DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
566
31 Mayıs 2016 2 TL. sosyalistisci.org
BASKANLIK , HÜKÜMETİ İ S A DEĞİLDEMOKR B
I R A
E V S,
2
GÜNDEM
MGK’NIN BAŞKANI, BAŞKANIN MGK’SI!
Binali Yıldırım hükümeti güvenoyu almadan birkaç gün önce yapılan MGK toplantısı, Erdoğan cumhurbaşkanı olduğunda kurulduğu ilan edilen “Yeni Türkiye”nin yeni hiçbir yanı olmadığının net bir göstergesiydi. MGK toplantısından, askeri vesayetin hükmünü tüm ağırlığıyla sürdürdüğü günlerde olduğu gibi, demokrasi dışında bir dizi tutum ve karar çıktı. Cemaat hakkında, MGK, “terör örgütüdür” kararı aldı! Sanki MGK böyle bir karar alabilirmiş, alsa da bu alınan kararın hukuki bir anlamı olabilirmiş gibi. Ama, sadece ve sadece cumhurbaşkanı olan fakat başkanmış gibi davranan Erdoğan, MGK’nın aldığı kararı çok önemsediğini belirten konuşmalar yaptı toplantıdan sonraki günlerde. Yargının MGK’nın aldığı karara uyumlu davranacağını umduğunu söyledi. Ne kadar güzel! MGK’da bir karar al! Yargıya bu karara hukuki bir çerçeve kazandırmasını emret! Aynı MGK’da HDP ile ilgili şu cümlelere yer verildi: “Devletin hukuk sınırları içinde, kararlılık ve hassasiyetle yürüttüğü operasyonlar neticesinde, halkın desteğini alamayan ve teslim olmaktan başka çaresi bulunmayan terör örgütünün ve siyasi uzantılarının bölgede yaşayan vatandaşlarımızın temsilcisi olamayacağı vurgulanmıştır.” Ankara’da bir odada oturan bir miktar AKP’liyle bir miktar atanmış asker, MİT üyesi ve bürokrat, Kürt illerinde milyonlarca insanın oyunu almış olan HDP’li vekillerin halkın temsilcisi olmadığına karar verebiliyor! Öncelikle, Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi, MGK’ya bir darbe kurumu olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Askerlerin olduğu hiçbir kurumun siyasi alana müdahale etmesine izin vermeyeceğiz. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin yepyeni bir Türkiye’nin kurulması anlamına geldiğini iddia edenler, şimdi oturup, “eski Türkiye’den” ne farkı olduğunu anlatmalılar. Bu MGK’nın eksisinden neyi farklı? Demokrasiye kast etmekse mesele, son MGK toplantısı en az öncekiler kadar kararlı bir şekilde demokrasi karşıtı kararlar almış durumda. Binali Yıldırım, yeni hükümetin temel misyonunu genel başkan seçildiği AKP kongresinde şöyle tanımladı: “Sayın Cumhurbaşkanım, söz veriyoruz, sevdan sevdamız, davan davamız, yolun yolumuzdur.” Ardından, konuşmasında şunları söyledi: “Başkanlık sistemini getirmeye hazır mısınız? Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle artık her şey eskisi gibi olmayacak. Yapmamız gereken fiili durumu yasal hale getirmektir. Bunun yolu yeni anayasa ve başkanlık sistemidir.” “Yeni Türkiye” efsanesinden geriye kalan budur! Başkanlık için MGK! Başkanlık için başbakanlık! Başkanlık için hukuk! Başkanlık için parlamento! Devlet, yerli ve milli bir koalisyonu aylardır inşa ediyor. Suriye’de Kürt halkının kazanımlarını gasp etmek için yeni bir yol haritası belirledi kendisine. Binali Yıldırım hükümeti tam da bu eğilimin, bu yerli-milli koalisyonun bir komitesi gibi çalışacağını beyan etti. Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, yeni hükümetin bakanlarını sayarken çok mutluydu. Özkök, tüm kabineden memnun, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’na İsmet Yılmaz’ın getirilmesinin askerle hükümet arasındaki uzlaşma anlamına geldiğini söylüyor. Asker-hükümet-Ergenekon ve Ertuğrul Özkök. Eskinin en eskileri yeniden devrede, yeniden merkezde. Demokrasi ve barış için bu koalisyonu durdurmak zorundayız.
RÜŞVETİN BELGESİ ABD MAHKEMELERİNDE
Türkiye’de iktidarın kendini ve devleti aklama aracı haline getirilen yargının kurmadığı bağlantılar, ABD’deki savcının iddianamesinde yer alıyor: “Türk yöneticiler büyük rüşvetlerle çalışır.” KEMAL BAŞAK
17-25 Aralık soruşturmalarının kilit ismi Rıza Sarraf’ın ABD’nin Miami kentinde İran ambargosunu delme suçlamasıyla tutuklanmasının ardından görülen ilk duruşmada soruşturmayı yürüten savcı Preet Bharara yeni iddiaları mahkemeye sundu. Mahkemeye sunulan belgeler arasında, 17-25 Aralık soruşturmalarının rüşvet tutanakları ve Sarraf’ın AKP’li bakanlar ile ilişkileri önemli yer kaplıyor. Savcı Bharara, mahkemeye sunduğu dilekçesinde “Sarraf’ın bazı üst düzey çürümüş Türk siyasetçilere ulaşmak için malvarlığını kullandığını, bu fiilinden dolayı 72 gün hapiste kaldığını, daha sonra o soruşturmadan sorumlu olan Türk savcı ve polislerinin yerinin değiştirildiğini,
uzaklaştırıldığını ve hatta bu soruşturma nedeniyle cezalandırılarak tutuklandığını” kaydederek doğrudan 17-25 Aralık soruşturmalarına atıfta bulunuyor. Savcı, 17-25 Aralık soruşturmasında yer alan Sarraf’ın Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Egemen Bağış, Halkbank eski genel müdürü Süleyman Aslan gibi isimlerle yaptığı telefon konuşmalarını ve rüşvet ilişkilerini de iddianamesine ekledi. Türkiye halklarından saklamak için “darbe girişimi” kılıfıyla ve hukuku ayaklar altına alarak kapatılan büyük yolsuzluk dosyası böylece ABD’de yeniden açıldı. Ergenekon-Balyoz’un aklanması 25 Aralık 2013 tarihinden sonra yaşamındaki birinci önceliği “yargılanmamak” haline gelen Erdoğan çareyi, yine 17-25 Aralık dosyasının
17-25 ARALIK’TA NE OLMUŞTU? 17 Aralık 2013 tarihinde gerçekleştirilen operasyonla aralarında dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, işadamları Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir'in de yer aldığı 89 kişi "rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık" suçlamalarıyla gözaltına alınmıştı. Soruşturmayı başlatan savcılar 25 Aralık tarihinde Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da göz altına alın-
savcıları ve hâkimleri tarafından yargılanan gerçek darbecileri “ak”lamakta buldu. Hükümeti devirmek için en ince ayrıntılarına kadar hangi caminin bombalanacağını, hangi stadyumların gözaltına alınanların toplama merkezi haline getirileceğini planlayan darbeci generaller ve Hrant Dink de dahil olmak üzere onlarca kişiyi katleden Ergenekon çetesinin liderleri, 17-25 Aralık soruşturmasını sürdüren yargı üyelerinin “uzaklaştırılmalarından” sonra tek tek serbest bırakıldı. Bugün AKP liderliği, boğazına kadar içine batmış olduğu Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluğunu Kürt halkına düşmanlık temeli üzerinden bir araya geldiği darbecilerin ve Ergenekoncuların suçları ile birlikte unutturmak istiyor.
ması talimatını vermiş, ancak Erdoğan’ın soruşturmalar başladığında göreve getirdiği İstanbul Emniyet Müdürü bu talimatı uygulamamıştı. Soruşturmayla birlikte Rıza Sarraf’la oğulları gözaltına alınan bakanların rüşvet ilişkilerine, büyük inşaat ihalelerinin ne şekilde ve hangi şirketlerin sahiplerine verildiğine, ayakkabı kutularına istiflenmiş halde bulunan milyonlarca dolara ait belgeler ortalığa saçılmıştı. Yolsuzluk soruşturmasının ardından dönemin Başbakanı Erdoğan adı geçen bakanların istifasını istemiş, üç bakan istifa etmişti. Şehircilik Bakanı Bayraktar istifa baskısına “imarlık plan ve projelerinin yönlendirme görevini Başbakanın emriyle yaptım, bu nedenle istifa etmesi gereken kişi Başbakandır” diyerek çarkın başında Erdoğan’ın olduğunu ifşa etmişti.
GÜNDEM
SOYKIRIM İNKÂRCILIĞINA SON ATİLLA DİRİM
Bu satırlar yazılırken Almanya parlamentosunda, Ermeni soykırımının kabul edilmesine dair bir yasa tasarısının oylanması hazırlıkları sürüyordu. Tasarı, koalisyon ortakları Hıristiyan Birlik (CDU/CSU), Sosyal Demokrat Parti(SPD) ile muhalefet partisi Yeşiller,tarafından hazırlandı ve dört parti grubunun onayından geçti. Artık Ermeni soykırımı konusundaki sessizlik ve görmezden gelme, bütünüyle kırılmış durumda. Ermeni soykırımı dünyanın hatırı sayılır bir kısmında tartışılıyor. Halen 30'dan fazla ülke ve ABD'nin birkaçı hariç neredeyse tüm eyaletleri soykırımı resmen tanıyor. Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu da Ermeni soykırımını tanımış bulunuyor. “Hepimiz Ermeniyiz!” Ermeni soykırımı konusunda Türkiye'de de derin sessizlik ve inkâr, son yıllarda bu konuda gösterilen çabalarla ciddi bir sarsıntıya uğramış durumda. Hrant Dink'in cenazesine katılan ve "Hepimiz Ermeniyiz" dövizleriyle yürüyen yüz binler, resmi inkâr görüşüne çok ağır bir hasar verdi. Soykırım duvarında oluşan bu büyük
çatlak, soykırım inkârcılarını hiç şüphesiz dehşete düşürüyor. Almanya gibi soykırımda dahli bulunan, soykırımla ilgili kimi açıklanmış, kimi açıklanmamış sayısız bilgi ve belgeye sahip, üstelik soykırımı henüz tanımamış ülkeler üzerinde de etki edebilecek ağırlığa sahip bir ülkede soykırımın kabulü için siyasi partilerin ittifak ederek verdikleri kanun tasarısı, inkârcıları son derece korkutuyor. Berlin’de ırkçı şov Geçtiğimiz günlerde Berlin'de düzenlenen inkâr yürüyüşü, bu korkunun bir sonucu. Irkçı, faşist, nasyonal sosyalist ve mafya örgütlerinin bir araya gelerek yaptıkları yürüyüş, kanun tasarısını veren partilerin temsil ettiği milyonlar karşısında bir kez daha tarihi çarpıtmanın, yalancılığın, inkârcılığın ifadesi olmaktan başka bir işe yaramadı. Bu yürüyüşü yapanlar yalnız değildi elbette. "Bizim tarihimizde soykırım yoktur" diyen Erdoğan da oradaydı. Almanya parlamentosuna soykırımı tanımama çağrısı yapan Kılıçdaroğlu da oradaydı. "Türk milleti 1915'te dönemin şartlarının gereğini yaptı" diyen Bahçeli de oradaydı. Türkiye devletinin irili ufaklı bütün inkâr sözcüleri de oradaydı, yürüyüşte yerlerini almışlardı.
Zaten Ermeni soykırımı söz konusu olduğunda soykırımla beslenen bütün keneler, soykırım yağmasından nasiplenen haydutlar, kurdukları zulüm düzeninin bekası için inkârcılığı şiar edinenler, aralarındaki gündelik kavgaları bir kenara bırakıp kayıtsız şartsız bir araya geliyorlar. Perinçek'in Strasbourg'ta görülen davasında Egemen Bağış, Süheyl Batum, Deniz Baykal, Mustafa Mutlu, Bedri Baykam da devletin bekası adına hazır bulunuyordu. Evet, soykırım duvarındaki çatlak giderek büyüyor, ancak asıl ihtiyacımız olan şeyi, yani aşağıdan yukarıya, geniş kitlelerin soykırım gerçeğini kabul etmesi temelinde bir yüzleşmeyi nasıl sağlayacağız? Yerli ve milli ekseninin hakim olduğu bir ortamda, Ermeni soykırımının kabulü için güçlü adımların atılmasının çok zor olduğu ortadadır. Kürt şehirleri yerle bir edilirken, yerli ve milli olmayan her şey ve herkes ötekileştirilirken, Ermeni soykırımı gerçeği savunucularının tüm güçleriyle demokrasi mücadelesi vermesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Soykırım inkârcılığı, yerli ve milli ekseninden ayrı düşünülecek bir konu değildir. Kırılması, bu hegemonyaya karşı verilecek mücadeleye bağlıdır.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
İSLAMOFOBİ: KÜRESEL BİRLİĞİN ÖNÜNDEKİ ENGEL 2000’li yılların başında, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD Başkanı Bush tüm dünyaya meydan okuduğunda ve fakir ülkeleri bombalama kararlılığını ifade ettiğinde, küresel bir savaş karşıtı hareket örgütlenmiş ve Bush’a meydan okumuştu. Şimdi, bu durumun oldukça uzağındayız. Fakir ülkelerin bombalanmasına karşı küresel bir savaş karşıtı ağı harekete geçiremiyoruz. Bu, bugün daha beceriksiz olduğumuz için değil, bir hareketi örgütlemek için aşmamız gereken yanlış politik başlıkların sol içinde de hâkim hale gelmesi nedeniyle böyle. Bu fikirlerin başında, İslamofobi geliyor. İslamofobi, küresel hareketin kenarlarında her zaman kendine bir yer buluyordu ama IŞİD’le birlikte, IŞİD’in Suriye ve Irak’ta güç kazanması ve batı ülkelerinde de özellikle canlı bomba eylemlerini tırmandırmasıyla birlikte, islamofobi daha etkin bir hale geldi. Suriye, küresel bir savaş karşıtı birliği engelleyen bir savaş sahasına dönüştü. Türkiye’de de böyle oldu durum. Esad’a açık ya da örtülü bir sempati besleyen güçlü bir eğilim var. AKP’nin Suriye politikasından kaçınmanın yolu Esad’ı desteklemekten geçiyormuş algısı hâkim halde.
ERDOĞAN SUÇ İŞLEMEYE DEVAM EDİYOR Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olduktan sonra AKP Genel Başkanı gibi davranmaya devam ettiği, parti adına konuştuğu, parti politikalarını belirlediği, parti için oy istediği herkes tarafından bilinen bir durum. Erdoğan, Ağustos 2015 tarihinde yaptığı bir konuşmada, ‘başkanlığın fiilen başladığını, şimdi yapılması gerekenin bu fiili durumun anayasal olarak kesinleştirilmesi’ olduğunu söylemişti. Zaten bu AKP yöneticileri tarafından da inkâr edilmiyor. Daha önce defalarca başkanlık sisteminin başladığını belirten AKP yönetimi, bu kez de AKP Genel Başkan Yardımcısı Vedat Demiröz'ün ağzından ‘cumhurbaşkanına sürekli olarak tarafsız ol çağrılarının yapıldığını, ancak
Küresel düzeyde ise, Suriye’ye emperyalist müdahaleye kategorik olarak karşı çıkan bir hareket örgütle-
Erdoğan'ın kurduğu ve 13 sene yönettiği bir partiye karşı tarafsız kalamayacağını, bu nedenle fiilen partili cumhurbaşkanlığı sisteminin başladığını, bu sistemin Türkiye'ye daha uygun olduğunu’ söyledi.
nemedi. Emperyalist kampların her biri Suriye’yi ayrı
Oysa Anayasa’nın ‘yürütme’ başlıklı bölümünde, cumhurbaşkanının tarafsızlığı alt başlığının altında yer alan 101. maddenin son fıkrasında “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer” hükmü yer alıyor. Dolayısıyla, hem fiilen başkanlık sistemi, hem de fiilen partili cumhurbaşkanlığı sistemi başladı diyenler, anayasayı açık bir şekilde ihlal ederek, suç işlemeyi sürdürüyorlar.
çalışıyor. Ama ikisinin de düşman ilan ettiği IŞİD’in
ayrı bombalıyor. Suriye emperyalistler arası çelişkinin sahasına dönmüş durumda. Esasında, ABD ve Rusya küresel çatışmalarının hesabını Suriye’de halletmeye eylemlerinin sahip olduğu vahşet, ikisine de düşman olması gereken antiemperyalistleri birleşik bir eyleme girmekten uzak tutuyor. Özetle, IŞİD, “seküler” ABD ve Rusya’dan daha tehlikeli, yine “seküler” Esad’a göre çok daha vahşi bir güç olarak tanımlanıyor. George W. Bush’un Irak seferi yüzbinlerce Iraklının
HAFTANIN IRKÇISI TWİTTER’DA KÜRTLER TEHCİR EDİLSİN DİYENLER 25 Mayıs günü Twitter’da açılan Kürtler tehcir edilsin başlığı, kısa sürede binlerce kişi tarafından paylaşıldı. Bu durum, ırkçıların hükümetin politikalarından cesaret
aldığını açıkça ortaya koyuyor. Müzakere masasının devrilerek çözüm sürecinin sona erdirilmesi, ardından da Kürt şehirlerinin ağır silahlarla yıkılarak binlerce sivilin öldürülmesi, ırkçılara büyük bir hareket alanı sağladı. Çözüm süreci boyunca seslerini çıkarmakta zorlanan ırkçılar, çözüm sürecinin bitmesi ve Kürtlere yönelik katliamların ayyuka çıkmasıyla birlikte, bu politikalardan aldıkları güç ve cesaretle, Ermeni soykırımına da atıfta bulunarak, açıkça Kürtler tehcir edilsin demeye başladılar. Tarih, bize ırkçıların tehcir kavramından ne anladığını gösterdi. Asıl istedikleri, yeni bir soykırımdır. Kürtler tehcir edilsin diyen ırkçılar, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandılar.
canına mal olsa da ABD emperyalizmi açısından tam bir başarısızlık olarak kalmaya mahkûm ama kabul etmek gerekir ki, 2000’li yılların başında “İslamofaşizm” kavramını ortaya atan Bush, tüm düşmanları karşıtlığı temelinde birleştirecek ana düşman olarak “şeriatçı” örgütleri hedef göstermekte başarılı oldu. Katilin sekülerini silikleştiren ve Ortadoğu’da yüz binlerce insanı öldüren emperyalistlerle yakınlaşmaya zemin hazırlayan bu eğilim, küresel bir savaş karşıtı hareketin örgütlenmesinin önünde engel. IŞİD’e ve ABD ve Rusya’ya aynı anda karşı çıkmayı başaran bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var.
4
DÜNYA
FRANSA’DA BÜYÜK GREV
BELÇİKA’DA İŞ YASASINA KARŞI MÜCADELE Belçika’da sendikalar, hükümetin “yeni iş yasası” adı altında gündeme getirdiği kemer sıkma politikalarına durdurmak için mücadeleye başladı. 24 Mayıs’ta Brüksel’de yapılan gösterilere 80 bin işçi katıldı. Üç büyük sendikanın birlikte örgütlediği mitingde işçiler şu talepleri öne çıkarttı: n Emeklilik maaşı minimum 1500 avro olsun, n Emeklilik yaşını yükseltme planı uygulanmasın, n Asgari saat ücret saatte 15 avro olmalı, n Çalışanlardan alınan ve topluma faydası olmayan kesintilere son verilsin, n Haftalık çalışma süresi, maaşlarda kesinti olmaksızın 45 saatten 30 saate düşürülsün, n Yolsuzlukların üzerine gidilsin, n Banka hesaplarındaki gizlilik politikası sona erdirilsin*, vergi cennetlerinde offshore hesap sahibi süper zenginlerden vergi alınsın, hatta paralarına el konulsun! *Kastedilen Panama Belgeleri’nde adı geçen 12 siyasetçi
Fransa grevi, işçiler için ilk adımdı. İlk adım da statüko sarsıldı.
Fransa’da merkez solcu Sosyalist Parti hükümetinin ülkedeki iş yasasında gitmeye çalıştığı değişikliğe karşı, sendikaların grev ve eylemleri sürüyor.
Sosyalist Parti içinde de yasaya destek azaldığından hükümet yasayı, meclis oylamasına gerek duyulmayan anayasanın 49/3. maddesine dayandırarak geçirmek istiyor.
Petrol rafinerilerindeki grevlerin, yollardaki ve ülkenin petrol ithalatında kullanılan limanlarda kurulan barikatların etkisiyle petrol kıtlığı yaşanırken, nükleer santral çalışanları da greve gideceklerini açıkladılar.
Sendikalar yasanın geri çekilmemesi durumunda 10 Haziran’da başlayacak Euro 2016 süresinde eylemlerini yoğunlaştıracaklarını, turnuvanın yapıldığı 10 şehirde ulaşımı durduracaklarını açıkladı. Sendikaların takvimine göre bir sonraki eylem günü 14 Haziran.
İşçilerin grev ve eylemleri işçi sınıfının toplumda oynadığı temel rolü bir kez daha gösterdi. Ülkedeki 19 nükleer santralin tümünde işçiler greve çıkma yönünde oy kullandı. 12 santralde ise elektrik üretimi düşürüldü. 26 Mayıs günü solcu l’Humanite gazetesi dışındaki gazeteler, grevdeki en büyük sendika olan CGT başkanı Philippe Martinez’in yazısına yer vermedikleri için dağıtılmadı. Grev ulaşım alanında da etkili oluyor; İngiltere-Fransa arasında yapılan gemi seferlerinde ve uçuşlarda aksama yaşandı. Renault, Peugeot ve Amazon çalışanları da greve gitti. Başbakan Manuel Valls ve Cumhurbaşkanı Hollande yasayı savunmaya devam ediyorlar. Valls “Bu ülkede yasaları CGT yapmıyor” derken Hollande ise durumun “1968 gibi olmadığını” savundu. Mayıs ayında yapılan bir anket ise halkın %70’nin yasa değişikliğine karşı olduğunu gösterdi. KÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral
VENEZUELA’DA KRİZ Venezuela’da ağır bir ekonomik kriz yaşanıyor. Basında hamburger fiyatının 170 dolara çıkmasıyla sembolleşen kriz yüzünden yoksullar gündelik temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak noktaya geldi. Tasarruf gerekçesiyle kamu işçileri haftada iki gün çalışıyor, artan maliyetler nedeniyle bazı fabrikalarda üretim durduruldu. Yüksek enflasyon ülkeyi kıtlığa sürüklemiş durumda. Ülkenin ekonomisi tıpkı Brezilya gibi petrol gelirlerine bağımlı. Dolayısıyla petrol fiyatlarının küresel çapta düşüşü devletin gelirlerini ciddi bir şekilde etkiledi. Yıllardır iktidarı sol liderlikten geri almak üzere sotede bekleyen sağ, ekonomik krizi fırsat olarak görüyor. Sağcılar Başkan Maduro’nun yerinden edilmesi için referan-
İşçilerin protesto ettikleri yasa ne getiriyor? n İş yasasında yapılması planlanan değişiklik ile firmalar işkolu veya bölgesel çapta yapılan toplusözleşmelere daha az uyabilecek. Toplusözleşmeler şirketlerin işçi alımları ve çıkarmaları ile çalışma saatleri konusunda daha az bağlayıcı olacak. n Ekonomik sorunlar yaşayan veya pazar payını artırmaya çalışan şirketler sektör veya işkolu toplusözleşmelerinden muaf tutulabilecek. Böylece bu toplusözleşmeler dışında işyerlerinde tek tek sözleşme yapabilecek, haftada 35 saatlik işgünü süresinin üstüne çıkabilecek, daha az bir saatlik ücret uygulayabilecekler.
AVUSTURYA: FAŞİST ADAY KIL PAYI YENİLDİ Avusturya’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde faşist Özgürlük Partisi’nin adayı Norbert Hofer, Yeşiller Partisi’nin desteklediği Alexander Van der Bellen karşısında otuz bin oyla kaybetti. Hofer daha çok kırsaldan ve küçük kasabalardan oy alırken, büyük şehirlerin tümünde Van der Bellen birinci çıktı. FPÖ’nün aldığı bu oyda ülkede ana akım partilerin başarısızlığının büyük etkisi var. Merkez sol SPO’nun küresel ekonomik kriz karşısında kemer sıkma politikalarına başvurması, bu partinin oylarında bir azalmaya neden oldu. FPÖ böyle bir ortamda bir yandan “düzene muhalif” gibi gözükerek, diğer yandan Suriye’den gelen mülteci akınının ardından ırkçılığa ve korkuya oynayarak oyunu arttırdı. Merkez partilerin ise buna cevabı çoğunlukla daha sağ politikalar savunmak oluyor.
n Eğer çalışanların performansı belirli bir seviyenin altında kalırsa işten çıkartılabilecekler. Ayrıca kârlarında düşüş olan işletmeler de bu yola gidebilecek.
FPÖ’nün yükselişi karşısında Van der Bellen’e güvenilemez, 2018 yılında yapılacak seçimlerde Başbakan FPÖ’lü olursa ona görevi tek bir şartla vereceğini açıkladı, AB’den çıkmamak. Ancak FPÖ’ya karşı olan yüzbinlerce kişi de var. Yapılan anketlere göre Bellen’e oy verenlerin yarısı bunu FPÖ’yu durdurmak için yaptıklarını ifade etti. Avusturyalı sosyalistler FPÖ’nün ancak kitlesel bir sokak hareketiyle yenilebileceğini belirtiyor.
duma gidilmesi talebiyle imza toplamaya başladı bile. Diğer yandan Başkan Maduro, geçen hafta Venezuela’nın şimdiye kadarki en büyük askeri tatbikatını yaptırdı. Venezuela’da ekonomik ve siyasi kriz el ele gidiyor.
dı. Son 15 yıldır ilk kez sağcılar ülke çapında oy kazanmış oldu. Seçimlerden beri sağcıların parlamentodaki avantajlı konumlarını, Maduro’nun görevden alınması için kullanabilecekleri bekleniyordu.
Bugün Maduro’yu yerinden etmeye çalışan ve ABD’nin müttefiki olan sağ, yıllarca Venezuela halkını şiddetli bir baskıyla sefalete mahkum etti. 1998’de Hugo Chavez seçilince sağın yönetimi sona erdi.
Sağın dönüşü Venezuela için kâbus demek. Bu durum zenginlerin, yılların intikamını alarak Chavez döneminde yoksullar tarafından elde edilen gerçek kazanımları tersine çevireceği bir ortam yaratabilir.
Chavez ABD’ye karşı çıkan ve yoksulların çıkarları adına hareket edeceğini söyleyen bir liderdi. Patronlar, ABD ve sağ ittifakı birkaç kez Chavez’i devirmeyi denedi. 2002’deki darbe, yüz binlerce insanın sokaklara dökülüp Chavez’i savunmasıyla başarısız olunca, sanayide kitlesel işten çıkarmalarla iktidarı zayıflatmaya çalıştılar.
Ancak Chavez ve mirasçısı Maduro’nun politikaları da çökmüş durumda. Brezilya’daki veya Yunanistan’daki reformist ‘sol’ iktidarlar gibi bir yandan patronların diğer yandan yoksulların talepleri arasında yalpalıyorlar. Maduro’nun geldiği durum, ekonominin petrol ihtiyacına bağımlılığını kırmak için hiçbir şey yapmamalarının, bazı patronlarla ve eski düzenin rüşvetçi isimleriyle kurdukları sıkı ittifakların kaçınılmaz sonucu gibi görünüyor. Aynı anda hem yoksulların hem patronların talepleri karşılanamaz. Aslında bu politikalar yoksulların çıkarlarını korumaktan çok uzakta.
Chavez 2013’te öldüğünden beri sağ kanat ve patronlar Venezuela’nın kontrolünü yeniden almayı deniyor. Üstelik bazı mevziler kazanmış durumdalar. Aralık’taki parlamento seçiminde sağ ‘muhalefet’ çoğunluğu kazan-
MÜCADELE
5
DEFTERDARLIKTA “KAZAN KAYNIYOR” Son yıllarda kamu çalışanlarının haklarını tırpanlayan pek çok yasa, düzenleme, kararname uygulamaya konuldu. Kamu işçilerinin güvencesi olan 657 no.lu yasadaki değişiklikler bunun son örneği. Kamu işçilerinin kazanılmış birçok hakkı geri alınmaya çalışılıyor. Performans kriteri gibi uygulamalarla özel sektördeki çalışma koşulları kamu işçilerine de dayatılıyor. Mobbing veya sendikalaşma hakkına yönelik baskılar da cabası. Mobbinge karşı eylem İstanbul Defterdarlığı’nda çalışan kamu işçileri de hem mobbinge hem de neoliberal dayatmalara karşı mücadele ediyor. 18 Mayıs’ta iş yerindeki mobbinge karşı eylem yapan işçiler, iki gün sonra da çalışma koşullarındaki yeni düzenlemeye karşı eylemdeydi . Son eylemin uzun zamandır bir ilk olduğu söyleniyor. Üstelik iş yerinde örgütlü 3 sendika bu mücadelede birleşmiş durumda. Defterdarlık binasında yapılan eyleme, Türk Büro-Sen, Büro Memur-Sen ve Büro Emekçileri Sendikası’nda örgütlü işçilerin yanı sıra çok sayıda sendikasız işçi de katıldı. Eylemin ardından geçen Cuma günü yaklaşık 50 çalışan hakkında ‘mesai saatleri içerisinde gösteri yapmak’ gerekçesiyle soruşturma açıldı. Soruşturmaya varan olaylar dizisi aslında bir yıla yayılan bir geçmişe sahip. Sosyalist İşçi’ye konuşan Defterdarlık işçisi M.A., işçilerin uzun süredir emlak müdürünün davranışlarından muzdarip olduğunu söyledi. “Sendika üyesi bir kadın arkadaşımız daha fazla dayanamadı. Müdürün kendisine hakaret ettiğini, küçük düşürücü tavırlarda bulunduğunu, farklı işler verdiğini anlattığı bir şikayet dilekçesi yazdı”. Kurumun şikayet dilekçesine verdiği yanıt, mobbinge uğrayan Sevil Çoban’ı başka yere sürmek olmuş. Sevil Çoban’ın tek başına çocuk yetiştiren bir kadın olduğunu söyleyen M.A. “arkadaşımızın gittiği yerde yemek ve servis hakkı yok” dedi. “Bu olayın ardından iş yerinde iki tane eylem yaptık. Arkadaşımız Sevil mobbinge maruz kaldığına dair savcılığa suç duyurusunda bulundu ve ayrıca buradaki işine iadesi için dava açtı, takipçisi olacağız.” 50 saat fazla mesai bardağı taşırdı İşçiler bir yandan da haklarını koruma mücadelesi veriyor. “Ayda bir kere Cumartesi günü çalıştığımız bir ‘fazla mesai’ her zaman vardı. Bu 25-30 senedir olan bir uygulama. Memuru rahatlatmak için bütçede ayrılmış olan bir meblağ var. Fazla mesai maaşa yansıtılmıyor, açıktan ödeniyor. Böyle olduğu için emekli maaşına da yansımıyor. Artık ayda iki kere Cumartesi günü geleceksiniz ve hafta içi 4 gün fazla mesaiye kalacaksınız dediler. Haftasonu 8, hafta içi ikişer saat daha mesaide kalmamız gerekiyor. Yani 400 lira için 50 saat fazla mesai yapmamızı istiyorlar.” Çalışanların dörtte biri eylemde Çalışanlar bu koşullara, son yıllarda Defterdarlık’taki en
Üç rakip sendika, büro emekçilerinin ortak talepleri için birlikte mücadelede.
kalabalık eylemi yaparak yanıt verdi. “Bazı insanlar buraya, Cağaloğlu’na Beylikdüzü veya Tuzla’dan çalışmaya geliyor. Onların bu performansa ayak uydurması mümkün değil. Türk Büro-Sen, Büro Memur-Sen, Büro Emekçileri Sendikası bir araya geldi. Üç sendika birlikte, iki kere müdürlükten randevu istedi, vermediler. En sonunda eylem yaptık.” Herhangi bir sendika üyesi olmayan memurların da eylem yapmayı istediğini söyleyen M.A. üç sendikanın birlikte harekete geçmesini sağlayan şeyin tabanın baskısı olduğunu vurguladı. “Herkes bir şey yapmak istiyordu. Eylem sendikalı-sendikasız Defterdarlık işçilerinin tepkisiyle, tamamen kendiliğinden gelişti diyebiliriz. İlk defa dairenin içinde alkışlarla, sloganlarla dolaştık. Yaklaşık 150 kişiydik. Yani çalışanların dörtte biri eylemdeydi.” Afişe bile dayanamadılar Eylemin ardından yaklaşık 50 çalışana, mesai saatlerinde gösteri yaptığı için soruşturma açıldı. “Gelen tebligatlarda gerekçe olarak ‘mesai saatlerinde gösteri yapmak’ yazıyor. Ancak çeşitli Yargıtay kararları ve AB uyum yasaları gereği mesai saatleri içerisinde gösteri yapma hakkımız var.” Çalışanların en temel hakkını kullanmasını hazmedemeyen müdürlerden biri, sendikaların ortak afişini yırtmış. Kamera görüntüsünü alan ve tutanak tutan sendikalı işçiler, müdür hakkında ‘sendikal eylemi engellemekten’ dava
açmaya hazırlanıyor. Olayı Sosyalist İşçi’ye aktaran M.A., Eyüp PTT Müdürü’nün aynı nedenden 6 ay 7 gün hapis cezası aldığını hatırlattı. Sendikal faaliyeti engelleyene hapis 2013’te PTT’nin özelleştirilmesine karşı iş bırakma eylemi yapan çalışanlar, Eyüp PTT Merkez Müdürü Mustafa Yeşil tarafından ‘sicil notlarının düşürülmesiyle’ tehdit edilmişlerdi. Haber-Sen’in açtığı dava sonucunda Mustafa Yeşil geçen Mart ayında, ‘sendikal faaliyeti engellemekten’ 6 yıl 7 gün hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul Defterdarlığı’nda işçilerin eyleme geçmesi için çok neden var. Performans kriterleri yasalaşmadan Defterdarlık’ta uygulanmaya başladı bile. “Elektronik Belge Yönetimi Sistemi (EBYS) diye bir şey çıkardılar. Artık bütün evraklar bu sisteme kaydediliyor ve ay sonunda ne kadar evrak işlediğini sayıyorlar. Her ayın sonunda kaç tane evrak girdiğimize dair rakam isteniyor. Öyle bir rekabet hâli getirdi ki bu. Rekabetten daha fenası çalışanlar üzerinde çok stres yaratıyor. Çünkü altta kalan fırçayı yiyor. Özel şirkete dönüştürdüler. 10 ay önce turnike koydular. Giriş, çıkış, her şey sıkı bir şekilde kontrol ediliyor. Geç kalınca mesaiden kesiyorlar.”
6 GÜNDEM “DEĞİŞEN CHP’LİLERİ” NE YAPMALI? CHP’nin içinde farklı kanatlar olduğu ve sola meyleden bir damarın yer aldığı iddiası gerçekle fazlaca bağdaşmıyor. Partinin içinde ciddi bir “demokrasi hareketi” patlak verse, örneğin CHP’liler Kürt sorununda parti merkezinin tutumuna karşı barış yanlısı yüz binlerce imza toplasalar, durumunu yeniden değerlendirmek gerektiği iddia edilebilirdi. Ancak şu an, İstanbul’daki bir barış mitingine gelen 10 kişilik CHP delegasyonunun dahi “Öcalan bayrakları var” diyerek alanı terk ettiği bir ortamda, CHP içinde gerçekten barışı savunan bireylerle tartışmamız gereken bu partiyi derhal bırakıp gerçek bir sol alternatifin inşası için bize katılmaları. Bunun dışında savunulabilecek her tutum, böylesi bir alternatifin inşası girişimini kötürümleştiriyor.
CHP SOL
Dersim katliamı, 1938.
HEP YERLİ VE MİLLİYDİ CHP’nin dokunulmazlıklar konusundaki tutumuna bakıp şaşırmaya fazlaca gerek yok. Yıllardır “değişeceği” iddia edilen kemalist parti, Kılıçdaroğlu liderliğinde de her zaman Türk milliyetçisi bir siyasi hat izleyerek “devletin bekasını” savundu. Dersim katliamıyla yüzleşemedi, Kürt sorununda savaş anlamına gelen sınırötesi harekât tezkerelerine hep “Evet” oyu verdi, 1915’in inkârında öncü rol oynadı, çözüm sürecini “vatana ihanet” olarak yorumlayarak Anayasa Mahkemesi’ne taşımak istedi. Son olarak Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz hafta Alman parlamentosundaki tüm partilere bir mektup yazdı. Burada, 1915 Ermeni soykırımının kabulüyle ilgili bir yasanın oylanmasını “provokatif bir girişim” olarak tanımladı ve Alman vekillerden bu süreci durdurmalarını talep etti.
GÖZÜMÜZÜ NEREYE DİKMELİYİZ? CHP’den kopuk bir AKP karşıtı muhalefet oluşturulamayacağını düşünenler ise yanılıyorlar. Türkiye’de son 10 yıldır Ermeni soykırımıyla yüzleşmek için mücadele eden bir hareket var. Bu hareket, Hrant Dink’in arkasından “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek yürüyen yüz binlere yaslanıyor. Barıştan yana olan ciddi bir kesim var. Çözüm sürecine üç yıl önce toplumun üçte ikisi tarafından verilen destek bunun en iyi göstergesi. Yine son 10 yılda, askeri darbe girişimlerine karşı özgürlük talepleriyle on binlerce kişi yürüdü. “Yetmez ama Evet” kampanyası büyük ilgi gördü ve Kenan Evren’in yargılandığı sürecin önü açıldı. AKP gibi tıpkı CHP’nin de savunduğu nükleer enerjiye karşı binlerce aktivist sokaklara döküldü. Soma’dan beri işçi hareketinde gözle görülür bir kıpırdanma var, Zonguldak’tan Bursa’ya, Kayseri’den Sivas’a birçok yerde iş bırakma ve grev eylemleri yaşanıyor. Cerattepe’den Yırca’ya yerli halklar yaşam alanlarını sermayeye bırakmamak için direniyor. Gezi direnişi yeni ve militan bir aktivist kuşağı yarattı. Solun kendini inşa edebileceği toplumsal zemin, CHP ile pek de ilgisi olmayan böyle alanlarda mevcut.
CHP ve AKP’nin ortak noktası sadece İzmir’e yatırım değil. Taşeron işçi çalıştırma, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırma ve Türkiye’nin sınırötesi askeri saldırganlığında da anlaşıyorlar.
CHP, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili AKP’nin teklifini “anayasaya aykırı” bulmasına rağmen “Evet” oyu verdi. Böylelikle, HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına giden yolun açılmasında CHP’nin de katkısı oldu. Partide “Hayır” oyu verenlere karşı, Kılıçdaroğlu, HDP’nin meseleyi AYM’ye taşıma planlarına destek verenleri CHP’den atacağını söyledi. HDP içindeki birçok kesimin, solun tamamına yakınının ve bugün artık “AKP karşıtı” liberallerin dahi umudu onunla ittifak yapmakta gördüğü CHP, bir kez daha beklentileri boşa çıkardı. Fakat buna rağmen Kemalistlerle olası bir birliğe duyulan “güven” tam olarak sarsılmadı. Örneğin Ahmet Altan, hâlâ yazılarını AKP-Ergenekon ittifakının en çok korku duyduğu şeyin “muhalefetin ‘demokrasi’ etrafında birleşmesi, bir ‘demokrasi cephesi’ oluşturması” olduğu vurgusuyla bitiriyor, “ırkçılaşmamış” veya “ulusalcılaşmamış” Kemalistlerin AKP’ye karşı mücadelede “çok önemli” olduğunu dile getiriyor. PKK liderlerinden Duran Kalkan ise Kılıçdaroğlu’nun “solun birliğini bozan bir ajan” olduğunu söylüyor. Kılıçdaroğlu’nun birçok günahı olabilir ama CHP ile Kürt hareketi arasında ne zaman bir sol birliğin kurulduğu, bunu CHP liderinin nasıl bozduğu bilinmiyor. Kürt sorununda çözüme karşılar Dokunulmazlık oylamalarının ilk turundan sonra, “Evet” oyları referandum aralığında gözükürken, CHP sözcüleri, kendilerini “terör destekçisi” göstermeye çalışan AKP’ye karşı, firelerin CHP’den olmadığını, AKP’de “Hocacı” 75-80
vekilin tasarıya “Hayır” oyu verdiğini iddia ediyordu. Tüm CHP’lilerin dokunulmazlık şantajına “Evet” dediğini iddia eden bu anlayış, ana muhalefet partisinin son savaş döneminde AKP’ye “muhalefetinin” özünü oluşturan çizgiyle uyumlu. Bundan iki hafta önce bu hattı CHP genel başkanı hepimize tekrar hatırlattı. Kılıçdaroğlu’na göre, AKP iktidara geldiğinde “terör sorunu” yokmuş. Bugün ise şehirler silah deposuymuş, 500’den fazla şehit vermişiz, bunun sorumlusu Erdoğan’mış. Ama çözüm sürecini durdurup savaşı yeniden başlattığı için değil, “terör örgütüne yardım ve yataklık” yaptığı için. Çözüm süreci başladığında buna burun kıvıranlar, “demokrasi olmadan barış olmaz” diyenler dahil herkes, bugünkü savaş ortamında barış için silahların susmasının ne kadar acil bir gereklilik olduğunu tespit ediyor. Dolayısıyla AKP’yi ve Erdoğan’ı bugünkü savaş nedeniyle eleştirenlerin temel gerekçesi, çözüm sürecinin bozulması. Talepleri ise diyalogun tekrar başlaması. Bu, “soldan muhalefet”. CHP’nin muhalefetinin özü ise MHP’ninkiyle aynı: “Bugün devletimiz savaşmakta çok haklı, ancak çözüm süreci denilen ‘savaşılmayan’ dönemde PKK avantaj sağladı, dolayısıyla AKP’nin gündeme getirdiği çözüm süreci ‘son terörist öldürülene kadar mücadele’ perspektifine darbe vurdu.” “Yerli ve milli” muhalefet CHP’nin “milli” meselelerde AKP ile aynı tutumu alması, “ulusal birlik” anlamında ona destek vermesi ilk değil. Bu
GÜNDEM 7
DEĞİLDİR
GÖRÜŞ Roni Margulies
CEDDİN DEDEN, NESLİN BABAN Ne güzel törenler gördük geçtiğimiz iki hafta içinde! Türk’ün gücünü, dünyadaki yerini, haşmet ve kudretini bize hatırlatmak için törenleri düzenleyen büyüklerimize ne kadar teşekkür etsek azdır. Önce, Cumhuriyet gazetesinin çok orijinal manşetinden öğrendiğimiz gibi, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı yurtta coşkuyla kutlandı.” Özellikle Samsun’daki tören pek dokunaklı olmuş. Atatürk’ün Samsun’da ayak bastığı ilk nokta olan Tütün İskelesi Kurtuluş Yolu’ndaki tören alanında saygı duruşunda bulunulup İstiklal Marşı okunmuş. Vali, “İşte bu bayrak tüm bu cesareti, coşkuyu, inancı, kararlılğı, bağımsızlık aşkını ve mücadele gücünü temsil ediyor” demiş. İzmit’teki gençlik yürüyüşü ve spor şöleninde ise ufak bir sorun yaşanmış. Kent protokolü ile çocukların halat çekme yarışmasında halat kopunca Vali Hasan Basri Güzeloğlu yere düşmüş. Düştüğü yerden korumalar yardımıyla kaldırılmış. Ama bu talihsiz kaza bile törenlerin mutluluk havasına gölge düşürememiş. Daha 19 Mayıs’ın coşku ve sevinci yatışmadan, 29 Mayıs’ta İstanbul’un fethinin 563. yıldönümü kutlamaları başladı. (Eskiden bir de 27 Mayıs’ta “Darbeyi Kutlama ve Darbelere İlerici Deme” törenleri yapılırdı, ama bu hükümet darbe olduğu taktirde başına neler geleceğini tahmin ettiği için olsa gerek, bu sene yapılmadı).
özelliğiyle, devletin kurucusu ve “millî” değerlerin en köklü savunucusu olarak CHP, Tayyip Erdoğan’ın “yerli ve milli” koalisyonunda muhalefet görevini başarıyla oynamaya aday. Zaten Erdoğan, Ergenekoncular başta olmak üzere devletin ve egemen sınıfın tüm kanatlarıyla birlikte Rojava’daki olası bir Kürt oluşumunu engellemek için ittifak kurup bir devlet politikası olarak çözüm sürecini yok ettiğinde, savaşı devam ettirirken kurduğu “yerli ve milli” koalisyonun tam da bu işlevi göreceğini, muhalefetin de kafasını karıştıracağını ve kendi safına insan çekebileceğini düşünüyordu. CHP seçmeni kimlerden oluşur? CHP ile ittifak arayışları, Türkiye’de solun dünyayı değiştirmeye çalışırken sınıfsal bir analizden değil, kültürel farklılıklara “laiklik savunusu” etrafında tutunan bir anlayıştan yola çıkarak nasıl bir hata yaptığını ortaya koyuyor. KONDA’nın 7 Haziran sonrası yaptığı anketlerde, CHP’nin en yüksek gelirli kesimin oy verdiği parti olduğu ortaya çıkıyordu. Ayrıca, “emanet” oylar iddiası yanlıştı, CHP HDP’ye kaybettiği oyların iki katını MHP’ye kaybetmişti. HDP’ye gelen oylar ise daha önce AKP’ye oy veren veya oy kullanmayan seçmenlerden geliyordu. Tüm araştırmalara göre, yoksul işçilerin oy verdiği iki parti var. Batı’da AKP, Kürdistan’da ise HDP. Dolayısıyla geniş işçi kitleleriyle birlikte davranmak isteyen ve sırtını bu toplumsal tabana yaslayan bir sol strateji, muhakkak AKP
tabanına odaklanmak zorunda. Hem sayısal hem siyasi Zaten CHP-HDP ittifakıyla AKP’yi yenme önerisi, ne sayısal olarak ne de siyasi olarak gerçeklere uyuyor. İki partinin oyunun toplamı %35 civarı. Dolayısıyla AKP %50 olarak kaldığı sürece ona zarar vermek mümkün değil. AKP tabanının bazı bölümlerini başka bir alternatife kazanmadan AKP’yi yenemeyiz. Siyasi olarak ise AKP’nin tabanının bazı bölümlerini CHP ile ortaklaşarak kazanmak mümkün değil. Hatta böyle bir ortaklık, AKP’nin işçi tabanından kimseyi ikna edememeyi garanti altına alır. AKP iktidara geldiğinde %34 oy almış bir partiydi. Daha geniş blokları etrafında birleştirip %47%50 oy aralığına sıçraması ise 27 Nisan e-muhtırası ve sonrasındaki gelişmelere dayanıyor. Yani AKP’nin oylarının en az üçte biri, TSK ile darbecilik üzerinden itiştiği, Kürt sorununda çözüm, Ermeni sorununda normalleşme vs. gibi bir dizi talebi vadettiği günlerden kalan popülaritesiyle ilgili. Ve bu oyları geri almak mümkün. 7 Haziran bunu gösterdi, AKP tabanının bir bölümü partisini boykot ederken, bir bölümü HDP’ye oy verdi. Böylelikle AKP beşte birlik bir kayıpla %40’a indi. HDP ise 6 milyon oyla barajı aştı. Sol için bunlar son derece net göstergelerdir. Çare, AKP tabanının AKP’den kopmasını sağlayacak ve kitlesel olarak kazanacak bir sol siyasi alternatifi oluşturmaktır.
Fetih kutlamalarının çok mükemmel geçtiği “Yine aynı aşkla”, “Fetihler bitmez”, “563 yıllık hesap” gibi manşetlerden anlaşılıyor. Zaten Cumhurbaşkanı’nın katıldığı bir tören başka türlü olamazdı tabii. Aykırı ses yok muydu bu mutlu günlerde? Vardı elbet. Mustafa Kemal gazeteciliğinin önde gelen neferi Can Ataklı şöyle yazdı: “Kurtuluş Savaşı ve Atatürk olmasa bugün İstanbul’un fethinin 653. yılını mı kutlardık, yoksa emperyalistlerin eline geçişinin 98. yılını mı?” Ataklı ve şürekasının anlayamadığını Ahmet Hakan bile anlıyor. Demiş ki: “İstanbul’un fethini, hem de en büyük devlet törenine dönüştürerek kutlamak da neyin nesi? Son zamanlarda estirdikleri hem dinî hem de millî rüzgârın bir kasırgaya dönüşmesini amaçlıyor olabilirler.” Tam da öyle. AKP, Kemalizm’in en millî, en Türkçü, en ırkçı yanlarını almış ve kendi en dinî yanlarına eklemiş durumda. Mustafa Kemal’in 1930’larda atadığı herhangi bir hükümetten farkı kalmamış durumda. Baskıcı, hukuksuz, yurtiçinde ve dışında sayısız düşmana karşı savaşan millî ve yerli bir hükümet. Buna karşı muhalefet, Mustafa Kemal temelinde yapılamaz. Adaleti, hukuku, hakları, özgürlüğü, insanlığı savunarak yapılır.
8
TEORİ
EMPERYALİZMİN KRİZİ ALEX CALLİNİCOS**
Emperyalizmin krizinin niteliğini anlamadan önce emperyalizmin nasıl bir şey olduğunu anlamamız gerek. Marksist gelenekte emperyalizm basitçe büyük ülkelerin küçük ülkeleri ezmesi, bastırması anlamına gelmez. Emperyalizm; kapitalizmin gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkan bir olgudur. Örneğin Lenin’in ünlü kitabının başlığı Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’dır. Marksist emperyalizm teorisi jeopolitik rekabeti açıklama çabası olarak ortaya çıkıyor. Emperyalizmi anlamanın iyi bir yolu, onun ekonomik ve jeopolitik rekabetin kesiştiği noktada ortaya çıktığını anlamak. Bugün “emperyalizm diye bir şey artık yok” diyen marksistler var. Bu tezin savunucularından Michael Hardt ve Antonio Negri artık emperyalizmin olmadığını, çünkü jeopolitik rekabetin ortadan kalktığını anlatıyorlar. Ulus devletler bitti, ulus devletler imparatorluk adı verilen tek bir uluslar üstü yapıda birleşti diyorlar. Sermaye birikimi ve emperyalizm Bu noktada Lenin’e dönmek ve onun ifade ettiği iki temel fikri incelemek istiyorum. İlki kapitalist emperyalizm, sermaye birikiminin bizzat kapitalist sisteminin yapısını değiştirmesi nedeniyle ortaya çıkar. Özellikle sermaye birikimi, yani kapitalistlerin kârlarını yeniden yatırıma dönüştürmesi, Marx’ın sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi dediği süreci ortaya çıkarır. Başka bir ifadeyle tek tek sermayeler giderek daha büyür ve sayıları azalır. Böylece bu rekabet daha küresel bir hal alır. Bu durum da büyük kapitalist şirketler ve devletler arasında daha fazla karşılıklı bağımlılık oluşmasına neden olur. Barack Obama AB’nin Google ve Apple gibi şirketlere yönelik düzenleme çabalarına karşı çıkıyor. Öte yandan bu büyük devletler de kendilerini askeri güçler olarak küresel düzeyde dayatabilmek için bu büyük şirketlere ihtiyaç duyuyorlar. Yani Obama’nın bu büyük bilişim firmalarını desteklemesinin ana nedeni, bu şirketlerin Amerika’ya dünya bilişim teknolojisi pazarını kontrol etme şansı vermesi ve bunun sonucunda Amerika’nın askeri üstünlük elde ediyor olması. Eşitsiz gelişim Lenin’in vurgulamak istediğim ikinci temel düşüncesi, eşitsiz gelişme kavramıdır. Kapitalizm sadece süreç içinde büyümekle kalmaz, bu büyüme coğrafi olarak bazı bölgelerde yoğunlaşır. İmalat her yerde aynı ölçüde gelişmemiştir. Tarihsel olarak bakarsak başlangıçta İngiltere’nin kuzeyinde yoğunlaşmıştır. Bugün ise dünyanın ana imalat üssü Güney Doğu Çin’deki İnci Nehri Deltası bölgesidir. Eşitsiz gelişim kavramı emperyalizmi anlamak için iki açıdan kritik bir öneme sahip. Birincisi, ekonomik olarak gelişmiş ve egemen bölgeler ile yoksul bölgeler arasında bir farklılık oluşuyor. İkincisi, bu eşitsiz gelişmenin merkezi zaman içinde sürekli değişiyor. 19. yüzyılın çoğunda egemen olan güç İngiltere’ydi. 19. yüzyılın sonlarında ise İngiltere’nin liderlik konumuna hem Almanya hem de ABD tarafından meydan okunuyordu. Bugün ise bir sanayi gücü olarak Çin’in yükselişinden bahsedilebilir. Lenin’in döneminde Hardt ve Negri’nin öncülü gibi görünen bir Marksist vardı, Kautsky. Sermayenin merke-
Ukrayna ve Suriye: ABD ile Rusya’nın emperyal kapışmasına sahne olan ülkeler savaşın vahşi yöntemleri hüküm sürüyor.
zileşme ve yoğunlaşma eğiliminin zaman içinde bütün dünya çapında gerçekleşeceğini ve kapitalizmin uluslararası düzeyde çok entegre haline geleceğini, bunun da hiçbir kapitalistin savaş çıkarmak ihtiyacı hissetmeyeceğini söylüyordu. Lenin Kautsky’yi, kapitalizmin coğrafi merkezinin değişmesinin, farklı kapitalistler arasındaki sürekli bir anlaşma olasılığını imkânsız kıldığını savunarak çürüttü. Lenin’in bu öngörüsü çağdaş dünya için de geçerli olmaya devam ediyor. Şu anda Güney Çin denizinde bir dizi ada üzerinden muazzam bir rekabet sürüyor. Çin bölgenin tümü üzerinde hak iddia ediyor. ABD ise bu iddiaları kabul etmediğini söylüyor, uçaklarını bu adaların üzerinden uçurup gemilerini adalara çok yakın sulara demirliyor. Dünyanın en büyük iki ekonomisi karşı karşıya geliyor. Asıl sorun Çin hükümetinin ABD donanmasının Batı Pasifik’te egemen olmasından rahatsız olması. Bu yüzden Çin zamanla ABD’yi bölgeden uzaklaştıracağını umduğu bir donanma ve silah sistemi inşa ediyor. Asya’nın yanı sıra Doğu Avrupa’da Rusya ve NATO karşı karşıya geliyor. Bu çatışma Kırım ve Ukrayna üzerinden başladı ancak şimdi ABD Avrupa’daki askeri varlığını ve askeri harcamalarını arttırıyor. Pentagon silahlı bir tugayı Doğu Avrupa’da kalıcı olarak konuşlandırmak istediğini açıkladı. Üst düzey askeri bir yetkili “Bu daha başlangıç, daha fazla askeri gücü bölgeye yerleştirmek istiyoruz” diyor. Jeopolitik rekabet artıyor Dolayısıyla gördüğümüz şey jeopolitik rekabetin ortadan kalkması değil, artmasıdır. Tüm bunların kökeninde yatan şey ABD’nin ekonomik gücündeki göreli azalma. Bu on yıllardır devam eden bir süreç, ancak küresel ekonomik kriz bu süreci hızlandırdı. Madalyonun öbür yüzünde ise artan ekonomik gücüyle Çin’in yükselişi var. Çin’in yükselişi çeşit çeşit jeopolitik ittifaka yol açıyor. ABD’nin Irak’ta yaşadığı tarihsel yenilgi de gerilemesini hızlandırdı. Solda, bazıları gayet akıllı olan insanlar “ABD Irak Savaşı’nı kaybetmedi” diyorlar. Onlar ABD’nin Irak’ın petrolünden faydalanmayı sürdürdüğüne vurgu yapıyorlar. IŞİD’in Musul’u ele geçirmiş olması bu iddiayı zayıflatıyor.
Rusya aynen SSCB döneminde olduğu gibi emperyalist bir güç olmayı sürdürüyor ama o döneme kıyasla çok daha zayıf bir emperyalist güç. Sadece daha zayıf değil ekonomik olarak da kırılgan. Örneğin küresel ekonomik sisteme entegre olduğu için ABD Rusya’ya karşı yaptırım uyguladığında bunun etkisini gerçekten hissediyor. Putin Rusya’nın şu an elinde olanları korumaya çalışıyor. Dolayısıyla Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını engellemek için buraya müdahale etti. Esad rejimini kurtarmak için, 1950’lerden bu yana Rusya’nın müttefiki olan Suriye’ye müdahale etti. Ayrıca Putin Çin ile ittifak kurmak istiyor çünkü Çin çok daha güçlü ve böylece kendi gücünü arttırmaya çalışıyor. Obama döneminde ABD Çin’e odaklanmaya çalıştı. ABD’nin hedefi Asya’ya yoğunlaşmak ve Çin’in gücünü bölgeye hapsetmekti. Ama ABD 20. yüzyılın başındaki İngiltere’deki gibi küresel emperyalist güç olduğundan tek bir bölgeye odaklanamıyor. Obama bir söyleşide ABD’nin Ortadoğu’da savaşmasının tam bir zaman kaybı olduğunu düşündüğünü açık bir şekilde ortaya koydu. Ama bunun aksine, ABD’nin Ortadoğu’ya giderek daha fazla gömüldüğünü görüyoruz. Ortadoğu ABD emperyalizmi için hala önemli bir bölge. Ama ABD Ortadoğu’daki egemenliğini böl ve yönet politikalarıyla sürdürmek isterdi. Ama IŞİD onların görmezden gelemeyeceği kadar önemli bir olgu. ABD sessizce de olsa Irak’ta ve Suriye’deki varlığını giderek arttırıyor. Bütün bunların sonunda dünya daha tehlikeli ve daha istikrarsız bir yer haline geliyor. Bu durum, yaklaşık on yıl kadar önce önemli bir güç olan savaş karşıtı hareketi yeniden inşa etmemiz gerektiğini gösteriyor. Bunu yapmak on yıl öncesine kıyasla daha zor ve daha karmaşık, ama yapmamız gerek. Hem emperyalizmin kurbanı olan, hem de bazen emperyalizm tarafından manipüle edilen ezilenlerin yanında durmamız gerek. Türkiye’de elbette Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelesini desteklemeliyiz. Her yerde emperyalizmin önemli bir ideolojik silahı olan İslamofobi’ye karşı durmamız gerek. Lenin’in de dediği gibi emperyalizm, kapitalizmin bugün aldığı şekildir. Eğer emperyalizmden kurtulmak istiyorsak, barış istiyorsak sosyalist devrim için mücadele etmeliyiz. * Bu metin Callinicos’un, Marksizm 2016 toplantılarında yaptığı sunuşun özetidir.
SINIF MÜCADELESİ
MADEN İŞÇİLERİ YERALTINDA AÇLIK GREVİ YAPTI KAZANDI! Zonguldak’taki Balçınlar Madencilik’te gasbedilen ücretleri için direnişe geçen, son olarak 10 günü aşkın süredir açlık grevinde olan maden işçileri, taleplerinin bir bölümünü kazanarak direnişi bitirdi. Direniş sürecinde devletin tüm kurumları işçilere karşı birleşti. Vali, açlık grevi yapan işçileri “işgalci” ilan etti. Polis, direnişin sürdüğü maden ocağının girişine barikat kurdu. Medyada madenciler aleyhine haberler yapıldı. Direnişte olmayan işçilere maaşlarının ödeneceği, açlık grevi yapanların bunun dışında tutulacağı haberleri yayıldı. Madencilerden biri, direnişten sonra şöyle dedi: “Tüm maaşlarımızı aldık. 11 gün bana çok şey öğretti. Burada arkadaşlığı, paylaşmayı, özlemi israf etmemeyi kısaca hayatı öğretti. Tazminatları da yasal sürece bıraktık. Biz buraya ekmeğimizi almak için geldik. Hiçbir siyasi partiyle bağlantımız olmadan bu eylemi yaptık. Sonunda alacağımızı aldık. Çok büyük eziyetler çektik. Bize yardımcı olan herkese teşekkür ediyorum. 11 günlük mücadelemizde tüm işçi sınıfına adıyoruz. Direne direne kazandık.” Zonguldak’ta direniş sürerken bir mücadele de Ermenek’te başladı. Karaman’ın bu ilçesinde, 2014 yılının Ekim ayında
Kadim dil Batı Ermenicesi ile vurulduğu yerde: “Hrant için Adalet için”
meydana gelen faciada 18 madenci hayatını kaybetmişti. Ermenek’te Özkar Madencilik’te çalışan işçiler, 5 aydır ücretlerini alamadıklarını söyleyerek üretimi durdurdu.
yen ücretleri için üretimi durdurdu. n Toplu iş görüşmelerinde anlaşma sağlanamayan Oyka Kağıt’ta grev kararı alındı. n Çiğli Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Totomak fabrikasında süren TİS görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Metal işçileri greve çıkıyor.
n Kozmetik şirketi AVON’un Gebze’deki deposunda DGD-Sen’e üye oldukları için kovulan işçilerin direnişi sürüyor.
n İzmir’de Çiğli Belediyesi’nde çalışan Kafesan işçileri, toplu sözleşmede yer alan haklarının belediye ve bağlı şirket tarafından gasbedilmeye çalışılmasını protesto etti.
n SETRMS Tesettür Giyim’e fason üretim yapan Ankara Siteler’deki atölyede işçileri, iki aydır ödenme-
n Sakarya 1. Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Başkurt Motor fabrikasında çalışan Hak-İş’e bağlı Çe-
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
BAŞKA BİR ENERJİ MÜMKÜN
Fransa’daŞubat yeni iş yasasına karşı grev dalgası nükleer DSİP santrallere, petrol rafinerilerine, limanlara ve ulaşıma yaayı yılırken,lantıları işçiler enerji ve iklim krizine çözümün gerçekçi yolunu da ortaya koydu.
Ülkede elektrik enerjisinin yüzde 75’i nükleer santrallerden sağlanıyor. Grev günü, 18 nükleer santralden 16’sı, sekiz rafineriden de beşi grev nedeniyle ya devre dışı kaldı ya da çok düşük kapasiteyle çalıştı. Elektrik üretimi düştü. Yakıt istasyonlarının üçte birinde stoklar tükendi. Grevci işçiler otoyollara ve köprülere barikat kurarak ulaşımla mal ve hizmet akışını da durdurdu.
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TEK SINIF, TEK SENDİKA, TEK YUMRUK İşçi sınıfının günlük sorunları giderek artıyor, derinleşiyor. Buna karşılık sınıfın bu sorunlara karşı mücadelesi cılız kalmaya devam ediyor. Bu durumun en temel sebebi sınıfın bölünmüş olması. 3 milyon işçi 6 konfederasyona bölünmüş durumda ve bu konfederasyonlar uzun zamandır ortak eylem örgütlemiyorlar. Otoriter bir dalga altında işçi sınıfı çeşitli saldırılara maruz kalıyor. İş cinayetleri, kıdem tazminatı, güvencesiz çalışma, işsizliğin artışı, köle işçilik yasası, örgütlenme üzerindeki engeller, 657 sayılı yasanın tırpanlanması. İşçi sınıfının bütün bu olumsuzluklara ses çıkarmaması isteniyor.
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), kamu emekçilerine yönelik baskı, sürgün ve işten atmalara karşı iş güvencesini savunmak ve hükümet kanadından gelen laiklik karşıtı yaklaşımlara karşı haftasonu İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır ve Adana’da bölgesel mitingler düzenledi. Trabzon, Van ve Antalya’da ise eylemler valilik kararlarıyla yasaklandı.
9
lik-İş üyesi 95 işçi, patronun asgari ücret ve tazminatsız işten atmasının önünü açan maddeleri dayatması nedeniyle 29 Mart 2016 tarihinden bu yana grevde. n Büro Emekçileri Sendikası İstanbul 3 No’lu Şube üyeleri, Anadolu Adalet Sarayı’nda yaptıkları eylemle devletin kamudaki “zorunlu rotasyon” uygulamalarını protesto etti. n Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki sağlık emekçileri, baskılara ve soruşturmalara karşı barışı savunarak eylem yaptı. n İstanbul’da ücretleri ödenmeyen İnşaat-İş Sendikası’na üye işçiler direnişe başlayıp taleplerini kazandı.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da savaşta olan Fransa’da grev, en zorlu şartlarda bile, üretenlerin üretimden gelen güçlerini kullanarak hayatı/sistemi durdurması, bunu ulvi gerekçelerle değil toplumun büyük çoğunluğunun desteğini kazanan hayatı iyileştirici somut talepleri kazanmak üzere yapması sistemin dışından bakmamızı da kolaylaştırdı. Grev CGT’nin çağrısıyla yapıldı. Fakat grev önerisi santrallerde, rafinerilerde, limanlarda, fabrikalarda oylandı. Yani işçiler doğrudan demokratik yollarla tartışıp, karar verdi ve uyguladı. Grev günü fabrikalara geldiler, önlerine barikat kurdular. Grevin kırılmasını engellemek için yolları tuttular. Bütün bunları zorbalıkla değil herkesi kapsayan ve kazanan demokratik bir tartışma/hareketle yaptılar. Görüldü ki devletlerin durdurmaya yanaşmadığı nükleer tehdit işçiler tarafından durduruldu. Tehlikeli, pahalı ve ölümcül olan nükleer santrallar devre dışı bırakılarak tehlikesiz kılındı. Ne tek tek bireylerin fedakârlık ederek daha az enerji
Bütün bu gelişmeler kapitalizmin krizinden ve Ortadoğu’daki savaş gerçekliğinden ayrı ele alınamaz. Devlet, ekonomik krizi ve Ortadoğu’daki gelişmeleri kendi belirlediği yöntemlerle çözmek için giderek otoriterleşmekte, bu otoriterliğini de asıl olarak işçi sınıfı üzerinde uygulamaktadır. Yerli ve milli bir toplum yaratma isteği asıl olarak işçi sınıfına dayatılmış durumda ve genel olarak sendikal yönetimler devletin bu dayatması karşısında uyumlu davranıyorlar. İşçi sınıfı ağır ırkçı milliyetçi ideolojik saldırılar karşısında işini, aşını kaybetmemek için hareketsiz kalmış durumda. Ama bütün olumsuzluklara rağmen bazı illerde ve OSB’lerde (organize sanayi bölgeleri) eylemler, direnişler, fiili grevler yaşanıyor. İşçi sınıfı geçen yıl Bursa’da, bu yıl Gaziantep’te direnişler gerçekleştirdi. Direnişler taban örgütlerine dayanarak, sendikalara rağmen yapıldı, direnişlere 25 bin işçi katıldı. Bu işçilerin büyük bir kesimi AKP’ye oy vermişti, ama direnişler bir kez daha gösterdi ki, işçi sınıfının bir partiye oy vermesi veya dindar olması onun devrimci özünü ortadan kaldırmıyor. Türkiye genelinde 249 OSB’nin tamamında, sanayinin geliştiği pek çok ilde işçiler daha büyük direnişler için bekliyorlar. Devletin, kapitalizmin saldırıları karşısında sınıfın suskunluğu, asla kabullenme olarak algılanmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, işçi sınıfının mücadelesi asıl olarak bir biriktirme sürecidir, sınıfın direniş enerjisi birikiyor. İşte bu ortamda sınıfı birleştirecek sloganlar etrafında bir araya gelmek varken, laiklik üst sloganlı miting yapmak doğru değildir. İşçi sınıfının kazanmak için örgütleyeceği birleşik bir mücadele acil olarak örülmelidir. “Tek sınıf, tek sendika, tek yumruk” sloganı her zamankinden daha acil bir hedeftir. tüketmesi, ne de Avrupa Parlamentosu’nda yapılacak yukarıdan reformlar için lobi faaliyeti böylesi bir doğrudan çözümü barındırmaz. Fransa grevi, ekoloji başlığı altında toplanan fakat her biri siyasi mücadelenin konusu olan küresel kapitalizmin yarattığı tahribatlara son verip, yeni bir topluma ve başka bir enerjiye geçme gücünü barındıran yegane öznenin işçi sınıfı olduğunu gösterdi. Hükümetler aktivistlerin ve bilim insanlarının çağrılarını dinlemez. Kapitalizmin rekabete ve birikim için birikime dayalı yapısı iklim değişikliği ve nükleer bela gibi sorunların yukarından aşağı hükümetler eliyle değiştirilmesine izin vermez. Devletler zaten küresel şirketlerin egemenlik aracıdır, sera gazlarını azaltmaya, nükleer programlarını çöpe atmaya yanaşmazlar. Aksine bunu talep edenlere kolluk güçleriyle saldırırlar. Bunların panzehiri üretenlerin doğrudan demokrasisi ve denetimi. İşçi sınıfı insanlığı, yenilenebilir ve temiz enerjiye dayaanan bolluk ve özgürlük dolu yeni bir topluma taşıyabilir.
10
GÜNDEM
İNŞAAT: ASİ ŞEHRİN BİTMEYEN CEZASI NURAN YÜCE
Geçtiğimiz yıl İstanbul’un Osmanlı tarafından ele geçirilişinin kutlamalarının yapıldığı Yenikapı meydanından Tayyip Erdoğan “Ecdadımız Fatih İstanbul’u fethetmeden Rumeli Hisarını inşa etmiştir. Biz de havalimanı ile metroları ile köprüleriyle 2053 ila hazırlık yapıyoruz” demişti. Tüm insanlığa İstanbul’un fethinden tam 6 asır sonra 2053 yılında tanıklık edecekleri “kutlu bir medeniyet” vaadinde bulunmuştu. Üzerinden 563 yıl geçen yeni hedeflerle bir türlü bitmeyen fethin bu yılki kutlama organizasyonu geçen seneye göre daha devasa, içte ve dışta yaratılan yeni düşmanlarla yapılan konuşmalar daha hamaset dolu, İstanbul’a biçilen projeler ise daha delice. İnşaat ya Resulullah’ın yok ettiği İstanbul Resmi verilere göre 2015 sonu itibariyle 14 milyona ulaşan İstanbul’un nüfusunun, 2020 yılında 15,8 milyon, 2023 yılında da 16,5 milyon kişiyi aşması bekleniyor. 130 ülkeden daha fazla insanı barındıran bu şehir Türkiye nüfusunun yaklaşık %20’sini barındırırken, kilometrekareye düşen 2 bin 275 kişi ile de Türkiye’nin nüfus açısından en yoğun olduğu kent. Koca bir inşaat sahasına halindeki şehrin içinde ve çeperlerinde kamyonlar, inşaat araçları gece gündüz durmaksızın çalışıyor. Hava, su, toprak bütün ekolojik sınırları aşan hormonlu kentin çeperini büyütmek için çılgınlıkta sınır tanınmıyor. 3 milyon nüfusun yaşadığı ve şehrin en merkezi ilçelerinin orta yerinden geçen, açık fosseptik kanalı haline gelen, kokusundan yanına yaklaşılmayan kurbağalı derenin akıyor olması, Avrupa Birliği standardına göre eğer yılda yedi gün sınır değer aşılırsa acil önlem alınması gereken kirli havayı yüzlerce gün soluyor olmamız ya da siyasi istikrar, çevre ve kültür, sağlık hizmetleri, eğitim seviyesi ve altyapı kriterlerine göre belirlenen en yaşanabilir şehir sıralamasında 140 şehrin içinde İstanbul’un 109. sırada yer alıyor olmasının lafı bile edilmiyor. Bütün bu kötü verilerin aslında gerçekte olmadığını söylemek, Türkiye’nin kalkınmasını, büyümesini çekemeyenlerin, yerli ve milli olmayanların uydurmaları olduğunu iddia etmek işlerine geliyor. Çünkü bütün bu çılgın projeler birileri için büyük rant kapısı, devlet için gelir kaynağı. 2013 yılı bütçe gelirlerinin dağılımında 152
Erdoğan’ın Ankara’dan yönettiği şehri, Yıldırım döneminde yeni bir yağma ve betonlaştırma dalgası bekliyor.
milyar lira ile ilk sırada yer alan İstanbul, 81 ilde toplanan gelirlerin % 39,05’ini tek başına sağlamış. Biz yaşayanlar açısından her geçen gün pahalanan su, yol, elektrik giderleriyle yaşanmaz hale gelen İstanbul yine 2013 yılında devletin kendisine yaptığı 17 milyarlık harcamaya 152 milyar gelirle karşılık verdi. Bu gelirin kaynağı sadece pahalanan kamusal hizmetlerden değil aynı zamanda büyük ekolojik bir yıkımdan da geliyor. Kanal İstanbul denizlerin ölümü demek İstanbul’un en büyük yatırımları arasında gösterilen ‘Çılgın Proje’ olarak da bilinen Kanal İstanbul’un kesin konumu ve teknik özellikleriyle ilgili olarak erişilebilir resmi bilgi ya da teknik belge hala yok. Ama şimdiye kadar açıklanan çeşitli güzergâhlar nedeniyle çok arazi el değiştirdi, çok paralar kazananlar oldu. Kanalın 40-45 km uzunluğunda; tabanda 125 m, yüzeyde 145-150 m genişliğinde ve 25 m derinliğinde olacağı söyleniyor. Bu dev proje sadece İstanbul’u değil, tüm bölgeyi doğrudan, Karadeniz çevresindeki ülkeleri de dolaylı olarak etkileyecek. Kanal İstanbul projesi Karadeniz ve Akdeniz’in tatlı ve tuzlu tüm su varlıklarını etkileyecek. Marmara Denizi’nin zaten can çekişen hassas dengesine son darbe indirilmiş olacak. Oksijenin hızla
azalmasına yol açacak yeni kanalla birlikte kirlilik ve avlanma nedeniyle azalan balık çeşidi ve miktarı gibi bir dertten bahseder halimiz kalmayacak, tüm canlı yaşamın yok oluşunu konuşuyor olacağız.
nal İstanbul, 3. Köprü, 3. havalimanı projeleri ile arazi yapılarındaki radikal değişimler; nemlilik, sıcaklık, gaz ve enerji akışı vb. değişikliklerle birlikte birbiriyle bağlantılı mikro iklimler dizisini bozacak.
İstanbul’u susuz bırakıyorlar
Projelerin yapıldığı alanlar ve yakın çevreleri çok kısa bir zamanda kentsel ısı adasına dönüşecek. İklim değişikliğinden zaten en fazla etkilenmekte olan bir ülkede ve bölgede Kanal İstanbul gibi projeler iklim değişikliğin etkisini artıracak.
İstanbul’da kullanılabilir su rezervleri sınırlı. Bu nedenle İstanbul’da Melen Nehri gibi başka il sınırları içerisindeki bir kaynaktan çok yüksek maliyetlerle elde edilen su kullanılıyor. Kentin master planında yerleşilemeyecek alanların başında içme suyu havzaları gelmesine rağmen İstanbul’un yaklaşık %46’sı içme suyu havzaları içinde yer alıyor. Kente yakın 7 adet içme suyu havzası (Büyükçekmece, Sazlıdere, Terkos, Alibeyköy, Ömerli, Elmalı, Darlık) var. Bunlardan Terkos Gölü, Sazlıdere Barajı veya Büyükçekmece Gölü’nün bir kısmı veya tamamı Kanal İstanbul, Kuzey Marmara Oto Yolu ve 3. havalimanının yapımı nedeniyle yok olacak. Sadece Kanal İstanbul için, Sazlıdere Barajı’nın feda edilmesi bile tek başına kentin bugün kullandığı suyun %6,7 oranında azalması anlamına geliyor. İklim değişecek İstanbul’u şantiye alanına dönüştüren Ka-
Ormanlar yok ediliyor Kentin doğal kalan son alanlarından biri olan İstanbul Ormanları da projelerden nasibini almış durumda. Avrupa’nın acil korunması gereken 100 orman alanı arasında yer alan İstanbul Ormanları, Avrupa ile Anadolu florasını birbirine bağlayan ekolojik koridorlar. Sadece 150 metre genişliğindeki kanal için bile en az 300-350 hektar orman alanı yok edilecek. Yapımına başlanan 3. Boğaz Köprüsü ile yeni Havalimanı, bağlantı yolları ve etrafında gelişecek olan yeni yerleşim alanları da buna eklendiğinde, İstanbul’un kuzeyindeki orman alanları ekolojik bütünlüğü yitirmesi ve parçalanmasından öteye geçerek neredeyse tamamen ortadan kalkacak.
ANTİKAPİTALİST
FRANSA: NÜKLEERDEN KURTULMANIN YOLU
ANIL YÜKSEL
Fransa’da hükümetin oylama yapmadan meclisten geçirmeye çalıştığı yeni çalışma yasasına karşı işçilerin mücadelesi devam ederken sendika grevleri gücünü artırarak büyüyor. Ülkenin en büyük işçi konfederasyonu CGT’nin kendisine bağlı enerji sendikalarına yaptığı iş bırakma çağrısı sonucu greve gidileceği belirtilen 16 nükleer santralin 12’sinde üretim düşürülmüş durumda ve bazılarında şalterler kapanmaya başladı bile. Ülkede 8 rafinerinin hepsinde ise grev var. Yürüyüşlere 100 binden fazla insanın katılması ve hükümete olan öfkenin her geçen gün artmasıyla beraber sendikaların taleplerinin dikkate alınacağı açıklaması yapılsa da Başbakan Valls her defasında geri adım atmayacaklarını söylüyor. Tasarı Haziran ayı ortasında Senato’da görüşülecek ve sendikalar 14 Haziran gününü “milli eylem günü” ilan etmiş durumda. Bu grevlerin Fransa’da Haziran ayında yapılacak Avrupa Futbol şampiyonasını da etkilemesi bekleniyor.
Fransa’da son günlerde yaşanan bu deneyimler bizlere neoliberal politikalar karşısındaki en önemli gücün işçi sınıfı olduğunu bir kez daha gösterdi. Özellikle vahşi enerji politikalarının ve buna bağlı olarak ekolojik yıkımların önüne yine işçi sınıfının mücadelesiyle geçileceği gözler önüne serildi. Söz konusu üretim ve enerji olunca egemen sınıf korkusunu gizleyemez durumda. Ekonomi politikalarının altında yatan kirli enerji yatırımları “büyümelerinin” birincil faktörü olduğundan enerji sektöründeki herhangi bir grev dalgası, kurdukları düzenin çatırdamasının da en önemli faktörlerinden. Dolayısıyla kapitalist enerji politikalarına karşı en büyük kozumuz sınıf mücadelesi. Kapitalizmin her geçen gün dünyanın zenginleri ve yoksulları arasındaki uçurumu daha da derinleştirdiği dünyada çözüm kitlesel antikapitalist mücadeleden geçiyor. Bu sosyal adaletsizliği en çok körükleyen unsurlardan olan iklim krizinin çözümü de, fosil yakıttan bir an olsun vazgeçmeyen egemenlerin santrallerini, nükleer santralleri yerle bir etmekten geçiyor.
11
ÖNE ÇIKAN Onur Devrim
RAKKA SEFERİ: ABD-YPG İŞBİRLİĞİNE HAYIR Ana gövdesini PYD bağlantılı YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDF) IŞİD’in fiili olarak başkenti olan Rakka’ya yönelik bir operasyona başladı. 21 Mayıs’ta başlayan operasyona ABD ordusuna bağlı özel harekât güçleri de katılıyor. Operasyon öncesinde ABD’nin Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya’daki güçlerinin bağlı olduğu CENTCOM’un başında bulunan General Joseph L. Votel Kobane’de Kürt yetkililerle görüştü. SDF Rakka’nın 37 kilometre yakınına kadar gelmiş durumda, IŞİD ise sivillerin şehri terk etmesine izin vermiyor ve onları canlı kalkan olarak kullanıyor. Ortadoğu’da ABD askeri müdahalelerinin uzun bir tarihi var. Birinci Körfez Savaşı’ndan, Irak işgaline ABD müdahalesi her zaman “meşru” ve “insani” gerekçeler öne sürülerek yürütüldü. Ancak bu müdahalelerin her biri bölgenin daha da istikrarsızlaşmasına, mezhepsel ve etnik temeller üzerinden daha çok bölünmesine neden oldu. İran’a karşı Saddam Hüseyin’i destekleyen ABD, daha sonra yine “özgürlük” bahanesiyle Saddam Irak’ına savaş açtı. Felluce gibi kentler ABD tarafından yerle bir edildi. 2003’deki Irak işgalinin ardından ABD tarafından başa getirilen Maliki rejimi mezhepçi politikalar güttü. Bütün bu yıllar boyunca ölen, aç ve ilaçsız kalan ise Irak halkı oldu. IŞİD işte böyle bir ortamda büyüdü. Hedefine bir süredir Esad rejimindense IŞİD’i yerleştiren ABD ile IŞİD’in Kobane’de vahşice saldırdığı YPG şartların zorlamasıyla yakınlaştı. Ancak Rakka’ya yönelik ABD-YPG operasyonu bundan fazlası anlamına geliyor. Daha önce defalarca Kürt halkına ihanet eden ABD’nin YPG ile giriştiği ortaklık, geçici ve pragmatiktir. IŞİD’in zayıfladığı bir Suriye’de ABD, Kürt halkını değil bölgesel çıkarlarını düşünecektir. IŞİD’in gerçekten yenilmesinin tek yolu tüm uluslardan ve mezheplerden Suriyelilerin hem Esad rejimine hem de IŞİD ve benzeri mezhepçi çetelere karşı birleşik mücadelesi. YPG’nin, Mart ayındaki ateşkesin ardından yok olmadığını binlerce kişilik eylemlerle kanıtlayan Suriyeli devrimciler dışında gerçek bir müttefiki yok. Ancak bu iki gücün birliği özgür bir Suriye’yi ve özgür bir Batı Kürdistan’ı sağlayabilir. 2 Haziran Perşembe Saat:19,00
HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ
KATİLİN AVUKATI Ugandalı Jesca Nankabirwa 2014’te, E.D. tarafından camdan atılmıştı. Katil geçen hafta görülen duruşmada 25 yıl hapis cezası aldı. Jesca cinayetinin cezasız kalmaması iyi bir gelişme. Ancak yargı hemen her kadın cinayeti davasında olduğu gibi katile ‘iyi hal’ indirimi vermeyi yine ihmal etmedi. Bu haftanın cinsiyetçisi, katil E.D.’nin avukatı. Gerçi avu-
katın savunmasını okuyunca fark edeceksiniz ki, kendisini sadece cinsiyetçi ilan ederek haksızlık ediyoruz.
AVRUPA’DA FAŞİST PARTİLERİN YÜKSELİŞİ VE İŞÇİ HAREKETİ
“Niye tasarlayarak öldürsün, sevgilisi değil sonuçta”,
Meltem Oral Leylek Cafe, Beyoğlu
“Kör ölür badem gözlü olur”, “Biz yaratılanı yaratandan
lllllllll
dolayı seviyoruz, siyah olmuş bizim için önemli değil”,
5 Haziran Pazar - 16:00
“Asıl bunların yurtdışından gelmesine yardımcı olanlar tutuklanır” gibi ifadelerle müvekkilini savunan avukat, “siyahlar dünyanın en güçlü insanları” diyerek Jesca’nın balkondan atılamayacağını iddia etti. “Jesca neden kendisini camdan atsın” sorusuna ise “Tabii ki müvekkilimde erkeklik gururu var” dedi. Katilin kendisini “istesem atardım zaten” diyerek ‘savunduğunu’ da belirtmeden geçmeyelim.
MARKS’IN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞI Ferda Keskin, Kadıköy Moda Sahil’de Marksizm Atölyesi - Sandviçini, içeceğini al gel! lllllllll 2 Haziran Perşembe 19.00, TÜRCÜLÜK VE SINIFLI TOPLUM İdil Ügüt, Ehibba Cafe, Fatih
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KADIN DÜŞMANI YASAYA HAYIR! ELÇİN POYRAZ
Yaklaşık iki hafta önce açıklanan TBMM Boşanma Komisyonu raporu, gerek komisyonun işleyiş şekli gerekse raporun içeriği bakımından kadın örgütlerince oldukça tepki topladı. Rapor, tüm rakamlar aksini gösterse de Türkiye’de boşanmaların arttığı ön kabulüyle ailenin korunmasına odaklanıyor. Kadın, aile içine tekrar hapsedilirken, buna karşılık bireysel vakalara indirgenen erkek şiddetinin toplumsal yönü görmezden geliniyor. Böyle bir çerçeveyle hazırlandığı için rapor, cinsiyet eşitsizliği ve kadına yönelik şiddet konularına çözüm bulmaktan uzak. Hatta rapor, kadın sorununu “ailenin korunması” gibi sağ muhafazakar politikalar için araçsallaştırıyor. 479 sayfalık rapor oldukça yoğun, kamuoyuna ilk olarak yansıyan öneri başlıkları ise şöyle: • Rapordaki muğlak “Evlenmeyle sonuçlanan çocuğun cinsel istismarı suçu” ifadesinden dolayı haklı olarak yanlış anlaşılan çocuk evlilikleri hakkındaki öneride, evlilik yaşının 18’e çekilmesi önerilmediği için çocuk evlilikleri teşvik ediliyor.
• “Aile Danışmanlığı Merkezleri” açılması için kanuni düzenlemeler yapılmasını öneren rapor, burada hizmet edecek görevlililerin “milli kültüre duyarlı” kişiler olmasını salık veriyor. Ayrıca kime ne avantaj sağlayacağı açık olan dini rehberlik geliyor. • Ömür boyu olan yoksulluk nafakasını süreli hale getirmeye çalışan komisyon, erkeklerin mağdur olduğundan yakınıyor. Şu anda zaten yoksulluğun bitişi tespit edildiğinde süreli hale getirebilen nafakanın kaybı, hangi önlemler alınırsa alınsın, kadınları açlığa ve yoksulluğa sürüklemek demek. Ayrıca kadınlar eşin vefatıyla alacağı %50 miras hakkını da kaybediyor. Çoğu evlilikte mal varlığının erke-
ğin üstüne yapıldığını hatırlayalım. • Şiddet uygulayan ve evden uzaklaştırma kararı verilen kişinin çocuklarıyla ilişki kurabilmeleri için mevzuatta düzenleme yapılması öneriliyor. Buna ek olarak şiddet uygulayan erkeklere rehabilitasyona gitmesi kaydıyla sığınma evi hakkı tanınıyor! Kadın sığınma evlerinin hali ortadayken böyle bir öneri yapılmasının saçmalığı bir yana, erkek şiddetini bireysel vakalara indirgeyen bir yaklaşım göze çarpıyor. • 6284 sayılı kanunda koruyucu tedbir kararı için delil veya belge aranmaması gerektiği yazıyor. Raporda, kanunda değişikliğe gidilerek 15 günden uzun koruma kararları için şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranması gerektiği söyleniyor. • Rapor, şiddet içermeyen boşanma davalarında arabu-
luculuk hizmetinin getirilmesini salık vermekte. Üstelik sadece boşanmayı kolaylaştırmaya değil, boşanmayı engellemeye yönelik olacak bu hizmeti hakimin kanaatine bırakıyor. Cinsiyet eşitsizliğine dayanan bir dünyada nasıl bir arabuluculuk olacak sorusu bir yana, rapor “şiddet harici” ifadesinden hemen sonra “mağdurun talep etmesi halinde şiddet uygulayanla bir araya getirilerek basit ve tekerrürü olmayan şikâyetler için çözüm bulunması” diyerek nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor! • Mahpusun ‘tıbbi tedaviye’ tabi tutulmasına izin veren 108. maddeye atıfla, cinsel suçlardan hüküm giyenlerin cezası sırasında rehabilitasyondan geçirilmesi önerisi kadın örgütlerince haklı olarak hadım cezası olarak yorumlanıyor. Toplumsal linç kültürünün yansıması, kıssasa kısas ve bedensel dokunulmazlığın ihlali demek olan hadım cezası uzun zamandır AKP’nin hayallerini süslemekte.
20 HAZİRAN DÜNYA MÜLTECİLER GÜNÜ’NDE DÖRT ŞEHİRDE SOKAKTAYIZ!
AB ANLAŞMASI ÇÖPE, MÜLTECİLER HOŞGELDİNİZ! İstanbul, Tekirdağ, Ankara, İzmir
20 Haziran Pazartesi Antikapitalistler