DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
544
1 Aralık 2015 2 TL. sosyalistisci.org
HEPİMİZ TAHİR ELCİ’YİZ ,
BİZ BU SAVASI , DURDURABİLİRİZ
2
GÜNDEM
64. HÜKÜMETİN PROGRAMI: YALANLAR VE GERÇEKLER BARIŞ İŞÇİLERLE GELECEK!
KEMAL BAŞAK
Tahir Elçi’nin öldürülmesinin ardından en çok sözü edilen, ne kadar yoğun bir hafta geçirdiğimiz konusu oldu. Demirtaş’a suikast girişimiyle başladı geçen hafta, Rus uçağının düşürülmesiyle devam etti, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması ve Cumartesi günü Tahir Elçi’nin katledilmesi. Gerçekten de tek bir haftada yaşanan ağır gündemler. Her biri etrafında uzun tartışmalar yapmayı, daha da önemlisi büyük kampanyalar örgütlemeyi zorunlu kılan gelişmeler. Tahir Elçi’nin öldürülmesi, kabul edilmesi çok zor bir gelişme. Turgut Tarhanlı zorla ifadesinin alınmasından sonra Elçi’yi aradığını ve telefonu açar açmaz Elçi’nin kendisine “Merhaba. Nasılsınız? İyi misiniz?” diye sorduğunu söyleyip, şöyle bitirimiş yazısını: “Sevgili Tahir Elçi, o soruya bugün farklı bir cevap verme ağırlığına katlanıyoruz: ‘Hayır, iyi değiliz!’ Ve bunun nedenini iyi biliyoruz.”
programı açıklandı. AKP’nin ilk defa iktidara geldiği 2002 yılından beri hep birinci öncelik olarak belirtilen anayasa değişikliği 64. hükümetin programında yine yer alıyor. Geçen 13 yılda temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasa yapma konusunda ciddi bir adım atmayan AKP bu hükümet döneminde de “herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacak yeni, özgürlükçü ve sivil bir anayasa” vurgusu yapıyor. Başbakan, “etnik temelli sorunlara demokratik süreç içerisinde çözüm bulunacağını, Alevilerin inanç ve kültür temelli taleplerinin karşılanacağını, Romanlara yönelik her türlü ayrımcılık zeminini ortadan kaldıracaklarını, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan gayrimüslim azınlıkları herhangi bir ayrımcılığa maruz bırakmayacak şekilde bütün hukuki ve fiili tedbirleri almaya devam edeceklerini” vaat ediyor.
Evet! İyi değiliz! Özellikle Suruç katliamından beri, IŞİD, devlet, Erdoğan, üzerimize üzerimize geliyor. 7 Haziran seçimleri Erdoğan tarafından “hükümsüz” ilan edildiğinden beri, devletin derin olanının devreye bir kez daha girdiğini net bir şekilde görmeye başladığımızdan beri, her ay bir eylemimiz, bir basın toplantımız, bir mitingimiz kitlesel katliamla sonuçlandığından beri iyi değiliz. Ama iyi olmak zorundayız. Umudumuzu ve güvenimizi yitirmemek zorundayız. Sadece ölen yoldaşlarımıza borcumuz değil bu, yeni ölümleri engellemek için de kazanmak, özgürlüklerimizi korumak ve geliştirmek için de mücadele etmeliyiz. Bütün bu karamsar hava, iki fikir tarafından pekiştirilmeye çalışılıyor: Birisi, Erdoğan’ın yenilmezliğini savunan bir propaganda. 1 Kasım seçimlerinden sonra bu daha da güçlenen bir propaganda. Ama gerçeği yansıtmıoyr bu görüş. Daha 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin kendi seçmeninin yüzde 8’lik bir kesimi tarafından boykot edildiğini unutmayalım. AKP’nin yoksul tabanı AKP’den kopartılabilir, daha önce gerçekleşti, bu kez bu kopuşu kalıcı hale getirecek bir muhalefetin örgütlenmesi acil bir görev. İkinci karamsar fikir ise savaşın kaçınılmazlığı, Kürt sorununda müzakere dönemine yeniden dönülemeyeceği yönündeki fikir. Bu, Rus savaş uçağının düşürülmesiyle brilikte daha da güç kazandı. Fakat bu da doğru bir fikir değil. Türkiye’nin Suriye politikasına, Suiye’nin iç işlerine müdahil olduğu uygulamalarına karşı mücadeleyle, Kürt sorununda savaş, sokağa çıkma yasakları ve kuşatma politikalarına aynı anda, aralıksız karşı çıkmak zorundayız. Kürt sorununda savaş politikaları sonsuza kadar sürdürülemez. Batıda, AKP’nin tabanındaki yoksulları da kazanacak bir barış siyasetini bugünden inşa etmek mümkün. 7 Haziran bir rüya, bir sabun köpüğü değildi. Tahir Elçi’nin öldürülmesinin ardından Diyarbakır’da sokağa çıkan on binlerce insana batıdan on binlerce insanın desteğini ekleyecek bir hareketi örgütlemeliyiz. Bu imkansız bir hedef değil. Kitlelerin bir araya gelme yeteneği ölmüş bitmiş değil. Hiçbir zaman bu yeteneğe güvenmeyenlerin karamsarlığına pabuç bırakmayalım!
Başbakan tarafından 64. hükümetin
Demokratikleşmeye engel Bu ülkenin en önemli sorununu demokratik bir şekilde çözmek isteyen her şeyden önce sorunun adını koyar. İçi bomboş demokrasi söylemi, ama tıka basa dolu “sokağa çıkma yasağı, askeri operasyonlar, vekillere ve halka saldırı” uygulamaları ile Kürt sorununun çözülemeyeceği çok açık. Kürt halkının talepleri de, muhatapları da çok net olarak belliyken, bunları dikkate almadan 30 yıllık “GAP, ekonomik gelişme, terörle mücadele” konseptine ve muhatap olarak koruculara bel bağlayan bu anlayış ile Kürt sorunu en önemli sorun olarak varlığını sürdürmeye devam edecek. Zorunlu din dersleri kaldırılmadan, Diyanet İşleri’ne dokunmadan, cemevlerine ibadethane statüsü verilmeden, okullarda, kamu kurumlarında ve iş yerlerinde ayrımcılığa karşı yasal düzenlemeler yapılmadan Alevi sorunu çözülemez. Hükümetin bu adımları atacağına ilişkin ne bir vaadi, ne de niyeti var. Ermeni soykırımını inkâr edenleri baş tacı yapan, “çok afedersiniz …” demeden azınlık halkların adını anamayan, Ermeni ve Rum sözcüklerini küfür olarak kullanan kamu görevlilerine ve azınlık mallarını gasp eden kişilere dokunmayan bir iktidarın “ayrımcılığa karşı” önlem alacağına inanmak için hiçbir nedenimiz yok.
Bu kare askeri vesayet dönemine ait değil, bugünkü Diyarbakır.
Hükümet programında dalga geçer gibi, “hukukun üstünlüğüne dayalı, herkesin güven duyduğu, her türlü güç odağından bağımsız, tarafsız, vatandaş taleplerine hızlı cevap verebilen bir adalet sistemine, hükümetin tüm icraatlarının şeffaf, katılımcı ve hesap verebilir bir biçimde gerçekleştirileceğine” vurgu yapılıyor. İktidar sözcülerinin açıklamalarını talimat olarak gören hakimlerin son dönemde verdiği kararlar AKP’nin “A”sının nasıl bir adalet anlayışına tekabül ettiğini gösteriyor. İktidar karşıtı yazılar yazan Ahmet Hakan’a saldıran AKP’li güruhu serbest bırakan hakim ile iktidar karşıtı yazılar yazan Can Dündar ve Erdem Gül’ü tutuklayan hakim aynı kişi! 17-25 Aralık operasyonlarının sanıklarının itibarlarının iade edilmesi, IŞİD’in gerçekleştirdiği Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının so-
ruşturulmasına gizlilik kararı konulması, Suriye’deki karşı devrimci gruplara verilen destek iktidarın şeffaflık politikaları hakkında yeterince ipucu veriyor. Hükümet programında asgari ücretin 1.300 TL’ye yükseltilmesinin “teklif edileceği” bildirilirken, zaten en düşük maaşı 3.140 TL olan polislere 540 TL’ye kadar zam yapılacağının duyurulması hükümetin önceliğinin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Programda “kıdem tazminatı sisteminde yaşanan sorunların çözümü amacıyla sosyal taraflarla diyalog içinde gerekli düzenlemeleri yapılacağının” belirtilmesi iktidarın kıdem tazminatını kaldırmak için adım atmaktan vazgeçmediğini gösteriyor. Başbakanın vaatleri, 64. Hükümetin işçi sınıfına ve Kürt halkına karşı bir saldırı hükümeti olduğu gerçeğini gizleyemiyor.
BAŞKANIN ADAMLARI Bugünkü AKP iktidarını Davutoğlu hükümeti olarak değil, Erdoğan yönetimi olarak tanımlamak gerekiyor. Bakanlar kurulundaki bazı isimler ise özel olarak “başkanın adamları” sıfatını hak ediyor. “Çözüm sürecinin” yeniden “terörle mücadele sürecine” dönüşmesi sonrasında ipleri sıkı tutmak isteyen Erdoğan, emirlerini harfiyen uygulayan Yalçın Akdoğan, Efkan Ala ve Bekir Bozdağ ile süreci doğrudan yönetiyor. Bu isimlerden Yalçın Akdoğan, topyekün imha konseptini ifade eden “Sri Lanka çözümü”nü kabine içinde ilk öneren kişi. Efkan Ala, yakın dönemde Erdoğan’ı en çok rahatsız eden Gezi direnişi ve 17-25 Aralık operasyonlarında muhaliflerin “ezilmesi” yönünde talimatlar vermişti. Bekir Bozdağ ise Abdullah Öcalan’a uygulanan tecritten sorumlu bakan olarak görev yapıyor. Erdoğan’ın “kalkınma” hamlesini emanet ettiği bakan ise Binali Yıldırım. Ulaştırma bakanlığı döneminde gerekli güvenlik önlemleri alınmadan devreye sokulan yüksek hızlı trenin kaza yapması ve (tabi ki istifa etmemesi) ile tanınmıştı.
GÜNDEM
TÜRKİYE RUS UÇAĞINI NEDEN DÜŞÜRDÜ? Türkiye –Suriye sınırının Hatay Yay-
ladağı kesiminde, Türk savaş uçaklarının bir Rus bombardıman uçağını düşürmesi beraberinde birçok tartışmayı ve bir dizi yaptırımı getirdi. Erdoğan yönetimi ve medyadaki şakşakçıları tarafından önce askeri bir zafer kazanılmış gibi açıklamalar yapıldı. AKP’nin son dönemdeki koltuk değneği MHP ve “milli çıkarlar” söz konusu olduğunda hep AKP ile birlikte hareket eden CHP de uçağın düşürülmesini onayladı. Fakat sonrasında, Rusya’nın Türkiye’yi uluslararası alanda “IŞİD destekçisi” olarak göstermeye başlaması, Türk firmalarına yönelik kısıtlamalar getirmesi, IŞİD petrolünü taşıyan Türk tanker konvoyunu vurması ve Türkiye’nin “hassas ilgi alanı” Bayır-Bucak bölgesini ağır bir şekilde bombalaması, AKP liderliğinin ilk söylediği sözleri yutmasına yol açtı. “Vurun emrini ben verdim” açıklaması yerini “Rus uçağı olduğunu bilseydik vurmazdık” söylemine bıraktı. Emperyal gerginlik Yine de, Türkiye ile Rusya arasında Suriye iç savaşında aldıkları pozisyon yüzünden başlayan gerginlik bu olay ile birlikte artmaya başladı ve henüz gerginliğin giderilmesi yönünde atılmış bir adım bulunmuyor. Aynı şekilde Rusya’nın Kafkas cumhuriyetleri ve özellikle Ukrayna’daki askeri hareketliliği ile yeniden başlayan NATO – Rusya arasındaki gerginlik de bu olay nedeniyle artmaya başladı. İki askeri blok arasında Soğuk Savaş döneminde bile uçak düşürülmesi olayının görülmemesinin yarattığı bir gerginlik bu. Türkiye, ithalatında ikinci, ihracatında sekizinci sırayı alan bir ülkenin uçağını neden düşürdü? Resmi açık-
lamada hava sahası ihlali neden gösteriliyor, ama dünya üzerinde hemen her gün hava sahası ihlalleri yapılıyor, her ihlalde uçak düşürülse ortalıkta uçak kalmazdı. Kaldı ki bu olayda ihlal süresi saniyelerle ölçülüyor! Dolayısıyla gerçek nedeni iki ülkenin Suriye politikalarındaki farklılıkta aramak gerekiyor. 2011 yılında patlak veren Suriye devrimi ile birlikte AKP liderliği Esad rejiminin devrileceğini umuyor, bölgesel bir güç olan Suriye’nin bölgedeki hakimiyetinin Türkiye’ye geçeceğini varsayıyordu. Ancak Esad devrilmediği gibi, üzerine, Türkiye’nin bütün Suriye sınırı boyunca yeni bir Kürt oluşumu, Batı Kürdistan (Rojava) kantonları ortaya çıktı. Bu nedenle Erdoğan yönetimi bölgesel güç olma planlarını Kürt güçlerinin (YPG’nin) ilerleyişini durduracak şekilde revize etti ve Esad’a karşı savaşan güçler içinden aynı zamanda Kürtlerle de savaşan radikal Sünni unsurları desteklemeye başladı. Ancak YPG’nin Türkiye’nin batılı müttefiklerinin desteği ile ilerleyişini sürdürmesi, Türkiye’nin ikinci planının da boşa çıkma ihtimalinin belirmesine yol açtı. “Suriye’de masada ben de varım” diyebilmek için Türk devletinin elinde neredeyse “Bayır Bucak Türkmenleri zarar görüyor” yaygarasından başka bir şey kalmadı. Bu nedenle Türkmenlerin yaşadığı iddia edilen bölge “kırmızı çizgi” olarak açıklandı. Rus uçağı işte bu kırmızı çizgi bahanesiyle, Türkiye’nin NATO üyesi bölgesel bir güç olduğunu göstermek için düşürüldü. Günümüzün Kore savaşı SSCB’nin yıkılmasından, Varşova Paktı’nın dağıtılmasından sonra eski gücünü kaybeden, Baltık cumhuriyetlerini ve Doğu Avrupalı müttefiklerini
NATO’ya (ABD’ye) kaptıran Rusya, daha fazla gerilemeyeceğini Gürcistan ve Ukrayna’ya yönelik askeri operasyonlarıyla göstermişti. Suriye iç savaşı Rusya’ya yeniden “emperyalist bir güç” olduğunu gösterme fırsatı sundu. ABD ve Batı’lı müttefiklerinin ilk olarak Esad’a karşı muhalefeti desteklemesi, ancak sonra IŞİD’e karşı mücadeleyi öne çıkararak “Esad’lı bir çözüme” sıcak bakmaya başlamalarındaki tutarsızlık, başından itibaren net olarak Esad’ın yanında tutum alan Rusya’nın bölgedeki gücünü arttırdı. Uçağının düşürülmesinden sonra yaptığı siyasi ve askeri hamleler Rusya’nın bundan sonra emperyalist gücünün zayıflamasına izin vermeyeceğini gösteriyor. Suriye bugün küresel hegemonya mücadelesinin düğümlendiği bir yer. Görünürdeki savaşın Esad’la radikal İslamcılar veya YPG ile IŞİD arasında yaşanıyor olması, gerideki büyük emperyalist hesaplaşmayı gizleyemiyor. Her ne kadar geçmişteki Kore ve Vietnam savaşlarında olduğu gibi iki askeri blok açıktan karşı karşıya gelmiyor görünse, hatta ortak bir düşmana (IŞİD’e) karşı birlikte mücadele ediyor görüntüsü verilse bile, Suriye’de yaşanan tam da Vietnam’daki gibi, Kore’deki gibi iki askeri blok, Rusya-Çin bloğu ile, ABD (NATO) arasındaki mücadele. Bu emperyalist politikalara karşı, kendi egemen sınıflarımızın politikalarının yenilgiye uğratılması için mücadele etmeliyiz. Bugün önümüzdeki en acil görev, Türk devletinin de parçası olduğu bu emperyalist hegemonya mücadelesini geriletecek ve yenilgiye uğratacak olan küresel bir savaş karşıtı hareket inşa etmektir.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
TAHİR ELÇİ... Tahir Elçi, öldürülmeden önce barışa vurgu yapan bir basın açıklamasında konuşuyordu. Son sözleri, “Tarihe yönelik bu şiddet eylemini, bu suikastı kınıyoruz” oldu. Suikastı kınar, tarihi dört ayaklı minareye yönelik saldırıları protesto ederken, bir suikasta kurban gitti. Şimdi devlet heyeti Elçi’yi hangi kurşunun öldürdüğünü araştırmaya çalışıyor. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü yerde daha sonra yaşanan çatışma nedeniyle ipuçlarının tahrip olduğunu söylüyorlar. Elçi’yi hangi kurşunun öldürdüğünü gerçekten bulmak istiyorlarsa, onlara bazı ipuçlarını verebiliriz. Elçi’yi öldüren kurşun, 1915’te çıktı yola. 1915 yılında gerçekleşen Ermeni soykırımı, bugün yaşadığımız tüm suikastların en sağlam delilidir. 1915’ten sonra Dersim katliamı. Bu katliam, bu topraklarda devletin ne ölçüde hunharlaşacağını anlamak isteyenler açısından bir kullanım kılavuzu gibidir. 1934 Rumların sürgünü, 1955 6-7 Eylül pogromu, Varlık Vergisi. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kürtlerin varlığını reddeden, inkâr eden devletin resmi ideolojisinin yaygınlaşması, pekiştirilmesi. Tahir Elçi suikastının şifreleri burada. Askeri darbeler tarihi, azınlıklara, Kürtlere, sendikacılara, Alevilere yönelik baskıların göstere göstere gerçekleştiği dönemler oldu. 1980 darbesi, Diyarbakır Cezaevi’nin işkenceler tarihi, Kürtlerin aşağılanmasında eşi görülmemiş uygulamalar, Ergenekon’un, kontrgerillanın 1990’larda devreye girmesi, Behçet Cantürk, Vedat Aydın, Musa Anter cinayetleri, Newroz’larda gerçekleşen katliamlar, siyasi suikastlar, faili meçhuller, Cemal Temizözlerin ellerini kollarını sallaya sallaya cinayet işlemeleri, Tahir Elçi’nin öldürülmesine giden yolda hesabı sorulmayan, failleri yakalanmayan cinayetler ve suikastlar zincirinin halkaları. Bu zincire 2000’li yıllarda Hrant Dink cinayeti eklendi. Devletin bütün departmanlarının ortaklığını kanıtlayan Hrant Dink cinayeti, Tahir Elçi
cinayetinin nasıl
gerçekleşmiş olabileceğini anlamak açısından yakın tarihin en önemli suikastıdır. Tahir Elçi, bu cinayetler zincirinin son halkası. Bu suikastın gerçekten en sonuncu devlet cinayeti olarak
HAFTANIN IRKÇISI “SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR” DİYEN PROFESÖR Daha önce Gezi direnişine katılanlar için sarf ettiği ırkçı yorumlarla dikkatleri üzerinde toplayan Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Ahmet Akgündüz, Diyarbakır’da katledilen Tahir Elçi için “su testisi su yolunda
kırılır” dedi. Akgündüz daha önce de Gezi direnişini “dinsizlerin, Ermenilerin, Alevilerin işi” olarak tanımlamış, seçim öncesinde de HDP’ye oy vermek isteyenlere “verdiğiniz oyla, eşcinsellere, Ermenilere, dini değerleri yok etmek isteyenlere, ırkçılara, teröristlere, Amerika ve Avrupa’da Türkiye’ye düşman olan basın organlarına destek olacağınızı tekrar düşününüz” diye seslenmişti. Rotterdam Üniversitesi’ndeki kürsüsünün başına din adamı yetiştirmek üzere geçirilen Akgündüz’ün ırkçı ve ayırımcı beyanları Hollanda hükümeti tarafından da kınanarak, hakkında soruşturma başlatıldı. Akgündüz bu kez de Tahir Elçi için kullandığı “su testisi su yolunda kırılır” ifadesiyle, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
kalması için aynı anda iki adımı birden atmalıyız. Öncelikle, cumhuriyet tarihinin cinayetler, kitle katliamları ve faili meçhuller tarihi olmasıyla hesaplaşmalıyız. Ama aynı anda, Kürt sorununda barış mücadelesini hiç olmadığı kadar ısrarla, hiç olmadığı kadar kararlı bir şekilde sürdürmeliyiz. Musa Anter, “Benim doğduğum kentlere her gün kurşunlar yağardı, siz bilmezdiniz bu yüzden ben terörist olurdum siz yurttaş” demişti. Kurşun dün Tahir Elçi’nin üzerine yağdı. Daha bir ay önce Elçi’yi linç eden medya, AKP sözcülerine inat, Elçi’nin mirasını savunmak için, daha güçlü bir sesle, “Önce barış!” için mücadele etmeliyiz.
4
DÜNYA
MÜLTECİLER VE MÜSLÜMANLAR OLAĞAN ŞÜPHELİ Paris’te gerçekleşen ve 132 kişinin hayatını kaybetmesiyle
sonuçlanan katliamın bir diğer kurbanları hem Suriye’deki savaştan kaçan göçmenler hem de genel olarak Batı’da yaşayan bütün Müslümanlar oldu. Katliamın hemen ardından Calais’deki göçmen kampı yakılırken tüm Avrupa’da göçmenlere yönelik ırkçılık arttı, sınır politikaları sıkılaştırıldı. Suriye’de savaş başladığından beri 12 milyondan fazla insan evinden ayrılmak zorunda kaldı. Bunların yaklaşık 4,5 milyonu ülkelerinin dışında mülteci durumunda. Suriye’ye komşu devletlerin yanı sıra, daha az sayıda da olsa Avrupa, ABD ve Kanada mültecileri misafir eden ülkeler arasında. Sadece 2015 yılı içinde savaşlardan kaçan 820 bin kişi Avrupa ülkelerine sığınmak durumunda kaldı. Bugünlerde mültecilerin bir risk oluşturduğunu ve bu nedenle kapıların onlara kapatılması gerektiğini düşünenlerin başında Amerika’da başkan adaylığı için yarışan Cumhuriyetçi Donald Trump ile Fransız aşırı sağın lideri Marine le Pen geliyor. Suriyeli mültecilerin ABD tarafından kabul edilmemesi görüşünü sıklıkla tekrarlayan Trump mültecilerin “kim oldukları hakkında bir fikir sahibi olunmayan Truva atları” olabileceğini söylüyor. Trump aynı zamanda ABD’deki camilerin titizlikle incelenmesini ve bir mücadele yöntemi olarak kapatılmasını savunuyor. Le Pen ise öncesinde de savunduğu görüşünü Paris saldırılarıyla yineleyerek kota sistemiyle mültecilerin Avrupa ülkelerine dağıtılmasının sorumsuzca olduğunu ve derhal durdurulması gerektiğini söylüyor. Avrupa Birliği liderleri, sığınmacıların 160 binini belirlenen kotalar çerçevesinde üye ülkeler arasında adil dağıtma konusunda Eylül ayında anlaşmaya vardı. Halihazırda 830 binden fazla sığınmacının geldiği Avrupa'da şimdiye kadar kota planı çerçevesinde sadece 147 sığınmacı İsveç ve Lüksemburg'a yerleştirilebildi.
SORUN TAŞERONA HAVALE Paris saldırısı sonrasında hem göçmenlere hem de Müslümanlara yönelik tepkilerin büyümesi Avrupa Birliği’ni bu sorunu Türkiye gibi taşeron ülkelerin sırtına yükleyerek çözmeye yöneltti. Bu bağlamda Türkiye ile AB arasında gerçekleştirilen zirvede AB Türkiye’ye başlangıç olarak 3 milyar dolar kaynak aktarma karşılığında halen 2.5 milyon göçmeni barındıran Türkiye’den bu göçmenlerin Avrupa’ya geçmesini engellemesini istiyor.
KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
SINIRLARI AÇIN Paris’te gerçekleşen saldırının faturası savaş çığırtkanlarına, Suriye’yi her gün bombalayan emperyalistlere değil, Suriye başta olmak üzere savaş bölgelerinden hayatını kurtarmak için kaçan göçmenlere ve Batı’da yaşayan Müslümanlara kesildi. Fransa başta olmak üzere bütün Avrupa ülkeleri sınır geçişini zorlaştıran ve asıl olarak güvenlik politikalarının sıkılaştırılmasına dayanan önlemler aldı. Avrupa Birliği çareyi Türkiye’yi sınır bekçisi yapmakta buldu. Avrupa Birliği ve Türkiye arasında yapılan son anlaşma ile 3 milyar dolar karşılığında bütün göçmenleri Türkiye’ye hapsedecek ve kazara sınırdan geçerek Avrupa’ya ulaşmayı başaranları da ülkelerine iade edilmek
Suriye’de emperyalist savaş ve batıda IŞİD saldırıları, Avrupa devletlerinin baskıcı-militarist yüzünü ortaya çıkardı.
Bu plan çerçevesinde daha önce 4500 Suriyeli mültecinin Polonya’ya yerleştirilmesini kabul eden Polonya hükümeti Paris saldırıları sonrasında bu planın uygulanmasının artık mümkün olmadığını ifade etti. Bugüne kadar sadece 1854 Suriyeli mülteciyi kabul etmiş olan ve 2016 yılı içinde 10 bin mültecinin de kabul edileceği duyurulan ABD’de, 26 ABD eyaletinin valisi bu programa katılmayacaklarını söyledi. AB'nin zorunlu kota sistemine karşı çıkan doğu Avrupa ülkeleri Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Romanya, Estonya ve Letonya da Paris saldırılarının ardından göçmenleri kabul etmek istemiyor. Slovakya Başbakanı Robert Fico, vatandaşlarının güvenliğinin sığınmacılardan daha önemli olduğunu ve ülkedeki tüm Müslümanların takip altına alındığını dair açıklamalarda bulunurken, Bulgaristan da AB'ye rağmen daha fazla sığınmacı kabul etmeyeceğini bildirdi. Avusturya ise sığınmacıların girişlerini denetlemek ve sınırlandırmak üzere başlattığı sınır kontrollerini Şubat 2016'ya kadar uzatma kararı aldı. Uluslararası Göç Örgütü Sözcüsü Joel Millman Paris saldıüzere Türkiye’ye geri gönderecek. Türkiye de bunu bize ‘Avrupa’ya vizesiz seyahat’ diye pazarlayacak. Bu arada tüm dünyada göçmenler ‘olağan şüpheli’ muamelesi görecek. Bütün terör eylemlerinin sorumlusu onlar olacak. Kaldıkları kamplar yakılacak, ırkçı saldırılara maruz kalacaklar. Ama bu politikalardan medet umanlara kötü bir haberimiz var; nasıl bombalarınız Ortadoğu’da IŞİD sorununu çözemiyorsa güvenlikçi sınır politikalarınız ve Türkiye’ye verdiğiniz rüşvet de insanların sınırlardan geçişini önleyemeyecek. Sadece insan tacirleri daha çok para kazanacak ve bu tehlikeli yolculukta daha fazla sayıda insan ölecek. Peki bu felaketi nasıl önleyeceğiz? Birincisi göçmenlerin karşı karşıya kaldığı kısıtlamalar ve ırkçı muamele şu an Suriye’de devam eden ve artık açıktan bütün dünyanın karşı karşıya geldiği bir çatışmaya dönüşen savaştan bağımsız düşünülemez. Irkçılığı dur-
rılarının ardından bazı AB ülkelerinden sığınmacılara kapıların kapatılmasına ilişkin yapılan açıklamaların son derece endişe verici olduğunu söyleyerek, "Kışın dondurucu soğuklardan etkilenecek binlerce sığınmacının ki bunlar arasında hamile kadınlar, çocuklar, sakatlar, yaralılar da var, bir de yabancı düşmanlığı ile karşı karşıya kalmasından endişeliyiz" dedi.
ÇÖZÜM SAVAŞIN BİTMESİDİR Avrupa ve Batı sınır politikasını ne kadar sıkılaştırırsa sıkılaştırsın, Türkiye’ye ne kadar para verirse versin Suriye’deki savaş bitmediği sürece ne göçmen sorunu ne de Avrupa’da yükselen ırkçılık sorunu çözülebilir. Suriye’de artık emperyalist güçlerin açıkça karşı karşıya geldiği bir savaşa dönüşmüş olan durum ise IŞİD’e karşı mücadele adı altında gerçekleştirilen bombalama operasyonlarıyla çözülemez.
durmanın ilk yolu savaşa, 14 ülkenin aynı anda Suriye semalarında uçaklarını uçurmasına, IŞİD bahanesiyle Suriye’yi bombalamasına karşı çıkmaktır. Yani Ortadoğu’da hemen, şimdi barış demektir. İkincisi hepimizin kendi ülke yönetimlerine dönüp “sınırları koşulsuz açın” demesidir.Yunanistan’daki ırkçılık karşıtlarının 23-24 Ocak 2016’da yapacakları eylem bu anlamda hepimize örnek oluşturuyor. Yunanistan’daki aktivistler “Sınırları açın! Meriç Nehri’ndeki Çitleri Kaldırın” sloganıyla Türkiye-Yunanistan arasındaki sınırın göçmenlere kapatılmasına karşı eylem yapacaklar. Her ülkede bu tür eylemlerin yapılması çok önemli. Türkiye’nin Avrupa’dan aldığı rüşvet karşılığında sınır bekçiliği yapmayı kabul ettiği bugünlerde bu eylem ve bu eylemi düzenleyen aktivistlerle dayanışmak bizim için daha da önemli. Hep beraber tüm dünyaya seslenmeleyiz: “Sınırları açın!”
RÖPORTAJ
5
“TÜM GAZETECİLER YAN YANA GELMELİ”
Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül, "terör örgütüne yardım, askeri ve siyasi casusluk, devlet sırlarını ifşa etme" suçlamalarıyla tutuklandı. Suçlanmaların nedeni ise Adana’da durdurulan MİT tırlarının, silah ve mühimmat taşıdığını açığa çıkaran görüntüleri yayınlamış olmaları. Yani haber yapmaları. Tırlarda silah taşındığı iddiasını inkâr eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘haysiyetleri varsa ispat etsinler’ demişti. Görüntülerin yayınlanmasının ardından Erdoğan, inkâr mekanizmasından tehdit mekanizmasına sıçrayarak ‘bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu’ demişti. Bu açıklamadan yaklaşık altı ay sonra Dündar ve Gül tutuklandı. Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğüne yönelik saldırıları, baskıların geriletilmesi için neler yapabileceğimizi ve Kürt basınına yönelik ayrımcılığı basın emekçilerine sorduk.
Basın ve ifade özgürlüğüne dönük saldırılara karşı taleplerimiz ne olmalı? Basın emekçilerinin talepleri nelerdir? Evrim Kepenek (DİHA Muhabiri): Taleplerimiz yasalarda yer alan haklarımızı kullanmak üzerinden şekillenebilir. Çünkü Türkiye’de yasalarda ifade ve düşünce özgürlüğü var. Basın özgürlüğü de var. Hatta birçok yasa ile gazetecilik mesleği de koruma altına alınmış ancak hiçbiri zihniyete yansımıyor. Yani yasaları uygulayanlar kendi anayasalarını ciddiye almıyor. Bu nedenle de Türkiye bugün bir gazeteciler cehennemine çevrilmiş durumda. Nusaybin’de, Şırnak’ta, Derik’te sokağa çıkma yasakları var. Bunlar tam anlamıyla haberleştirilemiyor, ana akım medya bunları ekrana taşımıyor. Ekrana taşıyanlar da gözaltına alınıyor ya da tutuklanıyor. Geçen günlerde Van’da, DİHA muhabiri İdris Yılmaz gözaltına alınarak tutuklandı. Gözaltına alınırken darp edildi, kaburgaları kırıldı. Medya DİHA muhabirinin mesleğini yaparken uğradığı bu duruma da sessiz kaldı. Bu anlamda taleplerimiz devlet ve sistemin yanı sıra kendi meslektaşlarımız ve okurlarımızdandır. Dayanışma her zaman eksik kalıyor. Saldırılara karşı sevgili Can Dündar’ın DİHA’ya verdiği röportajda söylediği gibi, “Yan yana durmazsak tek tek avlanacağız” durum aynen de budur. Artık ana akım, yandaş, muhalif, sol demeden bütün gazetecilerin gazetecilik mesleği için yan yana gelmesi gerekiyor. Ancak söylediğim gibi ekonomik çekincelerden ve fişlenmek kaygısıyla gazeteciler yan yana gelemiyor. Çözüm sürecinde çalışırken, bir basın açıklamasını çekerken yan yana geldiğimiz muhabir arkadaşlarımız, son dönemlerde basın açıklamalarını takip ederken bizim yanımızda dahi durmak istemiyor. Çünkü en az 3-4 polis sadece bizim fotoğraflarımızı çekiyor, görüntümüzü alıyor. Sanırım o karelerde görünmek istemiyorlar.
Tutuklamalara karşı tepki gösteren geniş kamuoyunun Kürt basınına dair tutumu hakkında ne düşünüyorsun? Evrim Kepenek: Kürt olmadığım halde, Kürt basınında 6 yıldır çalışan biriyim. Özellikle bu dönemlerde burada olmak gerekiyor. Bu soru başlı başına bir konu, hakkında kitaplar yazılabilir. Zaman gazetesini de içine alan cemaat medyası, dün Kürt gazeteciler gözaltına alındığında “bunlar terörist gazeteci” diye başlık atmıştı. Bugün mağdurlar ve ifade özgürlüğünün kıymetini anlamışlar, her fırsatta “özgür basın susturulamaz” diyorlar. Bir de havuz medyası var. Havuz diyorum ama medya diyemiyorum. Çok rezil durumdalar. Gazetecileri önceden devlet hedef gösterirken bugün, gazeteciler gazetecileri hedef gösteriyor. Sabah gazetesi çok rahatlıkla “İMC ve Özgür Gündem kapatılmalı” diyebiliyor. Ancak eminim ki iktidar değiştiğinde havuzcuklar da düşünce ve ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyacak. Sol muhalif basın, bizler her zaman baskı görüyoruz. Yıllardır aynı şeyler yaşandığı için bıkkınlık, yalnızlık hissi var. Ben de bazen öyle düşünüyorum. Ama bir haberde
Darbeci generaller dışarıda, gazeteciler Erdem Gül ve Can Dündar hapiste.
barış annesi, “bizim basın gelmiş” ya da “gerçeği bunlar yazar” dediğinde tüm inancım yeniden geri geliyor. Barış istemenin bedeli, gözaltına alınmak, tutuklanmaksa, bunu ödemeye hazırız. Bize destek olmayan kesimler de “gerçek barış” geldiğinde bizi anlayacak. Bir gün mutlaka öyle olacak. Kürt basınının başına bir şey geldiğinde tüm toplum sessiz kalıyor. Kürdistan’da olan ölümler, baskılar, bombalamalar da sanki dünyanın bambaşka yerinde yaşanıyor. Oysa birçok kişiye Kürdistan’da yaşananları ismini vermeden anlatsak, hepsi tepki gösterir. Bu sessizliğe karşı marjinal durumda kalmamalıyız. Daha çok haber yapmalıyız, haberlerimizin duyulmasını, okunmasını ve görülmesini sağlamalıyız. Gazetecilik yaptığımızı yine haberlerimiz kanıtlayacak.
Tutuklamalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Evrim Kepenek: Dündar ve Gül’ün tutuklanmaları elbette vahim bir karardır. “Gazetecilikten tutuklanmadılar” diyorlar, oysa besbelli, gazetecilik yaptıkları için tutuklandılar. Yayınladıkları bir soruşturma dosyasıdır ve dünyayın neresinde olursa olsun bu haberdir. Maalesef basın özgürlüğü konusunda, 1 Kasım öncesinden daha da kötü bir döneme girmiş bulunmaktayız. Ancak aslında AKP bunu hep yapıyordu. Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklandığında da yine “gazetecilikten tutuklanmadılar” diyordu hükümet yanlısı medya. Ancak o zamanki tepkiler hükümet ve batı dünyası tarafından daha fazla dikkate alınıyordu. Hükümet bir tür savunmaya çekilmişti ve yürüyüşler etkili oluyordu. Şimdiki durumda basın örgütlerinin yürüyüşlerinin de eskisi
kadar etkili olamadığını görüyoruz. Bu hükümetin daha da milliyetçi, muhafazakar bir tutum alması, bu tutumun toplumda daha fazla karşılık bulması ve ülkenin artık iyice içe kapanması ile de ilgili. Bizi zor bir dönem bekliyor.
Basına yönelik bu saldırılar nasıl geriletilebilir? Yetvart Danzikyan (AGOS Genel Yayın Yönetmeni): Bunun sihirli bir formülü maalesef yok. Daha fazla mücadele edilmesi gerektiği ve daha fazla dayanışma içinde olunması gerektiği ortada. Ne diyelim, herkese kolay gelsin.
Basın emekçisi olarak tutuklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Gülfem Karataş (İMC Muhabiri): Yaklaşık 5 yıldır gazetecilik yapıyorum. Bu mesleğin okulunu okumuş biri olarak mesleğin bu durumda olduğunu biliyordum. Hatta öğrenciyken Ahmet Şık ve Nedim Şener davasını takip ediyordum. Bugün gazeteciliğin geldiği durum aslında geçtiğimiz yıllardan çok da farklı değil bana kalırsa. Sadece isimler değişiyor, biz de karınca gibi oradan oraya takip etmeye çalışıyoruz. Özellikle Kürt illerinde bu durum, böyle hem gazetecilik bakımından hem de sivil halk bakımından. Bölgede gazetecilik hâlâ 1990’lı yıllardaki kadar zor.
6
GÜNDEM
SON SÖZÜ BARIŞ OLDU Tahir Elçi, öldürülmeden önce yaptığı basın açıklamasında AKP’nin yarattığı savaş ortamına şöyle karşı çıktı: “Diyarbakır’ın Sur içi bölgesi, 9 bin yıllık bir geçmişe sahip. Bu alan içerisinde surlar, camiler, kiliseler ve daha başka tarihi yapılar bulunmaktadır. Hemen yanı başımızda bulunan, Diyarbakır denilince zihinlerimizde en çok canlanan Dört Ayaklı Minare’yi ne yazık ki iki gün önce ayağından vurdular. Tarihi Dört Ayaklı Minare insanlığa sesleniyor: ‘Beni ayağımdan vurdular. Ne felaketler ne savaşlar gördüm ama böyle ihanet görmedim’ diyor bize. Demokratik tepkimizi ifade etmek için buradayız. Tarihe yönelik bu şiddet eylemini, bu suikasti kınıyoruz. Tarihi bölgede, birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekanında silah çatışma operasyon istemiyoruz, savaşlar çatışmalar operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz .”
BARIŞ İÇİN M
BU SALDIRI KÜRT HALKINA Hükümet, hedef gösterdiği insanlar her katledildiğinde, utanmadan çıkıp “saldırının Türkiye’ye ve milli birliğimize yapıldığını” ilan ediyor. Suruç ve Ankara katliamlarından sonra söylenenler Tahir Elçi’nin arkasından da söylendi. Bu doğru değil. Aynısı yıllar önce Hrant Dink için de söylenmişti. Ölenler hep Kürtler, Ermeniler, barış isteyenler. Türkiye devletinin ve “milli birlik” düşkünü hükümetin saldırdığı kişiler. Saldırılar da Türkiye’ye veya milli birliğe değil, ezilenlere yapılıyor. Aynı söylem, Tahir Elçi’yi hedef gösterildiği dönemde yalnız bırakan Türkiye Barolar Birliği’nin başkanı Metin Feyzioğlu tarafından da dile getirildi. Avukat Eren Keskin, Feyzioğlu’na karşı çıkarak saldırının Türkiye’ye değil Kürt halkına yapıldığını ifade etti.
KİM NE DEDİ? Selahattin Demirtaş: Tahir Elçi’nin son sözleri bizim de sahipleneceğiz barış bayrağıdır. Şenol Karakaş: Diyarbakır baro başkanı devlet tarafından hedef gösterildi. Mahkemeye verildi. Siyasi lince maruz kaldı. Elçi, savaş yerine barışı, çatışma yerine diyaloğu savunuyordu. Barış yerine savaş, diyalog yerine çatışma isteyenlerin yarattığı iklimde katledildi. Çözüm süreci buzdolabında kaldıkça bu tür suikastlerden beslenenlerin ekmeğine yağ sürülecek. Elçi barışın elçisiydi. Ona sıkılan kurşun barışa sıkıldı. Şimdi tüm barışseverlerin Elçi olması günüdür. Korkakların savaşını Elçi gibi cesur barışseverlerin mücadelesiyle yeneceğiz. Barış kazanacak! Sebahat Tuncel: Elçi hakikatin başka türlü olabileceği sorusuna verdiği yanıt nedeniyle hedefteydi. Geçmişteki suikastlerin hesabı sorulmadığı için suikastler devam ediyor. Ama barış ve hakikat mücadelesi büyüyerek devam edecek. Eren Keskin: Cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, Özel Harp Dairesiyle, JİTEM’iyle devlet var karşımızda ve bu cinayetin sorumlusu sadece devlettir. HDP: Elçi’nin fikirleri ve mücadelesi ile baş edemeyen insanlık düşmanları onu öldürerek susturmayı seçtiler. DSİP: Elçi’nin mücadelesini AKP’nin savaş politikalarını bozguna uğratarak sürdürebiliriz. Barış Meclisi: Elçi’yi hain pusuda katledenler bilsinler ki, barışın sesini susturamayacaklar.
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, 517 yıllık Dört Ayaklı Minare’nin Diyarbakır'daki çatışmalarda ciddi hasar görmesi nedeniyle gerçekleştirdiği basın açıklamasının ardından tek kurşunla öldürüldü.
Tahir Elçi, kısa bir süre önce, CNN Türk’teki bir tartışma programında "PKK, terör örgütü değil, siyasi bir harekettir. Devlet bir terör örgütü müdür?" diyerek tartışma yaratmıştı.
Cinayetin nasıl gerçekleştiği çokça tartışıldı, ortaya birçok görüntü çıktı. Nasıl öldürüldü? Kim öldürdü? Bunlar hâlâ belirsiz ve bir çok görüş öne sürülüyor. Fakat açık olan iki şey var: 1. Devletin “faili meçhul cinayetler” geleneği. 2. Kürt illerinde, her gün daha fazla insanın hayatını çalan savaş ortamı.
Bakırköy 2'nci Sulh Ceza Hakimliği, 'terör örgütü propagandası yapmak' suçundan Tahir Elçi hakkında yakalama kararı çıkardı. Diyarbakır’da gözaltına alınarak İstanbul’a getirilen Tahir Elçi, Atatürk Havalimanı’ndan Bakırköy Adliyesi’ne getirildi. Elçi, adliyedeki işlemlerinin ardından tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkeme, Elçi'nin serbest bırakılmasına karar verdi ancak hakkında 7,5 yıl hapis istemiyle dava açıldı.
AKP’nin yalanları AKP’liler, ölüm haberi medyaya ilk yansıdığında, PKK’lilerin polise saldırdığını ve çatışma çıktığını, Elçi’nin “çapraz ateşte kalarak” öldüğünü iddia ettiler. İçişleri Bakanı Efkan Ala, ilk açıklamasında, Diyarbakır Barosu tarafından yapılan basın açıklaması sırasında güvenlik güçlerine ateş açıldığını, Tahir Elçi'nin çıkan çatışmada hayatını kaybettiğini duyurmuştu. Olayların böyle gelişmediği ve Elçi’yi muhtemelen polis memurlarının vurduğu ortaya çıkınca, AKP liderliği ağız değiştirdi. Davutoğlu son olarak "Teröristlerin polislerimize dönük saldırısı olmasaydı bu olay yaşanmayacaktı. Bu olayların sorumlusu terör örgütüdür" dedi. Tayyip Erdoğan da ilk açıklamasında “Terörle mücadeledeki haklılığımız kanıtlanmıştır” demişti. Hedef hâline getirdiler
O dönemde hem AKP yanlısı gazeteler hem de Doğan grubuna bağlı medya, Elçi’yi bu sözlerinden ötürü hedef gösteriyordu. Sorumlusu kim? Tahir Elçi, tıpkı Hrant Dink gibi, siyasilerin ve medyanın hedef gösterdiği bir kampanyanın sonucunda öldürüldü. Polisin açtığı ateş sonucunda ölmesinin “yanlışlıkla” olmadığını düşünmek için çok sayıda kanıtımız var. Öncelikle, Elçi’nin katledilmesinin siyasi sorumluluğu, çözüm sürecini bitirip hem PKK ile savaşı yeniden başlatan hem de Kürt kentlerini ablukaya alarak sivilleri öldüren AKP hükümetinin. AKP çözüm sürecinde adım atsaydı, HDP’yi ve Kürtleri hedef hâline getiren kampanyalar örgütlemek yerine barıştan
GÜNDEM
MÜCADELEYE
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
UÇAK VE SOYKIRIM İstikrarsızlıktan korkmak çok doğal ve haklıdır. Bizimki gibi memleketlerde istikrarsızlığın siyasî olanı öyle bir iki sarsıntıdan ibaret kalmayıp bir sürü ölümle sonuçlanma potansiyelini bile barındırır. Ekonomik olanı ise, çok ciddi yoksulluğa yol açar. Halkımız bunu iyi bilir. Bu nedenle 1 Kasım seçimlerinde AKP’yi tek başına iktidara getirmiştir. İyi ki getirmiş. Yoksa kim bilir nasıl bir istikrarsızlıkla karşılaşabilirdik. Şimdi ise, huzurun ve istikrarın partisi AKP sayesinde huzurlu ve istikrarlı günler yaşıyoruz! Tek tük pürüzler yok değil elbet. Rus uçağı düşürülmüş, Diyarbakır Baro Başkanı öldürülmüş, filan falan. Ama o kadar olur. Tamamen de sütliman olacak değil ya ortalık! Bu huzurlu ve istikrarlı ortamda hepimize iyice rehavet çöktüğü için, iyice rahatladığımız ve rahata alıştığımız için olsa gerek, önemsiz bir olay gereğinden fazla dikkatimi çekti. Haberlerde okuduk ki, “Rusya ile Türkiye arasında gerilim sürerken Rusya’da Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin bir hamle geldi... Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesinden sonra Rusya ilk büyük kartını oynadı.” Rus haber ajansı Ria’ya göre Rus milletvekilleri Ermeni ‘soykırımı’ iddialarının inkârını suç sayan yasa tasarısını Rus parlamentosuna sunmuş. Niye sunmuş? Ermeni soykırımını inkâr etmek elbette suç olmalıdır. (Ve Milliyet gazetesi gibi soykırım kelimesi tırnak içinde kullanılınca suçun cezası iki kat artmalıdır). Ama Rus milletvekilleri yasa tasarısını niye şimdi sunmuş? Yeni mi uyanmışlar meseleye?
yana bir tutum alsaydı, Elçi’nin vurulabileceği çatışmalı ortam doğmayacaktı. Erdoğan ve Davutoğlu, Ergenekoncularla yaptıkları ittifakla, Sedat Pekerlerin ve Mehmet Ağarların desteğini arkalarına alarak, Kürdistan’da “Beyaz Torosların yeniden dolaşabileceği” tehditlerini savunarak, bu tür cinayetlere uygun zemini hazırladı. Dahası, katili arayanlar, barışın elçisinin ölümünü protesto etmek isteyenlere karşı tutuma bakabilirler. Polis, İstanbul ve Kürdistan’ın birçok yerinde Tahir Elçi için yürüyenlere saldırarak bir kez daha provokasyon yarattı. Barış kazanacak! Dolayısıyla Tayyip Erdoğan yanılıyor. Elçi’nin ölümü “terörle mücadelenin” haklılığını değil, çözüm sürecinin ve barışın ne kadar acil ve yakıcı bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha kanıtladı. Savaş politikalarında Kürtlerin ölen bebekleri buzdolabında saklanıyor, kapı önünde hamile Kürt kadınları katlediliyor, çatışmaların durmasını talep eden Tahir Elçi gibi isimler yaşatılamıyor. Ancak barış durduk yere gelmeyecek. Kürdistan’da devlet terörüne karşı on yıllardır direnen milyonlarca kişinin sesine, Batı’dan, AKP’nin savaş politikalarına karşı Tahir Elçi’nin ideallerini savunanların inşa edeceği bir kitlesel barış hareketiyle yanıt gelmesinin sonucunda kazanılacak.
BU SAVAŞI DURDURALIM AKP’nin Kürtlere karşı savaş politikası ve çözüm sürecinin durdurulması, bir süredir uluslararası bir nitelik taşıyor. Hükümet, ABD ile yaptığı ittifak sonucunda Suriye’deki savaşa dahil olmak için agresif bir politika izlemeye devam ediyor. Rus uçağının düşürülmesi de bunun son halkası oldu. Türkiye’nin müdahalesinin asıl amacı ise Suriye’de Kürtlerin kazanımlarını engellemek, Suriye’de özerk bir yapının oluşma ihtimalini durdurmak. AKP’nin Suriye’ye yönelik savaş politikalarına karşı çıkanlar kazandığında, barış sürecinin yeniden başlatılması için önemli bir adım atılmış olacak. Türkiye’de eşitlik ve demokrasi, Kürdistan’da ve Ortadoğu’da barış mücadelemiz birbirinden ayrılamaz hâle geldi.
İSTİKRAR MI DEDİNİZ? Koalisyonların "istikrarsızlık" yaratacağı korkusunu yayarak tek başına iktidar olmaya çalışan AKP'nin, 1 Kasım seçimlerini kazandıktan sonra kurduğu yeni hükümet görevine başladığı andan itibaren büyük felaketler yarattı. Hükümetin ilk 5 gününde önce Rus uçağı düşürülerek uluslararası bir krizin parçası olundu, daha sonra Can Dündar ve Erdem Gül “devlet sırları” denilen, Suriye’ye silah taşıyan MİT tırlarını haberleştirdikleri için tutuklandı, son olarak ise Tahir Elçi sokak ortasında vurularak öldürüldü.
Mesela geçtiğimiz Nisan ayında, soykırımın 100. yıldönümünde bütün dünya bu konuyu tartışırken akıllarına gelmemiş mi? O günlerde, yine Milliyet’e göre, “Ermenistan’da 24 Nisan’da yapılacak sözde soykırımın 100. yıl törenlerine gitmeye hazırlanan Vladimir Putin, ‘soykırım’ ifadesini kullandı.” Ee, demek ki meseleyi biliyorlarmış. Yasayı niye gündeme getirmemişler? Çünkü umurlarında değil. “Türkiye’ye karşı gerektiğinde kullanabileceğimiz bir koz olarak saklayalım, elimizde dursun” diye düşünmüşler. Türkiye ise, “100. yıldönümü olan 2015’in sonuna geldik, fazla bir maraza çıkmadan meseleyi atlatıyoruz” diye seviniyordu. Rus uçağı düşürülene kadar. Şimdi de bir şey olacağı yok tabii. Rusya yasayı geçirse ne olur, geçirmese ne olur? Büyük ihtimalle, ileride “Geçiririz ha” diyebilmek için hazırda tutacaklardır. Rusya’nın da, Türkiye’nin de Ermeni vatandaşları var. Soykırımda dedelerini, evlerini, topraklarını kaybetmiş on binlerce Ermeni yaşıyor Rusya’da da, Türkiye’de de. Ve bu insanların acıları, yasları, kaldırılamamış cenazeleri iki ülke arasında ucuz diplomatik oyunlara konu oluyor. Putin mi daha habis, Erdoğan mı, tartmak zor doğrusu.
8
GELENEK
MARTIN LUTHER KING VE ABD’DE IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE madan, gettolardaki ezilenlerin uğradığı şiddete karşı sesimi bir daha asla yükseltemem.”
YURİ PRASAD
ABD Sivil Haklar Hareketi’nin efsanevi lideri Martin Luther King, 1968 yılında Memphis’de kaldığı otelin balkonunda uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti.
Düzen, King’e saldırdı. Bundan üç yıl önce onu “Yılın Adamı” ilan eden Time gazetesi, şimdi savaş karşıtı konuşmasının “Hanoi radyosu için yazılmış bir senaryoya” benzediğini ileri sürüyordu.
Dünyanın her yerinde, ırkçılığın ortadan kalkmasını ve Vietnam’daki savaşın bitmesini isteyen milyonlarca kişi King’in yasını tuttu. ABD şehirlerinde isyan dalgaları ortaya çıktı-yoksul siyahların da aralarında olduğu birçok kişi iç savaşa benzer bir durumun ortaya çıkmasını bekliyordu.
Öldürülmesinden önceki haftalarda, Washington’da yapılacak yeni bir yürüyüş için çalışmaya başlamıştı. Bu yürüyüş hem siyah hem de beyaz işçileri bir araya getiren bir yoksul insanlar yürüyüşü olacaktı. FBI bunu King’in o zamana kadarki en tehlikeli dönemi olarak değerlendirdi ve kampanyayı yolundan çıkarmak için komplo kurmaya girişti.
King’in ölümünden sonra geçen yıllarda, ana akım politikacılar King’in mirasını sahiplenmeye çok istekli oldular, onun rüyasını paylaştıklarını ileri sürdüler. Radikal bir sosyal değişim istemeye devam edenlere karşı hızla King’in şiddet içermeyen taktiklerini kullanmaya başladılar. Şiddet içermeyen eylemlerin devletle –karşı karşıya gelme değil- işbirliği anlamına geleceğini umdular. Ancak öldürüldüğünde düzen, King’i yalnızca hareketin arabulucusu olarak kabul etmiyordu – durum bundan çok uzaktı. Federal Araştırma Bürosu’nun (FBI) başkanı J. Edgar Hoover, King’i “Amerika’nın en tehlikeli zencisi” olarak etiketlemişti.
Mart 1968’de, Memphis’de temizlik işçilerinin grevine destek verirken, 15.000 kişilik bir mitinge seslendi. “Eğer Amerika sahip olduğu büyük zenginliği, yoksulluğu bitirmek ve Tanrı’nın tüm çocukları için temel gereksinimlerini karşılamak için kullanmazsa, o da cehenneme gidecek.” dedi.
sonra, Demokratlara baskı yapma stratejisinde problemler ortaya çıkmaya başladı.
King uzun süreli grevlerin nasıl kazanılabileceği ile ilgili sorulara şöyle yanıt verdi, “Ne yapmanız gerektiğini söyleyeceğim ve sizin bunu yapmaya gücünüz yeter. Yapmanız gereken Memphis’de genel bir iş durdurma eylemi.”
İlk olarak, Washington’da sivil haklara olan desteğini ifade eden Demokrat Parti, Güney’de birçok ırkçı uygulamaya imza attı. Bu çelişki parti içinde bir krize neden oldu.
Siyah orta sınıfın bir kısmı ise sivil haklar mücadelesi onlar için daha önce en iyi üniversitelerin ve devlet içinde bazı pozisyonların kapısını açtığı için memnundular.
Demokratlar çaresizlik içinde, ırkçı beyaz Demokratlar, sivil haklar hareketi ve bu hareketten gelen milyonlarca seçmen arasında bir uzlaşma zemini bularak partiyi bir arada tutmaya çalıştılar.
Hâlâ ırkçı engellerle karşılaşıyorlar ve bu nedenle hâlâ hareketle bağlantılı olmaları gerektiğini hissediyorlardı, ama giderek King’in hareketi götürdüğü yoldan utanmaya başladılar.
Daha sonra King bu boykotun dersleri ile ilgili olarak “taleplerimiz mütevazi olduğundan az bir tepkiyle karşılayacaklarını düşünüyordum... Sonrasında, karşısında güçlü bir direniş olmayan kimsenin ayrıcalıklarından vazgeçmeyeceğini gördüm” diyecekti.
Demokratlar sivil haklar konusundan uzaklaştıkça, hareketin aktivistleri Beyaz Saray’dan taviz koparma stratejisi ile ilgili yanılsamalarından kurtulmaya başladılar.
Amerika’da devlet rejimi, siyahların bir sınıfı ile iş birliğini, siyah işçi sınıfına karşı bir tampon olması açısından bir fırsat olarak görürken, orta sınıf kendilerini gelecekte belediye başkanları, hakimler, işadamları ve kadınları, en iyi avukatlar ve polis şefleri olarak görüyorlardı.
1960’ta kampanya üniversitelere yayıldı; binlerce öğrenci kantinlerde, restoranlarda ve eyalet-içi taşımacılıkta ayrımcılığa son vermek için oturma eylemlerıne ve Özgürlük Hareketi’ne katıldı.
Kuzey’de olduğu gibi, yasal olarak dayatılan ayrımcılığın kaldırılmasının, ırkçılığın ortadan kalkması anlamına gelmediği gittikçe daha açık görünmeye başladı.
King 1950’lerin ortalarında Sivil Haklar Hareketi’nin yeniden doğumuyla öne çıktı. O dönemde ABD’nin Güney eyaletlerinde ırk ayrımcılığı yasaldı. 1955’de Montgomery Alabama’da siyah sivil haklar aktivisti Rosa Park’ın otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetmesi, siyahların bir yıl sürecek otobüs boykotunu başlattı. 26 yaşında yerel bir rahip olan King bu kampanyanın lideri oldu.
Ağustos 1963’te King, iş hakkı ve özgürlük yürüyüşü için Washington sokaklarına 250.000 kişiyi çıkarabilen bir hareketin lideriydi. Bu kampanyaların ilk hedefi, tüm Amerikalılar için tanımlanan sivil hakların ABD anayasasında garanti altına alınmasıydı. Eylemciler ABD hükümetini, Derin Güney’deki eyalet yönetimlerine karşı harekete geçmeye zorlayabileceklerini ve Kuzey’deki siyahların sahip olduğu aynı yasal hakları kazanabileceklerini ummuşlardı. Birçoğu Demokrat Parti’ye sivil haklar kanununu geçirmesi konusunda baskı yaparak bu özgürlükleri kazanabileceklerini düşünüyordu. Tavizler Washington’daki Demokratlar, Güney’de Sivil Haklar Hareketi’nin siyahların oy vermek için kayıt yaptırma kampanyasının bir karşılığı olacağını hesapladılar. 1964 ile 1969 arasında Alabama’da oy vermek için kayıt yaptıran siyahların oranı %19’dan %61’e çıktı. 1964 ve 1965’te sivil haklar kanununun yasalaşmasından
Birçoğu King’in çok uzlaşmacı olduğunu düşünmeye ve daha radikal fikirleri aramaya başladı.
1965’te King eğitim, konut ve iş konusunda “fiili ayrımcılığa” karşı örgütlenmek için kuzeydeki Chicago’ya gitti. King’in “Irkçı Güney”de yürüttüğü kampanyalarını destekleyen Kuzey’deki birçok orta sınıf beyaz, bu mücadelenin kendi mahallelerinde yürütülmesine karşı düşmanca bir tutum sergiledi. Sivil Haklar Hareketi, ayrımcılığın yasal aygıtı olmasa bile, işçileri bölmeye ve kârlarını artırmaya yardımcı olan ırkçılığa bağımlı toprak sahipleri, büyük sermaye ve devlet aygıtları ile gittikçe daha fazla çatışmaya girmeye başladı. Geçirdiği dönüşümün bilincinde olan King kendisini destekleyen eylemcilere şunu söyledi: “Geçtiğimiz 12 yılda bir reform hareketiydik, ama Selma’daki sivil haklar yürüyüşünden ve oy verme hakkı yasasından sonra, bir devrim çağı olması gereken yeni bir çağa girdik.” King 1967’de Vietman Savaşı’na karşı çıktı: “Toplumumuz tarafından örselenmiş genç siyah erkekleri alıyoruz ve Doğu Georgia ve Harlem’de sahip olmadıkları özgürlükleri korumaları için onları 8000 km öteye, Güney Doğu Asya’ya gönderiyoruz. Biliyorum ki, bugün dünyadaki şiddetin en büyük sorumlusu olan kendi hükümetime açıkça karşı çık-
King 4 Nisan 1968’de, tam da sivil haklar hareketi bir yol ayrımına geldiğinde öldürüldü. Radikaller ve aktivistlerin birçoğu, ırkçılığın ancak kapitalizmin sonlanmasıyla bitebileceğine ikna olmuşlardı. Muhafazakarlar sistem içinde çalışarak nispeten küçük değişiklikler kazanabileceklerine dair bir fırsat gördüler. King hareketi bir arada tutmaya çalıştı, ancak kendisi de gittikçe daha fazla radikal hale geldi. Kara Panter Partisi gibi siyah radikaller ise, kendilerini hem işçiler hem de sosyalizmle aynı hatta çekti ve binlerce destekçi kazandı. Ama radikallarin görece izolasyonu ve sonunda bozguna uğratılması, muhafazakarların kazanmasını sağladı. 1964’de ABD’de seçilmiş yalnızca 100 siyah devlet çalışanı vardı. 1990’da bu sayı 7.000’e yükseldi ve günümüzde yaklaşık 9.000’e ulaştı. Bu küçük tabaka, hâlâ son derece yoksul olan siyahların çoğunluğu adına konuştuğunu iddia ediyor. Kimi zaman kendi retoriklerini süslemek için King’in radikalizmini kullanıyorlar. Ancak King sistemle mücadele etmek için bir hareket inşa ederken, onu izleyen seçilmiş siyah devlet çalışanları bugün aşağıdan yükselen öfkeye karşı o sistemi savunmaktalar.
SINIF MÜCADELESİ
PATRONLARDAN ASGARİ ÜCRETE TEHDİT
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
ENTERNASYONALİZM NEDEN ÖNEMLİDİR? İşçi sınıfı enternasyonalizmi soyut/teorik bir temenni değildir, enternasyonalizm işçilerin gündelik mücadelelerinin kopmaz bir parçasıdır. İşçiler farklı sektörlerde ve farklı ülkelerde mücadele etseler de, dayanışma içinde olmak zorundadırlar. İşçi hareketi dayanışma sağlayabildiği oranda büyüyebilir. Rusya ve Türkiye arasında yaşanan krize yönelik Rusya Emek Konfederasyonu (KTR) ve Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) yaptığı ortak açıklama. Konfederasyonlar, uluslararası sorunların savaş, şiddet ve ekonomik yaptırımlarla değil, barışçıl yöntemlerle çözülmesi gerektiğini açıkladılar. Yayınlanan açıklamada yükselen gerilimin sadece ölüm ve yoksulluk getireceği ifade edilirken, sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesi gerektiği özellikle vurgulandı.
10 milyondan fazla işçi, asgari ücretle ayakta kalmaya çalışıyor.
1 Kasım seçimlerinin ardından asgari ücretin 1300 TL’ye çıkartılmasıyla ilgili tartışmalar patronları gerdi. Tayyip Erdoğan sermaye sınıfına “Fakirleri tahrik etmeyelim” diye seslenirken, Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir’in açıklamaları tehditkârdı. Hükümetin kıdem tazminatına yönelik saldırılarını hızlandırmasını ve işgücü piyasasının esnekleştirilmesini talep eden Özdebir, asgari ücretin artırılmasının “kârın yarısın-
dan fazlasını” götüreceğini dile getirerek Aralık ayında işten çıkarmaların başlayabileceğini dile getirdi. Sömürü üzerinde yükselen Türkiye’nin patronları, asgari ücrete getirilecek en ufak artışa dahi tahammül etmek istemiyor. Oysa Türkiye'de şirketler, kâr oranları açısından Avrupa ülkeleri arasında 1. ligin açık ara lideri. Asgari ücretteyse Türkiye, Avrupa’da 3. ligin en altlarında yer alıyor.
İŞYERLERİNDEN HABERLER
n İzmir Tepecik Hastanesi’nde çalışan sağlık emekçileri, 30 Kasım Pazartesi günü greve çıktı.
n Gebze’de iki, Düzce ve Tokat'ta olmak üzere 4 tane fabrikası bulunan TRELLEBORG şirketinin işçileri, Gebze ve Düzce'deki fabrikalarında örgütlü olduğu Petrol İş sendikasıyla birlikte 25 Kasım sabah 09.00 itibariyle fabrika önlerinde yaptıkları açıklamalar ile grevlerine başladı.
n Yıllardır mücadele yürüten Gebze’deki EKU Fren Kampana işçileri, sözleşme sürecindeki anlaşmazlıktan kaynaklı grev hazırlığındalar.
n Mayıs ayında metal işçilerinin ayağa kalktığı görkemli direnişin başladığı yer olan Renault fabrikasında, yetkisini ve üyelerini kaybetmesine rağmen provokasyon yaratmaya çalışan Türk Metal'e karşı işçiler yine eylemdeydi. n Sigorta primlerinin gerçek ücretleri üzerinden yatırılması ve işten atılan arkadaşlarının geri alınması için fabrika önünde çadır kurarak direnişe başlayan Bayteks Nakış işçileri, 20. günde taleplerini haykırmak için bir yürüyüş düzenledi.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
EMPERYALİST SAVAŞA KARŞI MÜCADELE Suriye’deki savaş, her geçen gün daha fazla devletin katılımı ile büyüyor. Emperyalist savaşa karşı mücadele, dünyanın her yerindeki sosyalistler için merkezi mücadele sorunudur. 1. Dünya Savaşı’na karşı mücadele eden Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, V. I. Lenin, Leon Troçki gibi devrimciler ne diyordu? Emperyalist savaşta “kendi devletimizin” yenilmesi için mücadele ederiz. Militarizme karşı sınıf savaşının yükselmesine yardımcı oluruz. Asıl düşman içeridedir! Barışı savunan her hareket ile kol kola gireriz, savaşı
n ODTÜ'de Tez-Koop-İş Sendikası üyesi işçiler bir günlük iş bıraktı. Toplu sözleşme sürecinde anlaşma sağlanamaması nedeniyle uyarı grevine çıktıklarını belirten işçiler, talepleri kabul edilmezse 4 Aralık'ta kampüs genelinde greve çıkacaklarını açıkladılar. n İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kent Ekmek Fabrikası’nda 65 işçinin başlattığı grev devam ediyor. n Balıkesir’in Bandırma ilçesinde, Enerji-Sa çalışanları üç aya yakın alamadıkları maaşlarının ödenmesi için eylem gerçekleştirdi.
durdurmak için uluslararası bir barış hareketi inşa etmeye çalışırız. Bu hareketin en kararlı unsurları oluruz. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuruz. Sömürgeciliğin ve işgalciliğin son kalıntıları ile birlikte ortadan kalkması, emperyalizmin küresel yenilgisi için uğraşırız. Milliyetçilikle savaşın destekçisi konumuna itilen işçilere, başka ülkelerdeki işçilerin ve yoksulların düşman değil kardeş olduğunu anlatır ve onları savaşa karşı mücadeleye kazanmaya çalışırız. 1. Dünya Savaşı, bir avuç devrimci sosyalist dışında karşı çıkan olmamış, hatta kitlesel sosyal demokrat işçi partileri kendi devletlerini desteklemişti. İşçi yığınları şovenizmle cepheye koşmuştu. İki yıl sonra, 1916’da emperyalist savaşın getirdiği insani, sosyal ve ekonomik yıkım ile milliyetçilik yerini savaşa karşı öfkeye bıraktı. 1917’de Rusya’da işçiler devrim yaparak Çarlık devletine son verdi. 1917 Ekim ayında kitelsel işçi örgütlenme-
Sendikaların yaptığı bu ortak barış çağrısı savaşın yoksulları hangi ulustan olduğuna bakmaksızın vurduğunun bilincinde olmak açısından çok önemlidir. Çok iyi biliyoruz ki; iki ülke arasındaki savaş tehdidi ve muhtemel bir savaş öncelikle işçileri ve yoksulları etkileyecektir. Bu gerilim sadece yoksulluk ve ölüm getirecektir. Bütün işçilerin çıkarı barıştan geçer. Bugünlerde Kore’de Kore Sendikalar Federasyonu, hükümetin kamu emekçilerine yönelik yeni yasal düzenlemeler getirmesini protesto etmek ve engellemek için grev ve direnişler gerçekleştiriyor. 14 Kasım’daki eylemlere on binlerce işçi katıldı, çatışmalar yaşandı, sendika yöneticileri ve işçiler tutuklandı. Hükümet yeni düzenleme ile aynen bizde de tasarlandığı gibi kamu çalışanlarının iş güvencesini ortadan kaldırmaya, işten çıkarmaları kolaylaştırmaya ve ücretleri düşürmeye çalışıyor. Tasarıya karşı direnen Kore Kamu Emekçileri Sendikası’nın yetkileri geçen aylarda iptal edilmiş, sendika şubeleri kapatılmıştı, son eylemde kapatılma kararına karşı direnen sendika genel merkezi de polisler tarafından basıldı ve kapatıldı. Kamu çalışanlarının emek hareketine desteğinin ne kadar önemli olduğu hem Türkiye, hem de Kore deneyiminde ortaya çıkıyor. Türkiye’de KESK’in kuruluş dönemlerinde gerçekleştirdiği mücadeleci çizgi, genel olarak emek hareketini olumlu etkilemiş, soldaki pek çok örgütlenmenin önünü açmıştı. İşçi mücadeleleri farklı sektörlerde ve farklı ülkelerde devam ediyor, sosyalistler olarak bu mücadelelerin arasındaki dayanışmayı artırmaya çalışmalıyız. Hareket dayanışma sağlayabildiği oranda büyüyecektir.
leri olan sovyetler tarafından işbaşına getirilen Lenin ve Bolşevikler, emperyalist paylaşım savaşından vazgeçen taraf oldu. Emperyalist devletlerin gizli planlarını, Sykes-Picot anlaşması olarak anılan Ortadoğu’nun paylaşımı belgelerini deşifre ettiler. Bugün Suriye’den yayılan emperyalist savaşa karşı tutum alırken, kazanmış devrimci sosyalist geleneğin mücadele derslerine bakmalıyız. Türkiye’nin savaş koalisyonunda yer aldığı ABD bugün yaşanan vahşet ve trajedilerin başlıca sorumlusudur. Türkiye’nin NATO’dan çıkması, küresel kapitalizmin bu savaş örgütünün yenilmesi için mücadele ederiz. Ne ABD ne Rusya! İkisi de emperyalist devletlerdir. Birini diğerine karşı desteklemeyiz, iki tarafında yenilgisini isteriz. Kendi sınırları içinde, Irak’ta, Suriye’de Kürtlerle savaşan Türkiye devleti sonuna kadar haksızdır. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakını savunuruz. Ordunun kışlaya dönmesini talep ederiz. Büyük bir barış hareketi inşa etmek için kolları sıvadık. Sen de katılır mısın?
10 SOSYALİZM
CORBYN’İN TAVİZLERİ TÜM SOLU ZAYIFLATACAK ALEX CALLİNİCOS
Jeremby Corbyn’in liderliğindeki İşçi Partisi çok güçlü itme ve çekme kuvvetlerinin etkisi altında.
BARIŞ İŞÇİLERLE GELECEK Konuşmacı: Çağla Oflas İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2
Sol Birlik (Left Unity) birkaç yıl önce İşçi Partisi’ne sol bir alternatif olma amacıyla kuruldu. Geçen haftasonu bağımsız bir örgüt olarak kalmayı sürdürme, ancak Corbyn partinin başında olduğu sürece İşçi Partisi adaylarına karşı aday çıkarmama kararı aldı. Bu hafta Cuma günü İtfaiyeciler Sendikası, İşçi Partisi’ne yeniden bağlanıp bağlanmamaya karar verecek. (Tarihsel olarak sendikalar tarafından kurulan İşçi Partisi’ne bazı sendikalar resmi olarak bağlı durumda bulunuyor. Bu sendikaların kongrelerde blok oy kullanma hakları bulunuyor)
Beyoğlu
KADIKÖY TÜRKİYE RUS UÇAĞINI NEDEN DÜŞÜRDÜ? Konuşmacı: Roni Margulies Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3
Diğer yandan Corbyn’e Yeni İşçi Partisi döneminden (Tony Blair’in liderliği döneminde şekillenen sağcı İşçi Partisi politikaları) miras kalan partinin sağ kanadının tepkisi giderek güçleniyor. İş dünyasından gelen bağışçılar, komedyenler ve köşe yazarlarının iyi reklamı yapılan istikrarlı bir istifa silsilesiyle karşı karşıyayız.
Gün geçmiyor ki, bir parlamenter parti liderine karşı, eğer Tony Blair ya da Gordon Brown döneminde olsa geçici olarak İşçi Partisi meclis grubundan çıkarılmak ya da partiden atılmakla sonuçlanacak bir muhalefet eylemine girişmesin. Paris saldırıları Corbyn’e yönelik saldırıların şiddetinde bir seviye artışına neden oldu. Açık ki, İşçi Partisi’nin sağ kanadı bu zaaftan faydalanıyor. Onlar –Muhafazakar Partililerin de yardımıyla– Corbyn’i un ufak edebilecekleri bir konu bulduklarını düşünüyorlar. Blaircilerin davranışı aşağılık. Eski canavarlar —David Blunkett, Charles Clarke, John Reid— sürünerek inlerinden çıkmaya başladılar. Birileri olara, Blair dönemindeki kabinedeki bakanlar olarak Irak işgalini doğrudan, öngörülebilir bir sonucu olan terörist eylemler sonucu gerçekleşen ölümlerin sorumluluğunu paylaştıklarını söylemeli. Corbyn’in kendisi de aşağı yukarı bu noktayı belirtiyor. Geçen Cumartesi Bristol’de yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu; “Geçtiğimiz 14 yılda İngiltere Ortadoğu ve çevresine yıkım
3 Aralık Perşembe 19:00 BEYOĞLU
Bir yandan yeni üyelerin partiye akışı devam ediyor. Parti üyelerinin sayısı 380 bini buldu, bu rakam 1997’deki zirve olan 400 bini oldukça yakın. Dahası İşçi Partisi’nin dışında olan radikal solun bir bölümü konumlarını gözden geçiriyorlar.
Bundan çok daha ciddi olan ise, Gölge Kabineye (İngiltere’deki muhalefet partisinin ülkedeki her bakanlığın faaliyetlerini inceleyen üyelerinden oluşan grup) ve İşçi Partisi’nin meclisteki grubuna egemen olan partinin sağ kanadının Corbyn’e karşı yürüttüğü saldırı.
TOPLANTI DUYURULARI
ŞİŞLİ PARİS İKLİM ZİRVESİ VE ANTİKAPİTALİST MÜCADELE Konuşmacı: Anıl Yüksel getiren savaşlar silsilesinin merkezindeydi. Bu savaşlar bizim ulusal güvenliğimize yönelik tehditleri azaltmadı, arttırdı.”
Bu karmaşa Corbyn’in sağa verdiği tavizlerin bir bütün olarak solu zayıflatabileceğine işaret ediyor.
Ama genel olarak onun tutumu fazla belirsiz. Bu belirsizlik sadece “öldürmek için ateş etme” politikası konusunda dürüst davranmamasında değil, daha önemlisi Paris’teki saldırılara yönelik “her türlü askeri yanıtın, uluslararası toplumun yalnızca onayı değil desteği de alınarak ve en önemlisi Birleşmiş Milletler’in sağladığı yasallık altında gerçekleşmesi” gerektiğini söylemesinde kendini gösteriyor.
Elbette hepimiz İşçi Partisi’ni değiştirme mücadelesinde Corbyn’i desteklemek istiyoruz. Sol Birlik’in aldığı kararın nedeni de muhtemelen bu. Ancak bunun anlamı basitçe onun tereddütlerini savunmak değil.
Oysa Corbyn’in 1991 Körfez Savaşı döneminde Tony Benn ve Nükleer Silahsızlanma Kampanyası (CND) ve Sosyalist İşçi Partisi (SWP) ile birlikte aldığı pozisyon bu değildi. Kasım 1990’da BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 678 numaralı karar ile yasallaşmış olmasına rağmen hepimiz askeri müdahaleye karşı çıkmıştık. İngiltere’deki savaş karşıtı hareket mütemadiyen BM’nin “yasallığının” kötü bir savaşı iyi bir savaş haline getiremeyeceğini savundu. Bizi sürekli daha beter felaketlere sürükleyen askeri müdahale ve terörist vahşet kısırdöngüsünde kalmaya karşı çıktık. Geçen hafta Cuma günü BM Güvenlik Konseyi üye ülkeleri IŞİD karşısında “gerekli tüm tedbirleri almaya” çağıran bir kararı kabul etti. Bu, Corbyn’in ayağının altındaki zemini kayganlaştırıyor.
Corbyn’in gücü ona olan halk desteğinde yatıyor. New Statesman dergisi Blaircilerin istifasının ardından “İşçi Partisi genel başkanlık seçimlerinden sonra partinin sola kaydığını, pek çok kişinin Corbyn’e yönelik bir meydan okuma durumunda Corbyn’in tutumunu savunacağını ve daha başkanlığa seçildiği seçimlerden bile daha büyük bir destek kazanacağını düşündüğü” sonucuna varıyor. Tatmin edilemez sağı tatmin etmek için manevra yapmak yerine Corbyn, onlara karşı kararlı bir şekilde durmalı. Corbyn’in halihazırdaki stratejisi Blairci kalıntılarla uzlaşarak İşçi Partisi’ni sosyalist bir partiye dönüştürmek gibi gözüküyor. Bu egemen sınıfın rızasıyla toplumu değiştirmek şeklindeki reformist projenin parti içi versiyonu. Bu strateji daha geniş bir ölçekte işe yaramadı ve İşçi Partisi içinde de işe yaramayacak.
Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey
ÜSKÜDAR AKP’NİN YENİ KABİNESİ: YALANLAR VE GERÇEKLER Konuşmacı: Ozan Tekin Daimler Pastanesi Tunusbağı cd. no:46 SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
AKTİVİZM
PARİS’TE İKLİM EYLEMCİLERİNE POLİS SALDIRDI 30 Kasım Pazartesi günü Paris’te başlayan 21. İklim Konferansı’ndan bir gün önce düzenlenmesi planlanan ve dünyanın dört bir yanından iklim değişikliğine karşı mücadele eden aktivistlerin katılması beklenen iklim yürüyüşüne polis gaz bombalarıyla saldırdı.
ÖNE ÇIKAN Anıl Yüksel
DAMAT, BAKAN, FOSİL YAKIT 64. hükümetin kurulmasının ardından Ekonomi Bakanı olacağı yönündeki tahminleri boşa çıkararak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı kimliğiyle karşımıza çıkan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Berat
Paris’te gerçekleşen ve 132 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamın ardından uygulamaya sokulan ve üç aya kadar uzatılan olağanüstü hal önlemleri çerçevesinde bütün gösteriler yasaklanmıştı. Bunların arasında Pazar günü yapılması planlanan iklim yürüyüşü de bulunuyordu.
Albayrak en çok konuşulan isim oldu. Damat Ferit’ten beri Türkiye hükümetlerindeki ilk damat bakan olduğu vurgusu sık sık yapılsa da, dikkat etmemiz gereken nokta burası değil. Türkiye’nin enerji politikalarının en yetkili ismi olacak olan Albayrak, Çalık Holding’in de Genel Müdürü. Enerjiden inşaata, madencilikten telekomünikasyona,
Ancak aktivistler eylemleri yasaklayan bu kararı tanımadıklarını söylemiş ve teröre karşı önlem adı altında gösteri haklarının ellerinden alınamayacağını ifade etmişlerdi.
birçok sektörde faaliyet gösteren holdinge bağlı 27 enerji şirketi bulunuyor. Bu şirketlerin büyük bir çoğunluğu fosil yakıta, özellikle petrole dayalı faaliyet halinde. Son yıllarda enerji ve inşaat sektöründeki
350.org Fransa Kampanyacısı Nicolas Haeringer şunları söylemişti: “Hükümet eylemleri yasaklayabilir ancak sesimizi bastıramaz. Asıl planlarımızı uygulamak zorlaşmış olmasına rağmen Paris’teki insanların iklim adaleti taleplerinin duyulması için bir yol bulacağız. Dünyanın her tarafındaki insanlara bir Küresel İklim Yürüyüşü’ne katılma ve seslerini her zamankinden çok çıkarma çağrısı yapıyoruz. Buna hiçbir zaman bu kadar ihtiyaç olmamıştı. Paris planlarımızın değişmesi gerekse de iklim adaleti hareketi yavaşlamayacak. Dünyanın her tarafında
11
mega projelerle adlarından sıkça söz ettiriyorlar. 2010 yılında Adana’daki petrol işleme tesisi için Hazine Müsteşarlığı’ndan aldıkları 15 milyar TL’lık yatırım teşvik belgesi de epey konuşulmuştu. Yeni bakan göreve gelir gelmez şöyle diyor: “Dünya-
haftalar ve aylar önce yürüyüşler, protestolar, sivil itaatsizlik eylemleri planlandı. Beraber şiddetin ve nefretin karşısında barış ve çözüm ile durmaya devam edeceğiz.” Bunun üzerine 29 Kasım Pazar günü Voltaire caddesi boyunca dövizleriy-
le insan zinciri kuran iklim aktivistleri, zincirin dağılmasından sonra Republique meydanında toplanmaya başladılar. Polis Republique’de toplanıp dağılmayan göstericilerin tam ortasına attığı gaz bombalarıyla müdahale etti. Müdahale sonucunda 280 kişi gözaltına alındı.
daki enerji endeksi dediğimiz husus aslında ülkelerin gelişmişliğiyle alakalıdır. İktidara geldiğimizde 30 bin MW olan kurulu gücü geçen yılın sonu itibariyle 73 bin MW’a çıkarmışız. Yeter mi? Yetmez. Kurulu gücü 10 yıl içinde 120 bin MW’a çıkaracağız.” Berat Albayrak’ın bugüne kadarki enerji politikalarını olumlayan açıklamaları ve yönettiği şirketlerin projeleri bize gösteriyor ki, önümüzdeki yıllarda da
ERKEĞE AF KADINA MÜEBBET AYŞE DEMİRBİLEK
1 Aralık’ta kadın cinayetleri ile ilgili olarak önemli bir dava görülüyor olacak, Yasemin Çakal davası. Aslında daha önce örneklerini gördüğümüz bu davada Yasemin Çakal nişanlılığından bu yana şiddet uygulayan kocasını kendisini boğarken bıçaklayarak öldürmek zorunda kaldı. Nevin Yıldırım davası da buna benzer bir dava idi ve mahkeme Nevin’in meşru müdafaasını kabul etmemiş, müebbet hapis cezası vermişti. Nişanlılığında Yasemin Çakal’ı işten ayrılmaya zorlamış, evlenmeleri ile beraber şiddeti fiziksel olarak sürdürmüş, hamilelik dönemi de dâhil olmak üzere sistematik şiddet uygulamış. Çocuklarının doğmasıyla birlikte şiddet evde çocuğa da yönelmiş, Yasemin Çakal çocuğuna uygulanan şiddeti de görmek zorunda kalmış, çocuğu ile odaya kapatılarak aç, susuz bırakılmasına kadar türlü işkencelere maruz kalmış. Olayın yaşandığı gün kocası Yasemin Çakal’ın boynuna kemer dolayarak boğmaya çalışırken, Yasemin devrilen kahvaltı masasından ulaştığı bıçak ile kocasını bıçaklamış. Ölmek yerine öldürmek zorunda kalarak, kendinin ve çocuğunun hayatını kurtarmıştı. Tüm bunlar olurken Yasemin ailesine gitmek, şikayetçi olmak gibi birçok yolu denemiş, ailesinin evinden “namus” derdinden dolayı geri gönderilmiş, resmi makamlardan da eli boş dönmüştü. Kadınlara “namus”,
“aile birliği” gibi gerekçelerle kapatılan kurtuluş yollarının sonucunda Yasemin Çakal bugün çocuğu ile birlikte cinayetten yargılanıyor. Erkeklere iyi haller, haksız tahrik gibi gerekçelerle türlü indirimler sağlayan hukuk sistemi, kadınların meşru müdafaa hakkını bile tanımıyor. Yasemin Çakal davasında ilk duruşmada daha şiddetin somut kanıtları bile geçmemişken mahkeme adli tıp raporu alınmasını sebepsiz olarak reddetti. Davayı meşru müdafaa olarak görmedi. Ancak örülen güçlü kadın dayanışması ve davanın görünür kılınması mahkemeyi raporu kabul etmeye zorladı. Oysa mahkeme daha ilk duruşmada dosyayı mütalaaya göndererek kapatmak niyetindeydi. Bu dava bize kadına yönelik şiddet ve cinayetlerde açıkça aile- yargı- devlet ilişkisini gözler önüne seriyor. Kadının aile içinde yeri ile başlayan kıskaç yargı ve devlet zihniyetiyle eklemlenerek kadınların yerinin aile içi olduğu ve itaat etmeleri gerektiğini meşrulaştırmaya çalışıyor. Söylem, tutum ve uygulamalar ile erkek şiddeti aklanıp, meşrulaştırılırken kadınların kendilerini korumak, insanca yaşamak adına yapmak zorunda kaldıkları eylemler cezalandırılıyor. Kadınların eşit ve insanca yaşamlarını sağlayacak olan yollardan biri, belki de en önemlisi bu aile-yargı-devlet ilişkisi karşısında verilecek teşhire dayalı kararlı bir mücadele olacak.
karbon salımı konusunda üst sıraları zorlayacağız. Bakanın da dediği gibi, “güçlü” Türkiye’nin “kalkınmasında” en önemli unsurlardan biri enerji politikaları. Her defasında dile getirilen enerji ihtiyacı, dur durak bilmeyen santral projeleri, petrol ve doğalgaz arama çalışmaları, atmosferi karbona boğan şirketlere verilen teşvikler... Türkiye, karbon salımı yarışında bir an olsun taviz vermeyeceğini bu çılgın projeleri ve yatırımlarıyla ortaya koyuyor. Bakan Albayrak’ın hedeflediği 120 bin MW’lık kurulu gücün fosil yakıta dayalı projelerle ve hatta nükleer enerjiyle sağlanmak istendiği çok açık. İklim krizinin bir numaralı sorumlusu olan fosil yakıt kullanımı karşısında herhangi bir yaptırım uygulamayan Türkiye, Berat Albayrak bakanlığında bu krizin en büyük ortaklarından biri olmaya devam edecek. Zaman hızla daralıyor. Küresel ısınmaya bağlı sıcaklık artışı 1,5°C’yi geçmişken, iklim değişikliğinin yıktığı hayatlar milyonlarla ifade edilirken yapılacak şey fosil yakıt kullanımına bir an önce son vermektir. Israrla söylemeye devam edeceğiz; güneş, rüzgar bize yeter!
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
BİRLEŞEREK DURDURABİLİRİZ İstikrar söylemiyle iktidara gelen hükümet, Kürt halkına karşı kirli bir savaş yürütüyor. Suriye’de emperyalist hayaller peşinde sözde “İŞİD”e karşı oluşturulan koalisyonun bir parçası. Bölgede diğer bir emperyal güç olan Rusya ile gergin ilişkiler yaşıyor. Nereden bakılırsa bakılsın “istikrar” ile ilişkisi olmayan hükümet şimdi işçi sınıfına karşı yeni saldırılara hazırlanıyor. Emekçilere savaş, ölüm ve sefaletten başka bir şey sunmayan hükümetin emek düşmanı politikalarını birleşerek durdurmak mümkün. 1 Kasım seçimlerinin ardından AKP hükümet programını açıkladı. Programın “İstikrarlı ve Güçlü Ekonomi “ başlıklı bölümünde, “özel sektör öncülüğünde, dışa açık ve rekabetçi üretim yapımızın geliştirilmesidir. Verimlilik artışı ve sanayileşme sürecinin güçlendirilmesi, bu stratejimizin temel yapı taşlarını oluşturmaktadır" denilmekte. Bu cümlelerde geçen “dışa açılım”, “rekabet” ve “verimlilik” kelimeleri yan yana geldiğinde akla iş gücü maliyetlerinin rekabet edebilir ölçekte, ulusal ve uluslararası sermaye için cazip hale getirilmesi geliyor kuşkusuz. Programda işsizliğin azaltılması, kayıt dışı ilişkilerin ortadan kalkması gibi kulağa hoş gelen hedefler oldukça yanıltıcı. Her şey sermaye için
birçok hak yok ediliyor.
1 Kasım’da seçim zaferinin rüzgârını arkasına alan hükümet, daha önceleri 2012-2023 yılı hedefini belirleyen “Ulusal istihdam Stratejisi” kapsamında gündeme gelen, işçi sınıfının aleyhine yönelik bir dizi düzenleme gerçekleştirmek üzere adımlar atmaya hazırlanıyor.
Vergiler artıyor, kamu hizmetleri azalıyor
Programda belirtilen işsizliğin minimum düzeye çekilmesi, kayıt dışı ekonominin ortadan kaldırılmasına ilişkin ifadeler, işveren üzerindeki maliyetleri ortadan kaldırmak için esnek çalışmanın yaygınlaştırılacağına işaret etmekte. “Esnek çalışma” güvencesiz çalışma anlamına gelmekte. Ulusal İstihdam Stratejisi’nde de yer alan esnek çalışma ile hükümet, kadrolu çalışmayı ortadan kaldırmayı hedefliyor. Esnek çalışma sistemiyle sosyal güvenlik primleri, servis, dinlenme, yıllık izin, işsizlik ödeneği, emeklilik dâhil
Öte yandan “verginin tabana yayılması gibi gelir arttırıcı çalışmalar” ile mali kaynak yaratılma stratejisi yeni vergilerin kapımızda olduğunu göstermekte. Üstüne üstlük kamu harcamalarının kısıtlanmasıyla sömürü oranları yükselecek. Mali kaynaklar savaşa ve sermayeye aktarılacak. Birleşirsek durdurabiliriz Saldırılar karşısında, hükümetin seçim zaferine bakıp, umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. AKP’ye işçi sınıfından büyükçe oy desteği gelmesi, işçi sınıfının hükümetin emek düşmanı politikalarına karşı harekete geçmeyeceği anla-
KAMU EMEKÇİLERİNİN İŞ GÜVENCESİ ÇALINIYOR Sendikaların genel grev sebebi olarak değerlendirdikleri diğer bir adım da 657 sayılı kanunda yapılmak istenen bir dizi değişiklik. Hükümet 657 sayılı kanun kapsamında istihdam edilen kamu çalışanlarının özlük haklarına saldırı içeren bir dizi düzenleme gündeme getirmek üzere düğmeye bastı. Kamuda esnek çalışma ve performansa dayalı istihdam biçimlerinin uygulanmak istendiği uzun bir zamandır konuşuluyordu. Bununla bağlantılı olarak kamu çalışanlarının iş güvencelerini ortadan kaldırmak için çeşitli hazırlıklar
yapılıyor. Daha önce üç kez grev yasaklayarak işçi haklarına düşman olduğunu kanıtlamış olan hükümet, personel rejiminde değişiklik yapmak isterken sendikaları da hedef tahtasına koymakta. “Oluşan kamu zararının sendikalara fatura edilmemesi nedeniyle memurların fiili grevinin önüne geçilemeyişi” kanun değişikliğiyle kamu çalışanlarının zaten yasak ve devlet şiddetine maruz kalan sendikal örgütlenmesinin yanısıra ve grev hakkının kısıtlanmasına yönelik de ciddi bir saldırı hazırlığı yapılıyor.
mına gelmiyor. Daha önce de hükümeti destekleyen büyük işçi kitleleri defalarca harekete geçti. Metal işçileri birleşerek Türk Metal çetesini geriletti. Metal işçileri bizlere yol gösterdi. Daha da önemlisi Tahrir’den Suriye’ye, Wall Street’ten, Sintagma’ya, milyonların öfkesi, Yunanistan’daki genel grevler hafızalarımızda hâlâ tazeliğini korumakta. Sermayenin işçi sınıfının örgütlenmesinin önüne diktiği bariyerleri birleşerek aşabiliriz. İş yeri merkezli birleşik bir mücadeleyle emek örgütlerini harekete geçirebiliriz. Grev yasaklarını aşmak, dayanışmak, mücadeleyi yükseltmek mümkün. Kazanmak mümkün! Birleşelim, durduralım, kazanalım.
KIDEM TAZMİNATIMIZI GASP ETTİRMEYECEĞİZ Sermayenin, hükümetten vakit kaybetmeden adım atmasını istediği adımların başında , işveren maliyetlerini azaltacak kıdem tazminatı hakkının ortadan kaldırılması geliyor. AKP uzun zamandır ısıtıp ısıtıp, gündeme getirdiği kıdem tazminatını hakkımıza saldırısını nihayete erdirmeyi planlıyor. Sendikaların ortak tepkisi nedeniyle rafa kaldırılan kıdem tazminatın yönelik saldırıyla hükümet tarafından fona çevrilerek gasp edilmek isteniyor.