DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
537
30 Eylül 2015 2 TL. sosyalistisci.org
10 EKİM’DE ANKARA’YA
-
BARISI SAVUNMAYA 10 Ekim’de dört emek ve meslek örgütü, DİSKKESK-TMMOB-TTB herkesi Ankara’ya barış için buluşmaya çağırıyor. Bu mitinge omuz vermeliyiz. Bu mitingi kalabalık yapmalıyız. Bu mitinge katılım, barış çağrısını güçlü bir şekilde dillendirmek için çok önemli. Sokaklarda terör estirenlere karşı, barışı savunanların kararlılığını göstermek açısından 10 Ekim tarihinde, Ankara’da tüm gücümüzle buluşmalıyız.
1 KASIM’DA OYLAR HDP’YE!
2
GÜNDEM
10 EKİM VE 1 KASIM: BARIŞ İÇİN İKİ TARİH Dağlıca’da asker ölümlerinden sonra, faşistler ve her türden ulusalcı sokaklara çıktı, yaktı, yıktı, linç etti. Kürtlere karşı yoğun bir nefret kampanyası örgütlendi. Bu nefret, özellikle HDP’ye yöneldi. Devlet, 7 Haziran seçim sonuçlarını, seçimlerde HDP’nin yaşadığı oy patlamasını hazmedememişti. Bu hazımsızlığını, fırsat bu fırsat diyerek HDP’ye yönelik linç girişimleri ve yağma anlayışıyla gidermeye çalıştı. 9 Eylül’den sonra, işler çığrından çıkmadan frene bastılar. Fren, sadece sokakta faşist gösterilerin ve HDP binalarının yakılıp yıkılmasının engellenmesi için gerekliydi. Milliyetçiliği frenlemediler, tersine, bayrak mitingleriyle Ankara ve İstanbul’da gövde gösterisi yapmaya devam ettiler. Günlerce sabrettik! Irkçı gösterilere anladığı dilden yanıt vermemek için başta Kürtler, tüm demokratik muhalefet sabretti. HDP binalarının yıkılmasına sabrettik, Ermenilerin lümpenler tarafından hedefe konulmasına sabrettik. Sabretmekte haklıydık. Haklıydık zira ne faşisterle ne de ırkçılığı kullanan devlet erkanıyla mücadele, onların istediği zeminde verilebilir. Faşistlerin de lümpen çetelerin de ulusalcı tosuncukların da beslendiği iklimi dağıtacak olan, kitle hareketleridir. Onların bizi çekmek istediği zemin yerine bizlerin onlarla hesaplaşacağı zemin için önümüzde iki önemli tarih var. Birisi 10 Ekim. 10 Ekim’de dört emek ve meslek örgütü, DİSK-KESK-TMMOB-TTB herkesi Ankara’ya barış için buluşmaya çağırıyor. Bu mitinge omuz vermeliyiz. Bu mitingi kalabalık yapmalıyız. Bu mitinge katılım, barış çağrısını güçlü bir şekilde dillendirmek için çok önemli. Sokaklarda terör estirenlere karşı, barışı savunanların kararlılığını göstermek açısından 10 Ekim tarihinde, Ankara’da tüm gücümüzle buluşmalıyız. 10 Ekim’den üç hafta sonra ise 1 Kasım seçimleri geliyor. Barış için atacağımız ikinci en önemli adım 1 Kasım’da sandıkta HDP’nin oy patlaması yapmasını sağlamak olmalıdır. 7-9 Eylül’de sokaklarda terör estiren devlet ve faşistlere verilecek en etkili yanıt 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin sandıktan daha da güçlenerek çıkması olacak. Bu yüzden 10 Ekim Ankara mitingini 1 Kasım seçimlerine bağlayan bir kampanya olarak değerlendirmeliyiz. En uzun bayrağı kim taşıyacak yarışması yapmaktan bezmeyen ulusalcılara karşı, barışın bayrağını, barışın gücünü, barışın birleştiriciliğini her sokakta, her alanda ama en önemlisi 1 Kasım’da sandıkta götermeliyiz. 10 Ekim’de barışı savunanlar ne kadar kalabalık olursak, ırkçıların beslendiği alan o kadar darlaşır. 1 Kasım’da yeniden milyonlarcamız HDP’ye oy verirsek, devlete nanik yaparak barışın inşa edilmesi için o kadar keskin bir adım atmış oluruz. 1 Kasım Türkiye tarihinin en büyük barış eylemi olacak. 10 Ekim bu kampanyanın başlangıcı olacak. Kazanan barış, kazanan umut olacak. Kolları sıvayalım!
KÜRT SORUNUNDA BARIŞ HEMEN ŞİMDİ AKP savaş politikalarında ve çözümsüzlükte ısrar ettikçe siviller ölmeye devam ediyor. İnsan Hakları Derneği’nin hazırladığı rapora göre 21 Temmuz-24 Eylül arasında 67 sivil öldürüldü. Özel Güvenlik Bölgesi ilan edilen ve OHAL koşullarının yaşandığı toplam 150 il ve ilçede devletin kolluk güçleri tarafından sivillere dönük şiddet uygulanıyor. Meclis’te HDP dışında barışta ısrar eden bir parti yok. Devlet bütün kurumlarıyla savaş politikalarının arkasına dizilmiş durumda. Ana akım medya sadece HDP’ye dönük kara propaganda yapmak için yayında. 7-8 Eylül’de Kürtlere yönelik linçlerin sorumlusu olan kimse cezalandırılmadı. AKP savaş politikalarını 1 Kasım seçimlerine kadar sürdürmekte kararlı. Sadece savaşarak değil ‘sandıkları taşıyarak’ da HDP’yi baraj altında bırakabileceğini zannediyor. Özel Güvenlik Bölgesi ilan edilen ve özellikle HDP’nin yüksek oy aldığı yerlerde ‘güvenlik’ gerekçesiyle sandıkların taşınmasından söz ediliyor. Onlara göre HDP’nin oyların tamamına yakınını alması ‘baskı’ AKP’nin alması ise ‘demokrasi’.
Beytüşşebap’ta şiddetli çatışmalar.... Askerlerin attığı havan topu bir evi vurdu. 3 sivil öldü, 3 sivil yaralandı.
BATI’YA HEP AYNI YALAN
Başbakan Davutoğlu ABD ziyareti sırasında ‘PKK’yi bitirdik, bitme noktasına geldi, beli kırıldı, büyük darbe vuruldu’ sözleriyle çok bilindik ezberi tekrarladı. 1984’te PKK silahlı direnişe geçtiğinden bu yana tüm başbakanlar aynı sözleri söyledi. 14 Ocak 1986’da gazetelerde örgütün belinin kırıldığı ve bitme noktasına geldiği belirtilerek, helikopterlerden “teslim olun” bildirileri atılıyor ve bunlar da gazete manşetlerine taşınıyordu. Türkiye ordusu şu ana kadar Kandil ve PKK denetimindeki bölgelere 27 kara ve hava harekatı gerçekleştirdi. 90’larda 50 bin askerin katıldığı büyük operasyonlara girişti. Her seferinde ‘PKK’nin beli kırıldı, bu iş bitti’ dendi. “PKK’yi bitirme” iddiasıyla göreve gelen ve ‘belinin kırıldığını’ zaman zaman ilan eden Özal, Bozer, Akbulut, Yılmaz, Demirel, Çiller, İnönü, Ecevit, Erbakan, Gül, Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere toplam 12 isim Başbakanlık yaptı. Üçü Erdoğan, üçü Mesut Yılmaz, ikisi Çiller’in başkanlığında olmak üzere toplam 20 hükümet değişti. 12 Eylül darbesinin lideri, Kenan Evren ile başlayan ve “bitirme andı içen” Büyükanıt’ın da dahil olduğu 11 Genelkurmay Başkanı bugüne kadar geldi geçti. PKK’yi bitireceğini söyleyen ANAP, DYP, DSP, Refah Partisi gibi partiler tarih oldu. Bugüne kadar savaş politikalarını tercih eden tüm partiler yenildi.
“Şu anda AKP, topluma vereceği güvensizlik hissiyle eğer beni seçmezseniz başınıza bu felaketler gelebilir şeklinde alt mesaj vermeye çalışıyor. O nedenle silahların susmasına hiç bir şekilde olumlu yanıt vermiyor. Hâlbuki hükümet yetkilileri çok iyi biliyor, bu iş müzakerelerle çok rahat çözülebilir.” HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş
GÜNDEM
SAVAŞ PARTİLERİNE OY YOK! 1 Kasım seçimleri için partiler kampanya yapmaya başladı. Seçime giren partiler arasında sadece HDP “ama”sız, “fakat”sız barışı savunuyor. AKP, MHP, CHP ise birbirleriyle didişseler ve kamuoyu önünde sert tartışmalar girseler de politik sorunların temellerinde uzlaşıyorlar.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
SÖMÜRGE TİPİ MEDYA Geçmiş dönemlerin kudretli medyasıyla, bu günlerin kudretli medyası, esasında birbirlerinin kopyası gibi. Aralarında çelişki varmış gibi görünse de “işin esası-
Üç parti de, dozaj farkları olmakla beraber, Kürt sorununda savaşçı bir çözümü tercih ediyor. MHP bu kampın en savaşçısı, CHP en uzlaşmacısı görünüyor. AKP ise Kürt sorununda yeni dönemde başlayan savaş politikasının bizzat sürdürücüsü durumunda.
na” dair tam bir uzlaşma içindeler.
Benzerlik bu kadarla sınırlı değil. Dağlıca’da çok sayıda askerin öldürülmesinin ardından başlayan ırkçı kampanyaya her üç parti de katıldı. CHP’nin güçlü olduğu illerde HDP binalarına yönelik saldırılara CHP’liler katıldı. Kılıçdaroğlu birkaç gün sonra, zaten saldırılar hedefine ulaşmışken, parti tabanını ırkçı eylemlere katılmamak konusunda uyardı. Tıpkı 9 Eylül akşamı Erdoğan, Davutoğlu ve Bahçeli’nin parti binalarına saldıranların kendi partileriyle ilgisi olmadığı açıklamasını yapmaları gibi, gerçekte bu üç partinin de, başta ülkücü faşistler ve Osmanlı Ocakları üyeleri olmak üzere tüm ulusalcı partilerin HDP üyelerine yönelik linç girişimlerinde aktif rol adıklarının kanıtı oldu.
Erdoğan “Gülen terör örgütü”nden mi bahsediyor,
AKP’nin tezkeresinde anlaştılar Devletin sınırötesi operasyon yapmasını yasallaştıran tezekerenin uzatılması meclise getirildiğinde, bu üç parti de hırslı bir şekilde “evet” oyu verdi. CHP içinde barış kampanyasını yapmayı düşünen 20 milletvekili oylamaya katılmadı ama sonuç olarak CHP tezkereye evet diyen partilerden birisi oldu. MHP ise zaten sadece savaştan anlayan,
Bu dönemin kudretli medyası, Erdoğan’ın hık deyicisi gibi. Manşetleri hep Erdoğan, daima Erdoğan’ı savunuyorlar, Erdoğan’ı haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Erdoğan medyası hazır. En azından ana sayfalarında bu henüz varlığı, nasıl bir terör işine bulaştığı kanıtMecliste savaş tezkeresine hayır oyu veren tek parti HDP.
savaş politikalarından başka hiçbir dilden anlamayan bir parti olduğunu gösterdi. AKP liderliği, hem ABD’nin koalisyonunda yer almasıyla hem de sınırötesinde Kandil’i bombalayarak zaten devletin askeri harekâtlarının siyasal sözcülüğünü yapıyor.
Çözüm sürecinde açığa çıkan tüm umutlar kırılmaya çalışılıyor. Onlarca bölgede “Geçici Özel Güvenlik Bölgesi” ilan ediliyor ve yeni türden bir sıkıyönetim uygulaması hakim hâle getiriliyor. Sokağa çıkma yasakları, kentlerin ablukaya alınması, sivil yerleşimlerin bombalanması, keskin nişancıların devreye sokulması, koruculuk sisteminin yeniden hortlatılması, ırkçı saldırılar aralıksız devam ediyor. Bu türden her adımla
davranan manşetler atıyorlar. Erdoğan çözüm sürecinin ilk günlerinde barışçıl açıklamalar yaparken bu medya da barışçıl manşetler atıyor, Eroğan Kürt sorunu yoktur dediğinde bu gazeteler de Kürt sorunu yoktur diyor. Erdoğan Aydın
Tüm bu başlıklarda, bu üç parti arasında bir uzlaşma varken, sadece HDP barışı ve diyaloğu savunuyor.
Doğan’a saldırdığında, bu gazeteler de Aydın Do-
Her üç parti içinden de milliyetçi ve ırkçı yaklaşımlar sözcüler tarafından dile getirilirken, sadece HDP kardeşlikten, eşitlikten, demokrasiden ve bir arada yaşamanın imkanlarından bahsediyor.
Çok sistemli bir şekilde Aydın Doğan medyasının
Bu nedenle bu seçimerde, barış, demokrasi ve özgülükler için, “Oylarımız HDP’ye!”
UMUTLARIMIZI KIRAMAYACAKLAR İki aydır genç, yaşlı, gerilla, asker, çocuk, kadın yüzlerce insan öldü.
lanmamış olan yapı hakkında mahkeme yargıcı gibi
umudumuz kırılmaya çalışılıyor.
Amaçları açık! Amaçları HDP’yi baraj alında bırakmak. Amaçları bu, fakat fark edemedikleri bir gerçek var: her şey, herkesin gözünün önünde cereyan ediyor. Herkes gerçeği görüyor. Bu gerçek, HDP’nin silahla, çatışmayla, savaşla doğrudan hiçbir ilişkisi olmadığı gerçeği. HDP, 6 Haziran Diyarbakır mitingi bombalandığında da barış istiyordu, HDP binalarına yönelik saldırılar sırasında da barış istemeye devam etti.
HDP’yi çatışmalarla ilişkilendirmeye çalışmak, ölümlerin sorumluluğunu HDP’ye yıkmaya çalışmak, diğer partilerin HDP’nin barajı aşmasından duydukları korkunun ürünü olan bir taktik.
Bu taktiği boşa çıkartmak ve HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığından daha yüksek bir oy almasına yardımcı olmak için umudu örgütlemek, umudu harekete geçirmek ve umudun 1 Kasım seçimlerinde sandığa yansımasını sağlamak zorundayız.
ğan’a saldırıyor. yıllardır oynadığı rolü oynamaya başladılar. Evet! Doğan medya grubunun, uygun deyimle yatacak yeri yok. Doğan medya grubu ırkçı. Evet, bildiğimiz ırkçı. Nefret söylemi bu grubun uzmanlık alanı gibi, farklı olan, farklı düşünen pek çok insanı, aktivisti hedef gösterdi, bugünün Erdoğancı medyası gibi yargıladı, linç örgütledi ve bazı isimleri sürgüne yolladı. Hrant Dink gibi bazı arkadaşlarımızı ödüren ideolojik iklime katkı yaptı, Ahmet Kaya’yla ilgili nefret yüklü haberciliği unutulamaz. Bugünün Erdoğan’ın hık deyicileri gibi, dün askerin hık deyicilerinin merkezi deolojik üssü gibiydi Doğan grubu. Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan, Ertuğrul Özkök gibi isimler, Kürt düşmanlığının bayraktarlığını yapıyorlardı. Bu nedenle, gazetecilik değil de tetikçilik yapanlar bugün birbirine girmiş gibi görünüyor ama aslında birbirlerinden farkları yok. Erdoğan’ın kendisini suçlaması karşısında Aydın Doğan’ın cumhurbaşkanına hitaben yazdığı mektup, zaten birbirlerinden farkları
HAFTANIN IRKÇISI AYDIN’DA AFRİKALI GENCİN CENAZESİNİ TAŞIMAK İSTEMEYENLER 27 Eylül günü Aydın Adnan Menderes Üniversitesi’nde eğitim almak üzere Güney Afrika’dan Aydın’a gelen 21 yaşındaki Themba Dhlamini isimli genç, bir apartmanın en üst katına çıkarak merdiven boşluğunda ya-
şamına son verdi. Siyah öğrencinin cenazesinin bulunduğu yerden kaldırılması, bir sorun haline geldi. Çünkü ne polisler, ne de belediye görevlileri siyah öğrencinin cesedini taşımaya yanaşmıyordu. Asansörün dar olması nedeniyle Dhlamini’nin cesedinin merdivenlerden taşınması gerektiği ortaya çıktı. Bu durum belediyenin cenaze işleri görevlileri ile polisler arasında tartışmanın yaşanmasına neden oldu. Görevlilerin kimi belinin ağrıdığını iddia ederken, kimi de alerjisi olduğunu belirterek cesedi taşımak istemedi. Irkçı Saiklerle ortaya çıktığı çok açık olan bu isteksizlik, cenazenin bir süre ortada kalmasına neden oldu. Sonradan olay yerine gelen ve mazeret gösteremeyen başka görevliler, Dhlamini’nin cesedini bulunduğu yerden kaldırdılar. Siyah bir gencin cesedini kaldırmamak için çeşitli bahaneler üreten belediye görevlileri ve polisler, bu davranışlarıyla haftanın ırkçısı olmaya hak kazandılar.
olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ortada gazeteciler arasında bir savaş yok. Ortada çıkar grupları arasında bir mücadele var ve gazeteci gibi görünenler, bu çıkar gruplarının kamuoyunu ikna etmesinin aparatları olarak ortada geziniyorlar. Dün Erdoğan Esad’la bu iş olmaz derken, Esad’la bu işin olmayacağını söyleyenlerin, Erdoğan Esad’lı bir geçiş süreci olabilir dedikten sonra, konumlarındaki radikal değişimi açıklama zahmetine girmeksizin Erdoğan’ı tekrarlayan makaleler yazacak olmaları durumun vahametini açığa çıkartıyor. Askeri vesayetin hegemonik olduğu dönemle günümüz arasında bir fark var kuşkusuz ama bu fark medyaya yansımış değil.
4
DÜNYA
KOLOMBİYA: HÜKÜMET İLE FARC BARIŞ MASASINDA
YUNANİSTAN: SANDIKTAN BEKLENTİLER DÜŞÜYOR
Yunanistan’da 20 Eylül’de gerçekleşen erken seçimin sonuçları yıllardır ekonomik krizle el ele giden siyasi krizin ve krize karşı işçi sınıfı tepkisinin sürmekte olduğunu gösteriyor. AB’nin dayattığı kesinti politikalarını onaylayan, reformist sol parti Syriza seçimleri yeniden kazandı. Yaklaşık 300 bin oy kaybeden parti, milliyetçi sağ Bağımsız Yunanlılar (ANEL) partisiyle koalisyon kurdu. Soldaki Kolomiya devlet başkanı, sağdaki gerilla örgütü FARC. 41 yıllık savaş ve çatışmanın ardından el sıkıştılar.
Kolombiya’da 1964’ten bu yana Kolombiya devletine karşı savaşan Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) ile Kolombiya devleti yürütülen müzakerelerde anlaşmaya vardı. Anlaşmaya göre savaş suçları işleyen FARC üyeleri yargılanacak, diğer militanlar ise affedilecek ve kendilerini yasal güvence verilecek. Küba Başkanı Raul Castro’nun arabuluculuğunda varılan anlaşmaya göre Hakikat Komisyonu kurulacak, savaşta sorumlu olduğu eylemleri itiraf eden FARC üyeleri 5 ile 8 yıl arasında özgürlükleri sınırlanacak, ama hapse girmeyecekler. Bunun karşılığında devlet ise toprak reformu gerçekleştirecek, uyuşturucu trafiği sınırlanacak ve eski gerillaların siyasete katılım sağlayabilmesi garanti edilecek. FARC bu anlaşmaya uyulması halinKÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
HACDAKİ ÖLÜMLER KADER DEĞİL Geçen hafta yaşanan hac faciasında son rakamlara göre 769 kişi öldü ve 934 kişi yaralandı.
de bir ay içinde silah bırakmayı kabul etti. FARC’ın kökleri 1940’larda köylülerin ülkedeki topraklara el koyması hareketinin devlet tarafından şiddetle bastırılmasında yatıyor. Kolombiya devleti onyıllardır ABD’nin de desteğini alarak FARC’a karşı kirli bir savaş sürdürmüş, yüzbinlerce insanı yerinden etmiş, devletin kullandığı paramiliter güçler binlerce kişiyi öldürmüştü. FARC ve devlet arasında daha önce yürütülen barış süreçleri devletin saldırıları nedeniyle sona ermiş, 1990’larda FARC bağlantılı Union Patriotica’nın seçim başarısının ardından 5000 üyesi ve pek çok lideri öldürülmüş, 10 yıl sonra ise yeniden başlayan barış süreci Washington’ın doğrudan müdahalesiyle sona erdirilmişti. ve hatta artması ise her yıl hac ya da umre için gelen insan sayısının artmasına bağlı. Suudi Arabistan yönetimi, Kâbe’nin etrafını alış veriş merkezi, lüks otel, rezidans inşaatları ile dev bir inşaat alanına çevirdi. Böylesi bir yatırımın toplam maliyeti 80 milyar doları buluyor. Projenin 2020 yılında tamamlanması, hac kapasitesinin 4 milyon kişiye çıkarılması planlanıyor.
Suudi Arabistan Başmüftüsü Şeyh Abdül Aziz Şeyh yaşananların önlenemeyeceğini söylemiş, İçişleri Bakanı ve Veliaht Prens Muhammed bin Naif’e, “Yaşananlardan sorumlu değilsiniz, kaderden kaçınılamaz” demişti.
Gücünü ve zenginliğini petrol ve hac gelirlerine borçlu olan Suudi yönetimi Mina’daki şeytan taşlama alanı için Bin Ladin Grup ile 1.1 milyar dolarlık bir inşaat projesi anlaşması yaptı. Proje kapsamında, daha önce varolan iki katlı alan yıkıldı ve yerine 4 katlı bir yapı yapıldı ve böylece günde 3 milyon kişinin şeytan taşlama alanına girmesi sağlandı. Ancak rakam kontrolsüz bir şekilde artınca her yıl yaşanan izdihamların boyutu da arttı.
Suudi Arabistan’da 11 Eylül’de de, iki milyonu aşkın ziyaretçiyi ağırlayacak şekilde genişletilen ve etrafı kraliyet rezidansları ve lüks otellerle çevrilen Kâbe bölgesindeki inşaatta vinçlerden birinin düşmesiyle 107 kişi yaşamını yitirmişti.
Ayrıca Kâbe çevresinde 39 gökdelenden oluşan ve içinde binalar, rezidanslar ve alışveriş merkezleri bulunan yapılar inşa ediliyor. Bu binaları yapan firmalar arasında Baytur Grubu ve Nesma gibi Türkiyeli şirketler de yer alıyor.
Yani hacda ya da umrede ölmek “bu işin fıtratında var” değil mi? Halbuki meselenin fıtrat ya da kader ile hiçbir ilgisi yok. Mesele her zaman olduğu gibi her fırsatı kazanca çevirmek ve kapitalizmde ibadet de bu fırsatçılığın dışında değil.
Bu kontrolsüz ve devasa inşaat çalışmaları sadece insan hayatını tehdit etmekle kalmıyor ayrıca bölgenin tarihi yapısını, Osmanlı ve Abbasi döneminden kalma tarihi eserleri de tahrip ediyor. Bu inşaatları yapmak için Suudi yönetiminin Kâbe çevresindeki arazileri yok pahasına kamulaştırmasından ve buralara çok katlı saraylar ve lüks binalar dikmesinden bahsetmiyorum bile.
Suudi Arabistan hac ve umre gelirlerinden sadece 2014 yılında 18.6 milyar kazandı. Bu kazancın korunması
Gördüğümüz gibi işin pek kaderle ilgisi yok ama parayla çok ilgisi var.
Suudi Arabistan Sağlık Bakanı Halid el Falih “Hacılar talimatlara uysaydı, bu tip bir kaza önlenebilirdi” dedi.
Syriza’nın referandumda halkın yüzde 61’inin ‘hayır’ dediği kesinti programlarını onaylaması ve AB kurumlarıyla anlaşması üzerine partide başlayan iç tartışmalar sonucu istifa edenlerin kurduğu ‘Halkın Birliği’ parlamentoya giremedi. Diktatörlük sona erdiğinden beri yapılan seçimlerin arasında en düşük düzeyde katılımın gerçekleşmiş olması Yunanistan işçi sınıfının Syriza’ya ve seçimlere dair duyduğu hayal kırıklığını yansıtıyor. Ocak ayındaki seçimden bütün dünyanın ilgisini çeken bir zaferle çıkan Syriza artık daha güçsüz. İşçi sınıfı açısından ‘neoliberal politikalara karşı işçilerin çıkarlarını koruyan bir parti’ maskesi çoktan düştü. Referandumda kesinti paketine ‘hayır’ diyenler yine de Syriza’ya oy verdiler. Ancak kapitalizmin krizine karşı Syriza’ya bir alternatif olarak güvendikleri için değil daha önce iktidar olan sağ partilerin yükselişinin önüne geçmek istedikleri için. Nazi partisi Altın Şafak’ın oyu önceki seçimlere göre 0. 71 artmış görünüyor. Ancak bu seçimlere katılımın düşüklüğünün neden olduğu ‘oransal’ bir artış. Kullanılan oyda düşüş var. Hatta istikrarlı antifaşist kampanyaların örgütlendiği özellikle Atina ve Selanik’in bazı bölgelerinde belirgin bir düşüş gerçekleşti.
KATALONYA: BAĞIMSIZLIK HAREKETİ BÜYÜYOR İspanya’nın özerk Katalonya bölgesinde yapılan seçimlerde Katalonya’nın bağımsızlığını savunan partiler oylarını arttırdı. “Evet için birlik” oyların %40’ını alıp sandıktan birinci çıkarken, bağımsızlık yanlısı antikapitalist birlik Halk Birliği Adayları (CUP) oylarını iki kattan fazla arttırarak Katalonya meclisinde 10 sandalye kazandı, 336.000 oy aldı. CUP bir yandan bağımsız bir Katalonya’yı savunurken diğer yandan sol talepler öne sürüyor. Birlik, bankaların, ulaşım ve iletişim sektörünün kamulaştırılmasını, borcun reddedilmesini isterken nükleer enerjiye karşı çıkıyor. Kendisini feminist ve LGBT hakları savunucusu sosyalist bir yapı olarak tanımlıyor. Katalonya seçimlerinde hem büyük sermayenin hem de Obama, Hollande ve Merkel gibi figürler bağımsızlığa karşı çıkmasına rağmen yüzbinlerce kişi bu yönde oy kullandı. İspanya’da önümüzdeki 18 ay içinde Katalonya’nın bağımsızlığı için referanduma gidilmesi bekleniyor.
RÖPORTAJ
5
BARIŞ ARTIK MUHATABINI ARIYOR Tükiye Barış Meclisi sözcüsü Hakan Tahmaz sorularımızı yanıtladı. Suruç katliamından sonra başlayan savaşın temel nedeni sizce nedir? Hakan Tahmaz: Savaş yeniden neden başladı sorusunun yanıtı, çözüm sürecinden tarafların ne beklediğinin yanıtında gizili. Benzer sorunlara çözüm arayan her ülkede olduğu gibi, bizde de çözüm sürecinin başında iki tarafın beklentisi birbirinden çok farklıydı. Abdullah Öcalan, Türkiye demokratikleşerek Kürtlerin de özgürleşmesine paralel silahlara veda etmeyi; hükümet ise, PKK’nin silahlı varlığına son vermeyi temel hedef olarak belirlemişti. Hükümetin planı, 2023 yıllında Ortadoğu’nun baş aktörü olmaktı, PKK’nin ise, ikili iktidar yoluyla Kürtlerin kendi kendilerini yönetebileceği bir sistemi geliştirmekti. AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan Kürt sorunun çözümü için atılacak adımın olmadığını/kalmadığını düşündüğü için Kürtlerin egemenlik paylaşımı talebini duymazlıktan ve görmezlikten gelerek amacına ulaşabileceğini düşündü. Benzer sorunları çözmüş ülkelerde taraflar yaptıkları görüşme, diyalog ve müzakere sonucunda aralarındaki beklenti farklılığını giderdikleri ölçülerde sonuç aldılar. Bizde başarılamayan veya daha doğrusu başarılmak istenmeyen bu oldu. Çünkü devlet çeşitli (Kürt mücadelesi, bölgesel ve küresel gelişmeler, Kobanê’de yaşanan devrimsel gelişme) nedenlerle Kürt sorunun artık eskisi gibi sürdürülemeyeceğine karar verdi ama çözümün ne olduğuna ve ne yapması gerektiğine karar vermedi. Devlet, “Kürt var ama Kürt olmaktan doğal en temel hakları kullanamazlar” noktasında duruyor. Bu hakların kullanılması ülkeyi bölünmeye götürür anlayışı ve Kürt korkusu devlette hâlâ egemen. İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmeler, müzakereye geçileceği noktada Dolmabahçe’deki 28 Şubat’ta kurulan masa Cumhurbaşkanı tarafından devrildi. Kürt sorununun siyasal ve toplumsal sorunlarının görüşülmeye başlanacağı bir aşamasına yeni geçiliyordu. Devlet, resmi olarak sorunun siyasal boyutlarını, siyasi bir heyetle müzakere edilmesini benimsemedi ve Öcalan’ı siyasal muhatap almamak için çözüm sürecini bitirdi. Müzakerenin sınırlarını belirlemekte başarılı olamadığını fark etti. Kamusal alanın yeniden düzenlemesinin müzakere masasında gündeme getirilmesini istemedi. Öcalan’ın 10 maddelik önerileri doğrudan bununla ilgiliydi. Devlet, kendi tabiriyle PKK terörünü bitirmek için Öcalan ile görüşmenin ötesine geçilmesine ayak diriyor. Kısacası devlet, çözüm sürecinde iki yıl yalnızca PKK’nin silahlı haline son verme gayesiyle hareket etti. Sonuçta daha önceki ateşkeslerde olduğu gibi büyük bir kışkırtma ve katliamla Suruç sonrası yeniden savaş başlatıldı. Bunun kararı 6-8 Ekim eylemleri sonrasındaki MGK toplantısında verildi. İç Güvenlik Yasası gibi düzenlemelerle savaş hazırlığı yapıldı. Ancak, oy hesabı nedeniyle 7 Haziran seçimlerinden sonra uygulamaya konuldu. Cizre’de uygulanan yöntemle devlet ne yapmayı amaçlıyor? Hakan Tahmaz: Tarafların çözüm sürecinde güven artırıcı önlemler geliştirmemelerinin aksine savaş hazırlığı yapmalarının sonuçlarıyla karşı karşıyayız. PKK demokratik özerklik çalışmasına hız vererek fiili ikili iktidarını inşa etmeye yoğunlaştı. Devlet ise, merkezi, ceberut, katı anti demokratik yapısını polis ve asker gücüyle tahkim etmeye yöneldi. Devlet Cizre, Yüksekova, Bismil, Sur gibi bir çok kentte uygulamaya koyduğu politikayla Kürt siyasal hareketinin demokratik alandaki siyasal gücünü bastırmak, aşağı
Türkiye Barış Meclisi, 1 Eylül Dünya Barış günü mesajını, 34 kişinin katledildiği Roboski’de verirken.
çekmek yoluyla egemenlik paylaşımına rıza göstermeyeceğini polis ve asker gücüyle kanıtlmaya çalışıyor. PKK’ye destek veren herkesi cezalandırıyor. Bu aynı zamanda AK Parti’nin varoluşunu tehdit eden HDP’yi de dize getirmek amacıyla yapılıyor. HDP’nin aldığı beklenmeyen yüksek oyun, egemenlerin uykusunu kaçırdığı çok açık. Bunu aşağıya çekme savaşı, bu aynı zamanda. Kürtleri döverek, öldürerek kurdukları milli cepheyle Türk milliyetçilerinden alacakları oyla bunu başaracaklarını sanıyorlar. Kürtlerden umudunu yitirmiş iktidar ve devlet aygıtları hukuk, yasa ve anayasa tanımaz tavırlarıyla, yaşlı, genç, çoluk çocuk herkese savaş açtılar.
kalmadığı bilinerek hareket edilmeli. Bu dönemde kentlerdeki Kürt direnişi, artık salt gerilla eylemleriyle sınırlı bir olguyla karşı karşıya olunmadığını mücadeleye şehirlerde yaygınlaşmış genç, silahlı milislerinden dâhil olduğunu gösterdi. Savaş yeni bir nitelik kazandı. Devletin yoğun bir biçimde keskin nişancı özel TİM’leri kullanması savaşın sivil alanda daha büyük tahribat ve kayba yol açacağının göstergesidir. Başbakanın 10 bin yeni korucu alma kararnamesini imzalaması ve İçişleri Bakanının zaman geçirmeden hızla 5 bin korucu kadro alma ilanı vermesi de savaşın kısa erimli planlanmadığının emaresi olarak değerlendirilebilir.
Kısacası iç içe geçmiş ikili bir hedefle savaş yürütülüyor. PKK’nin ikili iktidar pratiği olan demokratik özerklik uygulamaları boğulmaya, bastırılmaya çalışılırken, Kürtlere karşı büyük bir güç gösterisi yapılıyor. Bu sadece Türkiye Kürtlerine karşı bir güç gösterisi değil. Bölgesel bir gösteridir.
1 Kasım seçimleri bu nedenle çok çok önemli. Nerede kalınmıştı diyerek devam edilebilecek bir barış süreci yok artık. Barışın siyasal muhatabının ortaya çıkmasına hizmet eden bir barış çalışması yapılmalıdır. Kürtlere anayasal statü tanınmadan barışın gerçekleşmeyeceğini formüle etmeliyiz. Barış artık muhatabını arıyor. Müzakeresiz, muhatapsız barış olmaz fikrini öne çıkarmalıyız. Bu bakımda seçim sürecinde partilerden adil ve onurlu barışı nasıl yapacaklarının programını/perspektifini talep etmeliyiz. Müzakerenin yasal ve kurumsal alt yapısının oluşturulmasını istemeliyiz.
Yeni rejim arayışlarında HDP’nin demokratik siyaset alanında gücünü, etkisini zayıflatmak ve tasfiye edilmesi gayesi güdülüyor. Kürt illerinde polis, asker eliyle yapılanlar batıda HDP binalarına ve HDP’lilere yönelik faşizan saldırılarla yapılıyor. Lice gibi yerlerde düşman hukuku uyguluyor. Bayrak mitinglerinde olduğu gibi “terör” bahanesi kullanılarak Kürt sorununda yeni bir milli cephe inşa ediliyor/ milli politika uygulanıyor. Barışı savunanlar ve barışın inşa edilmesini en acil sorun olarak görenler hangi adımları atmalı? Hakan Tahmaz: Her şeyden önce barışın siyasal öznesinin
Türkiye’nin çözüm yolundan geriye dönüşünün eskisinden çok daha ağır sonuçları olacaktır. Bölgesel gelişmelerde bunun fazlasıyla emareleri mevcut. Bu nedenle, zaman geçirilmeden hızla savaşın koşulsuz durdurulması, müzakerenin başlatılması, Öcalan’a uygulan tecrite son verilmesi ve müzakerenin tarafı olan Öcalan’ın uygun koşullara kavuşması temel taleplerimiz olmalı.
6 GÜNDEM
AKP’NİN ORTADOĞU POL
ERDOĞAN ÇARK ETTİ AKP, yaz aylarında çözüm sürecini “buzdolabına” kaldırarak Kürt halkına karşı savaş ilan ettiğinde, Kandil’deki PKK üslerini bombalama karşılığında Ortadoğu politikasını değiştirerek İncirlik Üssü’nü ABD uçaklarının kullanımına açmış ve IŞİD’e karşı kurulan emperyalist koalisyona fiilen katılmıştı. Bundan önceki süreçte, hükümetin özellikle IŞİD politikası işletilemez hâle gelmişti. Başta Kobanê direnişi olmak üzere, AKP’nin sınırında Kürtlerdense IŞİD’i yeğlemesi, sınırlardaki geçiş rahatlığı, başta Batılı devletler olmak üzere tüm uluslararası güçlerin tepkisini çekiyordu. AKP biraz da bunun basıncıyla IŞİD’e karşı daha sert bir tutum takındı, asıl hedef ise Rojava’da Kürtlerin kendi kendilerini yöneteceği bir durumun oluşmasının önünü kesmekti. Esad’a onay Geçtiğimiz hafta içinde ise Tayyip Erdoğan ile Vladimir Putin arasında yapılan görüşmeden sonra bu durum iyice değişti. Erdoğan, Suriye’de Esad’ın yer aldığı bir geçiş hükümetinin olabileceğini söyledi. Bu açıklama, ABD’nin Esad’la müzakerenin olabileceğini söylemesinin, Merkel’in Suriye’nin diktatörüyle ilgili bu tutuma onay vermesinin, Avustralya gibi bir dizi devletin de bu pozisyonu benimsemesinin arkasından geldi. Dünya lideri perperişan Tayyip Erdoğan, “dünya lideri” safsatalarının sonunu, Türkiye’nin Ortadoğu’da büyük emperyalist güçlerden bağımsız bir şey yapamayacağını ilan etmiş oldu. 2003’te Irak tezkeresi savaş karşıtı hareket tarafından durdurulduğunda, Irak işgalinde yer alamadıkları için “Oyunun dışında kaldık” diyerek üzüntüye boğulan ve Kuzey Irak’ta bir Kürt bölgesinin oluşmasını seyretmek zorunda kalan Erdoğan, bu kez Suriye’de aynı sonla yüzleşmemek için ABD’nin Ortadoğu politikasına boyun eğdi. 2013 yılında “Biz başka devletlere, başka milletlere benzemeyiz. Biz dengeler adına, çıkarlar adına susacak bir devlet değiliz” diyen Erdoğan, efendileri tarafından susturuldu. “Stratejik derinlik” neydi? Oysa Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde geliştirilen Ortadoğu politikası, AKP’li yazarlar tarafından yere göğe sığdırılamıyordu. Bu politika, ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyasının zayıfladığı ve böylelikle Suudi Arabistan, İran ve Türkiye gibi altemperyalist güçlere manevra alanının açıldığı bir dönemde, bir yandan da Avrupa’nın krize girmesiyle Türk ekonomisindeki büyümenin ihtiyaçlarının karşılanması için, AKP’nin Ortadoğu’nun liderliğine oynamasını öngörüyordu. AKP bu doğrultuda, henüz Arap Baharı başlamamışken, Baas diktatörlüğüyle işbirliği yapmayı planlıyordu. “Kardeşim” Esad
Erdoğan, Esad rejiminin 1 numaralı destekçisi, Çeçen ve Suriye halklarının katili Putin’in de dostu!
2008 yılında AKP hükümeti Suriye ile İsrail arasındaki “barış” görüşmelerinde arabulucu oldu, 2009’da TSK ile Suriye ordusu ortak tatbikatlar gerçekleştirdi. 2009 Ekim’inde Antep ve Halep’te iki ülkeden toplam 10 bakanın katılımıyla Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu toplantıları yapılmış, bu toplantılardan sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye-Suriye ilişkilerinin sloganını “ortak kader, ortak tarih, ortak gelecek” olarak belirlemişti. Suriye’deki ayaklanma başlamadan henüz bir ay önce, 2011 Şubat’ında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Asi Nehri üzerine inşa edilmesi planlanan Türkiye-Suriye Dostluk Barajı’nın temel atma töreninde Beşar Esad’a “kardeşim” diye hitap etmiş, “Bizler tarihin bizi birbirimize kardeş kıldığı ve eylediği milletleriz. Tarih boyunca bizim kaderimiz hep ortak oldu, hep birlikte yüreğimiz attı” diye konuşmuştu. Bu dönemde Erdoğan ile Esad’ın aile dostluğu olduğu, birlikte tatile dahi çıktıkları biliniyordu. Bütün hamleler boşa düştü Arap Baharı’yla birlikte AKP, devrimler sonrası işbaşına gelecek iktidarlarla aynı işbirliğini sürdürme hedefindeydi. Mübarek devrildikten sonra Mısır’a 250 patronla birlikte “çıkartma” yapan Erdoğan, Suriye’de ise Esad’ı “halkını katlettiği” gerekçesiyle eleştiriyordu. Baas rejimiyle diyaloğun kopması üzerine AKP liderleri önce “Şam’da namaz kılma” hayaline kapıldı. Bu süreçte, muhalefeti manipüle etmek ve Türkiye yanlısı güçlerle işbirliği yapmak için çeşitli hamlelerde bulunuldu. AKP, Suriye’deki Müslüman Kardeşler örgütüne yakın bir çizgi
izleyerek, Baas rejiminin eski Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı yardımcısı Faruk Şara’yı Esad sonrası yönetimin başına önerdi. Çeşitli muhalif gruplarla toplantılar yapıldı. Hiçbiri tutmayınca, AKP, Suriye’nin kuzeyinde bir tampon bölge talebini dile getirdi. AKP’nin kara harekâtı veya uçuşa yasaklı bölge talepleri Batılı devletlerden destek görmedi. Kobanê’de IŞİD’e direniş günlerinde Erdoğan kent için “düştü düşecek” derken ABD havadan silah yollayarak PYD’ye destek verdi. AKP’nin “Güçlü Türkiye”si Suriye’deki hiçbir arayışına müttefik bulamıyor, kendisi ise tek başına hiçbir şey yapamıyordu. En gerici rejimlerle ittifak Bütün bu sürecin sonunda, AKP bugün bir yandan İsrail ile yeniden “ılımlı” ilişkiler kurmaya çalışıyor, AKP içinde Mısır’daki Sisi cuntasıyla tekrar ilişki kurulup kurulamayacağı tartışılıyor. Erdoğan bir yandan Kürtleri durdurabilmek için ABD’nin yörüngesine girerken, diğer yandan Mina’daki Haç katliamında dahi Suudi rejimini savunuyor. Bundan birkaç yıl önce hem siyonizme karşı Filistin halkından yana hem de diktatörlere karşı Arap halklarından yana gözükmeye çalışarak “Ortadoğu’da sokağın kahramanı” olmayı hedefleyen Tayyip Erdoğan, bütün bunların sahte ve Türk egemen sınıfının çıkarları doğrultusunda girişilmiş hamleler olduğunu ispatlamış oldu. Zaten Roboski’den Cizre’ye Kürtleri katleden, Gezi’de barışçıl protestolara polis terörüyle yanıt vererek gencecik aktivistleri katleden bir partiden başka türlüsü de beklenemezdi.
GÜNDEM
LİTİKASININ İFLASI
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
DÖVMÜŞLER AMA YİNE DERSİNİ ÖĞRENMEMİŞ Başbakan Davutoğlu’nun lisede okurken dayak yemesiyle ilgili olarak memlekette çok çeşitli tepkiler olduğu anlaşılıyor. Bilmeyenler için aktarayım, meseleyi Başbakan bir gazeteciye şöyle anlatmış:
“İstanbul Erkek Lisesi o yıllarda sağ-sol diye bölünmüştü ama, bizim gibi Batı düşünce sistemi ile Doğu’nun örf, adet ve geleneklerini birleştirmeye çalışan çocuklar yüzde 10 bile değildi, ağabeyler o günlerin sol sloganları ile her şeye hakimdiler. O zaman 14-15 yaşındayım, yine böyle beyin yıkama toplantılarından biri, sürekli onlar konuşuyor, bizler dinlemek zorundayız, sonra işte laf olsun diye biz küçüklere de söz verdiler, ben de kalktım, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale şiirini başında sonuna ezbere, bağırarak okudum, sonuna kadar dinlediler,
Edirne-DurDe aktivistleri Suriyeli mültecilerle birlikte eylemde.
devamında fena dövdüler.”
MÜLTECİLER AKP’YE GÖRE “TEHDİT”
RUSYA-ABD ÇÖZÜMÜ MÜ?
Tepkilerden biri, doğal olarak, 7 Haziran’da AKP’ye
2 milyon Suriyeliyi “misafirlerimiz” diyerek kabul eden, ancak “mültecilik” haklarını tanımayarak onları Türkiye’de yoksulluğa ve ırkçılığa mahkûm eden AKP, son günlerde bu konuda da tutumunu değiştirdi.
karşı devlet terörünü devreye soktu. Mülteciler otobüslere bindirilerek zorla kamplara ve diğer şehirlere yollandı, buna itiraz edenler gözaltına alındı, mültecilerle dayanışan aktivistler AKP’nin paçavralarında hedef gösterildi.
hainler, şeker gibi çocuk dövülür mü! Şimdi bile hâlâ
AKP’nin “misafirleri”, Türkiye’deki kötü koşullardan kaçmak ve Avrupa’ya gitmek istiyor. AB’nin “demokrasi” yalanları, mültecilere örülen duvarlar ve uygulanan polis şiddetiyle çökerken; Batı’yı bu konuda eleştiren AKP de Edirne’de eylem yapan Suriyelilere
Edirne Suriyeli mültecilerden “temizlenirken”, 29 Ağustos tarihinde dönemin İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk’ün imzasını taşıyan bir genelgede AKP’nin Suriyelileri “kamu düzeni ve kamu güvenliği açısından tehdit” olarak gördüğü de ortaya çıktı.
Rusya’nın Baas rejimine askeri desteğini artırmasından sonra diktatör Esad halkını artık Rus uçaklarıyla bombalıyor. Bu durum ABD ile Rusya arasındaki gerginliği artırırken, bir yandan da iki büyük emperyalist devlet askeri olarak karşı karşıya gelmekten kaçınıyor. Rusya, müttefiki Esad’ı korurken ABD ile çatışmamak için IŞİD kar-
BAAS REJİMİ VE TÜRKİYE’NİN ORTAK NOKTASI İsmail Beşikçi, Türkiye’nin Rojava’da bir Kürt yönetimine karşı bugünkü hamlesinin Suriye devletinin sömürgecilik ve ulusal baskı politikalarıyla ortaklığını şöyle anlatıyor: “Bölgenin nüfus yapısı, 1960’larda, 1970’lerde ve sonrasında Baas yönetimi tarafından, devlet terörü eşliğinde değiştirilmiştir. 1966-1970 arsında Cumhurbaşkanı Nurettin Atasi, Cizre Kobanê arsındaki Kürdleri, örneğin Girê Spî’de yaşayan Kürdleri Suriye’nin güneyine çöl bölgelerine
sürgün etmiş, Arap aileleri, Kürdlerden boşalan alanlara yerleştirmiştir. Kobanê, Afrin arasındaki alanlarda örneğin Azez’de, Cerablus’da da aynı operasyonlar gerçekleştirilmiştir. 1970’den sonra, Hafız Esad ‘da bu süreci derinleştirerek, yaygınlaştırarak sürdürmüştür ve bölgeye Arap Kemeri demişlerdir. Hâlbuki bölge Kürd Kemeri’dir. Bu süreci, Baas Partisi’nin, Irak’ta ve Suriye’de Kürdleri asimile etme politikaları çerçevesinde değerlendirmek gerekir.”
şıtı uluslararası koalisyona Baas rejiminin de dahil edilmesini ve böylelikle Rusya ve ABD yanlısı güçler arasında koordinasyonu öneriyor. Suriye halkının tepesine bombalar yağdıran bu iki gücün varacağı uzlaşma sonucunda çıkacak herhangi bir kararın ise Suriye halkı için “çözüm” olmayacağı kesin.
oy veren ve Kasım’da yine verecek olanların “Vay sevimli bir şebek maymunu gibi olan adam kimbilir o zaman ne kadar tatlıydı. Zaten solculardan ne beklenir ki!” şeklindeki tepkisi. İkinci bir tepki şöyle: “Vay ukala, millet konuşup tartışırken kalkıp iki buçuk sayfalık şiir okumak da ne oluyor? Dövmeyeceklerdi de ne yapacaklardı? Az bile yapmışlar!” Kanımca, “Oh, ne iyi etmişler, keşke ben de İstanbul Erkek Lisesi’nde okusaydım da bir tane de ben vurabilseydim herife” diye düşünenlerin sayısı da az değildir. Üstelik kadın olduğu için o okulda okuma
IŞİD’E KARŞI HEPİMİZ AYNI GEMİDE MİYİZ?
ihtimali olmayanlar arasında bile böyle düşünen çok-
Mezhepçi katliamlarla Ortadoğu’yu kana bulayan güçlerden biri olan IŞİD, büyük güçler tarafından “herkesi birleştiren” bir tehdit olarak sunuluyor. Oysa bu örgütün yükselişi, ABD’nin Irak işgali sonrası ülkede tırmanan mezhepçi çatışmalar ve Suriye’de Arap Baharı’nın birçok farklı dış gücün müdahalesiyle boğulması sağladı.
diyenler de herhalde olmuştur. Emin değilim, olmamış
Üstelik, 2014 yazında Suriye’yi bombalamak için kurulan “IŞİD karşıtı” emperyalist koalisyon, örgütü zayıflandırmadığı gibi giderek güçlendiriyor. Bombardıman başladığından birkaç ay sonra, elindeki toprakların yalnızca %1’ini kaybetmişti. Amerikan istihbarat servislerine göre, milyarlarca dolar harcanan ve on binden fazla IŞİD militanının öldürüldüğü, bir yıldan uzun süredir süren saldırılar, IŞİD’i zayıflatmadı. Aksine, son bir yılda örgüte katılım iki katına çıktı. IŞİD’in geriletilmesinin yolu Ortadoğu halklarının katilleriyle kurulacak ittifaklar değil, Arap Baharı’nda olduğu gibi, geniş işçi kitlelerin katıldığı özgürlük mücadeleleridir. IŞİD’in güçlendiği mezhepçi bataklık ancak böyle sınıfsal temelde hareketlerin inşasıyla kurutulabilir.
ça olmuştur. Yok saymamak gerekir, az da olsa “Yazık ya, fikirleri yüzünden bir çocuğu dövmek doğru bir şey değil” da olabilir, bu tür saf ve iyiniyetli kişi pek kalmadı memleketimizde, ama tek tük vardır yine de. Kendi tepkimi kâğıda dökmemeyi tercih ediyorum. Durup dururken kendi kendimi ele vermenin gereği yok. Ama Davutoğlu’nun şu sözleri ilgimi çekti: “bizim gibi Batı düşünce sistemi ile Doğu’nun örf, adet ve geleneklerini birleştirmeye çalışan çocuklar”. Tam olarak anlayamadım. Baskıcılık, hukuksuzluk, yolsuzluk ve yağmacılık acaba “Batı düşünce sistemi” çerçevesinde mi düşünülmelidir, o sistemin gerekleri midir, yoksa “Doğu’nun örf, adet ve gelenekleri” arasında mı saymak gerekir bunları? Yoksa Batı düşüncesi ile Doğu geleneklerini AKP’nin özel olarak harmanlayıp yarattığı bir sentez midir baskıcılık, hukuksuzluk, yolsuzluk ve yağmacılık?
8
GELENEK
1934: ASTURİA MADENCİLERİ FAŞİSTLERE KARŞI DİRENİŞTE ANDY DURGAN
İspanya’nın kuzey batısında bulunan Asturia’da ülkenin en zengin kömür madenleri bulunur. Pankartlarda ya da köyün duvarlarında, bu kömür madenlerinde çalışan işçilerin mücadelesini sembolize eden üç tarih yazılıdır: 1934, 1962 ve 2012. 1934’de İspanya işçi sınıfı, İspanya’da ve Avrupa’nın diğer yerlerinde yükselen faşizm tehlikesinin farkındaydı. Anaakım sağ parti olan Katolik CEDA’nın (Sağcı Gruplar Konfederasyonu) parlamento yoluyla otoriter bir rejim kuracağına inanıyorlardı. Avusturya ve Almanya’da olan buydu. 1934 Ekim ayının başında CEDA hükümete girdiğinde devrimci bir genel grev çağrısı yapıldı. Grev, bütün Asturia’yı kapsayan bir ayaklanmaya dönüştü. Madenciler bu hareketin merkezinde yer alıyordu. Çünkü mücadele geleneğine sahiplerdi, madencilik sektöründe kriz vardı ve bütün işçiler İşçi İttifakı’nda bir araya gelmeyi başarmıştı. Bu tür ittifaklar bütün İspanya’da kurulmuştu. Fakat sadece Asturias’daki ittifak hem güçlü anarşist sendika CNT’yi, hem sosyalist UGT’yi ve hem de komünistleri ve devrimci sosyalistleri kapsıyordu. Madenciler diğer işçilerle birlikte bölgenin yönetimini ele geçirdiler. Milisleri, ulaşımı, gıda dağıtımını ve devrimci adaleti organize ettiler. Sendikalardan ve işçi partilerinden seçilen delegelerden oluşan devrimci bir komite bölgenin artık sosyalist bir cumhuriyet olduğunu ilan etti.
1934’te faşistlere karşı başlayan direniş kültürü Asturias maden işçileri tarafından bugün de sürdürülüyor.
mücadelelerine ve grevlere sahne oldu.
Kemer sıkma politikalarına karşı zafer mümkün
Bu mücadelenin de merkezinde yer alan Asturias madencileri 1962’de diktatörlüğe karşı büyük bir grev örgütlediler.
Artık İspanya’da Franco diktatörlüğü yok ancak madencilerin mücadelesi hala devam ediyor. Son tasarruf paketi, İspanya’da kömür madenciliğinin sonu anlamına geliyor.
İşten atılan madenciler
Madenciler dağların arasındaki vadilerde ve bölgenin başkenti olan Oviedo’da askerlere karşı direnmeyi başardılar ancak sonunda yenildiler. Francisco Franco’nun liderliğindeki Afrika Ordusu özellikle köylerde terör estirdi.
Grev, 7 Nisan 1962’de yedi madencinin işten atılması üzerine başladı ve kısa sürede diğer madenlere de yayıldı. Talepler arasında devletin ücret dayatmasına son verilmesi de vardı.
İki bin işçi öldürüldü, çok sayıda işçi tutuklandı ve işkence gördü. Madencilerin eşleri dövüldü ve tecavüze uğradı. Fakat Asturia işçilerinin deneyimi bütün İspanya’ya ilham kaynağı oldu.
Rejimin bu greve yanıtı kitlesel tutuklamalar, dayak ve işkence oldu. Grevciler bulundukları yerden ayrılmaya ve başka yerlerde yaşamaya zorlandı. Madencilerin mücadelesi ülkenin her yerine yayıldı ve sonraki haftalarda tüm İspanya’da 500,000 işçi devlet tarafından dayatılan ücretlere karşı greve çıktı.
Temmuz 1936’daki ayaklanma sırasında Asturia işçilerinin sloganları sokakları dolduran işçilerin attığı sloganlarda yankılandı: U.H.P! (Proletaryanın Kardeşleri, Birleşin!). Asturia’nın madencileri bir kez daha mücadelenin ön safındaydı. Ancak yeterli ve donanımlı silahları olmayan Asturia işçi sınıfı, Ekim 1937’de faşistler tarafından ezilmeden önce sadece 15 ay direnebilmeyi başardı. Madenlerin bulunduğu vadiler bir kez daha kanla kaplandı. Fakat o zaman bile madenciler mücadele etmeyi bırakmadı. Çoğu dağlara sığındı ve gerilla savaşına katıldı. Franco’nun zaferinin ardından bütün sendikalar ve işçi örgütleri yasaklandı. İşçi sınıfı aktivistleri idam edildi, tutuklandı ve çalışma kamplarına gönderildi. Rejimin amacı militan işçi hareketinin bütün öncü unsurlarını yok etmekti.
İspanya hükümeti sıkıyönetim ilan etti ancak madenciler direndi. 24 Mayıs’ta hükümet madencilerin taleplerini kabul etti. 5 ve 6 Haziran’da grevler ücret artışıyla sona erdi. Madencilerin mücadelesi Franco rejimi döneminde başarıya ulaşan ilk kitlesel işçi mücadelesi oldu. Bu grevlerden, doğrudan işçiler tarafından seçilen işçi komisyonları doğdu. 1962: faşistlere karşı grev yapmak
Fakat 1950’lerin sonuna doğru fabrikalara ve madenlere yeni bir işçi kuşağı girdi. Günümüzde sadece 4,000 madencinin çalıştığı Asturias’da 1958’de 52,000 madenci çalışıyordu.
1962 grevini örgütlemek zordu çünkü diktatör Franco rejimi her tür protestoyu bastırmakla ünlüydü. Kilit nokta grevin diğer madenlere yayılması oldu. 16 Nisan’da gev Turon ve Nalon Vadisi’ne yayıldı. Bu noktada artık 60,000 madenci grevdeydi. İşçilerin sloganı şöyleydi: “Genel ücret artışı ve yoldaşlarımızla dayanışma”. Grev sekiz hafta içinde 24 bölgeye yayıldı.
1960’lar ardı ardına, hem çalışma koşullarının düzeltilmesini hem de demokrasinin genişletilmesini talep eden işçi
Bu grev diktatörlüğe karşı harekete güç, cesaret ve umut verdi ve faşismin İspanya’da yenilebileceğini gösterdi.
Bu pakete karşı verilen mücadelenin içinde madenlerin işgali, barikatların kurulması ve polise havai fişek ve mancınıkla karşılık verilmesi de var. Kullanılan taktikler 1934 ve 1962’deki mücadeleyi anımsatıyor. Hiç şüphe yok ki madencilerin mücadelesi başka yerlerde kemer sıkma politikalarına karşı mücadele edenlere ilham kaynağı oluyor. Eğer hükümet bu mücadelenin sadece küçük bir işçi grubundan ibaret olduğunu sanıyorsa çok yanılıyor. Madenciler, yaşam standartlarına ve çalışma koşullarına yönelik saldırılar karşısında büyük öfke duyan milyonların sembolü haline geldi. Bir diğer önemli nokta da şu ki sendikanın çelişkili pozisyonu artık çok net bir şekilde görülüyor. Radikal sol ve yerli hareket içindeki bir çok insan sendikaların devletin bir parçası olduğunu düşünüyor. En büyük sendikalar olan sosyalist UGT ve eski komünist CCOO’nun liderliği dünyanın başka yerlerindeki sendikaların liderlikleri kadar bürokratik ve uzlaşmacı. Ancak İspanya’da madenciler sendikaların büyük bir bölümünü oluşturuyor ve onlar da tıpkı Yunanistan’daki işçilerin yaptığı gibi sendikaları mücadele etmeye zorlayacaklardır. 1934 ve 1962’de olduğu gibi bugün de dayanışma çok önemli. Madencilerin zaferi hem İspanya hükümetine hem de bütün Avrupa’yı kasıp kavuran kemer sıkma politikarına verilmiş en iyi yanıt olacaktır.
Andy Durgan, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin İspanya’daki kardeş örgütü En Lucha’nın üyesidir.
SINIF MÜCADELESİ
SURİYELİ İŞÇİLERE ACIMASIZ SÖMÜRÜ
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
BARIŞI KAZANMAK İÇİN Tehlikeli bir çatışma ve savaş ortamına doğru hızla sürüklendiğimiz bu günlerde DİSK, KESK, TMMOB ve TTB 10 Ekim’de Ankara’da “Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” sloganı ile bir barış mitingi düzenliyor. Bu mitinge başta işçi ve emekçiler olmak üzere toplumun tüm kesimleri davetli. Nefret söylemlerinin alabildiğine yaygınlaştığı bir dönemde emek örgütlerinin, barış ve kardeşlik çağrısında bulunmaya devam etmesi çok önemli. Bu savaş halklar arasındaki bağları koparmayı, şiddet ve linç kültürünü güçlendirmeyi hedef alıyor. Bu nedenle barış ve kardeşlikten yana olan tüm kesimlere büyük sorumluluk ve görev düşüyor. Yıllardır yaşanan ölüm, kan ve gözyaşı dışında bir sonuç üretmeyen savaş/şiddet odaklı politikalarda ısrar, Kürt sorununu çözemez. Çatışma ve savaş ortamının bedelini Kürt, Türk, Alevi, Sünni her milliyetten, her inançtan binlerce yoksul halk çocuğu hayatı ile ödüyor.
İnşaat İşçileri Sendikası, Garanti Konut önünde eylemde.
Savaştan kaçarak Türkiye'ye sığınan 2 milyon civarı Suriyeli mülteci, ırkçılığın yanı sıra vahşi bir sömürüyle de karşı karşıya kalıyor. Patronlar, göçmenleri ucuz emek gücü kaynağı olarak görüyor. Tekstil ve inşaat gibi sektörlerde mülteciler köle gibi çalıştırılıyor. Amerikan televizyon kanalı CBS, gizli çekimle tekstil atölyelerindeki Suriyeli çocukların çalışma şartlarını gözler önüne serdi. Buna göre, 10 yaşındaki bir çocuk, haftada 6 gün, günde 12 saat, aylık 300 TL karşılığında çalıştırılıyor.
MÜCADELEYE DEVAM! n İzmir’de Karadağ Belediyesi işçileri, 5 aydır verilmeyen sosyal hakları için belediye binasını işgal etti. n Santa Farma’da işten atma saldırısına karşı 7 Eylül’den beri direnişlerini sürdüren işçiler, bayramın ikinci günü şirketin Şişli'deki genel merkezi önünde yaptıkları eylemle atılan işçilerin geri alınmasını ve sendikal hakların tanınmasını talep etti. n Urfa’da Merkez Karaköprü ilçesindeki TOKİ’nin yaptırdığı 4 bin konutluk Maşuk evlerinde mobilya işlerini yapan 25 işçi, 2 aylık ücretlerinin gasp edilmesini protesto etti.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
İNGİLTERE’DE DARBE Mİ OLUR?
Suriyeli göçmenlerin tüm hakları gibi eşit işe eşit ücret talebinin de kazanılması için Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin birlikte mücadelesi gerekli. Bunun güzel bir örneği ise Kayseri'de yaşandı. Garanti Konut’un Sümer mahallesindeki inşaat işini yapan taşeron bir firma, çalıştırdığı Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin alacaklarını vermeyince işçiler şirketin ofisi önünde açıklama yaptı. Açıklama sonrası taşeron firma işçilerin alacaklarını ödedi. İşçiler ise “Türkiyeli ve Suriyeli işçiler olarak haklarımızı beraber kazandık” dediler. n Aliağa-Yeni Foça yolu üzerinde kurulu Sider Demirçelik fabrikası işçileri Mayıs ayından bu yana alamadıkları ücretleri için İzmir-Çanakkale yolunu trafiğe kapadı. n Ankara Sincan Organize Sanayi’de kurulu Termikel Fabrikası’nda işçiler maaşlarının ödenmemesi nedeniyle iş bırakarak tepki gösterdiler. n Silivri Belediyesi’nde hiçbir gerekçe gösterilmeden 3 işçinin işine son verilmesi üzerine Genel-İş üyesi işçiler, yürüyüş yaparak durumu protesto etti. n Kötü çalışma koşulları, patron baskısı, düşük ücret ve sendikasızlığa karşı SeraPool işçilerinin direnişi 110. gününü geride bıraktı. Sunday Times gibi güvenilmez bir kaynakta, kaynağı belirsiz bu iddia askeri darbe gibi şeylerin mümkün olmadığı, tam demokratik bir cumhuriyet olduğu düşünülen İngiltere gibi bir yerde edilince pek de inandırıcı bulunup üzerinde durulmadı.
Irkçı medya patronu Rupert Murdoch’ın sahibi olduğu Pazar gazetesi Sunday Times, yerleşik düzenin İşçi Partisi’nin yeni genel başkanı olan Jeremy Corbyn’e olan nefretini gösterdi.
Haber ister asparagras ister gerçek olsun, İngiltere’de de bir sosyalist hükümet kurulup parlamento aracılığıyla düzeni değiştirecek kararlar alırsa o hükümetin lideri tutuklanır. 1973’te Şili’de solcu Salvador Allende ve Halk Cephesi hükümetinin başına geldiği gibi.
Gazeteye konuştuğu söylenen “emekli general”, Corbyn eğer başbakan olur da askeri nükleer programı durdurmaya, orduyu küçültmeye ve NATO’dan çıkmaya karar verirse Genelkurmay’ın “tahammülü olamayacağını” söylüyor.
Solcu Salvador Allende, 1970 başkanlık seçimlerinde oyların %36,3’ünü alarak Şili ‘nin başkanı oldu. Liderlik ettiği Halk Cephesi hükümeti sosyalistler, liberalller ve Hristiyan demokratlardan oluşan geniş bir cepheydi. Unidad Popular, tarihte seçimle işbaşına gelen ilk sosyalist hükümet olarak adlandırıldı.
Corbyn iktidara gelir, uzun yıllardır verdiği mücadelelerde dile getirdiği talepleri uygulmaya kalkarsa Britanya ordusu darbe yapacak!
Emekçi sınıfların gündelik yaşam koşullarını iyileştiren kararların ardından, Bakır madenlerini kontrol altında tutan yabancı işletmeleri devletleştirmeye kalkması Şili egemen
Kürt halkı bu topraklarda nasıl yaşayacağına kendisi karar vermek istemekte, bunu da her fırsatta dile getirmektedir. Bu topraklara barış ancak Kürt halkı kendi kaderini tayin etme hakkını kazandığında gelir. Kürt sorunu, Kürt halkının haklarının, kısaca kendi kaderini tayin hakkının tanınması, bu tanınmanın Türkiye’deki tüm halklar, işçiler, emekçiler tarafından desteklenmesi ile çözülebilir. Barışı kazanmak için 10 Ekim mitingi çok önemlidir, çok değerlidir. Ancak mitingin kitlesel olması her türlü savaş yanlısına verilebilecek asıl cevap olacaktır. Geçen haftalarda bayrak mitinglerine katılan ve işçi sınıfının yüzde sekseninin üye olduğu işçi emekçi örgütlerinin tabanının da 10 Ekim mitingine katılmasını sağlamak gerekir. Barış mücadelesinin kazanması için bayrak mitinglerine katılan emek örgütlerinin tabanındaki işçi ve emekçilerin de savaşa karşı, barıştan yana politik bir hatta çekilmesi gerekir. Bayrak mitinglerine katılan emek örgütlerine üye sendikalara çağrıda bulunulmalı, en azından tek tek sendikaların 10 Ekim barış mitingine katılması sağlanmalıdır, bunu için geç kalınmış değildir, bu çağrı hemen yapılabilir. Barışı, kardeşliği ve Kürt halkının haklarının tanınması taleplerini ısrarlı bir şekilde sahiplenmek, cesurca dile getirmek ve bütün bunları kitlesel bir şekilde yapmaktan başka yolumuz yoktur. sınıfları için bardağı taşıran son damla oldu. Önce küçük burjuvaziyi Halk Cephesi hükümetine karşı antikomünist sokak gösterilerine mobilize ettiler, ardından General Pinochet Genelkurmay başkanlığına getirildi ve iç karışıklığı bahane ederek 11 Eylül 1973’te ordu darbe yaptı. Askerler ilk iş olarak Allende’nin bulunduğu başkanlık sarayını kuşattı. Sosyalizmin parlamenter çoğunluk ve yasalarla kurulabileceğini düşünen Corbyn iktidara gelip, bunu yaparsa İngiltere’de ordu darbe yapar. İster Şili, ister Türkiye, ister İngiltere. Siyasal demokrasinin sınırları ne kadar geniş olursa olsun her birinde hakimiyet parlamentoda değil kapitalist devlette. Üretim araçlarını elinde bulunduran azınlığın çoğunluk üzerindeki iktidarını sağlayan şiddet aygıtı kapitalist devletin emekçilerin devrimiyle yıkılması sosyalizme geçiş için zorunlu.
10 KİTAP-FİLM-DUYURU HDP BEŞİKTAŞ BİNASINDA YANGIN VE DAYANIŞMA
MEKTUPLAR
KAMP ARMEN YALNIZ DEĞİLDİR!
22 Eylül günü öğle vakti HDP binasından yangın çıktı. Haber alır almaz oraya gittik. İtfaiye müdahale ediyordu. Yangın, elektirk olmayan ve içinde bayrak gibi seçim malzmelerinin bulunduğu küçük bölmede çıkmış. Bazı HDP üyeleri semtte ‘Sizi burada barındırmayacağız, çalıştırmayacağız’ diye tehdit ediliyormuş. İtfaiye ve polis raporunun hazırlandığını söyleyen HDP yetkilileri bunun kundaklama olduğuna dikkat çekiyor. HDP Beşiktaş ırkçı saldırılar sırasında İstanbul’da yakılmayan bir kaç parti örgütünden biriydi. Erdoğan ve AKP’nin hedef göstermesinin ardından burayı yakanlar, HDP’nin seçim kampanyasını engellemek istiyor. Yanan bina önündki basın açıklamasına katıldık. HDP yalnız değil. Saldırılara yanıtımız batıda daha fazla insanı HDP’ye oy vermeye ikna etmek olacak. ELÇİN-VOLKAN
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ DÜZENLİ OKUMAK İÇİN BİZİ ARAYIN
Bugün 28 Eylül, Boğaziçi Üniversitesi’nde 2015-16 birinci eğitim- öğretim dönemi başladı. Antikapitalist Öğrenciler ise “Kamp Armen yazılır; Ermeni soykırımı okunur”, “Ölüm değil çözüm; savaş değil barış”, “Barış hemen şimdi”, “Kürt halkına özgürlük”, “Bombalar değil zılgıtlar kazanacak” diyerek üniversitenin pek çok tarafını afişledi. Afişlemeye daha başladıktan 4-5 dakika sonra tanımadığım bir öğrenci yardım etmeyi önerirken bu öneriden biraz sonra bir akademisyen gülümseyerek afişlerden bir tane alıp alamayacağını sordu. Taleplerimiz net. Önümüzde
koca bir dönem, tanışılacak çok sayıda insan var. Yarın 29 Eylül ise üniversite tanıtım günlerinin başlangıcı olacak ve bildirilerimizle, afişlerimizle tanıtımda da yer alacağız. Önümüzdeki hafta ise “Kamp Armen Ermeni halkına iade edilsin” diyerek akademisyenlerle ve öğrencilerle Kamp’a bir ziyaret düzenleyip geri iadesi talebiyle basın açıklaması yapacağız. Birlikte savaşın sonlanmasından Kamp Armen’in iadesine kazanamayacağımız mücadele yok. Antikapitalist Öğrenciler’e katılın. İDİL ÜGÜT
İŞÇİ SINIFI CENNETE GİDER
BİR İŞÇİ SINIFI HİKAYESİ MELTEM ORAL
1968’de dünyanın dört bir tarafında esen isyan rüzgarı sinema, müzik ve edebiyatı da etkileyerek bize ‘bizim hikayemizi’ anlatan bir dizi muhteşem yapıt bıraktı. İtalyan sinemasında çok sayıda örneğini izleyebileceğimiz filmlerden 1971 yapımı ‘İşçi sınıfı cennete gider’ de bunlardan biri. Birçok politik filme imza atan yönetmen Elio Petri bu filmle Cannes’da büyük ödülü alır. Filmde politik sinemanın önemli aktörlerinden Gian Maria Volonte, Lulu Massa isimli işçiyi oynuyor. Lulu parça başı üretim yapan fabrikadaki işçilerden biridir. Zaten işçiler parça başı çalışmanın ağır koşullarına tepkiliyken bir de patronlar verimliliği arttırmak adına işçilere aynı ücretle, daha hızlı ve daha çok çalışmalarını dayatır. En ‘verimli’ işçi olduğu için Lulu’nun bir sorunu yoktur. Ancak geçirdiği iş kazasının ardından Lulu mücadelenin sembolü haline gelir. Film işçi sınıfı dayanışması, grev mücadelesi, makinayla kurulan ilişki ve işçilerin üretim sürecine yabancılaşmasına dair pek çok şey anlatıyor. İzledikten sonra Lulu’nun rüyasını gerçek kılma isteğiyle dolup taşmamak elde değil: “Evet, her şeyi parçalayalım ve cenneti bizim yapalım!” n İşçi Sınıfı Cennete Gider, Yönetmen: Elio Petri, 1971 İtalya, imdb: 7.7
Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
arşivimiz: www.sosyalistisci.org
POLİTİK MİZAH: YOLDAŞ PANÇUNİ ZEHRA EREN
1869’da Yenikapı’da doğan Yervant Odyan yayın dünyasında önemli bir isim olan ancak resmi ideolojinin bu toprakların hafızasından silmeye çalıştığı Ermeni aydınlardan biridir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren çok sayıda yayına makale, tefrika öykü, roman, taşlamalarla emek verir. Birçok haftalık gazete ve mizah dergisi yayınlar. Tolstoy, Dostoyevski, Gorki gibi isimlerin eserlerini Ermenice’ye çevirir. Yervant Odyan 1915’te Der Zor’a sürülenlerden biridir. Odyan’ın Yoldaş Pançuni (Inger Pançuni) olarak bilinen eseri ilk olarak 1909’da Püzanton adlı mizah dergisinde yayınlanır. İki yıl sonra kitaplaştırılır. Yoldaş Pançuni oldukça keyifli bir mizahi roman. Romanı Mısır karikatür dünyasının önemli ismi Aleksandr Saruhan’ın 1938’de resimlediği haliyle raflarda bulmak mümkün. Yoldaş Pançuni’de esere adını veren ‘devrimci’ kahramanımız, ahaliyi bilinçlendirmek ve örgütlemek için Dzabılvar köyüne gider. Papazı ‘gericiliğin’, ikişer ineği, eşeği, tavuğu ve tarlası olan köylü Res Serko’yu ‘burjuvazinin’, nalbant Mıgo’yu ‘işçilerin’ temsilcisi ilan eder ve sınıf çelişkilerini açığa çıkararak bir devrim gerçekleştirmek için hızla kolları sıvar. Bizler de Yoldaş Pançuni’nin bu ‘mutevazi’ gayeyle başladığı serüveni partisinin yönetimine yazdığı mektuplardan, tebessümle okuyoruz. n Yoldaş Pançuni, Yervant Odyan, Aras Yayıncılık, 2013
GÜNDEM
11
KAPİTALİZM İŞTE BU!
#ExxonmMobil teröristtir! NURAN YÜCE
Kapitalist ekonomi içinde şirketlerin çalışma prensipleri şöyle: Piyasaya sunduğun ürün ya da hizmetin satılması için ne gerekiyorsa yap. Rekabet ortamında diğer şirketlerin önüne geçip, ayakta kalmak için de ne gerekiyorsa yap. Hiçbir kural ve hiçbir sınır bu işleyişin önünde engel olamaz! Eylül ayı içinde bu işleyişi tüm çıplaklığı içinde gözler önüne seren iki büyük skandal açığa çıktı. Kimileri bu skandalları “istisnai bir durum” kimileri de “ilkesiz kapitalizm” olarak değerlendirdi. Ama iki olay da çok net biçimde kapitalizmin işleyişinden kaynaklanıyordu. Kapitalizmin başka bir sonuç üretmesi zaten beklenemezdi. İlk skandal Eylül ayının başında patladı. Dünyanın devlerinden Amerikan çok uluslu petrol ve doğal gaz şirketi Exxon Mobil Corporation daha yaygın bilinen ismi ile ExxonMobil’in 38 yıllık sırrı ortaya çıktı. Kâr uğruna dünyayı yakarım İklim değişikliği “insani faaliyetler”den kaynaklı lafı çok yaygın bir şekilde kullanılmakta. Bu ifadeyi kimileri; hepimizin, tüm canlı yaşamını yok oluşa sürükleyen iklim değişikliğinden eşit derecede sorumlu olduğumuzu, hepimizin birlikte çaba göstermemiz gerektiğini dile getirmek için kullanıyor. Ama gerçek bunun tam tersi. İklim değişikliğinin en baş sorumluları arasında fosil yakıt şirketleri yer alıyor. İşte bu fosil yakıt şirketlerinin en büyüklerinden olan ExxonMobil’de yaşanan skandal bunun en net kanıtı. 1977’de Exxon’un şirket yönetimine “sera gazlarının insan faaliyetlerinden kaynaklı olduğuna” ilişkin rapor sunulmuş. Bir yıl sonra ““atmosfere iki kat daha fazla karbondioksit salındığını, bunun da sıcaklık derecelerinde iki ya da üç derece artış meydana
Greenpeace aktivistleri VW önünde eylemde: ‘Daha fazla yalan yok!’
getirebileceği”ne ilişkin yine bir araştırma sonucu bu sefer şirkette daha geniş bir kitleye iletilmiş. Yani iklim değişikliği hakkında hepimizden önce ve belki daha net bilgilere sahip olmalarına rağmen ExxonMobil ne yaptı dersiniz? Fosil yakıt üretim faaliyetinden en ufak taviz vermediği gibi, küresel ısınmayı reddeden kuruluşlara ve araştırmalara milyonlarca dolar para aktardı. Küresel ısınmaya dikkat çeken, uyarılarda bulunan bilim insanlarını itibarsızlaştırma faaliyetlerinde bulundu. Başka şirketlerin de dahil olduğu Global Climate Coalition ve American Petroleum Institute gibi düşünce kuruluşları aracılığıyla fosil yakıt emisyonlarını sınırlamaya dönük faaliyetleri engellemek için lobi faaliyetlerinde bulundu. İşte tam 38 yıldır yaptığı bu faaliyetler Eylül ayında belge ve tanıklıklar eşliğinde ortaya saçıldı. İklim değişikliğini durdurmak için her bir günün önemli olduğu ifade edilirken ExxonMobil 38 yıl boyunca kârına kâr kattı. ExxonMobil 2013 itibariyle piyasa değeri en büyük, Forbes Global 2000 listesinin ilk 5’inde yer alıyor. Ama sadece ExxonMobil değil dünyanın en kârlı şirketlerinin ilk sıralarında ağırlıklı olarak yer alan tüm petrol, kömür, doğalgaz ve otomotiv şirketleri de iklim değişikliğinden haberdarlar ve hepsi de iklim değişikliği yoktur faaliyetlerinde bulunuyorlar. VW meğerse çevreci değilmiş İkinci skandal ise dünyanın neredeyse en prestijli üstüne üstlük doğa dostu olduğu iddia edilen Alman otomotiv devi Volkswagen’de yaşandı. VW 11 milyon dizel otomobilin çevre emisyon değerlerinde sahtekarlık yaparak daha düşük göstermiş. Oysa bu otomobillerin yasal nitrojen oksit oranının 35 kat fazlasını salarak, küresel ısınmaya katkıda bulunduğu açığa çıktı. Şirket önce böyle
bir şey yaptığını inkar etti. Ama sonra iş büyüdü, Volkswagen’in alt markaları Audi, Skoda ve Seat ve diğer Alman otomobil üreticisi BMW’ye ve Almanya’nın yine en prestijli şirketlerinden Daimler’e kadar uzadı. 2011 yılında şirket bilançosundan cesaret alan Yönetim Kurulu Başkanı Matin Winterkorn “Satış, ciro ve karda yeni rekorlar kırdık. Genel otomobil piyasasına kıyasla çok daha dinamik bir gelişme gösterdik ve sadece ticari alanda değil ama çevrecilik ve sürdürülebilirlikte de uzun mesafe kat ettik” dediği sırada bu açıklamalara yer veren basın da “Volkswagen tröstü elindekiyle yetinmeyip hep daha iyi olmak istemesiyle tanınır” diye haber yapıyordu. Ama Winterkorn’un aynı dönemde söylediği bir şey daha önemliydi ki emisyon oranlarındaki sahtekarlığını da bu ortaya çıkardı. 2012’de Winterkorn "Aynı futbolda olduğu gibi. İkinci yarı hep daha yorucu ve zor geçer. Hele büyüme temposunu biraz daha artırmaya karar verdiğimiz düşünülecek olursa” açıklamasıyla dünyada kızışan rekabetten bahsediyordu. Başka bir otomobil şirketi de VW’nin satış rakamlarını artıran “doğa dostu” otomobillerin sırrını çözme, uygulama ve kendi satış miktarlarını artırmak isteyince VW’nin foyası ortaya çıktı. ExxonMobil, VW’da yaşanan skandallar birkaç yöneticinin, kendini bilmez CEO’nun ya da birkaç şirketin sapması hatası değil. İçinde yaşadığımız kâr için her şeyin mübah olduğu kapitalist sistemin doğal sonuçları. Kârları uğruna dünya yanmış, gezgen elden gitmiş umurlarında değil. Bu nedenle “Kapitalizm öldürür, kapitalizmi öldürelim” sloganı doğru ve gereklidir. Yoksa, dev şirketlerin sonu gelmez kar hırsından kaynaklı sonu gelmez tlan ve tahripleri gezegenin sonunu getirecek!
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
EDİRNE’DEN KOVULDULAR
BOĞULARAK ÖLÜYORLAR ÇAĞLA OFLAS
Suriye’de yaşanan iç savaş ve İŞİD’in zulmünden kaçan milyonlarca göçmenin yarattığı kriz kapitalist devletlerin ikiyüzlü politikalarını bir kez daha ortaya seriyor. Birkaç hafta önce Yunanistan’a kaçak giden geminin alabora olması sonucu Bodrum kıyılarına vuran 3 yaşındaki Alan Kürdî’nin cansız bedenini gösteren fotoğraf, infial yarattı. Aşağıdan yükselen göçmenlerle dayanışma eylemleri üzerine AB ülkeleri bir şeyler yapmak üzere harekete geçeceklerini belirttiler. Ancak Suriyeli mültecilerin Avrupa sınırlarına dayanması karşısında Avrupa devletlerinin “bir şeyler”den kastının ırkçılık ve sınırlarını kapatmaktan ibaret olduğu anlaşıldı. Sınırlar daha da kapandı Suriyeli göçmenlerin Avrupa’nın sınırlarına dayanması karşısında, zaten kapalı olan Avrupa ülkeleri sınırlarından geçiş daha da zorlaştırıldı. Mültecilerin sınırlarına ulaşmasını önlemek için Macaristan, Sırbistan ile olan sınırına 175 kilometrelik çit inşa ederken Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi ülkeler de sınırdaki kontrollerini daha da sıkılaştırdı. Öyle ki Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki vize kontrolünü kaldıran schenge vizeuygulamasının kaldırılması gündeme getirildi. Macaristan’da polis, Sırbistan sınırından ülkeye girmek isteyen mültecilere düşmanca saldırdı. Macaristan ve Sırbistan sınırlarını kapattığı için mülteciler, Hırvatistan’a yöneldi. Hırvatistan’dan Kuzey Avrupa’ya ulaşmaya çalışan mülteciler 1990’lardaki Balkan Savaşları’ndan kalma mayın tehdidiyle karşı karşıya bırakıldı. Yunanistan Suriyeli sığınmacıların deniz
yoluyla AB ülkelerine geçişlerini engellemek için uluslararası karasularında hukuk dışı uygulamalarına devam etti. Dört bin Suriyeli göçmeni alacağını belirten Almanya ise iki yıllık vize ve geçici oturma izni veriyor. Suriyelilere iç savaş nedeniyle tanınacak özel statüden sadece mülteci durumunda olanların yararlanmasını istiyor. Oturum alan Suriyelilerin yakınlarını getirmelerine müsaade edilmeyecek. Emperyalizmin yarattığı kriz 11 Eylül sonrasında Batının emperyalist müdahalesi sonucu yaşamları cehenneme çevrilen milyonlarca Ortadoğulu ve Afrikalı göçmen Avrupa’ya akın etmeye başladı. Ekonomik krizle birlikte göçmen düşmanı yasaları devreye sokan Avrupa ülkeleri göçmenlerin ülkelerine girişlerini zorlaştırdılar. Öte yandan işsizliğin, düşük ücretlerin, sosyal harcamalardaki kesintilerin sorumlusu olarak göçmen işçileri göstererek hedef tahtasına oturttular. Avrupa devletlerinin göçmen düşmanı ve ırkçı tutumları tabanlarını ırkçılık ve göçmen düşmanlığı üzerinden genişleten ırkçı ve faşist yapılanmalara güç vermekte. Gelinen noktada Avrupa ülkeleri göçmen karşıtı tüm politikalarına rağmen göç dalgasını durduramıyorlar. Batılı emperyalistler Ortadoğu’da başlattıkları savaşların ülkelerine yansıyan göç dalgasıyla başa çıkamayacaklarını itiraf ediyorlar. Tek tek devletler yüzbinlerce göçmenin ihtiyaçlarını karşılamaya güçlerinin yetmeyeceğini belirtiyorlar. Savaşta milyon dolarlar harcayan kapitalist devletler mültecilerin barınma, eğitim hakkı gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan imtina ediyor.
ORTAK DÜŞMANA KARŞI BİRLİKTE MÜCADELE
Bugün göçmenlerle dayanışmak, göçmen işçilerle birlikte ortak düşman olan kapitalizme karşı mücadele için hayati önem taşıyor. Göçmenlere karşı insanlık dışı uygulamalara son vermek için uluslararası düzeyde harekete geçmek, göçmen dayanışma ağlarını inşa etmek, savaşların, yoksulluğun, göçlerin sorumlusu kapitalizme karşı işçi sınıfının güçlenmesini sağlayacaktır. Sermayeye sonuna kadar açık olan sınırlar mülteciler ve göçmen işçiler için kaldırılmalıdır, göçmenlere barınma, çalışma, sosyal güvence, örgütlenme hakları tanınmalıdır. Daha da önemlisi Afrika’ya ve Ortadoğu’ya emperyalist müdahaleler son bulmadan göçler de, göçmenlerin dramı da son bulmayacak. Bu nedenle bir yandan göçmen karşıtı politikalara, öte yandan da Ortadoğu’ya ve Afrika’ya emperyalist müdahalelere karşı direnmeliyiz.
Avrupa’ya gitmek isterken Edirne’de polis tarafından önleri kesilen Suriyeli mülteciler.
İKİYÜZLÜ TÜRKİYE Suriyeli göçmenlerin büyük bir çoğunluğunu “misafir” eden AKP hükümetinin ikiyüzlü tavrını bizzat göçmenler kendi eylemleriyle açığa çıkardılar. Aralarında çocuk, yaşlı, kadın ve engellinin bulunduğu binlerce Suriyeli göçmen güvenli göç yolu için Edirne’den sınıra yürüdüler. Edirne’den Yunanistan’a ve oradan Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler, polis tarafından engellendi. Avrupa devletlerinin eleştiren hükümet sözcüleri, Türkiye’nin dört bir yanından Edirne sınır kapısına gelmeye çalışan göçmenlerin şehirlerarası seyahatlerini bir genelgeyle yasakladı. Türkiye‘den hiçbir şey istemediklerini yalnızca sınırlarını açmasını talep ettiklerini belirten binlerce göçmen biber gazı ve copla dağıtıldı. Sayıları 4 milyonu bulan Suriyeli göçmenlerin büyük bir bölümünü barındıran Türkiye Suriyeli göçmenlere “Geçici Koruma Statüsü” tanıyor. Suriyeli göçmenlere sahip çıktığını iddia eden AKP hükümeti büyük bir yüzsüzlükle Suriyeli göçmenlerin çalışma, sağlık, eğitim ve en basit yaşam haklarını ihlal ediliyor. Büyük bir kısmı kamplarda sağlıksız ortamlarda barınan mültecilerin bir milyona yakını büyük şehirlerde fahiş fiyatlara kiraladıkları evlerde ya da sokaklarda, yaşamak durumunda kalıyorlar. Çalışma izni de olmadığı için her türlü sosyal güvenceden yoksun kaçak işçi olarak çalışmak zorunda bırakılıyorlar.