Sosyalist işçi 542

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

542

17 Kasım 2015 2 TL. sosyalistisci.org

SURİYE

PARİS

G-20 VE ISİD: AYNI , BARBARLIĞIN İKİ YÜZÜ RONİ MARGULİES: HANGİ TERÖRÜ KİM YENECEK?

sayfa 7

AYŞE DEMİRBİLEK: ÖLDÜREN SEVGİ KATİLLERİ AKLAYAN ADALET İSTEMİYORUZ

DAVE HAYES: GERÇEK DEMOKRASİ NEDİR? sayfa 10

sayfa 11


2

GÜNDEM

G-20’NİN SON ÜRÜNÜ: IŞİD Paris’te yaşanan tam bir vahşetti. Altı noktada birden tam bir kitlesel katliam gerçekleşti. Fransa bir yıl içinde iki kez İslamı bayrak edinen örgütlerin saldırısına maruz kaldı ve tüm dünya şoka girdi. 132 kişi öldü, sayısız yaralı var. Aslında IŞİD son bir ayda yaklaşık 500 kişiyi öldürdü Suriye dışında ve binlerce insanı yaraladı. Ankara katliamı, düşürülen Rus yolcu uçağı, Beyrut ve son olarak Fransa. Çok açık ki IŞİD saldırganlığı devam edecek. Bir İslam devleti kurmaktan, giderek küresel bir güç gösterisi yapan bir örgütlenmeye doğru evriliyor. IŞİD’in Paris saldırısı gerçekleşir gerçekleşmez, sanki bu saldırıyı bekliyormuş gibi, “İslam işte bu!”, “İslamcılar özeleştiri vermeli!” gibi saldırıdan bütün Müslümanları sorumlu tutan bir eğilim sahneye çıktı. Bu eğilimle tartışmak çok tehlikeli. Sizi bir çırpıda IŞİD’çi ilan etme ihtimalleri var. O kadar hızlı IŞİD’çi ilan ediliyosunuz ki insan içine çıkma şansınız kalmıyor. Hayır! Her olayda onlar gibi üzülmeniz, onlar gibi düşünmeniz, onlar gibi ses çıkartmanız lazım! IŞİD’le bir alakanız olmaması önemli değil. Önemli olan onlar gibi İslam’ı bütün günahların anası olarak görmemeniz. Bu, sekülerliği hezeyanlı politik üretkenliklerinin merkezine koyanların anlamak istemedikleri, emperyalist barbarlık anlaşılmadan IŞİD’in anlaşılamayacağı gerçeği. IŞİD’i anlayamadan IŞİD’i yenmek ise mümkün değil. Fransa’da öldürülen masum kardeşlerimizin acısını tüm benliğimizle hissediyoruz. Daha bir ay önce, 102 arkadaşımızı, yoldaşımızı Ankara katliamında kaybettik, çoğumuz canımızı şans eseri kurtardık. IŞİD saldırısının, böyle vahşi bir saldırının ürünü olan can pazarının ne demek olduğunu biliyoruz. Yine de emperyalist barbarlık anlaşılmadan, IŞİD anlaşılamaz. IŞİD, barbarlığın tek örneği değil. Barbarlık IŞİD’le başlamadı. 20. yüzyıl, bir barbarlık yüzyılı. Dünya Sağlık Örgütü, 20. yüzyılda savaşlarda ve savaşın etkileri nedeniyle 191 milyon kişinin öldüğünü açıkladı. Faşizm, savaşlar, darbeler, kontgerilla faaliyetleri, Ortadoğu’nun işgali. Uzatabiliriz. Küresel neoliberal politikaların yarattığı yıkım ve bu yıkımın özellikle Ortadoğu’da sömürgeci işgal politikalarıyla elele gitmesi, Irak’ta ABD liderliğindeki yok edici delice barbarlık, asimetrik bir deliliğin IŞİD adı altında türemesi için gerekli zemini yarattı. Bu yüzden modern G-20’nin teröre karşı ortak bildirgesinin beş kuruşluk değeri yok. Silvan, Nusaybin, Cizre, Cezayir, Nijerya, Mali, Afganistan, Filistin, Çeçenistan, Guantanamo, Şili, Nikaragua, Irak ve Suriye. G-20’nin terör suçlarının cereyan ettiği ülkele ve yerlerden bazıları. G-20’nin teröre karşı mücadele edeceğine inanmakla IŞİD’in bir demokratlar birliği olduğunu düşünmek arasında milim fark yok. IŞİD, G-20’nin ürünü, savaş ve işgal politikalarının ürünü. IŞİD, kapitalist toplumun en son ürünlerindendir. Ortodoğu’da antikapitalist, işgal karşı mücadele kitlelerin öz mücadelesine dönüştükçe de gerileyecek ve yok olacaktır.

BARIŞ KAZANACAK Devlet tarafından 30 yıl boyunca denenmiş, on binler-

ce insanın ölümüyle sonuçlanmış ve başarısızlığı kanıtlanmış yöntemler yeniden devrede. Halkın yüzde 87’sinin HDP’ye oy verdiği ve barıştan başka bir talebinin olmadığı Silvan’da uygulanan savaş politikaları, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğü körüklemekten ve geleceğe utanç dolu bir tarih bırakmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Zamanında faşist lider Türkeş’in önerisiyle kurulmuş olan Özel Tim’in Silvan’daki icraatları hendek ve PKK gerekçelerinin devletin bahanesinden ibaret olduğunu gösteriyor. Devletin derdi barış isteyen Kürt halkı. HDP’nin yüzde 87 oranında oy aldığı Silvan’ı kan gölüne çevirmeye çalışan Özel Tim’in duvar yazıları, şiddetin nedeninin devletin Kürt kimliğini tanımaması olduğunun kanıtı niteliğinde. Şehir sokaklarına yapılan yazılamaların hepsi birer utanç tablosu. Faşistlerin sembolü üç hilalli yazılarla, bir insalık suçu olan ırkçılık bizzat devletin resmi politikası olarak Kürtlere karşı uygulanıyor. Ancak eşit koşullarda yaşam için mücadele veren Silvan halkı bombalara, kurşunlara, operasyonlara ve tüm devlet şiddetine karşı zılgıtlarıyla direnmeye devam etti. Günlerce ilçede terör estiren Özel Harekat timleri ilçeden çekilirken binlerce sivil tarafından yuhalandı. Devletin silahlı güçleri çekilirken yaşananlar, baskıyla, zorla, katliamla halkın sindirilemeyeceğinin kanıtı. Devlet en az 7 sivilin öldüğü Silvan’ı ‘PKK’den temizledik’ propagandası yaparken, askerler yüzlerce sivilin attığı

Silvan: Halk askerleri protesto ediyor ‘PKK halktır, halk burada’ sloganları arasında ilçeyi terk etmek zorunda kaldı. Devletin ve savaş politikalarından yana olanlar kabul etmek istemediği gerçek, askerler ilçeyi terk ederken onları protesto eden halkın öfkesinde gizli. Devletin izlediği bu yöntemin savaşı sona erdirmesi mümkün değil. 30 yılda on binlerce insanın ölümüne neden olan devlet şiddeti savaşı sürdürmekten, ölümleri arttırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Sokağa çıkma yasaklarıyla sürdürülen bu operasyonlar savaşı kronikleştiriyor. Oysa bu savaşa mahkum değiliz. Bu savaş kader değil. Savaş ırkçılığı ve milliyetçiliği körüklüyor. Devletin politikalarının kışkırttığı savaşı, çatışmaları, sivillere dönük şiddeti durdurmanın yolu barış isteyen milyonların sesini yükseltmesinden geçiyor.

REWHAT

SİLVAN’A SES VER


GÜNDEM

TÜRK TİPİ BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ KEMAL BAŞAK

12 Eylül askeri diktatörlüğünün ürünü olan 1982 Anayasası, birçok maddesi zaman içinde değiştirilmiş olsa da, otoriter, özgürlükleri kısıtlayıcı, farklı ulusal kimlikleri ve farklı inanç kimliklerini yok sayan tek kimlikli (Türk- Sünni Müslüman) özünü koruyarak varlığını sürdürüyor. En önemli vaatlerinden biri bu yasakçı anayasayı değiştirmek olan ve bu sayede önemli seçim başarılarına imza atan Adalet ve Kalkınma Partisi, ilk ciddi değişiklik girişimini 2010 yılındaki referandum ile gerçekleştirdi. Referandum ile kabul edilen maddeler, özgürlükleri garanti altına almak, farklı kimlikleri tanımak adına bir değişiklik içermemesine rağmen, darbecilerin yargılanmasının önünü açarak ve yargı mensuplarının kısmen seçimle göreve getirilmesini sağlayarak, 1982 Anayasasında ciddi gedikler açmıştı. Gezi direnişi ödlerini patlattı İktidar partisi, referandum zaferinden sonra, bu değişikler ile yetinmeyeceğini, 1982 Anayasasını kökten değiştireceğini vaat ederek 2011 seçimlerinde % 49 oy alarak büyük bir zafer kazandı. Anayasa değişikliklerinin bu kadar hararetle tartışıldığı o dönemde hiç ağıza alınmayan “başkanlık”, AKP’nin verdiği sözleri inkar ederek otoriterleşme eğilimine girmesiyle birlikte gündem olmaya başladı. AKP’nin genel olarak neoliberal politikalarının, özel olarak inşaat çılgınlığının tetiklediği Gezi Direnişi’ne ikitdar partisinin tepkisi, sağ politikaları uygulamak, güçlendrmek oldu. Ardından, 2010 Referandumunun yargı mensuplarına getirdiği kısmi bağımsızlık sayesinde gelen 17-25 Aralık operasyonları sonrasında rota otoriterliğe çevrildi. AKP lideri Erdoğan, işçilerin ve Kürt halkının hakları gasp edilirken bir kez daha sorun yaşamamak için, kendini güvence altında hissedeceği çok geniş yetkilere sahip bir model olarak başkanlık tartışmalarını başlattı. Dolayısıyla başkanlık tartışmalarını, Erdoğan’ın 7 Haziran seçimleri öncesinde AKP kampanyası yürütürken ifade ettiği gibi “Türkiye’nin önünü açacak bir gelişme” olarak değil, AKP’nin bu yeni baskıcı döneminin bir ürünü olarak değerlendirmemiz gerekiyor. HDP 7 Haziran’da kazandığı zafer ile esas olarak Erdoğan’ın

HAFTANIN IRKÇISI SİVAN’DAKİ ÖZEL HAREKÂTÇILAR Devletin alay edercesine “Hayata Dönüş” adını verdiği operasyonlarda hapishanelerde bulunan savunmasız insanları katletmesine benzer bir şekilde, Başbakan Davutoğlu tarafından “Huzur Operasyonu” adı verilen bir saldırıyla Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde on iki gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Devlet güçlerinin ağır silahlar kullanarak gerçekleştirdiği saldırıda, Silvan havadan ve karadan bombalandı. Bu esnada en az on dört sivil hayatını kaybetti. Silvan’da görev yapan ve aralarında Jandarma Özel

başkanlık dayatmasını engellemeyi başarmıştı. Ancak, 7 Haziran sonrası Erdoğan’ın ustalıkla uyguladığı “savaş ve istikrarsızlık” siyaseti AKP’den kopan kitleleri yeniden AKP etrafında toplamayı beraberinde getirdi. 1 Kasım seçimleri sonucunda ortaya çıkan AKP zaferi, Erdoğan’ın elinin, dolayısıyla “başkanlık” talebinin güçlendiğinin bir kanıtı. İktidar partisi şimdi, bütün kritik dönemeçlerde kendisini destekleyen MHP ile birlikte referanduma gidebilecek milletvekilliği sayısına sahip. Olası bir referandum sonucunda, MHP tabanının desteği ile Erdoğan’ın istediği anayasal değişikliklerin yapılması 1 Kasım öncesine göre daha mümkün hale geldi. Sınırsız demokrasi Erdoğan’ın formüle ettiği başkanlık rejiminin, başkanlığın yasama organlarının ve yüksek yargının denetimine tabi olduğu Amerika kıtasındaki rejimlerden çok farklı olduğu görülüyor. Erdoğan, parlamento ve yargı denetimini bütünüyle dışlayan, parlamentonun yasama yetkisini hiçe sayarak başkanlık kararnameleri ile ülkeyi yönetmeyi içeren tamamen otoriter bir sistem getirmeyi hedefliyor. Bu hedefin en iyi ifadesi AKP genel başkan yardımcılarından biri tarafından sarf edilen “Türkler Büyük Hun İmparatorluğu’ndan beri başkanlık sistemini tatbik etmektedirler” sözlerinde bulunabilir. Önerilen şey tam olarak, zaten alabildiğine baskıcı olan mevcut 33 yıllık sistemden daha baskıcı bir rejim. Erdoğan’ın başkanlık hayalinin gerçekleşmesi, çok açık ki ezilenler ve işçi sınıfı açısından hayatı daha katlanılmaz bir hale getirecek. İşçi sınıfı ve ezilenler açısından tartışmanın, cumhuriyetin biçiminden (başkanlık / parlamenter sistem) çok, içeriği (Erdoğan’ın tahayyülündeki otoriter rejim / gösteri-örgütlenme-grev-kimlik haklarının ve temel özgürlüklerin garanti altına alındığı demokratik bi rejim) üzerinden yapılması daha anlamlı. Kapitalist rejim altında en demokratik cumhuriyette bile halkın büyük çoğunluğunun ücretli kölelik düzeyinde olduğunu hiç unutmadan, her türlü otoriter eğilime karşı demokrasi için mücadele etmek çok önemli. Harekât timlerinin de bulunduğu askerler , geçtiğimiz cumartesi günü ilçeden çekilmeye başladı. İlçe merkezindeki Diyarbakır Caddesi üzerinden yürüyerek birliklerine giden askerlere belediye binası önünde toplanan halk tepki gösterdi. Kentin duvarlarına ülkücü faşistlerin üç hilalini ve birçok ırkçı slogan yazan özel harekâtçılar, ırkçılığın en billurlaşmış örneklerinden birini sergileyerek, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandılar.

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

SİLVAN... Ne oldu şimdi? 12 günlük kuşatma, sokağa çıkma yasağı, bombalama, cinnet hali ne kazandırdı devlete? Kürt sorununu mu çözdünüz? Bir arada yaşama duygusunu mu güçlendirdiniz? Kürtlerin güvenini mi kazandınız? Kardeşliği mi tesis ettiniz? Sizce Kürtler artık devleti daha çok mu sevmeye başladı? Bölgeye huzur mu getirdiniz? Huzurun güvencesi olduğunuzu mu kanıtladınız? Çocuklar artık gece daha rahat mı uyuyacak? Ne oldu şimdi? Gerçekten, neyi başardınız Silvan’da, Cizre’de, Nusaybin’de? Başardığınızın ne olduğu, sokağa çıkma yasağının ardından birliklerine dönen askerlere Silvan meydanlarında insanların öfke kusmasından belli. Başardığınızın ne olduğu, binlerce insanın sıkıyönetim koşullarına rağmen barikatların üzerine yürümesinden belli. Sıkıyönetim koşulları ilan ettiğiniz her Kürt ilinde neyse Silvan’da da başardığınız o: Kürtlerin devlete meydan okuma duygusunu güçlendirmek. Marksist literatür devletin ne olduğunun anlatıldığı pasajlarla doludur. Ama devletin ne olduğunu görmek isteyenler, bu pasajları okumak zorunda değil, devlet, pratik olarak ne olduğunu anlatıyor. Silvan gösteriyor ki devle bir şiddet aygıtıdır. Silvan gösteriyor ki devlet egemenlerin elindeki bir komitedir. Silvan gösteriyor ki devlet bağımsız değildir, vatandaşların bütünü karşısında eşit mesafede duran bir örgütlenme değildir. Silvan gösteriyor ki devlet, bir azınlığın çoğunluğu ezmesinin aracıdır. Silvan, devletin ne olduğunu batıda yaşayan ve görmesini bilenlere göstermekle kalmadı, Kürtlerin bir cumhuriyet tarihi kadar derinlere inen devlet hakkındaki tarihsel bilincini bir kez daha pratik olarak doğruladı. Batıda, sorunu, hendeklerle güvenlik güçleri arasındaymış gibi kodlayanlar var. Bu doğru değil. Sorun hendek kazanlarla hendekleri kapatmak isteyenler arasında değil. Sorun, kendi kaderini belirlemek isteyen bir halkla, o halka şiddet uygulayarak nasıl yaşamak zorunda olduğunu dayatan bir devlet arasında. Bu iki güç arasında tarafsız kalmaya çalışanlar, “Ama bu hendekler de...” diyerek cümleye başlayanlar, sorunun esasını gözden kaçırıyor. Mesele hendekler değil! Hendekler olsa da olmasa da devlet şiddet uygulayacaktı. Sorun, Kürt halkının ezici çoğunluğunun Kürt olma siyasi bilinciyle davranması ve bir Kürt partisini, HDP’yi tercih etmesi. Sorun, Kobanê’de güçlü bir Kürt inisiyatifinin kurulmuş olması. Devlet ve AKP açısından sorunun nedeni bu. Cizre’nin, Silvan’ın, Nusaybin’in, sokağa çıkma yasaklarının, merdiven başında hamile Kürt kadınlarının öldürülmesinin nedeni bu.


4

DÜNYA

PARİS’TE KATLİAM: “ONLAR SAVAŞIYOR, BİZ ÖLÜYORUZ!” 13 Kasım Cuma günü Fransa’nın başkenti Paris’te IŞİD tarafından gerçekleştirilen bir dizi saldırı sonucunda 132 kişi hayatını kaybetti, 352 kişi yaralandı ve bunların arasında 99 kişi ağır yaralı. Fransa cumhurbaşkanı Hollande saldırının hemen ardından 50 yılın ardından ilk kez Fransa’da olağanüstü hal ilan etti, ordu kente indi, ülke sınırları kapatıldı. Yine Hollande “Fransa’nın amansız bir savaşa liderlik edeceğini” ilan etti. Dünya liderleri bu saldırının “bütün insanlığa ve demokrasiye yönelik bir saldırı” olduğunu söyleyerek 2001’de ABD’de İkiz Kuleler’e düzenlenen terörist saldırılardan bu yana duymaya alışkın olduğumuz sözleri tekrarladı. Bu kanlı saldırı Şengal’in IŞİD’den geri alınmasının hemen ardından ve G-20 toplantısının hemen öncesinde meydana geldi. Saldırıların hedeflerinden birisi olan konser salonunda bulunan radyo sunucusu Pierre Janaszak saldırganların şu cümleleri söylediğini aktarıyor: “Tüm bunlar Hollande’ın hatası, sizin cumhurbaşkanınızın hatası, Suriye’ye müdahale etmemeliydi”. Janaszak ayrıca saldırganların Irak’tan da bahsettiğini aktardı. Mülteciler ve Müslümanlar hedefte Saldırının hemen ardından Avrupa’nın sağ partileri ve ırkçıları sığınmacıları hedef aldı.

Parisliler barış istiyor, Fransa devleti ise savaş naraları atıyor.

Aşırı sağcı liderler sınırların kapatılmasını ve sığınmacı kabulünün sonlandırılmasını isterken, Polonya ve Slovakya hükümetleri Avrupa Birliği (AB) için öngörülen sığınmacı kotasını, saldırıları gerekçe göstererek yok sayacaklarını duyurdu.

çeken Salvini, mülteci çocukların bile güvenlik için büyük tehdit oluşturduğunu söyledi.

Avrupa’daki sağcı ve ırkçı liderler, Paris’te gerçekleşen ve IŞİD’in üstlendiği saldırıların ardından Ortadoğu ve Afrika’dan gelecek mülteci akınının önüne geçme çağrısı yaptı.

Ayrıca iki gün içinde, başladığı günden bu yana ilerleme kaydedemeyen Viyana görüşmelerinde Suriye konusunda anlaşmaya varıldığı ilan edildi.

Hollandalı ırkçı Geert Wilders, hükümete ülke sınırlarını derhal kapaması yönünde çağrı yaptı. İtalya’da ise sağcı Libero gazetesi, saldırının ardından ‘İslamcı Piçler’ diye manşet attı. Milliyetçi Kuzey Ligi Partisi lideri Matteo Salvini, Avrupa’nın zaman kaybetmeden sınırlarını mültecilere kapaması gerektiğini savundu. Radikal dincilerin Avrupa için büyük tehlike olduğuna dikkati KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

IŞİD NASIL YENİLİR? Paris’te yaşanan katliam hepimiz için çok üzücü bir olaydı. Zaten ilk akla gelen de o olmuştu ancak üzerinden çok zaman geçmeden IŞİD’in saldırıyı üstlenmesi bir kez daha IŞİD’in nasıl yenileceği sorusunu gündemimizin merkezine taşıdı. IŞİD, eşitlik, özgürlük ve demokrasi talebiyle başlayan, bölgede çok sayıda ülkeye yayılan ve geniş halk kitlelerinin katılımına sahne olan Arap ayaklanmalarının yenilgisinin bir ürünü. Suriye’de ayaklanmanın mezhepçi yönü ağır basan bir iç savaşa dönüşmesi ve ayrıca dünyanın önde gelen emperyalist güçlerinin kendi etki alanlarını genişletmek üzere bu savaş dahil olmaları IŞİD’in önünü

Suriye konusunda jet hızıyla anlaşma

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Viyana'daki Suriye görüşmelerinde, Suriyelilerin önderliğinde 6 ay içinde geçiş sürecini desteklediklerini, yeni bir anayasa taslağı hazırladıklarını, 18 ay içinde adil bir seçim yapılması konusunda anlaştıklarını, kimin terörist kimin muhalif olduğunun belirleneceğini ve BM denetiminde bir ateşkesin uygulanacağını söyledi. açan temel faktörlerden biri oldu. Ancak daha öncesi de var. ABD ve müttefiklerinin 2003 yılında Irak’ı işgalinin ardından bölgeyi mezhep bölünmelerine dayanarak yönetmeye ve dizayn etmeye çalışması, bunun sonucunda Sünniler gibi belirli kesimlerin her türlü siyasal ve toplumsal süreçlerin dışında bırakılması ve ayrıca 2011 ve 2012’deki demokratik gösterilerin Bağdat hükümeti tarafından şiddetle bastırılması IŞİD’in önünü açan temel faktörler oldu. Herhangi bir sürece katılımın önünün kapatılması, Arap ayaklanmalarının yenilmesiyle değişime dair umutların da ortaya kalkması son derece vahşi ve karşı devrimci bir örgüt olan IŞİD’in kendine kitle tabanı bulmasına neden oldu. Dolayısıyla IŞİD’in yükselişini emperyalistlerin bölgeyi kanlı bir satranç tahtasına çevirmesinin, mezhepçiliğin bölge halkları arasındaki dayanışma ve işbirliğini orta-

Suriye rejimi ile muhalifler arasında görüşmelerin 1 Ocak'a kadar başlayacağını açıklayan Kerry, ateşkesin IŞİD, Nusra Cephesi ve diğer terör örgütleri için uygulanmayacağını ifade etti. Ancak zaten bugüne kadar hem batılı koalisyon güçleri hem de Rusya IŞİD’i defalarca bombalamıştı. 15 Kasım Pazar günü IŞİD’in kalesi Rakka’yı bombalayan Fransa operasyonlarını daha da genişleteceğini açıkladı. Ancak Fransa zaten yedi haftadan beri Suriye’yi, bir yıldan beridir de Irak’ı bombalıyordu. Dolayısıyla Suriye’ye ve özellikle IŞİD’e yönelik bu savaş hali yeni bir durum olmadığı gibi bugüne kadar da savaşı daha geniş bir alana ve hatta Suriye dışına yaymaktan başka bir işe yaramadı. dan kaldıracak şekilde ileri sürülmesinin, liberlizmin bölgede vahşice uygulanması sonucu ortaya çıkan talanın ürünü olarak görmek gerekir. Ve böylesi temelleri olan bir örgütün soyut sekülarizm söylemleri ve sadece bombalarla yok edilemeyeceğini bilmek gerekir. Evet, askeri operasyonlar örgüte bir gerileme sağlayabilir ancak Orta Doğu’da yukarıda anlatılan durum çözülemediği sürece IŞİD’i bu şekilde tamamen yok etmek mümkün olmayacaktır. Eğer IŞİD’i gerçekten ortadan kaldırmak istiyorsak acilen yapılması gereken şeyler emperyalist devletlerin Orta Doğu’dan elini çekmesi ve Orta Doğu halklarının kendi kaderini tayin etmesine izin vermesidir. IŞİD’in kökten yok olması Orta Doğu halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle olacaktır. Evet, kısa vadede çok kolay görünmüyor ancak Arap ayaklanmalarının hafizaları kitlelerin zihinlerinde duruyor. Dünyayı baştan aşağı askeri ve güvenlik politikalarıyla dizayn etmek ise sadece IŞİD’i daha fazla güçlendirecektir.


RÖPORTAJ

5

“TERÖRÜ DURDURMANIN YOLU SAVAŞI DURDURMAK”

Sorun dini değil politik Fransa Cumhurbaşkanı Hollande korkunç saldırıdan sonra, bunun bir savaş ilanı olduğunu söyledi. Oysa Fransa zaten bir savaşın içinde. Son 3 aydır zaten başka bir ülkeyi bombalıyor. Savaşın iki boyutu olduğunu kendi halkından gizliyor. Savaş böyle bir şey. Dün geceden beri Fransa uçakları Rakka’yı bombalıyor. Eminim siviller öldü ancak buna dair herhangi bir bilgiyi egemen medyada bulmak mümkün değil. Öncelikle net olarak göçmenlerin yanında olmak ve işgal politikalarına karşı olmak lazım. İşgal politikaları yangına körükle gitmekten başka bir işe yaramıyor. Saldırıları düzenleyen örgüt üyelerinin savaşın parçası olan ülkelerden çıkması tesadüf değil. Bunun nedeni dini gerekçeler değil politik gerekçeler. Sorunu dinle açıklayanların hepsi hatalı. Burada siyasi bir çatışma söz konusu. Hem IŞİD’e karşı halkların ortak mücadelesinden yana olmak hem de islamofobiye karşı eğilip bükülmeden net durmak gerekiyor. Alper Koç – Aktivist

Emperyalizm ve IŞİD aynı madalyonun iki yüzü Paris’teki vahşetin bir kez daha acıyla hatırlattığı tehlike, bir “barbarlıklar çatışmasına” dolu dizgin sürüklenme ihtimalimizdir. Birbirini iştahla kışkırtan iki barbarlık, iki “köktencilik” biçimiyle karşı karşıyayız. Bir yanda emperyalist zulüm ve aşağılanmaya karşı mücadelenin bir mezhepler veya dinler çatışması olarak yozlaşması var. Kaide, IŞİD ve türevleri, ezilmişliği “Haçlılara” karşı bir dinler savaşının malzemesi olarak kullanıyor, kör bir şiddet kampanyasıyla altta kalmışlığın öfkesini dejenere ediyor. Diğer yanda emperyalist müdahalecilik (Fransa halihazırda Çad’da, Moritanya’da, Mali’de, Nijer’de, askerî operasyonlar yürütüyor, Irak ve Suriye’de hava akınlarına katılıyor), azgın bir göçmen karşıtlığı, küresel güneyi sefalete, aşağılanmaya ve sıklıkla da ölüme mahkûm

eden iki yüzyıllık koca bir sistem, adına emperyalizm denen bir tahakküm ve sömürü ilişkileri bütünü var. Bu iki “köktencilik” birbirinin yarattığı acılardan güç alıyor. Aynı çarpık ve kan emici düzenin iki farklı yüzüyle, birbirinin hem sebebi hem sonucu olan iki “barbarlık” formuyla karşı karşıyayız. Bunlar arasından taraf seçmek bizim harcımız olmamalı. Topuna birden, amasız fakatsız karşı çıkabilmeliyiz. IŞİD’in yükselişi, Arap devrimlerinin doğurduğu eşitlikçi ve özgürlükçü umutları ayaklar altına alan, karşı devrimci kuşatmanın bir parçası. Demokratik güçlerin baskın çıkamadığı koşullarda, 2011’den itibaren gelişen ayaklanmaların kışkırttığı siyasal ve sosyal türbülans, mezhepçi ya da etnik şiddeti kışkırtan bir umutsuzluğu ve yozlaşmayı tetikliyor. Suriye'de ayaklanmanın mezhepçi karakteri de olan bir vekâlet savaşına dönüşmesi, Irak’ta 2011 ve 2012 yıllarındaki büyük demokratik gösterilerin Bağdat hükümetince şiddetle bastırılması, IŞİD’in önünü açan temel faktörlerdi. IŞİD’in ve benzeri yapılanmaların Irak ve Suriye’de şu ya da bu oranda da olsa belli bir kitle seferberliği gücüne kavuşmasını, işte bu umutsuzluğu yaratan koşullardan ayrı düşünemeyiz. Irak’ı mezhebi bir mezbahaya çeviren emperyalist müdahalecilik siyasetini, bölgesel nüfuz mücadelelerinde mezhep kartını arsızca kullanan Türkiye gibi bölge güçlerini, seküler muhalefeti acımasızca bastırarak siyasetin dinselleşmesinin önünü Esad gibi açan otoriter rejimleri bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmak gerek. Aksi, “hastalığın” kendisiyle değil de sadece onun semptomlarından biriyle cebelleşmek anlamına gelir. IŞİD ve türevleriyle mücadelenin “anahtarı”, bu anlamda soyut bir sekülarizm vurgusu ya da küresel veya bölgesel güçlerin kuracağı bir IŞİD karşıtı “cephe” falan değil. “Bölgede” şimdilik kaydıyla akamete uğramış toplumsal kabarış yeniden ve yeni bir dalga halini almadan, ayaklanmaların özgürlük ve ekmek talebi yeni bir güç kazanmadan IŞİD’in olası bir yenilgisi ancak geçici olacak, IŞİD’in temsil ettiği karanlık gerçek bir tehdit olarak kalmaya devam edecektir. Foti Benlisoy - Yazar

IŞİD vahşetinden Müslümanlar sorumlu değil Ankara’daki katliamın üzüntüsü hâlâ tazeyken Beyrut ve ardından Paris’te yaşananlar çok öfkelendirici. Bu vahşet durmalı. IŞİD’in korkunç saldırganlığını durdurabilecek olan tek şey Ortadoğu’yu yağmalayan savaş politikalarına son verilmesi. IŞİD vahşetine, savaş uçaklarını Suriye’ye göndererek yanıt veren devletler kendi ülkelerindeki sivillerin hayatını daha da tehlikeye atıyor. Paris ne yazık ki IŞİD’in sivillere dönük ilk katliamı değildi. Ortadoğu’ya dönük her emperyalist müdahale IŞİD gibi örgütleri daha da güçlendiriyor. Dünyadaki hiçbir halk, din veya mezhep yekpare, heterojen değil. Fransa devletinin sömürgeci politikalarından tüm Fransa halkı sorumlu tutulamayacağı gibi IŞİD’in yaptıklarından da Müslümanlar sorumlu değil. Üzüntümüzü ve tepkimizi yöneltmemiz gereken adres sıradan insanlar veya savaşa, yoksulluğa mahkum edilen Suriyeliler değil. Birkaç hafta önce Merkel ve Erdoğan arasında mülteciler hakkında gerçekleşen kirli pazarlığın, Türkiye devletinin Suriyeli mültecileri Avrupa karşısında adeta şantaj konusu olarak kullanmasının etkileri Paris’te yaşananların ardından daha ciddi boyutlara ulaşabilir. Avrupa ve Türkiye’nin mülteci düşmanı politikaları, İslamofobiyi, ırkçılığı ve Arap düşmanlığını körüklüyor. Son on yıldır benzeri olaylar yaşandığında devletlerin yaptığı öncelikli şey güvenlik önlemlerini arttırmak adına, gündelik hayatı sıradan halka daha da zorlaştırmak, gösteri ve protesto hakkını engellemek oldu. Ancak biz devletlerin varlığıyla değil, savaşlara ve sömürgeci politikalara karşı mücadele büyüdüğü oranda daha güvendeolabiliriz. Meltem Oral – DSİP Eşsözcüsü


6 #g20dağıtılsın

SAVAŞA, YOKSULLUĞA VE IR

SOSYAL PATLAMADAN KORKUYORLAR Zenginlerin dostu Tayyip Erdoğan, G-20 açılışında sermaye sahiplerine seslenerek “fakirleri tahrik etmemelerini” önerdi. "Herhangi bir işveren kalkıp da 3 bin lira maaş verdiği zaman kimse sen niye 3 bin veriyorsun demez" diyen Erdoğan, "Ben de işverenlere tavsiye ediyorum, biraz az kazanın ve kazandığını dar gelirli olanlarla paylaşın bunu başarmamız lazım. Neden? Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım" dedi. Tayyip Erdoğan’ın söylediği, kapitalizmin işleyiş yasalarına aykırı. Zaten bu yüzden asgari ücretin artırılması ne zaman gündeme gelse patronlar ayağa kalkıyor. AKP, 7 Haziran seçimlerinden önce asgari ücreti yükseltmeyi vadeden CHP ve HDP’yi patronlara şikâyet etmişti. Yıllar önce, Taksim’deki 1 Mayıs yasağını aşmak için mücadele eden emekçilere “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” diyen Erdoğan, en çok işçi sınıfından korkuyor.

BİR YANDA MİLYARLARCA YOKSUL VE MÜLTECİLER DİĞER YANDA SUUD KRALI

G-20 DAĞIT OZAN TEKİN

Paris’teki IŞİD saldırılarının ertesinde toplanan G-20 zirvesinin ana gündemi, beklendiği gibi Suriye’deki savaş oldu. Bir gün önce Viyana’da ABD ve Rusya'nın öncülüğünde yapılan görüşmelere 17 ülke, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Ligi temsilcileri de katılmıştı. Bu toplantıdan çıkan geçici uzlaşma durumuna göre, Suriye’de BM denetiminde sağlanacak bir ateşkeste (Buna IŞİD ve El Nusra gibi “terörist” kabul edilen örgütler dahil edilmeyecek), 6 ay içinde bir geçiş hükümetinin kurulmasında, Baas rejimiyle muhalifler arasında görüşmelerin başlaması ve 18 ay sonra seçimlerin yapılmasında anlaşılmıştı. Toplantıdan Esad’ın geçiş hükümetindeki rolüyle ilgili bir sonuç çıkmamıştı. Putin’i “ikna” çabaları

Dünyanın en zengin %1’inin temsilcilerini bir araya getiren G-20 toplantılarına, Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz bin kişilik bir heyetle geldi. Kral için otelde 546 saray odası hazırlatıldı, futbol sahası büyüklüğünde bir SPA merkezi kuruldu. Özel eşyaları otele 16 kamyonla nakledilen Suud kralı ve beraberindeki heyet için 465 zırhlı Mercedes araç kiralandı. Heyeti, havalimanından otele geçişindeki güzergahta, Kürt illerinde halkı abluka altına alan, duvarlara ırkçı yazılamalar yapan özel harekât polisleri korudu.

Antalya’daki G-20 zirvesi, ABD-AB liderlerinin, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i ikna turlarıyla geçti. Obama, Cameron ve diğerleri, Rusya’nın Esad muhalifi olan herkesi bombalamayı bırakıp IŞİD’e odaklanmasını istiyorlar. Öyle görünüyor ki, Rusya bu konuda bir adım attığında, Batılı liderler de Esad’ın kaderiyle ilgili tutumlarını değiştirecekler. Erdoğan umduğunu bulamadı Tayyip Erdoğan, zirvenin iki gün öncesinde, Suriye'de AKP’nin kurulmasını istediği güvenli bölgeyle ilgili olarak "Bugüne kadar ne söylediysek, doğru çıkmıştır. Şimdi bur-

da da ‘hayır’ olmaz’ diyorlar ama yarın hepsi bunları kabul edecek. Çünkü yaptıkları harcamaların hepsi boşa gidiyor" demişti. AKP’nin şefi, efendilerini yine bu plana ikna edemedi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Danışman Yardımcısı Ben Rhodes, dün düzenlediği basın toplantısında, güvenli bölge hakkındaki soruya "Kaynakların doğru aktarılacağı bir şey olduğuna inanmıyoruz" yanıtını verdi. G-20 zirvesinde, ABD, Türkiye’yle “teröristlerin sınır geçişlerini” konuşarak bu konuda güvenliğin artırılmasını istedi. Teröristler “terörizmi” tartıştı IŞİD’in Paris katliamının ardından G-20’de en çok konuşulan konu “terörizm” idi. Herkes terörü lanetledi, teröre karşı birlik ve mücadele çağrısı yaptı. Oysa G-20’yi oluşturan ülkeler, dünyanın en tehlikeli teröristleri. 20 ülkenin 14’ü Suriye’deki savaşa müdahil olmuş durumda. Rusya, Çin ve müttefikleri, halkını katleden diktatör Esad’ın arkasında duruyor. On binlerce kişinin katili Baas rejimiyle işbirliği yapıyorlar. ABD, Fransa, İngiltere ve diğer Batı ülkeleri, 2003’teki Irak işgali sonrası bir milyon kişinin ölümüne sebep olup mezhepçiliği tırmandıracak politikaları teşvik ettiler. Mısır’da darbeyi destekliyorlar. Libya Devrimi’ni askeri müdahaleleriyle öldürüp ülkeyi şiddet sarmalının içine sürüklediler. G-20 liderlerinin hepsi birden, on yıllardır Filistinlileri katleden işgalci İsrail


#g20 dağıtılsın

RKÇILIĞA HAYIR

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

HANGİ “TERÖRÜ” KİM YENECEK? “Terörü birlikte yeneriz” (Putin), “Kesenin ağzını açın, terörün beli kırılsın” (Erdoğan), “Fransa’nın yaşadığı büyük acıyı en iyi biz anlayabiliriz. 35 yıldır terörle mücadele etmekteyiz” (Yavuz Donat, Yeni Şafak), “Teröre karşı mutabakat” (Milliyet), “Liderler terörle kararlı mücadele sözü verdi” (Hürriyet). Filan fıstık, filan fıstık... Ne anlıyoruz bunlardan? Özetle şöyle: Dünyanın bütün önemli liderleri teröre karşı. Bunlar iyi insanlar. Dünyada büyükçe bir kalabalık terörist.

PROTESTOLARA TAHAMMÜL EDEMEDİLER

TILSIN devletinin destekçileri. Dünyadaki savaşların ve ölümlerin asıl sorumluları, “IŞİD” bahanesiyle terörizmi tartışıyorlar. G-20’deki devletler, dünyadaki silahların tamamına yakınının üreticisi ve kullanıcısı durumunda.

G-20 zirvesi 11 bin polis ve jandarma tarafından korundu, Antalya’nın büyük bir kısmında yüksek düzeyli güvenlik önlemleri alındı. Liderlere mektup ulaştırmak isteyen, protesto yürüyüşü düzenlemek isteyenler polis saldırısına uğradı

ve gözaltına alındı. İstanbul’da ise Galatasaray Meydanı’nda İklim İçin kampanyası bir basın açıklaması yaparak G-20’yi protesto etti. Eyleme çok sayıda çevre örgütünün yanı sıra Antikapitalistler de katıldı.

KAÇIN “DÜNYA BARIŞI” GELİYOR! Aylardır Kürt illerinde terör estiren Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile dünyanın her yerinde halklara bombalar yağdıran ABD'nin devlet başkanı Barack Obama, dünya barışı için çalışacaklarını duyurdu.

Erdoğan bu açıklamaları yaparken, Silvan’daki 12 gün süren ablukayı kaldıran devlet bu kez Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan ediyor, özel harekât polisleri Nusaybin’de 5 çocuk annesi bir kadını evinin önünde öldürürken iki çocuğunu da yaralıyordu.

Mülteci düşmanlığı ve ırkçılık G-20’nin gündemlerinden biri de mülteci “krizi” idi. Binlerce kişi Ege ve Akdeniz sularında ölürken, Avrupa’nın liderleri, Paris saldırısının ardından “sınır kontrollerinin sıkılaştırılması” çağrıları yaptılar. AB ülkeleri zaten geçtiğimiz yaz kapılarını Suriyelilere nasıl kapattıklarını ispatlamışlardı. Şimdi Türkiye’den, mali yardım karşılığında, mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemesini istiyorlar. Kapitalizm reforme edilemez G-20 liderleri, 2016 yılında küresel servetin yarısından fazlasına sahip olacak en zengin %1 adına konuşuyorlar. İklim değişikliğini, gezegenin ve canlı yaşamının yok olma ihtimalini umursamıyorlar. Irkçılığın, yoksulluğun ve savaşların sorumluları onlar. Bu liderlerin zirvesinden işçiler ve ezilenler adına olumlu bir şey çıkamaz. Arap Baharı gibi patlamalar, Yunanistan’daki gibi işçi hareketleri ortaya çıktıkça, bu mücadeleler enternasyonal dayanışma yoluyla birleştikçe, G-20 gibi patron örgütlerinin dağıtılması, kapitalizmin yok edilmesi ve yeni bir dünyanın kurulması mümkün olacak.

KOÇ ANTİKAPİTALİST Mİ OLDU? Türkiye’nin en zengin ailelerinden Koç Holding’in yönetim kurulu üyesi Ali Koç, G-20’yle eş zamanlı olarak sermayedarları bir araya getiren B-20 zirvesinde, gelir dağılımı adaletsizliğinden bahsederken şöyle dedi: “Buradaki eşitsizliği anlamak için Einstein olmaya gerek yok. Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini

düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir.” Koç’a kapitalizm ortadan kaldırılınca kendisinin önce mülksüzleştirilerek hepimiz gibi sıradan bir insan hâline geleceğini, daha sonra tüm diğer Türk burjuvalar gibi Ermeni mallarının gaspı başta olmak üzere bir asır süren sömürü hanedanlığı sırasında işlediği suçların hepsinin hesabını vermek zorunda kalacağını hatırlatalım.

Bunlar kötü insanlar. Ve bu kötülerin hemen hemen hepsi Ortadoğu’da yaşıyor, hemen hemen hepsi Müslüman. Demek ki: 1) Bu büyük liderler biraraya gelip bu kötülerin yaşadığı yerleri daha çok bombalarsa terör yenilir. 2) Ayrıca, bu kötülerin hareket etmesi (özellikle de Batı’ya gitmesi) engellenirse, terörün yayılması engellenir. 3) Bir de, bu kötülerin zaten Batı’da yaşayanları var, onlar izlenir, gözlenir, kıskıvrak bağlanırsa, teröre bir darbe daha vurulmuş olur. Avrupa’da sıradan vatandaşın tam da bu sonuçları çıkardığı çok açık. Ve zaten bütün Batılı devlet liderleri de bu sonuçların çıkarılmasını istiyor. Bu sayede, Ortadoğu’da yaptıkları her şey mübah oluyor, meşrulaştırılmış oluyor. Bu sayede, Batı’daki Müslüman vatandaşlara, göçmenlere, mültecilere yaptıkları her şey haklı gösterilmiş oluyor. Açık çek var ellerinde artık. İstedikleri yeri istedikleri kadar bombalayabilirler. İstedikleri ülkede rejim değişikliği yapabilirler, istedikleri ülkeyi işgal edebilirler. Kendi ülkelerinde de her istedikleri kişiyi hapsedebilirler, biraz daha koyu renkli olan ve farklı bir dine mensup olan vatandaşların demokratik haklarını istedikleri gibi kısıtlayabilirler. Malumu ilan etmek olacak, biliyorum (ve zaten “büyük liderler” de biliyor), ama yine de etmek gerek ve ısrarla etmek gerek: Suriye ve Irak’ı bombalaya bombalaya yok etseler, elleri değmişken Afganistan, Çeçenistan ve Pakistan’ı da yeryüzünden silseler, “terör” bitmez. Bitmez, çünkü sorun “terör” sorunu değil. Sorun, dünya nüfusunun büyük bir kesiminin yoksul ve aç olması, temiz sudan ve sağlık bakımından yoksun olması, iyi bir yaşam kurabilecek tüm olanaklardan mahrum olması. Ve itiraz etmeye çabaladığında bombalanması, işgal edilmesi, hapislere tıkılması, askerî darbelere maruz kalması... Ve bu koşullar karşısında kendisini çaresiz hissetmesi, nasıl isyan edeceğini bilememesi. “Terör”, çaresiz kalabalıkların çaresiz isyanını ifade eder. Ve ettiği için taraftar bulur. Dünyanın sorunu “terör” değil. Sorun, milyonları çaresizliğe ve şiddete iten emperyalist devletler ve bunların politikaları.


8

GELENEK

1918 KASIM DEVRİMİ: BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜ MARCEL BOİS VE FLORİAN WİLDE

Kasım 1918'de bir kitle hareketi kayzeri devirdi ve Birinci Dünya Savaşı'na son verdi. Ancak Almanya toplumu köklü bir şekilde demokratikleşemedi ve bunun sonuçları korkunç oldu. Ekim 1918 sonları: Kiel ve Wilhelmshaven'de bulunan açık deniz filosunun tayfaları, subaylarının emirlerine itaat etmeyi reddettiler. Âmirlerinin silahlarını aldılar, rütbelerini söktüler ve sahil şehirlerinde iktidarı ele geçirdiler. Ertesi gün tersane işçileri greve çıktılar ve askerlerin yanında yer aldılar. Alman devrimi artık başlamıştı. Bütün bunlardan önce Birinci Dünya Savaşı yaşanmıştı. Bu, dünyanın o güne kadar yaşamış olduğu en kanlı ve en fazla kayıp verilen savaşıydı. Devrim başladığında, savaş dördüncü yılının içinde bulunuyordu. Bu, bombalar yağdıran savaş uçaklarının, uçak gemilerinin ve devasa miktarlarda zehirli gazların kullanıldığı ilk savaştı. Verdun, Tannenberg ve diğer savaşlarda on milyon kadar her ülkeden asker hayatını kaybetmiş, bunun iki katı kadarı yaralanmıştı. Cephe gerisinde de on milyon sivil açlıktan ya da yokluktan kaynaklanan salgın hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetmişti. Devrimden hemen önce bilinen başka bir şey daha vardı: Almanya savaşı kaybedecekti. Buna rağmen Alman donanmasının komutanları, üstün Britanya donanmasına karşı "şerefini" kurtarmak son bir saldırı emrini vermişti. Bu bir intihar saldırısı olacaktı. Bunu tayfalar da biliyordu. Bu nedenle emre uymayı reddettiler. Devrim Berlin'e ulaşıyor. Kıyılarda başlayan isyan kısa sürede bütün ülkeye yayıldı ve pek az direnişle karşılaştı. Bir gördü tanığı o günleri şöyle hatırlıyordu: "Bir hafta zarfında devrim Almanya'yı kasıp kavurmuştu. (…) İşçiler toplanıyor, gösteriler yapıyordu, ancak bunlar artık tehdit amaçlı değildi, aksine sevinç gösterileriydi. Her yerde kızıl bayraklar dalgalanıyor, iliklerde kızıl şeritler ışıldıyor, yüzler gülüyordu. O kurşunî, yağmurlu Kasım günleri sanki ilkbaharı getirmişti." 9 Kasım sabahı protestolar başkente ulaşmıştı: Kenar mahallelerden başlayan devasa protesto gösterileri, Berlin'in merkezine akıyordu. Göstericilerin önünden geçtiği kışlaların birçoğundaki askerler de onlara katılıyordu. Sayıları giderek artan göstericiler, öğlen olduğunda şehir merkezine ulaşmıştı. Emniyet Müdürlüğü işgakl edildi ve polisler silahsızlandırıldı. Üniversitede ve şehir kütüphanesinde mevzilenen bazı subayların direnişi, öğleden sonrasının erken saatlerinde kırıldı. Hareketin basıncı altında Şansölye Prens Max von Baden, hemen aynı günde – gerekli izni ve yetkiyi beklemeden – II. Wilhelm'in imparatorluk ve Prusya tahtlarından çekildiğini ilan etti. Kısa bir süre sonra da makamını SPD başkanı Friedrich Ebert'e devretti. Ebert, SPD'nin başka iki üyesi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Parti'nin (USPD) üç üyesiyle birlikte "Halk Temsilcileri Konseyi" adı verilen yeni hükümeti kurdu. İşçilerin ve askerlerin hareketi, yüzlerce yıllık köhnemiş monarşi sistemini tarihin çöplüğüne atmıştı. Çok kısa bir sürede sadece imparatoru değil, 22 Alman kralını ve prensini iktidardan indirmiş ve demokratik bir yeni başlangıcın temellerini atmıştı. Protestoların başlangıcından birkaç gün sonra imzalanan bir ateşkes anlaşması, Birinci Dünya Savaşı'nın dört yıllık kitle katliamlarına son verdi. Almanya İmparatorluğu çökmüştü. Artık monarşi yoktu. Meclisin en küçük bir otoritesi kalmamıştı. Kasım başlarında belli düzeyde bir iktidar gücüne sadece işçi ve asker konseyleri sahipti. Bu konseyler, tayfaların ayaklanmasını takip eden günlerde ülkenin her yerinde kurulmuştu. Cephede bile konseyler kurulmuştu. Konsey üyeleri, yoldaşları tarafından işyerlerinde ve kışlalarda demokratik yöntemlerle seçiliyordu. Seçilenler, kendilerini seçenlere hesap vermekle yükümlüydü ve her an geri çağrılabilirlerdi. Konseyler toplum hayatını, yiyecek dağıtımını ve askerlerin terhis işlemlerini düzenliyordu. Kısacası savaşlardan, sıkıntılardan ve kitlelerin ihtiyaçlarından yeni bir toplumsal örgütlenme modeli ortaya çıkmıştı. Bu, parlamenter demokrasinin aksine, ekonominin, devlet aygıtının ve medyaların kitlelerin kalıcı bir kontrolüne tabi kılındığı bir toplum modeliydi. Uluslararası bir hareketin parçası Almanya'da yaşananlar münferit bir vaka değildi. Avru-

pa'nın neredeyse bütün hükümdarları kitlesel protestolar, grevler ve gösterilerle boğuşmak zorunda kalıyordu. 1917 ile 1920 yılları arasında Moskova ile Berlin'de milyonlarca insan Birinci Dünya Savaşı'nın etkilerine karşı savaşa çıkmıştı. İhtiyaç maddelerinde yaşanan sıkıntıları protesto ediyor, fabrikaları işgal ediyor, işçi konseyleri, köylü konseyleri, asker konseyleri kuruyorlardı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmıştı, Macaristan bir konseyler cumhuriyetine dönüşmüştü, İtalya'da da 1919 ve 1920 tarihe "iki kızıl yıl" olarak geçecekti. Dünyayı bu savaşın içine sürükleyenler, artık kendi iktidarları için endişelenmeye başlamışlardı. Britanya başbakanı Lloyd George, Mart 1919'da endişeyle şunları yazıyordu: “Avrupa'nın her yanı devrim ruhu ile dolu. İşçiler arasında, savaştan önceki koşullara karşı yalnızca derin bir hoşnutsuzluk duygusu değil, aynı zamanda öfke ve isyan da var. Mevcut düzenin siyasal, sosyal ve ekonomik yönleri Avrupa'nın bir ucundan ötekine dek halk kitlelerince sorgulanıyor". Ağır yenilgi İşçilerin ve askerlerin başlattığı isyan, eski seçkinlerin ordu, imparatorluğun devlet bürokrasisi ve şirketler - nihai olarak iktidardan indirilmeleri fırsatını yaratmıştı. SPD liderliği ise bunu yapmak yerine, onlarla ittifak kurma kararını verdi. SPD liderliği ilk olarak hedeflerine daha zor yoldan ulaşmaya, yani konseylerdeki sosyal demokrat çoğunluğu kullanarak, konseyleri ele geçirmeye çalıştı. Ülke genelinde yapılan Konseyler Kongresi'nde SPD delegeleri, konseyler hareketinin sona ermesi gerektiğini anlattılar. Onların etkisiyle konseyler gerçekten de ele geçirdikleri iktidardan vazgeçtiler ve bir ulusal meclisinin seçimine, yani parlamenter demokrasiye onay verdiler. Ellerindeki gücü devretmek istemeyen - Bremen veya Münih gibi - konseyler, ya da - Berlin'de olduğu gibi - devrimin güçlenmesi için mücadele etmeye devam eden devrimciler, SPD ile "eski güçler" ittifakı tarafından kanlı bir saldırıya uğradılar. Sonraki yıllarda devrimci mücadele tekrar tekrar alevlendi. Savaşan işçiler barikatın diğer tarafında her defasında SPD'yi buldular. Ancak Mart 1920'de partinin son yıllarda oynadığı oyunun ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıktı: Ordu birlikleri ve Freikorps çeteleri - kısmen gamalı haçlı bayrakların altında - SPD liderliğindeki hükümete karşı darbe girişiminde bulundular ve hükümet üyeleri Berlin'den kaçmak zorunda kaldı. Sosyal demokrat liderlik, Kapp darbesi adı verilen bu girişim karşısında çaresiz kalmıştı: Sola karşı verdiği savaşta dayandığı ordu aygıtı, sağa karşı vereceği savaşta onun yanında yer almayı reddediyordu: "Reichswehr, Reichswehr'e ateş etmez!" diyordu Kurmay Başkanı Hans von Seeckt. Cumhuriyeti kurtaranlar, bir kez daha Almanya tarihinin en büyük genel grevini yapan işçiler oldu. Bir kez daha konseyler kuruldu, silahlı işçiler monarşist ordu birliklerine saldırdılar. Grevin gücü altında ezilen darbe, birkaç gün

Almanya 1. Dünya Savaşı’nda kaybederken, sosyal devrimin dinamikleri ortaya çıktı.

içinde dağıldı. Ancak SPD bir kez daha durumu ordunun ve devlet aygıtının kapsamlı bir şekilde demokratikleştirilmesi için değerlendirmeyi reddetti. Bunun yerine, Ruhr Bölgesi'ndeki konsey hareketini kanlı bir şekilde bastırmak için Reichswehr'i kullandı. Almanya'da sosyalist devrim bu şekilde başarısızlığa uğramış oldu. Bu da sosyalist Rusya'nın dünyadan yalıtılmış bir şekilde kalmasına ve yeni bir baskı aygıtının hakimiyeti ele almasına neden oldu: Stalin'in korku imparatorluğu. Kazanımlar Her şeye rağmen: Weimar Cumhuriyeti'nin bütün kazanımları, kitlelerin kasım 1918'deki devrimci eylemleri olmadan asla elde edilemezdi. Örneğin işveren örgütleri grevlerin baskısı altında, çalışma koşullarının toplu görüşmeler yoluyla düzenlenmesi için sendikalarla merkezi bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı. Asgari 50 işçi çalışan işyerlerinde işyeri konseylerinin kurulmasını ve günlük çalışma saatinin tam ücret verilerek sekiz saatle sınırlandırılmasını kabul ettiler. Cumhuriyetin kendisi, kadınların seçme ve seçilme hakkı ve sosyal yasalar da devrimin bir ürünü oldu. Almanya'yı Birinci Dünya Savaşı'na sokmuş olan kapitalistler, güçlerini muhafaza ettiler. Devlet aygıtı, yargı ve ordu kapsamlı bir şekilde demokratikleştirilemedi. Cumhuriyetin monarşist karşıtları, bulundukları etkili konumlardan uzaklaştırılamadı. Nasyonal sosyalistlerle ittifak kuran bu "seçkinler" 1933 yılında cumhuriyeti bertaraf ettiler, işçi hareketini parçaladılar, daha fazla kazanç sağlama ve büyük devlet olma hayalleri için yeni bir dünya savaşı başlattılar. Tarihin acı bir ironisidir: 1933'den sonra Yahudiler ve komünistlerle birlikte on binlerce sosyal demokratı toplama kamplarına kapatan ve katledenler, SPD'nin devrim günlerindeki eski müttefikleriydi. Marx21 dergisi, sayı 40 Çeviren Atilla Dirim


SINIF MÜCADELESİ

SİVAS-RİZE-BURSA EL ELE: İŞÇİLER BİRLEŞİK MÜCADELEYE! Sivas Demir Çelik İşletmeleri’nde (SİDEMİR) çalışan işçi-

ler, ücretlerinin ödenmemesi üzerine aylardır direnişteler ve sürekli olarak eylem yapıyorlar. Geçtiğimiz hafta yaptıkları eylemde, demir çelik işçileri, kent merkezinde polis şiddetiyle karşı karşıya kaldılar.

2015’in Ocak ve Mayıs aylarında, önce DİSK daha sonra Türk-Metal’de örgütlü metal işçileri, 10 şehirde onlarca fabrikada büyük bir grev dalgası yaratmıştı. Cam işçileri hem 2014 yazında hem de geçtiğimiz haftalarda birçok fabrikada grev yaptılar. Yozgat ve Bilecik gibi, işçi sınıfı eylemlerine pek rastlanmayan şehirlerde grevler ve iş bırakmalar

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş sendikası İzmir 7 No’lu Şube’de örgütlenen ve toplu iş sözleşmesi talepleri kabul edilmediği için greve çıkan Kent Ekmek işçileri, seslerini duyurmak için eylem yaptı. n Bursa İnegöl’de Adarad Döküm Ürünleri fabrikasında 280 işçi enflasyon farklarının ödenmemesi nedeniyle iş bırakma eylemine başladı n Bursa'da Türkiye'nin otomotiv devlerinden Oyak Renault ve Tofaş

fabrikalarında Mayıs 2015 tarihinde başlayan ve diğer illerdeki fabrikalara da sıçrayan iş bırakma eylemlerine katılan 1500 metal işçisinin işten çıkarıldığı açıklandı. n Cam işçilerinin Mersin’de Anadolu Cam önünde başlayan direnişleri, Kristal İş sendikası genel merkezi ve Şişecam patronları arasında yapılan anlaşma sonucu bitirilmek istenmişti. Ancak cam işçilerinin mücadelesi, bu kez hemen yakındaki Paşabahçe’ye taşındı. Paşabahçe’de keyfi işten çıkarmayı kabul etmedikleri için işlerine son verilen cam işçileri direnişe geçti.

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

KOÇ SINIF EGEMENLİĞİNDEN VAZGEÇER Mİ? Küresel sorunlar o kadar büyük, kriz o denli derin ki kapitalistler bile kapitalizme karşı çıkıyor. Yeni bir düzen hayırsever işadamlarının lütfuyla gelmeyeceği gibi burjuvazi gönüllü olarak sınıf egemenliğinden vazgeçmez.

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

ASGARİ ÜCRET: YETMEZ AMA... Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından, en önemli gündem “asgari ücret” meselesi oldu. Asgari ücretle ilgili tartışmalarda DİSK 1800 TL, DSİP 2000 TL olmalı demektedir. AKP’nin 1300 TL’lik önerisi ise bizler için yetmez ama evet diyebileceğimiz bir öneridir. Türkiye’de kayıt içinde çalışan 12 milyon işçinin yüzde 45’i yani yaklaşık 5 milyonu asgari ücretle çalışmaktadır. Ayrıca kayıt dışı çalışan yaklaşık 4 milyon işçinin önemli bir kısmı asgari ücretle çalışmaktadır. Yani asgari ücretin yükseltilmesi aileleri ile birlikte 20 milyon kişiyi ilgilendirmektedir.

SİDEMİR işçileri, AKP’ye yakın Hak-İş sendikasının üyesi. Sosyalist İşçi’nin ısrarla vurguladığı gibi, Türkiye’de Soma katliamından beri işçi hareketinde gözle görülür bir yükseliş var. Ortadoğu’nun en büyük motor fabrikalarından biri olan Gamak’ta Çelik-İş’li 820 işçi haftalardır grevde. Bu işçiler de Hak-İş’e bağlı Çelik-İş üyesi. 1 Kasım seçimlerinden önce Türkiye'nin en büyük bakır madeni olan Rize'deki Çayeli işletmesinde toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine başlayan grev, 11. gününde ufak bir kazanımla sonuçlanmıştı.

9

yaşanıyor. Bu büyük potansiyelin harcanmaması için, bütün bu direnişlerin diğerlerin tecrit olmaması, kazanmak için işçilerin birbiriyle dayanışmasını örgütleyecek bir Emek Platformu’nun kurulması gerekiyor. İşçilerin gücü birliğinden gelir. Böylesi bir birliğin sağlanması için, KESK ve DİSK gibi daha mücadeleci sendikaların, Hak-İş ve Türk-İş’in tabanındaki milyonlarca işçiyi de kazanma perspektifiyle hareket etmesi gerekli. n Türkiye'nin en büyük bakır madeni olan Rize'deki Çayeli işletmesinde toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine başlayan grev, 11. gününde sendika ve şirket arasındaki anlaşmayla sona erdi. İşçiler %2 zam ve diğer taleplerinin bir kısmını kazandı. n Munzur Su’da toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, DİSK Gıda-İş üyesi işçiler 28 Ekim’de greve başladılar. İşçilerin taleplerini kabul etmeyen ve sefalet ücreti dayatan Munzur Su yönetimi, 7 grevci işçiyi işten attı.

n Maltepe Üniversitesi Hastanesi’ndeki direnişlerini kazanımla sonuçlandıran işçiler, Yargıtay’ın da kararı onaması üzerine hastane yönetimine “Gereğini yapın” diye seslendi. n Hacettepe Üniversitesi’nde çalışan işçiler, sendikalı olmalarının ardından TİS hakkının engellenmesini ve rektörlüğün “yetki itirazı” davasını protesto ettiler. n IFF işçileri, direnişlerinin 67. gününde fabrika önünde eylem yaptılar. n Ortadoğu’nun en büyük motor fabrikalarından biri olan Gamak’ta Çelik-İş’li 820 işçi haftalardır grevde.

kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Gerçek sorun kapitalizmdir.” Kapitalizmin sorunlarının piyasa ekonomisi tarafından çözüleceğine bugün kimse inanmıyor. Kapitalistlerin günah çıkarmaya başlaması, sistemin tepeden aşağı değiştirilmesine, daha adil bir ekonomik sistemin kurulmasına yol açar mı? Küresel kapitalistler kendi yarattıkları iklim krizine, fosil yakıtlardan vazgeçerek çözüm sunabilir mi?

Asgari ücretin yükseltilmesi, önümüzdeki dönem tüm toplu sözleşmelerde veya bireysel pazarlıklarda zam beklentilerinin yükselmesi demektir. Yani bu yıl artık geçmiş yıllardaki gibi yüzde 5’lerde dolaşan değil yüzde 30’larda telaffuz edilen zam talepleri sendikalar tarafından dile getirilebilecektir ve getirilmelidir. Asgari ücretin artırılması tartışmalarına karşı patronlar cephesinden eleştiriler yükselmektedir. Açıkça asgari ücretin artırılmasına karşı çıkamayan patronlar, üzerlerindeki parasal yükün azaltılmasını hatta tümüyle kaldırılmasını istiyorlar. Patronların bu talebi yapılacak zammın yükünü yine emekçi sınıfların üzerine yıkmaktır. Patronların talep ettiği gibi, devletin bütçe gelirlerinden asgari ücret zammını karşılaması, vergilerin büyük çoğunluğunu veren emekçi sınıfların bu zammı finanse etmesi demektir. Bu talep kabul edilemez, sendikalar patronların bu talebine karşı çıkmalıdır. Türkiye patronlar için bir vergi cennetidir, dünyada patronların en az vergi verdiği ülkelerden biri Türkiye’dir. Bütçe istatistiklerine göre geçen yıl toplanan vergi 254 milyar lira, patronlardan alınan vergi ise 27 milyar lira olmuştur. Maliye Bakanlığı verilerine göre zarar beyan eden ve hiç vergi vermeyen işveren sayısı oransal olarak yüzde 40 civarındır. Toplanan verginin yüzde 9’unu patronlar, yüzde 91’ini ise işçi ve emekçiler vermektedir. İşçi ve emekçiler maaşlarının ortalama yüzde 37’sini devlete vergi olarak ödemektedirler, bu oran ABD’de yüzde 21, Yeni Zelanda’da ise yüzde 4’tür. Dolaylı vergiler adı altında Özel Tüketim, Katma Değer, Özel İletişim ve Motorlu Taşıtlar Vergisi olarak milyarlarca lira para işçi ve emekçilerin sırtından toplanmaktadır. Asgari ücretin daha çok artırılması ve patronların daha fazla vergi vermesi için sendikalar kampanya yapmalıdır.

vazgeçmez. Kapitalizmin rekabete dayalı bir sistem. Her bir kapitalist, kârlarını artırmak için diğer kapitalistlerle rekabet ediyor. Tekelci kapitalizmde bu devletler ve bölgesel kapitalist güçler arasındaki ekonomik-askeri rekabete dönüştü. Rekabete dayanan bu düzen hayırsever kapitalistlerin projelerine izin vermez.

Dünyanın en zengin ikinci kişisi Microsoft’un patronu Bill Gates, “Kapitalizm bizi iklim değişikliğinden kurtaramaz. Çare sosyalist politikalar.” demişti.

19. yüzyılın etkili ütopik sosyalistlerinden biri olan Robert Owen bir patrondu. Vahşi sömürü koşullarında, işçi sınıfının durumunu iyileştirmek istiyordu. Diğer patronları ve siyasetçileri daha adil bir kooperatif yöntemi uygulamak için ikna etmeye çalıştı. Başarılı olamadı. Owen’ın başlattığı ütopik sosyalist hareket Amerika’da mormon tarikatına dönüştü.

Küçük bir azınlığın, büyük çoğunluk üzerindeki iktidarının devlet aracıyla sürdürülmesine neden olan sınıf egemenliğinin kendisi yukarıdan bir değişime izin vermez. Burjuvazi tepeden tırnağa merkezileşmiş, bir çok araç ve karmaşık bağ ile iktidarını sürdüren bir sınıftır. Şiddetin bir gelenek olduğu sınıf egemenliğini bozacak her şey etkisiz kılınır.

Türkiye’nin en zengin ailesinin genç kuşak temsilcisi de kapitalizmden şikayetçi. Koç Holding patronlarından Ali Koç, G-20’de konuştu: “Eşitsizliğin ortadan kalkması için

Ne Gates ne de Koç, Robert Owen’ın yanına bile yaklaşabilir. Fakat, fikirlerinden bağımsız olarak, tek tek patronlar ve bir sınıf olarak burjuvazi sınıf egemenliklerden

Sınıf egemenliğine son vermek için devrim gereklidir. Mülksüzleştirenler, kolektif bir şekilde mülksüzleştirildiği vakit adil bir düzenden sözedilebilir.


10 SOSYALİZM

GERÇEK DEMOKRASİ NEDİR? DAVE HAYES

İngiltere’de işçi sınıfının büyük çoğunluğu maaşlarda yapılan kesintilere karşıdır. Fakat halkı temsil ettiğini iddia eden üç büyük partinin üçü de bu kesintilerin zorunlu olduğunu anlatır. Bu çok şaşırtıcı bir durum değil. Genellikle politikacılar böyle yapar zaten; yani onlara oy verenlerin taleplerini, isteklerini görmezden gelir. Fakat politikacıların böyle davranma nedeni kötü, rezil insanlar olmaları değildir. Bunun nedeni kapitalizmde var olan demokrasinin biçimidir. Yaygın demokrasi anlayışı, halkın özgür seçimlerde oy kullanarak temsilcilerini seçiyor olmasını ifade eder. Bunun adı parlamenter demokrasidir. İşçiler haklı olarak kendi demokrasi anlayışlarını genişletmek için mücadele ederler. Haklarımızı genişletme mücadelesi işçi sınıfı mücadelelerinin çok önemli bir parçasıdır. Fakat parlamenter demokraside insanların, genellikle söylemleri birbirine çok benzeyen adaylara oy vermesi ile sınırlıdır. Üstelik bu adaylar seçilir seçilmez seçim kampanyası boyunca bulundukları vaatleri bir kenara atarlar. Bir politikacı kendisine oy verenlerin haklarını savunsa bile kısa süre sonra gerçek iktidarın seçilmiş temsilcilerde değil zenginlerde olduğunu anlar. Örneğin demokratik bir şekilde seçilmiş parlamento ekonomiyi kontrol etmez. Ekonomi, seçilmemiş patronların elindedir. Sanayi, finans, sosyal hizmetler, hukuk, polis gücü, medya g,b, gerçekten önemli olan alanlarda zenginler hiçbir zaman sorumlu tutulmaz.

Yargı organlarının bağımsızlığı saçmalığına son verildi ve onlar da seçilen ve istenildiği zaman geri çağırılan kurumlara dönüştürüldü. Bütün Komün üyeleri işçilerle aynı maaşı alıyordu ve devlet görevlilerinin sahip olduğu bütün ayrıcalıklara son verildi. Rusya’da 1905’de ve 1917’de gerçekleşen devrimler sırasında işçi konseyleri ve Sovyetler ortaya çıktı. Bunlar da işçi sınıfının kendi örgütlenme biçiminin bir başka örneğini teşkil ediyordu. Bu devrimler demokrasiyi hayatın her alanına taşıdı. Yargıçlardan askerlere kadar herkesin ayrıcalıkları ve aldıkları maaşlardaki eşitsizlik ortadan kaldırıldı. Bütün resmi görevliler, kendilerini seçenlerin isteklerini yerine getirmedikleri taktirde görevden alınabiliyordu. Sovyetler sıradan insanların bundan sonra neler yapılacağı konusunda tartıştıkları ve kararlar aldıkları organlardı. Ekim Devrimi’nden hemen sonra Sovyet hükümeti bütün ezilenlere özgürlüklerini verdi ve Rusya halklarının eşit ve bağımsız olduğunu ilan etti. Özgürlükler Sovyet hükümeti Rusya’yı Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkardı ve dini özgürlükleri korudu. Kadınların özgürlüğü öncelikli konuydu. Hükümet devlet destekli çocuk bakımı hizmeti verdi ve kürtaj hakkını tanıdı. Kadın ev erkek işçiler arasındaki ücret eşitsizliğini ortadan kaldırdı. Rus Devrimi bir başka şeyi daha kanıtladı – işçi sınıfı ancak kendi mücadelesi yoluyla bir şeyleri değiştirmeyi başardığında toplumu yönetebileceğine ikna olur.

İşçi sınıfı tarafından örgütlenen bu yeni toplumun temelinde doğrudan katılım, kendi eylemini gerçekleştirmek ve demokratik karar alma süreci bulunuyordu. Fakat günlük iş döngüsü böylesi bir mücadelenin önünde engeldir. İşçi sınıfının kolektif mücadele gücünü görmesini önler. Direnişin olmadığı dönemlerde işçi sınıfının öncüleri bile değişimi sağlamanın tek yolunun dört beş yılda bir gidip oy vermek olduğunu düşünür. Devrimciler ise işçi sınıfının gerçek özgürlüğe ancak öncelikle kendilerini özgürleştirerek ulaşabileceklerine inanır. İşçiler karar verme, tartışma, müzakere süreçlerine doğrudan katılmalıdır. Kapitalizmde bütün demokrasi biçimleri gerçek demokrasinin değerini azaltır çünkü seçmenler atomize olmuş bireyler olarak oy verir. Onların seçtikleri kişiler ise seçildikten sonra kendilerine oy verenlerden çok daha yüksek bir mevkiye ve maaşa sahip olur. Parlamenter demokrasi işçi sınıfına demokrasi getirmez ve bu yüzden seçim dönemlerinde bazı insanlar oy vermez.

ONLAR SAVAŞIYOR BİZ ÖLÜYORUZ 19 Kasım Perşembe 19:00 Şişli Konuşmacı: Roni Margulies Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey Üsküdar Konuşmacı: Volkan Akyıldırım Daimler Pastanesi Tunusbağı Cad No: 46

Fakat bu durum işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla hızla değişebilir.

Beyoğlu

Gerçek demokrasi, sıradan işçilerin iradesini yansıtarak, sadece temsilcilerin politikalara karar veren kişiler olmasını sağlamakla kalmaz aynı zamanda onları bu politikaları hayata geçiren kişiler haline getirir.

Boş Zamanlar İstiklal Cad. Mis sok. No:6 Kat:1

Ve ona oy verenleri temsil etmeyen seçilmişler kolaylıkla görevden alınır. Gerçek demokrasi işte budur.

Konuşmacı: Selahattin Akgül

20 Kasım Cuma 19:00 Fatih Konuşmacı: Faruk Sevim Ehibba Cafe: Zeyrek Mah. Haydarbey Cad. No: 31

Yolsuzluk ve ört bas etme kapitalizmin doğasında vardır. Bu sistemin demokrasisi çok dar bir demokrasidir. Bu yüzden, oy verme hakkı mücadelesi egemen sınıflara yönelik bir mücadeleyi gerektirmiş olsa da evrensel oy hakkının kendisi aslında kapitalizme meydan okumaz.

21 Kasım Cts 17:30 Ankara Konuşmacılar: Canan Şahin-Roni Margulies

Ancak tarih bize bu çok sınırlı demokrasiden çok daha fazlasını kazanabileceğimizi gösterir. İşçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği zaömanlar bize daha geniş bir demokrasinin olanaklarını da sunar.

Konur Sokak, 14/13 Kızılay SOSYALİST İŞÇİ iletişim:

İlham kaynağı Paris Komünü işçi sınıfı mücadelesi tarihindeki en ilham verici ve büyük mücadelelerden biridir. Komün deneyimi bize işçilerin hakları için verilen mücadelenin gerçek demokrasi ile yakından bağlı olduğunu gösterir. 1871’de kurulan komünde temsilciler herhangi bir zamanda değiştiriliebiliyor ya da geri çağırılabiliyordu. Komün kuruluncaya kadar polis devletin bir aracıydı. Ancak Komün kurulduktan sonra polise atfedilen bütün politik anlamlar ortadan kaldırıldı ve polis gücü de istendiği zaman geri çağırılabilen bir organa dönüştü.

TOPLANTI DUYURULARI ANKARA-BEYRUT-PARİS

İspanya’da gerçek demokrasi isteyen Öfkeliler forumda ortak karar alıyor.

Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171


GÜNDEM

SORUN G-20’NİN TA KENDİSİ ANIL YÜKSEL

Bugünlerde gündem G-20 Zirvesi. Dünyanın en büyük ekonomilerinin ekonomik çalkantıyı, göçmen sorununu, kalkınma programlarını konuştuğu bir liderler buluşması. Ama bir krizi kaçırıyorlar. Canlı yaşamını ve doğayı katleden bu vahşi ve ölümcül kalkınma politikalarına, kapitalist rekabet ortamı içindeki bu kirli taktiklerine son vermezlerse bütün bu yaptıkları tartışmaları boşa çıkaracak bir kriz: Küresel iklim değişikliği. 12-13 Kasım tarihlerinde, Boğaziçi Üniversitesi'nde "İklim İçin Ben de Varım" aktivistlerinin düzenlediği büyük bir forum gerçekleştirildi. Aylar öncesinden planlanan etkinlik ve eylemlerin amacı, G-20 liderlerine ve özellikle Aralık ayı başında Paris'te toplanacak olan BM İklim Değişikliği Konferansı'na, "Artık Yeter" demek ve "İklimi değil, sistemi değiştirmeye geliyoruz" mesajını vermekti. İki günlük forum boyunca iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerindeki etkilerinden, tarım ve gıda krizine, yerel hareketlerden, kuraklık sonucu yaşanan göçlere, bilimsel veriler ve tahminlerle önümüzdeki yıllarda bizleri nelerin beklediğine dair pek çok konu tartışıldı.

Forum'da da sıklıkla vurgusu yapıldığı gibi küresel ısınmaya en çok katkısı olanlar G-20 ekonomileri. Fosil yakıta dayalı enerji politikaları, şirketlere fosil yakıt teşvikleri vermeleri bu ölümcül krizin bir numaralı unsuru. Oysa bugün, küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenenler ise buna en az katkısı olanlar. Özellikle, yoksullar, işçiler, köylüler... İklim değişikliğinin etkilerini en çok aşırı kuraklık, çölleşme ya da aşırı yağışlar, seller şeklinde görsek de, bu değişimin ardından yoksullaşma, savaşlar ve göçler yaşanıyor. Bu da yeni krizleri, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel sorunları, mülteciler için ırkçılığa varan boyutta saldırıları beraberinde getiriyor. Tüm bunların karşısında dünyayı yönetenlerden güçlü, gelişmiş ve söz sahibi olanlar yerlerini korumak ve yükseltmek için kirli yatırımlarına, savaş harcamalarına devam ederken, gelişmekte olanlar ise, "gelişmekte olduklarını" bahane ede-

ÖLDÜREN SEVGİ, KATİLLERİ AKLAYAN ADALET İSTEMİYORUZ AYŞE DEMİRBİLEK

Büyük aşıklar öldürmeye, yüce adalet de katilleri aklamaya devam ediyor. Evlilik teklifini reddettiği erkek tarafından 16 bıçak darbesi ile öldürülen Hatice Kaçmaz, mahkeme kararında “ayrılma düşüncesini kendisine hissettirip açıklaması sonucu” katili teşvik etmiş sayıldı. Katil ise tutkulu bir aşık olmanın indiriminden yararlanarak, daha önce dosyaya bakan savcının müebbet cezasından kurtularak sadece adam öldürmekten ceza aldı.

14 Kasım günü 14:00'te ise iklim aktivistleri, forum katılımcıları, iklimi dert edinenler, öğrenciler, antikapitalistler Galatasaray Meydanı'nda bir araya geldi. Fransa'da yaşanan katliam sebebiyle coşkusu yerinde olmasa da hep bir ağızdan "İklimi değil, sistemi değiştireceğiz" sloganları atıldı. En büyük suçlu

11

G-20 zirvesinde iklim, savaş pazarlıklarının gerisinde kaldı. rek sorumluluk almıyor, iklim değişikli krizi karşısında "büyüklerini" işaret ediyorlar. Nitekim, G-20 gibi zirvelerde, ekonomik olarak nasıl daha fazla büyüme sağlanacağı konuşuluyor. Bu da daha fazla yatırım, daha fazla karbon salımı, daha hızlı değişen iklim ve yükselen tehlike demek oluyor. İklim değişikliği bugün sadece "çevrecilerin" meselesi olmaktan çıkmalı. Sorunun egemen sınıftan kaynaklandığını, dolayısıyla sistemsel bir sorun olduğunu fark etmek gerekiyor. Bunun içindir ki, bu sorunun çözümü, yaşadıkları yerden kaçmak zorunda olanların, günde 2 dolara çalışanların, zeytinlikleri yok edilenlerin, beton içinde yaşamak zorunda bırakılanların, işçilerin, yoksulların, yoksullaştırılanların ortak mücadelesinden geçiyor. Bu mücadeleyle sistemin değiştirilmesinden geçiyor.

dayanışma gecesi Dj Tolga Tüzün

27 Kasım 2015

20 YAŞINDA!

Araf Cafe & Bar Hüseyinağa Mahallesi, İstiklal Caddesi, Balo Sokak, Kat 5, No 32, Beyoğlu

Dosyaya ilk bakan savcı tasarlayarak adam öldürme suçundan müebbet cezası istemişti ve bu 30 yıl kesintisiz ceza yatmak anlamına gelmekteydi. Dosya daha sonra başka bir savcıya, kadın bir savcıya veriliyor. İkinci savcı cinayette bir tasarlamanın söz konusu olmadığına, katilin cinayeti aşırı tutkunun verdiği hiddet ile işlediğine ve alınan 16 bıçak darbesinin de bunun bir göstergesi olduğuna karar veriyor. Zaten mahkemenin müebbet cezasını ortadan kaldıran gerekçeli kararda da aynı şeyler yazıyor. Adaletsizlik küresel Bu mahkemelerin bizi şaşırtan ilk kararı ya da gerekçesi değil elbette. Durum sadece bu ülkede böyle değil, dünyanın her yerinde adalet sistemi aynı cinsiyetçi, milliyetçi ve “mülk”ün temeli olmak etrafında işliyor. Amerika ya da Avrupa gibi herkesçe medeniyetin göbeği olarak görülen yerlerde de kadınlar şiddetin ilk mağdurları arasında yerini alıyor. AB ülkelerinde yılın ilk çeyreğinde yapılan araştırmalar sonucu her yirmi kadından birinin tecavüze, her beş kadından birinin de eş/partnerleri tarafından şiddete uğradığı açıklandı. Geçtiğimiz hafta sonu dünyanın en büyük 20 ekonomisine sahip ülkelerinin liderleri Antalya’da bir araya geldi ve bizim adımıza neye nasıl yön verecekleri konusunda kararlar alıp, stratejiler ürettiler. Devletlerin sistemin bekası adına aldıkları savaş, kemer sıkma, büyüme ile ilgili kararlar dolaylı gibi görünse de gündelik hayatlarımızın şekillenişinde temel yön vericidir. Savaş politikaları gibi cinsiyetçi politikaların da üretim ve dağıtım yeri devlet ve onun aygıtlarıdır. Dolayısı ile cinsiyetçiliğe karşı vereceğimiz mücadeleyi de bu bağlamda birbirinden ayırmadan vermek bize daha güçlü bir mücadele alanı açacaktır. Kadınların kendi mücadelelerinin yükseldiği, kazandığı dönemlerin çoğunun toplumsal mücadelelerin de yükseldiği dönemlere denk düşüyor olması tesadüf değil, mücadelenin dönüştürücü gücünün sonucudur. Barış, ekmek, adalet ve gülü de istiyoruz, alacağız.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SAVAŞA SON ACİL BARIŞ! ÇAĞLA OFLAS

Hükümet Dolmabahçe mutabakatını yok sayıp, “Savaşı PKK başlattı” söylemine sarıldığından beri çözüm her geçen gün biraz daha zorlaşmakta. Türkiye bir tarafta Kobanê sürecinden itibaren HDP’ye ve Kürtlere karşı bir savaş yürütürken, diğer yandan emperyalist devletlerle birlikte “İŞİD’e karşı”oluşan koalisyonun bir parçası olmasıyla birlikte iki taraflı bir savaş sarmalının içinde bulunuyor. Hükümet ABD ile anlaşıp İncirlik üssünü NATO uçaklarının kullanımına açtıktan sonra, Suruç’ta, Diyarbakır’da ve Ankara’da onlarca insan yaşamını kaybetti. Paris’te 100’ün üstünde ölümün meydana gelmesine yol açan çoklu saldırı, bu saldırıların zincirleme olarak devam edeceğini göstermekte. AKP Hükümeti, Suriye’de iç savaşın başlamasından itibaren etkinlik kurmak amacıyla attığı adımlar sonrasında yaşanan katliamlar, yeni katliamların yaşanacağının habercisi. Üstelik “terörizme karşı savaş” diskurunun arkasında dizilip bu savaşın ortağı olmak, sorunu çözmeyeceği gibi yeni katliamların oluşmasından başka bir işe yaramayacak. Üstelik bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanıyor. Rojava, Kobanê, Cereblus ve ardından Şengal‘de Kürtler bölgede hâkimiyet kurdu. Şengal’de Barzani hâkimiyet kurarken, diğer bölgelerde PKK etkili. Suriye sınırlarını Kürtlerle paylaşmak fikri hem devlette hem de hükümette bildik devlet refleksini yaratıyor. Kobanê sürecinden bugüne devlet tarafından tırmandırılan şiddet sarmalında yaklaşık 700 kişi hayatını kaybetti. Çatışmalar nedeniyle onlarca yoksul çocuğu bu savaş nedeniyle artık yaşamıyor. Devlet Kürtsüz çözüm istiyor Kürt bölgelerinde günlerce süren ablukalar, Kürtlere yönelik linçler, müzakere masasının yeniden kurulmasına

12 gün boyunca sokağa çıkma yasağı uygulayıp, Silvan’ın fakir mahallelerini bombalayan devlet yıktığı binlara imza attı. giden sürecin giderek daha uzaklaşmasına neden oluyor. Devlet ise PKK’yi silahla bitirebileceği çizgisine yeniden dönmüş durumda. 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin oy kaybına bakıp, batıdaki milyonlarca emekçiyi Öcalan olmadan, PKK ve HDP’siz bir barış olabileceği fikrine ikna etmeye çalışıyor. Kürt halkının siyasi temsilcileri olmadan bölgedeki çeşitli “STK”larla müzakere yürüterek meseleyi halledeceğini sanıyorlar. Oysa devlet 30 yıldır bunu yaptı. Bir arpa boyu yol bile alamadığı için çözüm süreci başladı.

Devlet, Suriye’deki dengelerin kendi istediği şekilde değişmesi için daha büyük bir savaşın içine girerken, Kürtler kayıplarına rağmen barışta ısrarlı.

SAVAŞIN MALİYETİNİ EMEKÇİLER ÖDEYECEK

HALKLARA EŞİTLİK Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Kürt sorunu yoktur” diyor. Kürtlerin tüm haklarını verdiğini düşünerek bu sözleri sarf eden Erdoğan, bundan sonraki süreci de “milli birlik ve kardeşleşmek süreci” olarak tanımlıyor. Bugüne kadar çözüm sürecinde atılan adımlar yeterli değil. Sorunun esasına dair adımlar atılmadı. Üstelik bu nedenle pek çok yerde linçler yaşandı. Oysa Kürtler statülerinin tanınmasını ve yaşadıkları yerlerde kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Kürtler 30 yıldır ulusal kimliklerinin tanınması için

HDP’nin etkisini yitirdiği fikri de doğru değil. 1 Kasım seçimlerinde tüm baskılara, katliamlara ve linçlere rağmen Kürt hareketi ayakta kalarak, yüzde onluk barajı aştı. Bölgede tüm baskılara rağmen HDP ağırlıklı oy almayı başardı. Kürt halkı, ablukaya rağmen direnmeye devam ediyor.

mücadele ettiler. Bu olmadan barış olmaz. Bugün hem muhalefet partileri hem de iktidar partisi, hatta kendini daha solda tarif edenler hep bir ağızdan PKK’nin silah bırakmasını istiyor. Bunun için Anayasada Kürtlerin hukuki statüsünü resmen tanınması, Kürtlerin ağırlıklı yaşadığı bölgelerde kendi kendilerini yönetmesini sağlayacak olanakların tanınması gerekli. Bu olmadığı takdirde yeni anayasa da demokratik olmayacaktır.

Dolmabahçe mutabakatının üzerinden atlanıp, masadan uzaklaştıkça, savaşın maliyeti de giderek artıyor. MK-84 tipi 900 kiloluk bombanın tanesi 26 bin dolar, bir F-16’nın bir saatlik uçuşunun maliyeti 25 bin dolar civarındadır. Aylardır sürdürülen bu savaşın maliyetinin ne kadar korkunç boyutlara ulaştığını tahmin etmek zor değil. Oysa bu paralarla milyonlarca mültecinin koşulları düzeltilebilir. Buna ilişkin örnekleri de uzatmak mümkün. .

Öte yandan Kürt sorunu Suriye’de olup bitenlerden ayrı düşünülemez noktada. Türkiye Suriye’ye müdahale etmekten vazgeçmelidir. Sınır ötesi harekâta ve İncirlik Üssü’nün kullanımına son vermelidir. 7 Haziran seçimleri barışı kazanmanın mümkün olduğunu gösterdi. 2003 Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine ilişkin tezkereyi Ankara’da yürüyen yüz bin kişi durdurdu. Bugün aynı kalabalıklar “Barış hemen şimdi! Savaşa değil emekçiye bütçe!” diye yürüyebilir. Ve bu çok şeyi değiştirebilir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.