DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
545
9 Aralık 2015 2 TL. sosyalistisci.org
ORDU KISLAYA , A , S VA
R I Y HA
SA
Daha iki yıl önce çatışmaların bitmesinin sevincini yaşıyor, Türki- açtığı ABD ile birlikte Suriye ve Irak’ta savaşta. Esad rejimi ile zaten savaş haline geçilmişti, uçağı düşürülen Rusya ile savaştan ye’nin en büyük sorununun çözülebileceğini düşünüyorduk. bir adım öncesine gelindi. Son olarak, Musul yakınlarına askeri üs Şimdiki duruma bakın! Türkiye kendi sınırları içinde, Irak’ta ve Surikuran ve sevkıyat yapan Türkiye, Irak’la çatışma noktasına yaklaştı. ye’de PKK ile savaşta. Aynı zamanda İncirlik ve tüm askeri üslerini AKP’nin Suriye’de Kürt yönetimine izin vermeme ve bölgesel güç olmayı temel alan dış politikası her gün yeni bir savaş üretiyor. Biz emekçilerin bu savaştan, çatışmadan, çözümsüzlükten bir çıkarı yok. Faturasını ise biz ödüyoruz, ödeyeceğiz. Rusya’da çalışan ve Türkiye’den rusya’ya ihracat yapan başta tekstil olmak üzere bir çok işkolundaki işçilerin isşiz kalması, üreticilerin ürünlerini satamayaıp iflas edecek olması gibi. Ordu kışlaya dönmelidir. Askeri macera ve savaş değil barış, ekmek, iş ve özgürlük istiyoruz.
CANAN ŞAHİN: KOMÜNİSTLİKTEN KEMALİSTLĞE ALEVİLER sayfa 8
İDİL ÜGÜT: CİNSİYET, SINIF VE SOSYALİZM
sayfa 09
ANIL YÜKSEL: PARİS İKLİM ZİRVESİ ŞİRKETLER GEZEGENE DÜŞMAN sayfa 11
2
GÜNDEM
CİNAYET AÇIĞA ÇIKMALI ERGENEKONCULAR NE YAPIYOR? Hepimiz farkındayız ki Ergenekon yavaş yavaş devreye giriyor. Hükümet tarafından aklandığı her davayla Ergenekoncuların kendine güveni artıyor. Ergenekon davaları döneminde, buz dağının görünen yüzüyle karı karşya olduğumuzu biliyorduk. Seferberlik Tetkik Kurulu, devletin derinlerinde çalışan binlerce insanın varlığı, devlet bürokrasisinin tüm siyasi hareketlerden daha kalıcı olan varlığı, Ergenekon adıyla özetleyeceğimiz yapının geriletilmediği her seferinde devrede olacağını, hareket haline olacağını, fırsat buldukça burnunu yavaş yavaş siyasetin içine sokacağını gösteriyor.
Tahir Elçi’nin öldürülmesiyle ilgili soruşturmada Emniyet kameraları tarafından çekilen iki ayrı videonun daha incelendiği ortaya çıktı. Videolarda suikast iddialarını güçlendirecek görüntülerin olduğu söyleniyor. Tahir Elçi cinayetinin üstünün örtülmesine izin verilmemeli. Ortaya atılan tüm iddialar aydınlatılmalı, sorumlular açıklanmalı.
IRAK KRİZİ: ERDOĞAN VE GENERALLER YİNE YENİLDİ IŞİD kontrolündeki Musul’a 32 kilometre uzaklıkta üs kuran ve 600 asker ile 20 tankı buraya sevk etmek isteyen Türkiye, koalisyon güçleri tarafından yine yalnız bırakılırken, Irak’tan gelen sert tepkiyle bu plandan caymak zorunda kaldı.
bancı askeri güç konumuna gelecekti.
Biz Ergenekon diyelim, siz kontrgerilla deyin, 17-25 Aralık’ta açığa çıkan yolsuzlukların kumpas olduğunun kanıtlanması için, darbecilerin yargılandığı tüm davaların kumpas olduğunun kanıtlanması gerekiyordu. Bu davalar “Paralel’in oyunu” olarak yeniden tanımlandıkça, Balyozcular ve Ergenekoncular ellerini kollarını sallaya sallaya aramızda dolaşmaya başladılar.
Suriye ve Rusya’dan sonra Irak’la da savaş durumuna geçilmesine yol açan kriz, Türkiye’nin Irak Kürdistan Yönetimi’nin talebiyle Musul yakınlarındaki Başika’ya 600 asker göndereceğinin ortaya çıkmasıyla başladı.
Fakat hâlâ Başika’da Türkiye askeri birlikleri bulunuyor ve AKP’li medya ordunun Musul’a harekat için orada bulunduğu yazıyor.
Fiili işgal girişimi
Bu davalarda, hiç gerçekçi olmayan, araya başka kaygılarla sıkıştırılmış dosyalar olduğu en başından beri belliydi. Yargılanan bazı isimlerin darbe girişimleriyle alakasız olduğu da açıktı. Bu davaların en başından itibaren sadece hükümeti yıkmaya yönelik bir girişimle sınırlanması eksiklikti. Ama bu davaların özü, darbeler tarihiyle hesaplaşmak açısından bir ilk adımdı ve hangi paralel icad edilirse edilsin ya da yargı ve polisteki hangi çeteleşme bu davaları kendi çıkarı için kullanmaya çalışırsa çalışsın, Türkiye’nin uzak ve yakın tarihinde merkezinde ordunun elemanlarının olduğu darbeler ve siyasi suikastların olduğu, yaşandığı gerçeğini değiştirmez.
Türkiye ordusuna bağlı bir askeri birlik IŞİD’e karşı savaşan Sünni Arapların ve peşmergelerin eğitimi gerekçesiyle Mart’ta bölgeye yerleşmişti. Planlanan son askeri sevkiyat, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki varlığının askeri eğitimin ötesinde olduğunu gösterdi.
Türkiye, Irak Kürdistan Yönetimi gibi, ABD’nin savaş koalisyonunda yer alırken Şii Irak hükümeti Rusya’nın müttefiki. Başika’daki askeri üs esas olarak PKK’ye karşı savaş için kullanılıyor. Burada eğitim gören Sünni Araplar ise koalisyon güçlerinin IŞİD’e karşı karadaki birliği oluyor.
Bütün “paralel” hezeyanının orta yerinde, geçtiğimiz hafta Yaşar Büyükanıt 27 Nisan e-muhtrasıyla ilgili açılan dava nedeniyle ifade vermeye çağrıldı. Çok bilindik bir sözdür, “gerçekler intaçıdır” ve ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Ya 27 Nisan Yaşar Büyükanıt ve bir kaç silah arkadaşının kişisel girişkenliğinin bir ürünüdür ya da bu girişim darbeler geleneğinin ve askeri vesayet zincirinin son halkalarından birisidir. 27 Nisan’ı da “Paralel”e yıkmak mümkün değil. Değil zira bunun tek yolu Büyükanıt’ın paralelci olduğunu iddia etmek! Belki “Paralel” Büyükanıt’ın kullanışlı bir aptal olduğunu düşünerek 27 Nisan açıklamasını yapmaya ikna etmiştir. Hrant Dink cinayetinin hükümete karşı bir darbe girişimi ortamı olduğu fikrini yayıp böylece orduya karşı bir kumpas için siyasi iklim elde etmek isteyenlerin planlaması olduğunu iddia edebilenlerin olduğu bir memleket burası. Savaşan ordu, siyasete müdahale etmek için bulunmaz bir fırsat ele geçirmiş oluyor. Darbecilikten yargılanıp, hapis yatıp dışarı çıkanların kiniyle birleştiğinde bu fırsatları değerlendirmek için çok daha kararlı olduklarını görmek zorundayız. Hükümetin çubuğu savaşa büktüğü her an, her gelişme, gerçek darbecilere bulunmaz kapılar aralıyor.
Bu sevkiyat gerçekleşseydi, Türkiye, İran ve ABD’den sonra Irak’ta 3. ya-
Irak yönetimi Türkiye’ye askerlerini çekmesi ve yeni birlik göndermemesi için 48 saat süre verdi. Bu tehditten birkaç saat sonra Davutoğlu, Irak başbakanına mektup yazarak asker göndermeyeceklerini bildirdi.
Ordunun orada ne işi var?
Türkiye Cumhuriyeti, Musul’u kendi toprağı olarak görerek, hep ilhak etme peşinde oldu.
Kuzey Irak’taki Türk ordusunun varlığı PKK’ye karşı savaşla Türkiye’de çözümsüzlüğü derinleştirirken, Irak hükümeti ya da IŞİD’le cepheden bir savaşa yol açabilir. Bu hamle her durumda Suriye’de büyüyen savaş ve çatışmaların Türkiye’ye taşınmasına yol açacak. Koalisyon yine ortada bıraktı ABD yetkillileri Türkiye ordusunun Başika’daki yığınağından bilgileri olduğunu, fakat bunun koalisyon güçlerinin bir harekatı olmadığını açıkladı. Rus uçağının düşürülmesinin ardından olduğu gibi Başika’da Türkiye, güvendiği koalisyon güçleri tarafından yalnız bırakıldı. Hem ABD hem de Rusya-Irak baskısı ile hızla geri adım atarak bir askeri başarısızlığa daha imza atılırken yeni bir askeri gerginlikle bölgesel savaşa bir adım daha yaklaşıldı.
GÜNDEM
SURİYE PETROLLERİ NEREYE GİDİYOR?
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ÖLDÜRMEKLE BİTİREMEZSİNİZ, SAVAŞARAK GERİLETEMEZSİNİZ Türkiye IŞİD’le savaşmaya karar verdiğini açıkladığının ertesi günü Kandil’i bombaladığı gibi şimdi de Suriye’de tampon bölge talebini yükseltir görünüyorken Musul’da asker sayısını artırma kararıyla kendince bölgede süre giden hamle savaşında pozisyon belirledi. Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiğinde yeni bir Türkiye’nin kurulduğunu ve “üst akıl”, “faiz lobisi” ve herkesin içinde yer aldığı anti AKP bir koalisyonunun yeni Türkiye’ye karşı olduğunu iddia edenler, Türkiye’nin kan havuzunda yer almak dışında hangi yeniliğe sahip olduğunu açıklamak zorundalar. Türkiye Rusya’nın savaş uçağını şu ya da bu gerekçeyle düşürüyor. Türkiye Kandil’i her gün bombalıyor ve 2 bin kişiyi öldürdük diyerek caka satıyor.
IŞİD kontrolündeki Musula’a 32 kilometre uzaklıktaki Türkiye tankları. KEMAL BAŞAK
Bombardıman uçağının düşürülmesinden sonra Rusya’dan peş peşe karşı hamleler geliyor. Bunlardan en çok ses getireni, hem NATO hem de Rusya’nın ortak düşmanı IŞİD’in, Türk devlet yetkililerinin onayıyla Türkiye sınırları içinde petrol ticareti yaptığı iddiası. Aslında bu iddia yeni değil, IŞİD’e karşı savaşan Kürt güçleri ve bölgede çalışan gazeteciler uzun zamandır bu olaydan bahsediyor. Gazeteciler, Batı’da Suriye içindeki Azez ve Doğu’da Irak içindeki Zaho güzergahlarından ‘kaçak’ petrol girişi yapıldığı iddialarını yadsımıyorlar. IŞİD’in Suriye’de egemen olduğu yerlerde, dünya ölçeğinde küçük sayılan bir miktarda, günde ortalama 40.000 varil, petrol üretiliyor. Günlük getirisi 1,5 milyon dolar olarak hesaplanan petrolün, IŞİD ile çalışan aracı tüccarlar aracılığıyla, Suriye rejimi dahil olmak
AKP’NİN SAVAŞ POLİTİKALARININ HEDEFİ Türk devletinin dış politikasındaki birinci önceliği, Suriye sınırı boyunca ortaya çıkan Kürt kantonlarının ezilmesi. Bu konuda en cüretkar girişimlerde bulunan IŞİD'le, ortada somut bir işbirliği olmadığını varsaysak bile, en azından bir ‘gönül birlikteliği’ olduğu görülüyor. Kaldı ki, IŞİD'le Musul Konsolosluğu rehineleri üzerinden yapılan görüşmeler, 7 Haziran seçimleri öncesinde başlayan ve 10 Ekim'de Ankara'da doruğa ulaşan IŞİD katliamlarında Türk güvenlik kuvvetlerinin katliamlara davetiye çıkaran uygulamaları, Erdoğan yönetiminin ısrarla IŞİD yerine PYD'yi terör örgütü olarak lanse etmesi, iki güç arasında ‘gönül birlikteliğini’ aşan bir yakınlık olduğunu ortaya koyuyor.
HAFTANIN IRKÇISI ARDAHAN’DA KÜRT ÖĞRENCİLERE SALDIRANLAR Geçen hafta içinde Ardahan’da kalabalık bir grup faşist Kürt öğrencilere saldırdı. Faşistler Burak Aydın isimli Kürt öğrenciyi hastanelik etti.
üzere IŞİD’le savaşan bütün yerel unsurlara gönderildiği biliniyor. Bu petrolün kaçakçılar aracılığıyla Türkiye'ye de girmiş olma ihtimali var. Ancak Suriye petrollerinden elde edilen meblağın küçüklüğü, bu güzergahtaki kaçakçılığa Türk devletinin doğrudan karışmış olabileceği ihtimalini zayıflatıyor. IŞİD'in kontolündeki esas önemli petrol yatakları Irak içerisinde yer alıyor. Bölgedeki kaynaklar 143 milyar varille, petrol rezervleri sıralamasında Suudi Arabistan ve Venezuella'dan sonra üçüncü sırada yer alan, Irak'ın petrol yataklarının % 17'sinin IŞİD'in kontrolünde olduğunu belirtiyor. Irak genelinde günde 3 milyon varil petrol üretimi yapıldığı düşünülürse IŞİD'in yaklaşık olarak günlük 500 bin varil üretimi kontrol ettiği görülür. Egemenlik kurduğu bölgelerde devlet olarak örgütlenen IŞİD'in en önemli geliri, bu bölgede üretilen petrolün satışından kazanılıyor. Fakat bu petrolün Türkiye'ye gelebilmesi için aradaki Irak Kürdistanı engelini aşması gerekir, zira Güney Kürdistan yönetimi IŞİD'le savaşan bir başka güç odağı. Fakat IŞİD’le savaş halinde olan diğer yerel unsurlar arasında aracılık yapan kişilerin, Barzani yönetiminden kimi unsurları da ‘kendine bağlamış’ olma olasılığı yadsınmamalı. Dolayısıyla, Türk devletinin en çok petrol alımı gerçekleştirdiği ülkelerden biri olan Güney Kürdistan'dan Türkiye'ye bu yolla ucuza ‘IŞİD petrolü’ girmesi ve bu aracılık işleminde Türk devlet yetkililerinin rol oynaması mümkün. Fakat henüz iddiaları aşan bir belge ortaya çıkmış değil. 3 Aralık’ta Kürt öğrencilere saldıran faşistlerin saldırıları, ertesi gün de devam etti. Çevre illerden getirilen çok sayıda ülkücü faşist, şehir merkezinde bulunan Ardahan Üniversitesi Öğrenci Derneği’ne saldırmak istedi. Irkçı grup tekbir getirerek Kürt öğrencilere hakaret ederken polis her zamanki gibi ırkçı grubun saldırısını seyretmekle yetindi. Irkçılar şehir merkezinde, sokakta gördükleri kişilere kimlik kontrolü yaparak Kürt öğrenci aradı. Irkçı grup tek başına gördükleri Burak Aydın isimli bir Kürt öğrenciye saldırarak hastanelik etti. Sokakta Kürt avına çıkan ve şehrin genelinde terör estiren faşistler, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
Türkiye devleti sınırlarının içinde birçok Kürt ilçesini düşman toprağıymışçasına kuşatıyor, sokağa çıkma yasakları ilan ediyor, öldürülen bazı gençlerin cesetleri polis araçlarına bağlanıp sürükleniyor. İlçeler yakılıp yıkılıyor. Türkiye Kıbrıs’ta zaten bir askeri varlığa sahip. İncirlik Üssü’nü ABD’nin başını çektiği koalisyona yeniden açtı. ABD Suriye’yi bombalarken can dostu Türkiye’nin askeri üssünü kullanıyor. İran’la arası gergin Türkiye’nin, Suriye’de arasının gergin olmadığı grup sayısı çok az. Kıbrıs’ın suyunu kesmeyi düşünüyor, arası gergin Kıbrıslılarla, Türkiye’de, Suriye’de ve Irak’ta Kürtlerle arası gergin Türkiye’nin. “Yeni Türkiye” değil gergin Türkiye karşımızdaki. İçeride her geçen gün sertleştirilen dil, dışarıda askeri müdahale peşindeki uygulamalarla elele gidiyor. Yeni Türkiye, zembereğinden boşalmış bir şekilde savaşa girebilecek bir Türkiye. İçerde ve dışarıda bir savaş telaşında. Büyük güçlerin meydan muharebesinin yarattığı siyasal kırılganlıktan, Türk egemen sınıfının lehine faydalanmak için tüm komşularıyla gergin ilişkiler içinde. Tüm bu gerginliğin içinde, Türkiye’de devleti, Erdoğan’ı, AKP’yi ve MHP’yi motive eden temel güdü, Kürt düşmanlığı. Türkiye IŞİD karşıtı koalisyonun parçası ama esas olarak Kürtlerle savaşıyor. Türkiye’nin terör listesinde IŞİD de var, ama aslen PKK’ye yönelik operasyonlar yapıyor. IŞİD’in Suruç ve Ankara’da gerçekleştirdiği katliamlarda bile öne PKK’yi çıkartıyor, “Bu IŞİD’in gerçekleştirdiği bir terör eylemidir” diyemiyor. “Kokteyl”den söz ediyor, bir grup örgütün ortaklaşa gerçekleştirdiği eylemler olarak damgalayarak bu katliamları, öldürülen Kürtler olmasına rağmen Kürt örgütlerini suçlamaya çalışıyor. Haziran ayından beri doludizgin içine girilen bu savaş ortamına “Artık yeter” demenin zamanı geldi de geçiyor. Devletin Irak’ta, Suriye’de ve her şeyden önce Türkiye’de Kürtlere bakışını değiştirmek zorundayız. Bu değişikliğe şu hatırlamayla başlayalım: Irak’ta, Suriye’de ve Türkiye’de milyonlarca Kürt var, direniyorlar, başarılar kazanıyorlar. Öldürmekle bitiremezsiniz, savaşarak geriletemezsiniz.
4
DÜNYA
KÜRESEL ISINMA SADECE SİYASETÇİLERE BIRAKILAMAZ Paris’te düzenlenen Cop21 İklim Zirvesi’nde
birinci hafta bir ilerleme ve anlaşma olmadan kapandı. Bu arada dünyanın dört bir yanından iklim aktivistleri etkinliğe katılarak iklim üzerine hiçbir politikanın kendileri olmadan belirlenemeyeceğini gösterdi. Paris İklim Zirvesi’nin önemi, ülkelerin 2030 yılına kadar küresel ısınma konusunda yapacaklarını, yani karbon emisyonlarını azaltmak için altına girecekleri taahhütleri belirleyecek olması. Ancak bunun küresel ısınmayı durdurmaya yetmeyeceği şimdiden belli. Yaklaşık 200 ülkeden en üst düzey politikacılar iklim değişikliğini durdurmak için asla yapmayacakları şeyler hakkında konuşmak için Paris’e gitti. Zirveye dünya liderlerinin yanı sıra, lobi faaliyeti yapmak üzere binlerce şirket temsilcisi de katıldı. Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Cop21 Zirvesi’nin masraflarının yüzde 20’si özel şirketler tarafından karşılanıyor. Dünyayı en fazla kirleten şirketler bu zirveyi kendi imajlarını temizlemek için kullanıyor. Bu şirketler arasında fosil yakıt enerji devleri Engie ve EDF, araba üreticileri Renault ve Nissan’nın yanı sıra Air France da bulunuyor.
rılması hedefine ulaşmayı sağlayacak bir azaltım miktarının gerçekleşmiş olmasıydı. Ancak Sentez Raporu’na göre küresel emisyonlar artmaya devam ediyor ve üstelik bu artışın devam edeceği öngörülüyor. Paris’te ülkelerin Ulusal Katkı Niyet Beyanları (INDC’ler) o kadar yetersiz ki değil 1,5-2 derece, 3 dereceden fazla ısınma kesin gibi. Dolayısıyla haftaya çıkması beklenen anlaşmaya benzemeyen ve hiçbir bağlayıcılığı bile olmayacak olan Paris anlaşmasının Kyoto Protokolü’nden bile daha kötü bir iklim değişikliği ile mücadele planı olacağı söyleniyor. İklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda çalışan herkes küresel ısınmanın 2 derece ile sınırlandırılmasının bile çok yüksek olduğunu, dünyayı bir felakete sürükleyebileceğini ve sınırın en fazla 1,5 derece olması gerektiğini söylerken, 2 dereceyi bile tutturamamak dünyamız için gerçekten geri dönüşü olmayan bir felaket olabilir. Hele ki 3,5 derecelik küresel ısınmayı anlaşma ve başarı olarak önümüze koymak tüm dünya ile dalga geçmekten başka bir şey olmayacaktır. Yapacaklarını değil yapmayacaklarını konuşarak başladılar Bu zirvede de konuşulan planların çoğu daha
fazla küresel ısınmaya yol açmaktan başka bir işe yaramayacak. Daha zirve başlamadan önce bile, alandaki güçlü oyuncular zirvede üzerinde anlaşmaya varılan herhangi bir uzlaşmaya bağlı kalmayabileceklerini açıkça söylediler. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Paris’te üzerinde uzlaşmaya varılan herhangi bir konunun kesinlikle resmi bir anlaşma niteliği taşımayacağını üzerine basa basa vurguladı. Kanada’nın Çevre Bakanı Catherine McKenna da Kerry’i destekleyerek, “Burada belirlenen hedeflerin uluslararası anlamda yasal olarak bağlayıcı olduğunu düşünmüyoruz” dedi. Asıl olan küresel iklim mücadelesi Paris’te düzenlenen İklim Zirvesi bize bir kez daha gösterdi ki, iklim değişikliği zaten küresel ısınmanın en büyük sebebi olan siyasetçilere ve şirketlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Geçen hafta dünyanın dört bir yanında bu zirveye sesini duyurabilmek için iklim aktivistleri sokaklara döküldüler. Bir kısmı hâlâ Paris’te zirveyi yakından izliyor, Fransa hükümetinin yasaklarına rağmen sesini duyurmaya çalışıyor. Politikacıları ve şirketleri bu konuda gerçek bir adım atmaya zorlayacak tek şey iklim aktivistlerinin bu küresel mücadelesidir.
Teoride hedef, küresel ısınmayı durdurmak için karbon emisyonlarının azaltılması konusunda bir anlaşmaya varmak. Ancak liderler bunun olmayacağına dair işaretleri daha zirve başlamadan verdi bile.
Savaş, Paris katliamı, ırkçılık ve İslamofobi faşistlere yaradı. Fransa’da bölgesel seçimlerin birinci turundan Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe (FN) birinci parti olarak çıktı. Sarkozy liderliğindeki cumhuriyetçiler yüzde 27 alırken, iktidardaki sosyalist parti yüzde 23 alarak üçüncü oldu. 13 bölgenin yöneticilerinin belirlendiği ve 2017’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin provası olarak görülen bölgesel seçimlerde FN 6 bölgenin yönetimini elde ederek kilit bir role ulaştı. Fransa’da ırkçılığa ve faşizme karşı mücadele, savaşa karşı mücadeleden ayrı ele alınamayacak bir sorun haline geldi. 90’larda Jean-Marie Le Pen liderliğindeki faşistler, yine yükselişe geçmiş ve ikinci parti konumuna ulaşmıştı.
Ulusal Niyet Beyanları Geçen hafta Paris İklim Konferansı çerçevesinde BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’nın düzenlediği toplantıda 1 Ekim 2015’e kadar iklim değişikliğiyle mücadeleye Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) sunan ülkelerin yapmayı taahhüt ettikleri emisyon azaltımlarının toplamını değerlendiren Sentez Raporu açıklandı. Normalde beklenti, 2010’da Meksika Cancun’da düzenlenen önceki zirvede üzerinde anlaşmaya varılan küresel ısınmanın 2 derece ile sınırlandı-
FRANSA’DA FAŞİZMİN ÖNLEBİLİR YÜKSELİŞİ
Buna karşı Fransa solu popüler ve kitlesel bir ırkçılık karşıtı kampanya yaparak FN’yi dağılma noktasına getirmişti.
Paris’te antikapitalistler sorumsuz liderleri protesto etti.
KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
PETROL KAVGASI Savaşların ve çatışmaların tek bir nedeni olmaz. Ekonomik ve jeopolitik faktörlerin iç içe geçtiği bir sürecin sonucudur genellikle uluslararası çatışmalar. Ticaret yollarından enerji hatlarına kadar bir dizi etkenin küresel egemenlik mücadelesinin bir parçası haline geldiği bir süreçtir emperyalizm. Son yıllarda bu etkenler arasında özellikle petrolün öne çıktığı bir gerçek. Hele ki söz konusu Orta Doğu ise. 20 yıl içinde dünya enerji tüketiminin %42 oranında artacağı ve dönem sonunda toplam talebin %65’inin gelişen ülkelerden kaynaklanacağı öngörülüyor. Bu ülkelerde şehirleşme oranlarının artmasıyla dünya üzerindeki kent
nüfusunun yüzyılın ortasına doğru %70’lere ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu duruma paralel olarak kişi başı enerji tüketim rakamlarının da yükseleceği ve enerji talebindeki artış hızının nüfus artış hızını geçeceği söylenebilir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının önümüzdeki yirmi yılda toplam enerji tüketimindeki payının 2 katına çıkması bekleniyor ancak 2035 yılında bile fosil yakıtların hakimiyetinin devam edeceği bir gerçek. ABD, dünya nüfusunun yüzde 4’üne sahip ve zenginliğin yüzde 25’ini üretiyor, buna karşın üretilen petrolün yüzde 25’ini de tek başına tüketiyor. Küresel petrol krizinin yaşandığı 1973’te ABD’nin yüzde 30 olan dış petrol bağımlılığı, 2005’te yüzde 60’a çıktı, 2025’te 70’e çıkacak. Bunun yarısı ise Ortadoğu’dan geliyor. ABD’de bir varil petrolü çıkarmanın maliyeti 40 dolar iken Irak’ta bir varil petrolün maliyeti 8 dolar. Diğer yandan büyüme rekorları kıran Çin ve Hindistan’ın
FN bugün de geriletibilir. İşçilerin birleşik mücadelesiyle. da petrole bağımlılığı her gün artıyor. ABD’den sonra dünyanın ikinci petrol tüketicisi olan Çin’in 2030 yılında ABD kadar tüketeceği tahmin ediliyor. Her ne kadar ABD son dönemde güvenlik ağırlığını Asya’ya doğru kaydırma ve Çin’in yükselen gücüne karşı büyük bir Asya stratejisi geliştirme çabasına girmiş olsa da Ortadoğu’da kurgulanacak savunma hatlarının Uzak Doğu’ya kadar uzanan etkileri olacağı bir gerçek. Enerji hatları büyük bir coğrafyayı birleştiriyor. Ayrıca Asya’daki gerilimin Doğu Çin Denizi’nde olduğu varsayılan enerji kaynaklarının kontrolüne yönelik bir çekişme olduğu da biliniyor. Tüm bunlar karşımıza maliyeti 8 dolar olan bir varil petrolün insan hayatından daha değerli olduğu korkunç bir sistemi, yani kapitalizmi çıkarıyor. Ve bir kez daha Rosa Luxemburg’un ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ derken ne kadar haklı olduğunu görüyoruz.
RÖPORTAJ
5
“SOYKIRIMI İNKÂR EDEN DEVLET AYNI ACILARI YAŞATABİLİR” Geçen yıl 1964’te Rumların zorla sürgün edilmesini konu alan sergisiyle dikkat çeken Babil Derneği, bu kez Ermeni soykırımının 100. yılında ‘Bizzat Hallediniz’ sergisiyle, resmi telgraflarda soykırımın izini sürüyor. Osmanlı Arşivleri’ndeki 1915’le ilgili yüzlerce belge ilk kez kamuoyunun erişimine açık bir mekanda sergileniyor. 31 Aralık’a kadar Depo’da görülebilecek sergi hakkında, arşiv asistanı Ahmet Yıldırım’la konuştuk. Neden arşiv çalışması yaptınız? Arşiv çalışmasında belirlenen özel bir tasnif yöntemi var mıydı? Ahmet Yıldırım: Ne zaman Ermeni meselesi tartışılmaya çalışılsa, Türkiye’de devlet “bizim arşivlerimiz açık, isteyen gelip araştırma yapabilir” der ve bunu güvenle söyler. Buradaki güven boşuna değildir. 1915’te olup bitenlerin büyük oranda orijinal kaynakları Osmanlı Arşivi’ndedir. Ama kamuoyuna açık kısmı hikayenin bütününü kapsamaz. Devletin ‘Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ dışında başka kaynakları da var. Örneğin genelkurmaya bağlı ATASE (Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı) bu kaynakların önemlilerinden biridir. Ama araştırmacılar buradan yararlanmanın son derece sıkıntılı olduğunu söylüyor. Asıl sorunuza dönecek olursak, açık olan arşivde neler var, bu arşiv 1915’te olup biteni anlamamıza yardımcı olur mu? İşte bu ve buna benzer sorular nedeniyle Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde araştırma yaptık. Ermeni soykırımının 100. yılına, devletin kendi resmi yazışmalarıyla bir not düşmeye çalıştık. 24 Nisan 1915’le başlayan süreç, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın başta olduğu bir organizasyonla gerçekleştirildi. Dolayısıyla araştırmamızın önemli bir kısmını ‘Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi’ndeki telgraflara yönelttik. Bu telgraflar genellikle Talat Paşa tarafından mutasarrıflıklara ve vilayetlere gönderilen talimatlar ve Talat Paşa’ya gelen yanıtlardan oluşuyor. Bunları da sevk ve iskân politikası, kadın, yetim ve çocuklar, mallar, Müslümanlaştırma gibi ana başlıklarda tasnif ettik. Telgrafları incelerken, İttihat ve Terraki’nin kapsamlı bir örgütlülüğü olduğu anlaşılıyor. Soykırıma ne kadar detaylı hazırlanılmış olduğunu göstermesi açısından telgraflar arasında özellikle dikkatinizi çekenler var mıydı? Ahmet Yıldırım: Araştırmacılara açılmış belge ve telgraflarda, doğrudan imha, katliamla ilgili talimat ve görevlendirmeler elbette yok. Ancak telgraflarda sistematik bir okuma yaptığımız zaman sürecin son derece merkezi bir disiplin içinde, kararlılıkla yürütüldüğünü görüyoruz. Süreç, önemli bir sembol de olsa 24 Nisan 1915’le başlamıyor. Şifre Kalemi’ndeki bazı telgraflarda, 24 Nisan öncesi ve hatta 1914 boyunca Ermeni toplumunun adım adım izlendiğini ve yoğun bir istihbarat çalışması yapıldığını görüyoruz. Tutuklamalar ve operasyonlar başlayınca bu istihbarat raporlarına ve ağına yaslanıyorlar. Buna ilişkin örnekler de sergimizde mevcut. Doğrudan katliam emrini içermese de yaşanan katliamlarla ilgili telgraflar da mevcut. Örneğin Boğazlıyan’da kaymakamın oluruyla bir gecede 3160 Ermeni’nin, Diyarbakır’da çeteler eliyle yüzlerce Ermeni’nin katledilmesi gibi. Bunlara göstermelik soruşturmalar açılıyor ve Talat Paşa’nın emriyle hepsine yol veriliyor. Yine, dikkatli bir okuma sayesinde koskoca bir toplumun yok edilişinin izlerini görebiliyoruz telgraflarda. Örneğin binlerce Ermeni çocuğun çok kısa bir süre içinde birden-
Bizzat Hallediniz sergisi, Depo, Tophane - İstanbul.
bire yetim kaldığı bu telgraflarda geçiyor. Geride kalan Ermeni mülklerinin ne olacağı da 1915’in kapsamlı organizasyonunda düşünülmüş. Ancak el değiştirme süreci hâlâ karanlık. El konulan malların serüveninin açığa çıkmasından neden bu kadar korkuluyor? Bir soykırım olmamış gibi davranırsanız, soykırıma uğrayanların mal varlığını da inkâr edersiniz. Yok eğer, mal varlığını kabul ederseniz o malların sahiplerine ne olduğunu da yanıtlamak zorundasınız. Bu işin bir yönü. Bir diğer çok önemli yönü ise siz bu varlıklarla bir sermaye oluşturmuşsunuz ve Türkleştirmişsiniz. Devlet bu kanlı sermayenin hikayesinin bilinmesini istemez elbet. Mallara nasıl el konulduğuna gelince, başlangıçta kapanın elinde kaldığı bir süreç yaşanmış. Sonra merkezi otorite bu kargaşaya son veriyor. Emval-i Metruke yani sahipsiz, terk edilmiş mallar komisyonu aracılığıyla tek bir denetime veriliyor. Tasfiye Komisyonları aracılığıyla da bu malların izinin silinmesi için hukuksal normlar oluşturuluyor. Sergimizdeki Emval-i Metruke köşesinde bu konuda çarpıcı telgraflara rastlayabilirsiniz. Sadece telgraflardan değil bazı görsellerden ve tanıklıklardan da faydalanmışsınız. Bunlar nelerdir? Ahmet Yıldırım: Sergide 400 civarında telgraf var, konunun bel kemiği bu telgraflar. Telgraflar tek başına bir şeyler anlatsa da tamamlayıcı unsurlara ihtiyaç vardı. Bunlardan birisi insan unsuru. Dolayısıyla soykırımın doğrudan uygulayıcıları ve karşı çıkanları da biyografileri ile sergimizde yer aldı. Bir başka şey, dönemin tanıklıkları ve anıları. Bunları seçerken de üzerinde şüphe olmayanları ele almaya dikkat ettik.
Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemeleri’nin kararları ve tutanakları da sergimizde yer alıyor. Bu mahkemeler önemli çünkü soykırımda dahli olanlar, mahkemenin deyimiyle insanlık suçu işleyenler, yargılanıp idam da dahil çeşitli cezalar alıyorlar. Sergide buna ilişkin orijinal belgelerin imajı ve çevirileri de bulunuyor. Bir de Amerikan Kongre Kütüphanesi Arşivi’nden elde edilmiş dönemin fotoğrafları var. Asimilasyon, Türkleştirme, Müslümanlaştırma, zorla yerinden etme, katletme ve tüm bunları dış güçlerle işbirliği yapma ‘suçlamasıyla’ meşrulaştırmaya çalışmak. Türkiye Cumhuriyeti soykırım zihniyetinden ne kadar uzaklaşabilmiş? Ahmet Yıldırım: Devletin İttihat ve Terakki anlayışından sıyrıldığını söylemek mümkün değil. 1915 suçlarını işleyen kadrolar cumhuriyetin kuruluşundan sonra da yollarına devam ettiler. Birçoğu önemli görevlere geldi, birçoğu mebuslukla ödüllendirildi. Tek bir örnek vermek gerekirse Şükrü Kaya, 1915’i örgütleyen İskân Aşayir ve Muhacirin Müdürü’ydü. Aynı kişi cumhuriyet dönemi İçişleri Bakanı olarak karşımıza çıktı. Divan-ı Harp mahkemelerinde yargılanan ve ceza alanlar cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte itibarları iade edilip ödüllendirildiler. Bizim bu sergi ile tek amacımız geçmişle yüzleşilmesine küçük de olsa bir katkı sunmak. Bu tür yüzleşmeler ve tartışmalar çoğaldıkça geçmişin acılarının silinmesine değil ama yeni acıların yaşanmasına engel olabiliriz. İnkâr eden bir devlet, soykırımla yüzleşmeyen bir devlet sadece zihni bir tutarlılığa sahip değildir. Aynı gerekçelerle tekrar büyük acılara neden olabilir. Bu nedenle tarihe sadece not düşmek değil bu durumu da değiştirmek gerekir.
6
GÜNDEM
KAŞIKLA VERİP KEPÇEYLE ALMA PLANI Asgari ücret artışının “patronları nasıl etkilemeyeceği” planlanıyor, işten çıkarmaların başlayabileceği tehditleri savuruluyor. Bir yandan da fiyatlarda artış olması söz konusu. Asgari ücretteki azıcık bir artışla ekmeğin fiyatına da zam gelebileceği konuşuluyor. Ekmek Sanayii İşverenler Sendikası Genel Sekreteri Cihan Kolivar, konuyla ilgili “Ekmek imalatında kullandığımız 50 kiloluk bir torba un 57 liradan 68 TL’ye çıktı. Bu yılın 7’nci ayında sektörde çalışan işçilere yüzde 10 zam yapmıştık. Yıl başından sonra asgari ücretin 1300 TL olması karşısında işçilik ücretlerine yeni bir zam daha yapacağız. Maliyetlerin artması karşısında ekmeğe zam kaçınılmaz” ifadelerini kullandı.
İNSANCA YAŞAMAK İŞÇİLER ASGARİ ÜCRET 2 B
HÜKÜMETİN ASGARİ ÜCRETE İLGİSİZLİĞİ “Öyle zannediyorum ki herhalde 1000 TL gibi” – Tayyip Erdoğan (Muhalefetin asgari ücreti bilmediğini söyleyip notlarını bir süre karıştırdıktan sonra asgari ücretle ilgili beyanı) “Fakat siyasi partilerden çok farklı rakamlar geldi. Baktık iş dünyasından bir tepki yok…” – Ali Babacan (AKP’nin asgari ücret vaadinin gerekçesini patronların tepki göstermemesi olarak açıklıyor) “7 Haziran öncesi bütün iş âlemine dedik ki; sizin kesenizden diğer bütün partiler vaatlerde bulunuyorlar; çıkın, bir tavır koyun. Fakat hiç oralı olmadılar.” – Mehmet Şimsek (Maliye Bakanı, patronlara “kızıyor”) “Asgari ücretin 1300 TL olmasında hiçbir sorun görmüyorum.” - Nihat Zeybekçi (Ekonomi bakanı, açlık sınırının altındaki asgari ücrette sorun görmüyor) “Asgari ücret 184 liraydı, yüzde 383 artışla, 1000 lira yaptık, şimdi de 1300 liraya çıkarıyoruz” – Ahmet Davutoğlu (2002’den 2015’e asgari ücretin dört kat artmasıyla övünüyor) “2002 yılında asgari ücret 184 liraydı oysa bu rakam Ocak ayında 849 lira oldu” – Tayyip Erdoğan (Davutoğlu’nun akıl hocası, 2002’de 920, 2014 sonunda ise yalnızca 594 simit almaya yeten asgari ücreti “artırdıklarını” savunuyor)
KAZANANA KADAR GREV! İşçi sınıfının mücadeledeki en önemli silahı üretimi durdurma ve grev yapma yeteneği. Soma katliamından beri işçi hareketinde gözle görülür bir ivme var. 2010 yılında sadece 557 işçi greve çıkmış iken, 2013 yılında 17 bin, 2014 yılında 7 bin işçi greve çıktı. 2015 yılındaki grev ve direnişlere ise 40 bin işçi katıldı. Üstelik, birçok yerde de resmi olmayan grevler, iş bırakmalar ve fiili mücadeleler yaşandı. Bu rakamlar işçi sınıfı içindeki mücadeleci eğilimin güçlendiğinin bir göstergesi.
OZAN TEKİN
Milyonlarca yoksulu ilgilendiriyor
Türk-İş, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve hükümet temsilcilerinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2016 yılının asgari ücretini belirlemek için 2 Aralık’ta ilk toplantısını yaptı. Bilindiği gibi, 7 Haziran seçimlerinden önce CHP’nin 1500 TL ve HDP’nin 1800 TL asgari ücret vaatlerini patronlara şikâyet eden AKP, daha sonra “iş çevrelerinden ses çıkmaması” üzerine 1 Kasım seçimleri öncesinde kendisi de asgari ücreti 1300 TL’ye yükseltme vaadinde bulunmuştu. AKP’liler, komisyonda bu tutumu savunacaklarını belirtiyorlardı.
Bugün Türkiye’de toplam 31 milyon çalışabilir insan içinde, 1 milyon işveren, 21 milyon işçi, 5 milyon köylü ve 4 milyon da kendi işini yapan emekçi var. Yani Türkiye’de bir milyon patrona karşılık, 30 milyon işçi, köylü ve emekçi bulunuyor. İşçilerin yarısı asgari ücrete mahkûm. Asgari ücret, aileleri ile birlikte en az 20 milyon kişiyi doğrudan ilgilendiriyor. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir ise asgari ücretin beş katına yakın. Diğer yandan, asgari ücret açlık sınırının altında. 1300 TL olsa da altında olmaya devam edecek.
Patronlar telaşlı
Zenginlerin “fatura” tartışması
Asgari ücrete yapılması gündeme gelen bu ufacık artış dahi, sermaye sözcülerini paniğe sürükledi. Patronlar, “bu yükü özel sektörün tek başına kaldıramayacağını” söyleyerek hükümetten vergi indirimi talep ediyor. Bunun yanı sıra, kıdem tazminatının gasbedileceği “fon” oluşturma sürecinin hızlandırmasını ve işgücü piyasasını esnekleştiren adımların hızlandırılmasını istiyorlar. Asgari ücret pazarlığının hükümetle patronlar arasındaki kısmı, asgari ücret artarken sermaye sahipleri için oluşan maliyetin nasıl artmayacağı üzerine yapılıyor.
Asgari ücretin artması yönündeki taleplere karşılık daha önce “Kaynak” diyen egemen sınıf ve onun yöneticileri, şimdi kendi aralarında 300 TL’lik artışın faturasını nasıl paylaşacaklarını tartışıyorlar.Hükümetin ve patronların bu tutumu, bizi yönetenlerin ve sömürenlerin nasıl açgözlü olduklarının kanıtı. İşverenlerin kâr oranları çok yüksek. Avrupa ülkeleri arasında dahi birinci konumda. Türkiye’deki büyük ölçekli firmaların kârlılığı Almanya, Fransa ve İspanya’daki büyük ölçekli firmalarının iki katı, İtalya ve Polonya’nınsa üç katı civarında.
GÜNDEM
RİN HAKKIDIR BİN LİRA OLMALI
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
KAPKARA ENSELER Türkiye’de 17 yaşında bir gencin bugün sosyalist olması biraz zor gibi görünüyor. Benim için çok kolaydı! “Ben artık bütün zamanımı daha güzel, daha özgür, daha adil bir dünya yaratmaya ayıracağım” diye karar verdiğimde, hemen önceki yıllarda zaten milyonlarca kişi aynı kararı vermişti. Müthiş bir hareket 1968’den beri bütün dünyayı sarsıyordu. Çok da uzun olmayan bir zamanda mevcut düzeni
TALEPLERİMİZ n Asgari ücret 2000 TL olmalı n Asgari ücretle çalışanlar için elektrik, su, doğalgaz kullanımı asgari ihtiyaç sınırına kadar ücretsiz olmalı. n Sabah 6:00-9:00 ile akşam 18:00-21:00 saatleri arasında ulaşım parasız olmalı. n Eğitim ücretsiz olmalı n Asgari ücretliden vergi alınmamalı.
yerle bir edecektik. Hiç kuşkum yoktu. Bugün bu iyimserliği, bu heyecanı hissetmek, kendinden ve kitlelerin gücünden emin olmak biraz daha zor. İyimserlik ve heyecan bir yana dursun, Türkiye’de tüm muhalif çevrelerde bir felaket havası, moral bozukluğu, derin karamsarlık hüküm sürüyor. Bunun tek istisnası, sarsılmaz bir kararlılık ve dinamizm ile mücadelesini sürdüren Kürt hareketi. Bizim tarafta ise her şey kapkara gözüküyor. Nedenlerini anlamak zor değil. Nefret edilen bir parti dördüncü kez seçildiğinde, o partiye muhalif olanların “Bunlardan hiç kurtulamayacağız galiba?” diye kaygılanması doğal. Üstelik bu parti her geçen gün daha otoriterleşirken, ‘tek adam’ yönetimi haline gelmişken yine de seçim kazandığında kaygıya moral bozukluğu da ekleniyor. Bunun üstüne, barış sürecinin sona ermesini, Suruç ve Ankara bombalarını, Tahir Elçi’nin ölümünü de düşününce, enseler iyice kararıyor. Türkiye sınırlarının ötesine bakınca... Amerika ve Rusya hemen yanıbaşımızda birbirine dikleniyor, emperyalizmin büyük güçleri ellerinde silahlarla boy ölçüşüyor. Türkiye’yi yönetenler, Rojava’da yeni bir Kürt devletini engellemek için her an ateşe atlamaya hazır. Her an her şey olabilir. Tayyip’e karşı bir şey yapamayacağını, Amerika-Rusya itişmesinde ise zaten yapacak bir şey olmadığını
Diğer yandan, hükümet ise hepimizin vergileriyle oluşan devlet bütçesini savaşa harcıyor. 2015 yılı bütçesinden Savunma Bakanlığı'na 23 milyar TL, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne 18 milyar TL, Jandarma Komutanlığı'na 7 milyar TL, İçişleri Bakanlığı'na 4 milyar TL, MİT’e 1 milyar TL, toplam 53 milyar TL aktarıldı. Bütçe işçilerin ve ezilenlerin lehine değil “devletin güçlenmesi” yönünde kullanılıyor. Bu 53 milyar TL ile 2.2 milyon kişiye aylık 2000 TL asgari ücret verilebilirdi. AKP’nin neoliberal sömürü düzeni New York merkezli Research Instute of Turkey’nin geçtiğimiz aylarda yayımladığı rapora göre, 2002'den beri devam eden AKP iktidarı döneminde en zengin %1'in toplam servetten aldığı pay, %39.4'ten %54.3'e yükseldi. Ekonomide “geçici krizin” yaşandığı son iki yılda bile bu pay artmaya devam etti. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın (OECD) gelir adaletsizliği raporunda, üye ülkeler arasında gelirin en adaletsiz dağıtıldığı beş ülkeden birisi Türkiye oldu. Türkiye’deki en zengin yüzde 10’luk kesimin, en fakir yüzde 10’dan 15.2 kat daha fazla serveti olduğu ifade ediliyor. Avrupa ülkeleri arasında şirketlerin kârlılığı açısından zirve-
de olan Türkiye, asgari ücret klasmanında ise Bulgaristan, Slovenya, Romanya ve Makedonya gibi ülkelerle birlikte üçüncü ligin diplerinde yer alıyor.
hissediyor muhalifler. Ve iyice kararıyor enseler.
Mücadeleyi büyütelim
güçler, ama yapacak şey her zaman var; hiçbir mü-
Asgari ücretin insanca yaşamaya yetecek bir seviyeye çekilmesi, bu seviye ortalama ücretleri de etkileyeceğinden, işçi sınıfının bütününü ilgilendiren bir mücadele konusu. Asgari ücret tespit komisyonu görüşmeleri şeffaf değil ve süreç bir toplu pazarlık süreci olarak ele alınmıyor. Üstelik işçi sınıfının pazarlık sürecinde üretimden gelen gücünü kullanabileceği bir yasal zemin de yok. Ancak tüm mücadele başlıklarında olduğu gibi, burada da emek örgütlerinin bölünmüşlüğü elimizi zayıflatıyor. Bunun giderilmesi için tüm sendika konfederasyonlarının yan yana durması ve birlikte hareket etmesi, asgari talepler etrafında mücadele edecek bir emek platformunun kurulması gerekir. Hem asgari ücret gibi yakıcı sorunlarda hem de önümüzdeki dönemde kamu emekçilerine veya kıdem tazminatına yönelik saldırıları püskürtmede ancak böyle bir birleşik mücadele etkili olabilir. İşçi sınıfının gücü, birliğinden gelir.
Oysa, yapacak şey her zaman vardır. Evet, Tayyip yenilmez görünüyor, Amerika ve Rusya çok büyük cadele alanı kapalı değil. AKP’nin karşısına çıkacak, ulusalcı olmayan kitlesel bir hareket inşa etmek gerek. Kürt sorununu çözecek kitlesel bir barış hareketi yaratmak gerek. Seçimler öncesinde yükselen ve tekrar yükseleceği kuşkusuz olan işçi hareketinin kazanması için elden geleni yapmak gerek. Bunların önünde hiçbir engel yok. Dahası, bizim sorunlarımız varsa, karşı tarafın da var. AKP’nin Haziran seçimlerinde oylarının beşte birini kaybettiğini unutmamak gerek. Amerika ve Rusya’nın Suriye’de, aynen geçmişte Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, çok büyük sorunlarla karşılaşacağını unutmamak gerek. Enseyi karartmak isteyen karartsın; istemeyenlerin önünde yapılacak çok iş var.
8
GELENEK
KOMÜNİSTLİKTEN KEMALİSTLİĞE ALEVİLER Dersim, 1938. Katliama ve zorla sürgüne maruz kalmış Aleviler. CANAN ŞAHİN
Kapitalizmin dini azınlıkları, cinsel azınlıkları neden ezdiğini ve hatta kimi kimliklerin neden azınlık hâline getirdiğini biliyoruz. Ulus devletler biçiminde örgütlenen sermaye sahibi sınıfların sömürüsü milliyetçiliğe, ırkçılığa, dini azınlıkların baskısına ve cinsiyetçiliğe dayanır. İşçi sınıfını bunun üzerinden böler, iktidarını ayrımcı söylemlerle doğallaştırır. Alevilik hem T.C bir ulus devlet olmadan önce hem de sonra farklı ekonomik sistemlerin dini nasıl kullandığını anlamak için bakılması gereken önemli yerlerden biridir. Alevilerin içinde bulunduğumuz coğrafyadaki ezilmişliği, cumhuriyet öncesine, yani Osmanlı’ya dayanır. Osmanlı devletinin inancı Sünni İslam’dır. Aleviler, Osmanlı döneminde ‘zındık’, ‘mülhit’ vs gibi sıfatlarla heretik olmakla suçlanmışlardır. Yavuz Sultan Selim döneminde Kızılbaş olarak adlandırılan 40.000 kişi katledilmiştir. Bugün Alevilerin vatan haini oldukları yönündeki kimi argümanlar, zamanında Osmanlı’ya isyan etmiş olan Alevilerin ‘hainlik’ sabıkalarını referans gösterir. Kemalizmin biçimlendirme çabası Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte devletin Alevilere bakış açısı son derece işlevselci bir temelde değişmiştir. Dönemin otantik Türklük bulma sevdalısı araştırmacıları, Alevi Türkmenlerinin İslam öncesi bozulmamış Türklüğü temsil ettiklerini iddia etmişlerdir. Lakin tekke ve zayiveleri kapatan yasa ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasını sağlayan yasa Aleviler için hem dergahlarının kapatılması anlamına gelmiş hem de Diyanet aracılığı ile devlet merkezli bir sünniliğe tabii kılınmışlardır. Yine de Aleviler Cumhuriyet’in ilanını daha özgür yaşayabilecekleri bir politik modele geçiş olarak görmüşlerdir. Kürt Alevilerin merkezi devletle ilişkisi ise daha sancılıdır. Koçgiri isyanı ve sonrasında 1938 Dersim İsyanı, Kürt Alevilerin/Kızılbaşların soykırıma uğraması ile sonuçlanan trajik katliamları beraberinde getirmiştir. Dersim’in adı Tunceli yapılmış ve bir katliam daha Kemalizmin feodalizmi tasfiye ediyoruz ezberinin altında uzun yıllar gizlenmiştir. Burda vurgulamak istediğim Alevilerin Türk kimliği üze-
rine kurulu yeni ulus devlet için elverişli bir folklorik öğe olarak görülmüş olması ama aynı zamanda inanışları itibari ile ilkel ve Ermenilerin ve Hristiyanların etkisine açık bir topluluk olarak da tariflenmiş olmalarıdır.
tepkiler verilmiştir. ‘Siz Sabiha Gökçen Havalimanına karşı çıktınız mı ki?’ diye başlayan sorular, Alevilerin tabii ki çelişkilerle dolu olan ama özünde inançları üzerindeki baskıyla açıklanabilecek tutumlarını anlamaktan uzaktır.
CHP’nin tep parti diktasına tepki
Alevi hareketi 1993 Sivas Katliamı ile büyük bir şok yaşamıştır. 1994’te Refah Partisi’nin belediye seçimlerini kazanması, 1995’de genel seçimlerdeki başarısı Aleviler için ‘bizi yakmaya şeriatçılar geliyor’ fikrini güçlendirmiştir. Bu ise Türkiye’deki darbeci ve vesayetçi rejimin 28 Şubat darbesine uzanan süreçte yürüttüğü tüm manipülasyon malzemesinin Aleviler tarafından hızlı bir kabulunu getirmiştir.
Demokrat Parti’nin oyların çoğunluğunu aldığı ilk seçimlerde Alevilerin çoğu Demokrat Parti’ye oy vermiştir. Bu oyların henüz göç olgusu gerçekleşmeden önceki kırsal oylar olduğu söylenmektedir Ama Demokrat Parti’nin sünni merkezli politikaları sebebiyle hızla partiyi terketmişlerdir. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’ne ciddi oranda Alevi oyu gitmiştir. 1950’ler sonrası kente göç sonrası Alevilerin çoğu kent varoşlarına yerleşmiş ve işçileşmiştir. Bu dönem solun kent yoksulları içinde örgütlendiği bir dönemdir ve 60’lar ve 70’lerde Alevi gençliği içinde çok ciddi bir sol damar oluşmuştur. Bu örgütlenme, Alevi kimliğini öne çıkaran bir örgütlenmeden çok sınıfsal kimliği öne çıkaran bir örgütlenme olmuştur. 1970’ler faşistlerin saldırıların attığı bir dönemdir. Maraş, Çorum olayları Alevileri hedef alan katliamlardır. O dönem 3K diye bilinen ‘Komünist, Kızılbaş, Kürt’ diye özetlenebilecek düşmanlardan biridir Aleviler. Taşındıkları kentlerde küçük burjuvazi ve lümpenleri örgütleyen faşistler tarafından ilk hedef tahtasına konulanlar olmuşlardır. 1980 darbesi Alevileri ve onların içinde örgütlü solu çok ağır vurmuştur. Kenan Evren bir bildirisinde Alevilerin ibadet şekillerinden de kaynaklı komünist fikirlerin süistimaline açık olduğunu ve dikkatli olunması gerektiğini söylemiştir. CHP sorunu Alevilerin siyasal olarak CHP ile kurduğu ilişki hep sorunsallaştırılmıştır. Yaygın ifade Alevilerin bir tür Stockholm Sendromu’ndan muzdarip olduğudur. Yani Alevilerin Dersim katliamını yapan, tekkelerini kapatan, Diyaneti kuran bir ideolojiye işkencecisine bağlanır gibi bağlandıklarını iddia ederler. Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu’nu Alevi olduğu için yuhalatıp arkasından CHP’yi tarihiyle yüzleşmeye davet etmek Alevileri aslında iki kez mağdur etmektir. Yavuz Sultan Selim köprüsüne itirazlara da bu minvalli
Generallerin politikası 28 Şubat süreci, Alevilerin bir çoğu açısından siyasal İslam’ın geriletilmesi için gerekli olarak görülmüştür. Bu, Alevileri İslamofobik sol ve Kemalist CHP’nin etki alanına daha açık hâle getirmiştir. Alevilerin korkuları Türkiye’de beyaz Türk diye tabir ettiğimiz orta sınıfların korkularıyla bir zeminde birleştirilmiştir ve nasıl AKP çok sınıflı bir kompozisyonu sünni muhafazakârlığı ve dindarların 28 Şubat korkusu temelinde bir arada tutuyorsa, CHP de kendi çok sınıflı kompozisyonunu soyut bir ‘ilericilik, aydınlanmacılık’ tutkalıyla tutmaktadır. Bizim yapmamız gereken bu kamplaşmanın burjuva bir kamplaşma olduğunu vurgulamak ve en alttakileri ortak çıkarlarda birleştirmektir. Yeni kuşak diğer ezilenlerle birleşmek istiyor HDP’nin özellikle 7 Haziran seçimlerinde CHP’den aldığı ‘emanet oylarla’ Alevilerin ilişkisi önemli. Alevileri CHP’ye bağlayan AKP mezhepçiliği ve muhafazakârlığı, HDP’nin Diyaneti de eleştiren ama inançlara özgürlük vadeden söylemiyle yara almış ve Aleviler, Kürdistan dışında da HDP’ye oy vermişlerdir. Bir kuşak farklılığı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yeni kuşak Alevi gençler CHP siyasetini eleştiren bir çizgiye yakın. Alevileri bir inanç grubu olarak tamamen örgütlemek mümkün değildir. Ama içinde bariz biçimde bilinç farklılıklarının olduğu bu hareketin, diğer hareketlerle birleşmek isteyen ve doğru fikirlere ihtiyaç duyan bir kesiminin olduğuna adımız kadar emin olmalıyız.
SINIF MÜCADELESİ
TÜRK-İŞ GENEL KURULU: “KIDEM TAZMİNATI GENEL GREV SEBEBİ” Türk-İş 22. Olağan Genel Kurulu’nda, ‘işçinin elinde kalan
son kale’ diye tanımlanan kıdem tazminatının gaspına yönelik adımların genel grev nedeni olduğu bir kez daha karara bağlandı. Böylelikle geçmişteki genel kurullarda alınan “Tazminat hakkı kırmızı çizgimizdir, bu hakka dokunmak grev nedenidir” kararı bir kez daha güncellenmiş oldu. Erdoğan işçileri suçladı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, kurulda yaptığı konuşmada “yerli ve millî sendikacılık” istedi, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen işçileri “ortalığı yakıp yıkanlar, cam çerçeve indirenler, polise saldıranlar” diye tanımladı ve “ülkenin ve milletin huzurunu kaçıran marjinaller” olarak niteledi. Kılıçdaroğlu sendikacıları eleştirdi Genel kurulda konuşan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, sendikacıları mücadele etmedikleri içim ağır bir dille eleş-
tirdi. Yönetimindeki belediyelerde taşeron işçi çalıştıran CHP liderinin sözleri salonda bir karşılık bulmadı. Sendikacılardan hükümete teşekkür Hem Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, hem de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu konuşmalarında Erdoğan'a defalarca teşekkür ettiler. İşçi ve emekçilerin karşı karşıya kaldığı düşük ücret, taşeronlaştırma, iş cinayetleri, meslek hastalıkları gibi sorunlar ise Erdoğan'ın karşısında cılız bir şekilde “Erdoğan'ın da desteğiyle çözülmesi” dileğiyle dillendirildi. Genel Sekreter Pevrul Kavlak ise eleştirilere yanıt verirken “Bugüne kadar birçok güçlü iktidar kuruldu. Şimdiki de güçlü bir iktidar, istediğini yapar gibi bir hava yaratılıyor. Ama bugüne kadar biz birçok güçlü iktidar gördük. İşçi sınıfının kabul etmediği hiçbir şeyi uygulayamadılar. Bunlar da uygulayamazlar. Tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle dolu” diye konuştu.
FABRİKALARDAN, OFİSLERDEN, İŞYERLERİNDEN HABERLER n İstanbul Kartal’daki Anadolu Adliyesi’nin yemekhane işçileri, ödenmeyen ücretleri için direnişe geçti.
n Tüm Bel-Sen İzmir 1 No’lu Şube, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde yetkisinin gasbedilmesine karşı eylem yaptı.
n İstanbul Küçükçekmece’de direnişlerini sürdüren Bayteks işçilerinin çadırına polis saldırdı.
n Elazığ'da AKP’li milletvekili Tahir Öztürk’ün kardeşi Suat Öztürk’ün sahibi olduğu Mesta 2 Mermer fabrikasındaki 60 işçi, eylül ayından bu yana alamadıkları ücretleri için iş bıraktı.
n 7 gün süren Trelleborg grevi, 330 TL zam, sosyal haklarda %12 iyileştirme ve rapor hakkının korunması kazanımlarıyla sonuçlandı.
n Gebze Organize Sanayi'de bulunan İFF Aroma fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan 30 işçi, üç aydır fabrika önündekini direnişini sürdürüyor.
n Sivas’ta, ücretlerini alamadıkları için aylardır direnen ve eylemler yapan Hak-İş üyesi SİDEMİR işçilerine, polis bir kez daha biber gazıyla saldırdı. Saldırıda yürüyüş yapmak isteyen 8 işçi gözaltına alındı. n ODTÜ’de Tez Koop-İş sendikası ile Kamu İşletmeleri İşverenleri sendikası (Kamu-İş) arasında devam eden toplu sözleşme sürecinde uzlaşma sağlanamaması üzerine 277 kadrolu işçi greve çıktı.
Trelleborg fabrikası işçileri grevle kazandı.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
CHP’YLE OLMAZ Türkiye’de anti-demokratik uygulamalara temel oluşturan 12 Eylül anayasasının ilk dört maddesinin aynen korunmasını isteyen, PKK ve Öcalan ile müzakerelere karşı çıkan, savaş tezkeresine ‘evet’ oyu veren CHP ile ‘Demokrasi Bloku’ arayışları kime ne kazandırır? En fazla Erdoğan’a kazandırır, Türkiye’nin batısındaki emekçi oylarını AKP’nin tabanında tutmasını sağlatarak. Kimileri kendilerini ‘Kılıçdaroğlu iyi bir insan çevresindekiler kötü’, ‘CHP değişiyor bak değişecek’ diye kandırmaya devam etse de emekçi sınıflar gözünde CHP “beyaz efendilerin” yani devletin kurucusu olan Türk burjuvaların ve silahlı bürokrasinin kurduğu egemen sınıf partisidir.
n İzmir’de Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde asistan hekimlerin döner sermaye kesintilerine son verilmesi ve sabit ödemelerin iki katına çıkarılması taleplerinin yerine getirilmemesi üzerine bir günlük iş bırakma eylemi yapıldı.
Erdoğan’ın diktatörlüğünü durdurmak için CHP ile ittifak kurmaya çalışmak kökten çelişkilidir ve başarısızlığa mahkumdur. Toplumsal sınırları belli, yüzde 25’lik bir kesimin dışında destek bulmayacağı aşikar olan kemalist parti ile kol kola girmeye, benzeşmeye, yan yana gelmeye çalışmak AKP’ye oy veren her iki kişiden birini soldan ve HDP’den uzak tutmak için uygun bir taktik olabilir ancak. Gerçek sol, kendisini CHP ile ayrıştıramayacağı sürece, Erdoğan’a oy veren işçileri sola kazanamayız. Geçmişte solu desteklemiş, bugün AKP’ye oy veren emekçileri ve fakirleri kazanmazsak zorba Erdoğan’ı durduramayız. Kaldı ki geçen yıla kadar MHP ile ittifak kuran CHP’nin HDP ve Kürt siyasi hareketi ile blok oluşturmak istemeyeceği de tezkere oylamasındaki tavrından belli. Türkiye işçi sınıfı ile bağlar kurmak için CHP ile köklü
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KÜÇÜK EYLEMLERİN ÖNEMİ İşçi sınıfı zaman zaman büyük eylemler yapar, ama küçük eylemleri her gün yapar. Fabrikalarda, işyerlerinde pek çok grev, yemek boykotu, basın açıklaması, yürüyüş, çadır kurma, işyeri işgali vb. eylemler gerçekleşir. İşçilerin gerçekleştirdiği eylemlerin büyük kısmı işten atılmalara karşı yapılanlardır. Çünkü işverenler her gün pek çok işçiyi keyfi nedenlerle, özellikle sendikalaşma nedeniyle işten atar. İşçi eylemlerinin ikinci önemli nedeni ücretlerin veya kıdem tazminatının verilmemesi ile ilgilidir. Hak ettiği ücreti veya kıdem tazminatını alamayan işçiler eylem yapar. Ücretlerin artırılması talebi de işçi eylemlerinin önemli sebeplerinden birini oluşturur. Sendikalı veya sendikasız pek çok işyerinde ücretlerin artırılması için eylemler yapılmaktadır. Taşerona devri engelleme ya da taşeronlaşmanın yarattığı çalışma koşullarını protesto amacıyla pek çok eylem yapılmaktadır. Son yıllarda işçi sağlığı ve iş güvenliği talebi ile bazı işçi eylemleri gerçekleşmiştir. Toplu sözleşme görüşmeleri sırasında uyuşmazlıkları protesto amacıyla da işçiler çeşitli eylemler yapmaktadır. 2014 yılındaki işçi eylemlerinin yüzde 64’ü sendikalı, yüzde 36’sı ise sendikasız işyerlerinde gerçekleşmiştir. Sendikalaşmanın kayıtlı işçiler arasında (memurlar dahil) yüzde 20, kayıtsızları dahil ettiğimizde yüzde 15 olduğunu göz önüne alırsak eylemlerde sendikal örgütlenmenin önemi ortaya çıkmaktadır. Yine de örneğin sendikalaşma oranının çok düşük, kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu inşaat sektöründe pek çok işçi eylemi gerçekleşmektedir. Bu da örgütsüz bile olsa, işçi sınıfının eylem kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Türkiye’de işçi eylemlerinin bölgesel dağılımına baktığımızda en fazla eylem Marmara bölgesinde olmaktadır. Ama tüm Anadolu’da pek çok ilde işçi eylemleri yapılmaktadır. Özellikle Kürt illerindeki işçi eylemlerinin sayısı, bu illerdeki işçi sayısına oranla daha yüksektir. Bölgedeki toplumsal mücadele deneyimi emek alanına olumlu yansımaktadır. Türkiye’de son üç yıldır işyerlerinde parça parça ve oldukça yaygın, üretimi aksatan direniş ve eylemler yapılmaktadır. Eylemler tüm sektörleri kapsamakta ve pek çok ilde gerçekleşmektedir. Sendikaların bölünmüşlüğü nedeniyle bu eylemlerin birlikteliğini sağlamak bugün için zor olsa da, küçük işçi eylemleri daha büyük işçi eylemlerinin örgütlenmesi için çok önemli adımlardır.
sınıfsal, ideolojik ve siyasal farklılıklarımızı belirginleştirmek, işçi kitlelerine anlatmak zorundayız. CHP’yi, tabanını ve çevresini kazanmak üzerine kurulu politik çizginin sonunu hep birlikte izliyoruz. Ciddi sosyalistler AKP’yi siyasi olarak teşhir ettikleri ölçüde CHP’yi de teşhir etmek zorundadır. Daha da önemlisi kemalizmin zihniyet dünyasına hitap eden, onun kodlarıyla çalışan, işçi sınıfının laik-dindar suni bölünmesine hizmet eden her türden söylem ve pratikten ayrışmaktır. Elbette mesele CHP’yi de diğer egemen sınıf partileri gibi eleştirmekle çözülmüyor. Türkiye’nin batısındaki işçiler arasında nasıl örgütleneceğiz? 26 Aralık’taki Antikapitalist Emek Forumu’nda bunu konuşacağız.
10 SOSYALİZM
CİNSİYET, SINIF VE SOSYALİZM İDİL ÜGÜT
Dünyanın istediğiniz bölgesini seçin işte tam orada kadınlar ayrımcılığa
ANTİKAPİTALİZM Konuşmacı: Anıl Yüksel
İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 Beyoğlu
11 Aralık Cuma 19:00 FATİH THY grevindeki kadın işçiler.
yan yana gelemiyoruz. Egemen ideolojinin her türlü söyleminin etkisinde olan babaanem cinsiyetçiliğin bir taşıyıcısı olarak, bana karşı cinsiyetçi iş bölümünü ve devleti savunmaya devam ediyor.
Erkek doğanlar
Herhangi bir konuda gerçek özgürleşme, işçilerin kendi yarattıkları zenginliğin kontrolüne sahip olma mücadelesine bağlı olarak hayat bulabilir. Bu da aslında neden kadınlarla erkeklerin özgürleşmek için beraber mücadele etmesinin önemini açıklıyor. Mücadele etmeden hiçbir şey kazanamayacağız. Tarih boyunca her büyük sosyal hareket, kadınların sorunlarını da gündeme getirdi. 19. yüzyıldaki kadınların özgürlüğü hareketi ismini kölelik karşıtı hareketten almıştı. 20. yüzyılda ise dünya çapında kolonyalizm karşıtı hareketten yine kadın kurtuluş hareketi ismini türetti. Bu yüzyılda da kadınların kurtuluş hareketi ezilmişliği, sömürüyü yaratan sınıflı toplumlar tarihini bitirme ve başka bir dünya kurma mücadelesine göbekten bağlı.
Sonuçta evet, kadınlar yüksek statülere sahip oldu. Ancak burjuva kadınların, işçi kadınlara bulundukları sınıf itibariyle bir yararının olmadığını gözlemleyebiliyoruz. Burjuva kadınlar, kadın oldukları için bütün işçi kadınların maaşlarının yükseltilmesinde bir etkide bulunmadılar tersine bulundukları sınıfa hizmet ettiler. Aynı şekilde ne Tansu Çiller politikalarını şekillendirirken toplumdaki kadınların temsilciliğini yaptı ne de Merkel Almanya’da yaşayan kadınların çıkarlarını ön plana aldı. Dolayısıyla kapitalist sistem sürdüğü müddetçe, kadınların devlet mekanizmasında yükselen statüsünün tüm kadınların kurtuluşu açısından radikal bir değişiklik sağlamadığını, ‘kadın devletin’ de çözüm olmadığını önümüze serdi. Kadınlar maruz kaldıkları cinsiyetçiliğin taşıyıcısı rolünü de üstleniyorlar. Mesela babaannemle ben ‘kadın dayanışması’ üzerinden kolayca
İKLİM
MÜCADELE VE
Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Erkeklerin bizden farklı konumlandığını fark ettiğimizde genellikle ilk karşılaştığımız, erillik karşıtlığı üzerinden feminist argümanlar oluyor. Türkiye’de bu pek çok farklı şey üzerinden kurgulanıyor ‘erkek devlet’ kavramı bunlardan biri. Peki devlet gerçekten erkek mi?
Aynı düşünce mesela İzlanda’da kadınların ekonomik olarak kazanımlar elde etmesini yüceltebiliyor ve bunu ‘yeni kapitalizm’ diye pazarlayabiliyor.
BEYOĞLU
KARŞI
Neden dünya popülasyonun yarısı ayrımcılığa maruz kalıyor? Bunun nedenini sorgulamak bu ayrımcılığa karşı mücadele etmenin temelini oluşturuyor. Dünya tarihinin çok küçük bir bölümünü oluşturan binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihi cinsiyetçiliğin kaynağı. Kapitalizm ‘sistemde devamlılık esastır’ diyerek kadınların aile içindeki hem anne hem eş olarak rollerini ortadan kaldırıp onları özgürleştirmedi aksine bu rolleri sömürünün gereklerine göre yeniden şekillendirdi. Sistemin kendini yeniden üretim süreci ise ailede bir ‘anne’ rolü olmadan işlemiyor. Bu sistem, işin ve göçlerin baskısıyla kimi aile bireylerinin aile hayatlarını kurban etmesini sağlarken; diğer yandan cinsiyetçi iş bölümünü ön plana çıkararak ailede kadınların ve çocukların rolünü ikinci plana atıyor. Kâra, rekabete dayalı sistemin ve özelleştirilmiş ailenin bu öncelikleri kadınların ezilmişliğinin kapitalizmin içine yapılandırıldığı anlamına geliyor.
Hakim feminist söylemin sıklıkla düştüğü bir yanılgı olan; erkeklerin doğal bir şekilde, biyolojik olarak ‘ezen’ olduğu argümanı diğer yandan, istemeden de olsa egemen ideolojinin kadınları ‘şefkatli ve daha az rekabetçi’ olarak resmeden görüşünü yeniden üretebiliyor. Bu ve benzeri pek çok hatalı yorum ezilmişliğin nedenini açıklamaya yeterli olmadığı gibi kadın hareketlerinin trans-kadınlar başta olmak üzere LGBTİ bireylere yaklaşımını etkiliyor. Radikal feministlerin bir zamanlar çok popüler olan ‘biri erkek doğmuşsa eril dediğimiz özellikleri taşır’ argümanı da bu yaklaşımın bir özeti.
10 Aralık Perşembe 19:00
DEĞİŞİKLİĞİNE
uğruyor. Kadınların ezilmişliği en eski ve köklü baskılardan biri. Kadınlar, dünya nüfusunun yarısını oluştururken sadece işçi oldukları için değil kadın oldukları için de baskıya uğruyorlar. Sosyalist bir mücadelede ‘kadınların özgürleşmesi’ kilit taleplerdendir.
Marksizm, insanların kurulmuş saat gibi diğerlerini sömürmek veya ezmek için kurgulanmış olduğunu düşünmez. Bu cinsiyetçilikten homofobiye, transfobiye veya ırkçılığa kadar geçerli bir tutum.
TOPLANTI DUYURULARI
Nasıl özgürleşeceğiz?
Sınıfsız bir dünya mücadelesini kadın erkek birlikte yürütürken, hem egemenlerin cinsiyetçi politikalarına hem de erkeklerin ‘biz zaten cinsiyetçi değiliz’ argümanlarına geçit vermemek zorundayız. Devrimci marksizmin kadın sorununu nasıl ele aldığını anlamak için Lindsey German’ın ‘Cinsiyet, sınıf ve sosyalizm’ kitabı iyi bir kaynak. Kitap kapitalizmin kadının aile içindeki rolünü nasıl tariflediği gibi birçok önemli tartışmaya marksist yanıtlar üretmenin yanı sıra başta İngiltere’de olmak üzere kadın özgürlüğü mücadelesinin farklı deneyimlerini aktarıyor. Konu hakkında daha detaylı araştırma yapmak isteyenler Judith Orr’un ‘marksizm ve kadın özgürlüğü’ hakkındaki konuşmalarının videolarına internet üzerinden ulaşabilir. Şüphesiz kadın özgürlüğü konusunda, kadın erkek, hep birlikte daha çok tartışılmalı. Ancak tartışmak yetmez, dünyada ve Türkiye’de sürmekte olan kadın mücadelesinin büyütülmeli. Özellikle 1960’lar ve 70’lerdeki pek çok deneyim hep birlikte kazanabileceğimiz daha çok şey olduğunu gösteriyor.
SURİYE’DE KİMLER, NE İÇİN SAVAŞIYOR, BARIŞ NASIL SAĞLANIR?
Konuşmacı: Mehmet Dağ Ehhiba Cafe, Zeyrek Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, Haydar Bey Sokak, No 31, Fatih
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
AKTİVİZM
BİRLEŞİRSEK KAZANABİLİRİZ ANTİKAPİTALİSTLER
İşçi hareketi son üç yıldır giderek yükseliyor. Özellikle içinde bulunduğumuz 2015 yılında pek çok işçi eylemi gerçekleşti, eylemlere 40 bin işçi katıldı. Bu sayı 2010 yılındaki eylemlere katılan işçilerin yaklaşık yüz katı. İşçi sınıfı; sefalet ücretleri, iş kazaları, madenci katliamları, sağlıkta kesintiler, güvencesiz esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, çalışma koşullarının berbatlığı gibi kapitalizmin sayısız saldırılarına karşı eylemler gerçekleştirdi. Ancak irili ufaklı işçi eylemlerini birleştirecek, işçi sınıfının tüm kesimlerinin birliğini sağlayarak mücadeleye çekecek bir işçi liderliği henüz yok. 1990’lı yıllarda kamu çalışanları mücadelenin çeşitli evrelerini birbirine bağlayan, diğer kesimlere moral ve mücadele azmi veren bir hareket oluşturmuştu. Şimdi ise mücadele tek tek işyerlerinde sürse de, tüm işyerlerine ve işçilere yayılmıyor, bunu örgütleyecek bir işçi liderliği yok. Hareketin önündeki engellerden birisi de birbiriyle rekabet halindeki sendikal yapılar. Grev yasaklarına, iş cinayetlerine, işten atılmalara, sefalet ücretlerine karşı oluşan tepkiyi kitlesel bir harekete dönüştürebilecek merkezi bir işçi konfederasyonunun eksikliği işçi hareketinin kazanmasının önündeki en büyük engel. İşçilerin bir tartışma, eylem, planlama ve ortak harekete geçme platformuna ihtiyacı var. Bu platform işyerlerinde patronlara karşı en önde durmalı, işçi sınıfını bölen her fikre karşı mücadele etmeli ve o işyerindeki işçilerin tümünü harekete geçirebilmeli. Bu platform “Sendikal yönetimleri ele geçirme” fikrine bulaşmadan, her zaman hareketin çıkarlarını savunan, işçileri bölen tutumlara karşı mücadele eden bir platform olmalı. Bu platform, kafa emeği-kol emeği, mavi yakalı-beyaz yakalı, Türk-İş’li-KESK’li, dindar-dindar olmayan, kadın-erkek, Türk-Kürt gibi bölünmelere taviz vermemeli, işçilerin kendi içinde de daima kimliği nedeniyle ezilenden
Hükümet tarafından yasaklanan Şişe Cam grevi, 2013.
yana olmalı. İşte böyle bir işçi platformuna ihtiyacımız var. Özelleştirmelere, taşeronlaştırmaya ve esnek çalışma koşullarına karşı ses çıkartabilecek aşağıdan bir işçi örgütlenmesi çok önemli. Bir yandan işyerlerimizde gündelik taleplerimiz için mücadele etmeliyiz, diğer yandan işyerimizdeki mücadeleyle işçi hareketinin genel talepleri arasında bağ kuracak kampanyalar inşa etmeliyiz. Bu çabalar daha büyük bir işçi hareketini inşa etmenin küçük ama önemli adımları olacaktır. Bugün büyüklüğüne küçüklüğüne bakmadan, her bir grevle, işyeri direnişiyle dayanışmak hareketin kazanması için mücadele etmek, daha büyük mücadelelerin kapısını açacaktır. Her bir küçük mücadeleyi daha büyük bir mücadelenin parçası haline getirmeyi hedefleyen bir çizgi ve perspektif kuşkusuz kazandıracaktır. Antikapitalistler olarak bizler bu yaklaşımla harekete geçebilecek bir perspektife sahibiz. Gelin beraber mücadele edelim.
Metin Arslan, Tekel Direnişi
Ferda Keskin (Bilgi Üniversitesi, Sosyal-İş)
Memduh Hüsünbeyi, Gezi’den Plazaya eyleme (Plaza Eylem Platformu aktivisti)
İkinci Oturum: Mücadele Kazandırır
Nehir Sevimli, Savaşa değil Emekçiye Bütçe (Eğitim-Sen)
Konuşmacılar: Bahadır Altan, THY’de sendikal mücadele ve sendikal bürokrasi (Gökkuşağı Hareketi) Berna Tezcan, Kamu çalışanları sendikalaşma mücadelesi (Eğitim-Sen) Çağla Oflas, Meslek Odalarında Sendikalaşma Hüseyin Yüksel, Mobinge karşı mücadele (Mobinge Son kampanyası aktivisti) Işıl Işık, Bilişim çalışanları dayanışma ağı (BİÇDA)
ÖNE ÇIKAN Anıl Yüksel
PARİS İKLİM ZİRVESİ: ŞİRKETLER GEZEGENE DÜŞMAN Paris’te yapılan İklim Zirvesi’nde hedef, küresel sıcaklık artışını 2°C’nin altında tutmak. Veriler bize, 2°C’nin altında kalmak için toplam 3,65 trilyon ton karbon salımını geçmemek gerektiğini gösteriyor. Yine aynı veriler bugüne kadar 2 trilyon ton karbon salındığını da gösteriyor. Demek oluyor ki 1,65 trilyon tondan fazla salım yapılmaması gerek. Bu 100 yılın sonuna kadar ise 1,3 trilyon ton karbonda kalınması şart. Ancak dev ekonomilerin karbon salımındaki artış hızına bakarsak çanlar çoktan çalmaya başladı bile. Bugün yılda 10,5 milyar ton karbon salan Çin, önümüzdeki 85 yıl aynı hızla karbon salmaya devam ederse tek başına 850 milyar tondan fazla karbonu havaya bırakmış olacak. ABD de aynı sürede 450 milyar tondan fazla karbon salmış olacak. Sadece bu iki dev ekonomi yüzyılın sonunda kırmızı çizgiye ulaşmış olacak.
ANTİKAPİTALİSTLER EMEK FORUMU- PROGRAM: Birinci Oturum: Yeni Liberalizme Karşı Mücadele
11
Yavuz Sabancı, Mavi Jeans grev mücadelesi Arçelik LG işçisi
26 Aralık 2015, Cumartesi 14.00 – 18.00 Cezayir Toplantı Salonu İletişim: antikapitalistler2015@gmail.com, Tel: 0555 4237407, https://www.facebook.com/antikapitalistler1/?fref=ts
Türkiye’nin Paris’te anlattığı karbon salımını azaltma planı ise gülünç olmaktan öteye geçemiyor. Halihazırda, 400 milyon tondan fazla karbon salımı yapan Türkiye, 2030 yılında “1,1 milyar ton değil, 900 milyon ton karbon salacağım” diyor. Böylece %21’lik bir azaltıma gitmiş olacağını anlatıyor. Bu planıyla Türkiye şunu anlatmış oluyor: “Yıllık artış hızını %5,7’den, %4,2’ye indirmiş olacağım”. Bugüne kadar her sene karbon salımında %4 oranında artış hızına sahip olan Türkiye, %4,2 artış hızı yakalayacağını ve bunun da indirime gitmek olduğunu süslü bir dille anlatıyor. Her fırsatta gelişmekte olan ülke olduğunu vurgulayıp elini taşın altına koymayacağını gösteren Erdoğan şu büyülü cümleyi Paris’te de kuruyor: “Esas sorumluluk alması gerekenler, gelişmiş ülkelerdir”. Zirvedeki ağırlıklı söz sahipleri, yani G-20 ülkeleri birbirlerini kandırabilirler. Ancak bizleri kandıramazlar. Küresel sıcaklık artışının 1°C’yi bulduğu günümüzde, 2°C’nin altında kalmak için derhal fosil yakıt tüketimine son vermek gerekiyor. Uzmanlar bu hızla gidilirse, 2°C’nin rahatlıkla aşılıp 4°C’nin görülebileceğini söylüyorlar.
Güneş nükleeri yenecek Sürekli enerji açığından bahseden ve yeni Enerji Bakanı Berat Albayrak önderliğinde kurulu gücünü iki katına çıkarmayı hedefleyen Türkiye, bunun için fosil yakıta dayalı dev projelere yatırım yapmaya devam ediyor ve her defasında nükleer enerjiye işaret ediyor. Oysa buna karşı, tanıdık bir coğrafyadan örnek verebiliriz. Konya Karapınar’daki ikinci Güneş Enerji Santrali ile bölgedeki toplam kapasite 4.300 MW olacak. Yapımı devam eden Akkuyu Nükleer Enerji Santrali için bu kapasite 4.800 MW. Bu, iki bölgede faaliyete geçecek olan güneş enerjisi ile her daim tehlike saçan ama böbürlenerek anlatılan nükleer enerji kadar üretim yapılabileceğini gösteriyor. Küresel iklim krizi karşısında dev ekonomiler önceliği “büyümelerine” veriyorlar. Türkiye bu yıkıma her geçen gün daha fazla ortak oluyor. Gezegeni yaşanamaz bir hale getirenler karşısında bizler, iklimi değil, sistemi değiştireceğiz. Bunu da bu krizin sorumlularına karşı vereceğimiz kitlesel bir antikapitalist mücadele ile gerçekleştireceğiz.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ÖZGECAN YASASINI ALACAĞIZ AYŞE DEMİRBİLEK
Şubat ayında evine giderken bindiği minibüsün şoförü tarafından saldırıya uğrayan ve yakılarak öldürülen Özgecan Aslan cinayetinin geçen hafta görülen üçüncü duruşmasında karar verildi. Bu defa ne indirimlerden ne iyi hallerden ne de savcı takdirlerinden yararlanıldı ve yargılanan üç sanığa da ağırlaştırılmış müebbet verildi. Ayrıca mahkeme kararda indirime gidilmemesi, tutukluluk süresinin sayılmamasını da istedi. Özgecan bindiği minibüste yalnız kalınca bir hedef haline gelmişti. Sanıkların toplumda yaygın hâle getirilen ve devlet yetkilileri, yerel yöneticiler hatta Aile Bakanlığı tarafından üretilen cinsiyetçi söylemlerden ve daha önce defalarca tanık olduğumuz mahkeme kararlarından etkilenmediğini düşünemeyiz. Olayın hemen sonrasında sanıkların verdiği ilk ifadeleri ve kendilerini koruma argümanlarını tekrar hatırlayınca, kadınların vahşice bir cinayete kurban giderken bile toplumsal rollerden payını almaya devam ettiğini görebiliyoruz. Ancak Özgecan cinayetinden sonra alışılan şey olmadı ve kimse ‘bir cinayet daha’ diyerek geçiştirmedi. Hem cinayetin vahşiliği hem de bu kadar göz göre göre işlenmesi büyük bir tepki yarattı. Cinayet özellikle devlet yetkilileri tarafından kadının yerinin aile olduğu, namus tartışmalarının kadın bedeni ve yaşam biçimi etrafında yapıldığı bir dönemde işlenmişti. Bu bize devlet po-
litikalarının ve bu politikaların ısrarlı savunucularının da taciz, tecavüz ve cinayetlere zemin hazırladığını gösteriyor. Mücadele devam etmeli
Özgecan davasının kararının önemi büyük. Şimdiden diğer davalar için emsal olma özelliği taşıyor. Muğla’da kanalda cesedi bulunan ve mahkemece boğulma sonucu öldüğü iddia edilen Cansu Kaya davası bunlardan biri. Özgecan davasında olduğu gibi Cansu’nun davasını da kazanmamız mümkün. Ancak Özgecan’ın ailesinin de belirttiği gibi karar önemli ama yeterli değil. Bu kararların kalıcı hâle gelmesi, kadın cinayetlerine ve cinsiyetçiliğe karşı başta devletin ve yetkililerin kararlı bir tutum alması, uygulamalardaki cinsiyetçiliğin son bulması, her türlü indirimlerin uygulanmasından vazgeçilmesi gerekir. Ayrıca cinsiyetçi söylemlerden, kadını aile içine sıkıştıran uygulamalardan ve namus objesi haline getirmekten kesin bir şekilde vazgeçilmesi, vazgeçmeyenlerin cezalandırılması gerekir. Bu hakları onların bize vermeyeceği çok açık. Ancak bizim alacak gücümüz var ve alabiliriz. Örgütlenme ve mücadele bize bunları kazandıracak.
KAZANDIK YİNE KAZANACAĞIZ Özgecan cinayetinden sonra Türkiye’nin her yanında başta kadınlar olmak üzere binlerce insan sokağa çıkmış ve hem Özgecan cinayetine hem de bu cinayetlere zemin hazırlayan söylem, tutum ve uygulamalara karşı tepki gösterilmişti. Bugün verilen karar bizim aylar önce gösterdiğimiz tepkiden, Özgecan yasasındaki ısrarımızdan bağımsız verilmedi. Bugün
mahkemeyi bu kararı vermeye iten şey, mahkemenin kendisinin de belirttiği üzere başta kadınların ve toplumun tüm kesimlerinin kararlı mücadelesi oldu. Şimdi mücadelemiz Özgecan yasasının kabul edilmesi için devam ediyor. Bu karar bize mücadelenin gücünü gösterdi. Şimdi aynı birlikteliği ve kararı Özgecan yasası için gösterme zamanı.
ELİNİZİ, DİLİNİZİ, YASALARINIZI BEDENİMİZDEN ÇEKİN Kadınların toplum içindeki konumlandırılışının, gündelik hayata etkilerini her gün medyadan görmek mümkün. Kadınların iş hayatında, evde ve sokakta var oluşlarını ısrarla aile- anne-namus eksenine sıkıştırmak kadınları taciz, tecavüz ve cinayetlerde hedef haline getiriyor.
Aynı zamanda bitmeyen sistematik bir eşitsizliğin de temellerini oluşturuyor. Küçük kız çocuklarını akşam parkta yalnız görmek istemeyen mahalle muhtarından, ‘kızlı erkekli evlere izin vermeyiz’ diyen yetkilere, tecavüz davalarında bitmeyen ‘rızası vardı, içkiliydi, eski sevgilisiydi’ gibi mahkeme beyanatlarına
kadar hepsi kadınların sistem içerisinde nerede konumlandırıldıklarının bir göstergesi. Ancak mücadele hem değiştiriyor hem kazandırıyor. Bugün bu argümanların toplumda giderek daha az karşılık bulduğu çok açık. Kadınların ısrarlı mücadelesi kazanmaya devam
ederken toplumu da değiştiriyor. Artık kadınlara yönelik cinayet, taciz ve tecavüz olaylarına karşı toplumun tüm kesimlerinden tepkiler geliyor, örgütlenme alanları genişliyor ve büyüyor. Bu büyüme ve dönüşüm ise bize Özgecan davası kararında nasıl kazanabileceğimizi gösterdi. Tüm kesimlerde cinsiyetçi söylem,
tutum ve uygulamalara karşı verilen mücadele bu uygulama ve söylemleri geriletti, gerilemeye devam edecek. ‘Elinizi, dilinizi, yasalarınızı bedenimizden çekin’ sesinin daha gür çıktığı bir dönemdeyiz, daha da gür çıkartmak ve taleplerimizi kazanmak için mücadeleye kararlı bir şekilde devam etmeliyiz.