DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
546
16 Aralık 2015 2 TL. sosyalistisci.org
ÖLÜMLERİ DURDURALIM
SUR, CİZRE, NUSAYBİN, DERİK...
200 BİN KİSİ , GÖC, ETTİ DİNK AİLESİNİN AVUKATI HAKAN BAKIRCIOĞLU, DAVADA GELİNEN NOKTAYI ANLATIYOR sayfa 5
KEMAL BAŞAK: IRKÇILIĞI YENECEĞİZ
sayfa 6-7
ÇAĞLA OFLAS: 20. YÜZYILIN BİR DİKTATÖRÜ STALİN sayfa 08
2
GÜNDEM
KÜRT İLLERİNDE SAVAŞ, YIKIM VE GÖÇ Devlet Nisan ayının ortalarından itibaren Suriye poli-
İKİ SAVAŞ VE İKİ GÖÇ DALGASI, ABDULLAH ÖCALAN Esad’ın katliamları başladığı günden beri, Suriye’nin içinde ve Suriye’den dışarıya doğru milyonlarca insanın harekete geçtiği bir göç dalgası başladı. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yine ölümü göze almak zorunda kaldığı yolculuklara başladı. Bu göç dalgası artık küresel bir sorun ve hükümet başkanları bu göç dalgasını engellemek için birbirileriyle pazarlık yapar haldeler. Temmuz ayından beri, daha küçük çapta benzer bir soruna, savaş ve göç dalgasının Kürt illerinde yaşandığına tanık oluyoruz. Bu hafta Cizre’den, Sur’dan, Silopi ve Şırnak gibi ilçelerden evini terk ederek apar topar ayrılanların sayısının 200 bini bulduğu bildirildi. İnsanlar sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmemiş olduğu yerlere, şehir merkezlerine ya da köylere, tanıdıklarının, akrabalarının yanına sığınıyor.
tikasında radikal bir değişikliğe gitti. Dış politikasının merkezine daha şiddetli bir şekilde YPG’nin Rojava’da elde ettiği kazanımları yok etmeyi koydu. 7 Haziran'da yapılan genel seçimlerde HDP'nin %13 oranında oy alarak meclise güçlü bir şekilde girmesinin ardından ise paniğe kapılan devlet ve hükümet, IŞİD'le mücadele bahanesiyle savaş uçaklarıyla Kandil'i bombalamaya başlamış, ardından da Kürt şehirlerini ablukaya alarak, Kürt halkına ilan edilmemiş bir savaş açmıştı. Şehirlere kuşatma ve saldırı Geçtiğimiz aylarda Silvan, Cizre ve Nusaybin kentleri asker ve polis kuvvetleri tarafından kuşatıldı. Günlerce sokağa çıkma yasağının uygulandığı kentlerde, açlık tehlikesi baş gösterdi. Cizre'de devlet güçleri tarafından katledilen 13 yaşında Cemile isimli bir kız çocuğunun cansız bedeni, sokağa çıkma yasağı nedeniyle günlerce bir derin dondurucuda muhafaza edildi. Bütün bu şehirlerde çocuk yaşlı, erkek kadın demeden onlarca sivil Kürt öldürüldü. Son olarak Diyarbakır Baro-
su Başkanı Tahir Elçi, Diyarbakır'da tarihi bir minarenin zarar görmesini protesto etmek için basın açıklaması yaparken güpegündüz, herkesin gözü önünde öldürüldü. Hemen ardından da devlet güçleri hendek kazılmasını bahane ederek Diyarbakır'ın Sur ilçesine ağır silahlar ve helikopterlerle saldırıya geçti. Sokağa çıkma yasağıyla birlikte yapılan saldırıda, Sur ilçesi harabeye döndü. Sokağa çıkma yasağının kaldırılmasıyla birlikte, ilçe halkı ölümden kaçmak için evlerini terk etmeye başladı. 90’lar, bir daha asla! 1990'lı yıllardaki köy yakmalarının, köy boşaltmalarının yerini bugün kentlerin yakılıp yıkılması, halkın göç etmeye zorlanması almış durumda. Seçimlerde HDP'ye yüksek oy veren yerler, özellikle hedef alınıyor. Devletin Kürt halkını topyekûn teslim almak için başlattığı saldırılar, Kürt halkının azimli ve kararlı barış talebi karşısında boşa çıkacaktır. Ancak 30 yıldır Türk devletinin baskısını göğüsleyen Kürt halkına, batıdan destek elinin uzatılmasının artık tam sırasıdır. Akan kanın durması için "Barış, hemen şimdi!" sloganını güçlü bir şekilde atmakta, kitlesel bir barış hareketi örmekte ısrarcı olmalıyız.
REWHAT
Amed tatil
Göç dalgası, şimdilik yakın şehirlere, geri dönme umudu yüksek tutularak yaşanıyor. Göç edenler, kısa zamanda geri döneceklerini düşünüyor. Türkiye, hükümet yetkilileri bunu amaçlarına uygun bir propaganda malzemesi olarak kullansalar da artık iç göç yaşayan bir ülke. Hükümet, Kürtlerin hendeklerden kaçtığını anlatıyor! İnsanlar, hendeklerden değil, savaştan, duvarlara yazılama yapan faşist özel harekatçılardan, tek tek evlerin kapısını kıran devlet şiddetinden kaçıyorlar. Suriye ve Sur, artık yan yana kullanılıyor. Sadece göç dalgası açısından benzemiyor, sadece devletlerin hedef tahtasına dönüşen iki yeri ifade etmiyor bu iki bölge. Aralarında bir bağ var. Suriye herkesin savaştığı, hesabını gördüğü saha haline getirdiği ülke. Türkiye de Suriye’de savaşan koalisyonun parçalarından birisi. Devlet, Rojava’da oluşan Kürt yönetimine sert bir şekilde karşı çıtkığı andan beri, Türkiye’de sürmekte olan çözüm sürecinin kaldırılacağı buzdolabı da inşa edilmeye başladı. Devlet, Kürt halkının Suriye ve Türkiye’de geliştirdiği inisiyatfilerin kendi iç ve dış politik hedefleri açısından “fazla” olduğunu düşünerek, çözüm sürecini bozdu. Ulusal ezilmişlik meselesinde, böyle gel gitler olur. Ama Temmuz ayından beri yaşadığımız baskı ve şiddet ortamı, basit bir gel gitten ibaret değil. Ölen her insan, yakılan her mahalle, yıkılan ve boşaltılan her ev ve ilçe barış sürecinden biraz daha uzaklaştırıyor hepimizi. Çözüm masasının yeniden kurulması , barışın sağlanması için iki adımı aynı anda atmamız zorunlu: Birisi, Türkiye’nin Suriye politikasını değiştirmek üzere, Suriye halkıyla dayanışan ve tüm savaşan güçlere karşı çıkan küresel bir savaş karşıtı ağı örgütlemek, diğeri ise daha geç olmadan, Abdullah Öcalan’ın yeniden siyaset alanına müdahale etmesinin yolunun açılması için basınç yapmak.
KAÇIN, REFORM PAKETİ GELİYOR! Geride bıraktığımız ay içinde hükümet programı açıklandı. Programın ayrıntılarına baktığımız zaman çeşitli vaatlerle dolu olduğunu görüyoruz. Herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını içerecek yeni, sivil, özgürlükçü bir anayasa vaadi, programın ilk sırasında yer alıyor. Gerek cumhurbaşkanı, gerek baş-
bakan, gerek hükümetin bilumum üyelerinin tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek millet şeklinde tekçilik propagandası yapmadığı bir tek günün bile geçmediği bir ortamda, etnik veya dini kimliği referans yapmamak, çok açık bir şekilde başta Kürt halkı olmak üzere bütün etnik kimlikler, başta Aleviler olmak üzere bütün dini kimlikler üzerindeki mevcut
baskının aynen süreceği anlamına geliyor. Kürt çocukları yine okulda yabancı bir dille eğitim görmek zorunda kalacak, Aleviler yine inançlarını özgürce yaşayamayacak. Asgari ücretin 1.300 TL'ye yükseltileceği söylemi, milyonlarca asgari ücretlinin açlık sınırı civarında bir parayla geçinmeye çalışmaya devam edeceği anlamına geliyor. İşçi sınıfının kazanılmış hakkı olan kıdem tazminatı konusundaki belirsizlik ise aynen devam ediyor.
GÜNDEM
MUSUL: “GİTTİM, GÖRDÜM, DÖNDÜM”
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞI NASIL İNŞA EDECEĞİZ? Kürt illerinde kelimenin tam anlamıyla dehşet kol geziyor. Her gün bir ilçede sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Sokağa çıkma yasakları günlerce sürüyor. Evler yakılıp yıkılıyor, tarihi eserler yakılıp yıkılıyor, camiler yakılıp yıkılıyor, Sennur Baybuğa’nın yazdığı gibi, insanlar ölmüyor sadece, Kürt illerinde her gün insanlık ölüyor. Ve savaşı gazete köşelerinden savunan, çatışmada yer alan gerçek insanlardan daha çok sahadaymış gibi davranan, bu arada bilerek ve isteyerek savaşa yardım ve yataklık yapan bir grup, hendeklere takmış durumdalar. Her kelimeleriyle devletin ve “milletin âli menfaatlerini” koruyup, özetle özel harekât mensuplarına moral veriyorlar. Her gün yalan söylüyorlar ve her yalanlarıyla suça ortak oluyorlar. Bir kaç aydır akılları fikirleri hendeklerde. Yanlış anlaşılmasın, sorun hendekleri savunup savunmama meselesi değil. Batıda yaşayan barış yanlıları arasında hendekleri doğru bulmayanlar, Kürt halkının haklı taleplerini elde etmesinde hiçbir işe yaramayacağını, hatta hak kazanmayı zorlaştıracağını düşü-
Musul macerası hezimetle sona erse de Türkiye’nin Irak Kürdistanı’ndaki askeri varlığı ve PKK’ye karşı savaşı devam ediyor.
Türkiye geçtiğimiz hafta başında Musul’un yanı başındaki Başika’da bulunan Türk askeri üssüne asker gönderdi. Erdoğan ve Davutoğlu ilk tepkilere yüksek perdeden yanıt verseler de, Irak hükümetinin sert karşı çıkışı ve ABD başkan yardımcısı Joe Biden’ın Davutoğlu’yla görüşmesinin ardından Türkiye hızla geri adım attı. Irak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne de başvurdu. Geçtiğimiz hafta başında, “Irak merkezi yönetimi eğer oradan ülkemize yapılacak herhangi bir terör saldırısına gerekli tedbiri alamıyorsa, bu tedbirlerimizi biz alırız." diyen Erdoğan’ın sözcülüğünü yaptığı devletin şatafatlı işgal deneyimi hasar gördü. Başika’ya gönderilen askerlerle birlikte Türkiye’nin Irak’ta bulunan asker sayısı 3000. Türkiye Irak’ta en çok asker bulunduran üçüncü ülke. Diğer iki ülke ise İran ve ABD. Fakat İran ve ABD Irak merkezi hükümetinin onayıyla bölgede bulunuyor. Başika dışındaki askerlerinin bütünü Irak Kürdistan bölgesinde yer alan Türkiye’nin ise buradaki askeri varlığının bulunma nedeni, Irak Savunma bakanıyla askeri eğitim vermek üzere yapılan bir anlaşma. Bu anlaş-
nenler, savunanlar olabilir. Burada önemli olan, ilk olarak ve öncelikle barışı savunmaktır.
ma hem Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum hem de Irak başbakanı tarafından “egemenlik haklarının ihlali olduğu gerekçesiyle” eleştiriliyor.
Fakat sözünü ettiğim hendek takıntılıların, barış, Kürt
Musul’a asker gönderilmesinin nedeni çok açık: Türkiye aynı anda Rusya’ya, İran’a ve Kürt hareketine meydan okuyor. Bu güçlere karşı “bölgede ben de varım” demeye çalışıyor. Bölgedeki bütün işgalci güçlerin, ister Irak hükümeti onayıyla ister jeopolitik çıkarlarına bahane bularak Irak’ı bir askeri üs olarak gören bütün devletlerin geri çekilmesini savunmak çok önemli. Ama, öncelikli işimiz, Türkiye’nin savaş, çatışma ve gerilim politikalarına son vermesini sağlamak. Bütün bu politikalar, Türk milliyetçiliğini güçlendirerek, işgale toplumsal onay yaratmaya çalışarak, savaş ihtimalini bir gerilim, toplumsal kutuplaşma aracına dönüştürerek ilerliyor.
rak hendekleri eleştirmiyorlar. Onlar, devlet şiddetini
Türkiye’de yoksulların Türkiye’nin Katar’da yaptığı gibi başka ülkelerde askeri üsler açmasına, başka ülkelerin egemenlik haklarını ihlal etmesine, militarizmi güçlendirmesine, milliyetçiliğin dozunu artırmasına ihtiyacı yok.
den önce Abdullah Öcalan’la görüşmelerin askıya
halkının haklı talepleri gibi dertleri yok. Onlar, Kürt halkının haklarını kazanmada yanlış bir yöntem olameşrulaştırmak için hendekleri eleştiriyorlar. Hendek olmasa, çukur, çukur olmazsa, mezarlık bulurlar savaşa gerekçe olması için. Aynı anda bir kaç numarayı birden çeviriyorlar: Öncelikle, sorunun temelinde Kürt halkının haklarının tanınmaması olduğu gerçeğini gizliyorlar, hemen ardından, çözüm sürecini bozanın Kürt hareketi olduğunu anlatmış oluyorlar, devletin Suriye politikasının değişmesiyle çözüm sürecinin rafa kaldırıldığını unutmamızı istiyorlar, Ceylanpınar’da iki polis öldürülmealındığını gizliyorlar. Ve durmadan ama durmadan yalan söylüyorlar. Olabilir! İsrail devletinin savaşçı gazetecileri de Filis-
HAFTANIN IRKÇISI IRKÇILIĞI AKLAYAN YARGI 7 Aralık günü Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Hayko Bağdat aleyhine açtığı hakaret davası görüldü. Gökçek’in avukatlarının verdiği şikayet dilekçesinde Bağdat’ın Gökçek’e Ermeni dediği, bunun bütün Ankara halkı için hakaret anlamına geldiği, ayrıca Bağdat’ın Gökçek’e “iğrenç adam” dediği yazıyordu.
Ancak savcı dilekçenin Ermenilikle ilgili kısmını görmezden geldi ve sadece iğrenç adam kısmını ele aldı. Bağdat ve avukatları savunmalarında konunun bağlamından ayrı ele alınamayacağını, Gökçek’in defalarca ve çok çeşitli ortamlarda Ermenilik üzerinden ırkçılık yaptığını ve nefret suçu işlediğini, Bağdat’ın sözlerinin buna bir tepki olduğunu ifade etmelerine rağmen, hakim “olayı başka yere çekmeyin” diyerek konuyu basit bir mahalle kavgasında edilen hakaretler boyutuna indirgedi.
tin’e yönelik saldırıyı, yakıp yıkmayı meşrulaştırmaya
Gökçek’in defalarca işlediği ırkçılık ve nefret söylemi suçlarını görmeyen, bunları meşrulaştıran, Ermenilerin tümünü bu meşrulaştırma üzerinden hedef haline getiren yargı, açık arayla haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
kadınların, gençlerin ve en önemlisi AKP’ye oy veren-
çalışıyorlardı, G. W. Bush’un ABD tanklarına gizlenmiş gazetecileri de savaş borazanlarını cepheden çalıyorlardı. Her gün bıkmadan yalan söyleyen, çözüm sürecinin neden bozulduğunu gizleyen, gelişmelerin sadece bir yönünü sürekli olarak gözümüze sokan bu insanların temel amacı “Kürt kardeşlerini” ikna etmek değil. Temel amaçları, batıda yaşayan insanların, işçilerin, lerin devlet şiddetine ikna olmasını sağlamak. Demek ki, barışı inşa etmek için, aynı kitlelere gerçeği yüksek sesle anlatmaya başlamak ilk adım olmalı.
4
DÜNYA
PORTEKİZ’İN YENİ SOL HÜKÜMETİNİ ZOR GÜNLER BEKLİYOR
FRANSA: FAŞİSTLER 2. TUR DA HEZİMETE UĞRADI
FN’yi kuran babası gibi babası gibi faşist Marine Le Pen de şimdilik siyasi olarak yenidli.
2011’deki genel greve yüzbinlerce işçi katılmıştı.
Tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik krizin en sert vurduğu ülkelerden biri olan ve beş yıldır AB ve IMF müfettişlerinin denetimi altında kemer sıkma politikası uygulayan Portekiz’de 1975’de Salazar diktatörlüğünün devrilmesinden bu yana ilk defa sol partiler yan yana gelerek bir koalisyon kurdular ve hükümeti sağ partilerin ittifakından oluşan koalisyonun elinden aldılar. Ancak Portekiz’in yeni sol hükümetini tıpkı Syriza gibi zor günler bekliyor. Portekiz’de 4 Ekim’de yapılan milletvekili seçimlerinden İlerle Portekiz adlı sağ koalisyon birinci olarak çıkmıştı. Bu hükümet aynı zamanda 2011 yılından beri ülkede kemer sıkma politikalarını da uygulayan hükümetti. Ancak birkaç hafta önce meclisteki üç sol parti bir araya gelerek önce sağ partinin güven oyu almasını önlediler ve ardından bir araya gelerek Sosyalist Parti lideri Antoni Costa liderliğinde bir azınlık hükümeti kurdular. Bu aslında kimsenin beklemediği bir gelişmeydi çünkü partiler arasında yıllardır devam eden çok net ayrılıklar vardı. Örneğin Komünist Parti, NATO’dan ve Avro bölgesinden çıkmayı, merkez solda yer alan Sosyalist Parti ise bunun tam tersini savunuyordu. Vaatler Şimdi Portekiz’in bu yeni sol hükümetini tıpkı Syriza gibi KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
DONALD TRUMP’I NE KADAR CİDDİYE ALMAK GEREKİR? ABD’de gelecek yıl yapılacak başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçilerin adayı olarak adı öne çıkan Donald Trump’ı hepimiz asıl olarak Paris saldırısından sonra yaptığı ve bütün dünyada ses getiren Müslümanların ABD’ye alınmaması gerektiği açıklamasıyla duyduk. Peki Trump saçma şeyler söyleyen bir deli mi yoksa tüm dünyada giderek yaygınlaşan tehlikeli bir eğilimin en yüksek çıkan sesi mi? Trump’ın seçim ofisinden yapılan açıklamada Müslümanların önemli kısmının Amerikalılara karşı nefret beslediği ve Amerikalı temsilciler neler olup bittiğini anlayıncaya
zor kararlar ve günler bekliyor. Yeni sol hükümeti bir araya getiren en önemli faktör kemer sıkma politikalarının acımasızlığına karşı çıkıyor olması. Bu koalisyon kurulurken Euro bölgesinin borç azaltma programına uyacağına söz verdi ancak aynı zamanda bu politikaların etkisini azaltmayı da vaat etti. Örneğin yeni hükümet, AB ve IMF’nin talep ettiği gibi bu yıl bütçe açığının yüzde 3’ü geçmemesi vaadinde bulundu. Portekiz Maliye Bakanı Mario Centeno geçtiğimiz Perşembe günü yaptığı açıklamada hükümetin bu yıl sonuna kadar acil olmayan tüm harcamaları durdurduğunu ve bazı bölümlerden toplam 46 milyon Euro kesinti yapacaklarını duyurdu. Syriza Portekiz’in yeni sol hükümetini de Syriza’nınkine benzer bir kader bekliyor gibi görünüyor. Syriza’nın bir yandan Euro bölgesi içinde kalıp kemer sıkma politikalarının pazarlığını yaparken diğer yandan bu politikaların etkilerini hafifletebileceği iddiası partinin erimesine ve bölünmesine yol açtı. Son olarak ise Yunanistan işçi sınıfı Syriza tarafından uygulanan kemer sıkma politikalarına karşı Ekim ayında genel grev yaptı. kadar ülkenin kapılarının Müslümanlara tamamen kapatılması gerektiği çağrısı yapılıyordu. Trump ayrıca geçtiğimiz aylarda eğer seçimi kazanırsa hepsi birer IŞİD militanı olma potansiyeline sahip Suriyeli bütün mültecileri Suriye’ye geri göndereceğini ve ABD’nin güney sınırına duvar öreceğini de açıklamıştı. İslam ve göçmen karşıtlığı ile bilinen Donald Trump, camileri kapatacağını ve imamlara yönelik sıkı kontroller getireceğini vaad ediyor. Trump, New York Belediye Başkanı Bill De Blasio’nun camilerin New York Polis Teşkilatı tarafından izlenmesine son vermesini büyük bir hata olarak nitelemiş ve izlemenin devam etmesi gerektiğini savunmuştu. Trump ayrıca yasadışı olarak ülkesine giren Meksikalıları “tecavüzcüler ve suçlular” diye niteledi. Kulağa deli saçması gibi gelen bu sözler özellikle Paris saldırısının ardından cumuhuriyetçi Amerikalıların bir bö-
Bu hafta Fransa’da bölgesel seçimlerin ikinci turu yapıldı. İlk turdan ezici bir zaferle çıkan faşist Le Pen ikinci turda 13 bölgenin hiçbirinde bölge başkanlığını kazanamadı. Şimdilik ana akım siyasetin dışında kalmış olsa da bu sonuç faşist partinin oluşturduğu tehdidin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Le Pen’in yeni hedefi 2017 başkanlık seçimleri olacak. Paris saldırısının başta Fransa olmak üzere tüm dünya ama özellikle Batı ülkeleri açısından en önemli sonucu faşist partilerin ekonomik kriz ve göçmen düşmanlığı nedeniyle zaten bir süreden beri devam etmekte olan yükselişini daha da hızlandırmak oldu. Bu rüzgarı arkasına alan Fransa’nın faşist partisi FN, Fransa’da geçtiğimiz haftalarda yapılan bölgesel seçimlerin birinci turundan, bazı bölgelerde neredeyse yüzde 40 oy alarak birinci çıkmıştı. Geçen hafta sonu yapılan ikinci tur seçimlerde faşist parti hiçbir bölgede seçimi kazanmayı başaramadı ancak bu tehlikenin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Sonuçta Fransa’da ve Avrupa’da aşırı sağın yükselmesine neden olan ekonomik kriz, işsizlik, terör korkusu, göçmen ve Müslüman düşmanlığı gibi sorunlar varlığını korumaya devam ediyor. Bu sorunlara soldan, antikapitalist ve özgürlükçü bir yanıt verilmedikçe Le Pen Fransa ve tüm dünya için bir tehdit oluşturmaya devam edecektir. Faşizme karşı mücadele sadece faşist partilerin seçim barajlarına ve sistemlerine takılmasını yeterli görmeye terk edilemeyecek kadar ciddi bir iştir.
lümüne hiç de saçma gelmiyor. Kamuoyu yoklamalarında aday adaylığını açıkladığında oy oranı yüzde 5’lerde olan Trump’ın Cumhuriyetçiler arasındaki desteğinin yüzde 30’lara ulaştığı belirtiliyor. CNN’de bir hafta önce yapılan bir ankette Trump’ın aday olmasını isteyenlerin oranı yüzde 36’ydı. Trump, ankette en yakın rakibine 20 puan fark attı. Teksas Senatörü Ted Cruz yüzde 16; Beyin Cerrahı Ben Carson yüzde 14; Florida Senatörü Marco Ruvbio ise yüzde 12’de kaldı. Diğer tüm aday adaylarının desteği ise yüzde 5’in altında kaldı. Tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de bu savaş rüzgarları sağın yelkenlerini şişiriyor. Bu olağanüstü militarist ve güvensiz ortamda kulağa deli saçması gibi gelen her tür sağ ve faşist fikir alıcı buluyor. Eğer tüm dünyada bu savaş politikalarını ve ırkçılığı hedef alan bir hareket inşa etmeyi başaramazsak bu yelkenler hepimizin üzerine devrilebilir.
RÖPORTAJ
5
“GECİKMELİ DE OLSA BÖYLE BİR İDDİANAMENİN DÜZENLENMESİ ÖNEMLİ VE OLUMLUDUR” Hrant Dink cinayetinde sorumluluğu olan bazı kamu görevlileri hakkında iddianame hazırlandı. Yargılamanın başlaması için mahkemenin iddianameyi kabul etmesi bekleniyor. Sosyalist İşçi, davadaki gelişmelerin anlamını Dink ailesinin avukatı Hakan Bakırcıoğlu’na sordu.
Avukat Hakan Bakırcıoğlu
İlk davanın başladığı 2007’den günümüze, genel hatlarıyla ne durumdayız? 20 Nisan 2007’de İsanbul Cumhuiyet Başsavcılığı 18 sanık hakkında iddianame düzenlemişti. Ardından ek iddianamelerle 2 şahıs dahil edilerek, 20 sanıklı dava dosyası haline geldi. Hakkında iddianame düzenlenen bu sanıkların cinayeti işleyen örgütün en altında yer alan şahıslar olduğunu, örgütün üst yapılanmasıyla bağlantıların açığa çıkartılamadığını, bu amaçla yapılması gereken soruşturmanın yeterli etkinlikte sürdürülmediğini ve cinayette sorumlu olan kamu görevlileri hakkında iddianame düzenlenmediğini beyan ettik. 2007’den beri sürekli olarak bunu söyledik. Trabzon Jandarma Komutanlığı’nın 8 görevlisi hakkında, görevi ihmal suçlamasıyla dava açıldı. Jandarma görevlilerinin sorumluluğunun görevi ihmalle sınırlanamayacağını ve TCK 83. maddeden yargılanmaları gerektiğini beyan ettik. Cinayetten haberdar olduklarını, kasıtlı olarak cinayeti tasarlayan örgüte operasyon yapmadıklarını söylemekteydik. Çünkü Trabzon İl Jandarma görevlilerinin 2006’nın Temmuz ayında Yasin Hayal’in, Hrant Dink’i öldürmeyi tasarladığı, İstanbul’a gelip evi ve Agos etrafında keşifler yaptığı, cinayet için silah temin etmeye çalıştığı soruşturmanın ilk aylarında açığa çıkmıştı. Bu bilgilere rağmen cinayeti tasarlayan örgüte cinayet öncesi operasyon yapmamışlardı. Tüm bu bilgilere rağmen Trabzon İl Jandarma Komutanlığı görevlilerine yalnızca ‘görevi ihmal’ suçlaması ile dava açıldı. İstanbul ve Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü ile Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevlileri hakkında dava açılmadı. Bu yüzden AİHM’e başvurduk. AİHM 2010’da kamu görevlilerinin cinayetin işleneceği bilgisine sahip olduklarını ama cinayetin işlenmesinin önüne geçmediklerini karara bağladı. Biz bu karar sonrası emniyet görevlileri hakkında yeniden suç duyurusunda bulunduk. Bugün 26 kamu görevlisi hakkında düzenlenen iddianame o bulunduğumuz suç duyurusu ve AİHM kararı sonrası oldu. Jandarma görevlileri dışında emniyet görevlileri hakkında da iddianame düzenlendi.
İddianame yargılanmasını talep ettiğimiz tüm kamu görevlilerini içermese de, Trabzon ve İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü görevlileri, Emniyet Genel İstihbarat Daire Başkanlığı görevlilerini kapsaması ve iddianamenin talebimize uygun olarak kasten öldürme suçlamasıyla ile düzenlenmesi sebebiyle asgari düzeyde bizim olumlu bulduğumuz bir iddianame. Fakat örgüt soruşturması henüz tamamlanmadı ve bu soruşturmaya ilişkin dosya açık tutulmakta. Kamu görevlilerine yargı yolu açılmışken, aralarında Veki Küçük’ün de olduğu Ergenekon sanıkları hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildi. Bu ikililik neden? Henüz bize bu karar tebliğ edilmedi. Tebliğ edildiğinde elbette bu karara itiraz edeceğiz. Süren örgüt soruşturmasında bu kişilerin cinayetle bağını ortaya koyabilecek delillere ulaşılması ihtimali var. Tahir Elçi’nin hedef gösterildikten iki ay sonra öldürülmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Tahir Elçi, Dink cinayetine ilişkin sürmekte olan yargılamaya bizimle birlikte katılan arkadaşımızdı. Öldürülmesi çok acı bir olay. Dink cinayetinde 2007’de yapılması gereken etkin soruşturmaya maalesef 2014’te başlandı. Elçi cinayetinde etkin soruşturma yapılmasına ve bu soruşturmanın etkin yapılması için de kamuoyu baskısına ihtiyaç var. Yıllardır davaların takipçisi olan bir kamuoyu var. Yeni iddianamenin önemine dair yeterli bir kamuoyu oluşabildi mi sizce? Dink cinayetini organize ve icra eden yapının ön göremediği şey, bu denli muazzam bir toplumsal tepkinin açığa çıkacağı ve bu tepki ve duyarlılığın yıllara yayılacak şekilde devam edeceğiydi. Dink cinayetine bu duyarlılık, kamuoyunun bu ilgisi hep sürdü. Etkin soruşturma yapılmasında en önemli etkenin bu olduğu açık. Şu güne değin bir sahiplenme oldu bundan sonra da devam edeceğini düşünmekteyim.
Davaya dair talepler karşılanırsa cinayetin aydınlatılmasına dair serüven bitmiş olacak mı? Örgüt soruşturmasında hangi bilgilere ulaşılacağı ve nasıl bir iddianame düzenleneceği önemli. Dink cinayetine iştirak eden kamu görevlilerinin önemli bir kısmı hakkında iddianame düzenlendi. Cinayeti organize ve icra eden örgüt de açığa çıkarılırsa Dink cinayeti faillerinin tamamının yargılanması gerçekleşmiş olur. 2007’de de kamu görevlilerinin sorumluluğunu açıkça ortaya koyan deliller olmasına rağmen etkin soruşturma yapılmaması çok ciddi hataydı. Zira, az önce de söylediğim gibi Trabzon İl Jandarma Komutanlığı Temmuz 2006’da cinayetin işleneceği bilgisine sahip olmalarının yanı sıra Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü görevlileri Şubat 2006’da yani cinayetten 11 ay önce, Yasin Hayal’in cinayeti tasarladığını, cinayeti ne pahasına olursa olsun işleyeceğini ve bu eylemi yapabilecek yapıda olduğunu belirten evrak hazırlamışlardı. Bu evrak 17 Şubat 2006’da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na ve İstabul İl Emniyet Müdürlüğü görevlilerine iletilmişti. Hrant Dink’e yönelik tehdit atmosferini bilen Emniyet görevlileri bu bilgilerinin yanı sıra Hrant Dink’in öldürüleceği somut bilgisine de sahip olmuşlardı. Buna rağmen operasyon yapmamış, koruma tedbirleri almamışlardı. 2007’de bu iddianamenin düzenlenmesi için yeterli delil mevcuttu. Aradan geçen yıllar kayıp yıllardır. Ama gecikmeli de olsa böyle bir iddianamenin düzenlenmesi önemli ve olumludur. Davanın takipçisi olan kamuoyu yeni başlayacak süreçte ne talep etmeli? Adil, tarafsız, etkin yargılama yapılması talep edilmeli. Açığa çıkan bilgileri tartışmak ve kamuoyunun tepkisini canlı tutmak lazım. Sorumluluğu açığa çıkan kamu görevlilerinin cezalandırılmasını talep etmek, örgüt soruşturması devam edecekse derinlikli şekilde yürütülmesini istemek, eğer orada somut bilgilere ulaşılır ve dava açılırsa sorumlu olanların cezalandırılmasını talep etmek gerekir.
6
GÜNDEM
GÜNÜMÜZDE IRKÇILIĞIN EN BELİRGİN İKİ BİÇİMİ: KÜRT VE GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI
IRKÇILIĞI YEN
Türk ırkçılığının "Misak-ı Milli" hezeyanlarına günümüzdeki en büyük darbeyi, artık statüsüz yaşamayı kabul etmeyen Kürt halkı vuruyor. Devlet güçlerinin uyguladığı baskının dozu her geçen gün artmasına rağmen Kürt halkı kendi kaderini belirleme iradesinden geri adım atmıyor. HDP binalarının ateşe verilmesine, Kürt işçi ve öğrencilerin linç edilmesine, günler süren sokağa çıkma yasağı altında evlerin ağır silahlarla taranıp duvarlarına "Türkün gücünü görecek ve itaat edeceksiniz" yazılmasına rağmen direniş kırılabilmiş değil. Ancak Batı'daki sessizlik, ırkçıların Kürt halkı karşısındaki yenilgisini kalıcı hale getiremiyor. Kanlı Esad rejiminden kaçan mülteciler ise çok çaresiz durumda. Bir taraftan mülteciler kardeşimizdir deyip, diğer taraftan bu mülteci popülasyonunu Batı Avrupa'ya dönük şantaj malzemesi olarak kullanan AKP, Avrupa Birliğinden istediği sonucu (nakit para ve ticari ayrıcalıklar) aldıktan sonra mültecilere saldırmaya başladı. Sermaye sınıfına köle emeği sayılabilecek düzeyde ucuza iş gücü sağladıktan sonra kalan mültecileri kamplara hapseden iktidar partisi, şimdi, AB'ne şantaj için açtığı Ege denizindeki "ölüm yolu"nu kapatmak adına mültecilere saldırıyor. Ulusalcı muhalefet de, rezillikte iktidar partisi ile yarışıyor, IŞİD katliamlarından işsizliğe kadar pek suçun faili olarak mültecileri gösteriyor.
ARKASINDA DEVLET VAR Türkiye'de ırkçılar ne yaparlarsa yapsınlar ceza almayacaklarını bilerek hareket ediyor. Irkçıların bu konudaki en büyük destekçileri devletin güvenlik güçleri ve mahkemeler. Irkçı saldırıların tamamı devletin güvenlik güçlerinin bilgisi dahilinde gerçekleşiyor. PKK'nin Dağlıca saldırısını bahane ederek, Batı'daki Kürtlere ve HDP binalarına saldıran ırkçılar yanlarında devletin polis ve jandarma güçlerini buldular. Türkiye'nin "Kristal gecesi" olarak tarihe geçen 7-9 Eylül saldırılarında polis eşliğinde ortalığı yakıp yıkan ırkçı güruhtan tutuklanan kimse bulunmuyor! Irkçılarla devletin ilişkisi basın ve sosyal medya üzerinden de görülebilir. Azınlıklara mensup kişilerin basın organlarındaki ve sosyal medyadaki görüşleri "Türk kimliğine hakaret" gerekçesiyle cezalandırılırken, açıkça ırkçı ifadeler kullanan veya ırkçı terör çağrısı yapan kişiler hakkında "kovuşturmaya gerek görülmüyor". PKK'ye "terör örgütü değildir" dediği için ırkçı saldırılara maruz kalan ve sonunda katledilen Tahir Elçi'ye sosyal medya ve basın üzerinden saldıran ırkçılara yönelik açılmış bir dava henüz yok. Ermeni aydını Hayko Bağdat ile Melih Gökçek arasında süren davada mahkemenin Melih Gökçek'in “Ermeni” kelimesini küfür olarak kullanmasını onaylaması, devletin organlarının bu konuda tam bir uyum içinde çalıştığını bir kez daha kanıtladı.
9 yıl oldu, ırkçı cinayetin sorumlulların yargılanması devlet tarafından hâlâ engelleniyor. KEMAL BAŞAK
Emperyalist bir devletin kalıntıları üzerinde kurulan Türkiye’de çok köklü, ancak adı konulmamış bir ırkçılık görülüyor. Ortalama bilince sahip bir Türk, Türkiye hariç Dünya’nın geri kalanının her yerinde ırkçılık olduğunu düşünür. Bu sorunlu bakışa sahip vatandaşın kanıtı da hazırdır, Avrupa’nın çoğu şehrinde aşağılanan siyah futbolcuların (ki o siyah değil, zenci der) Türkiye’de çok sevildiğini söyler! Irkçılığın her türlüsünün rezilce sergilendiği bir ülkede muhatapların sadece siyahlar olarak algılanması, kurulduğu andan itibaren derin bir ırkçılık üzerine inşa edilen Türkçü-Sünni İslamcı resmi ideolojinin ne kadar hegemonik bir güç olduğunu gösteriyor. Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt, Arap, Roman ve Alevi kimlikleri her gün her saat saldırı altındayken bu saldırıların toplumun çoğunluğu tarafından ırkçılık olarak değerlendirilmemesi Türk devletini yönetenlerin büyük başarısıdır. Bu ırkçı hegemonya, o var olmadığı iddia edilen “siyahlara yönelik” saldırıları da perdelemeyi başarmaktadır, gözaltında katledilen Nijeryalı FestusOkey’in ölümü gibi. Osmanlı Devletinin “elde kalan” toprakları üzerinde inşa edilen Türk Devletinin kurucuları, öncelleri olan Osmanlı’nın İttihat ve Terakki Partisi liderliğinin “tek dil – tek din” anlayışına sahipti. Büyük ölçüde Gayri-müslüm azınlığın elinde toplanan birikimin zorla gasp edilmesi üzerinden bir ulus devlet kurmak isteyen İttihat ve Terakki Partisi aradığı fırsatı Birinci Dünya Savaşı ile buldu. 20. Yüzyılın başında büyük şehirlerdeki nüfusun yarıya yakınını, ülke genelinde de yüzde yirmilik dilimi oluşturan Müslüman olmayan azınlıklar üzerinde “Türkleri arkadan hançerlemek” gerekçesi ile sistematik bir soykırım uygulaması başlatıldı. Ermeni Soykırımı ile birlikte başlayan ve Rum
Soykırımı ile devam eden sürecin üzerinden kurulan Cumhuriyetin ilk yıllarında yine de % 10’luk bir Gayrimüslim azınlık nüfusu kalmıştı. Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı iç düşman kavramının içeriğini Kürtlerle “zenginleştirdi”, Osmanlının iç düşmanı olan Arapları da dış düşman belledi. 1930’larda Almanya’da yükselen faşizm, Türkiye’de ırkçılığı deyim yerindeyse patlattı. Nazilerin üstün ırk teorisinin en çok karşılık bulduğu ülke Türkiye oldu. Dönemin hükümet üyeleri açıkça ırkçı ifadeler kullanmaktan, ırkçı talimatlar vermekten çekinmediler. “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır’ diyen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ve “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar vicdan ve kültür meselesidir”diyen Başbakan Şükrü Saraçoğlu başı çeken ırkçılar olarak İttihat ve Terakki Partisi ile bugünkü ırkçılık arasında köprü oldular. Ya AKP? Bu iklim, sadece cumhuriyet geleneklerine sıkı sıkıya bağlı şehirli orta sınıfları değil, toplumun geniş işçi ve köylü kesimlerini de zehirleyerek günümüze kadar ulaştı. Büyük ölçüde Ermeni ve Rum halklarına ait birikimi gasp ederek zenginleşen büyük sermaye ve onların artıklarıyla mülk sahibi olmayı başaran küçük burjuvazi bu zehirli iklimi sürekli canlı tutmayı baş görevlerinden biri haline getirdi. Bu açıdan baktığımızda, kendisini cumhuriyetin kurucu kadrolarından ayırarak siyaset yapma iddiasındaki AKP liderliği temsilcisi olduğu burjuva kesimlerinin çıkarları doğrultusunda ırkçılıktan hiç vaz geçmedi. Ermeni , Yahudi ve Rum ifadelerini "çok af ederseniz" ön ekiyle, genellik-
GÜNDEM
NECEĞİZ
HRANT DİNK CİNAYETİ Hrant Dink, Ermeni soykırımının bir gerçeklik olduğunu, cumhuriyet rejiminin bu soykırım üzerinden kurulduğunu ve yeni soykırımlara imza attığını korkusuzca anlatan ve yazan bir Ermeni olduğu için katledildi. Hrant'ın katledilmesinin yolunu AKP'lisi, MHP'lisi, CHP'lisi ile bütünleşen Türk ırkçılığı açtı. Hrant Dink, devletin derinliklerindeki Ergenekon örgütünün, devletin asker-polis bütün istihbarat birimlerinin, faşist örgütlerin ve “halkla ilişkiler çalışması” kapsamında karalama kampanyası yürüten bütün kişi ve kurumların sorumlu olduğu bir cinayet sonucu aramızdan ayrıldı. Sorumlularının başında, 13 yıllık iktidar süresi boyunca ırkçıların faaliyetine göz yuman, çoğu zaman onları cesaretlendiren, Hrant Dink’in katledilmesinde sorumluluğu bulunan devlet görevlilerini koruyan ve terfi ettiren AKP geliyor. “Türklüğe hakaret” kapsamıyla cinayetin yolunu açan 301. Maddeyi yasalaştıran, Ermeni Konferansı’nı düzenleyen kişileri “bunlar bizi sırtımızdan hançerliyor” diyerek hedef gösteren Cemil Çiçek’i Meclis Başkanı, makamında HrantDink’i tehdit ettiren valiyi içişleri bakanı yapan AKP, cinayette sorumluluğu bulunan istihbarat görevlilerini de ısrarlı bir şekilde korumaya devam etti. AKP, bütün bunlar yetmezmiş gibi, Cumhurbaşkanı ve çevresinin adının geçtiği yolsuzluk dosyalarını örtbas etmek için, darbe ve Ergenekon örgütünün faaliyetleri kapsamında tutuklu bulunan kişilerin serbest bırakılmasının yolunu açan yasal düzenlemeleri de Meclisten geçirerek, cinayette birinci derecede sorumluluğu olan Veli Küçük gibi isimlerin salıverilmesini sağladı. Diğer pek çok konuda AKP ile didişen kesimler, Hrant Dink cinayeti hakkındaki tutumlarıyla iktidar partisini onaylayan, hatta ondan daha da saldırgan bir duruş sergiliyor. Ergenekon davasından salıverilen soykırım inkarcısı ırkçı Perinçek'in İsviçre'deki mahkemesine iktidarıyla muhalefetiyle bütün ırkçılar destek verdi.
IRKÇILIĞI YENEBİLİRİZ le de küfür olarak kullanan AKP liderliği, söz konusu "milli çıkarlar" olduğunda din kardeşleri Kürtler ve Suriyeli mültecilere "Türkün gücünü göstermekten" çekinmiyor. CHP devleti CHP yöneticileri, kurucu liderlerinin yolundan hiç bir zaman sapmadılar, ancak günümüz koşullarında "solda" görünebilmek adına bu ırkçı fikirlerini perdelemeyi seçmiş durumdalar. Yine de Hrant Dink'in ve Zirve Yayınevi çalışanlarının katledilmesinin yolunu açan ırkçı atmosferin en başta gelen sorumluları bir önceki dönemin CHP liderliğidir. Günümüzdeki CHP liderliği ise, ırkçı faşist MHP ile birlikte seçim ittifakları yaparak, Kürt halkının katledilmesinin yolunu açan uygulamalara onay vererek ırçılığını sergilemektedir. Suriyeli mülteciler CHP'nin doğrudan hedefi konumundadır, CHP Genel Başkanı, bütün 2015 seçim kampanyaları döneminde işsizliğin nedeninin Suriyeliler olduğunu anlatmıştır. Irkçılığın kitabını yazan parti 45 yıllık faşist bela MHP, Türkiye'de ırkçılığın kristalize halidir. Paramiliter örgütleri ülkü ocakları ve devletin güvenlik birimleri içinde yuvalanan militer unsurları aracılığı ile Türkçülüğü muhaliflere ve azınlıklara yönelik terör zeminine yaslayan MHP 1970'lerden günümüze kadar işlenen pek çok ırkçı cinayet ve katliamın doğrudan sorumlusudur. Sokak terörünü devasa Türk bayrakları, "istiklal marşı" ve "ne mutlu türküm diyene" sloganları eşliğinde gerçekleştiren MHP, nüfus içindeki oranı % 1'in altına düşen gayrimüslüm azınlık, Aleviler ve Kürtler için doğrudan bir tehdit oluşturan en tehlikeli ırkçı odak olarak varlığını sürdürmektedir.
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
EMPERYAL GÜÇLERİN ÖLÜMCÜL REKABETİ Suriye’de iyilerle kötüler mi savaşıyor? İlerici güçlerle gerici güçler mi savaşıyor? Savaşan taraflardan birinin ya da bir başkasının tarafını tutmamız mı gerekiyor? Böyle düşünenler var. Ya Şii olduğu için ya da “ilerici” olduğunu sandıkları için Esad’ı tutanlar var; Rusya’nın ilerici bir rol oynadığını düşünenler var; Esad’ı devirir diye Amerikan müdahalesini destekleyenler var; IŞİD’i ezer diye Amerika’yı destekleyenler var; Şiilere karşı çeşitli Sünni güçleri destekleyenler var... Bütün bu taraftarlar, Suriye’deki savaşın temel nedenini ya gözden kaçırıyor ya görmezden geliyor. Suriye’de dünyanın iki emperyal gücü karşı karşıya. Amerika ve Rusya, dünyanın iki en büyük, en silahlı gücü birbiriyle boy ölçüşüyor. Geçen yıl Ukrayna’da karşı karşıya geldiler; ama orada doğrudan kendi silahlı güçleriyle değil, aracılar yoluyla itiştiler. Suriye’de ise bizzat kendi askerleri var. Biri IŞİD’i ortadan kaldırmak, diğeri Esad’ı korumak amacıyla orada. Ama asıl mücadele başka. Üç yıl öncesinin Arap devrimleri Amerika açısından bölgedeki egemenliğini tümüyle kaybetme tehlikesini gündeme getirdi. Bir yandan Çin’in yükselişini kollarken, bir yandan Ortadoğu’yu kaybetmek kabul edilebilecek bir şey değildi. Üstelik Afganistan ve Irak’ta her şeyi yüzüne bulaştırdıktan sonra, bir de Kuzey Afrika, Mısır ve Doğu Akdeniz’de denetleyemediği popüler yönetimlere izin veremezdi. Libya’nın bombalanması, Mısır’da Sisi darbesinin desteklenmesi, Bahreyn ve Yemen’e Suudi Arabistan aracılığıyla askerî müdahaleden sonra, Amerika Suriye’de bölgenin egemen gücü olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Rusya ise, 1989 çöküşünden sonra, yeniden bir dünya gücü olduğunu kanıtlamaya. Ve her ikisi de irili ufaklı çeşitli müttefikleriyle birlikte Suriye’de kozlarını paylaşıyor. İki dev itişirken, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi küçük müttefikleri de kendi çıkarları doğrultusunda fırsat kolluyor, küçük bir pay koparmaya çabalıyor.
Hrant Dink'in katledilmesinin ardından yüzbinlerce insanın “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diyerek yürümesi, Türk ırkçılığına en büyük ideolojik darbeyi vurmuştu. Bu insanlar buharlaşmış değil. Kürt halkı kendi kaderini tayin etmek için büyük bir direniş sergiliyor. Kürt halkının temsilcileri 12 Eylül rejiminin yüzde 10’luk barajını parçalayarak meclise girdi. Bu dinamik güçlerle birlikte, (Ermeni Soykırımının bu toplumda kabul edilmeye başlamasının ve Kürt halkının statü talebinin bastırılamamış olmasının yarattığı tahribatı, Suriye ve Irak üzerinden savaş politikalarını devreye sokarak gidermeye çalışan) Türk ırkçılığının devletini, onun iktidar ve muhalefet partilerini durdurabiliriz. Suriye'deki savaşın Dünya'daki bütün siyasi gelişmeleri kendine bağlı hale getirmeye başladığı günümüzde, Suriyeli mültecilerin gerçekten kardeşimiz olduğunu ilk maddeye yazan, bütün emek güçlerini bir araya getirmeye çalışan, Kürt halkıyla ve Hrant'ın cenaze töreninde yürüyenlerle arasına mesafe koymayan bir savaş karşıtı hareketi inşa etmek önümüzdeki en acil görev olarak duruyor.
Günümüzde emperyalizm basit bir hammadde ve pazar kazanma rekabetinden ibaret değil. Ekonomik rekabetle jeo-politik egemenlik kavgasının iç içe geçmiş hâli. Ve emperyalist rekabetin sıcak sahnesi bugün Suriye. Bu sahnede iyi ile kötü mücadele etmiyor. Hiçbir anlamda. Ve bu savaştan hiç kimsenin kazançlı çıkması mümkün değil. Yüzbinlerce Suriyeli öldü. Milyonlarcası yerinden yurdundan, evinden ve toprağından oldu. Obama, Putin, Esad, Suudi Kralı ve Erdoğan saraylarında oturmaya devam ederken, Suriyeliler ölüyor, kaçıyor, göç ediyor. İyi ile kötü yok; tutacak bir taraf yok. Tek şey var yapacak: Savaşa karşı çıkmak; savaşa karşı örgütlenmek; Amerikan ve Rus bombalarının durması için çabalamak; ve en önemlisi Türkiye’nin en ufak bir müdahalesine bile izin vermemek.
8
GELENEK
20. YÜZYILIN BİR DİKTATÖRÜ: STALİN ÇAĞLA OFLAS
20. yüzyıl devrimlerin, karşı devrimlerin yüzyılıydı. Aynı zamanda milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşların, katliamların, büyük belaların yüzyılı oldu. Kuşkusuz bu belaların, katliamların önde gelen faillerinden biri de Stalin. Ancak, Stalin’i çağın tiranlarından ayıran özelliği kuşkusuz gerçekleştirdiği tüm kötülükleri “sosyalizm” olarak adlandırmış olmasıydı. Bu kadar büyük bir yalan ancak büyük bir şiddet mekanizmasıyla sürdürülebilirdi. Stalin ve elindeki devlet aygıtı bu konuda elinden geleni ardına koymadı. Bu aygıtın bir parçası olan parti ve onun uzantısı Komintern sayesinde şiddet mekanizması uluslararası boyutlarda işledi. Komintern ihanet şebekesine dönüştü ve bu şebekenin liderliğine bağlı Komünist partiler büyük yalanın parçası haline geldiler. Dünya işçi sınıfına ve ezilen halklara Sovyetler Birliği’nde her şeyin yolunda gittiğini anlattılar. Hitler’in iktidara gelmesinden bir yıl önce Rusya’ya giden, tutuklanarak yaşamının 20 yılını Gulag’da geçiren Alman Sosyalisti Nathan Steinberger Sovyetler Birliği’ne ilişkin yaratılan ilüzyonu şöyle betimliyordu: “Sovyetler Birliği’nde her şey Marksist bir izci kampıymış gibi görünebilir: sermaye kamulaştırılmış, muhalefet bastırılmış ve her şey sosyalizm olarak tanımlanmış. Ardından ‘faşizme karşı’ kazanılan zafer"… Oysa bütün bunlar birer saçmalık. Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemidir. İşçi sınıfı kapitalist devleti yıkarak yerine kendi özyönetim örgütleri Sovyetler aracılığıyla devleti yönetir. Üstelik bu devlet giderek işçilerin eylemiyle sönmeye mahkûmdur. Stalinist rejimde devlet, ordusuyla, bürokrasisiyle, gizli teşkilatıyla giderek güçlenen ve bütün toplumu izleyen, tüm muhalefet unsurlarını baskı altına almayı başaran bir aygıttı. Ancak,“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” misali bütün bu anlatıların sonu geldi. Hakikat ortaya çıktı. Rusya ve Doğu Avrupa rejimleri kâğıttan kaleler gibi kısa bir zaman içinde yıkılıp gittiler. Üstelik ne Rusya’da ne de Doğu Avrupa’da işçiler çöküşün karşısında durdular. Kollektifleştirme: Köylülüğün tasfiyesi Rusya’da 1917’de işçi sınıfı İktidarı ele geçirdi. Sonrasında kurulan Sovyetler, devrimi boğmak üzere harekete geçen emperyalist devletlere ve karşı devrimci güçlere karşı kendisini savunmak zorunda kaldı. Devrim yenilmedi, ancak devrimi yapan işçi sınıfı dağıldı. 1923’de Alman devriminin yenilgisiyle birlikte devrim izole oldu. Bu koşullarda Stalin’in sağcı fikirleri etkili oldu. Stalin enternasyonalizmi bir kenara attı, tek ülkede sosyalizmi kurmanın mümkün olduğunu savundu. Rusya’nın 15-20 yıl içinde ileri sanayi ülkelerine yetişmesi gerektiğini açıkladı. İngiltere gibi 100-150 yılda gerçekleşen saniyeleşme süreci Rusya’da 10-15 yılda gerçekleştirdi. Rusya’da bunun bedelini bir kuşak ağır ödedi. “Kolektifleştirme” adı altında köylülük tasfiye edildi. Yaşanan tam bir katliamdı. Kolektifleştirmeye karşı çıkan herkes tutuklandı, kurşunu dizildi ya da çalışma kamplarına gönderildi. Bütün tahıl stokları köylülerin elinden alındı. Yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan büyük bir kıtlık yaşandı. İşçi sınıfının önderliği yok edildi İkinci tasfiye dalgası ise şehirlerde yaşayan işçileri ve Ekim devriminin önderliğini hedef aldı. Düzmece mahkemelerle devrimde yer almış ve iç savaşta savaşmış devrimin önde gelen isimleri itibarsızlaştırıldı, işkencelerle kişiliksizleştirerek, yok edildi. Aynı akıbete diğer ülkelerden, faşist terörden kaçıp Rusya’ya sığınmış komünistler de uğradı. İşçi sınıfının önderleri ya öldürüldü, ya da toplama kampları-
1956’da Kızıl Ordu’nun işgaline karşı ayaklanan Macaristan halkı Stalin heykellerini yıkmıştı.
na gönderilerek orada öldüler. Böylece köyden kente gelen yeni işçi kitleler mücadele geleneğinden yoksun bırakılmış oldu. Aynı zamanda da terör dalgasıyla geniş yığınlar korkutuldu. Tek adam yönetimi Stalin Rusya’sında Sovyetler kuru bir kabuktan ibaretti. İşçiler fabrika yönetiminden uzaklaştırıldı. İşyerlerinde fabrika yönetimleri yerini tek adam yönetimine bıraktı. Yöneticilerin ortalama işçi maaşı alma ilkesi terk edildi. İşçilerin sendika, grev, toplu, sözleşme hakları gasp edildi. İşçilerin iş piyasasında serbestçe dolaşımı engellenerek, pasaport yasası çıkarıldı. Sovyetlerin ise içi boşaltıldı. Sovyetlerde seçenlerin seçilenleri geri çağırma hakkı ortadan kaldırıldı. Parti aygıtı elinde bulundurduğu büyük bir bürokratik ağ ile devleti yönetiyordu. Bu devlet aygıtının başında Stalin tek başına tüm ulusu yönetiyordu. 1917 devriminin kazanımları ise geri alındı. Büyük Rus şovenizmi hortlatıldı. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi gasp edildi. Kadınların istihdamı azaltıldı. Kadınlar, çok çocuk yapmaya teşvik edildi. Eşcinsellerin yaşadığı özgürlükler kaldırıldı ve eşcinsellik tedavi edilmesi gerekin bir hastalık olarak kabul edildi. “Sosyalist” anavatan savunusu Kuşkusuz Stalin’in katliamları ve ihaneti sadece Rusya’da olup bitenlerle sınırlı değildi. “Tek ülkede sosyalizm” fikrini karşı devrimin temel ideolojisi haline getiren Stalinistler, dünya sosyalist hareketinin önüne “sosyalist anavatanın savunusunu” koydular ve dünya devrimine ihanet ettiler. Çin’de, İspanya’da ve Fransa’da gelişen devrimci dalga bizzat komünist partilerinin müdahaleleri sonucu yenilgiye uğradı. Almanya’da Stalinizmin hegemonyası altındaki Komünist Partisi, Nazilerin yükselişi karşısında işçi hareketinin en ileri unsurlarını yanlış yönlendirip, Hitler’in iktidara gelmesine yol açtı. Öte yandan Rusya Polonya’yı birlikte işgal etmek konusunda Nazi’lerle anlaştı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde de ABD başkanı Roose-
velt ve İngiltere başbakanı Churchill ile Yalta'da buluşarak Avrupa’yı iki emperyalist güçle paylaştı. Doğu Avrupa Rusya'ya, Batı ise diğer ikisine düştü. Soğuk savaş dönemi boyunca da ABD dışındaki diğer emperyalist kutupta kalan devlet kapitalisti bu rejimler de sosyalist ilan edildi. Sonun başlangıcı Soğuk savaş dönemi olarak adlandırılan süreçte Rusya iki kutuplu dünyanın ikinci büyük emperyalist gücüydü. Başta Doğu Avrupa olmak üzere pek çok ülkeye müdahalelerde bulundu. 1956'da önce Polonya'da, Macaristan’da ve Çekoslavakya’da ayaklanan işçiler ve askerler Rus ordusu tarafından bastırıldı. Rus ordusu 1979’da Afganistan’ı işgal etti. 10 yıl süren işgalde 1,5 milyon insan hayatını kaybederken, milyonlarca Afgan mülteci kamplarına sığındı. Rusya Afganistan’da yenildi. İşgalin maliyeti ve yenilgi sonun başlangıcı oldu. 1980’de Polonya işçilerinin kurduğu Dayanışma hareketi, seçimleri kazanarak iktidar partisini hezimeti uğrattı. Ardından işçiler her yerde ayaklandı. Başta Rusya olmak üzere, Doğu Avrupa’da Stalinist rejimler yıkıldı. Sosyalizmin itibarı Kuşkusuz, Stalin’in yaptığı en büyük kötülük sosyalizm fikrini itibarsızlaştırmak oldu. Bugün çok az insan Stalin’i sosyalist olarak görüyor. Kapitalistler için de Stalin ve fikirleri çok kullanışlı. Son 30 yıldır, her türlü özelleştirme hamlesi “sosyalist kalelerin yıkılması olarak ilan edilirken, her türlü kamulaştırma da sosyalizmle ilişkilendiriyorlar. Örneğin Obama sağlıkta reform yaparken sosyalist olmakla suçlandı. Ne Stalin’in ne de öğretilerinin solla ya da sosyalizmle ilgisi var. Sosyalizmin kaybettiği itibar ancak bu gerçekliğin kabulüyle mümkün olacaktır. İşçi sınıfının uluslararası mücadelesi sosyalizmin hak ettiği itibarına kavuşmasına sağlayacaktır. Stalin ve onun gibiler diktatörler mezarlığını boylarken, insanlığın geleceği sosyalizm olacaktır.
SINIF MÜCADELESİ
HER YÜZ ÇOCUKTAN ALTISI İŞÇİ! Genel-İş Sendikası’nın hazırladığı rapor, Türkiye’de çocukların işçi olarak çalıştırılması ve sömürülmesinin ulaştığı boyutu ortaya koydu:
çağlarında olan, sokakta oyun oynaması gereken 6- 14 yaş arası çocukların istihdamında yüzde 2,4’lük bir artışa etki etmesidir.
2012 yılında çocuk işçi sayısı 893 bindi. Yani çocuk işçilerin toplam çocuk nüfusu içerisindeki oranı yüzde 5.9.
n Çocuk işçiliğinin nedenlerinin başında yoksulluk, göç ve eğitim olanaklarından mahrumiyet sıralanabilir. Ancak çocuk işçiliğinin temel nedenini yoksulluk oluşturur. Türkiye nüfusunun da yüzde 15’i yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürmektedir (TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Anketi, 2014). TÜİK’in hazırlamış olduğu İstatistiklerle Çocuk 2014 verilerine göre, yoksul fertlerin yüzde 44,3’ünü çocuklar oluşturmaktadır.
Bu oran 2006 yılından bu yana hiç değişmedir. Yani çocuk işçi sömürüsüne son vereceğini söyleyen AKP hükümeti bu konuda hiçbir şey yapmadı. Raporda öne çıkanlar: Göz yumuluyor n 4857 sayılı İş Kanunu’nun 71. maddesi ise çocuk çalıştırma yasağına ayrılmış ve 15 yaşını doldurmamış çocukların çalışmasının yasak olduğu belirtilmiştir. Buna bir istisna olarak, 14 yaşını doldurmuş ve ilköğretimi tamamlamış olan çocuklar, bedensel, zihinsel ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabilirler. Bu maddenin de işaret ettiği gibi, 15 yaşının altında çalışma yaşamına atılan çocuklar, ancak gelişimini engellemeyecek hafif işlerde çalıştırılabilir. Ancak ülkemizde bugün birçok çocuk ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmaktadır. Resmi rakamlar da bunu açıkça göstermektedir:
n Bölgesel çapta incelersek, çocuk nüfusunun yüzde 43 ile en yoğun olduğu bölge Güney Doğu Anadolu Bölgesi’dir. Bu bölgede yoksul fertler içinde çocukların oranı yüzde 55,8’dir. Yapılan araştırmalarda ortaya çıkarmıştır ki, çocuk işçiler en çok kalabalık ailelerde görülmektedir. Mevsimlik tarım işçisi çocukların sayısı artıyor
n Çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinden biri olan mevsimlik tarım işleri, Türkiye’de son yıllarda artma eğilimindedir. Tarım işlerinde çalışan çocukların, çocuk işçi sayısına oranı yüzde 45’tir ve tarım sektöründe çalışan çocuk işçi sayısı 326 binden 399 bine çıkmıştır. Çocuk işçiliğinin en kötü biçimn TÜİK’in hazırlamış olduğu İstalerinden olan tarımda çalışan çotistiklerle Çocuk 2014 Bülteni’nde, cuk işçi oranı ise 2006’dan 2012’ye Türkiye nüfusunun 22 milyon 838 En ağır işler, en düşük ücreteler karşılığında çocuklara yaptırılıyor. yüzde 8’lik bir artış göstermiştir bin 482’si çocuk nüfusudur. Çocuk (TÜİK Çocuk İşgücü Anketi, 2012). nüfusunun Türkiye nüfusuna oraBu artışın temel sebeplerinden biri ekonomik faktörler olnı ise yüzde 29,4’dur. duğu kadar Orta Doğu’da yaşanan savaş sonucu topraklan Yine TÜİK’in yapmış olduğu Çocuk İşgücü Anketi so- rını terk etmek zorunda kalan yoksul ve çok çocuklu ailenuçlarına göre, 2012 yılında çocuk işçi sayısı 893 bindir, lerin geçinmek için çocukları ile birlikte mevsimsel tarım çocuk işçilerin toplam çocuk nüfus içerisindeki oranı yüz- işlerinde çalışmalarıdır. de 5,9’dur. Asıl çarpıcı olan nokta ise 2012 yılında 5,9 olan çocuk işçi oranının 2006’da da aynı olmasıdır. Bu da geçen altı yıllık süre içerisinde değişen hiçbir şeyin olmadığını göstermektedir. Ve hatta 1994 yılından 2006 yılına kadar, çocuk işçi oranında kayda değer bir gerileme varken, 2006 yılında 830 bin olan çocuk işçi sayısı, 2012 yılında 893 bine yükselmiştir. Vahim olanı, bu yükselişe, tam da gelişim
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
HENDEK KAZDIRAN NEDENLER Bir tarafta asker sayısı ile NATO’nun 2. büyük ordusu, Ortadoğu’nun en kalabalık polis ve istihbarat örgütlenmesi, soğuk savaş sonrası dağıtılmak yerine sürekli tahkim edilmiş kontrgerilla örgütü.
Hem çalışıp hep okuyan çocuklar n Hem çalışıp hep okuyan çocuk işçi sayısında yüzde 8 oranında artış görülmüştür. Çarpıcı olan bir diğer artış da, okula devam edemeyip ekonomik işlerde çalışan çocuk işçi oranındadır. Bu oran 2006 senesinde yüzde 27 iken, 2012 senesinde yüzde 35’e yükselmiştir.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KAMU EMEKÇİLERİNİN İŞ GÜVENCESİ KIRMIZI ÇİZGİ Hükümet tarafından “reform” paketinin açıklanması sonrasında 657 sayılı Kamu çalışanları yasasında yapılması planlanan değişiklikler gündemin en önemli maddesi oldu. Getirilmek istenen yeni yasa ile kamu çalışanlarının iş güvencesinin ortadan kaldırılması, özel sektörde olduğu gibi işten atmaların kolaylaştırılması planlanıyor. Yasa yürürlüğe girdikten sonra kamu çalışanları için performans değerlendirmeleri yapılacak, performans notu zam ve ücrette belirleyici olacak. Disiplin cezası alanların işten kolaylıkla atılmaları sağlanacak. Aslında daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, memurlar arasındaki Fetullahçı kadroların temizlenmesi için 657 sayılı devlet memurları yasasının acilen değiştirilmesi gerektiğini söylemişti, ama seçim dönemi olduğu için AKP bu konuyu kamuoyu önünde tartışmadı, seçim beyannamesine bile koymadı. Hatta memur sendikaları ile seçim öncesi yeni bir toplu sözleşme imzaladı. 4b, 4c kapsamında çalışanların ve üniversite mezunu işçilerin memur kadrolarına alınmasını, kamudaki taşeron işçilerin kadrolu işçi yapılmasını kabul etti. Toplu sözleşmeyi bu şekilde imzalamışken, hükümetin seçim programında bile yer almayan bir konuyu gündeme getirmesi düpedüz emekçilere düşmanlıktır. Bu yasal değişiklikle kamu çalışanları için 200 yıl önce alınmış bir hak olan iş güvencesi hakkı ortadan kaldırılacak. Hükümet sorun olarak gördüğü memurları hiçbir yasal kısıtlamaya tabi olmadan idari kararlarla işten çıkaracak. Yasa çıktıktan sonra kimi isterse terörist ilan edecek ve iş akdini feshedecek. Atılan kişinin itiraz edebileceği bir merci olmayacak. Bu yasa ile disiplin soruşturmaları sonucu kitlesel işten çıkarmalar gerçekleşebilecek. Yeni yasa sendikal örgütlenmelere de darbe vuracak, iş güvencesi olmayan kamu çalışanları örgütlenemeyecek. Hükümet tüm itirazlara rağmen kamu çalışanları ile ilgili “reformları” hayata geçirmede kararlı. Tüm sendikalar silkinmeli ve harekete geçmeli. Özellikle kamu çalışanlarının iş güvencesi ciddi bir tehdit altında. Türk-iş’in sıklıkla söylediği “Kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir” demek yeterli değildir, memurların iş güvencesi de sendikaların kırmızı çizgisi olmalıdır. Anayasanın 128. maddesine de açıkça aykırı olan memurların iş güvencesini ortadan kaldırma girişimlerine karşı başta kamu çalışanları sendikaları olmak üzere tüm işçi sendikaları acil bir eylem programı çıkartmalı, hükümetle meydan muharebesine hazırlanmalıdır.
Devletin şiddetli saldırısından ve çatışmalardan canını kurtarmak, günlerce elektiriksiz ve aç kalmamak isteyen yaşlılar, kadınlar ve çocuklar da; şehirde kalıp barikat örenler gençler de, direnmek ya da çocuklarını korumak için bekleyen erkekler de aynı şeyi istiyor.
Arkasındaki generaller zaten çözüm istemiyor.
Bu asayiş meselesi değil, hakları cumhuriyet rejimi tarafından gasp edilen Kürtlerin özgürlüğü sorunudur.
CHP ile aynı fikirde olan faşist MHP’yse kimi zaman sivil kiminzaman özel harekatçı kılığında Kürtleri katlederek savaşı kışkırtıyor.
Kürt illerinde hendek kazan öfkeli gençlere “ne yapıyorsunuz” diye sormayız. 29 Kürt isyanı, 30 yıllık savaşın ardından onlara hendek kazdıran nedenleri sorgularız.
Diğer tarafta akreplerin ve tankların geçişini engellemek için hendek kazan ve canları pahasına hendekleri kapattırmayan Kürt gençleri.
O hendekler, tarihte 29 kez ayaklanmış, 30 yıl devletle savaşmış ve 50 binden fazla insanını burada yitirmiş ezilen bir halka verilen sözlerin tutulmaması üzerine kazıldı.
Hendeklerin kazıldığı şehirlerde yaşayanların ezici çoğunluğu mecliste HDP’yi, dağda PKK’yi kendi siyasi temsilcileri olarak kabul ediyor.
Tutulmayan bu söz, öerkliktir. Bu söz, özerkliktüri. Kürtlerin kendi kendilerini yönetme hakkının tanınması ve Kürtlerin eşitliğinin sağlanmasıdır.
İmralı’da tecritte tutulan PKK lideri Abdullah Öcalan’ı kendi liderleri olarak görüyorlar.
Hendekler var çünkü 13 yıl iktidarda olduğu halde bu sorunu çözmeyen Erdoğan ve AKP oyalıyor.
Dostluk eli uzattıkları CHP, 12 Eylül anayasasının özü olan, Kürtler ve Türk olmayan tüm halklar üzerindeki ulusal baskıyı tarif eden ırkçı ilk dört madde ‘değiştirilemez’ diyor.
Cumhuriyet rejiminin eşitliklerini tanımadığı Kürtlerin, HDP’de eşitliklerini tanıdığı küçük sol çevreler bile hendekleri kazdıran nedenleri değil neden hala orada olduklarını tartışıyor. Ulusal sorunların çözümü güvenden geçer. Ezilen halkın öfkeli gençlerinin ezen halkın bireylerinin barış sözüne güvenip hendekleri kapatması, gerçek değişimi zorlayacak sosyal mücadelenin batıda patlak vermesinden geçer. Savaşı durdurmak ve Kürtler üzerindeki baskıya son vermek, değişimden doğan bir güven için Umudumuz Barışta kampanyasını inşa ediyoruz. Katılmak ister misin?
10 RÖPORTAJ
“ŞALTERİ İNDİRECEĞİZ, BAŞKA YOLU YOK!” Aralık başından beri grevde olan ODTÜ işçilerinin grev sözcüsü Erdoğan Meral grevi Sosyalist İşçi’ye anlattı.
TOPLANTI DUYURULARI
17 Aralık Perşembe 19:00 BEYOĞLU AVRUPA VE TÜRKİYE MÜLTECİ KRİZİ Konuşmacı: Selda Kemaloğlu İkinci Kat, Çukurçeşme sok, No:11/2 Beyoğlu
KADIKÖY
Erdoğan Meral: “Ben üniversitenin 29 yıllık işçisiyim. Bana hadi seni işten atıyorum diyemez. Onu da beceremez, yapamaz da zaten onu. Biz burda şalterleri indireceğiz, hayatı durduracağız. Başka yolu yok.
Bizim burdaki grev sürecimiz, dördüncü ayın biri itibariyle toplu iş sözleşmeleri görüşmeleriyle başladı. Süreç işledi, görüştük. 7 ay geçti, 8 ay geçti, kamu protokolü çıktı, ama ücretlerimizin çok düşük olmasından dolayı biz burada bir şeylerin yapılmasından yanaydık. Ücretlerimizin bir şekilde artırılması amaçlanıyordu. Son aşamasına geldiğimizde bize hep şunu söylüyordu Kamu İşverenleri Sendikası (Kamu-İş), ‘Tamam biz size bir şeyler yapacağız.’ Ama net bir cevap yoktu, yapacağız, yapacağız, yapacağız… ama net bir cevap yoktu. İş son noktaya geldiğinde, grev aşamasına geldik, ‘Greve çıkıyoruz’ dedik, bizi çağırdılar. ‘Siz ne demek istiyorsunuz, ne yapmak istiyorsunuz?’ diye, biz ise teklifimizi açıkladık.
çağırdı. 5 kişilik bir heyet olarak gittik. Genel sekreterimiz vardı, daire başkanımız vardı, rektör yardımcımız vardı. Bize hep şunu söylüyorlar, ‘Yahu işte uzamasın aman gidin bitirin bir an önce.’ Biz de diyoruz ki ‘Bunu bitirecek olan sizsiniz. Bitirmeniz için de şöyle şöyle yöntemler var. Ya dediklerimizi kabul edeceksiniz vereceksiniz bu zammı, öyle bitireceğiz, ya da siz Kamu İşverenleri Sendikasından çıkın, burada oturalım protokol imzalayalım. Bizim istediğimiz 120 lirayı 100 lirayı oturalım birlikte konuşalım. Bizi siz kamu iş verenler sendikasının kucağına attınız.’ Ama kamu işverenler sendikası zaten ODTÜ’yü sevmiyor. İşçisini de sevmiyor.
“Teklifimizi ciddiye almadılar”
Niye? Çünkü biz onların dediklerini yapmıyoruz, onların dediklerine uymuyoruz. ODTü’nün konumu belli. Aman ODTü’yü işçi nezdinde kırdıralım, kamu önünde de ODTü’yü küçük gösterelim. Biz bunların farkındayız, bunları biliyoruz. Ama ODTü’lü işverenden de şunu demelerini bekiyoruz: ‘Siz 120 lira istediniz, ama biz 100 lira veriyoruz. 100 lira istediniz, 80 lira veriyoruz.’ Bunu diyen yok. Yönetime anlatıyoruz anlatıyoruz anlamıyorlar.
Bizim teklifimiz şu: 2 gruba ayırdık üniversiteyi, 5 lira-4 lira diye, teknik personelin tamamını birinci gruba attık. Teknik personel dediğimiz, aşçısı, şoförü, teknik elemanları, ısı santrali, kreş öğretmenliği gibi böyle çok kritik noktaları birinci gruba; diğer büro personeli, garsonlar vs ikinci gruba diye böldük. Kendi içimizde böyle belirlediğimiz iki gruptu. O gruplardan, birisine 5 lira yevmiye, birisine 4 lira. Birisinin brütü 150 lira, diğerinin de 120 liraydı. Biz bu teklifi verdikten sonra teklifi hiç değerlendirmemişler ki! Bize daha sonra geri döndüler ve ‘Ya bu olmuyor’ dediler. “Grev komitesini topladık” O zaman burada grev komitesini topladık, ‘Arkadaşlar, 5 lira 4 lira dediğimizde küstüler, ikinci bir teklif götürelim.’ dedik. Eğer zam yevmiyemize gelecekse, birinci gruba 120 lira, ikinci gruba 100 lira olmasını hedefledik. Bir de yıpranma tazminatı adı altında bir grup oluşturarak, sözleşmeye yeni bir madde ekletmeyi amaçladık. Bunu da 100 lira ile 80 lira olarak belirledik. Kamu iş verenler sendikası apar topar bizi çağırdı. Biz umutlu gitmiştik, anlaşacağız, bitti gözüyle bakıyorduk. Saatlerce konuştuktan sonra bize teklifleri 1 liraydı. Biz hep şunu gözlüyoruz. Bunlar süreci burada uzatıp mevzi kazanmak istiyorlarmış. Apar topar burdan İş-Kur’a gidiyorlar. Greve çıkılacağı anlaşıldığından dolayı üniversite içersinde, işçiler arasından 33 kişilik bir grubu kendi kafasına göre İş-Kur belirlemiş. Yasa gereği belirlenmiş. Bize o gece ‘33 kişi greve çıkamaz.’ dendi. ‘Neden?’ diye sorduğumuzda, ‘Yasa gereği böyle olacak.’ yanıtını aldık. ‘Tamam’ dedik. ‘Bunun sürecini de bildirmediniz, biz bunların hepsini yutuyoruz. Ama biz greve devam edeceğiz. Teklifimize ne diyorsunuz?’ diye sorduk. Hayır, hiçbir şey yok. Çağırıyorlar, ‘50 kuruş daha zam yaptık.’ Sanki çocuğun eline para verir gibi, biz size 50 kuruş daha veriyoruz. Dün rektörlük bizi
”İşverenler sendikası ODTÜ’yü sevmiyor”
Şimdi burada grev oluyor. Yemekhanelerde yemek çıkmıyor, onu da göremedi. ‘Aman yemekhanelerde öğrencilere yemek yedirelim.’ Yedirelim. Burslu öğrencilerimiz var. 1500 tane burslu öğrencimiz var bizim. Aralarından da zaten 800’ü yemeğe geliyor. Oysa ki sendika grev süreci boyunca 4000 kişilik günlük yemek çıkartıyor. “Grevle dayanışmıyorlar” Öğrenciye bedavadan yemek veriyoruz. Öğrenci de bundan memnun. Biz o süreci de yaşadık. Öğrenci memnun ama greve destek vermiyor. Yemekhanenin önünde veriyorduk, çadırda vermeye başladık şimdi. Şimdi hala aynı. Bugün biraz önce öğrenci temsilcisiyle görüştüm. Öğrenci temsilcisi beni algılayamamış hala. ‘Siz niye greve gidiyorsunuz, niye bize yemek vermiyorsunuz?’ diyor. Biz de dedik ki bizim istediğimiz bu. Öğretim üyeleri de böyle. Öğretim üyeleri zaten burda bir elit grup, kendilerini buranın sahibi zannediyorlar. İşçiyi görmezden geliyorlar. Biz bugün A1 kapısını kapattık. Gelenleri, misafirleri almıyorlar, CHP geldi onu almıyorlar. O zaman dedik biz yürüyelim. “Çocuğuma ekmek götüreceğim” Gittiğimizde öğretim üyesi bana diyor ki ‘yahu burası haydutça kapatılır mı?’ ‘Hocam biz açız,’ dedim. Benim istediğim 5 lira, bunu vermeyen gene ODTü yönetimi. O zaman dedim şunu yapın, gidin rektörlüğe söyleyin, gidin ‘uzlaşın bunlarla’ deyin. Ama diyor ‘Ben ders vermeye
gideceğim.’ Ben de dedim ‘Ben de çocuğuma ekmek götüreceğim. Sen öbür taraftan dolanıp gidebilirsin. Ama ben buradan göndermem seni.’ Oysa ki o hocalar… ODTü çok sosyal demokrat. Kamu oyunun gözünde solcu, devrimci, her şey var. Ama en faşisti de ODTü yönetiminde var. ODTü yönetimi, gerçekten… Hocasıyla hacısıyla biz hiç görmedik devrimci hocalardı, şunlardı bunlardı, hiç çadırı ziyaret edenleri de görmedik. Öğrenci grupları gelmiyor mu, geliyor. Ben bu akşam çadırda kalmıştım. Gece saat 3.30’a kadar öğrenci gruplarımız geldi. Gece 3.30’da ben kendim gönderdim artık yeter gidin de siz de biz de istirahat edelim diye. Öğrenci geliyor. Öğrenci grupları içinde duyarlı olan öğrencilerimiz var. Ama bunun yanında da duyarsız olan çok öğrencimiz var. “Gemileri yaktık” Ben hep şuna benzettim bu öğrencileri. Bunların hepsi McDonalds bebesi. Kolejlerden geldiler. Babalarının parasıyla okuyor. Altlarında jeepler. Başka bir şeyleri yok bunların. Ama bana dokunmayın. Bana yemek verin. ODTü’nün süreci böyle. Biz gemileri yaktık, yola devam edeceğiz. Geri dönüşümüz yok artık bizim. Biz ya bu uğurda karlı çıkacağız, ya da… Ama biz hiçbir zaman eğilmeden bükülmeden çıkacağız buradan. Biz bu yola düştük, bizim dönüşümüz yok artık. Ben ODTü’nün 29 yıllık personeliyim. Aldığım, 1700 lira para. Biz diyoruz ki, eğer siz üniversiteleri baz alacaksanız İstanbul Üniversitesi var, Ankara Üniversitesi var, İstanbul Teknik var. Yüzlerce üniversite var. Getirelim ücretleri, ücretler bazında değerlendirelim, siz bize onu verin. Ankara Üniversitesi bunun yüzünden Kamu-İş Sendikası’ndan ayrıldı. Şimdi rektörlük hala şunu algılamamış. Dün yine anlattık. Üç saat anlatıyoruz. Diyoruz ki ‘Çıkın Kamu-İş’ten. Anlaşalım sizinle. Protokol imzalayalım. Biz bir ay sonra alalım bu ücretleri sizden.’ Ama yok hala algılayamadılar. Algılamak istemiyorlar. 7 ay sonra rektör bey gidecek. ‘Aman ben hiçbir şey yapmayayım, gideyim’ mantığı mı güdüyorlar artık… Ya da öğretim üyelerinden bir şey görmediler… Önümüzdeki süreç işliyor, taşeron işçilerinin süreci de başladı. Bu grev uzadıkça eğer bizimle anlaşma yapılmazsa süreçte taşeron geliyor. Taşeron işçiler de greve çıktığı zaman burda zaten hayat durmuş olacak. Temizlik yapılmayacak. Yemekhanelerde yemek çıkmayacak, taşıt çalışmayacak, ısı, santral, elektrikler hepsi bizde. Yani hayatı biz durdurduk. Taşeronla birlikte bugün hayat durmuştu aslında üniversitede. Ama bunlar hala algılayamıyorlar. Ya bizi görmezden gelmek istiyorlar, ya da başka bir şey var bu işin içersinde. Bize baskı yapabilirler mi? Yapamazlar. Ben üniversitenin 29 yıllık işçisiyim. Bana hadi seni işten atıyorum diyemez. Onu da beceremez, yapamaz da zaten onu. Biz burda şalterleri indireceğiz, hayatı durduracağız. Başka yolu yok.
GÜNÜMÜZDE EMPERYALİZM Konuşmacı: Ozan Tekin Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3
ŞİŞLİ SAVAŞ KARŞITI HAREKETİN TARİHİ Konuşmacı: Şenol Karakaş Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey
ÜSKÜDAR PARİS’TE İKLİM ZİRVESİ İZLENİMLERİ Konuşmacı: Emin Şakir Daimler Pastanesi Tunusbağı cd. no:46 SOSYALİST İŞÇİ’Yİ ALMAK VE YAZMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 Akhisar 05443270445 Üniversiteler 05397980171
AKTİVİZM
11
“ANTİKAPİTALİST MÜCADELE KARARLILIĞI UMUT VERDİ” 30 Kasım - 11 Aralık tarihleri arasında 195 lideri bir araya getiren Paris İklim Zirvesi sona erdi. Hedefin küresel sıcaklık artışını 2°C'nin altında tutmak olduğu zirvenin sonunda dünya liderlerinin ayakta alkışladığı, "tarihi" olmakla nitelendirdiği bir anlaşma ortaya çıktı. Ama ne tesadüftür ki, sıcaklık artışını sınırlamayı vurgulayan anlaşmada doğrudan hükümetlerin karbon salımlarına çizgi çeken bağlayıcı bir madde yok. Liderlerin bu krize çare olamayacaklarını bilenler ise çeşitli etkinliklerde, forumlarda, Paris sokaklarında bir araya geldiler. COP21 devam ederken aktivistler de Halkın İklim Zirvesi adıyla alternatif bir zirve gerçekleştirdiler. Hem bu zirveye hem de yasaklanmasına rağmen polis barikatlarını aşan büyük iklim yürüyüşüne Fransa dışından pek çok aktivist katıldı. DSİP üyeleri de hem alternatif zirvede hem de büyük iklim yürüyüşündeydiler. Zirveyi ve Paris sokaklarındaki atmosferi DSİP üyesi Emin Şakir ve Onur Devrim Üçbaş’la konuştuk. İklim zirvesi, Paris katliamından 2 hafta sonra başlamasına rağmen insanlar büyük bir kararlılıkla sokaktaydılar. Moraller nasıldı Paris'te? Emin: Fransız hükümeti COP21 için iyi hazırlanmıştı. Bunu tren garına adımınızı attığınızda fark ediyordunuz. COP21 rehberleri her yerdeydiler. Ama gardan dışarı, sokağa çıktığımızda ikinci bir şeyi fark ettik. Paris'in sokakları alternatif zirve, yürüyüş ve diğer iklim etkinliklerinin afişleri ile donatılmıştı. Dünyayı sokakta değiştirmek isteyenler sokaktaydılar. 28-29 Kasım yürüyüşlerine polisin saldırmasına, 200 eylemciyi gözaltına almış olmasına ve Paris genelinde aşırı güvenlik önemleri alınmış olmasına rağmen aktivistler ilk günden beri 12 Aralık'ta sokakta olacaklarını söylüyordu. Büyük iklim yürüyüşünden bir gün önce yapılan ve binlerce aktivistin katıldığı forumda eylemin son ayrıntıları tartışılırken hükümetin eylemi yasaklamış olmasına rağmen büyük olacağı çok belliydi. Ve 12 Aralık'ta Paris'in pek çok yerinde on binlerce kişinin katıldığı etkinlikler gerçekleşti. Bunların en büyüğü Zafer Takı'ndan başlayıp Eyfel Kulesi'nde biten yürüyüş oldu. Dünyanın her yanından iklim aktivistleri buradaydı. Onur: Paris’te gerçekleşen son saldırılar alternatif zirveye ve eylemlere olan katılımı etkilese de hem iklim değişikliğine, hem de Fransa devletinin ilan ettiği olağanüstü hale karşı sokağa çıkan binlerce insan vardı. Daha önceki zirvelerle bu zirve arasındaki en büyük farklılık “hükümetlere basınç yaparak daha iyi kararlar çıkartma” düşüncesinin yerini büyük oranda “resmi zirveden önemli bir sonuç çıkmayacağı” düşüncesinin almasıydı denilebilir. Hem 5-6 Aralık’taki “Halkın İklim Forumu” toplantılarında hem de 12 Aralık’ta yapılan “Kırmızı Çizgiler” eyleminde devletlerin ve hükümetlerin ikiyüzlülüğüne vurgu yapılarak, antikapitalist bir hat öne çıkarıldı. Hükümetlerin iklim zirvesine karşı yapılan halkın iklim zirvesinde neler konuşuldu? Emin: 5-6 Aralık'ta hükümet temsilcileri fosil yakıt, petrol ve kömür gibi şeylerin adını dahi anmadan iklim değişikliğini durdurmak gibi bir dertlerinin olmadığını bir kez daha gösterirken aynı tarihte aktivistler Alternatif Zirve'de buluştular. İki gün boyunca yüzlerce toplantı ve gerçekten çok farklı konularda tartışmalar yaşandı. Savaşların iklim değişikliğine etkisinden, alternatif tarım yöntemlerine, yenilenebilir enerji toplantılarından, iklim için "1 Milyon İş" kampanyasına ve diğer onlarca deneyim aktarma toplantısına kadar. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu'nun (ITUC) düzenlediği iklim değişimi ve işçi sınıfı toplantısı önemli etkinliklerdendi. Ama alternatif etkinlikler sadece bu kadar değildi. 12 Aralık'a kadar Paris'in pek çok yerinde değişik örgütlerin düzenlediği geniş katılımlı toplantılar gerçekleşti. İngiltere İşçi
Antikapitalistler ve çevre aktivitleri yasakları ve tehditleri tanımadan meydanlarda liderleri protesto etti.
Partisi Başkanı Jeremy Corbyn, yazar Naomi Klein ve sendika temsilcilerinin konuşmacı olduğu toplantı hem çok katılımlı hem de çok coşkuluydu. Özellikle dünyanın pek çok yerinden gelen sendika temsilcilerinin iklim değişimine karşı mücadele konusundaki kararlılığı umut vericiydi. Onur: Halkın İklim zirvesi onlarca yapının bir koalisyonu olan İklimKoalisyonu21 tarafından örgütlendi. Aynı anda 45 toplantının yapıldığı konferansta genel olarak tüm dünyadaki hareketler deneyimlerini ve perspektiflerini anlattılar. Mauritius gibi ada ülkelerinden gelenler küresel ısınmanın yarattığı somut sonuçları anlattılar, İngiltere’den gelen “Bir milyon İklim İşi” kampanyası aktivistleri iklim sorununun enerji yönetiminin radikal bir şekilde değiştirilmesi, bu süreçte yeni işler yaratılmasıyla çözülebileceğini vurguladılar. Tüm Avrupa’da gelişen divestment (fosil yakıtların toprakta bırakılması hareketi) hareketin kazanımlarını paylaştı. Güney Amerika’daki çiftçi hareketlerinden, Avrupalı finansal vergilendirme kampanyalarına onlarca farklı hareket alternatif iklim zirvesinde yer aldı. Zirvede ortaya çıkan anlaşmayı hükümetler coşkulu bir şekilde karşılasa da, iklim aktivistleri, antikapitalistler için değişen pek bir şey olmadı. Nasıl bir mücadeleyi işaret ediyor bu durum? Emin: Alternatif zirve boyunca COP21'den iklim değişikliğini durdurmaktan çok uzak kararlar çıkacağını hepimiz biliyorduk. Her ne kadar 1,5 derecelik bir artış konusunda anlaşılmış olunsa da fosil yakıt kullanımına bir sınırlama getirilmediği sürece ısı artışını durdurmak mümkün değil. COP21'den ve daha önceki 20 zirveden de biliyoruz ki, hükümetlerin birincil hedefi patronların kar oranları. Ve bu değişmediği sürece iklim
değişimini durdurmak mümkün değil. Zirvedeki liderler Paris'ten çıkacak anlaşmanın tarihi bir anlaşma olduğunu coşkulu bir şekilde anlatsalar da, anlaşmada karbon salımlarına sınır çizen bağlayıcı bir hüküm yok. "Gelişmekte olan ülkeler" sorunu ise bir kez daha gündeme geldi.Tartışma, hangi ülkelere ne kadar finansman sağlanacağı ve bunun ne kadar sürede ödeneceği. Buradan anlaşıldığı gibi "liderlerden" iklim krizini çözmelerini beklemek hiç gerçekçi değil. İklim değişikliğinin yıkıcı etkileri tahminlerin çok ötesindeyken, gelecekteki tablo hiç de iç açıcı değilken hükümetlerin önceliği bir kez daha bu sorunu ortadan kaldırmak olmadı. Zaten çanların oldukça sesli çaldığı bu krizi hükümetlerin iyi niyetini bekleyerek değil ancak iklim aktivistlerinin, antikapitalistlerin, öğrencilerin, işçi hareketinin, köylülerin bu vahşi kapitalizme karşı verecekleri ortak mücadeleyle yenebiliriz. Onur: Paris’teki toplantı ve eylemlere katılanlar, “tarihi bir adım” olarak nitelenen anlaşmanın kendi bekledikleri çözüm olmadığı konusunda çok netlerdi. Sonuçta önümüzde içinde “fosil yakıtlar”, “petrol”, “kömür” gibi kelimelerin bile geçmediği bir anlaşma var. 12 Aralık’ta Zafer Anıtı’ndan Paris’in finans merkezi La Defence’e uzanan caddede yapılan eylemdeki sloganlar ve vurgular, iklim aktivistlerinin bu anlaşmayı devlet başkanları gibi heyecanla karşılamadığını çok net bir şekilde gösteriyordu. “İklimi değil, sistemi değiştir” sloganı farklı dillerde pek çok grup tarafından dövizlerde, pankartlarda kullanılıyor, Uluslararası Sosyalist Akım kortejinden atılan “Antikapitalista” sloganına diğer kortejlerden de katılım oluyordu. Kısaca Paris’teki alternatif zirve ve eylem iklim hareketinin hem büyüdüğünü hem de kapitalizm-iklim ilişkisi konusunda bir eşik atladığını göstermiş oldu.
HASRET DAŞLI KARARI EMSAL OLSUN! Hasret Daşlı, 2012’de kuzenleri ve amcası tarafından tecavüz edilerek öldürülmüş, cesedi Batman çayına atılmıştı. 3 yıl sonra geçtiğimiz hafta karar duruşması yapıldı ve sanıklara iyi hal ya da haksız tahrik indirimlerinden yararlandırılmadan müebbet verildi. Son dönemde kadın cinayetleri davalarında indirimlerin uygulanmamasında bu uygulamalara karşı verilen mücadelenin payı büyük. Ancak bu defa da karar duruşmasında sanık avukatlarının savunması cinsiyetçi argümanların toplumda varlığının nelere karşılık gelebileceğini gözler önüne serdi. Sanık avukatları kadının evli olmasına ve cinsel deneyiminin varlığına dayanarak, olayın tecavüz olarak kabul edilmemesi gerektiğinden, sanıkların ikisinin yaşının
Hasret Daşlı’dan küçük olması nedeni ile aslında yaşasa kadının yargılanması gerektiğine kadar akla sığmayan savunmalar yaptılar. Karar verilme aşamasında ise avukatlar kadın hakları savunucularının yarattığı kamuoyu üzerinden karar verilmesini hakkaniyetli bulmadıklarını ve öyle olacaksa yargılamanın anlamsız olduğunu dile getirdiler. Ne yazık ki artık bu çırpınışların bir faydası yok. Bugüne kadar hakkaniyetsiz verilen kararlara karşı bu defa biz kazanıyoruz. Ve bizler kadın cinayetleri, taciz ve tecavüzlere karşı mücadeleye, teşhire, kamuoyu yaratmaya ve hukuk karşısında da gündelik hayatta da katillerin ve beslendikleri cinsiyetçi ideolojinin yenilmesi için mücadeleye devam edeceğiz.
Hasret Daşlı’nın cenazesi HDP’li kadınlar tarafından toprağa verildi.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ANTİKAPİTALİST SOLU İNŞA ETMELİYİZ MELTEM ORAL
Özellikle 1 Kasım seçimlerinin ardından muhalif kesimlerde yanlış analizler ve bu analizleri takiben de yanlış bir eylem hattı giderek yükseliyor. Seçim sonrası oluşan yeni durumu net bir şekilde açıklamaktan uzakta olan her politik söylem karamsarlık yaratmakan başka bir işleve sahip değil. AKP neoliberal bir parti ve bugün hem Kürt illerinde hem de Ortadoğu’da yürütülen savaş politikalarının öncüsü. Savaş politikalarının yarattığı koşullar, AKP’ye neoliberalizmin otoriter yüzünü daha açık gösterebileceği bir zemin sunuyor. Sadece protesto etmekle yetinmiyorsak, demokrasi ve barış konusundaki taleplerimizi kazanmak istiyorsak mevcut koşulları iyi anlamak ve bu koşulları gerçekten değiştirebilecek bir muhalefeti örgütlemek zorundayız. Ulusalcılığın hiçbir şeyi değiştirmediğinin daha fazla kanıtlanmasına gerek yok. AKP’nin iktidarda olduğu 13 yıldır ‘yaşam tarzıcılıktan’ başka bir muhalefet yürütmeyen ve AKP’nin bugünkü savaş politikalarına onay veren CHP’yi, ittifak kurulabilecek bir sol odak olarak gören yaklaşımlar ulusalcılığa taviz vermekten ve AKP’ye kazandırmaktan başka bir şeye yaramadı. Değiştirme gücü olan, AKP’nin neoliberal politikalarına ve ulusalcıların politikalarına aynı anda karşı çıkan öncelikle gözünü yoksulları kazanmaya dikmiş olan bir muhalefettir. Mücadele içinde mücadele AKP’ye karşı özgürlükçü bir muhalefet ‘mücadele içinde mücadeleyi’ gerekli kılıyor. Bunun bir ayağını sol içindeki ulusalcı eğilimlere karşı mücadele oluşturduğu kadar bir ayağını da sekterliğe karşı mücadele oluşturuyor. Bugün işçi sınıfının çoğunluğunun siyasi istikrarsızlığın siyasi bir krize evrilmekte olduğu koşullarda, istikrar arayışıyla AKP’ye oy verdiğini görmeyen, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin tabanının bir kısmının ondan vazgeçtiğini anlamayan, yeniden vazgeçmesinin mümkün olduğunu düşünmeyen bir muhalefetin kazanması olanaklı değil. AKP’nin tabanını liderliğinin eksenine iten en önemli faktörlerden biri alternatifsizlik sorunu. AKP liderliğinin savaşçı, işçilerin haklarına göz diken, demokrasiyi kısıtlayan politikalarını ona oy verenlere teşhir ederken, bir yandan da kazanmaya çalışan bir alternatif siyasi odağı örmek zorunluluk. Bu alternatifin siyasi söylemi net olmalı. Ulusalcılığa da neoliberalizme de taviz vermemeli. Eğip bükmeden işçi sınıfını bölen tüm fikirlere karşı çıkmalı. Türkiye işçi sınıfını 13 yıldır bölen temel eksenlerden biri toplumun ‘dindarlar ve laikler’ olarak ayrıldığı söylemi. Muhalefetin önceliğinin laiklerin dindarlara karşı mücadelesini örgütlemek olduğu fikri yıllardır AKP’nin en çok işine gelen ve iktidarını perçinleyen şeylerden biri oldu. Sınıfı suni şekilde bölen diğer temel eksense Kürt sorunu. Kürt halkına karşı yürütülen savaş, AKP’nin olduğu kadar ona onay veren CHP ve MHP’nin ve devletin tüm kurum-
“Ulusalcılığa da neoliberalizme de taviz vermemeli. Eğip bükmeden işçi sınıfını bölen tüm fikirlere karşı çıkmalı.” larının savaşı. Ancak bu savaş işçi sınıfının, yoksulların savaşı değil. Antikapitalist bir alternatif odak Türk ve Kürt halkı arasında barış köprüsüne payanda olmak zorunda. Böyle bir solu inşa etmek sadece antikapitalist politikalarda net olmakla başarıya ulaşabilecek bir şey değil. Fikirleriniz çok parlak olabilir ancak değiştirmek ve kazanmak için işçi sınıfıyla doğru politikalar etrafında, güçlü bağlar kurmak gerekir. Bu bağları kurmak için karamsarlığa yer yok. Örgütlenme zamanı. Her yerel direnişte, irili ufaklı tüm işçi eylemlerinde yer alma zamanı. HES’lere karşı verilen mücadeleyle, grevler arasında, hepsiyle Kürt halkının mücadelesi arasında köprüler kurmak zorundayız.
NASIL BİR MUHALEFET? Rus uçağı, Musul, Suriye, açık ki AKP Ortadoğu halklarını yıllardır katliamlara mahkum eden savaş politikalarına körükle gidiyor. ‘Esas düşmanın içeride’ olduğunu unutmayarak AKP’nin her türlü savaş politikasına karşı çıkarken onun ‘uğraşılması gereken tek odak’ olmadığını da aklından çıkarmayan bir sola ihtiyaç var. Aynı zamanda tüm dünyadaki antikapitalist mücadelelerle dayanışma içinde olan, savaşlara ve militarizme koşulsuz karşı çıkan, iklim değişikliğini, kadın cinayetlerini, mülteci düşmanlığını, taşeronlaştırmayı, güvencesiz çalışmayı, iş cinayetlerini durdurmak üzere kapitalizme meydan okuyan bir sola ihtiyaç var. Gelin böyle bir solu birlikte inşa edelim.