI
KORKUYA DEĞİL, BARIŞA İHTİYACIMIZ VAR
İçimiz dışımız korku.
Baskının artırılması çözüme engel
Kandil, AKP hükümetinin bir algı yönetimi yaptığını ve tutarlı adımlar atmadığını belirtti. Hükümetin çelişkili uygulamalarına vurgu yapmasına rağmen heyete “Öcalan’ın atacağı adımlara bağlı kalma” taahhüdünde bulundu. PKK’nin yürütme, askeri ve kadın birimleri yöneticilerinin de katıldığı toplantıda “tamamen silah bırakılması” talebine “Irak ve Suriye’de Kürtlere yönelik IŞİD ve benzeri saldırılar” nedeniyle karşı çıkıldı. Ancak, hükümetin müzakere sürecini ilan etmesine karşılık “Türkiye’de silahlı mücadeleden siyasal mücadeleye geçiş” kararı alınacağını bildirdi. Yani Kandil Türkiye’deki gerillaları sınır dışına çıkaracaklarını belirtti.
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
Bu toplum, yıllardır korkutuluyor. Korku, egemen sınıfın ana besin kaynağı gibi. Dış düşmanlardan korku, iç düşmanlardan korku, gelecekten korku, geçmişin korku dolu olayları.
Heyet önceki gün gittiği Kandil’de örgütün Yürütme Konseyi üyeleri ile görüştü. Kandil, yasal müzakerelerin bir türlü başlamamış olmasından dolayı AKP’nin bir kez daha çözüm sürecini seçim öncesi oyalama taktiği olarak gördüğünü belirtti. Her fırsatta çözüm sürecini sıkıntıya sokan tarafın Kandil olduğunu iddia eden AKP ise gerillanın çekilmemiş olmasını bu sıkıntıların ana nedeni olarak görüyor. Oysa gerilla geri çekilişe başladığı sırada AKP’nin kalekollar yapma devam etmesi ve protesto eden sivil göstericilere ateş açarak ölümlere neden olması Kandil’de sürece dair güvensizlik yaratmıştı.
- İç Güvenlik Paketi’nin demokratikleşmeden çok otoriterleşmeye hizmet edeceği ve bunun da çözüm sürecini riske atacağı.
3
Oysa konuşulması gereken, barış! Korkusuzca barışı konuşmaya ihtiyacımız var.
BARIŞA SÖZ VERELİM
Önümüzdeki günlerde, İmralı-HDP ve hükümetin uzlaştığı söylenen bir çerçeve metnin gündeme geleceği söyleniyor.
AKP bir türlü gereken hızda adım atmıyor. İç Güvenlik Paketi gibi sokak muhalefetini polis gücü ile ezmeyi amaçlayan yasal düzenlemelere gitmeye çalışıyor. Bunun nedeni barış isteyen büyük kalabalıkların aktif olarak aşağıdan hükümete basınç yapmıyor olması. Eğer yüzbinlerden oluşan bir barış hareketi “hükümet adım at” diye sokakları doldursaydı ve “paketi geri çek” diye eylemler yapıyor olsaydı süreç çok daha hızlı ve Kürt halkının lehine gelişecekti. Şimdiye kadar böyle bir hareketin olmayışı bundan sonra olmayacağı anlamına gelmez. Kısa zaman önce kurulan “Barışa Söz Ver” hareketi bu boşluğu doldurmak için yola çıktı. Herkesin bir barış aktivisti olması gerektiğini anlatan hareket 21 Şubat’ta ise sokağa çıkacak. Yürüyüş saat 15.00’da Taksim Tünel’den Galatasaray Meydanı’na yapılacak.
2012 yılındaki açlık grevleri günlerine kıyaslayınca çok önemli bir gelişme.
tiyle Türkiye’de yaşayan Ermenilere her fırsatta nefret kusmayı asli görevi haline getirmiş biri.
IRKÇILARIN BULUŞMA YERİ CHP
Başkanı olduğu, Azerbaycan tarafından desteklenen ASİM-DER (Uluslararası Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Derneği) adlı ırkçı grup, Iğdır’da “Agos gazetesinin kendileri hakkında asılsız ithamlarda bulunduğunu” iddia ederek bir basın açıklaması yapmış, ırkçıların eyleminde Agos gazetesi yakılmıştı.
Asim-Der Genel Başkanı ve eski Ülkü Ocakları Başkanı Göksel Gülbey, geçtiğimiz hafta içinde CHP’den milletvekili aday adayı oldu. Gülbey, başkanı olduğu derneklerden de anlaşılacağı üzere, su katılmamış bir ırkçı ve faşist. Ermeni yurttaşları ve Ermeni kurumlarını hedef göstermek, etnik ve dini ayrımcılık yapmak sure-
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Platformu tarafından da hakkında suç duyurusunda bulunulan ASİM-DER başkanı Göksel Gülbey gibi azılı bir ırkçıyı milletvekili aday adayı olarak kabul etden CHP, kendisinin de aynı ırkçı anlayışa sahip olduğunu ortaya koyarak haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
KCK tutuklama dalgasıyla kıyaslayınca, çok önemli bir gelişme. Tek taraflı ateşkes günleriyle kıyaslayınca çok önemli bir gelişme. 1990’larla kıyaslayınca çok önemli bir gelişme. Daha beş ay önce Kobanê’yle dayanışma eylemlerini düşününce hükümetle Öcalan’ın müzakere çerçevesinde anlaşmış olması çok önemli. Barış için büyük bir adım. Kürt halkının haklarının tanınması ve bu hakların anayasal güvence altına alınması için çok önemli günler. Önümüz Newroz! Milyonlarca Kürt sokağa çıkacak Öcalan’ın mesajına kulak kabartacak. Milyonlarca Kürt, barış halayı çekecek. Milyonlarca Kürt korkmuyor çünkü, savaştığı güçle barış yapmaya çalıştığının farkında. Batıda da “İşler kötüye giderse ne olur?” sorusunu sormayan, korkuya teslim olmayan, barışı güler yüzle karşılamayı amaçlayan, karşılamanın ötesinde, milyonlarca Kürt’e batıdan barış elini uzatacak olan, barışa söz verenlerin hareketini örgütlemeliyiz. Böyle bir hareket güvenlik paketini geri püskürtüp barış ve demokrasi paketlerinin gündeme gelmesini sağlayabilir. 21 Şubat’ta saat 15.00’da Tünel’den başlayacak “Barışa söz ver” yürüyüşü ilk adımımız olacak.
4
DÜNYA
IRKÇI CİNAYETİN ARKASINDAKİ NEFRET
Kuzey Carolina’da bulunan Chapel Hill’de 10 Şubat günü
Craig Stephen Hicks komşusu olan Deah Shaddy Barakat’ı, eşi Yusor Mohammad Abu-Salha’yı ve Yusor’un kız kardeşi Razan Mohammad Abu-Salha’yı öldürdü. 23 yaşındaki Deah Shaddy Barakat diş hekimliği öğrencisiydi ve 10 arkadaşıyla birlikte Türkiye’ye gelip “Mülteci Gülümsemeler” projesi kapsamında Suriyeli mültecileri tedavi etmeyi ve mülteci çocuklara diş sağlığı eğitimi vermeyi planlıyordu. Yusor Muhammed de daha önce çocuklara diş sağlığı eğitimi vermek için Türkiye’ye gelmişti.Soruşturmayı yürüten polis departmanı cinayetin “bir park yeri sorunu” nedeniyle işlendiğini açıkladı. Oysa cinayetin yapısı ve katilin daha önceki davranışları cinayetin islamofobik bir yönü olduğunu da gösteriyor. Öldürülenlerin tümü başlarına ateş edilerek, infaz edilir gibi öldürüldüler. Katil Hicks daha önce aynı aileyi “gürültü yaptıkları” için uyarmaya da belinde silahıyla gitmişti. Polis Hicks’in evinde yaptığı araştırmada iki dolu tabanca ve bir tüfekle, iki av tüfeği ve aralarında hava tüfekleriyle taKÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
KRİZ VE AVRUPA’DA SOLU BEKLEYEN ZORLUKLAR Ekonomik kriz nedeniyle Avrupa’nın İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerinde uygulanan kemer sıkma politikalarının önemli sonuçları oldu. İspanya’da 2012 yılından bu yana bu politikalar yüzünden her dört kişiden biri işsiz kaldı. İşsizlik oranı yüzde 25’lere ulaşmış durumda. Yoksulluk ve sosyal dışlanma riski yüzde 27,5. Ekonomik krizin çıktığı 2008 yılından bu yana yoksulluk sınırında yaşayan İspanyolların sayısı 1 milyon 320 bin kişi artarak 12,8 milyona yükseldi. Kriz öncesine göre ev kirasını ödemekte geciken, sağlıklı beslenemeyen, ısınma sorunu yaşayan, ay sonunu getiremeyenlerin sayısı 800 bin artarak 3 milyon kişiye yükseldi. İnsanları ‘zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi’ kalmayan bir hale getiren tasarruf politikaları bütün bu ülkelerde büyük bir öfkeye yol açıyor. Syriza’nın seçim zaferi ile birlikte daha da büyüyen sol umudun arkasında işte bu öfke yatıyor.
bancaların da bulunduğu yedi ayrı silah bulmuştu. Kendisini “anti-teist” olarak tanımlayan Hicks, facebookta tüm dinlerin ortadan kalkması gerektiğini anlatırken Abu-Salha’nın kızı cinayetten bir hafta kadar önce kendilerinden nefret eden bir komşuya sahip olduklarını söylemiş, “Olduğumuz şeyden ve görüntümüzden nefret ediyor” demişti. Cinayetin ardından ana akım medyanın ilgisizliğine karşı Twitter’da #ChapelHillSaldırısı 900.000 #MüslümanHayatlarÖnemlidir etiketiyle ise 100.000’den fazla twit atıldı. Öldürülen ailenin cenazesine binlerce kişi katılırken ABD’nin pek çok yerinde de anmalar gerçekleştirildi. FBI’nın istatistiklerine göre 2013’de Müslümanlara karşı 160’dan fazla nefret suçu işlendi. Camilere ve İslami merkezlere yangın bombaları atıldı ve saldırılar düzenlendi; sadece 2012’de Ramazan ayında yedi camiye saldırıldı. ABD’de ana akım sağcı medya İslam’ı terörizmle ve Müslümanları terörizm destekçiliği ile eşleştirirken, Müslümanlara karşı işlenen cinayetleri ya görmezden geliyor ya da onların arkasındaki motivasyonu gizliyor. Şimdi Syriza’nın önündeki en büyük soru insanların yaşam koşullarını bu hale getiren tasarruf politikalarını söz verdiği gibi tamamen ortadan kaldırıp kaldıramayacağı.
AKDENİZ: YÜZLERCE MÜLTECİ BOĞULARAK ÖLDÜ
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHRC) Libya’dan İtalya’ya geçmeye çalışan en az 300 mültecinin boğularak öldüğünü açıkladı. 9 Şubat Pazartesi günü çoğunlukla Fildişi Sahili, Senegal, Gambiya, Nijer ve Suriye’den gelen ve aralarında çocukların da bulunduğu yüzlerce mülteci insan kaçakçıları tarafından silah zoruyla dört lastik bota binmeye ve sekiz metreye ulaşan dalgaların olduğu bir fırtınada denize açılmaya zorlandı. Lastik botların alabora olması nedeniyle çok sayıda mülteci öldü. İtalyan sahil güvenliği sadece 105 kişiyi sudan çıkarabildi, 29 kişi de sıcaklığı sıfırın altında olan suyun içinde uzun süre kaldığı için hayatını kaybetti. Ekim 2013’te Lampedusa’da İtalya’ya gelmeye çalışan mültecilerin botlarının batması sonucu 366 kişi ölmüş, İtalya hükümeti bundan sonra, mültecileri kurtarmayı ve ölümleri durdurmayı hedefleyen “Mare Nostrum” projesini başlatmıştı. 2014 yılında 200.000 mülteci boğulmaktan kurtulurken bunların önemli bir kısmını kurtaran İtalya kıyılarından oldukça açıkta seyreden donanma gemilerini seferber eden bu proje olmuştu. Kasım 2014’te projeye “çok maliyetli olduğu” ve “mültecileri Avrupa’ya gelmeye cesaretlendireceği” gerekçesiyle son verildi. Bunun yerine asıl amacı kıyı güvenliğini sağlamak olan ve bu yüzden daha az sayıda gemiyle kıyıya daha yakın görev yapan “Triton” programı benimsendi. 2000 yılından beri 40.000 kişi iltica sırasında hayatını kaybetti. İç savaş, yoksulluk ve açlıktan kaçarak Avrupa’ya ulaşmaya çalışanlardan sadece 2014 yılında 3.500 kişi Akdeniz’i geçmeye çalışırken boğularak öldü.
KÜRESEL MÜCADELELER
Tsipras özelleştirmelerin durdurulacağını, asgari ücretin yüzde 50 oranında artacağını, vergi muafiyeti sınırının 12.000 Euro’ya yükseleceğini, büyük gayrimenkullere yeni vergiler konacağını, yolsuzlukla ve vergi kaçırmayla mücadele edileceğini söyledi.
n Hükümet önce grevi yasakladı, sonra özel timlerle madencilere saldırdı. Polonya’nın güney batısındaki, Avrupa Birliği dahilindeki en büyük kok kömürü üreticisi olan madencilik şirketi JSW’de çalışan 9 bin işçinin grevi sürüyor.
Buna karşı, Avrupa Merkez Bankası Yunanistan’ın devlet tahvillerini almayacağını duyurdu.
n Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Haiti’de hükümet karşı protestolar yayılıyor. Polisin biber gazı ve plastik mermi ile saldırmasına rağmen sokakları dolduran halk, benzin fiyatlarının düşürülmesini ve Devlet Başkanı Michel Martelly’nin istifa etmesini istiyor.
Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis artık Troika ile işbirliği yapmayacaklarını ilan etti. Ancak Varoufakis’in geçen hafta Almanya Maliye Bakanı ile yaptığı toplantı başka bir hikaye anlatıyor. Varoufakis bu toplantıda Yunanistan’a kredi veren kuruluşlar uğruna seçim vaatlerinden vazgeçilebileceğini söyledi. Ayrıca “önceliğin Avrupa olduğunu” ve Euro’dan çıkmayı asla düşünmediklerini de belirtti. Varoufakis’in bu toplantılardaki önerisi Yunanistan’ın bundan sonraki on yıllar boyunca borç ödemeye devam etmesi anlamına gelecek “borç değişimi” oldu. Torika’ya verilen her taviz bu kuruluşların Yunanistan üzerindeki baskıyı daha da artırması anlamına gelecektir. Tek bir ülkede bu baskıya direnerek küresel kapitalizmden yalıtılmış bir demokrasi kurmak pek mümkün görünmüyor. Tabii ki bütün Avrupa ve dünya çapında krize direnen bir hareket oluşmadıkça.
n Tunus’ta Ra’s Cedir Sınır Kapısı’ndan giriş ve çıkışlarda yabancılardan harç istenmesi üzerine kamu ve özel sektörde çalışan işçiler genel grev yaptı. 8 Şubat’ta yeni vergileri protesto gösterisinde bir eylemci polis tarafından öldürülmüştü. Tunus’un güneydoğundaki Tatavin ve Medevin şehrine bağlı Ben Gardene ilçesinde, hastane ve eczaneler dışındaki tüm devlet kurumları harçların kaldırılması için 10 Şubat ‘ta iş bıraktı. Tunus’un Ekim 2014’ten bu yana Ra’s Cedir Sınır Kapısı’nı kullanan yabancılardan harç almaya başlaması üzerine Libya da Tunuslulara yönelik benzer uygulanmayı hayata geçirdi.
RÖPORTAJ
5
“İklim değişimine karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeledir” Küresel Eylem Grubu sözcüsü ve Su Hakkı kampanyası aktivisti Nuran Yüce’yle konuştuk. Küresel Eylem Grubu’nun da girişimiyle yeni bir kampanyayı ilan etmek üzeresiniz? Biraz bahseder misiniz? Nuran Yüce: 28 Şubat tarihinde geniş katılımlı bir basın açıklaması ile duyuracağımız yeni kampanyamızın ismi “İklim için”, bunu slogan olarak “İklim için ben de varım!” ile tamamlıyoruz. Bu kampanyanın temelleri de geçtiğimiz Eylül ayında BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un çağrısı ile New York’ta yapılan olağanüstü iklim zirvesine dayanıyor. İklim değişikliğinin sonuçlarını artık inkar edilemez seviyelerde yaşanmaya başlanması ve hükümetlerin buna karşı neredeyse kıllarını bile kıpırdatmamaları üzerine Ban Ki-Moon en üst seviyede devlet yetkililerini New York’ta sadece iklim krizini konuşmak üzere davet etti. Bu zirveye yönelik New York’ta dört yüz binden fazla her renk ve ırktan, cinsten, dini gruplardan, göçmenlerden, kadınlara, çocuklara, sendikalardan, çevre gruplarına, bilim insanlarına kısaca tüm toplumsal kesimlerden insanlar bir araya geldi. Sadece New York’ta değil aynı günlerde dünyanın çeşitli yerlerinde yaklaşık 3.000 eylem gerçekleşti. Ortak vurgu “iklim değişikliğini durdurmak için neyi değiştirmemiz gerekiyorsa onu değiştireceğiz” ve “İklim değişikliğini durdurmak için herkese ihtiyacımız var” idi. Küresel Eylem Grubu iklim değişikliğine karşı mücadelede başından beri uluslararası iklim hareketinin bir parçası olduğu için bu uluslararası eylem gününün de Türkiye’de örgütleyicisi oldu. 350.org ve KEG’in çağrısı ile İstanbul’da iki gün süren “Karşı iklim zirvesi” ve yürüyüş düzenlendi. Eylül ayında yaptığımız bu etkinlikten sonra ise yeni bir kampanya oluşturma üzerine emek sarf etmeye başladık. Çünkü 2015 yılı iklim değişikliği açısından önemli bir yıl olacak. Şundan önemli, bu yıl hükümetlerin Paris’te Aralık ayında uluslararası yeni bir sözleşme imzalamaları söz konusu. Aslında bu sözleşmenin daha önceki yıllarda hazırlanması gerekiyordu ama hükümetler ekonomik pa-
zarlıkları, çıkarları hep iklim sorunun önünde tuttukları için şimdiye kadar yapılmadı. Bu yıl için uzatmaların sonu diyebiliriz. Bu yılda imzalanacak sözleşmenin yine ekonomik pazarlıklar tarafından belirleneceği söylenebilir ama bu pazarlıkları sınırlandıracak, iklim değişikliğini durdurma konusunda daha gerçekçi adımların atılmasına neden olacak iki temel güçten bahsetmemiz gerekiyor. Bunların birincisi iklim değişikliği nedeniyle adeta bir beşik gibi sallanan dünyanın kendisi. İkincisi de iklim değişikliğini durdurma konusunda tüm dünyada hareket geçen iklim adaleti aktivisitleri, “iklim için ben de varım!” diyenler. İklim hareketi geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleştirdiği eylemler ile kendisine daha güvenli ve eskisine göre daha güçlü ve örgütlü olarak 2015 Paris zirvesine yönelik hazırlıklarına başlamış durumda. Türkiye’de de bireylere dayalı, çok geniş katılımlı “iklim için” başlığı altında bir kampanya örgütlenmeye başlanmış durumda. İklim değişiminin ulaştığı kritik seviyede nasıl bir mücadele örgütlemek gerekiyor? Nuran Yüce: İklim değişikliğinin yarattığı bütün bu olumsuz yaşam koşulları karşısında tek tek bireyler olarak baş edebilmemiz mümkün değil. Bu olumsuz yaşam şartlarından en fazla etkilenecek en kırılgan unsurlar tabi ki en yoksullar olacak. Ama en yoksullar sanıldığı kadar dünya nüfusunun küçük bir kesimini değil neredeyse yüzde 99’unu oluşturuyor. İklim değişikliğini durdurmak için verilen mücadele işte bu yüzde 99’un mücadelesi olmalıdır. İnsan emeğini ve doğal varlıkları üretim sürecinde basit bir ham madde konumuna indirgeyen kapitalist sisteme karşı verilen bir mücadele demektir iklim değişimine karşı mücadele. İklim değişimine karşı mücadeleyle diğer politik başlıklarda sürdürülen mücadeleler arasında nasıl bir köprü kurulabilir? AKP’nin iklim ve giderek enerji politikalarını nasıl ele almak lazım? Nuran Yüce: AKP’nin enerji ve kalkınma politikaları tam
bir yıkıma yol açıyor. Zaten azalmış olan orman ve sulak alanlar, tarım arazileri, enerji ve mega projeler için yok ediliyor. Tarım ya da nehirlerden geçimlerini sağlayan yereldeki insanlar tüm geçim kaynaklarından yoksun bırakılıyor. Ama bu projeler sadece yerel nüfusu etkilemiyor, sera gazı artış hızı açısından ilk sıralarda yer alan Türkiye, açmayı planladığı kömürlü termik santraller ile salım miktarı açısından da ilk sıralarda yer alacak. Bu durum tüm dünya için büyük bir tehlike oluşturuyor. Tabi bu adımları atarken kalkınma adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Bu yıkıma karşı çıkanları da “Türkiye’nin kalkınmasına karşı çıkan içte ve dıştaki düşmanlar, hainler” olarak yaftalıyorlar. Son on yılda milyader sayısı 3’ ten 43’e yükselen, yine son on yılda Kayseri büyüklüğünde ormanlık alanı yok edilen ve yoksulların sayısının her geçen gün arttığı bir ülkeden bahsediyoruz. AKP hükümetinin kalkınma söylemi kapitalistler açısından hayırlı kabul edilebilir ama bizler açısından tam anlamıyla yıkım demek. İklim değişimine karşı alternatifler neler olabilir? Nuran Yüce: İnsanların ihtiyaçlarını eşit ve adil bir biçimde doğanın sınırlarını ve kendini yenileme kapasitesini aşmadan karşılayabilecekleri bir toplumsal örgütlenişe ihtiyacımız var. İnsanın ve doğanın kârdan önce geldiğini temel alan ekonomik ve sosyal bir örgütlenme olması gerekiyor. İklim değişikliğinin ya da başka insani ya da ekolojik yıkımın kalıcı olarak önüne geçmek istiyorsak bu anlayışı benimsemek, bunun için mücadele etmek zorundayız. Aslında bu sonuca bizi yaşadıklarımız da ulaştırıyor. Rüzgar ve güneş yenilenebilir ve doğaya en az zarar veren enerji türleri. Bu enerji türlerini piyasa koşullarına, şirketlerin kâr etme koşullarına uygun yapmaya kalktığınızda onlar da gidip bu birimleri ne insani ne de ekolojik kaygıları gütmeden sadece kendi menfaatlerini gözeterek istedikleri yere kurabiliyorlar. Toplumsal örgütleniş biçimimizi radikal bir biçimde değiştirmediğimiz sürece de bunu yapmaya devam edecekler. Ben sosyalist bir örgütlenmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.
6
GÜNDEM
ÇÖZÜM İDAM DEĞİL MÜCADELE Ne Özgecan münferit bir ‘kurban’ ne de katil Suphi Altındöken münferit bir ‘cani’. ‘Bunun gibileri sallandıracaksın’ diye çıkışlar yapanlar tecavüzü ve kadın cinayetlerini nadiren rastlanan aşırı bir duruma, tecavüzcüleri ‘birkaç vahşi adama’ indirgiyor. Son yıllarda yaşanan on binlerce tecavüz vakasına dahil olan erkek sayısı 127 bin. Binlerce erkeği idam etmek çözüm değil çünkü bu zihniyeti her gün besleyen bir sistem var. İdam veya hadım önerenler sorunun kökeniyle değil sonuçlarıyla uğraşıyorlar. İdam cezasının uygulanması önerisine en iştahla sarılanlar AKP’li vekiller oldu. Kadın cinayetlerinin son 10 yılda yüzde bin 400 artmış olması gerçeğinin üzerini böyle ‘keskin’ çıkışlar yaparak kapatabileceklerini zannediyorlar. Kadın cinayetlerinin arttığını söylemenin manipülasyon olduğunu iddia edenlerin idam önerisi manipülasyonun daniskasıdır. Tecavüzcüler şu anda mevcut olan yasalara göre bile gereken cezaları almıyorlar. Burjuva hukuku söz konusu kadınlar olunca kendi kanunlarını uygulamıyor. Tecavüzcüler cezalandırılmıyor. ‘İyi hâlden’ veya ‘tahrik unsurundan’ ceza indirimi alıyorlar, en alt sınırdan cezalandırılıyorlar. Önemli olan ‘yüzde 99 tecavüz’ diyen sağlık raporuna rağmen tecavüzcüyü beraat ettiren yargıdaki, devletteki zihniyeti değiştirmek. Adalet idamla değil demokrasi için ortak mücadeleyle mümkün.
SORUMLU SADECE AKP Mİ? Her gelişmeyi Türkiye’deki siyasi kutuplaşmanın mezesi yapanlar, kutuplaşmaya hizmet ettiği müddetçe konuya ilgi duyanlar Özgecan cinayetinden yola çıkarak tecavüzün sadece AKP iktidarıyla ilgili bir mesele olduğunu anlatmaya başladılar. Devletin, iktidarın söylemini, cinayetleri körüklediği, meşrulaştırdığı veya koruduğu için teşhir etmekle tecavüz AKP’yle ortaya çıkmış gibi davranmak arasında fark var. Bu anlatımın ‘laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar’ diyen Nihat Doğan bakış açısından pek bir farkı yok. Üstelik AKP iktidarından on yıllar öncesinden beri tacize, tecavüze karşı mücadele eden kadınlara ve yaşadıklarına da saygısızlık. AKP sorunun bir parçası. İktidarda olduğu için sorumluluğu var ve konunun muhataplarından biri. AKP’nin ne kadar ‘makbul kadın’ politikası varsa CHP’nin de var. Kadın özgürlüğüyle sadece ‘gericiliğe’ karşı ‘ilericilik’ gibi bir kültür savaşında silah olarak kullanabildiği ölçüde alakası olan CHP de sorunun bir parçası. Katilin kurt işaretli, silahlı fotoğraflarının ardından ‘paçayı kurtarma’ refleksiyle ‘kadınlar bize emanet’ diye peygamber alıntısı yapan MHP de. Bu bir devlet geleneği. Sorunu sadece AKP’de görenler sol partileri, sendikaları ve ‘kadından yana olması beklenen’ bütün kurumları cinsiyetçilikten, tacizden, şiddetten muaf gibi gösteriyor.
NE YAPMALI? Katiller, tecavüzcüler cezalandırılmalı. Davalarda kadının beyanı esastır ilkesiyle karar alınmalı. Kadın aleyhine ‘tahrik indirimi’ uygulamasına son verilmeli. Taciz, tecavüz davalarında kadınlar korunmalı. Egemen siyaset, devlet tacize, tecavüze, şiddete uğrayan kadınların hesap sorabileceğine dair hiçbir güven vermiyor. Birçok kadın ya korktuğu için ya da nasıl olsa sonuç alamayacağı için hatta sonunda kendisi suçlu bulunacağı için dava açmaya çekiniyor. En çok boşanmak isteyen kadınlar öldürülüyor. Hükümetin aileyi kutsayan, boşanmayı zorlaştıran, kadının yeri evidir, tek görevi anneliktir diyen politikaları bu cinayetleri körüklüyor, katillere ceza verilmemesini meşrulaştırıyor. Ancak yasalarla alınacak önlemler yeterli değil. Cinsiyetçilik, taciz, şiddet her gün birçok farklı alanda yeniden üretiliyor. Medyada, siyasette, eğitimde, işyerlerinde, sokakta kısaca hayatın bütün alanlarında kadına yönelik şiddeti püskürtmenin yolu yine hergün ve her yerde mücadele etmek. Kadınlar gece tenha sokaklarda onlara eşlik edecek, minibüste yalnız bırakmayacak, kendisine korumalık yapacak ‘delikanlılar’ istemiyor.
YASTA DEĞİL MELTEM ORAL
Her gün 5 kadın cinayeti gibi bir ortalamanın olduğu Türkiye’de Özgecan Aslan’ın katledilmesi büyük bir öfkeye neden oldu. Özgecan ilk değil ve ne yazık ki son olmayacağını biliyoruz. Ancak bu vahşi cinayetle kadınların birikmiş öfkesi patladı. Cinayetten bu yana 33 farklı ilde on binlerce kadın ‘artık yeter’ dedi ve sokaklara döküldü. Sosyal medyada kimi yıllarca suskun kalan binlerce kadın maruz kaldıkları şiddeti ve tacizi anlatmaya başladı. Suskunluğun öfkeli bir çığlıkla kırılması işyerinde, okulda, sokakta, evde, toplu ulaşım araçlarında, partide, sendikada gece veya gün ortasında yaşanan tacizlerin üzerindeki perdeyi kaldırdı. Anlatılan deneyimler tacizin ve şiddetin tek tek kadınların maruz kaldığı bireysel bir sorun olmadığını bir kez daha ortaya koydu. 2014 yılında en az 287 kadın öldürüldü, 109 kadın ve kız çocuğu tecavüze uğradı. Bu rakamlar yalnızca medyaya yansıyanlar. Kadın cinayetleri
politiktir. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ‘münferit’ vakalar değil. Türkiye’de yargı, polis, adli tıp başta olmak üzere tüm devlet kurumları ve AKP, CHP, MHP gibi partiler söz konusu ‘kadın’ olunca tacizi, tecavüzü, şiddeti, cinayeti meşrulaştırıyor, koruyor, kolluyor, sırtını sıvazlıyor. Tecavüzü aklamak bir devlet politikası haline geldi. 2007-2013 arasında 62 bin kadın tecavüze uğradı. Yargı delilleri toplamayan savcılarla, N.Ç. davasında ‘rızası var’ diyerek sanıklara en alt sınırdan ceza veren ve ‘içim rahat’ diyen hakimlerle dolu. Tecavüzden yargılanan polislerin, özel timcilerin, askerlerin hiçbiri ceza almıyor. Gözaltında şiddete, tacize, tecavüze göz yumuluyor. Faşist katil Ahmet Suphi Altındöken yakalanır yakalanmaz ‘akıl sağlığı yerinde değil, ilaç kullanıyor’ haberleriyle vahşeti gerekçelendirmeye çalışan egemen medya, kadınların
GÜNDEM
HÜKÜMET KADINA ŞİDDETİ TEŞVİKE EDİYOR Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum.” Milli Savunma Eski Bakanı, AKP milletvekili Vecdi Gönül: “Türk kadını evinin süsüdür, erkeğin şerefidir.” Aile ve Sosyal Politikalar eski bakanı, Antep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin: “Medya olayları abartıyor, kadına yönelik şiddet algıda seçicilik.” Münevver Karabulut cinayetinin ardından İstanbul valisi Celalettin Cerrah: “Kızlarına sahip çıksalarmış.” Münevver Karabulut cinayetinin ardından Başbakan Erdoğan: “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya.” Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam: “Kadın cinayetlerini sağır sultana duyurmaya gerek yok “ Cumhurbaşkanı Erdoğan, Özgecan Aslan cinayetiyle ilgili açıklama yaparken katillerle değil yine kadınlarla uğraştı. Katillere, tecavüzcülere tek bir kelime etmeyen Erdoğan konuyu 14 Şubat günü ‘öldüren sevgi istemeyen’ kadınların gerçekleştirdiği danslı eyleme getirerek çarpıtmaya çalıştı. Daha önce de Roboski katliamının hesabını vereceği yerde ‘her kürtaj bir Uludere’dir’ demişti.
İSYANDAYIZ internette paylaştıkları deneyimlerinden bile ‘pornografi’ çıkartan ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesi on yıllardır yaptıkları şeyi devam ettiriyorlar, katilleri kolluyorlar. Özgecan için sokağa çıkan kadınların eylemine saldırmaya çalışanlar bu koruma, kollama sisteminden cesaret alıyor. Hükümet ve AKP’yi aklama yarışına girenler ‘bunlar batıda da var’ diyerek iktidarın sorumluluğunu hafifletmeye çalışıyor. Cinsiyetçilik, taciz, tecavüz ne tek bir coğrafyaya ne dine ne de ideolojiye özgü. Bunu ‘iyi biliyoruz’. Bu yüzden kadınların tecavüze karşı isyan ettiği Hindistan’dan kürtaj hakkını korumak için sokağa çıktı İngiltere’ye dünyanın dört bir tarafındaki mücadeleler bizim de mücadelemiz. Ancak gezegenin ve zamanın tam olarak bu noktasındayız ve hükümet etme yetkisi AKP’de. Tüm dünyada tecavüz var diye sessiz kalacak, bakanlıklarıyla, belediyeleriyle, polisiyle kısaca bütün kurumlarıyla devlete hükümetlik eden iktidarın sorumluluğunu görmezden gelecek değiliz. ‘Ma-
kul şüpheli’ yasası çıkarmaktaki kararlılığının binde birini kadın cinayetlerini önlemek konusunda neden göstermediğini İsviçre iktidarına mı soracağız? Başbakan Davutoğlu ‘kadına uzanan eller kırılsın’ demiş. El kırmakla uğraşacağına ‘kadınlar kahkaha atmasınlar’ diyen yardımcısından, ‘Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur’ diyen milletvekilinden, ‘Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, anası ölsün’ diyen belediye başkanından hesap sormaya başlasın. Kadını ezen, annelikten başka bir misyon biçmeyen, bedenini kontrol etmeye çalışan politikalardan vazgeçsin. Özgecan Aslan cinayetinin ardından oluşan toplumsal tepki çok önemli. Tacizi, tecavüzü bireysel çabalarımızla engelleyemeyiz. Önemli olan kitlesel bir şekilde sokağa çıkmak. Devleti katilleri değil kadınları koruyan politikalar için zorlamanın yolu öfkemizi sokağa taşırmak.
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
İKİ BEYİNLİ ADAM Biyolojik olarak mümkün müdür, anatomi biliminde yeri var mıdır, tam olarak bilemiyorum, ama Tayyip Erdoğan’ın iki tane beyni var galiba. Ve bunlar çok farklı. Biri cin gibi, diğeri hiç çalışmıyor. (İki beyinli bir Tayyip yerine, iki ayrı Tayyip de olabilir tabii, ama bu ihtimali düşünmek bile istemiyorum.) Beyinlerden biri, cin gibi olanı, Amerika’ya meydan okuyup laf çaktığı zaman hem Türkiye’de hem de emperyalizmin hışmına uğrayan ülkelerde çok olumlu bir etki yarattığını biliyor. “One minüt” olayında da öyle oldu, Mısır’ın darbeci generali Sisi’yi onaylamayı reddettiğinde de. Özellikle Ortadoğu ülkelerinde Tayyip bu çıkışlarıyla halk arasında büyük kredi kazanıyor. Üstelik, Dışişleri camiasında, Amerika dostları arasında “Ay, ne kötü oldu!” bağırtılarına rağmen, bunlar haklı çıkışlar. Son çıkışı da öyle. Dedi ki, “Üç Müslümanın öldürülmesi noktasında özellikle Başkan Obama, Kerry ve Biden’ın şu ana kadar hiçbir açıklama yapmamış olması manidardır. Bunlar terörist değil, bunlar Suriyeli Müslüman. Sayın Obama’ya sesleniyorum, neredesin başkan diyorum, Biden’a sesleniyorum, neredesiniz diyorum. Siz bu tip olayda sessiz kalırsanız dünya da size sessiz kalacaktır.” Amerika’da İslam düşmanlığının devlet eliyle kışkırtıldığı, adeta resmî ideoloji hâline geldiği, sokaklarda Müslümanların (ve hatta Müslüman olmayan ama yabancı görünümlü olduğu için Müslüman zannedilen insanların) saldırıya uğradığı, öldürüldüğü doğru. Buna dikkat çekmek, bunu kınamak, bir yandan demokrasi havariliği yaparken bir yandan da kendi Müslüman vatandaşlarının güvenliğini korumaya bile zahmet etmeyen Amerika’yı kıyasıya eleştirmek de tümüyle doğru. Fakat Tayyip’in cin gibi beyni bunları yaparken, hiç çalışmayan beyni de devreye giriveriyor anlaşılan. Tayyip Obama’ya çıkıştığında dünyanın bütününde, hatta AK Parti’nin en sadık seçmenleri arasında bile, “Bi dakka yahu, bi dakka, one minüt” diye düşünmeyen olmamıştır herhalde. Şu soruları aklına getirmeyen de olmamıştır: “Bi dakka kardeşim, şu son bir iki yılda, ne savaş ne de darbe yaşanırken, Türkiye’de kaç masum Müslüman öldü? Kimin polisi öldürdü bunları? Amerikan polisi mi? Obama’nın kendisi mi? Sonra da kim korudu katilleri? Kim terfi ettirdi hepsini?” Tayyip beyinlerinin aptal olanı demiş ki, “Benim de Obama’yla ilk göreve geldiği dönemde aram çok iyiydi. Hatta biliyorsunuz bizi ‘Beyaz Ev’ denilen yerde ailece ağırladılar... Sonra baktık mesele anlayamadığım şekilde farklı gelişmeye başladı.” Türkiye’de de mesele farklı gelişmeye başladı.
KİTAPÇILARDAN VE SOSYALİST İŞÇİ DAĞITIMCILARINDAN ALABİLİRSİNİZ www.altust.org
8
GELENEK
SOSYALİST TEORİYE NEDEN İHTİYACIMIZ VAR?
Bangladeşli tekstil işçileri düşük ücretlere karşı mücadelede. PAUL D’AMATO
Karl Marks’ın da söylediği gibi, eğer bizi yönetenler kapita-
lizmi desteklemek için bir ideolojiye ihtiyaç duyuyorsa, biz sosyalistlerin de toplumun yüzeyinin altında yatan gerçekleri ortaya çıkarmak için kendi teorimize ihtiyacımız var. Birçok insan fizik ya da kimya gibi bilimlerde başarı elde edebilmek için bilim insanlarının teoriye – yani gözlem yoluyla anlaşılamayan şeylerin neden ve nasıl olduğuna dair açıklamalara - ihtiyacı olduğunu kabul eder. Örneğin bilim insanları, hayvanların hücrelerinde onların genel fiziksel görünümlerini belirleyen genetik kodlar olduğunu doğrudan gözlem yoluyla anlayamaz. Gezegenlerin ve yıldızların dünyanın etrafında döndüğü bilinir. Fakat daha ileri düzeyde bir gözlem yapılması yoluyla dünyanın da, galaksinin merkezi etrafında dönen bir güneş sistemi içinde güneşin etrafında döndüğü anlaşılmıştır. Diğer bir deyişle, bilimsel teori, şeylerin görünür hallerinin altında yatan ve onların davranışlarını yöneten yasaları anlamamızı sağlar. Bu bilgi olmadan yeni teknolojileri geliştirmek imkânsız olurdu. Bunları bilim için söylemek mümkün. Peki ya insan toplumları? Toplum ve onun tarihi için bir teoriye ihtiyacımız var mı? Karl Marks bir zamanlar şöyle yazmıştı, “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler; fakat asıl olan onu değiştirmektir.” Bu cümleyi yorumlamanın bir yolu, onun teoriye karşı olduğunu söylemektir – yani amacımıza ulaşmak için fikir-
lere ihtiyacımız yoktur, sadece “doğru olan için mücadele etmemiz” gerekir. Fakat Marks dünyayı yorumlamak için oldukça fazla zaman harcamıştır ve bunu yaparken amacı dünyayı değiştirmektir. Diğer yandan egemen sınıf -toplumun, bankalara, fabrikalara, hastanelere, medyaya sahip olan yüzde 1’lik kesimitoplumun değişmesini istemez. Tabii ki şeyleri daha hızlı bir şekilde daha ucuza üretebilmek için bilime – fizik ve kimya, biyoloji ve bilgisayar bilimi - ihtiyacı vardır. Kendi zenginliklerini birbirlerinden ve bizden korumak için onlara en modern askeri teknolojiyi sağlayacak bir bilime tabii ki ihtiyaç duyarlar. Fakat toplumu yönetenlerin istediği son şey, toplumun bilimsel bir şekilde anlaşılmasıdır. Onların istediği, tam tersine, bilim değil, Marks’ın deyimiyle “ideoloji”dir – yani toplumun nasıl işlediğini (dolayısıyla nasıl değişebileceğini) açıklayan fikirler değil, kapitalizmin eşitsizliklerini gizleyen ya da bir gereklilik olarak meşrulaştıran fikirler. Marks kendi zamanının ekonomistlerine karşı çıkarak onlar için bir teorinin doğru olup olmadığının değil sermaye için işe yarar ya da politik olarak zararlı olup olmadığının önemli olduğunu söylemişti. Şöyle demişti; “Tarafsız araştırmalar yapabilmek için değil de para için dövüşen profesyonel boksörler gibiler. Gerçek bilimsel araştırmalar yerine vicdan azabı ve kötü niyet savunuculuğu yapıyorlar.” Bu profesyonel boksörlerin – hükümete bağlı ya da özel düşünce kuruluşları, prestijli üniversitelerde çalışan profe-
sörler, ekonomistler ve sosyologlar – yaptığı şeylerden birisi de toplumu statik ve değişmeyen bir organizma olarak anlatmaktır. Bu iddia kapitalizmin insan doğasına benzediğini söyler. Eğer bu doğruysa, o zaman, değişim imkânsızdır. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde insanların, malların kolektif bir şekilde edinilip paylaşıldığı avcı-toplayıcı bir toplumda yaşamış oldukları gerçeğinin hiçbir önemi yoktur. Diğer yandan, toplumun nasıl işlediğini anlamak işçilerin – azınlığın kar elde etmesi için sömürülen çoğunluk - yararınadır. Toplumun görünürdeki yüzeyinin altındakilere bakmak onların çıkarınadır. Marks’ın “toplumun egemen fikirleri” – ırkçı fikirler, cinsiyetçi fikirler, göçmen karşıtı fikirler, yoksulluğun nedeninin kaynakların yetersiz olması olduğunu anlatan fikirler – olarak adlandırdığı fikirler, işçileri bölmek ve sistemin gerçekten nasıl işlediğini gizlemek amacıyla yaygınlaştırılan fikirlerdir. Fakat eğer bilim insanları kendi laboratuarlarına kendileri sahip olabilselerdi bu laboratuarlar toplum için çalışabilirdi. İşçiler, sınıf mücadelesi – ve bu mücadeleden edinilen ve genelleştirilen dersler – yoluyla toplumun doğasını ve onun nasıl dönüştürülebileceğini öğrenir. Marks, toplumun eleştirel bir şekilde anlaşılmasının bir sınıfı ifade ettiğini söyler, “toplumun eleştirel bir şekilde anlaşılması tarihteki görevi kapitalist üretim modelini devirmek ve sonunda bütün sınıfları ortadan kaldırmak olan bir sınıfı, yani proletaryayı ifade eder.” Socialistworker.org’dan Arife Köse çevirdi.
SINIF MÜCADELESİ
AKP’NİN MEZAR KAZICISI
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞÇİ SINIFINI BİRLEŞTİREN POLİTİKALARA İHTİYACIMIZ VAR İşçi sınıfı giderek kötüleşen koşullarını değiştirmek için harekete geçmeye başladı. Gelişmeler, yaşanan sıkıntıların belirli işyerlerine özgü olmadığını, tüm iş yerlerinde benzer sıkıntıların (3 yıllık sözleşme, düşük zam, grevlerin yasaklanması, kıdem tazminatının ortadan kaldırılması vb) yaşandığını, dolayısıyla işçi sınıfının bu saldırılara karşı bütünlüklü bir mücadele vermesi gerektiğini gösteriyor.
İşçiler başbakanı protesto ediyor. AKP’yi devirmenin yolu ona destek veren yoksulları, Türkiye işçi sınıfının geniş kesimlerini kazanmaktan geçiyor. Son haftalar, bunun ne kadar mümkün olduğunu gösterdi. 15 bin metal işçisi grev kararı aldı. Kayseri’de binlerce işçi patrona karşı iş bıraktı. Bilecik’te seramik işçileri direnişte. Yozgat’ta madenciler isyan etti. Kağıt sektöründe 7 fabrika grev kararı aldı. Sivas’ta Hak-İş üyesi demir çelik işçileri eylem yapıyor ve Başbakan Davutoğlu’nu protesto ediyorlar. Bu işçilerin hepsi aynı şeyi söylüyor: “Kriz nedeniyle bizden fedakarlık yapmamız isteniyor ama patronlar büyüyorlar. Biz ise ayın sonunu zor getiriyoruz. Ekonomik büyümeden pay istiyoruz.”
Daha önce 2008 yılında da AKP’nin tabanını oluşturan işçiler, sağlıktaki neoliberal dönüşüme karşı kitlesel eylemler gerçekleştirmeye başlamışlardı. Mücadele, AKP’ye kapatma davası açıldığında, siyasetin laik-dindar kamplaşmasına sıkışmasıyla bölündü. AKP’ye oy veren işçiler, bu hükümetin demokrasi dışı yollarla devrilmesini istemiyorlardı. Ancak bugün o günler geride kaldı. Çözüm süreci, askeri vesayetin gerilemesi, siyasetin normalleşmesinin yolunu açtı. Şimdi bu yolu açan dinamiği yaratan yoksullar, AKP’ye karşı mücadeleye atıldılar. Hükümetin sonunu getirmek için bakmamız gereken en önemli yer burası.
DÜŞÜK ÜCRETLERE VE İŞTEN ATMALARA KARŞI MÜCADELE SÜRÜYOR n Bilecik’te iki aylık ücretlerinin gaspına karşı direnen yüzlerce seramik işçisi, Hükümet Konağı’na yürüyüş düzenledi. Patron ise açıklama yayınlayarak işçilerin eylemini karalamaya çalıştı ve işçilerin bir kısmının ücretsiz izne çıkarıldığını belirtti.
n 3 aydır maaşlarını alamayan demir çelik işçileri, partisinin kongresi için Sivas’a gelen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu protesto etti. n Mersin’de belediye işçilerinin yürüyüşünü engelleyen polis biber gazı ve kalkanlarla saldırdı. n Sendikalaştıkları için işten atılan Dora Otel işçileri her hafta olduğu gibi bu pazar da eylemdeydi.
MARKS DİYOR Kİ Volkan Akyıldırım
İLK SINIF BASKISI “Tarihte görülen ilk sınıf karşıtlığı, tek eşlilik kadın-erkek antagonizmasının gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı dişi cinsin erkek cinsi tarafından baskı altına alınmasıyla çakışır.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni - Engels) Özgecan Aslan’ın vahşice katledilmesi sonrası, AKP’li muhafazakar burjuvaların kadın cinayetlerine buldukları çözüm ailenin güçlendirmesi. Kadın cinayetlerinin ezici çoğunluğu kocalar, kardeşler, bizzat aile bireylerinin işlediği ortadayken ailenin güçlendirmesini önermek baskı, eziyet ve ölümlerin devam etmesini savunmaktır. Özgecan Aslan’ın katilinin çok küfür edilen annesi, “bu etkenler asla oğlumu aklamak için değil” diyerek, bu
Geçtiğimiz günlerde Birleşik Metal-İş sendikasının 15 bin işçi ile başladığı grev AKP hükümeti tarafından yasaklandı. Aslında bu işçilerin önemli bir bölümü muhtemelen seçimlerde oylarını AKP’ye verdiler ama grevlerinin yasaklanmasına öfkeliler, çıkış yolu arıyorlar. Metal işçilerinin greve çıkması ile başlayan hareketlenme, binlerce Boydak işçisinin toplu sözleşmeyi kapalı kapılar ardında imzalamaya çalışan Öz Ağaçİş’e karşı tepkisi ile devam etti. Bilecik’te seramik işçileri, Yozgat’ta maden işçileri talepleri için iş bıraktılar. Sivas Demir Çelik işçileri, Soma maden işçileri hakları için gösteriler düzenlediler. AKP hükümeti ise kıdem tazminatı tartışmasından vazgeçmediğini, kıdem tazminatını er geç kendi istediği şekle dönüştüreceğini ortaya koydu. Şimdi yapılması gereken oyunu şu ya da bu partiye verse de, işçilerin birlikte mücadelesini sağlayacak politikalar geliştirmektir. Türkiye’de 28 milyon emekçinin 18 milyonu ücretli işçi. Ama sendikaların toplam üye sayısı (memurlar dahil, çünkü onlar da işçidir) 3 milyon. Üye sayılarındaki azlığa rağmen örgütlü 3 milyon işçi, Türkiye’de herhangi bir iktidarı dize getirir, taleplerini kabul ettirir, ama bugün sendikaların kendi aralarında laik-dindar kutuplaşmasını aşamadıklarını, birlikte eylem değil, görüşme bile yapamadıklarını izliyoruz. Örneğin Eğitim-Sen’in laik bilimsel eğitim sloganı ile düzenlediği grev, ortak bir mücadele hattını oluşturmaktan uzak bir eylem. Hâlbuki Eğitim-sen üyesi işçilerle Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin ve Öz Ağaç-İş üyesi işçilerin birlikte harekete geçebilecekleri sloganlara, politikalara, eylem kararlarına ihtiyacımız var.
n Gebze Plastikçiler Sanayi Sitesinde bulunan Roma Plastik fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan 14 işçi için eylem yapıldı.
n Sağlık emekçileri aile hekimlerine zorunlu cumartesi nöbeti uygulamasına karşı bir gün iş bıraktı.
Bu noktada ilk söylenmesi gereken işçi sınıfının birliğinin sağlanmasının en önemli konu olduğudur. İşçi sınıfının kazanmak için birleşmeye, birlikte davranmaya ihtiyacı var. Bunun için işçileri bölen değil bir araya getiren sloganlar, politikalar üretilmelidir. Bugün sınıfın önündeki en önemli bölücülük laik-dindar kutuplaşmasıdır.
Bilecik’te kadın seramil işçileri Hükümet Konağı önünde eylemde. basit gerçeği şöyle anlatıyor: “Ben kocamdan çok şiddet gördüm ama anneme babama söyleyemedim. Babası kemerle, kesici aletle beni dövdü. Bunları kimseye söyleyemedim. .. Ben bu olayı duyduğumda inanamadım.Ta ki olayın içinde babası var dediler o zaman inandım.” Katilin babası da babasından kadınlara şiddet uygulamanın normal ve meşru olduğunu görmüştü. Kuşaklar boyu süren bu gelenek, cinsel şiddet ve cinayeti getirdi. Katilin annesi şiddet gördüğü için, soğuk kanlı bir şekilde oğluna yardım eden babadan ayrılmış. AKP’lilere göre o boşanmamalıydı. Evlilik kurumu güçlendirilmeliydi. Bir “problem” mi var? AKP İstanbul milletvekilinin dediği gibi suç duyurusunda bulunup koruma kararı aldırmamalı, “mahallenin abisine” danışmalıydı. Varlıklı ve köklü bir aileden gelen katilin babası pek ala o “mahallenin abilerinden” olabilirdi. Kapitalist toplum temeli olarak sunulan ve korumamız is-
İşçi sınıfını bölen değil, birleştiren sloganlar, politikalar geliştirmeliyiz. tenen tek eşli çekirdek aile burjuva ideologları tarafından kadınla erkeğin uzlaşması olarak sunulur. Oysa Engels’in vurguladığı gibi tarihte devlet ve özel mükiyetle aynı anda ortaya çıkan aile, kadın ve erkek arasında uzlaşmaz çelişkiler yaratmıştır. İnsanlık binlerce yıl boyunca böyle yaşamadı. “Analık hukukunun” belirleyici olduğu toplumda kadınlar ezilmiyordu ve erkeklerle aralarında uzlaşmaz karşıtlık bulunmuyordu. Özel mülkiyetin miras yoluyla aktarılması ve devlet denilen şiddet aygıtını kullanan erkeklerin tahakkümü, kadınların tarihi yenilgisi ile başladı. Kapitalist toplum bu temel ezme-ezilme ilişkisi üzerinde yükseliyor. Aile bir korunak değil, erkeğin kadınlar ve çocuklar üzerindeki tahakümüyle oluşan bir cehennem. Dünyada ve Türkiye’de kadınlara yönelik şiddet kadar boşanma oranları da aile kurumunun çürümüşlüğünü gösteriyor. Şiddete, tecavüze, cinayetlere çözüm aile kurumunun güçlendirilmesi değil kadınların kurtuluşu.
10 MEKTUP&DUYURU
BİLGİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERi KADIN CİNAYETLERİNİ PROTESTO ETTİ
TOPLANTI DUYURULARI BEYOĞLU
19 Şubat Perşembe, 19:00
SOYKIRIMLA YÜZLEŞME MÜCADELESİ KONUŞULDU Irkçılığa DurDe Kadıköy Platformu 12 Şubat Perşembe günü Agos Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan ile birlikte 1915-2015 Ermeni Soykırımı: 100 Yıllık Yüzleşme” konulu aktivistler buluşması gerçekleştirdi. Danzikyan, 100. yılında Ermeni Soykırımı ile ilgili devletin tutumunu, hükümetin 100. yılın yaklaşması ile birlikte 18 Mart Sarıkamış üzerinden yaptığı manipülasyonları anlattı. Söz alan aktivistler, 24 Nisan’da yapılacak anmada kalabalık olmanın ve kampanyayı her yere taşımanın önemli olduğunu da dile getirdi
KADIN CİNAYETLERİNİ NASIL DURDURURUZ? Konuşmacı: Aspurçe Gizem Kılınç 26 Şubat Perşembe, 19:00 YÜKSELEN İŞÇİ HAREKETİ Konuşmacı: Faruk Sevim Leyla Teras İstiklal Cad. Mis Sok. No:6 Kat:4 Beyoğlu KADIKÖY
19 Şubat Perşembe, 19:00
Bu yılın ilk ayında 37 kadın erkekler tarafından öldürül-
dü. Öldürülen kadın sayısı geçen yıl 287, ondan önceki yıl 231’di. Kadın cinayetleri tırmanırken televizyonlarda, gazetelerde, ana akım medyada bu şiddet normalleştiriliyor. Başbakanından bakanına polisine kadar bu şiddet görmezden geliniyor. Zaten kadının dışarıda ne işi var, evinde otursun, sokağa çıkmasın, çocuk doğursun söylemi her türlü iktidar araçlarıyla bir doğa kanunu gibi sabah akşam tekrarlandığı için kadına yönelik şiddet de fıtratın bir parçası gibi kanıksanıyor. İşte bu kanıksamanın en son örneği Özgecan Aslan’ın vahşice katledilmesi oldu. Akşam saatlerinde bir genç kadının minibüse binmiş olması katilin harekete geçmesi için yeterli bir sebepti. Bu cinayete karşı pek çok yerde kadınlar sokağa çıkarak sessiz kalmayacaklarını duyurdular.
İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencileri de Santral kampüsünde düzenledikleri basın açıklaması ve yürüyüşle kadın cinayetlerine sessiz kalmayacaklarını açıkladılar. Yapılan basın açıklamasında: “Özgecan’ın yaşadıkları tesadüf değil. Böyle giderse yarın öldürülecek kadınların da başına gelecekler tesadüf değil. Katili tanıyoruz! Kadın cinayetleri de, transseksüel cinayetleri de diğer nefret cinayetleri gibi devletin meşru kıldığı politik ve eril şiddetin ürünüdür. Biz bunların kader olmadığını, tesadüf de fıtrat da olmadığını haykırıyoruz” dendi. Eylemde ‘Kadın cinayetlerine karşı ses çıkar”, “Jin jiyan azadi”, “Erkekler öldürüyor devlet koruyor”, “Kadınlar sokağa’ sloganları atıldı. Bilgi Üniversitesi’nden Sosyalist İşçi okurları
27 ŞUBAT CUMA 19:00
SYRIZA’NIN SEÇİM ZAFERİ: YENİ SOL İHTİYACI
İZMİR
17 Şubat Salı, 18.30 NEOLİBERALİZM VE AKP Konuşmacı: İsmail Çapar 24 Şubat Salı, 18.30 SINIFLI TOPLUMLAR NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Moderatör:
Meltem Oral
(Sosyalist İşçi Partisi-Yunanistan)
Ufuk Uras
(İstanbul eski milletvekili)
Ümit İzmen
(Ekonomist)
Adres: İsmail Beşikçi Vakfı (Teras) İstiklal Cad., Sadri Alışık Sok, No: 21 Beyoğlu - İletişim: 0531 452 62 51
20 Şubat Cuma, 19:00 RESMİ TARİHLE YÜZLEŞME: DİL SOYKIRIMI VE ASİMİLASYON Konuşmacılar: Alev Karaduman, Elif İnal 26 Şubat Perşembe, 19:00 MÜZAKERE, MÜCADELE VE BARIŞ Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey 19 Şubat Perşembe, 18.30 ERKEKLİKLE NASIL MÜCADELE EDİLİR? Konuşmacı: Canan Şahin 26 Şubat Perşembe, 18.30 BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ Konuşmacı: Kemal Başak Konur Sokak 14/13, Kızılay
Ayşe Demirbilek
Sotiris Kontogiannis
ŞİŞLİ
ANKARA
Kampanya için 18 Şubat Çarşamba akşamı tekrar bir araya geleceğiz.
(DSİP Eşsözcüsü) Konuşmacılar:
YÜKSELEN İŞÇİ HAREKETİ Konuşmacı: Erdal Bayraktar Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 26 Şubat Perşembe, 19:00 MÜSLÜMANLAŞTIRILMIŞ ERMENİLER Karga Kadife Sk. No:16
KADIKÖY BU HAFTA DA IRKÇILARA GEÇİT VERMEDİ Kadıköy’de ırkçılık karşıtları bir kez daha ırkçıların ve faşistlerin kiliseler önünde propaganda yapmasını engellediler. Bir önceki haftasonu olduğu gibi geçen haftasonu da Kadıköy çarşısı içindeki Rum ve Ermeni kiliseleri önünde kalabalık şekilde stant kuran Kadıköy Irkçılığa Geçit Yok İnisiyatifi ırkçı propagandaya karşı yüzlerce imza topladı ve 2000’e yakın bildiri dağıttı. Faşistler facebook sayfalarında stantların resimlerini yayınlayarak Kadıköy’de yükselen ırkçılık karşıtı hareketten
rahatsız olduklarını belli ettiler. Faşizme karşı mücadele faşistlerin kendilerini meşru bir hareket olarak göstermelerine karşı onları toplumdan izole ederek ve yalnızlaştırarak zafere ulaşabilir ancak. Soykırımın yüzüncü yılında artan Ermeni düşmanlığına karşı Kadıköy’de 60 kişi ile 5 saat boyunca yağmurun altında stant açan aktivistler faşizme karşı kararlı bir toplumsal mücadelenin önemini bir kez daha göstermiş oldular. Kadıköy DurDe aktivistleri
Konuşmacı: Ersin Damarsardı Nostalji Cafe, 8072. sokak, Çiğli 19 Şubat Perşembe, 18.30 IRKÇILIK, GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI VE İSLAMOFOBİ Konuşmacı: Memet Uludağ 26 Şubat Perşembe, 18.30 KADIN ŞİDDETİ NASIL DURDURURUZ? Konuşmacı: Özlem Serap Özkan Karakedi Kültür Merkezi 1462 sk. 20/1
GÜNDEM 11
İŞSİZLİK ARTIYOR
ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş
ERDOĞAN’A KARŞI CHP İLE YAN YANA MI? Taraf gazetesi yazarı Murat Belge’yle bir röportaj yayınladı. Röportajda, Belge, özet olarak, “... aslında AKP de demeyelim, Erdoğan ve çevresinin bu toplumun başına neler getireceği ortada. (...) birleşme gibi bir şey değil ama en azından yan yana durma gibi bir şeyin gerekliliği ortaya çıkıyor. Zaten sayımız az, bir sürü dezavantajımız var. Öyle görünüyor ki, CHP ile yan yana duracağız. Buna CHP’lilerin açık olması lazım, bizim gibi adamların da...” Türkiye’de solun tarihi kadar eski bir sorun CHP’yle ilişki sorunu. Özellikle AKP’li yıllar, solun CHP’yle valsinin baş döndürücü varyasyonlarına tanık olduğumuz yıllar aynı zamanda. Şimdi Gezi direnişinden beri açık ya da örtülü CHP’yle ittifak eğilimine Murat Belge de katıldı.
İşsizlik maaşı için başvuranların sayısı iki kat arttı. Türkiye’de işsiz sayısı geçen bir yılda 602 bin kişi arttı. Rakamlar her gün iki kişinin işsiz kaldığını gösterirken, iş gücüne yeni katılan her on kişiden üçü işsiz. Üniversite mezunu kadınlarda işsizlik, erkeklerin iki katı.
Şubat 2014 döneminden bu yana 209 bin kişi artarken, erkeklerde ise artış 64 bin kişi olarak gerçekleşti. Kasım ayında erkek işsizliğinde yaşanan yüksek artış erkek işsiz sayısındaki azalmayı artışa çevirdi.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun Kasım 2014 verilerine göre işsizlik oranı yüzde 10.7’ye ulaştı. Bu 2010’dan bu yana ulaşılan en üst seviye. Resmi rakamlara işsiz sayısı 3 milyon 120 bin kişi, bu Ağustos 2009’dan bu yana en yüksek rakam.
n Resmi işsizlerin yüzde 37’si iken, işsizlik kapsamı dışında tutulan umutsuz ve diğer işsizlerin yüzde 60’ını kadınlar oluşturdu.
n İstihdam oranı yine yüzde 45.5 oldu. İşsizlik en hızla sanayide arttı. Kasım 2014’te önceki aya göre 80 bin işçi işsiz kaldı. n Türkiye genelinde yaklaşık her 3 kişiden biri (%34) kayıtdışı çalışırken, kadınlarda bu oran yüzde 47, erkeklerde yüzde 28 olarak gerçekleşti. n TÜİK verilerine göre 15-24 yaş grubunu içeren genç işsizlik oranı yüzde 19.9 olurken, 15-64 yaş grubunda bu oran yüzde 10.9 oldu.
n Şubat 2014’te işgücü dışında kalan kadın sayısı 20 milyon 443 bin kişi iken bu rakam eylüle kadar 19 milyon 948 bin seviyelerine indi. Ancak ekimde yeniden 20 milyon 23 bine çıkan rakam kasımda 20 milyon 159 bine tırmandı. n Ev kadını oldukları için işgücü dışında kalan kadınların sayısı 11 milyon 675 bin kişi olarak belirlendi. Bu da işgücü dışındaki kadınların yüzde 58’inin ev kadını olduğu için işgücünde olmadığını gösteriyor.
Kadın işçilere ayrımcılık
n Üniversite mezunu kadınlarda işsizliğin erkeklerin iki katı olarak gerçekleşmesi, çalışan kadınların uğradığı ayrımcılığı da gösterdi.
n Resmi işsizlik oranı yüzde 13 olan kadınlar için tarım dışı işsizlik oranı yüzde 17,5, geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 25 seviyesinde gerçekleşti. Kadınlarda işsizlik
Resmi işsizlik verileri, ekonomik büyümenin yavaşlaması ile işsiz sayısının artmaya devam etme eğiliminde olduğunu gösteriyor.
GEÇMİŞ DEVRİMCİLERİN TANIDIK HİKAYESİ ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ
Daha çok Mülksüzler ve Yerdeniz serisi ile tanınan Amerikalı bilimkurgu yazarı Ursula K. Le Guin’in Türkçede yayınlanan son kitabı, Malafrena oldu. Malafrena, bir yanıyla fantastik diğer yanıyla ise tarihi bir kitap. Roman 1825-1830 arasında Avrupa’da geçiyor, ancak başkarakter Itale Sorde’nin geldiği Malafrena Vadisi hayali bir mekan. Itale Sorde Fransız Devrimi’ni öğrenince bir devrimci olmaya ve şehre gelip örgütlenmeye karar veriyor. Sonrasında yaşadıkları, devrimcilerin son iki yüzyılda çok da değişmeyen pratiklerinden tanıdık örneklerle dolu. Hapis, gazete çıkarma, sansüre uğrama, toplantılar, ihanetler ve devlet baskısı... Malafrena’da Le Guin 1800’lerin başındaki siyasal ve toplumsal durumu ustalıkla tasvir ediyor; yenilmiş 1789 devriminin anısı, İmparatorlukların kurduğu baskı ve bu
baskıya karşı çıkan, milliyetçilikle iç içe geçmiş bir devrimcilik. Rousseau’nun ve Robespierre’in yazdıklarını okuyan ve yeni yeni ortaya çıkan burjuvaziyle birlikte işgalci Avusturya’ya karşı çıkan taşralı devrimciler. Cemal Yardımcı’nın yetkin çevirisinin de etkisiyle bir solukta okunan Malafrena devrimi devrimcilerin değil kitlelerin yaptığını açıkça gösterirken, devrimci mücadelenin uzun zamandır unutulmuş bir dönemine ışık tutuyor.
Malafrena Ursula K. Leguin, 432 sayfa, Metis Yayınları
Murat Belge bir ulusalcı değil. Tersine, ulusalcıların sağdan sola tüm biçimlenmelerini eleştiren, teşhir eden ve başka bir alternatifin kurulması gerektiğini anlatan özgürlükçü bir sol anlayışa emek verenler arasında yer aldı yıllardır. Darbelere karşı çıktığı için ne AKP’ciliği kaldı Doğan Tarkan ve Ufuk Uras gibi ne de liberalliği. Tek kelimeyle militarizmin eleştirel tarihini yazı, Almanya, Japonya ve Türkiye örneklerini inceleyerek. Peki nasıl oldu da CHP’yle yan yana durmanın elzem olduğunu savunmaya başladı? Nasıl oldu da Belge’yi “yazı yazsın da yerden yere vurayım şu sosyal medyada” diye bekleyenler, yazılarını paylaşmamak için kendilerini zor tutar hale geldiler? Sanırım sorun, AKP’nin yenilmez, homojen, tabanıyla liderliği, liderliğiyle Erdoğan arasında kopmaz bağlara sahip, taş gibi bir parti olduğu fikrinden kaynaklanıyor. Tam bir denize düşme durumu. Bu, Belge’nin, röportajında, “Karanlık bir tünelin başındayız. Nerede bittiği, nereden ışık geleceği pek belli değil” deyişinden de anlaşılıyor. Halbuki, tünel o kadar karanlık değil. Karanlık olduğu yerde de el fenerlerimiz var. Yakmayı başarabiliriz. Türkiye’de dipten gelen devasa bir hareket var. Muazzam bir değişim potansiyeli var. Askeri vesayeti gerileten bu değişim rüzgarı. Çözüm sürecini başlatan bu değişim rüzgarı. Gezi bu değişim rüzgarının üzerinde yükseldi. Kobanê eylemleri bu rüzgarın ifadeleri. Şimdi AKP’ye oy veren işçilerin yavaş yavaş şekillenen sınıf hareketlenmesinin kendiliğinden dinamiği de böyle. Bu işte tünelin bittiği yer. CHP gibi, varlık koşulu bu rüzgara engellemek olan bir partiyle yan yana gelmeye çalışmanın bir anlamı yok. Bu rüzgarın, AKP içinde yaratmaya başladığı çatlakların ne kadar derin olduğunu görmek yeterli. CHP’yle yan yana gelmeye değil, bu çatlakları derinleştirir ve AKP’ye karşı özgürlükçü muhalefeti örgütlerken, “demokratlaşıyoruz” maskesi takan CHP ulusalcılığına da bir saniye bile prim vermemeliyiz.
Tekirdağ 05332334150 Ankara 0532470150
Eskişehir 05543127196
İstanbul 05314516251
Akhisar 05443270445
İzmir 05544602111
www.sosyalistisci.org
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
SOKAKTA MÜCADELE SANDIKTA HDP Genel seçimler, 7 Haziran’da yapılacak. Seçimlerden AKP’nin birinci çıkacağı hem destekçileri hem de rakipleri açısından net. Sorun AKP’ye ve onun muhafazakâr neoliberal politikalarına karşı çıkan muhalefetin nasıl güçleneceği. Bu genel seçimde de daha önceki seçimlerde öne sürülen ve en somut olarak Ekmelledin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanı adaylığında yenilgiye uğrayan “AKP karşıtlarının birliği” hattı yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. İç güvenlik yasasından, grev yasaklarına AKP’nin attığı bir dizi otoriter adım gerekçe gösterilerek ilkesiz, politikasız bir birlik öneriliyor. Çözüm olarak sunulan ise aslında toplumsal muhalefetin CHP’ye yedeklenmesi. İlkesiz ittifaklara hayır! Oysa ne CHP’ye ne de içinde CHP’nin de olduğu ilkesiz ittifaklara mahkum değiliz. Türkiye’de kitlesel ve özgürlükçü bir muhalefeti oluşturmak için uygun bir dönemdeyiz. AKP’nin politikalarına yönelik yaygın hoşnutsuzluk kendisini Gezi direnişinde göstermişti. Açığa çıkan yolsuzluk dosyalarına, rüşvet alan milletvekillerine ve onları aklayan hükümete, üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı gibi doğayı yıkım projelerine karşı çıkan, Kürt sorununda barışçıl bir çözüm isteyen milyonlarca insan var. İş cinayetlerinden, taşeronlaştırmadan, sendikasızlaştırmadan rahatsızlık duyan çok geniş kitleler var. Kadın cinayetlerini durdurmak isteyen, toplumdaki cinsiyetçiliği kökünden söküp atmayı arzulayan milyonlarca kadın var. Bu zengin ve renkli birikim CHP’ye, onun parlamenter hesaplarına kurban edilemez. Bu birikimin sesinin, azalmadan, susturulmadan meclise taşınabilmesinin tek yolu HDP’nin barajı aşıp meclise girebilmesi. SOSYALİZM SOHBETLERİ Meltem Oral
VATANSEVER SOSYALİZM MÜMKÜN MÜ? Sosyalizmin millisi, ulusalı, yurtseveri olmaz. Sosyalizmle milli ‘hassasiyetleri’ harmanlama çabası, Türkiye’deki sosyalist harekette bolca örneğine rastladığımız sosyal şovenizmden başka bir şey değildir. Ulusal değerler veya yurtseverlik maskesinin örttüğü şey sistematik olarak ‘düşmanlar’ yaratarak, bu düşmanların kendi ulusal üstünlüğünü tehdit ettiği gerekçesiyle kamuoyu oluşturmaya çalışan bir egemen sınıf ideolojisi olan milliyetçiliktir. Türkiye’de uzun yıllar boyunca kemalizmin ‘cumhuriyet değerleri’ sol hareketler tarafından ilericilik
Cumhurbaşkanı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın aldığı %9,7’lik oy HDP’nin barajı aşabileceğini gösteriyor. HDP’nin barajı aşması AKP’nin seçim barajıyla çaldığı milletvekilliklerini geri alması anlamına geliyor. Barajın aşılması Kürt halkı başta olmak üzere tüm ezilenlerin daha büyük bir güvenle hareket etmesi, çözüm sürecinde hükümetin oyalama politikalarının zorlaşması, Ermeni Soykırımı’nın tanınması mücadelesinin güçlenmesi demek. Bu mücadeleler seçimden sonra da devam edecek, sokakta inşa edilecek. Bu yüzden sokakta mücadele, sandıkta HDP!
NASIL BİR SEÇİM KAMPANYASI? HDP geçen seçimde aldığı oyu almayı değil, barajı aşmayı hedefliyor. HDP’nin bunu yapmasının tek yolu hem AKP’nin hem de CHP’nin yaratılmasına katkıda bulunduğu kültürel saflaşmayı, laik-dindar kutuplaşmasını dağıtıp, toplumun değişim isteyen tüm kesimlerini kapsayabilmesi. HDP politikaları bir yandan tüm ezilenlerin hakkını savunurken, diğer yandan işçi sınıfını birleştirebilme şansına sahip politikalar. Bu politikaların oya dönüşmesi için canlı, enerjik ve farklı bir seçim kampanyası yapmamız gerekiyor. Alınacak oyu belirleyecek olan HDP’nin ünlü milletvekilleri veya medyadaki görünürlüğü değil sokakta yapılan stand çalışmalarında birebir konuşulacak, tartışılacak insanlar olacak. Ancak yüz yüze yapılan tartışmalarla, kitlesel yürüyüş ve eylemlerle örülen kolektif bir kampanya ile barajı aşabilir, HDP’yi meclise sokabilir. adına savunulması, uğruna mücadele edilmesi gereken şeyler olarak görüldü. Ancak bu bakış açısı işçi sınıfını bölmekten ve egemen sınıfa hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor. Günümüzde Türkiye’nin temel bölünmesinin dünyanın geri kalanı gibi patronlar ve işçiler arasındaki sınıfsal bir bölünme değil, dindarlar ve laikler arasındaki ‘kültür savaşı’ olduğunu anlatan politik çizginin kaynağı da bu bakış açısı. Ancak konu ne Türkiye’yle ne de günümüzle sınırlı. 4 Ağustos 1914’te dönemin dünyasının en kitlesel işçi sınıfı örgütü olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin kimisi daha önce ‘Marksizmin babası’ ilan edilmiş olan liderliği I. Dünya Savaşı’na girilmesi için savaş kredilerine ‘evet’ oyu verdiğinde sosyalist hareketin tarihinde bir dönüm noktası yaşanmıştı. Savaşa girmenin gerekliliği için parlamentoda anlatılanlar çok tanıdık gelebilir: ‘bize düşen ülkemizin bağımsızlığını ve uygarlığını korumaktır, bizler tehlike anında anavatanı yüz
üstü bırakıp gidecek insanlar değiliz’. SPD liderliği bu tutumu almadan 10 gün önce savaşa karşı protestolar düzenlemiştir üstelik. Ancak bu vatanseverlik korosuna katılmayan sosyalistler de vardı. Chris Harman’ın haklarında ‘o insanların devrimci mücadelesi zafere erişmiş olsaydı, bugünkü dünya çok daha yaşanmaya değer bir yer olurdu’ dediği Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht gibi devrimciler savaşa tutarlı bir şekilde karşı çıktılar. Farklı ülkelerin işçilerinin birbirini öldürmesi yerine her ülkenin işçi sınıfının kendi egemen sınıfını devirmesi için mücadele etmesi gerektiğini anlattılar. Bugün savaşlara karşı çıkan, Kürt halkına mesafelenmek yerine yanında olan, koşul koymak yerine destek olan, ulusalcılığın, milliyetçiliğin, vatanseverliğin hiçbir gerekçesi olmayacağını anlatan ve en ufak taviz vermeyen sosyalistlerin geleneği dünya işçi sınıfına ihanet edenlere karşı koyan ‘o insanların mücadelesidir.’