Sosyalist işçi 543

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

543

24 Kasım 2015 2 TL. sosyalistisci.org

SUİKAST GİRİSİMİ ACIĞA CIKARTILSIN , , ,

DEMİRTAS, YALNIZ DEĞİLDiR Demirtaş’a suikast girişimi, sıradan bir olay gibi geçiştirilemez. Bu, olduğu kadar demokrasiye, barış umuduna, özgürlüklerimize, halklar arasında eşit koşullarda kardeşlik isteğine yönelik bir suikast girişimidir. Selahattin Demirtaş yanız değildir! Demirtaş’tan elinizi çekin! Nefret söylemlerini cezalandırın! Suikast girişiminde bulunanları yakalayın ve yargılayın.

MELTEM ORAL: FAŞİZM NEDİR?

ÇAĞLA OFLAS: AKP ÇÖZÜM SÜRECİNİN NERESİNDE DURUYOR? sayfa 3

sayfa 08

ATİLLA DİRİM: BREZİLYA’DA SOLUN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ VE HAYAL KIRIKLIĞI sayfa 10


2

GÜNDEM

ALEVİ AÇILIMI AMA NASIL? HEPİMİZ DEMİRTAŞ’IZ! Selahatin Demirtaş’a bir suikast girişimi gerçekleşti ve haber kanalları önce bu haberi görmezden geldi, ardından da sıradan, zaten beklenen bir olaymış gibi geçiştirdi. Bu sıradan bir olay değildir! Bu, beklenen bir olay da değildir. Bu, Türkiye’deki en çarpıcı gelişmedir. Bu olayın bir daha tekrar etmesini engellemek zorundayız. Demirtaş’ın değil suikaste uğraması, kılına dahi zarar gelmesine izin vermeyiz. Selahattin Demirtaş, son bir kaç yıldır, Kürt özgürlük mücadelesinin en çok öne çıkan ismidir ama Demirtaş’ın hedef tahtasına oturmasına neden olan, Kürt özgürlük mücadelesinin batıda da anlaşılmasını sağlayan, batıda yaşayan yoksulların sorunlarıyla Kürt halkının yoksullarının sorunları arasında bağlantı kurmasına yardımcı olan en önemli sosyalist olmasıdır. Görüşlerini sarih bir biçimde ifade etmesi, anlaşılır bir dil kullanması, samimiyeti ve kararlılığı ve zor sorunları popüler bir şekilde ifade edebilme becerisi, geniş halk kesimlerinin sözcüsü olmasını sağladı. Demirtaş hem Kürt halkının özlemlerini ifade ediyor hem de Türkiye’de yoksulların bu özlemlere sempatiyle yaklaşmasını, Kürdistan’da ve Türkiye’de farklı biçimler alan sorunların kökenindeki sınıfsal benzerliğin görülmesine yardımcı oluyor. Demirtaş’ı bu kadar öne çıkartan bu. Ama bu aynı zamanda Demirtaş’ı bir hedef haline getiriyor. Makam aracının arka camında kurşun izine rastlanan Demirtaş silah sesini duymadıklarını söyledi. Daha önce de evine polisler gelmiş ve adres karışıklığı bahanesiyle sorunu geçiştirmişlerdi. Hükümet yetkilileri, derhal, bu suikast girişiminin arkasında kimlerin yer aldığını açığa çıkartmalıdır. Bu işin arkasında kim olursa olsun, devletten bağımsız değildir. Bu işin arkasında kim olursa olsun, HDP ve Demirtaş’ı aylardır hedef gösteren medyadan ve siyasilerden feyz aldığı çok açıktır. Bu işin arkasında kim olursa olsun, amacı, Kürt halkının bütününün sinir uçlarını harekete geçirmektir. Batıda barış isteyenlere darbe vurmaktır. Kürt illerinde süren çatışmaların kalıcı hale gelmesini sağlamak, kalıcı bir savaş, kaos ve korku ortamı yaratmaktır. Demirtaş’a suikast girişimi, sıradan bir olay gibi geçiştirilemez. Bu, olduğu kadar demokrasiye, barış umuduna, özgürlüklerimize, halklar arasında eşit koşullarda kardeşlik isteğine yönelik bir suikast girişimidir. Selahattin Demirtaş yanız değildir! Demirtaş’tan elinizi çekin! Nefret söylemlerini cezalandırın! Suikast girişiminde bulunanları yakalayın ve yargılayın!

Hükümete yakın gazetecilerin iddiasına göre AKP yine, yeniden bir ‘Alevi açılımı’ hazırlığında. 3-6 ay içerisinde gerçekleşmesi beklenen Alevi reformu vaadinin AKP için uzun bir geçmişi var. Son 13 yıldır yeni bir anayasa gibi Alevi sorununun çözülmesi de sık sık gündeme gelen ve sonra sanki hiç konu olmamışçasına üzeri kapanan başlıklardan biri oldu. Konuya dair bir şeyler yapılıyormuş gibi çalıştaylar düzenlendi, medyada tartışmalar açıldı. Ancak somut hiçbir adım atılmadığı gibi Alevilere yönelik ayrımcı söylemler ve devlet politikası devam etti. İddiaya göre reformun içeriğine dair kararlar Alevilere bırakılacak. Ama Kürt sorununu kendi kendisiyle konuşarak çözeceğini açıklayan AKP’nin, Alevi reformu için muhatabının kimler olacağı henüz meçhul. Alevilerin en öncelikli talebi cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınması. AKP’nin yeni reform önerisi ise ‘irfan ocakları ve cemevi’ olarak adlandırılan bir sistemin getirilmesi. Dedelere maaş bağlanması, cemevlerinin elektrik ve su gibi hizmetlerden ücretsiz yararlanabilmesi için imar ve belediyeler kanununda değişiklikler yapılması gibi önerilerin olacağı da dile getiriliyor. Talepler karşılanmıyor Ancak AKP açısından tüm bu reform iddiasının içinde yatan püf noktası cemevlerinin diyanete bağlanması. Cemevlerinin diyanet işlerine bağlanması Alevi sorununun çözümü olamaz. Aksine diyanet işleri kaldırılmadan yapılacak bir Alevi reformunun bir anlamı yok. Reformun içeriği cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi, devletin diyanet işleri gibi bir kurum aracılığıyla dayattığı ayrımcı politikaların son bulması, asimilasyon işlevi gören zorunlu din dersinin kaldırılması gibi Alevilerin temel taleplerini karşılamaktan uzakta. Dolayısıyla meselenin kökeninde yatan sorunları çözmek yerine çevresinden dolanıyor. Bu tutum Kürt sorununun çözülmesi için, bölgeye yapılan uçuşlara Kürtçe anons getirilmesini yeterli gören yaklaşımdan farklı değil.

Üstelik belli ki AKP, söz konusu ‘reformu’ içerisinde işçi sınıfının haklarına saldıran değişikliklerin de olduğu kapsamlı bir paket olarak gündeme getirme niyetinde. Çünkü yeniden başlayan yeni anayasa tartışmalarında, hükümet kanadından pek çok farklı alanda yeni ‘hedefler’ açıklanıyor. 2011’den beri kıdem tazminatını kaldırmaya çalışan AKP, yeni bir ‘fon sistemi ‘oluşturulması adı altında işçilerin en temel hakkına saldırmaya hazılanıyor. Milyonlarca kamu çalışanının iş güvencesini ortadan kaldırmak da söz konusu yeni hedeflerin içerisinde.

CAFER SOLGUN: DİYANET KALDIRILMADAN YA DA ÖZERKLEŞMEDEN SAHİCİ BİR AÇILIM OLMAZ Yüzleşme Derneği Başkanı ve yazar Cafer Solgun’a göre ‘açılım konusu artık istismar kaldıracak durumda değil.’ Solgun sahici bir reform ve ‘açılım’ politikasının Alevilerin isteklerine uygun olmak zorunda olduğunu vurgularken konu hakkında pek çok AİHM kararının olduğunu da hatırlattı. AİHM’nin cemevlerinin statüsü ve zorunlu din dersleriyle ilgili kesin kararlarını sulandırmadan yerine getirmenin bile önemli bir ‘açılım’ olacağını düşünen Solgun bunun gerçekleşme ihtimaline ise şüpheyle yaklaşıyor: “Çünkü açılım yapacağız diyen AKP zorunlu din derslerinin “zorunlu” olmaktan çıkarılmasına, bu derslerin içeriklerinin tarafsız bir şekilde yeniden düzenlenmesine bugüne değin yanaşmadı.” Solgun’un AKP’nin ‘yeni’ açılımıyla ilgili, Alevi toplumunun haklı olarak ciddi kaygı ve kuşkularının olduğunu vurgulamasının nedenlerinden biri de, hükümetin Diyanet İşleri Başkanlığı’nı adeta ‘kırmızı çizgi’ olarak görmesi. “Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmadan, en azından özerkleştirilip diğer din ve inanç gruplarının da istiyorlarsa kendi diyanetlerini oluşturmalarına imkân sağlanmadan ne sahici bir Alevi açılımı olabilir ne de din ve inanç özgürlüğü bir hak olarak anlam ve değer kazanabilir.” Solgun’a göre ‘biz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsünü konuşurken onların Alevi inanç rehberlerini diyanete bağlamaktan bahsetmesi’ toplumun kuşkularını arttırıyor.

REWHAT


GÜNDEM

AKP ÇÖZÜM SÜRECİNİN NERESİNDE DURUYOR? ÇAĞLA OFLAS

AKP’nin Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmasında birkaç süreç etkili oldu. Bunlardan biri askerin siyasal alandaki etkisinin kırılması ve başta yargı olmak üzere bürokrasinin gücünün azalmasıydı. Diğeri, sermayenin “dışa açılma” isteği doğrultusunda Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştirmesi için gereken siyasi adımların atılması yönündeki eğilimdi. Asıl önemlisi, Kürt sorununda gelinen süreçte devlet de artık meselenin silahlı yöntemle çözülemeyeceğinin idrakine vardı. Özellikle dönemin savaşan genelkurmay başkanlarının ardı ardına gelen itirafları sorunun artık silahlı yöntemle çözülemeyeceğini açıkça ortaya serdi. Kürt halkıyla 30 yıllık savaşı sonucunda bir arpa boyu yol alamayan devlet artık masaya oturmak zorundaydı. Sınırlı haklar tanındı 30 yıldır pek çok hükümeti yerinden eden Kürt Sorunu hükümeti bu konuda adımlar atmaya zorladı. AKP Hükümeti süreci önceleri “demokratik açılım” daha sonra “Milli birlik ve kardeşlik süreci” olarak adlandırdı. Kürt illerinde uzun yıllar uygulanan Olağanüstü Hal (OHAL) kaldırıldı. TRT'nin Kürtçe kanalı TRT ŞEŞ açıldı. Mahkûmların Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması gibi çeşitli küçük adımlar atıldı. Ancak hükümet, Kürtlerin kısmî kültürel haklarınıtanımanın ötesine gitmedi. Tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi Kürtlerin ulusal varlıklarını tanımak ve bu hakların anayasal güvence altına alımak yönünde hamle yapmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinin dışına çıkamayan AKP de “tek vatan”, “tek millet” ve “tek bayrak” ilkesini terk etmedi. Hükümet daha önce esamesi bile okunmayan bu adımları atarak, bir yandan batıda barış isteyen geniş kitlelerin desteğini almak istedi. Öte yandan “İnkâr artık bitti” söylemiyle Kürtlerin ağırlıklı kesimini yanına çekerek, Kürt hareketinin etkisini yitireceğini düşündü. Kürt hareketi kazandı Hükümetin beklentisinin aksine çözüm sürecinde Kürt hareketi güçlenerek yeni kazanımlar elde etti. Daha da önemlisi Kürt Hareketinin lideri Öcalan süreçte etkili bir şekilde yer aldı. Diyarbakır’da Öcalan’ın mesajları canlı yayınlarda milyonlarca insanın önünde okundu. En kritik dönemeçler

HAFTANIN IRKÇISI TELEVİZYON DİZİSİNE NEFRET KUSAN OSMANLI OCAKLARI

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

YENİDEN DİYALOG MÜMKÜN MÜ? Çözüm süreci buzdolabında. Bu, hükümet kanadı tarafından aylar öncesinden açıklandı. AKP liderliği ve Erdoğan’ın seçim sürecinde özenle üzerinde durdukları bir konu oldu çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılmış olması. Çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılmasıyla birlikte yaşananlar, sürecin ne kadar önemli olduğunu herkese gösterdi. Hatta “AKP’yle barış mı olur?” diyerek sürece mesafeli yaklaşanlar bile, Kürt sorununda yeniden silahların konuştuğu evrenin bedelinin çok pahalıya patladığını görerek, müzakerelere yeniden dönülmesi çağrısı yapmaya başladılar. Peki, müzakerelere yeniden dönülebilecek mi?

Çatışmalarda ölen asker ve polislerin aileleri savaşı başlatan hükümete isyan ediyor.

Öcalan’ın müdahaleleri sonucu çözüldü. Tüm bunlar Kürt hareketine muazzam bir inisiyatif ve güven kazandırdı. 2009 Yerel seçimleri, 2011 Genel, 2014 Cumhurbaşkanlığı ve 2015 Genel seçimleri başarıları sürecin Kürt hareketinin lehine işlediğinin en önemli göstergesi oldu. Ortadoğu yeniden şekillenirken Önemli bir gelişme de Ortadoğu’da yaşandı. Tunus’tan Tahrir’e, Yemen’den Suriye’ye yaşanan isyan dalgası diktatörleri devirirken, kitle hareketi gücünü bir kez daha dosta düşmana gösterdi. Bu değişim dalgası Ortadoğu’da dört parçaya bölünmüş Kürtlerin etki alanlarının genişlemesine fırsat verdi. Ancak önce Libya’ya yapılan müdahale, Suriye devriminin kanla bastırılması ve Mısır’da darbe sonucunda isyan dalgası geriye çekildi. Suriye’nin çözülmesiyle birlikte bölgedeki örgütlü güç olan Kürtler etkinliklerini sürdürmeye devam ettiler. İŞİD’e karşı mücadelede önemli başarılar elde ettiler. Hükümet, Suriye’de alt emperyalist emellerine engel olarak gördüğü Kürt hareketini etkisizleştirmek üzere harekete geçti. Devlet, Kürt halkının örgütlerini dağıtmak üzere kirli savaş politikalarını devreye soktu. Kürt illeri kuşatıldı. İçlerinde kadınlar ve çocuklar da dâhil yüzlerce insan hayatını kaybetti. AKP’nin çözümün sürecinin mimarı olduğuna ilişkin yalanın da sonuna gelindi. AKP hükümeti artık çözümün değil, sorunun bir parçası haline geldi. bu dizinin yayınının engellenmesi çağrısında bulundu. Halktan çok sayıda şikâyet mektubu aldıklarını ve halkın galeyana gelmek üzere olduğunu iddia eden Canpolat’ın en dikkat çekici sözleri şu cümlelerde açığa çıktı: “Saygıdan kardeşlikten bahsedenler gayri Müslimlere dahi saygı duyan bir medeniyete saygısızca atıflarda bulunmak toplumda telafisi olmayacak iz bırakacaktır.”

AKP’nin faşist militanlardan devşirdiği terör örgütü Osmanlı Ocakları, televizyonda yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl Kösem” dizisine ırkçı nefret kustu.

Bu sözleriyle gerçekte Müslüman olmayanların saygı göstermeye layık kişiler olmadığını, ancak Osmanlı’nın buna rağmen bunlara saygı göstererek ne kadar âlicenap bir kültüre sahip olduğunu anlatmaya çalışan Canpolat, bu esnada Müslüman olmayanlara yönelik ırkçı yaklaşımını açıkça ortaya koymaktan çekinmiyordu.

Osmanlı Ocakları Genel Başkanı Kadir Canpolat, yaptığı açıklamada yayınlanan dizinin Osmanlı kültürünü yanlış bir şekilde ele aldığını ve tanıttığını belirterek,

Müslüman olmayanları “saygı duyulmayacak kişiler” olarak tanımlayan Osmanlı Ocakları, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

Bu sorunun yanıtı, ne yazık ki sadece Türkiye içi politik dengelere bakılarak verilemez. Verilemez zira Kürt sorununda yeniden savaş politikalarına dönülmesinin nedeni, çözüm sürecinin aldığı biçim ya da sürecin Kürt hareketine yaramış olup olmaması değil. Çözüm sürecinin sonlanması, bir devlet politikasıydı, tıpkı sürecin başlamasının bir devlet politikası olması gibi. Devlet ve devletin sözcülüğünü yapan Erdoğan, Suriye’deki gelişmelerin, Kürt hareketinin Suriye’de elde ettiği mevzilerin hem bölgede hem de çözüm sürecinin müzakerelerinde elini zayıflattığını, Kürt hareketinin haddinden fazla güçlendiğini düşünerek, süreci buzdolabına kaldırdı. Kürtlerle Kandil’de savaşmasının, Kandil’in bombalanmasının nedeni, Suriye’de PYD’nin etki alanının, uluslararası prestijinin genişlemesi ve artmasıydı. ABD’nin onayı olsa, PYD’yi bir kaşık suda boğmak isteyen Erdoğan, bu izni alamadığı için Kandil’i bombalamaya başladı. Dağdaki üyelerini bombalamaya karar verdiği bir örgütün cezaevindeki lideriyle müzakereleri sürdürmek ise Türk devletinde beklenemeyecek bir saflık olurdu. Bu nedenle, müzakerelerin başlaması ya da en azından yeniden diyaloğa dayalı bir ilişkinin kurulması, bütünüyle Suriye’deki gelişmelere bağlı. Savaş, devletin bütün birimleriyle Suriye politikasındaki keskin dönüşün ürünü; çözüm süreci devletin bu politikadan vazgeçmesi sağlandığında yeniden devreye girebilir. Bu ama aynı zamanda, Kürt sorununda yeniden çatışmalı döneme girmemizle beraber, Erdoğan’dan çok Erdoğancı olanların bir iddiasının ne kadar çürük olduğunu da gösteriyor: Bazıları, çözüm sürecini bitirenin Kürt hareketi ya da Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi olduğunu iddia ediyor. Kısacası, “Süreci Kürt tarafı bitirmiştir” diyorlar. Bu iddia sahiplerinin asla yanıtlayamadıkları ise neden Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tanımadığı ve Nisan ayından beri, daha 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinden çok önceden beri Öcalan’la görüşmelerin engellendiği sorusu. Yeniden diyalog süreci kaçınılmaz ama bu artık sadece Türkiye içinde siyasi gelişmelere bağlı değil. Suriye’nin bütünündeki gelişmelere bağlı. Bu nedenle, daha geniş kapsamlı bir barış hareketine ihtiyacımız var.


4

DÜNYA

ÖZGÜRLÜK MÜ IRKÇILIK MI? Egemenler, savaş çığırtkanları ve ırkçılar Paris’te ger-

çekleşen ve 132 kişinin vahşice öldürülmesiyle sonuçlanan korkunç saldırıyı hemen kendileri için bir avantaja dönüştürmekte gecikmedi. Saldırıdan hemen sonra Fransa cumhurbaşkanı Hollande olağanüstü hal ilan etti ve hatta ordu Paris’e indi. Sınırlar kapatıldı ve Fransa Suriye’yi bombalamaya hız kazandırdı. Aynı gece Calais’te bulunan ve 50 çadırın yer aldığı mülteci kampı yakıldı. Fransa’da bütün gösteriler yasaklandı. Geçtiğimiz hafta Paris'in Lille kentinde "İslamcılar dışarı" yazılı bir pankart taşıyan grup protesto gösterisi düzenledi. Grubun yanından geçenler ise "Faşistler dışarı" diye bağırdı. Creteil Camii'nin girişi işaretlendi. Bir Müslüman'a ait kasabın kapısına ırkçı yazılar yazıldı. Aynı koşullar Avrupa’nın bir çok başka ülkesinde de devam ediyor.

ye’nin bombalanmaması için ve ırkçılığa karşı verecekleri mücadele olacaktır. Fransa’da ırkçılık karşıtları sokakta Bu bağlamda Fransa’da ırkçılık karşıtlarının ve göçmenlerin 22 Kasım Pazar günü düzenlediği gösteri ve bu gösterilerin dünyanın her yerinde gerçekleşmesi çok önemli. Pazar günü 700 kişi Paris’te Bastille Meydanı’ndan sokağa çıkarak hükümetin gösteri yasağını kabul etmediğini gösterdi. Geçen hafta polis gösteriyi düzenleyenleri uyarmış ve yasağa uymadıkları taktirde 6 ay hapis cezası riskiyle karşı karşıya olduklarını söylemişti. Ancak göstericiler bu tehdide rağmen sokağa çıkarak yasağı tanımadıklarını gösterdi. 21 Kasım Cumartesi günü Marseille’de ırkçılık karşıtları mültecilere destek olmak için gösteri yaptı. Ayrıca yine Toulouse’da 15 bin kişi savaşa ve mültecilere yönelik ırkçı politikalara karşı sokağa çıktı.

Saldırı sonrası Paris’te eylem yapan NPA (Yeni Antikapitalist Parti): “Savaşa karşı birliğimiz uluslararası, dayanışma Mültecilerle”

Özellikle mültecilere yönelik önlemlerin artırılması, ülkelere alınmamaları Batı’daki bir çok devletin önceliği haline gelmiş durumda. ABD’de eyaletlerin yarısından fazlası Suriyeli mültecilerin eyaletlerine giriş yapmasına izin vermek istemediklerini söyledi. Saldırının ardından Avrupa ve dünyanın geri kalanındaki bütün Müslümanlar kendilerini büyük bir baskı altında hissediyorlar. Paris saldırısının tüm dünyada özgürlüklere ve demokrasiye yönelik bir saldırıya dönüşmemesini sağlayacak tek güç Avrupa’daki ırkçılık ve savaş karşıtlarının Suri-

Savaşa ve ırkçılığa hayır Suriye’deki savaşı ve tüm dünyaya yayılan bu saldırıları Suriye’nin üzerine her gün yağan bombalar değil tüm dünyadaki savaş ve ırkçılık karşıtlarının kendi hükümetlerinin savaş yanlısı ve demokrasi karşıtı politikalarına verdiği mücadeleler bitirecektir. Bugünün en önemli işi savaşa ve ırkçılığa karşı enternasyonal dayanışmayı örebilmektir.

İKLİM ZİRVESİNDE GÖSTERİLERE YASAK Birleşmiş Milletler Cop21 iklim değişikliği zirvesi 30 Kasım – 11 Aralık tarihleri arasında Paris’te gerçekleşecek. Zirve sırasında aktivistler iki önemli gösteri yapmayı planlıyorlardı; bunlardan birincisi gelecek hafta Pazar günü, zirvenin başladığı gün gerçekleşecekti. Ayrıca 12 Aralık Cumartesi günü, yani zirve sona erdikten bir gün sonra çeşitli etkinlikler düzenlenecekti. Fakat geçen hafta yapılan açıklama ile zirve sırasındaki tüm gösteriler ve etkinlikler yasaklandı. Ancak çok sayıda aktivist bu yasağı tanımadığını ifade etti ve 29 Kasım Pazar günü çeşitli şehirlerde halkı sivil itaatsizlik

yaparak sokağa çıkmaya davet etti. Sivil itaatsizlik çağrısı yapan aktivistlerden biri olan Benjamin, “Büyük bir gösteri yapmayı planlıyorduk ve bu gösterinin nedenleri ortadan kalkmış değil. İklim değişikliği hala çok sayıda kurban yaratmaya devam ediyor. Bu zirvede bu konunun mutlaka gündeme gelmesi gerekiyor. İnsanların korkup sokağa çıkmamasını anlayabilirim ancak korkunun üstesinden gelmeliyiz.

KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse

PARİS SALDIRISININ ARDINDAN Paris’te gerçekleşen korkunç katliamın tüm dünyada savaş çığırtkanlığı yapan ve özellikle göçmenlere karşı ırkçı politikaları savunan siyasi hat açısından büyük bir fırsat yarattığı çok açık. Geçen hafta Pazar günü Fransa cumhurbaşkanı Hollande Fransa’daki bütün partilerin temsilcilerini Elize sarayında bir araya getirdi. Toplantı çıkışında Sarkozy poliste kaydı olanlara ev hapsi ve elektronik kelepçe önerisinde bulundu. Faşist partinin lideri Le Pen ise, “Fransa ve Fransızlar artık güvende değil” diyerek “hükümetin terörle mücadelede daha kararlı ve sert tedbirler almasını” istedi. Le Pen Fransa’nın ulusal sınırlarını AB’ye rağmen serbest geçişlere kalıcı

olarak kapatması gerektiğini savundu. Fransa’da Paris saldırısının hemen ardından ilan edilen olağanüstü hal üç aya uzatıldı, bütün gösteriler yasaklandı. Hollande Fransa’nın artık savaşta olduğunu ilan etti. Ancak Fransa zaten savaştaydı. Fransa’nın geçmişi ise işlediği savaş suçlarıyla dolu. 1830’ da sömürge olarak işgal ettikleri Cezayir’ de her türlü insanlık suçunu çekinmeden işleyen Fransızlar, 1962’ de bağımsızlığını kazanana kadar ülkede çeşitli soykırımlar ve katliamlar gerçekleştirdi. Bağımsızlık savaşı veren yüzbinlerce Cezayirliyi katleden Fransızların 2.5 milyon Cezayirliyi tehcire tabi tuttukları biliniyor. Cezayir’ de 100 yılı aşkın süre her türlü insanlık suçunu işleyen Fransızların bağımsızlık savaşında 8 bin köyü yok ettiği de bir gerçek. Fransa’nın işlediği insanlık suçu sadece Cezayir ile sınırlı değil. Ruanda’ da 1994 yılında yaşanan soykırımda yüzbinlerce Tutsinin Hutular tarafından öldürülmesi insanlık tarihinin en korkunç olaylarından birisidir. Bu katli-

VİYANA GÖRÜŞMELERİ SURİYE’DE SAVAŞI BİTİREBİLİR Mİ? Sonuncusu 14 Kasım’da yapılan, 17 devletin katıldığı ve Suriye’de devam eden savaşı sonlandırmayı hedefleyen Viyana görüşmelerinden bir uzlaşma ve geçiş takvimi çıktığı ilan edildi. Ancak bu uzlaşma ilanı gerçekten savaşın bittiği anlamına mı geliyor? Viyana’da açıklanan geçiş takvimine göre 1 Ocak 2016 itibariyle Suriye yönetimi ve muhalif gruplar arasında görüşmeler başlayacak. 14 Mayıs 2016’da Suriye rejimi ile muhalefet grupları (IŞİD ve Nusra dışındakiler) arasında bir ateşkes olacak ve böylece yeni bir anayasa hazırlanabilecek. Son aşama olarak 14 Mayıs 2017’de BM gözetiminde ve hazırlanan yeni anayasaya göre seçimler yapılacak ve yeni bir hükümet kurulacak. Ancak böyle bir takvimi çıkarmış olmak bu takvime uyulabileceği anlamına gelmiyor. Geçmişte İsrail-Filistin meselesinde defalarca çıkarılan takvimleri ve bunların nasıl başarısız olduğunu ve çatışmayı durduramadığını hatırlarsak Paris saldırısının hemen ardından hızla hazırlanmış böylesi bir planın hayata geçirilmesi konusunda hiçbir garantinin bulunmadığını daha iyi anlayabiliriz. Bu takvimin hayata geçirilebilmesini sağlayacak bir dizi sorun hala varlığını korumaya devam ediyor. Bu sorunları bugüne kadar yaşanan süreci de göz önünde bulundurarak şöyle sıralamak mümkün: Birincisi 2016 Ocak ayında Suriye yönetimi ile muhalifler arasında başlayacağı varsayılan görüşmelerde Suriye muhalefetini kim/kimler temsil edecek? Suriye ve İran, ABD’nin ‘muhalif’ olarak önerdiği gruplarla masaya oturmayı kabul edecek mi? Esad’ın 2017 itibariyle tamamen sahneden çekileceği varsayılıyor ancak şu ana kadar Esad’ın ya da Rusya’nın bunu kabul ettiğine dair herhangi bir işaret yok. Son Viyana görüşmelerinde Ürdün’e savaşılacak terör örgütlerini çıkarma listesi verildi. Şimdi herkes kendi düşmanını bu listeye sokmaya çalışıyor. Örneğin Türkiye’nin PYD’nin bu listede yer almasını istediğine hiç şüphe yok. Dolayısıyla bölgede kimin terör örgütü olduğu konusunda kim nasıl uzlaşacak? Bunlar, cevabı henüz yukarıda çıkarılan takvimde olmayan sorulardan sadece birkaç tanesi. Sayısını artırmak mümkün. Örneğin Rusya’nın bir anda bölgede daha aktif rol alması Suriye’de durumun kaderini değiştirdi. Önümüzdeki günlerde böylesi başka gelişmelerin ortaya çıkmayacağının da hiçbir garantisi yok. Yani Suriye’de kısa ve kestirme bir çözüm bekleyenler bunu o kadar kolay bulamayacak. amda Fransızların parmağı olduğu tüm dünya kamuoyu tarafından biliniyor. Ruanda’ da görev yapmış emekli bir Fransız subayı, Fransa askerlerinin, 1994’te Ruanda’ da soykırım yapmakla suçlanan Hutu milislerine silah eğitimi verdiğini itiraf etmişti. Fransa tarihinin bir yüzü sömürgecilik, ırkçılık ve katliam iken diğer yüzü de devrimlerdir. Fransa işçi sınıfının Paris Komünü’nden başlayarak devam ettirdiği devrimci geleneği ve hafızası hala varlığını koruyor. Fransa’da aktivistler olağanüstü hal adı altında eylemlerin yasaklanmasını kabul etmeyeceklerini ilan ettiler. Fransa’da CGT sendikası ‘ulusal birlik’ adı altında işçi sınıfı ve egemenler arasında bir uzlaşmayı kabul etmeyeceklerini söyledi. Fransa işçi sınıfı özgürlük mücadelesinde bir kez daha içinden geldiği özgürlük geleneğine sahip çıkıyor. Bize düşen onlarla enternasyonel dayanışmayı dünyanın her yerinde örmek, kendi hükümetlerimizin savaş ve ırkçı politikalarına karşı çıkmaktır.


RÖPORTAJ

5

KADINA YÖNELİK ŞİDDETİ DURDURACAĞIZ Sosyalist İşçi olarak 25 Kasım ‘kadına yönelik şiddetle mücadele günü’ vesilesiyle, Türkiye’de kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin neden bu kadar yaygın olduğunu ve bu durumu değiştirmenin nasıl mümkün olabileceğini kadınlara sorduk.

ERKEK ADALET DEĞİL GERÇEK ADALET Kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin birçok nedeni var. Ancak en büyük nedenlerinden biri erkeklerin cesaretlendirilmesi, hatta teşvik edilmesi. Yargılamalarda caydırıcı, önleyici kararlar verilmiyor. Gerçek bir adalet yok. Kararlar erkekleri koruyan yerden veriliyor. ‘Erkek adalet değil gerçek adalet istiyoruz’ dememizin nedeni bu. Bununla birlikte başbakan, başbakan yardımcısı, bakan, parti genel başkanı, cumhurbaşkanı pozisyonlarındaki insanlar; kadınların erkeklerle eşit olmadığını, kamerların karşısında söyleyebiliyor. ‘Mini etek giymeseydi, hamile kadın sokağa çıkmasın, kadın kahkaha atmaz’ gibi söylemler erkekleri teşvik eden şeyler. Davalarda sık sık ‘başbakanımız, cumhurbaşkanımız böyle böyle diyor’ diyen erkekleri duyuyoruz. Kadın hâlâ namus olarak görülüyor ve erkekler kadınları kendilerine ait görüyor. Başbakan yardımcısı bir milletvekilini, tüm toplumun gözü önünde ‘kadın olarak sus’ diye azarlayabiliyor. Kısaca hükümetin söylemleri de kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda belirleyici. Kadına yönelik şiddeti engellemek için bizim önümüzde bir seçenek var; örgütlenmek ve dayanışmak. Kadın mücadelesi genişlerse, büyürse yargının, devletin, sistemin kendini hizaya çekebileceğini düşünüyorum. Kadınların ortak mücadelesi bugüne kadar birçok kazanım da sağladı. Bazen kadınlar lehine kararların çıkabilmesi feminist hareketin mücadelesi sayesinde. Yaşamak için öldürmek zorunda kalan kadınlardan Yasemin Çakal’ın 1 Aralık’ta, Bakırköy 13. ağır ceza mahkemesinde duruşması var. Buradan tüm kadınları Yasemin Çakal’la dayanışmaya davet ediyorum. Sadece bir Özgecan yasasının çıkması kadın cinayetlerini önlemekte ve Çilem Doğan, Yasemin Çakal, Nevin Yıldırım gibi hayatını savunan kadınların pozisyonunu iyileştirmekte yeterli değil. Yasanın, mevzuatın, cezaların uygulanırken cinsiyetçi olmayan yerden uygulanması gerekiyor. Tecavüze uğrayan Nevin Yıldırım neden en ağır yerden ceza alıyor da, tecavüzcü bir erkek kravat taktığı için indirim alıyor. Cinsiyetçi olmayan yerden kadını gözeten, erkekleri caydıran kararlar alınmalı.

ebbet önerisi tartışmalı olsa da indirimlerin kaldırılması talebi açısından önemli. Ama tek başına, bir tek yasanın çıkarılması radikal bir değişim sağlamayacak. Cinsiyetçi zihniyeti değiştirmek üzere daha geniş toplumsal bir adım atılması lazım. Yeni bir yasa kapsamında dile getirilen idam, hadım gibi öneriler de var. Bu önerilere mesafeli durmak gerekir. Bunlar sorunu gizleyen, hatta ağırlaştıran şeyler. Kadına yönelik şiddet sorunu toplumsal bir sorun ve çözümü de ancak toplumsal değişimle olabilir. Ayrıca kendini tecavüzden korumak için, kendisine saldıran adamın hayatını elinden almak zorunda kalan kadınların meşru müdafaa kapsamında serbest bırakılması gerekir. Kadına şiddeti durdurmak için sokağa çıkmak, her cinayete karşı tepki göstermek ve birlikte mücadele etmek lazım. Sürmekte olan bir kadın mücadelesi var ama yeterli değil, çeşitli kazanımlar elde etmiş olsa da. Daha geniş kesimlerle yan yana gelmek gerekir. Kadınlar erkeklerle birlikte mücadele edip, bu mücadele içerisinde onları değiştirip, dönüştürdüklerinde daha fazla kazanımlar elde etmek mümkün olur. İşçi sınıfının birlikte mücadelesi hayatı değiştirme kudretine sahip. Ancak kolektif eylemle toplumsal dönüşüm sağlanabilir. Funda Ata – Antikapitalistler aktivisti

KADINLAR KENDİ KARARLARINI VERDİKÇE CİNSİYETÇİLİKLE KARŞILAŞIYOR” Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetlerinin yaygınlığı konusunda maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de gerçek rakamları tam olarak bilmiyoruz. Halen bu konudaki veriler çok eksik ve güvenilir değil. Ama günümüzde kadına yönelik şiddete karşı duyarlılığın göreceli olarak artması ve kadın örgütlerinin ısrarlı çabaları sonucunda şiddetin varlığı ve yaygınlığı kamuoyunda daha görünür

hale geldi. Kadınlar kendi hayatları konusunda kararları kendileri vermeye başladıkça karşılarında onu aileye, erkeğe bağımlı kılan cinsiyetçi değer yargılarını buluyorlar. Bu karar mesela hangi elbiseyi giymek istemesi gibi basit bir karar da olabilir ya da mutsuz bir evliliğe son vermek istemesi gibi daha büyük bir karar da. Aslında hayatımızın her alanında temelinde eşitsizliğin yattığı cinsiyetçi dayatmalarla karşı karşıyayız. Kadınlar giderek artan bir biçimde eğitimde, çalışma hayatında daha fazla yer alıyorlar ve cinsiyet rollerine daha fazla meydan okuyorlar. Egemenler ise bir yandan söylem düzeyinde eşitliği savunmak durumunda kalsalar da öte yandan kadını erkeğe bağlı kılan aile kurumunu ve anneliği yücelten politikalarıyla eşitsizliği tekrar üretiyorlar. Şiddete uğradığı bir ilişkiye son vermek isteyen bir kadın bunu doğal bir hakkı olarak görse de karşısında erkeği ve gücünü gelenekten, medyadan devletten aldığı ailenin kutsallığını anlatan büyük bir koroyu buluyor. Şiddetin yaygınlığının temel sebebi kadınların eşit bireyler olarak hayatta varolma çabalarına karşı bu sistemin sunduğu toplumsal ilişki biçimdeki çelişkiden kaynaklanıyor. Kadına yönelik şiddeti nasıl durduracağız? Tabii ki örgütlenerek her düzeyde baskının her biçimine karşı örgütlenmeliyiz. Aslında kadınların son yıllardaki mücadelesi son derece umut verici. Kadın cinayetlerine karşı yürütülen mücadele, Özgecan’ın vahşiyse öldürülmesinin ardından kamuoyunda gözlerin adalet sistemindeki eşitsizliğe çevrilmesine yolaçtı. Kadın cinayetleri duruşmalarının ısrarlı bir biçimde izlenmesi, kampanyalar yapılması, haksız tahrik indirimlerinin uygulanmaması konusunda bir talebin giderek yaygınlık kazanmasını sağladı. Bu çok ufak bir gelişme olarak görülebilir belki ama 10 yıl öncesinde ailenin reisinin erkek olduğu, erkeğin tecavüz ettiği kadınla evlendiğinde cezasından indirim aldığı bir yasal sistemimiz vardı ve bu yasaların değişmesi bu tür mücadeleler sonucunda oldu. Nurdan Düvenci - aktivist

Diren Cevahir Şen – Feminist aktivist, avukat

KADININ TOPLUMDAKİ ROLÜ EŞİTLENİRSE ŞİDDET DE AZALIR Hükümet politikalarının kadın karşıtı olmasından ve kadının toplumdaki rolüne yönelik cinsiyetçi tutumlarından kaynaklı, kadına yönelik şiddetin arttığını söylemek mümkün. ‘Evde otursun, edepli olsun, kahkaha atmasın’ gibi söylemler kadına yönelik şiddette yükselişe neden oluyor. Şiddet uygulayanların yargıda sürekli ceza indirimlerine tabi olması da arttırıcı bir rol onuyor. Bundan dolayı cinayetler ve şiddet giderek tırmanıyor. Ne zaman kadının toplumdaki rolü erkekle farklı olmaktan çıkar ve eşitlenirse şiddet de azalır. Kamuoyunda tartışılan Özgecan yasası, ağırlaştırılmış mü-

Erkek şiddetine karşı kadınların protestolara, son beş yıla damgasına vuran kitlesel mücadelelerin başında geliyor.


6 GÜNDEM ONLAR SAVAŞIYOR BİZ ÖLÜYORUZ IŞİD, antiemperyalist bir direniş örgütü değil. Saldırılarıyla, Ortadoğu’daki katliamlardan sorumlu olan devletlerden intikam almıyor, o ülkelerde yaşayan sıradan insanları katlediyor. Avrupa egemen sınıfları ise bu saldırılara göçmen düşmanlığını, ırkçılığı ve islamofobiyi yükselterek yanıt veriyor. Bu durum, IŞİD’in bu ülkelerde yaşayan müslümanlar arasında örgütlenebilmesinin yolunu açıyor. Üstelik, ABD’nin 11 Eylül sonrası ilan ettiği “terörizme karşı savaş”tan bugün Fransa’nın başlattığı bombardımana, Batılı devletler de bu saldırılara karşı çözüm olarak sorunun kendisini, Ortadoğu’daki emperyalist müdahalecilik seçeneğini ortaya atıyor. Koalisyon uçaklarının saldırılarında siviller ölüyor. Bu döngü kırılamadığı sürece kaybeden dünyanın farklı yerlerindeki işçiler oluyor.

EMPERYALİST SALDIR VAHŞİ SONUCU: IŞİD Irak Şam İslam Devleti’nin Paris’te gerçekleştirdiği eş zamanlı saldırılar, düşürülen Rus uçağı, Beyrut, Ankara ve Suruç katliamlarıyla birlikte, örgütün Irak ve Suriye dışında son birkaç ayda öldürdüğü insanların sayısının 500’e yaklaşmasına neden oldu. Fransa “acımasız bir savaş” vereceğini söyleyerek IŞİD hedeflerini vurmaya başladı. Örgütün Suriye’deki merkezi olan Rakka’da IŞİD’in işlediği insanlık suçlarını belgeleyen “Rakka sessizce katlediliyor” adlı aktivistler grubu, stadyumların, müzelerin ve hastanelerin vurulduğunu söyleyerek “Her zaman başımıza bombalar yağıyor olması üzücü” yorumunu yaptı. Süreç, hem IŞİD’le hem de genel olarak Suriye’deki gelişmelerle ilgili tartışmaların bir kez daha alevlenmesine neden oldu. Komplocu yaklaşım IŞİD’i açıklamaya çalışan bir yaklaşım, oldukça kolaycı bir şekilde, örgütün ABD tarafından kurulup kullanıldığını, şimdi ise yine Batı emperyalizmi tarafından “Ortadoğu’ya müdahale” gerekçesi yapıldığını söylüyor. Bu açıklama, Suriye’de 2011 yılında başlayan halk ayaklanmasını “Batı’nın komplosu” olarak gören Baas yanlısı anlatıdan besleniyor. Buna göre, ABD ve müttefikleri “antiemperyalist” Esad’ı devirmek için “İslamcı teröristleri sahaya sürdüler”. IŞİD de bunların kontrolden çıkan bir parçası. Bu anlatı, hem Ortadoğu’da mücadele veren demokrasi güçleriyle dayanışmayı, hem de ABD’nin kendi kurdurttuğu bir örgütü bombaladığı fikrinin yaygınlaşmasıyla emperyalizmin bölgeye müdahalelerine gerçekçi bir karşı çıkışı engelliyor. Mezhepçiliğin yükselişi

Ezidi kadınlar 2014’te IŞİD’in Şengal’de yaptığı soykırımı protesto ediyor.

ORTADOĞU’DA MEZHEPÇİLİK KADER Mİ? Mezhepçilik, İslam dini içerisinde 14 asır önce yaşanan siyasi çekişmelerin bugünkü yansıması olan “kültürel” bir sorun değil. Modern bir olgu: Ortadoğu’da kapitalizmin gelişiminin doğrudan bir ürünü ve egemen sınıfların bölgedeki güncel sorunlara ürettikleri çözümler için kullandıkları bir metot. Yani Ortadoğu halkları en ufak bir sürtüşmede birbirlerini yok etmek için bekleyen barbarlar değil. Mezhepçilik, tıpkı ırkçılık veya cinsiyetçilik gibi, işçileri ve ezilenleri bölmek ve zayıflatmak için kullanılan bir egemen sınıf fikri. Buna karşı, Ortadoğu halklarının, çok uzun bir geçmişi olan birlikte yaşama ve mücadele etme deneyimi var. Arap Baharı bunun en güncel ve somut örneği. Bu sürecin Irak’taki yansıması, ülkenin güneyindeki Şii işçilerle kuzeyindeki Sünni işçileri birleştiren bir hareket inşa etme potansiyelini barındırıyordu. ABD işgaline karşı mücadelenin ilk yıllarında da aynı durum oluşmuştu. 1950’lerde 6 milyonluk Irak toplumunda bir milyon kişiyi sokağa dökebilecek güce sahip olan Irak Komünist Partisi, Sünni, Şii, Kürt, Yahudi, Hristiyan işçilerin birlikte örgütlendiği muazzam bir güçtü. Aşağıdan mücadele dalgaları ve somut sınıfsal talepler etrafında inşa edilen örgütlenmeler, mezhepçiliğin panzehiri.

IŞİD’in 2014 başından itibaren bu denli güçlenmesini sağlayan temel dinamik, hem Irak’ta hem de Suriye’de mezhepçi bölünmenin derinleşmesi. Örgüt, diğer İslamcı hareketlerden farklı olarak, yoksullardan oluşan kitlesel bir tabana sahip değil. Ancak etkinliğini borçlu olduğu güçlü askeri mekanizması ve on binlerce militanı, mezhepçi şiddet sarmalı içerisinde Sünnilerde bulduğu desteğin bir ifadesi. IŞİD’in üzerinde yükseldiği bu zemini yaratan iki faktör var. ABD’nin Irak’ta yarattığı vahşet IŞİD ilk olarak Irak’ta ABD işgaline karşı mücadelenin içinde kuruldu. Örgütün lider kadrosunun önemli bir bölümü, Felluce’deki ABD zindanlarında işkence gören kuşaktan. IŞİD’in içinde bu dönemde ittifak yaptıkları Saddam ordusunun üst düzey yöneticileri de bulunuyor. Irak’ta ABD’nin işgalinden hemen sonra ortaya çıkan kitlesel direniş, Sünni gruplarla Şii milisleri birleştirme potansiyelini taşıyordu. Tüm dünyadaki savaş karşıtı hareketin etkisiyle itibarı sarsılmış olan ABD, bu olası birliği parçalamak ve ülkeyi kendi ekseninde yönetilebilir bir yer hâline getirmek için mezhepçi temellerde bir sistem kurdu. İktidarı, kota usulüyle Irak’ın demografik yapısını oluşturan unsurlar arasında paylaştırdı. Bunu yaparken, Şiiler, Sünniler ve Kürtlerin en geri/mezhepçi unsurlarıyla işbirliği yaptı ve bu grupları birbirine karşı kullandı. Böylelikle, işgale karşı direnişi böldü ve karşılıklı mezhepçi saldırılar için uygun ortamı yarattı. 2006-2007, işgal sonrası dönemin en kanlı yılları oldu. 2008’de ABD yönetimi “El Kaide’yi bitirdiğini” ilan etti. Ancak Şiileri destekleyerek Maliki’nin liderliğinde oluşturduğu mezhepçi yönetim, birkaç yıl sonra

ABD ordusunun Irak işgali ve iş başına Şii hükümeti getirmesi ile Sünnilere yaşam hakkı tanınmadı. Katil IŞİD, ABD’ni

El Kaide’nin dahi “aşırı” bulduğu IŞİD’in güçlenmesine yol açtı. Arap Baharı’nın yenilgisi Esad yandaşları, henüz El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra Cephesi faaliyete bile geçmeden önce, muhaliflerin tümünü “El Kaideci” ilan etmişlerdi. Oysa devrim, Suriye’de yaşayan farklı halklardan örgütleri, solcuları, işçileri yan yana getiriyordu. Ayaklanan tüm şehirlerde halk komiteleri kuruluyordu. IŞİD, bu dönemin ürünü değil. Tam aksine, Baas rejiminin protesto gösterilerine verdiği kanlı yanıtın sonunda devrimin silahlı bir mücadeleye dönüşmesinin, demokratik halk hareketinin İslamcılarla rejim arasında ezilerek geri çekilişinin; yani Esad’ın mezhepçi devlet terörüne karşı umudu temsil eden birleşik mücadele dalgasının yenilgisinin sonucu. Hem Suriye’de hem de bir bütün olarak Ortadoğu’da, 2011’de başlayan ayaklanma dalgasının ezilmesinde, yerel egemen sınıfların ve diktatörlerin yanı sıra uluslararası emperyalist blokların da payı büyük. Mısır Devrimi’ni vahşice bastıran Sisi cuntası bu güçler tarafından destekleniyor. Libya’da BM-NATO müdahalesi, halk hareketini ezip ülkeyi bitmek bilmez bir savaşa sürükledi. Bahreyn’de devrimi tanklarıyla ezen Suudi Arabistan ordusu, şimdi Yemen’i bombalıyor. Irak da bu mücadele dalgasının parçasıydı ve 2012 yılının sonunda gösteriler başlamıştı. Sünni kentlerindeki meydan işgallerine ülkenin güneyindeki Şii kentlerindeki hu-


GÜNDEM

RGANLIĞIN D

NE YAPABİLİRİZ? IŞİD’i Irak ve Suriyeli işçiler yenecek. Biz de bu mücadeleye şöyle destek olabiliriz: n Ortadoğu’ya emperyalizmin müdahalelerine, özelde ise kendi egemen sınıfımızın, Türkiye devletinin politikalarına karşı çıkmak. AKP’nin Suriye’ye yönelik savaş planlarını durdurmak. n Kürt halkının mücadelesinin kazanması için Batı’da kitlesel bir barış hareketi inşa etmek. IŞİD, Türkiye’deki saldırılarında Kürtleri ve onlarla dayanışan Türkiyeli örgütleri hedef alıyor. AKP, Suriye’ye Kürtlerin kazanımlarını engellemek için müdahale etmek istiyor. Barış mücadelesi bu yönleriyle bölgesel bir nitelik kazandı. n Arap Baharı gibi bir dalga yeniden başladığında, bu kez çok daha güçlü bir dayanışma gösterebilmek ve devrimlerin tecritini engellemek için Türkiye’de antikapitalist solun büyümesini sağlamak.

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

GARGAT AĞACI, YAHUDİLER VE HDP Yahudiler İsrail’de en çok hangi ağacı dikiyorlar ve bunun sebebi nedir, biliyor musunuz? Ben bilmiyordum doğrusu. Yeni öğrendim. Son seçimlerde HDP Konya milletvekili adayı olan dostum Hüseyin sayesinde öğrendim. Önce sizi meraktan kurtarayım. Sorunun cevabı, Gargat ağacı. Benim gibi siz de, “O da ne?” diyorsanız, anlatayım. “Gargat ağacı Nisan-Mayıs aylarında beyaz çiçekler açan etli yapraklı bir ağaçtır. Yenilebilir meyveleri vardır. En çok bozkırlarda çöllerde görülür. İsrail’in bulunduğu coğrafyada Gargat ağacına çok sık rastlanır. Dünyada bu bitkinin görüldüğü diğer yerler Pakistan, Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt, ve Kuzey Afrika’dır.” Gargat ağacı meselesini gündeme Osman Özsoy diye biri getirmiş. Fatih Üniversitesi’nde Prof. Dr. imiş, AKP-Cemaat işbirliğinin mutlu günlerinde yıldızı pırıl pırıl parlamış, televizyonlarda, gazetelerde şan şöhret kazanmış. Şimdi işsizmiş. Ta 2009’da Haber7’de önemli bir yazı yazmış, ama nasıl olduysa benim gözümüzden kaçmış. “Yahudiler neden İsral’in her yanına Gargat ağacı dikiyor?” sorusuna cevap vermiş. Sorunun cevabı bir hadis-i şeriften kaynaklanıyormuş: “Öyle ki Yahudiler taşların ve ağaçların arkasına saklanacak ama ağaç ve taş dile gelerek ‘Ya Müslim! Ey Allah (c.c.) kulu! Gel, bak benim arkamda Yahudi var, buraya gizlendi, benim arkamda, gel onu cezalandır.’ diyecek. Sadece ‘Gargat Ağacı’ bunu söylemeyecek, çünkü o Yahudi ağacıdır. (Kitab¬ul Fiten H. 2239)”

in yarattığı yıkımı ve mezhepçiliği kullanarak güçlendi.

zursuzluk eşlik ediyordu. Maliki rejimi, tıpkı Esad gibi, bu hareketi şiddet yoluyla ezdi. Gösterilerin son dalgası 2013 yılının Aralık ayında Felluce’de yenilgiye uğradı. Bundan bir ay sonra, IŞİD, kentteki bu gösterileri organize eden yerel komitelerle işbirliği yaparek Felluce’yi ele geçirdi.

Bu nedenledir ki, İsrailliler her tarafa konuşmayan ağaç dikiyormuş!

IŞİD nasıl yenilecek?

Prof. Dr. Osman Özsoy’un yapabileceği bir şey yok: “Bu kadar yalın bir gerçeklikle ifade edilen hadis-i şerif üzerinde ayrıca bir yorumda bulunma ihtiyacı duymuyorum. Her şey gayet açık ortada.”

IŞİD’in gerilemesinin kolay bir yolu yok. ABD ordusunun tüm gücüyle karadan işgal ettiği bir ülkede direniş örgütleyen militanların yarattığı bir yapı, askeri yöntemlerle, ABD’nin veya Rusya’nın bombardımanlarıyla yok edilemez. Tersine, uluslararası büyük güçlerin hedef alması, IŞİD’in destek bulduğu zemini güçlendiriyor. Üstelik, Ortadoğu’da şiddetin tarihi IŞİD’le başlamadı. IŞİD, karşısında kim olursa destekleyeceğimiz “büyük şeytan” değil. Bölgeyi bir asırdan fazla süredir kan gölüne çeviren Batı emperyalizmi asıl düşmanımızdır. ABD, İngiltere, Fransa ve müttefiklerinin Ortadoğu’dan kovulması, bölgedeki en küçük bir demokratik dönüşüm ihtimalinin önkoşuludur. IŞİD’in zayıflayıp yok olması ise Arap Baharı gibi bir dalganın yeniden başlamasıyla mümkün. IŞİD’i yenecek kadar güçlü bir toplumsal hareket, ancak böyle bir birleşik mücadelenin, emperyalizme ve diktatörlüklere karşı gerçek alternatiflerin ortaya çıkmasıyla inşa edilebilir. Bundan henüz 4 yıl önce Ortadoğu’nun 10 farklı ülkesinde sokaklara çıkarak kendi egemenlerini deviren on milyonlarca işçi, bu konudaki tek müttefikimizdir.

Gelelim Konya’ya. Seçimler sırasında imzasız bir bildiri Konya’nın her tarafına dağıtılmış. Bildiride şöyle deniyor: Beyrut’ta IŞİD’in saldırısında yaşamını yitirenlerin aileleri acılı ve öfkeli.

ARAP BAHARI’NIN DÜŞMANI IŞİD’in tüm bölgelerde karşıdevrimin güçlendiği dönemde palazlanması bir tesadüf değil. Örgüt, Suriye Devrimi’nin bir parçası olmadığını, ayrı bir ajandası olduğunu açıkça ilan ediyor. Uzunca bir süredir, Baas rejiminden çok daha fazla oranda Suriyeli muhalif gruplarla ve Kürtlerle çatışıyor. Rejimin değil diğer demokratik güçlerin elindeki bölgeleri ele geçirmeye çalışıyor. Yönettiği yerlerde en ufak bir muhalefete dahi tahammül göstermiyor. Tüm bu özellikleriyle, emekçi sınıfların ayaklanmasını ezen baş aktörlerden biri.

“HDP logosunun Yahudilerin kutsal ağacı gargat ağacına benzemesi akıllarda soru işaretleri oluşturdu. BDP’nin de logosunda aynı ağaç figürünün kullanılması dikkatlarden kaçmadı. HDP logosunun içinde parlayan yıldızın da ağacın meyvesine benzemesi bir diğer dikkat çekici nokta oldu.” Bildiride Hasan Celal Güzel’den de alıntı yapılmış: “HDP’nin arkasında Yahudi locaları da vardır, MOSSAD da vardır.” Demek ki ne olmuş? Hem haziran hem kasım seçimlerinde olağanüstü zorlu koşullara rağmen HDP’nin barajı aşmasıyla sadece Kürt hareketi değil, Yahudiler de Türk devletine çok güzel bir gol atmış.


8

GELENEK Auschwitz toplama kampında Nazilerin esiri Yahudi çocuklar.

FAŞİZM NEDİR? MELTEM ORAL

Mücadele içerisinde neyi, nasıl tanımladığımız önemlidir. Çoğu zaman tanımlamalar kitabî tartışmalardan ibaret sanılır. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin tarihinde, faşizmi yanlış tanımlamanın, yanlış bir faşizm analizine sahip olmanın bedelinin ne kadar ağır olduğuna dair örnekler mevcut. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazileri iktidara getiren veya İspanya’da General Franco’nun zafer kazanmasını sağlayan süreçler Stalinist soldaki hatalı faşizm analizlerinin ürünleri oldu. Kısaca faşizmin ne olduğunu doğru kavramak, ona karşı doğru bir mücadeleyi inşa edebilmek için önemli. Faşizmi yenmek için onun ne olduğu konusunda net olmalıyız. Her yer faşist, her şey faşizm mi? Ne yazık ki Türkiye’de faşizm konusunda yaygın bir kafa karışıklığı var. Bazı sosyalist çevrelere göre devlet zaten faşist, 12 Eylül döneminde faşizm yaşandı ve AKP de faşist bir parti. Üstelik ‘biz zaten AKP’ye propaganda olarak faşist diyoruz’ diyenler bile var. Seçimlerin ardından mücadeleyi ve mücadelenin güçlü yanlarını görmeyen karamsarların, karamsarlıklarını politize etmeye çalışmalarının bir ürünü olarak yeniden ‘faşizm ilanı’ modası nüksetti. Ancak faşizm birkaç yılda bir kurulup sonra giden bir rejim olmadığı gibi, her devlet baskısını ve otoriterizmi açıklamamızı sağlayan bir maymuncuk da değil. Özgürlüklere ve demokratik haklara yönelik her saldırıya faşist demenin en büyük yanlışı, gerçek faşist tehlikeyi küçümsemeye, görmezlikten gelmeye neden olması. Gerçek faşist tehlikeyi görmek isteyenler MHP’yi ve Ülkü Ocaklarını aklından çıkarmasın. Faşizm konusunda yaygın olan hatalı görüşler sınıfsal analizden yoksun, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki mevcut ilişkileri açıklamaktan uzak, dolayısıyla da bu ilişkiden bağımsız bir siyasi mücadele alanı olduğunu varsayan görüşler. Oysa sınıf içeriği olmayan analizler dünyayı açıklamaya yetmiyor. Faşizm protesto hakkının engellenmesi, polis şiddeti, demokratik hakların kısıtlanması gibi otoriter eği-

limlerden ibaret değildir. Bu sayılanlar dünya üzerindeki her devletin sermayenin çıkarlarını korumak uğruna, mücadeleye karşı kullandığı yöntemlerdir. Devlet şiddeti yaşadığımız kapitalist sisteme içkindir. Faşizmin ayırt edici özelliklerinden biri kitle hareketi olmasıdır. İşçi sınıfının yıllara dayalı mücadelesinin kazanımı olan kurumları, örgütlülüğü dağıtmaya, parçalamaya yönelik mobilize olan, işçi sınıfını sindirmeye çalışan ve bunu başararak yükselen bir kitle hareketidir. Bugün bir kısmının 7 Haziran’da HDP’ye oy verdiği AKP seçmenini faşizmin kitle tabanı olarak tarif edenler, teoriyi eğip bükmekle kalmıyor, işçi sınıfının sindirilmiş olmadığını görmezden geliyor. Faşizmin zaferi işçi sınıfının mutlak bir yenilgisiyle mümkün. Böylesi bir tarihsel yenilgi döneminde değiliz. Faşizm ve sermaye Faşizm tarihte hiçbir zaman sadece seçim yoluyla bir ülkede iktidarı almadı. Faşist partilere güç veren şey kriz içindeki egemen sınıflar olmuştur. Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarında bir krizin ifadesidir. Faşist bir rejimin kurulması böyle bir buhran koşullarında, aşağıdan kitle terörü yoluyla, işçilerin siyasal ve sosyal gücünün kırılması anlamını taşır. Böylece artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarında sermayenin çıkarlarından yana radikal bir dönüşüm baskı ve şiddet aracılığıyla sağlanmış olur. Faşizmin sınıfsal işlevi budur. Sermaye lehine bu sınıfsal işlev, faşistlerin sermaye sınıfı dışında insanlar arasında destek görmediği anlamına gelmiyor. Faşist hareketlerin tabanı, kriz dönemlerinde kolektif mücadele yeteneğine sahip işçi sınıfı gibi daha geniş bir toplumsal gücün parçası olmayan kesimlerden oluşur. Faşizm siyasal alana sermayenin çıkarları lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de diğer yandan özellikle kapitalist kriz koşullarında küçük burjuva ya da kısmen de olsa proleter kitlelerin tepki ve öfkelerini yansıtan bir kitle ha-

reketidir. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan faşist kitle terörü, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, hâkim sınıf için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak egemenliğinin ciddi bir tehdit altında olduğu çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir. Bugün Türkiye sermaye sınıfının bu kumarı oynamaya cesaret etmesini gerektirecek bir ‘tehlike’ altında olduğunu söylemek pek mümkün değil. AKP neoliberal ve otoriter bir iktidar. Patronların çıkarlarını kollayan, demokratik kazanımları gasp etmeye çalışan ve bugün devletin Kürt halkına yönelik savaş politikalarına liderlik eden bir parti. Milliyetçiliği kışkırtan ve 1 Kasım’da MHP’nin tabanından da oy almış olan bir parti. HDP’den geri giden oylar AKP’yi Kürt halkının partisi yapmadığı gibi, MHP’den gidenler de faşist parti yapmadı. 13 yıllık iktidarın getirdiği gücün araladığı rant ve ikbal kapısı, özellikle Anadolu illerinde AKP’nin ülkücülerden veya alperenlerden de kadro devşirmesini sağlıyor. Türkiye sağının kendi içindeki rekabette geçmişte de benzer deneyimler mevcut. Osmanlı Ocakları çok açık ki bu rekabetin bir ürünü olarak kurulmuş. Osmanlı Ocakları ülkücülerin 60’lı yıllardan bu yana kemikleştirdiği paramiliter örgütlenme modelini devralmaktan ziyade, eğreti bir Osmanlı anlatısıyla, yönetici tabakaya yakın olarak bolca kaymak yenilebileceği vaadiyle bu rekabete katılıyor. Osmanlı Ocakları’nın sağdaki gençlik tabanını nasıl bir motivasyonla örgütlemeye çalıştığını izlemeye devam etmek gerekir. Demokratik haklarımıza yönelik her saldırıya ve savaşa karşı mücadele etmek zorundayız. Ancak kazanmamız için gerçekliği bulandıran karamsarlığa karşı, teorik netlik çok önemli. AKP’yi yenmek ona oy veren işçi sınıfını, özgürlüklerden, barıştan, demokrasiden yana olan anti kapitalist bir mücadeleye kazanarak mümkün.


SINIF MÜCADELESİ

İŞÇİLERİN DÜŞMANI, PATRONLARIN DOSTU Çalışma hayatı uzmanı Serkan Öngel'in araştırması,

AKP'nin neoliberal politikalarının sonucunu açıkça gözler önüne seriyor. Türkiye'de şirketler, kâr oranları açısından Avrupa ülkeleri arasında 1. ligin açık ara lideri. Asgari ücretteyse Türkiye, Avrupa’da 3. ligin en altlarında yer alıyor. Öngel, asgari ücretin önemini şöyle anlatıyor: “Türkiye’de çalışanlar açısından asgari ücret dışında başka bir koruma yok. Bu nedenle asgari ücret kritik bir öneme sahip. Sendikalı olup toplu sözleşme hakkından faydalanan insanların sayısı Türkiye’de son derece sınırlı. Geriye çalışanlar açısından alt ücret limiti olarak asgari ücret kalıyor. Bu ücret çalışanların bir sigortası. Toplu pazarlık imkânı yaygın olsa işçi kendisini sermaye karşısında konumlandırıp kendisini güvenceye alabiliyor ama bu şansı yoksa

elindeki tek koruma alanı asgari ücret.”

Öngel ayrıca “Asgari ücret bugün bir geçinme ücreti değil. Asgari ücretle kimse geçinmiyor, herkes ek uğraşlarla hayatını idame ettirmeye çalışıyor” diyor. AKP, 7 Haziran seçimleri öncesinde, asgari ücretin yükseltilmesini talep eden muhalefet partilerini patronlara şikâyet etmişti. Sonra, “iş çevrelerinin tepki göstermemesi üzerine” kendisi de 1 Kasım seçimlerinden önce vaat olarak 1300 TL asgari ücret önerdi. Tayyip Erdoğan, G-20 zirvesinde “Fakirleri tahrik etmeyelim” diye konuştu. Asgari ücret insanca yaşamaya yetecek bir düzeyde olmalı. Bunun için ilk etapta 2000 TL’ye çıkartılmasını talep edecek birleşik bir işçi mücadelesine ihtiyacımız var.

İŞYERLERİNDEN HABERLER n Metal grevlerine katılan fabrikalardan Delphi’de işçiler, fazla mesai dayatmalarına ve servislerin gönderilmemesine karşı üretimi durdurdu. n Birçok ilden Ankara’ya gelen taşeron kamu çalışanları, kadroya alınma talebiyle eylem yaptı.

karşısında lokavt kararı aldı. İşçiler lokavt kararını tanımıyor. n 3 aya yakın süredir direnişte olan IFF Aroma işçileri, fabrikanın önünde kararlılıkla mücadelelerini sürdürüyorlar.

n 6 aya yakın süredir direnen Serapool işçileri, işe iade talebiyle açtıkları ve işverenin açtığı davalar öncesinde Kartal Adliyesi önünde basın açıklaması yaptı. n İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan taşeron işçiler, Monoblok binası önünde bir basın açıklaması düzenleyerek 1 Kasım seçimleri öncesinde kendilerine verilen sözleri hatırlattı. n 15 Ekim 2015 tarihinden bu yana grevlerini sürdüren GAMAK Motor işçilerinin taleplerini yerine getirmek istemeyen GAMAK patronu grev

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

LEYLA ZANA GÜNDEMİ HEP İŞGAL ET LÜTFEN Leyla Zana’nın sivil itaatsizliği, savaşı dayatanların sırtını yasladığı 12 Eylül anayasasının hiçbir meşruiyeti olmadığını ortaya koyarken, yeni anayasa tartışmalarını ezilenlerin cephesinden başlattı. Zana’nın anadili Kürtçe’ye itiraz edebilen neredeyse yok. Irkçı Baykal bile kükreyemiyor.

n Küçükçekmece’de sigorta primlerinin gerçek ücretler üzerinden yatırılması ve işten çıkarılan arkadaşlarının geri alınması için mücadele eden Bay Tex nakış işçileri, polis baskısına karşı da direniyor. n Ankara’da Gazi Üniversitesi Hastanesi’nde, Türk Sağlık Sen üyesi hemşireler, fazla mesai ve iş yükünü protesto etmek için yarım gün iş bıraktı. n İşten atılan Arçelik-LG işçileri, Gebze Adliyesi önünde eylemdeydi.

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞÇİ SINIFINA GÜVENMEK GEREKİR Karamsarlığa yer yok. İşçi sınıfı ölmüş değil. İşçi sınıfının kitlesel eylemine güvenmek, bu eylemin açığa çıkmasına yardımcı olmak gerekir. İşçi sınıfı her zaman mücadele eder, kendine güvendiği ve örgütlü olduğu ölçüde mücadeleyi ilerletir, genişletir. Seçim sonrası bazı sol kitleleri -ki bu kitlelerin karşı devrimci ilan etti. kesimlerinin işçi sınıfına bir göstergesidir.

kesimler AKP’ye oy veren önemli bir kesimi işçilerdirBu bakış açısı, solun bazı ne kadar yabancılaştığının

İşçi sınıfına mensup olmak bir ideolojik tercihin ötesinde somut maddi bir durumdur. Bizzat günlük yaşamın maddi koşulları işçi sınıfını potansiyel olarak kolektif kararlar veren, kendi içinde rekabet etmeyen, sömürmeyen, eşitlikçi bir sınıf haline getirmektedir. İşçi sınıfı maddi koşulları gereği kapitalizmi yıkabilecek özelliklere sahip tek sınıf olduğu için, sosyalizm işçi sınıfının eseri olacaktır. Birkaç yıldır işçi sınıfı içinde mücadeleci bir damar gelişme gösterdi, özellikle Gezi direnişinin sınıfı cesaretlendiren bir etkisi oldu. Son yıllarda pek çok iş yerinde ortaya çıkan küçük direniş eğilimleri çeşitli başarılar elde etti. Özellikle güvenlik, market, depo, çağrı merkezi sektörlerinde işçiler örgütlendiler, haklarını aradılar. Maden işçileri, inşaat işçileri can güvenlikleri için direnişler gerçekleştirdiler. Metal işçileri sarı sendikalara karşı mücadele ettiler. Taşeron işçiler pek çok işyerinde sendikalara üye oldular. Kayseri’de Boydak işçileri günler süren direnişler yaptılar. Antep’te, Yozgat’ta işçi direnişleri oldu. Ama tüm bu direnişlerle dayanışma göstermekte çok cılız kalındığı halde seçimlerden sonra bazı sol kesimler, AKP’ye oy verdikleri gerekçesi ile işçileri nankörlükle suçladı.

n İzmir’de Buca Seyfi Demirsoy Devlet Hastanesi’nde sağlık emekçileri, sağlıklı ve kaliteli yemek için iki günlük boykot gerçekleştirdi.

Hâlbuki devrimcilerin görevi en önemsizinden en büyüğüne tüm işçi mücadelelerinin içinde yer almak, bu mücadelelerde yer alanların bir devrimci partide birleşmesini sağlamak ve bu parti aracılığıyla mücadeleyi yaymaya, genelleştirmeye çalışmaktır.

n Sivas Demir Çelik İşletmeleri'nde (SİDEMİR) çalışan ve 4 aydır ücret alamadıkları için bir süredir gösteri yapan ve polis terörüyle karşılaşan Hak İş üyesi işçilerden bazıları, bir iş merkezinin çatısında eylem yaptı.

İşçi sınıfının her hangi bir seçimde her hangi bir partiye oy vermesi onun devrimci özelliklerini ortadan kaldırmaz. İçinde bulunduğumuz dönemde her küçük direnişi büyütmek, direnişleri öne çıkartmak, direnişlerle dayanışmak çok önemlidir. Her direniş, işçi hareketinin bir birikimi olarak görülmelidir.

Silvan’da, Cizre’de, Nusaybin’de halk direnirken, Zana Kürt halkının eşitlik ve onurlu barış çığlığını batıdaki emekçilerin demokratik anayasa isteğiyle buluşturdu. 2010 anayasa değişikliği referandumundan çıkan sonuç, 12 Eylül anayasasının, başta Kürtler ve ezilen tüm halklar üzerindeki ulusal baskı olmak üzere tüm yasa ve uygulamalarına son verilmesiydi. Beş yıl oyalandık. Kürt halkı neredeyse 100 yıldır oyalanıyor. Evlatları cephede savaşa gönderilen, üç kuruşluk ücretlerinden kesilen vergilerle bomba alınan, “milli güvenlik” bahanesiyle grevleri yasaklanan, barış mitingleri bombalanan Türkiyeli emekçiler de.

AKP ve CHP, rejimin özüne sadakati ifade ırkçı yeminin arkasında duramıyor ve değişebileceğini söylüyor. Bir tek ülkücü faşistler darbe anayasası gibi ırkçı yeminin de olduğu gibi kalmasından yana.

İşçi sınıfı için en kötü burjuva demokrasisi, diktatörlükten iyidir. Birleşip örgütlenmenin koşulları varolduğu sürece devlet tarafından daraltılan demokrasinin sınırlarını mücadele ile genişletebiliriz. Fakat en iyi burjuva demokrasisinde bile ücretli kölelerden başka bir şey değiliz.

AKP’nin işe geri aldığı özel harekatçıların terörüne karşı

Demokrasi en çok emekçi sınıflara lazım. Üretenlerin

öz örgütlenmeleriyle doğrudan demokrasisi sosyalizmin kalbidir. Kürdistan’a barış gelmeden Türkiye’de demokrasinin sınırları genişletilemez. Türkiye, Irak’ta ve Suriye’de Kürtlere karşı savaştığı sürece, temel insan ve yurttaşlık haklarından uzak, fakirlik ve şiddet dolu bir yaşamı mahkum edileceğiz. Kalıcı barış, Türkiye işçi sınıfının ihtiyacıdır. Kürt halkı özgürleşirse, büyük sorun ortadan kalkacak, milliyetçilik zayıflayacak, Türkiyeli emekçiler Türk kapitalistlere karşıı karşıya gelebilecektir. Bazıları Zana’yı “20 yıl öncesine dönmekle” eleştiriyor. Türkçe ile eşit kabule edilmeyen yasaklı anadiliyle onurlu ve kalıcı barış isteyen, Türkiye’de yaşayanların Türklerden ibaret olmadığını batıdakilere anlatan Leyla Zana’nın sivil itaatsizliği 90’lara asla dönmeyeceğimizi de kanıtladı. Demokratik, özgürlükçü, Kürtlerin eşitliğini ve özerkliğini tanıyan yeni anayasa hemen şimdi!


10 SOSYALİZM

BREZİLYA: SOLUN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ VE HAYAL KIRIKLIĞI

TOPLANTI DUYURULARI KADINA YÖNELİK ŞİDDETİ NASIL DURDURACAĞIZ?

26 Kasım Perşembe 19:00 BEYOĞLU Konuşmacı: İdil Ügüt İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 Beyoğlu

KADIKÖY Konuşmacı: Ayşe Demirbilek Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3 2013’te Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası - Fifa karşıtı protestolara, on binlerce öğrenci ve işçi katılmıştı. ATİLLA DİRİM

İki yıl önce toplu taşım araçları ücretlerinde gidilen fiyat artışlarına karşı ortaya çıkan sosyal bir hareket, Başkan Dilma Rousseff'e yönelen sağcı bir harekete dönüştü. İşçi Partisi'nin politikalarının yarattığı hayal kırıklığıyla bu sağcı hareketin yükselişi arasında yakın bir ilişki var. 2013 yılının Haziran ayından bu yana Brezilya'da daha önce görülmedik büyüklükte gösteriler yaşanıyor ve halkın sol İşçi Partisi'ne (PT) karşı duyduğu hoşnutsuzluk giderek büyüyor. Sosyal haklarda yapılan kesintiler ve birbirini izleyen yolsuzluk skandalları, kalabalık halk kitlelerini sokağa dökmüş durumda. İşçi Partisi, büyük bir politik krizin tam ortasında bulunuyor. 2014 ve 2015 yılları arasında sağ partiler ve örgütler gösterilerin liderliğini ele alarak, bunlara milliyetçi ve muhafazakâr bir kimlik kazandırmaya başladı. İşçi Partisi'nin iktidarı ve çıkmazı İşçi Partisi iktidara çok geniş bir ittifak şeklinde gelmiş ve bunu sağlayabilmek için de programında çok ciddi değişiklikler yapmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucu olarak da parti büyük şirketlerin, toprak sahiplerinin, tarım endüstrisinin temsilcilerinin yer aldığı bir ittifaka dönüştü. Bu bileşenlerin neredeyse tümü bugün çeşitli bakanlık koltuklarında oturuyor, bu da farklı çıkar çatışmalarının

ve gerilimlerin yaşanmasına neden oluyor. İşçi Partisi'nin iktidarı döneminde özellikle konut yapımı, kira yardımı gibi sosyal alanlarda hatırı sayılır ilerlemeler kaydedildi. Ancak bunlar kalıcı reformlar haline getirilemedi ve hükümetin bugün içinde bulunduğu durumun bir sebebi, gerçek reformları bir türlü uygulamaya koyamıyor olması. Hükümetin kısmen bunun bedelini ödediği söylenebilir. Topraksızlar Hareketi olanlara nasıl bakıyor?

(MST)

Brezilya'da büyük toprak sahiplerine ya da devlete ait büyük çiftliklere el koyarak işletmeye başlayan, bunları yaparken farklı altyapılarla yeni bir sosyal hayatı da örgütlemeye başlayan bir hareket olan Topraksızlar Hareketi açısından, İşçi Partisi'nin tarım reformları ya da yerleşim politikaları eski devlet başkanı liberal Collor'un uygulamalarından bile daha kötü. Eski başkan Lula da Silva ve onun halefi Dilma Rousseff, ihracat için tarım ve madenciliği desteklediler. Brezilya'da soya, mısır ve şeker pancarı gibi ihraç maddelerinin üretimi üzerine yoğunlaşıldı. İşçilerin ve Topraksızlar Hareketi'nin toprak ve tarım reformuna ilişkin talepleri, İşçi Partisi tarafından dikkate alınmadı. 2013'ten sonra protestolar nasıl gelişti? 2013 yılında yaşanan gösterilerin

talebi, kısa mesafe toplu taşım ücretlerine yapılan zamların geri alınmasıydı. On binlerce kişinin sokağa dökülmesinin ardından hükümet yine de işçilerin taleplerini dikkate almadı ve toplu taşım ücretlerini indirmek yerine, kamu harcamalarında kısıtlamaya gitti. İşçilerin ve yoksulların durumu giderek daha da kötüleşmeye başladı. Özellikle yolsuzluk skandallarının patlamasından sonra gösterilerin liderliği kısa sürede sağcılar tarafından ele geçirildi ve protestolar orta sınıfın gösterilerine dönüştü. Bu elbette sağın değil, toplumun genelinin ilgilendiği bir mesele. Bu sloganın öne çıkartılması, devlet başkanına zenginlerin ve orta sınıfların çıkarlarına daha fazla boyun eğmesi için baskı yapma amacını taşıyor. Bu baskıların sonuçları alınmaya başlanmış durumda. Dilma hükümeti başta sağlık, madencilik ve enerji olmak üzere tarım ve hayvancılık, teknoloji ve inovasyon, turizm gibi bazı bakanlıklarda şirketlerle giderek daha fazla siyasi ittifak içine giriyor. Brezilya'nın tümüne yayılmış olan gösterilere katılanlar, hiçbir siyasi partiye bağlı olmadıklarını, hatta partiler üstü olduklarını ifade ediyorlar. Ancak öne çıkardıkları sloganlar muhafazakâr karakterde, örneğin kürtaj hakkına karşı sloganlar da öne çıkıyor. Brezilya Sosyal Demokrat Partisi (PSDB) gösterilerin liderliğinde önemli bir

rol oynuyor. Solun durumu nedir? Şu anda Brezilya'da sol derin bir parçalanmışlığın içinde. İşçi Partisi'nin izlediği politikalar derin bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. 2015 yılında Brezilya Halk Cephesi adında bir oluşum hayata geçirilmeye çalışıldı. Bu cephe çeşitli hareketleri, partileri ve sendikaları bir araya getirmeye çalıştı. Başlangıçta en önemli bileşenleri İşçi Partisi ile Sosyalizm ve Özgürlük Partisi (PSOL) olmasına karşın, PSOL bir süre sonra işçilerin çıkarlarını savunmayı hedeflemeyen güçlerin etkinliklerini gerekçe göstererek cepheden ayrıldı. Cephenin içinde çok sayıda sosyal hareket de yer alıyor. Özellikle konut sorunuyla ilgilenen hareketler, Sosyal Hareketler Merkezi (CMP), Topraksızlar Hareketi (MST) ve bazı sendikalar da cepheye katılmış durumda. Ancak İşçi Partisi'nden kopamıyor oluşu, cephenin başarısının önündeki handikaplardan en büyüğünü oluşturuyor. Brezilya'da 2018 yılında genel seçimler yapılacak. Bu seçimlerde ezilenleri, yoksulları, işçileri, topraksız köylüleri bir araya getirebilen, konut, sağlık, ulaşım, atık su, eğitim gibi temel sorunları politikasının merkezine koymayı hedefleyen yeni bir hareket, solu yeniden kitlelerin nezdinde eski saygınlığına kavuşturabilecek bir yükselişin anahtarı olabilir.

ŞİŞLİ Konuşmacı: Yıldız Önen Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey

ÜSKÜDAR Konuşmacı: Meltem Oral Daimler Pastanesi Tunusbağı cd. no:46

NEOLİBERALİZME KARŞI MÜCADELE

27 Kasım Cuma 19:00 FATİH Konuşmacılar: Esra Argış - Mehmet Dağ Ehibbâ Cafe, Haydar Bey Cad SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171


AKTİVİZM

ÇEVRE DEĞİL SİSTEM SORUNU ANIL YÜKSEL

Küresel iklim değişikliğine yol açan başlıca etkenin havadaki karbon miktarı olduğunu, atmosferde tutunan karbon miktarı arttıkça, gezegenden yansıyamayan güneş ışınlarının yarattığı sera etkisiyle ısınan yer kürenin küresel ısınma yaşadığını biliyoruz. Yıllardır havadaki karbon miktarının 350 ppm üzerine çıkmaması gerektiğini, bunun önemli bir eşik olduğunu vurguladık ve hükümetleri fosil yakıta dayalı enerji politikalarından vazgeçmeye çağırdık. Bugün geldiğimiz noktada, havadaki karbon miktarı 400 ppm’i aştı.

11

ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş

İŞÇİ HAKLARINA SALDIRACAKLAR AKP 1 Kasım seçiminin hemen ardından ekonomi programını oluşturmak için harekete geçti. Bu ekonomi programının içeriğini, seçimler nedeniyle hayata geçirilemeyen ve biriken ekonomik hamleler belirleyecek. Türkiye’de sermaye çevreleri biriken tüm başlıklarda hükümetin hızlı davranmasını istiyor. Bu başlıklardan en önemlisi, 657. sayılı kanun. Bu kanun kamu alanında istihdam edilen personelin çalışma koşullarını düzenliyor. Hükümet çevrelerinde alttan alta bu kanunla ilgili tepkilerin biriktiği yönünde mesajlar yayılıyor. Amaç, kamu çalışanlarının bu kanunla güvence altına alınan bazı temel haklarını budamak.

Coşku içinde karbon salımı Bunun etkileri ve önümüzdeki yıllarda yaşanacakların tahmini hiç güzel bir tablo çizmiyor bizlere: 2030 yılına kadar deniz seviyesinin 3 metre yükseleceği, kuraklık, gıda krizi ve göçler sebebiyle 100 milyon kişinin fakirleşeceği ve bir o kadarının sıtmaya yakalanacağı, 2050’li yıllarda yaşanabilir alanların %70’inin sular altında kalacağı, 200 milyon insanın iklim değişikliği sebebiyle göç edeceği, yüz yılın sonunda 4 derece sıcaklık artışının olacağı uyarıları bugünlerde gündemde yer bulabiliyor.

Hükümetin budamak istediği hakların başında iş güvencesi geliyor. Hükümete yakın bir gazeteci olan Abdulkadir Selvi, “Devlet personel rejimi köklü şekilde gözden geçirilecek. Kamu çalışanlarının özlük hakları, statüsü, performans ile birlikte değerlendirilecek.” diyerek özlük haklara yönelik tehdidin bir hayal olmadığını kanıtlıyor.

Geçtiğimiz hafta içinde Dünya Meteoroloji Örgütü ve NASA, havadaki karbon miktarının 400 ppm’i aştığını bir kez daha dile getirdi. Bu konuyu gündemde daha fazla görür olsak da, iklim değişikliğine dair hala somut bir adım yok. Bütün gözler Aralık ayının başında, -hedefi küresel büyümenin %2 oranında artırılması olan G20 zirvesinden yalnızca 2 hafta sonra- Paris’te düzenlenecek olan BM İklim Değişikliği Paneli’nde. Bu panelden bir çerçeve sözleşme çıkması öngörülüyor. Fakat şunu unutmayalım ki, olası bir sözleşme, 2020 yılından itibaren yürürlüğe girecek. Küresel büyüme hedefindeki lider ekonomiler, en azından 2020 yılına kadar coşku içinde havaya karbon salmaya devam edecekler.

Konuyla ilgili yazılar yazan (Ahmet Ünlü, Yeni Şafak) bir başka gazeteci, “Personel sistemini, verimliliğe bağlamaya çalışan düzenlemelerin başarılı olamayışı ve verimlilik unsuru olarak düşünülen maaş kalemlerinin sabit hale getirilmesi. (...) Personel sisteminin verimliliği teşvik edici yönünün olmayışı.” diyerek, hükümetin 657. sayılı kanunda yapmayı hedeflediği değişikliklerin özüne parmak basıyor. Bu öz, çalışanların verimsiz olduğu ve verimsizliğin cezalandırılmadığı yönündeki bir imâyla elele gidiyor.

Karboncu G20

Hesabı kapitalistlerden sormalıyız

Ne ilginçtir ki, iklim değişikliğinden en az endişe duyanlar, iklim değişikliğine en fazla katkısı olanlar. Havaya salınan karbon miktarında Çin, 10 milyar ton karbonla tüm dünyada zirvede bulunuyor. Çin’i, 5,5 milyar tonla ABD izliyor. AB’de bu sayı 3,8 milyar ton. Türkiye ise, havaya bıraktığı 300 milyon ton karbonla basamakları hızla çıkıyor ve bu da onu ilk 20 ülke arasına sokmayı başarıyor.

Aslında denklem çok basit; küresel iklim değişikliğini tetikleyen şey, havadaki karbon miktarı. Havaya bu denli karbon bırakan ülkeler ise, G20 ülkeleri. Buradan gayet iyi anlıyoruz ki, iklim değişikliği konusunda ilk hesap sormamız gerekenler dünyayı yönetenler, dünyanın en büyük ekonomileri, kapitalistler.

Rekabete dayalı kapitalist sistem içerisinde birbirleriyle yarışan ülkeler ekonomik kalkınmadan başka bir şey düşünmüyor. Bu kalkınmayı da fosil yakıta dayalı enerji politikalarıyla gerçekleştiriyorlar. G20’yi oluşturan ülkelerin hemen hepsinin havaya en fazla karbon bırakan ülkeler olması bu ekonomilerin nasıl bir politika üzerine kurulduklarını gösteriyor.

İklim değişikliği kapitalizmden bağımsız bir olgu hiç değil.

İklim değişikliği sıradan bir “çevre” meselesi değil.

İklim değişikliğine karşı mücadelenin yolu tam da kapitalistlere karşı verilecek mücadeleden geçiyor. İklim değişikliği bizim için bir sorunsa, ona sebep olan kapitalizmi yıkmak birincil hedefimiz olmalı.

20 YAŞINDA! dayanışma gecesi

Dj TT

27 Kasım 2015 saat 20.00 Araf Cafe & Bar Hüseyinağa Mahallesi, İstiklal Caddesi, Balo Sokak, Kat 5, No 32, Beyoğlu

Kanunda yapılması öngörülen değişikliklerden birisi de şöyle özetleniyor: “Hizmet alımı usulü ile yaptırılacak birçok hizmetin memurlara yaptırılması.” Bu alanda yapılacak değişiklikle, özetle taşeronlaştırma daha etkin bir şekilde devreye sokulmak isteniyor. Hükümetin personel rejiminde değişiklik yapmak isterken işçi haklarına ne kadar düşman olduğunu gösteren ise sendikaların hedef tahtasına koyulduğunu gösteren şu başlık: “Oluşan kamu zararının sendikalara fatura edilmemesi nedeniyle memurların fiili grevinin önüne geçilemeyişi.” Kanun değişikliğiyle, çok açık ki kamu çalışanlarının zaten yasakçılığa ve devlet şiddetine maruz kalan sendikal örgütlenmesine ve grev hakkına yönelik ciddi bir hazırlık var. Son olarak Abdulkadir Selvi “Kamu çalışanlarının özlük hakları, statüsü, performans ile birlikte değerlendirilecek.” dedikten sonra Kıdem Tazminatı’yla igili de şunları söylüyor: “Bu konu, iş güvencesi ile birlikte ele alınacak. Fon sayesinde özel tasarruflar da artırılacak. Halen sınırlı sayıda işçinin ulaşabildiği kıdem tazminatından sigortalı tüm işçilerin yararlanmasının yolu açılacak.” Uzun süredir işçilerin Kıdem Tazminatı hakkı AKP tarafından iştah kabartan bir başlık. 1 Kasım seçimlerinde elde ettiği başarı, AKP liderliğine egemen sınıf adına işçilere yönelik kapsamlı bir saldırıya girmek için cesaret vermiş gibi görünüyor. AKP’nin ilk hedefi kamu çalışanları. Saldırılara karşı şimdiden hazırlanmak zorundayız. Birleşik mücadeleyi her an örgütlemek için hemen kolları sıvamalıyız.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

KADINA ŞİDDETE SON! 25 Kasım günü, 1999 yılında Birleşmiş Milletlerin kararı ile Dünya’da Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslarası Dayanışma günü olarak kabul edildi. Ancak bizler için mücadelenin miladı 1960’da Dominik Cümhuriyetinde diktatörlük karşıtı Mirabel kardeşlerin eşlerini cezaevinde ziyaretinden sonra öldürülmesi sayılabilir.

MEMLEKETTE KADIN MANZARALARI n Kadın cinayetlerinde henüz yıl bitmeden 2014’ün sayılarını geride bıraktık. 2014’de öldürülen kadın sayısı 306 iken 2015’in ilk 10 ayında bu sayı 346 olarak belirlendi. n Türkiye’de kadınların %38’i hayatları boyunca cinsel ya da fiziksel tacize uğruyor. n Eğitim durumu da sanıldığı gibi manzarayı değiştirmiyor. Üniversite mezunu ya da eğitimli çalışan kadınlar arasında da şiddet ve tacize uğrama oranı %75. Kadınlar çalışma alanlarında da şiddet ve tacizden payını almaya devam ediyor. n Kadınların %10’u çocuklukta aile bireylerinin ya da komşuların tacizine maruz kalıyor ve evlendikten sonra da bu manzara değişmiyor. Evli kadınların arasında cinsel şiddet oranı % 12, şiddete uğrama oranı ise % 36 olarak kayıtlara geçildi. n Burada bulunan veriler dernek, vakıf, çeşitli STK ve ulaşılabilen resmi rakamlardan oluşuyor. Ancak bunları değerlendirirken kadınların sadece %11’inin resmi şikayet yollarına başvurduklarını ve kadınların sadece %44’ünün şiddet olaylarından bahsediyor olduklarını unutmamak gerek.

1500-1800 yılları arasında kocaların ölçülü azap hakkı olan günlerden bugüne kadınların hem kendi bireysel hayatlarını hem toplumsal hayatı dönüştürdüğü, ama en önemlisi de kapitalizmin üzerinde yükseldiği ayaklardan biri olan cinsiyetçiliğe büyük ve onarılmaz yaralar açtığı açık. Toplumun kapitalizmin can damarları olan milliyetçilik, cinsiyetçilik gibi kavramları tartışmaya başladığı bugünler ise bize daha fazlasını talep etmek, mücadele etmek ve kazanmak için daha fazla olanak sunuyor. Tüm olumsuz gibi görünen istatistik ve tablolara rağmen bunu ortadan kaldıracak olan birleşik ve kararlı bir mücadele mümkün.

n Geçen yıl sadece kayıtlara geçen kadına yönelik şiddet olayı sayısı 575.

DÜNYA’DA KADINA YÖNELİK ŞİDDET n Dünya’da her 4 aileden birinde şiddet olayları yaşanıyor. Her 4 kadından biri aile içinde şiddete maruz kalırken oran erkekler arasında her 6 erkekten biri olarak belirtiliyor. Yani yine aile şiddetin ilk üretim alanı olarak karşımıza çıkıyor.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİ DE ÖZGECAN YASASINI DA FAZLASINI DA KAZANACAĞIZ! Kadına yönelik şiddet ile ilgili olarak yaptırımı olan hükümler içeren ilk uluslararası sözleşme olan, 2011’de Türkiye’de imzalanması nedeni ile İstanbul sözleşmesi adını alan ve 2014 Ağustos ayında yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi net ve bağlayıcı hükümler içermekte ve Özgecan cinayetinden sonra ortaya çıkan, tahrik indirimi, iyi hal vb maddelerin kaldırılması gibi talepler içeren Özgecan yasası gibi kabulunu beklediğimiz yasal düzenlemeler arasında. Somut olarak İstanbul sözleşmesinde belirtilen;

n Eski/şimdiki eş/partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet aile içi şiddet sayılır.

n İster kamusal ister özel alanda meydana gelsin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik acı veya ıstırap veren/verebilecek olan cinsiyete dayalı her türlü eylem ve tehdit, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma kadına yönelik şiddet sayılır.

n Kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde namus değerleri herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmaz.

n Cinsiyetten dolayı maruz kalınan şiddet, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet sayılır. n Tehdit veya zorlama yoluyla kişinin psikolojik bütünlüğüne zarar verenler de şiddet göstermiş sayılır. n Cinsel şiddet, rıza gösterilmeden yapılan cinsel eylemlerdir.

n Suçun, eş, önceki eş, partnere karşı işlenmesi ya da tekrarlanması halinde ceza artırımı sağlanır.

Taleplerinin yanı sıra; n Eğitimde cinsiyet ayrımcı müfredatın düzeltilmesi. n Eşit işe eşit ücret talebinin iş hayatında somut olarak uygulanması ve cinsiyet ayrımcı politikalara son verilmesi. n Yasalarda açıkça belirtilmesine rağmen cezaların hakim savcı takdiri ile indirilmesi uygulamasına bir denetim mekanizması ve kurallar çerçevesinde son verilmesi. n Devlet yetkililerinden hükümet yetkili/sözcülerine, medyadan sıradan kimliklere kadar cinsiyetçi, ayrımcı söylemin cezalandırılması gibi uygulamalar kadına yönelik şiddetin önlenmesinde ve meşru sayılmamasında ciddi rol oynayacaktır.

n Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her iki kadından biri hayatının bir aşamasında şiddetin yanı sıra, tecavüz ya da fiziksel/ sözlü/ dolaylı tacize uğruyor. n Dünya’da da failler yine en yakınlardan çıkıyor. Dünya’da da kadınların katil, tecavüz ya da tacizcileri ya aileden ya da tanıdıkları kişiler. n Kadınların tecavüze uğrama oranı ise son istatistiklerde her 4 saatte bir olarak belirlendi. Bu süre gece, hafta sonu ya da “malum semt”ler tanımıyor. En işlek park, caddeler bizi taciz ve tecavüzden korumadığı gibi gün ışığının da bir caydırıcılığı olmuyor. Kaldı ki bu vakaların çoğunluğu ev içinde yaşanıyor. Yani sorun kadınların dışarıda, sokakta, gece görünür olması değil yine devlet eli ile her fırsatta beslenen cinsiyetçilik ve onun sonucu olarak kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran argümanlarının yaygınlığı. n Kadınların aile içinde belirlenen rollerinin bir sonucu olarak hamile her 4 kadından biri hamileliği süresince en az 1 kez eş/partneri tarafından tecavüze uğruyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.