DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
567
7 Haziran 2016 2 TL. sosyalistisci.org
ERDOĞAN: “EKSİK”, “YARIM, “KAN TESTİ”...
CİNSİYETCİLİK IRKCILIK , ,
İNSANLIK SUCUDUR , ATİLLA DİRİM: SOYKIRIM TASARISI GEÇTİ, İNKARCILAR PANİKTE! sayfa 3
AVUKAT DİREN CEVAHİR ŞEN: “GECELERİ, SOKAKLARI, MEYDANLARI BIRAKMAYACAĞIZ” sayfa 5
OZAN TEKİN: SURİYE’DE SAVAŞI DİPLOMASİ DEĞİL DEVRİM BİTİRECEK sayfa 6-7
NURAN YÜCE: ÇED DÜŞMANI HÜKÜMET sayfa 11
2
GÜNDEM
MİLYONLARIN SEÇME HAKKINA DOKUNMAYIN! Ne kadar darbeci, Ergenekoncu varsa tümünü saflarında örgütleyen Vatan Partisi’nin günlük gazetesi olan Aydınlık, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının ele alınacağı günü iple çekiyor. Geri sayım yapıyor. Mecliste bir şiddet fırtınasıyla ve CHP ve MHP’nin AKP’ye komisyonda verdiği destekle gündeme gelen, Meclis Genel Kurulu’ndan geçen dokunulmazlıklarla ilgili yasanın uygulanması açısından geri sayım başladı. Esas meselesi, herkesin kesinlikle emin olduğu gibi HDP’li vekillerin dokunulmazlığını kaldırmak olan yasa değişikliği tam bir sahtekarlık örneği. Öncelikle, HDP’li vekillere zaten dokunuluyor. HDP’li vekillere polis saldırıyor, HDP’li vekiller gaz bombasıyla vuruluyor, HDP’li vekillerin doğduğu köye girişine izin verilmiyor. Bu açıdan HDP’li vekillerin dokunulmazlığının olduğunu söylemek mümkün değil. Dokunulmazlığı kaldırılmak istenen vekiller bundan sadece bir yıl önce 6 milyon, yedi ay önce ise 5 milyon oy aldılar. Milyonlarca insanın oy verdiği partinin vekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak, seçme ve seçilme hakkını gasp etmektir. Halkın siyasi eğilimlerini sandıkta seçimlerde özgürce ifade etmesinin engellenmesidir. Söz konusu olan HDP’li vekiller olduğu için, dokunulmazlıkların kalkması, devletin savaş politikalarını derinleştirmesi anlamına geliyor. Demokrasiyi gasp etmeyin! Milyonlarca seçmenin iradesini yok saymayın! Nefret yüklü savaş politikalarına son verin! Ölüm değil çözüm istiyoruz. Dokunulmazlıkların kalkması çözüm değil ölüm yönünde atılacak bir adımdır.
45 MİLYON KİŞİ KÖLELİK KOŞULLARINDA ÇALIŞIYOR Avustralya merkezli Walk Free Foundation’ın yaptığı araştırmaya göre tüm dünyada 45 milyon kişi modern kölelik koşullarında yaşıyor. Modern kölelik koşullarının etkili olduğu ülkelerin başında Hindistan, Çin, Pakistan, Bangladeş ve Özbekistan geliyor. Raporda modern kölelik “Bir kişinin sömürü amacıyla bedeni üzerindeki ve çalışıp çalışmama kararı hakkındaki özgürlüğünün elinden alınması” şeklinde yapılıyor. Rapora göre Türkiye’de de 480.000 kişi yukarıdaki tanımın sınırları içinde bulunuyor. Modern kölelik kavramında kişinin borçlandırılma, şiddet, özgürlüğün kısıtlanması gibi yollarla çalıştığı işi bırakması engelleniyor. Kişiler çok uzun saatler, çok kötü koşullarda düşük ücretlere çalışmak zorunda bırakılıyor. Rapor modern köleliğin en az Avrupa’da olduğunu söylerken bu veride mültecilerin dahil edilmediğini belirtiyor. Kapitalizm, emek pazarında ücret ve çalışma şartlarının, diğer tüm pazarlar gibi arz ve talebin çakıştığı noktada, hem işçinin hem işverenin çıkarına bir orta noktada oluşacağını anlatıyor. Oysa gerçek tam da bu raporda belirtildiği gibi. Köleliği kaldırmakla ve insanlığı özgürlüğe kavuşturmakla övünen kapitalizm ve liberalizm yanlısı ideologlar bu rapordaki resmi görmezden geliyorlar. Oysa milyonlarca örgütsüz insan, son derece sıkı bir şekilde örgütlenmiş sermaye karşısında korumasız bir durumda iş bulmaya çalışıyor. Kapitalizmin bu yapısı, bu eşitsizlik durumu modern köleliği, insan onuruna aykırı çalışma koşullarını kapitalizmin değişmez bir gerçeği haline getiriyor.
SAVAŞIN BİLANÇOSU AĞIRLAŞIYOR KEMAL BAŞAK
Türk devletinin çözüm masasını devirmesinin ardından geçtiğimiz yıl yeniden başlattığı savaşta ölü sayısı her geçen gün artıyor. IÇatışmaların önemli bir kısmının Kürt şehirlerinin merkezlerinde gerçekleşmesi, Türk güvenlik güçlerinin kasıtlı olarak hedef alması sonucunda, çocuk-yaşlı-hamile-genç beş yüz sivil de hayatını kaybetti. Şehir merkezlerindeki operasyonların ardından özel harekat güçlerinin servis ettiği görüntüler ise yıkımın ve barbarlığın boyutunu ortaya koyuyor. Binlerce yıllık tarihsel doku ile birlikte yaşam alanları olan binalar günlerce süren bombardımanlar sonucunda moloz yığınına dönüşmüş, bir milyonun üzerinde insan evlerini terk etmiş / evsiz kalmış durumda. Yeni savaş konsepti devrede İktidar partisinin medyadaki sözcüleri PKK’ye karşı sürdürülen savaşın daha fazla yoğunlaştırılacağı mesajını veriyor. Hürriyet gazetesinde yazan Abdülkadir Selvi, şehirlerdeki çatışmaların devam edeceğini, ama esas büyük savaşın kırsalda gelişeceğini “fısıldayarak”, 90’ların “düşük yoğunluklu savaş” konseptinin “önleyici vuruş” konsepti ile kat be kat aşılacağının sinyalini verdi. Yine, iktidarın yayın organı Sabah gazetesi, PKK’lilerin kırsal alanda, şehirlerde, geçiş noktalarında ve sınır dışındaki bölgelerde mevcut güçlerinin toplam sayısını otuz iki bin olduğunu, bütün bu güçlerin bulundukları yerde “imha edilmek üzere” planların yapıldığını, operasyonların önümüzdeki günlerde başlayacağını yazdı. Diğer taraftan yeni savaş konseptinin sadece askeri alanla ve 1990’lı yıllardan beri uygulanan psikolojik savaş /
REWHAT
“kaybederek infaz” yöntemleriyle sınırlı olmadığının göstergeleri de ortaya çıkmaya başladı. Ağır bombardımanla enkaz haline getirilen şehirlerin ve köylerin yeniden inşa sürecinde Kürt nüfusun azaltılması, boşaltılan yerlere etnik çatışmayı körükleyecek biçimde Kürt olmayan nüfusun yerleştirilmesi Bitlis’te başladı. Bursa’dan getirilen Ahıskalılar Bitlis’in boşaltılan köylerine yerleştirildi. Aynı uygulamanın Sur, Cizre ve Nusaybin için düşünüldüğü sır değil. Türk devleti defalarca savaşı derinleştirerek, “özel savaş” yöntemlerini uygulayarak PKK’yi imha etmeyi denedi. Savaşın en yoğun şekliyle yaşandığı 1990’lı yıllarda otuz binin üzerinde gerilla, on binin üzerinde sivil öldürmesine rağmen istediği sonucu alamayan devlet, siyasi bir sorunla karşı karşıya olduğunu ve siyasi sorunun imha siyasetiyle çözülmeyeceğini anladı. Savaş politikalarını uygulayan partiler bölgede tabela partisi haline geldi. Diğer partilerin aksine çözüm yönünde ciddi olduğu görüntüsü vererek Bölge’de büyük bir güce ulaşan AKP, oyalama taktikleri ile vakit geçirdikten sonra yeniden savaşı başlattıktan sonra bu gücünü kaybetti. Savaş koşullarında yapılan 1 Kasım 2015 seçimleri, Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehirlerde AKP’nin ciddi oranda gerilediğini teyit etti. Kürt halkı direnerek bugünlere geldi, devletin şiddetin dozunu arttırması bu direnişi kıramayacak, Türk devleti istediği sonucu yine alamayacak. Ancak, çatışmayla geçen her gün acıyı derinleştiriyor, Kürt halkı ile Türkiyeli emekçilerin arasını açıyor. Türk devletinin savaş politikalarına karşı devlet yetkililerini yeniden ve acil olarak müzakere masasına oturtmak için verilecek mücadele bu açıdan önemli.
GÜNDEM
İNKARCILAR PANİKTE
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
KÜRT SORUNUNUNDAN 1915’E BAKMAK Almanya’da parlamento soykırım kararını tanıdı ya; Türkiye’de ırkçılık nerelere, hangi derinliklere nüfuz etmişse oralardan taştı. İktidarın nimetlerine geç hem de çok geç ulaşanlar kalabalığı, siyasi pozisyonlarını, gazete köşelerindeki yerlerini, tv yorumculuklarını kullanarak Almanya hakkında, tasarıyı meclise sunanlar hakkında, sunanlar arasında yer alan Türkler hakkında söylemediklerini bırakmadılar. İktidara ya da köşe yazarlığına yürürken, “Ermeni
100 yıllık soykırıma karşı Türkiye’deki hesaplaşma iradesini, 24 Nisan kitlesel anmaları ve 2015’te büyük toplumsal destek bularak kazanan Kamp Armen direnişi ortaya koydu.
Almanya parlamentosunda Ermeni soykırımının tanınmasıyla kanun tasarısı yasalaştı. Başbakan Merkel ile Dışişleri Bakanı Steinmeier'in katılmadığı oylamada, 1 ret ve 1 çekimser oya karşılık ezici sayıda evet oyuyla tasarı kabul edildi. Kanun metninde Yahudi Soykırımı'na sık sık atıfta bulunulurken, Almanya'nın Ermeni Soykırımı'ndaki sorumluluğuna vurgu yapılıyor ve Türkiye tarafı o dönemin tehcir ve katliamları ile açık bir şekilde yüzleşmeye teşvik edilirken, Ermeni halkı ile barışmak için gereken zeminin temelini atılması öngörülüyor. Yerli ve milli çaresizlik Almanya'nın Ermeni Soykırımı'nı resmen tanıması, Türkiye'de yerli ve milli koalisyonunda şaşkınlığa ve paniğe neden oldu. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali olmak üzere, kabinenin bütün üyeleri Ermenilere, Almanlara ve Almanya parlamentosundaki Türkiye kökenli milletvekillerine kin ve nefret kusmaya başladılar.
ağzından çıkan Nazi çocukları kelimelerinin yankısı dinmeden, Nazilerin yöntemlerini kullanmayı önerdi. Gündelik siyasette birbirlerinin rakibiymiş gibi görünen egemen sınıfın üç partisi AKP, CHP ve MHP, Kürtlere karşı açılan savaşta olduğu gibi, Ermeni Soykırımı konusunda da yerli ve milli koalisyonu bozmayarak, birlikte ortak bir soykırım inkârcısı metin kaleme aldılar. HDP bu ırkçı ve milliyetçi metne imza vermedi. Milliyetçi hamaset açıkta Başbakan Yıldırım Binali ise oylamanın ertesi günü Azerbaycan'a gitmeden önce yaptığı açıklamada, şov perdesini biraz aralayarak gerçeklere de temas etti. Erdoğan'ın oylamadan sonra "ilişkilerimiz etkilenecek" demesine rağmen, Binali Azerbaycan'a
Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından Burhan Kuzu,"Alman gavuru yaptı yapacağını" diyerek ırkçılıkta yeni bir çığır açarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan Almanya parlamentosunda yer alan Türkiye kökenli milletvekillerinin "kanlarının laboratuarda incelenmesi" gerektiğini söyleyerek,
gitmeden önce "Almanya ve Türkiye iki önemli müttefik. Bu karar ile birdenbire Almanya ile ilişkilerimizin kötüleşmesini kimse beklemesin” şeklinde karşılık verdi. Berlin'deki büyükelçinin sözde istişarede bulunmak üzere Ankara'ya çağrıldığı Almanya, Türkiye'nin en önemli ticaret ortaklarından biri. Türkiye'de içlerinden bir kısmı dünya devi olan binlerce Alman şirketi faaliyet gösteriyor ve Almanya Türkiye'de üretilen ürünlerin ana alıcılarından biri. Bunları çok iyi bilen Binali Yıldırım, ilişkilerin bozulmasının mümkün olmadığını üstü kapalı bir şekilde itiraf etti. Türkiyeli ırkçılar bu şoku üzerlerinden atmaya çalışırken, Almanya parlamentosu milletvekili Cem Özdemir, çok sayıda ölüm tehdidi aldığını belirtti.
MİLLİYETÇİLİK YERLERDE SÜRÜNÜYOR
Almanya'nın Ermeni Soykırımı'nı resmen tanımasının ardından milli-yerli ittifakının sözcüleri kin ve nefret kusmaya başladılar, ancak ırkçı hezeyanları sokağa yansımadı. İstanbul, İzmir ve Ankara'da bir avuç ülkücü faşist Almanya temsilciliklerinin önüne bu ülkeyi protesto ederken, İstanbul'dakiler Almanya Başkonsolosluğu'nun önünde mehter marşı çaldılar. Yine
bu üç şehirde, Vatan Partisi üyesi birkaç ırkçı yine aynı yerlerde gösteriler düzenlediler. Adıyaman'da da birkaç muhtarın Cem Özdemir ile Angela Merkel'in resimlerine tükürmesi dışında, kitlesel gösteri yok denecek kadar azdı. Yerli-milli ittifakının sözcüleri, tüm çabalarına rağmen nefretlerini sokağa yansıtamadılar.
soykırımı vardır” diyenler, şimdi iktidarın bir parçası haline gelmişken, sorunu, en iyi ihtimalle tarihçilere bırakmak gerektiğini söyleyebiliyor. Erdoğan, kan testi ister hale geldi, bu köşe yazarları, Erdoğan kan testi ister hale geldiğinde, bu lafı emir telakki edip kan testi laboratuvarı kurmaya girişecek kadar kendilerini kaybetmiş durumdalar. Bu insanların birden bire geçmişleriyle övündüklerini de keşfettiğimiz, alabildiğince yerli ve milli günlerden geçiyoruz. Bu nedenle, Bekir Bozdağ, “bizim geçmişimizde insanları diri diri yakmak yoktur” dediğinde, bugün yerli ve milli bir tarih anlatısıyla geçmişi sahiplenme çabasının, tarihi yeni baştan ve yalanlar üzerinden yeniden kaleme alarak yapıldığının da kanıtı oluyor. Bu olabilir. Devlet, yeni bir tarih yorumuyla Türkiye Cumhuriyeti tarihini, devletin şefkatli elleriyle vatandaşlarını pamuklara sardığı
apak bir tarih
olarak yeniden yorumlayabilir. Fakat dünün darbelere karşı yürüyüşlere katılan mağdurları bugün tarihin yeniden yazımının baş aktörlerine dönüşünce komik oluyor. Bu darbe karşıtı yürüyüşlerde, “Ermeni katliamı! Bir daha asla!”, “6-7 Eylül! Bir daha asla!”, “Dersim katliamı! Bir daha asla!”, “Rum sürgünü! Bira daha asla”, “27 Mayıs! Bir daha asla!”, 12 Mart, 12 Eylül! Bir daha asla!”, “Diyarbakır cezaevi! Bir daha asla!” sloganlarını hep beraber atmıştık. Alman parlamentosuna, orada alınan Ermeni soykırımıyla ilgili karara kızmayın! Kendinize kızın! Diyarbakır zindanlarında 12 Eylül darbesinin ardından o işkenceleri yapan devlet, bu terbiyesini nereden alıyor? Cizre’de bodrumlarda yakılan Kürtlere böylesi bir vahşeti uygulama cesaretini nereden buluyor?
HAFTANIN IRKÇISI
ERDOĞAN: BUNLARIN KANLARINI…
Almanya parlamentosunda Ermeni Soykırımı’nı tanıyan bir kanun tasarısının kabul edilmesinden sonra, ırkçı koro hep bir ağızdan inkâr ve nefret şarkıları söylemeye başladı. Alman gâvuru diyenden tutalım da, Hitler’in çocukları
diyene kadar kin ve nefretlerini Almanlara ve Ermenilere yönelten ırkçıların bir başka nefret objesi de, başta Cem Özdemir olmak üzere Almanya parlamentosundaki Türkiye kökenli vekiller oldu. Bu vekillere yönelik en korkunç konuşmayı, 5 Mayıs pazar günü Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde Erdoğan yaptı. Erdoğan, bu vekilleri kast ederek “Ama işte çıkıyor bir ukala bir şey hazırlıyor sunuyor, birileri de diyor ki güya Türk, ne Türk’ü be? Bunların kanının laboratuar testinden geçmesi lazım” dedi. Bu sözleriyle Erdoğan açık ara haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
Sadece cesaret değil! İnkârcılık da tarihsel köklere sahip devlette. Ermeni soykırımını inkâr etmek öyle bir yetenek kazandırmış ki, insan öldürüp “ben yapmadım” demek, insan yakıp “bizim geçmişimizde insan yakmak yoktur” demek hızlıca söylenip halledilebiliyor. Geçmişin kanlı mirasından kopmak, bugün kanlı bir miras biriktirmeye de engel olabilir. İttihat ve Terakki’nin soykırımını sahiplenmeniz gerekmiyor. Sahiplenmediğiniz bir an olabilmişti. O anı hatırlamaya çalışın. Biraz utanabilirsiniz belki ama olsun, çabalayın yine de.
4
DÜNYA
FRANSA: MÜCADELE DEVAM EDİYOR
Grevci işçiler, enerji ve sanayi üretimiyle malların dağıtımını durduruyor.
Fransa’da merkez solcu Sosyalist Parti hükümetinin ülkedeki İş Yasası’nda getirmeye çalıştığı değişikliklere karşı mücadele sürüyor. Petrol rafinerilerinde çalışan işçilerin greve gitmesiyle başlayan petrol sıkıntısı devam ediyor. Polis rafinerilerin yollarını bloke eden işçilere acımasızca saldırırken, hükümet de stratejik petrol rezervlerini kullanmaya başladı. Hükümet petrol ithal etmeye çalışınca petrolün ülkeye gireceği La Havre’deki işçiler de greve gitti. Nükleer santral işçileri de grevde. Nogent-sur-Seine nükleer santralinde üretim yarıya düştü. Paris’teki otobüs şoförleri Perşembe günü greve başlarken, liman işçileri yürüyüş yaptı. Üstelik önümüzdeki günlerde greve katılacak işçiler de var. Demiryolu işçileri Euro 2016’da ulaşımı felç etmek için 10 Haziran’da greve gidecek. Sendikalar 14 Haziran’da Paris’te merkezi bir gösteri çağrısı yaptı. Fransa işçi sınıfının 1936, 1968 ve 1995’teki kitlesel grev ve gösterilerle kazandığı haklar Avrupalı patronlar açısından yok edilmesi gereken bir istisnayı temsil ediyor. Fransa’daki sağcı gazeteler artık dünyanın değiştiğini, sendikaların KÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral
ORTADOĞU’DA SAVAŞ DERİNLEŞİYOR Rakka, neredeyse iki yıldır IŞİD’in kontrolünde olan önemli yerlerden bir tanesi. Bir süredir Rakka’nın IŞİD’den alınması için Koalisyon güçleri tarafından operasyon başlatılmakta olduğu söyleniyordu. ABD’nin bombardıman gücü desteğiyle YPG’nin, Rusya’nın bombardıman gücünün yardımıyla da Esad’ın Suriye Ordusu’nun ‘Rakka’ya ilerlediği’ haberleri gün aşırı çıkmaya başlamıştı. Hafta sonundan itibaren bu operasyonun iki koldan başladığı söyleniyor. Benzer şekilde IŞİD’in önemli merkezlerinden biri olan Felluce’ye de, ABD tarafından eğitilmiş Irak ordusu askerleri, İran’ın askeri desteğiyle saldırmaya başladı. IŞİD gibi bir baş belasının varolmasının temel nedeni olan emperyalizmin askeri müdahalelerinin, IŞİD’i gerilet-
ülkeyi rehin aldığını, emek piyasasında esnekliğe gidilmesini gerektiğini anlatıyor. Sağ hükümetler bu hakları gasp edemeyince bu görevin verildiği Sosyalist Parti hükümeti arada kalmış durumda. Bir yandan kendi seçmeninden ve parti içi muhalefetten yasanın kaldırılması basıncını yerken, diğer yandan patronlar ve sağcı muhalefet yasadan taviz verilmemesi gerektiğini savunuyor. Bu yüzden Sosyalist Parti, yasayı parlamentonun alt kanadından oylama olmadan geçirip, sendikalarla uzlaşmak için bazı maddelerden vazgeçerken Senato’daki oylamada sağ bu maddeleri yeniden tasarıya eklemeye çalışacak. Sosyalist Parti sendikalara kısmi tavizler vererek onları bölmeye bazı sendikaları hükümetle işbirliği konumuna itmeye çalışıyor. Medya kuruluşları ise tüm öfkelerini mücadeleye öncülük eden CGT üzerine yoğunlaştırarak, grevi kırmaya çalışıyor. 10 Haziran’da başlayacak olan Euro 2016 sadece futbol takımlarının değil, hükümetin ve işçilerin de karşı karşıya geldiği önemli bir mücadeleye sahne olacak.
ABD: VERİZON İŞÇİLERİ GREV YAPTI, KAZANDI! Amerika’da son yılların en büyük grevlerinden biri işçilerin önemli kazanımlarıyla sonuçlandı. Telekomünikasyon hizmetleri veren Verizon şirketinin 39.000 işçisinin sürdürdükleri 45 günlük grevin ardından sendikalar ve şirket arasında anlaşma sağlandı. Şirket çalışanlarının maaşları yüzde 10,5 arttırılacak. Verizon işçilerinin en önemli talebi şirketin işçi almaktan kaçınmak için işçileri iki aylığına başka eyaletlerde görevlendirmesine son verilmesiydi ve bu talep kazanıldı. Verizon zorunlu fazla mesailerin azaltılması için 1.500 işçi almayı kabul ederken, emekli maaşlarında kesintiye gitmekten de vazgeçti. Ancak sendika bürokrasisi de bazı tavizlerde bulundu. Şirketin önerilerinden olan sağlık sigortası içinde işçilerin ödediği payın arttırılması kabul edildi. Grevlerin 1970’lerin sonundan beri giderek azaldığı ABD’de Verizon grevi işçi sınıfının gücünü nerden aldığını hatırlatması açısından da önemliydi. Greve dışarıdan önemli destek sağlanırken ABD Başkan adaylarından Bernie Sanders da greve destek olmuştu.
MÜLTECİLER: BİR HAFTADA 700 ÖLÜM Başta Suriye’deki savaştan kaçanlar olmak üzere Avrupa’ya gitmeye çalışan binlerce mülteci Akdeniz’de ölmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler’in geçen hafta yaptığı açıklamaya göre bir haftada 40’ı çocuk en az 700 kişi Akdeniz’de boğularak hayatını kaybetti. Başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere ülkelerin kara üzerinden batıya geçişi kapatması ölümlerin artmasındaki en büyük etken. Yazın gelmesi ve kara yolunun kapalı olması yüzünden binlerce kişi Libya’dan derme çatma teknelerle İtalya’ya ulaşmaya çalışıyor, pek çok tekne İtalya’ya gelmeden alabora oluyor. Mültecilerin yaşadığı zorluklar Avrupa’ya ulaşınca bitmiyor. Son altı ayda pek çok ülke sınır güvenliğini arttıran, mülteciler konusunda daha sert önlemler alan bir dizi yasa geçirdi. İngiltere’deki sağcı hükümetin göçmen yasasında yaptığı değişiklikle sınır polislerine daha fazla yetki verdi. Fransa’daki Calais şehrine gelen binlerce kişi buradan İngiltere’ye geçmeye çalışıyor.
mek konusunda ne kadar başarılı olabileceği sorusu bir kenara; zaten emperyalistlerin orada ne işi var sorusunu sormak gerekir.
duğu biliniyor. Karadan askeri bir harekatla askerlerini yığmamış olsa da, bu özel kuvvetler doğrudan sıcak çatışmalarda yer alıyorlar.
ABD ve Rusya’nın bombalarını Ortadoğu halklarının ‘kurtarıcısı’ olmak için atmadığı gün gibi ortada. Kilometrelerce uzaklıkta oturduğu yerden, emperyalistler IŞİD’i bombalıyor diye sevinen ve Suriye halkının da buna sevinmesi gerektiğini düşünenler saçmalıyor. Hafta sonu yapılan operasyonlar sırasında Rusya ve Esad güçleri vakum ve varil bombalarıyla sivilleri katletmeye devam etti.
26 Mayıs’ta Obama tarafından, 3 Amerikan personelinin çatışmada öldüğü açıklandı. Birkaç gün sonraysa biri Suriye diğeri Irak’ta olmak üzere, özel kuvvetlerden 2 askerin ağır yaralandığı açıklandı. Böylece ABD askeri birliklerinin bölgedeki operasyonlarda, doğrudan çatışmalara katıldığı resmen kabul edilmiş oldu.
ABD Irak ve Suriye’deki bu etkin askeri müdahaleleri hakkında, oradan geçerken tesadüfen öyle bir bulaşmış gibi davranıyor. Bunda başkanlık seçimi döneminde olması, Irak savaşında alınan yenilginin ardından gücünün zayıflaması, İran’la kurduğu yeni ilişkilerden rahatsız olabilecek bölgedeki diğer ittifaklarını gözetmesi gibi nedenler etkili olabilir. Esas mesele, Ortadoğu hiçbir zaman emperyalist güçlerin geçerken uğradıkları bir durak olmadı. Üstelik ABD giderek daha etkin olmaya başladı. ABD ordusundan birtakım ‘özel kuvvetlerin’ bölgede ol-
Bu manzaranın gösterdiği tek şey, Ortadoğu’da savaşın derinleştiği. 2000’lerin başında, Afganistan ve Irak’a yapılan askeri müdahaleler IŞİD’in varlığının temel nedeni. Koalisyona katılan olan Türkiye dahil bütün ülkeler elini Ortadoğu’dan çekmedikçe, IŞİD belası ne yazık ki var olmaya devam edecek. IŞİD kısa vadede askeri olarak yenilebilir ama önemli olan onu yaratan koşulların ortadan kaldırılması. Bu emperyalist müdahalelerle onu yaratan koşullar yeniden üretiliyor. IŞİD’in yenilmesini isteyenler önce emperyalist müdahalelere karşı çıkmalı.
RÖPORTAJ
5
SOKAKLARI, MEYDANLARI, GECELERİ BIRAKMAYACAĞIZ!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, en çok sevdiği konuya döndü ve yine kadınların doğurganlığı konusundaki kanaatlerini gün aşırı kamuoyuyla paylaşmaya başladı. Sürekli olarak doğum kontrolünün ‘soyu kurutmak’ üzere planlanmış hain bir komplo olduğunu anlatan Erdoğan geçen hafta önce ‘Müslüman aile doğum kontrol anlayışı içinde olamaz’ dedi. Ertesi gün de ‘doğurmayan kadın yarım kalmıştır’ diye buyurdu. Geçen hafta açıklanan meclis boşanma komisyonu raporunun üzerine gelen bu açıklamalar kadınların öfkesini katmerlendiriyor. Kazanılmış birçok hakka saldıran komisyon raporu ne öneriyor, uygulamaya geçmesi mümkün mü gibi soruları Avukat Diren Cevahir Şen’e sorduk. Şen ayrıca rapora karşı başlayan kadın eylemliliğinin parçası olan, Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu ve İstanbul Feminist Kolektif aktivisti. Boşanma komisyonu raporunda neler öneriliyor? Çocukların cinsel istismarının ‘rızaya’ dayalı olabileceğini ama yine de suç olarak kalması gerektiğini söyledikten sonra çocuk istismarcısının tecavüz ettiği çocukla 5 yıl boyunca ‘sorunsuz’ ve ‘başarılı’ bir evlilik sürdürmesi halinde denetimli serbestlikten yararlanmasını öneriyor. Eğer istismarı gerçekleştiren de 15 yaşın altında olursa istismar suç olmaktan çıkarılıyor. Bu, ailelerin 15 yaş altı çocuklarını (şimdilik resmi nikahla olmasa bile) fiilen ‘evlendirmelerinin’ yolunu da açıyor. Ayrıca raporda cinsel saldırı, cinsel istismar ve reşit olmayanla cinsel ilişki suçlarında hadım uygulanması öneriliyor. Öneriye göre zaten var olan Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’daki ‘mahpusun tıbbi tedaviye tabi tutulması ve tedavi amaçlı programlara katılması’ maddesi için bir yönetmelik çıkarılarak uygulamaya geçirilecek. 6284 Sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası’nın ‘erkekleri mağdur ettiği’ savunusunu uzun süredir yapan hükümet, bu raporda, yasada kesin olarak yasak olmasına rağmen, boşanma davalarında ve şiddet durumunda uzlaşma ve arabuluculuk yöntemi kullanılmasını öneriyor. 6284 Sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası’nda ‘gecikmesinde sakınca bulunan haller’de kolluk güçlerinin koruma tedbiri alabileceği yazıyor. Rapor ise ‘gecikmesinde sakınca bulunan hal’ tanımını daraltıyor. ‘En azından mesai saatleri içinde mülki amir ve hakimin görevli olması, mesai saatleri dışında ve resmi tatil günlerinde kolluk amirinin görevli olması’ önkoşulu getiriliyor. Yani, karakolların kapıları mesai saatleri içerisinde şiddete maruz kalan kadınlara kapatılıyor. Şiddet durumunda kadına verilecek tedbir sürelerinin ‘kadınlar tarafından kötü kullanıldığı’ ve ‘erkeklerin mağdur edildiği’ iddiasına dayanarak, en fazla 15 gün olarak kısaltılmasını öneriyor. Üstelik, bu karar, kadının ‘belge ve delil sunması’ koşuluna bağlanıyor. ‘Aile mahremiyetinin korunması’ bahanesiyle, aile hukukuna ilişkin tüm davalarda duruşmaların gizli yapılmasını öneren rapor, esas olarak kadın örgütlerini sürecin dışında bırakmak, kadınları yalnızlaştırmak ve zorunlu arabuluculuğa giden yolu açmak için bu öneriyi yapıyor. Rapor, kadınların nafaka hakkını evlilik süresi ile bağlantılandırarak kısıtlıyor. ‘Boşanırsam nasıl yaşayacağım’ diye düşünecek kadınları boşanmadan caydırmaya çalışıyor. Nafaka kısıtlamasıyla yetinmeyen Komisyon, kadınların 1-2 yıl içerisinde mal paylaşımı davası açmazsa haklarını tümüyle kaybedecekleri yeni bir düzenleme öneriyor. Eğer evlilik eşlerden birinin ölümüyle sonlanırsa, sağ kalan eşin sadece kendi miras payını almasını öneriyor. Evlilik süresince edinilen mallar geleneksel olarak erkekler üzerine kayıtlandığı için, bu öneri, eşi ölen
3 çocuk dayatması ve kürtajı yasaklama girişimi gibi, kadın bedenine her türden devlet müdahalesi, karşısında büyük bir mücadele buluyor.
kadınların mal rejiminden kaynaklı paylarını alamayacakları anlamına geliyor.
Bu önerilerin uygulanmaya başlaması olasılığı nedir? Mecliste oylanması mı gerekiyor?
Aile terapisi ve rehberlik hizmetleri verenlerin eğitim alanlarının, psikoloji, psikolojik danışmanlık, rehberlik, sosyal hizmet, çocuk gelişimi ve eğitimi, sosyoloji, hemşirelik, tıp, öğretmenlik alanları ile sınırlı kalmaması, ilahiyat fakültesi mezunlarının da aile danışmanı olarak görevlendirilmesi öneriliyor.
Bu rapor genel kurulda oylamaya açılıp AKP ve MHP oyları ile yüksek olasılıkla kanunlaşacaktır. Çünkü AKP aklı (ve şubesi MHP) tam olarak kadını eve hapsetmeyi ve erkeklere bağımlı hale getirmeyi arzuluyor. Kadın mücadelesinin yükselmesi işlerine gelmediği gibi son günlerde yine hedeflerinde en çok da kadınların olması gibi bir durum da ortada. Dolayısıyla kendi cephelerinden kadınlara güzel bir yanıt vermek isteyeceklerdir de. Bu bağlamda kendilerine yakın kadın kuruluşlarını ve kadınları karşımıza çıkaracaklarını tahmin etmek güç değil. Bu haliyle rapor yasalaşırsa, kadınları bir kuluçka makinesi ve seks objesi olarak görerek bir tür köleleştirmeye çalışan zihniyet için büyük bir kazanım olacaktır.
Milyonlarca kadının esas sorunu olan, kadına yönelik şiddeti önlemek için komisyonun bir önerisi var mı? Komisyon kadına yönelik şiddeti önlemekten uzak olduğu gibi resmen erkek şiddetini teşvik ediyor. Dolayısıyla önleme önerisine sahip olduğunu söyleyemeyiz elbette. Kadınlar aleyhine yeni önerilerin yanı sıra son yıllarda kazanılmış haklara da saldırı var. Bunlardan bahsedebilir misin? Örneğin feministlerin ve kadınların ortak mücadelesinin kazanımı olan 2001 medeni kanun değişikliği ile yasal mal rejimi olarak ‘edinilmiş mallara katılma rejimi’ getirilmiştir. Buna göre, evlilik birliğinin içerisinde edinilen tüm mallar ortaktır. Bu kadını maddi olarak da güvenceye alan, kadın açısından görece daha eşit bir durum yaratan bir uygulama idi. Ancak rapora göre, kadınların 1-2 yıl içerisinde mal paylaşımı davası açmazsa haklarını tümüyle kaybedecekleri yeni bir düzenleme öneriliyor. Ayrıca eşlerden birinin ölmesi durumunda, sağ kalan eşin sadece kendi miras payını almasının önerilmesi de medeni kanunda daha önce kazanılmış haklardan geri adım atılması anlamına geliyor.
Bu rapordaki önerileri nasıl püskürtebiliriz? Kadın örgütlerinin nasıl bir takvimi var? Tabi ki bu aşamada feministlere ve kadın örgütlerine önemli bir rol düşüyor. Muhalefeti, mücadeleyi ve sokağı bırakmamak zorundayız. Zira tüm kazanımlarımızı feminist mücadeleyle, kadınların isyanıyla elde ettik. Feministler hem bu rapora hem de iktidarın kadın düşmanı diğer politikalarına karşı sokakları, meydanları ve geceleri bırakmamakta kararlılar. Geçen hafta Kadıköy’de ve Beyoğlu’nda iki eylem yaptık. Önümüzdeki günlerin hem yerel hem de ortak ve eş zamanlı eylemlilikler bakımından hareketli olacağını ifade edebilirim. RÖPORTAJ: MELTEM ORAL
6 GÜNDEM
SURİYE’DE SAVAŞ VE DEV
ÖNCE İŞGAL SON OZAN TEKİN
Suriye’nin birçok yerinde, rejim güçleri, IŞİD, El-Nusra/ Ahrar uş-Şam gibi diğer İslamcı birlikler, muhalif örgütler ve YPG arasındaki karmaşık ittifaklara ve karşıtlıklara dayanan çatışmalar sürüyor. Halep’in tamamı, Rakka, İdlip, Hama, Humus, Şam ve Lazkiye’nin kırsalları; kısacası Suriye’nin tamamına yakınında savaş devam ediyor. Bu, yoğun bir insanin kriz anlamına geliyor. Halep’in doğusu, Baas rejimi güçleriyle Rus savaş uçaklarının 45 gündür hedefi durumunda. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin “çılgın bombardıman” diyerek tanımladığı bu süreçte, 177’si çocuk olmak üzere en az 470 sivil öldü. Rusya ve rejim, ekmek fırınlarını, hastaneleri, sivillerin Halep merkezinden tek kaçış noktası olan Kastillo yolunu dahi bombalıyor. Benzer şekilde, İdlip’te yalnızca Haziran ayının ilk haftasındaki iki günlük bombardımanda 60 sivil hayatını kaybetti. Suriye halkına bomba yağdıran tek uçaklar Rusya ve Baas rejimine ait değil. ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun Menbic’te Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDF) IŞİD’e karşı kara operasyonuna “destek” verirken gerçekleştirdiği hava saldırısında 15 ila 25 arası sivil hayatını kaybetti. Koalisyonun 2014’ten beri Suriye’de bombalarla öldürdüğü sivillerin sayısı 450’ye yaklaştı. Ateşkese ne oldu? Suriye’de ABD ile Rusya arasında varılan uzlaşmayla 27 Şubat 2016’da yürürlüğe giren muhaliflerle rejim arasındaki “düşmanlıklara ara verme” anlaşması, ülkenin genelindeki çatışma ve ölüm sayısının üçte birine düşmesine neden olmuştu. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi ve Nisan ayının ortasından itibaren eski kanlı denge tekrar geri döndü. Suriye halkının canı, savaşa kendi çıkarları lehine dahil olan ABD ve Rusya gibi büyük emperyalist güçlerin de, İran-Suudi Arabistan-Türkiye gibi bölgesel güçlerin de umurunda değil. Bir kısmı doğrudan katliamlar gerçekleştirerek, bir kısmı ise katliam yapanlara destek verip durumu izleyerek ölümlerde rol oynuyor. Kim, ne istiyor? Suriye’deki savaşa dış güçlerin müdahalesi, uzunca bir süredir ABD ve Rusya’nın başını çektiği farklı emperyalist bloklar arasındaki kutuplaşma üzerinden tarif ediliyordu. Bu durum son iki senedir aşamalı olarak değişti. ABD artık rejimin gitmesiyle hemen hemen hiç ilgilenmeyen bir pozisyonda duruyor. Bu, en önemli derdi rejimin korunması olan Rusya ile görüş ayrılıklarını azalttı. ABD’nin ana hedef olarak IŞİD’in yok edilmesini seçmesi, Rusya ile kısmi bir ortaklığa girmesini sağladı. Öyle ki, Batı’nın desteklediği Suriye Ulusal Koalisyonu’nun başkanı Anas Alabdah bile “Suriye’de siyasi sürecin büyük ölçüde ABD ve Rusya’nın hakimiyetinde olduğunu ve bu tekelin kırılmasının Suriye
2011’de Suriye devrimi, barışçıl protetolarla başlamış, altıncı ayında Suriye ordusunun halka şiddetli saldırısı ile kana bulanmıştı.
halkının isteklerini elde etmesi ve adil bir siyasi çözüme kavuşmasına yardımcı olacağını” belirtmek durumunda kalıyor. Rakka ve IŞİD ABD ile Rusya’nın yakaladığı “uyumun” en net göstergesi ise Rakka. ABD buraya operasyon başlatacağının sinyallerini verdiğinde, Rusya da bunun parçası olmak istediğini açıkça dile getirmişti. YPG’nin hegemonyasındaki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDF) ABD hava desteğiyle Rakka’nın kuzeyine başlattığı askeri harekât oldukça sınırlı kaldı. Kent merkeziyle alakası olmayan bölgelerdeki bazı köyler ele geçirildikten sonra hamle yapılmadı. Bu arada, Baas rejimi ordusu ise Rus hava desteğiyle Batı’dan eyalete girdi.
“kırmızı çizgileri”, YPG öncülüğündeki SDF’nin Fırat’ın Batı’sına geçmesiyle aşıldı. YPG amblemli üniforma giyen ABD askerleri üzerinden diş göstermek isteyen AKP, şimdi Erdoğan’ın “operasyonu gerçekleştiren güçlerin Arap çoğunluktan oluştuğu” ve “YPG’nin daha çok lojistik destek verdiği”ni söyleyerek üstü kapalı onay vermesiyle tükürdüğünü yalamış oldu. Emperyalizm değil dayanışma Emperyalizm kavramı, kapitalist devletler arasındaki rekabeti ve bunun sonucu oluşan yönetme hiyerarşisini tanımlar. Elbette ki tüm küresel ve bölgesel güçler, Suriye üzerinden jeopolitik hegemonya savaşında kendi pozisyonlarını kuvvetlendirmeye çalışıyorlar.
AKP devre dışı
Ancak bir yandan hepsinin ortak amacı, Suriye Devrimi’nin izlerini yok etmek. Hepsi, şubat ayı sonunda sağlanan ateşkes sonucu bombardımanların bir miktar azalmasıyla, ülkenin 100’den fazla noktasında aynı anda gösteri yapan ve hem rejime hem de IŞİD gibi diğer karşıdevrimcilere karşı devrimi savunan Suriye’nin yoksullarından korkuyorlar.
Bu hamle, AKP’nin uzun süredir ABD ile “Kürtlerle müttefiklik” üzerinden giriştiği kavganın, Erdoğan ve ekibinin yenilgisiyle sonlanması anlamına geldi. Türkiye devletinin
Suriye’de barışın sağlanmasını isteyen herkesin görevi, bu siyasi güçle, Suriye işçi sınıfıyla daha geniş bir dayanışma ağını örmek.
Öte yandan, YPG-ABD işbirliğinin Rakka operasyonu kısa sürerken, odak IŞİD’in Türkiye ile bağını kesme hedefiyle Menbiç bölgesini ele geçirme olarak değiştirildi.
GÜNDEM 7
VRİM:
GÖRÜŞ Roni Margulies
“TÜRKİYE AHALİSİNE TÜRK ITLAK OLUNUR”
NA ERMELİ SAVAŞLARI İŞÇİLER BİTİREBİLİR
Öyle olur zaten. Türkiye siyaset sahnesinde kanlı bıçaklı gibi görünen herkes, Kürt veya Ermeni sorunları konu olduğunda ansızın kol kola girer, omuz omuza durur.
Gerçekten de Anayasa’nın 66. maddesi şöyledir:
Ancak cephede sayısız ateşkes yaşandı. Komutanlar, savaş başladıktan birkaç ay sonra, savaşan askerlerin “kardeşleşmesi” tehdidiyle karşı karşıya kaldılar.
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”. Bu madde 1924’ten beri değişmemiştir. İlk şekliyle: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”
Askerlerin isyanı ile cephane taşıyan işçilerin grevleri, 1917’de Şubat Devrimi’yle Çarlık Rusyası’nı devirdi ve tüm Avrupa işçi sınıfına umut verdi. Nisan ayında Fransız ordusu isyanlar nedeniyle felç oldu. Askerler yeni bir kitle kıyımına katılmayı reddettiler.
Ayman Güler de bunu vurguluyordu: “Bizim ülkemizin toplumu açısından, ulus formu Türk ulusu biçiminde oluşmuş durumda. Biz hem gayrimüslim hem Müslim Türk vatandaşlarına sahibiz. Hem Boşnak hem Kürt hem Ermeni kökenli, Zaza, Musevi, say sayabildiğin kadar. Bunların toplamına Türk vatandaşı diyorsun.”
Çarlık’ın savaş politikalarını sürdüren Rusya’daki geçici hükümet, Ekim’de işçiler tarafından devrildi. İşçilerin kontrolündeki Rusya, derhal savaştan çekildi. Almanya’da işçilerin ve askerlerin ayaklanması, Kayzer’i devirdi ve Birinci Dünya Savaşı’nı kalıcı olarak bitirdi.
Rusya, AKP’nin 2011’den beri karşı çıktığı Beşar Esad diktatörlüğünün baş destekçisi. Ancak AKP, daha önce de Sisi darbesinin baş destekçisi Suudi Arabistan ile müttefik olmuştu.
Şahsen tanışmıyoruz, ama şu anda eski partisinin başkanı ve pek çok milletvekili kadar, Doğu Perinçek kadar ve tabii Tayyip Erdoğan kadar öfkeli olduğunu tahmin ediyorum. Hop oturup hop kalkıyordur zavallı. Almanlara nefret kusuyordur.
“Türk kavramı bir ırkı ya da etnisiteyi anlatmaz. Yüz yıla yakın zamandır Türk kavramı anayasada yazılı olan ulusal vatandaşlığın adıdır. Öyle ki bizde Musevi inancına sahip, Süryani inancına sahip, Boşnak ya da Kırmançe, Zaza çok farklı etnik kökenlerden ve hatta Müslüman, gayrimüslim insan Türk vatandaşı kimliğiyle yaşar.”
Ayaklanma ve devrimler ise savaşları bitirebilir. Milyonlarca insanın yaşamını kaybettiği Birinci Dünya Savaşı, bunun en iyi örneği. Askeri zaferler, daha fazla savaş veya diplomatik görüşmeler, bu kanlı boğazlaşmaya son veremedi.
Suriye’de ABD’nin YPG ile müttefiklik kurmasından fazlaca rahatsız olan Türkiye, üst düzey yetkililerinin açıklamalarıyla Rusya ile ilişkilerin onarılmasına yeşil ışık yakıyor. Bu, uçağın düşürülmesiyle başlayan kriz sürecinde AKP’nin tüm “kahramanlık” edebiyatının yutulmasına neden olabilir. Tayyip Erdoğan, bunun sinyalini “Sayın Putin ile bizim ilişkilerimiz gerçekten çok farklı bir noktadayken, iki iyi dost noktasındayken böyle bir konuma gelmiş olması veyahut da bir pilotun yapmış olduğu hata veya bir yanlış sebebiyle koskoca Türkiye’yi feda etmesi gerçekten düşündürücüdür” diyerek verdi. Erdoğan, “ilk adımı Türkiye atmalı” çağrıları karşısında “nasıl bir adım atacaklarını bilmediklerini” söylese de Rusya düşürülen uçak için özür ve tazminat bekliyor.
O zaman CHP milletvekiliydi. Artık değil. Şimdi Aydınlık gazetesinde köşe yazıyor.
Üç yıl önce o lafı ettiğinde, Birgül Ayman Güler “Hepimiz Türk’üz” demek istiyordu. Şöyle diyordu:
Suriye’deki savaşı, bölgede yüzyıldır en vahşi diktatörleri ve kralları destekleyen, Ortadoğu’da sürekli savaşlara yol açan ABD ve müttefikleri durduramaz. Kürtleri bombalayan Türkiye de durduramaz. Bu kapitalist devletler savaşların nedenidir, barışın mimarı değil.
AKP, PUTİN’İN KAPISINDA
“Türk ulusu ve Kürt milliyeti eşit olamaz” diyen Birgül Ayman Güler’i hatırlayan var mı?
Bütün bunlar yalan tabii. Hem eski CHP’linin söyledikleri hem de Anayasa’da yazılanlar. Suriye’de savaş ve işgale insani destek sesi gür çıkarken, devrim yalnız bırakıldı.
ULUSLARARASI DİPLOMASİ İKİYÜZLÜLÜĞÜ Yıllar içinde defalarca toplanan ve her biri ayrı fiyaskoyla sonuçlanan “Cenevre” konferansları, uluslararası güçlere hâlâ bıkkınlık vermedi. Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, hâlâ “Ramazan’da taraflar savaşabiliyorsa barış görüşmelerine de katılılabilmeli” diyor. Bu “diplomasi trafiği” Suriye halkının eşitlik ve özgürlük istekleri için değil, savaşa müdahil olan “saygın” kapitalist devletler bu barbarlığı seyrediyor gibi gözükmek istemedikleri için gerçekleştiriliyor. Tartışılanlar da genellikle ABD, Rusya, Çin, Suudi Arabistan, İran ve Türkiye’nin birbirlerine karşı çıkarları oluyor.
“Türk” bal gibi etnik bir kavramdır. Üstelik, öyle midir, değil midir diye teorik bir tartışma yapmaya hiç gerek yok. Herkes bilir, Türk devleti etnik Türklerin devletidir. Ve bunu en iyi bilen de devletin kendisidir, devleti yönetenlerdir. Uyguladıkları tüm politikaların temelinde bu yatar. Tepeleri attığı zaman da ağızlarından kaçırırlar, açık konuşurlar. Örneğin Erdoğan, Almanya parlamentosundaki Türk kökenli milletvekillerini kastederek “Ama işte çıkıyor bir ukala, bir şey hazırlıyor, sunuyor, birileri de diyor ki güya Türk, ne Türk’ü be? Bunların kanının laboratuar testinden geçmesi lazım” dedi. Demek ki, hepimiz Türk değilmişiz. Sadece kanında Türklük olanlarımız Türkmüş. Türk devletinin ırkçı bir devlet olduğunun başka bir kanıtı gerekli mi?
8
GELENEK
15-16 HAZİRAN DİRENİŞİ: BİRLEŞEN İŞÇİLER KAZANDI ÇAĞLA OFLAS
15-16 Haziran direnişi kapitalizme karşı çıkarken işçi sınıfının mücadelesinin merkezi rolünün kavranması açısından önemli bir dönem noktasıdır. İşçi sınıfı sadece mücadeleciliği ve cüretkârlığıyla belirleyici olmadı 15-16 Haziran’da; 15-16 Haziran, aynı zamanda 1960’lı yıllardan itibaren harekete geçen işçi sınıfının yasal sınırları aşan, meşruluğunu kendi özgücünde ve örgütlülüğünde bulan özgüvenini de ifade eder. 15-16 Haziran direnişi kapitalizmin uluslararası düzeyde yarattığı çelişkilere tepki olan küresel mücadelenin bir parçasıdır. 15-16 Haziran’ı yaratan koşullar özel sektörün ülke ekonomisinde geniş bir şekilde yer almasıyla başladı. 1960’lı yıllara kadar devlet sanayide en büyük paya sahipti. Ancak 1960’lardan itibaren sanayide özel sektörün payı artmaya başladı. 540 fabrikanın 300’ü özel sektöre aitti. Yeni bir sendikal odağa doğru Buna paralel olarak 1960’lı yıllardan itibaren fabrikalarda çalışan işçi sayısı arttı. İşçi hareketinde gözle görülür ölçüde artışlar yaşanmaya başladı. Özellikle 1961-67 yılları arasında DİSK’in kuruluşuna yol açan, işçi hareketini şekillendiren grev ve direnişler gerçekleşti. 1961 Saraçhane Mitingi, 1963’de Kavel Grevi, 1965 Kozlu direnişi ve 1966 Paşa Bahçe grevleri; devlet güdümlü sendika olan Türkİş’in sendikal çerçevesinin sınırlarını açığa çıkardı. Hareketin içinde yer alan öncüler Türk-İş yönetiminin “partiler üstü siyaset dışı sendikacılık” anlayışını eleştiriyor, sendikal mücadelede yeni bir kanal açmak istiyordu. Türk-İş yönetiminin hareketin mücadeleci kesimini ihraç etmesiyle birlikte yeni bir örgütlenme ortaya çıktı ve 1967 yılında DİSK kuruldu. Hareketin içinde öncü rol oynayan DİSK’in başarıları işçi sınıfının diğer kesimlerini etkiledi ve DİSK hareket içinde sendikal bir çekim merkezi haline geldi. Pek çok fabrikanın işçileri DİSK’e katılmak için mücadele etmeye başladı. Aynı yıllarda yaşanan grevler sınıf mücadelesinin keskinleştiğini gösteriyordu. Greve çıkan işçi sayısı, grev başına düşen ortalama işçi sayısı ve grevde kaybedilen ortalama işgünü sayısında geçmiş yıllara oranla muazzam bir artış yaşandı. Buna paralel yasadışı direniş, işgal ve gösterilerin sayısı da artmıştı. Bu eylemler işçi sınıfının kolektif davranma yeteneğini açığa çıkardı. Hareketin yükselmesiyle birlikte sendikalı işçilerin mücadele etme yeteneği gelişirken, örgütsüz işçiler de örgütlenerek sendikalı olmaya başladılar. İşçiler arasında örgütlenme bilinci ve alışkanlığı hızla gelişti.
Bugünkü işçi sınıfı, 45 yılk öncekinden çok daha kalabalık, fakat örgütsüz. 2015 metal grevi, tam da bu örgütsüzlüğü aşmak üzere gelişmişti.
Tüm bu eylemler işçi sınıfını güçlendirdi. İşçi sınıfı artık sermayenin karşısında gerçek bir tehdit oluşturuyordu. Büyük sermaye aksayan üretimden ve artan işçi ücretlerinden rahatsızlık duyuyordu. Bu nedenle patronlar DİSK’in kapatılmasını ve işçi hareketinin geriletilmesini istediler. Bu hedefle 1970’de 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik öngören iki kanun tasarısı parlamentoya sunuldu. Sendikal hakları kısıtlayan bu yasa önerilerinin hedefi DİSK’in tasfiyesi ve işçi hareketinin geriletilmesiydi. Direniş başlıyor
İşçi hareketinde yeni bir mücadele dönemi
İşçi sınıfı bu saldırıya karşı net bir yanıt verdi. DİSK’in geniş katılımlı temsilciler kurulu kararı sonucunda 15 Haziran günü İstanbul’un üç noktasından merkeze doğru yüründü. Gebze, Silahtarağa ve Levent yönlerinden başlayan yürüyüşler yol boyu büyüdü. 15 Haziran’da DİSK’li işçilere , Türk-İş’e üye işçiler de katıldı. 16 Haziran’da eyleme katılan Türk-İş’li işçilerin sayısı çoğunluğu oluşturdu. 15-16 Haziran direnişine katılan 168 işyerinin 121’inde Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçiler çoğunluktaydı. Fabrika, fabrika, biriktire, biriktire büyüyen yürüyüş hareketin önündeki başta sendikal bürokrasi olmak üzere her türlü engeli aşarak ilerliyordu.
1968 yılında Derby işgaliyle sınıf mücadelesinde yeni bir dönem başladı. Derby işgalini, Altınel Pres Sanayi, Kavel Kablo, Emayetaş işgalleri izledi. 1969 Singer işgali ve Demir-Döküm işgaliyle birlikte, direnişler artık fabrikaların sınırlarını aşarak tüm bir işçi bölgesine yayılmaya başladı. Gamak işgalinde, durum polisin silahlı saldırısına kadar ilerlemişti. Alpagut işgali ve işçi denetimi hareketin hafızasında hala önemli bir yer tutar. 1970’de Alpagut Linyit işletmelerinde ve Günterm işgalinde işçiler yalnızca işgalle kalmadılar, kurdukları işyeri konseyleri aracılığıyla işyerini çalıştırmaya devam ettiler. Sungurlar işgali yıla damgasını vuran bir başka eylemdi.
15-16 Haziran işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin ne kadar sarsıcı ve yıkıcı bir güce sahip olduğunu ortaya koydu. 15-16 Haziran direnişi işçi hareketinin doruk noktası, aynı zamanda da geri çekilmenin başlangıcı oldu. Hareket bu eylemlerle siyasal alana sıçradı. Hareketin talepleri yasalara ve parlamentoya yönelik başlayan eylemler fiili mücadeleyle yasal sınırları aşarak sokaklara taştı. Fabrikalar, sokaklarla, sokaklar, fabrikalarla birleşti. O güne kadar tek tek işyerleri düzeyinde sürdürülen mücadele işyerlerini aşarak genelleşti. Onlarca fabrika, on binlerce işçi birlikte eyleme çıktı. İşçi sınıfı kavganın içinde sınıf kimliğini açığa çıkardı ve toplumsal bir güç olduğunun bilincine vardı.
15-16 Haziran direnişinin dersleri 15-16 Haziran genel direnişi yıllara yayılan pek çok grevin, direnişin ve mücadelenin ürünü olarak kendiliğinden bir patlamaydı. Hareket içinde öncülerin varlığı bu durumu değiştirmemekte. Hareketin içinde yer alan daha bilinçli ve daha örgütlü unsurlar hareketi ileriye çektiler. Ancak kitlelerin güvenini kazanmış siyasi bir odağın olmadığı koşullarda bu tip öncüler hareketin üzerinde belirleyici bir rol oynayamadılar. İşçiler haklı olarak kendi örgütleri olarak gördükleri DİSK’i savunmak için büyük bir mücadele ve direniş sergilediler. Ancak hareket aynı DİSK önderliği tarafından denetim altına alındı ve İstanbul’da sıkıyönetim ilanı ardından işçilere eylemlerin son verilmesi çağrısı yapıldı. Öte yandan sınıf mücadelesinin geldiği aşama ve hareketin ihtiyacı yeni bir sendikal odağa ihtiyaç duydu. DİSK tam da bu koşullarda ortaya çıktı. DİSK’in mücadeleci çizgisi geniş işçi kitleleri içinde çekim merkezi haline geldi. Öte yandan DİSK’in önderliği reformist bir çizgide olmasına rağmen egemen sınıf açısından ciddi bir tehdit oluşturdu. Bugün sendikaların mücadeleden uzak durması karşısında yeni ya da farklı işçi örgütlenmeleri yaratmaya çalışmak işçi sınıfının örgütlü kesimlerini sendika bürokratlarının insafına bırakmak anlamına geliyor. Dahası hükümetin peş peşe işçi düşmanı yasalarla saldırdığı, sınıfın geniş kesimlerinin örgütsüzlüğü koşullarında sendikal örgütlenmenin gerekliliği fikrini sınıfın geniş örgütsüz kesimleri nezdinde gözden düşürmek anlamına geliyor ki, bu en çok patronların işine yaramakta. 15-16 Haziran direnişleri birleşen işçilerin kazanabileceğini, bugün yapay olarak konfederasyonlara bölünmüş işçi sınıfının birleşmesinin gerekli ve mümkün olduğunu göstermekte. Öte yandan sendikalaşma mücadelesinin hız kazanmasına yardımcı olmak ve hareketin öncülerinin güvenini kazanan siyasal bir odağı oluşturmak sosyalistlerin en acil görevleri arasında.
SINIF MÜCADELESİ
KIDEM TAZMİNATIMIZI VERMEYECEĞİZ! AKP, işçi sınıfının kıdem tazminatı hakkına saldırıyı ilk olarak 2012’de gündeme getirmişti. Türk-İş dahil tüm sendikaların genel grev sebebi sayması, yapılan eylemler ve oluşturulan kamuoyu ile saldırı püskürtüldü. Ancak hükümet o günden beri meseleyi ara ara gündeme getiriyordu. Bunu yaparken de kıdem tazminatının “gasbedilmeyeceğini”, fona devredileceğini öne sürerek işçilerin bundan kazançlı çıkacağını iddia ediyordu. Bunun böyle olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir, “Çalışma Bakanı Süleyman Soylu ile yaptığı görüşmeden edindiği izlenime” göre işverenin kıdem tazminatı yükünün yarıdan fazla azalacağını söyledi. Üzerinde durulduğu söylenen “Avusturya modeli”ne göre, 15 yıl çalışan bir işçi, şu anki 15 aylık kıdem yerine 4 aylık tazminat alacak. 25 yıl çalışan ise Türkiye’deki mevcut sisteme göre 25 ay yerine 9 aylık kıdem tazminatıyla yetinmek zorunda kalacak. Tepkilerden korkan hükümetin “yumuşak geçiş” yapacağı; yani mevcut işçilerin şimdiki işlerinden ayrılıncaya veya bu işte çalışarak emekli oluncaya kadar eski sistemde kalmaya devam edeceklerini sağlayacağı iddia ediliyor. Mevcut sistemde 1 yıl çalışan işçiler işten çıkarıldıkları veya haklı nedenlerle kendileri iş akdini feshettikleri takdirde kıdem tazminatı alabiliyorlar. Yeni sistemde ise tazminatın tamamının çekilebilmesi için işçinin emekli olması veya 5
n DGD-SEN’de örgütlenmeleri nedeniyle işten atılan AVON işçileri, iki haftadır direniyor.
Sendikalar kıdem tazminatını gasp etme girişiminin genel greve neden olacağını açıklamıştı.
yıl işsiz kalması gerekecek. Yeni düzenlemede, işçilerden alınan vergilerle oluşturulan devlet bütçesinden, “işverene destek olma” amacıyla kıdem tazminatı hesabına katkı yapılacak. AKP’nin “kıdem tazminatı” düzenlemesi, işçi sınıfına yeni bir saldırı. Bunu durdurmanın yolu ise tüm emek örgütlerinin birleşik mücadelesi.
Sonrasında işçilerin alacaklarının iki gün içerisinde yatırıldığı belirtildi. n Avcılar Belediyesi’nde işten atılan işçilerin direnişi ikinci ayında.
n Gebze’de Mecaplast işçileri 10 Haziran için ilan edilen grev öncesi eylemlerle sürece hazırlanıyor.
n Manisa’da bulunan Tor Demir fabrikasında Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle işten atılan 13 işçi direnişe başladı.
n İzmir’de Süper Pak Ambalaj fabrikasında çalışan Selüloz İş üyesi işçiler, ücret ve toplu sözleşme konusunda işverenle anlaşmazlık yaşanması üzerine grev kararı aldı.
n DEDAŞ işçileri, taşeron şirket değişimi ile kazanılmış haklarını gasp eden yeni sözleşme dayatması ve işten atma tehdidine karşı eyleme geçti, Eskim Holding’i protesto etti.
n Çorlu’da kurulu Grup Tekstil AŞ’de işçiler alacaklarının zamanında yatırılmamasına tepki göstererek üretimi durdurdu.
n İzmir AOSB’de kurulu Kastaş Kauçuk fabrikası önünde 71 gündür süren direniş yapılan basın açıklamasıyla sonlandırıldı.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
IRKÇILIĞA DUR DE! DSİP Hükümet Şubat sözcüsü Almanya’ya dönüp “geçmişimizde insanları diri yakmak” yok lafları ederken Kütahya’da Kürt ayı lantıları inşaat işçilerinin barakaları, İstanbul’da Suriyeli işçilerin kaldığı bina ırkçılar tarafından yakılmıştı.
İstanbul’da fakir Güvercintepe’de bir düğün sonrası, davetli Suriyeli mülteci işçiler, bir grubun saldırısına uğradı. 25-30 kişi birlikte yaşadıkları küçük binanın camları kırıldı, sonra da ateşe verildi. “Mülteciler güvenliğimizi yok ediyor” ırkçıların bahanesiydi. Olan bitenden kaygılı Türk ve Arap Güvercintepeliler, sorunun Suriyeli işçilerin düşük ücretle çalıştırılması olduğunu söylüyor. Irkçılar, patronları değil sömürülen mülteci işçileri suçlu ilan ediyor.
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TARIM İŞÇİLERİNİN ÖRGÜTLENMESİ: ACİL! Türkiye’de hiç toprağa sahip olmayan ya da sahip olduğu toprak kendisini geçindirmeye yetmediği için işçi olarak çalışan yüz binlerce kır emekçisi var. Bunların bir kısmı mevsimlik işçi olarak çalışırken, bir kısmı da devlete ya da özel kişilere ait tarım işletmelerinde çalışıyor. Tarım-ormancılık gibi sektörlerde çalışan toplam işçi sayısı yaklaşık 1,5 milyon, bunun 200 bin kadarı iş yasası kapsamına alınmış durumda, bunların da 40 bin kadarı sendika üyesi ve toplu sözleşmelerden yararlanıyor. Yasa kapsamında olmadığı için pek çok haktan mahrum kalan 1,3 milyon tarım işçisinin yaklaşık 500 bini mevsimlik tarım işçisi, geri kalanı ise kendi yaşadıkları bölgelerde çalışan tarım işçileri.
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Tuzla Organize Sanayii Bölgesi’nde bulunan Altherm Klima işçileri, maaşlarının aylardır yatmaması nedeniyle üretimi durdurdu. Patronun kovduğu işçiler, fabrika önünde direniyor.
9
Kütahya Tavşanlı’da ırkçılar, Kürt inşaat işçilerinin Türk bayrağı yaktığı söylentisini çıkarıyor. Topladıkları kalabalıkla TOKİ’de çalışan işçilerin kaldıkları barakaları yaktılar. Bayrağı yaktığı söylenen Kürt işçi, bayrağı kendisinin astığını söyledi. Fakat kaynak makinesinden çıkan alev sonucu tutuşan bayrak bezi ile hükmü verilip, ifadesi alındı ve ilçeden kovuldu. Düşük ücretle sömürülen Kürt inşaat işçilerinin iş ve yaşam güvenliğini savunacak, dedikoduların önüne geçecek bir sendika yok! Zehir, kan testi isteyen, Suriyeli mültecilerin hayatını üç kuruş ve koltuk için pazarlık konusu yapıp ırkçı cehennemde haktan yoksun olarak yaşatan, durmadan “tek bayrak” vs. diyerek Kürt halkını hedef tahtasına oturtan Erdoğan ve AKP’den yayılıyor. ‘Kamplar kapatılsın, Suriyeli mülteciler kovulsun, HDP’li vekillerin dokunulmazlıkları kaldırılsın’ diyen CHP gibi; Kürtlere ‘imha edilsinler’ diyen faşist MHP de partneri ve rakibi AKP’nin ırkçılığına eklenerek bir tür hegemonya oluşturuyor. Bu, üstü örtük ırkçı rejimin, milli Apartheid
Mevsimlik tarım işçileri her yıl, özellikle yaz aylarında, kamyon kasasında geçirdikleri kazalar, ölümler ya da maruz kaldıkları linç olayları ile medyada çokça yer alırlar. Hiçbir güvencesi olmayan ve örgütlülükten yoksun mevsimlik tarım işçileri, toplumun en fazla ve en acımasız sömürülen işçileri, emekçileri durumundalar. Özellikle Suriyeliler daha da kötü koşullarda çalıştırılıyorlar. Ailece tarım işçiliği yapmalarına rağmen ellerine hiçbir şey geçmiyor. Barınma, beslenme ve sağlık sorunlarının çözümü patronların insafına kalıyor. Yaz aylarıyla beraber Çukurova’da yoğunlaşan mevsimlik tarım işçileri günlük ortalama 45-55 TL ücret alıyorlar. Bu miktarlar Suriyelilerin çalıştığı yerlerde 30-40 TL’ye kadar düşüyor. Barınma, ulaşım, sağlık, çocukları için eğitim gibi pek çok sorunları var. İşçi sayısı 50’nin altında olan tarım ve orman işyerlerinde 4857 sayılı İş Kanunu uygulanmıyor. Dolayısıyla bu işyerlerinde çalışan işçiler İş Kanunu’nda yer alan ücret, fazla mesai, hafta sonu tatili, izin gibi haklardan da yararlanamıyorlar. Tarım işçilerinin gelirlerinin bir kısmına ortak olan aracıların (elçi, dayıbaşı) durumu Tarımda İş Aracıları Yönetmeliği ile düzenleniyor. Bu yönetmeliğe göre iş aracılarının işçilerden komisyon alması yasak ama komisyon uygulaması önlenemiyor. Tarım işçilerinin örgütlenmesi acil bir konu. Sendikalar hem genel olarak tarım işçilerinin koşullarının düzeltilmesi için hem de özel olarak ırkçılık karşıtı bir temelde Suriyeli tarım işçilerinin koşullarının düzeltilmesi için mücadele etmelidir.
devletinin ideolojisi. Arkasında Türk ve müslüman olmayan halkları mülksüzleştirerek ilk sermayesini toplayan Türk tekelci burjuvazisinin çıkarları var. Sendika liderlikleri ya bu ırkçı zihniyeti paylaşarak işçi sınıfının bölünmesine ortak oluyor ya da kendi üyesi işçilerden aidat almak ve statükosunu korumak dışında bir amacı yok. İçinde Arap ve Kürt işçileri barındıran sendikasız, örgütsüz, temel haklardan yoksun milyonlarca emekçiyi örgütlemek gibi bir hedefleri de yok. Irkçı fikirlerin saflarında cirit attığı, Türk işçilerin Arap ve Kürt işçilere düşman kılındığı bu koşullarda işçi sınıfı kendi durumunu düzeltmek ve daha iyi koşullara ulaşmak yönünde adım atamaz. Irkçılık patronların ideolojisidir. Panzehiri, ‘eşit işe eşit ücret’, ‘herkese iş, iş güvenliği ve sendika’, ‘çözüme devam’ ortak taleplerini kazanmak için mücadelede.
10
KİTAP
SOYKIRIM VE “KORKUNÇ TÜRK” Roni Margulies’in The Terrible Turk - Batı’nın Gördüğü Türk kitabı geçen hafta Everest Yayınları’ndan çıktı. Geçen yıl hem Papa’nın hem Avrupa Parlamentosu’nun “soykırım” ifadesini kullanması üzerine Türkiye’deki tepkiler hakkında kitapta bir bölüm var. Aşağıya alıyoruz. Batı’nın Türkler’e bakışının ırkçı olduğu aşikâr. Öte yandan, Batı’nın ırkçılığı karşısında Türkiye’de gösterilen yaygın tepkiler anlaşılır gibi değil. “Siz de yaptınız” tepkisi Ermeni soykırımının yüzüncü yılında, hem Papa hem Avrupa Parlamentosu “soykırım” ifadesini kullanınca tüm büyüklerimiz gibi Başbakan Davutoğlu da feveran etti: “O zaman biz de Katolik tarihinin dosyalarını açarız. Engizisyon’dan kaçanların nasıl ülkemize geldiğini anlatırız. Avrupa tarihini açacaksak Afrika’da, Asya’da neler yapıldığını sorarız. Nerede Aborjinler, nerede Kızılderililer, nerede Afrika kabilelerinin çoğu?” Davutoğlu’nun dediği şu: “Ne varmış biz Ermenilere soykırım uyguladıysak? Siz de aynısını yaptınız. Rahat bırakın bizi.” En düşüncesiz Batılı bile, herhalde “Siz öldürdünüz, biz de öldürürüz, en doğal hakkımızdır” iddiasının biraz gülünç olduğunu anlayabilir. Davutoğlu anlayamıyor. Geçtiğimiz 70 yıl boyunca dünyada hiçbir devlet insan öldürürken “Ne var yahu, Almanlar altı milyon kişiyi öldürdü, biraz da biz katlediyoruz, ne karışıyorsunuz” diyerek kendini savunmadı. Hutular Tutsileri öldürürken de böyle demedi, Sırplar Boşnak öldürürken de demedi. Başkalarının yaptığı bizim yaptığımızı haklı çıkarmaz diye anlayabiliyorlardı herhalde.
Avrupa’yı ikiyüzlülükle suçlamak kolay, tüm Batı Avrupa devletlerinin tarih boyunca sömürge halklara uyguladıkları akıl almaz vahşeti hatırlatmak doğru. Ne var ki, Batılıların da barbarlık etmiş olmalarının Türklerin bugün barbarlık etmelerini haklı kıldığını gösteren kuramsal ve etik bir yaklaşım henüz keşfedilebilmiş değil. Dahası, geçmişte Avrupa devletleri ne yapmış olursa olsun, bugün Avrupa kamuoyunu “Bakın, geçmişte siz de uygulamışsınız, bugün uygulamayacağınızın bir garantisi de yok zaten, demek ki zulüm iyi bir şeydir” yaklaşımına ikna etmek, tanıtım kampanyalarına kaç milyon dolar harcanırsa harcansın, kolay iş değildir. “Masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi” Elimde bir kitap var: Erzurum Atatürk Üniversitesi Yayınları’ndan, üniversitenin kuruluşunun XX. yıl armağanı. Adı Ermeniler Hakkında Makaleler - Derlemeler. “Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Ermenilerin Türklük Aleyhdarı Propagandaları ve Bir Belge” başlıklı yazısında Doç. Dr. Saim Sakaoğlu şöyle yazıyor: “Ermenilerin her yıl tekrarladıkları bir komedi vardır. Masum bir cemiyet hüviyetine bürünüp haklarını aramak isterler. Bir buçuk milyon masum insanın katledildiğinden bahsederler... Bütün bu aleyhte propagandalar ile, masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi, biz, suçsuz insanları öldüren caniler, barbarlar olarak tanıtılmaktayız. 1976 bütçesine konulduğunu sevinçle öğrendiğimiz propaganda ve tanıtma ödeneğinin çok iyi bir şekilde değerlendirilmesi bizler kadar yurtdışında yaşayan ırkdaşlarımızın da arzusudur. Ben bu üniversiteye adımımı attığımda tarih 6 Mayıs 1974 idi. Ben gelmeden birkaç hafta evvel bu kütüphanede açılan bir kitap sergisi benden sonra da tam iki ay hiç değiştirilmeden kaldı. Bu sergi, Ermeni propagandası yapan bir sergi idi... Sinsi bir Türk düşmanlığı da gizlice yürütülüyordu. Öyle anlaşılıyordu ki bu sergi, Ermenilerin her yıl 24 Nisan’da tekrarladıkları “dövünme” yıldönümleri ile ilgili olarak hazırlanmıştı. ABD’deki her üniversitenin öğrencilere, öğretmenlere, memurlara ve yakın çevre hal-
kına dağıtlıan günlük gazeteleri vardır. Sabahın erken saatinde üniversiteye adımını atan herkes belirli yerlerdeki gazetelerden alıp okur. Sözünü ettiğimiz UCLA’nın [University of California, Los Angeles] da böyle bir günlük gazetesi vardır. Bu gazetenin 23 Nisan 1975 günlü sayısının bir tam sayfası, aynı üniversitede okuyan Ermeni talebelerin kurduğu “The Armenian Studies Club” [Ermeni Araştırmaları Kulübü] tarafından satın alınmış ve bizim aleyhimize olan bir ilan olarak kullanılmıştır. Sayfanın ortasında, harap olmuş bir Ermeni kilisesinin fotoğrafı yerleştirilmiştir. Bunun üst tarafında da iri puntolarla şu iki soru dikkati çekmektedir: Burası neresidir? O niçin harap olmuştur? Fotoğrafın altında ise özetle şu cümlelere yer verilmiştir: Bunlar, tam 60 yıl evvel, Türk hükümeti tarafından 24 Nisan 1915’te sistemli olarak imha edilmeye başlayan Ermenilerdi. Türkler onlara
işkence etti, tecavüz etti ve onları öldürdü... Mevcut Ermeni (ve Rum) okulları, yetimhaneleri ve kiliseleri, anlaşmaların garantisine rağmen sistemli bir şekilde yok edilmektedir. Ermeniler adalet ve tazminat istiyorlar. Biz, UCLA’da bulunan birkaç araştırmacı Türk, gazetenin pek çok nüshasını konuldukları yerden alıp imha ettik. Ama, bizim imha ettiğimiz miktar binlerce derginin yanında pek büyük bir miktar değildi.” Yukarıdaki alıntı vurgulamaya çalıştığım her şeyi örnekliyor! “Masum bir kimsenin suçlu gösterilmesi gibi, caniler, barbarlar olarak tanıtılmaktayız”. Yani, “Ah, bizi yanlış tanıyorlar”. “Gazetenin pek çok nüshasını konuldukları yerden alıp imha ettik”. Yani, “Aman, Batılılar ne yaptığımızı bilmesin”.
ANTİKAPİTALİST
ÇED DÜŞMANI HÜKÜMET
11
ERDOĞAN’IN KADINLARLA SORUNU NE? Cumhurbaşkanı haftada bir kere muhtarlarla konuşmadan her gün bir kere her hangi bir konu hakkında görüş bildirmeye geçmişti. Şimdi o durumu da aştı, her gün iki üç kere görüş bildiriyor. Ne kadar çok konuşursa o kadar çok batıyor. Binali Yıldırım başbakan olduğunda Yıldırım Akbulut benzetmesi yapanlar, Yıldırım Akbulut’a her geçen gün daha çok benzeyenin Erdoğan olduğunu görmezden geliyorlar. Erdoğan’ın, özellikle kadınlar hakkındaki her konuşması Türk usulü maçoluğun birer örneği. Son olarak, Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM)’in açılışında konuşan Erdoğan, kadınları aşağılayan şu sözleri söyledi: “’Çalışıyorum’ diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkâr ediyor demektir. Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun, eksiktir, yarımdır.” Bu, devletin zirvelerinden kadını aşağılayan bir yaklaşımdır. Hiç kimse kadınların bedeni, kendi bedenlerini nasıl kullanacakları, çocuk doğurup doğurmayacakları, çocuk doğurmak istemezlerse yanlış tercih yapmış olup olmayacakları hakkında konuşma hakkına sahip değildir. Özellikle, cumhurbaşkanlığı makamındaki şahıslara böyle bir yetkiyi hiç kimse vermiş değildir.
Bursa Kayapa sakinleri madencilik şirketi tarafından düzenlenen ÇED toplantısını protesto ediyor. NURAN YÜCE
64. dönem hükümeti Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı, bu yılın başında şirket temsilcilerin katıldığı bir toplantıda neredeyse her Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu hakkında dava açılıyor olmasını “yatırım düşmanlığı” olarak değerlendirmişti. Bakan doğru söylüyor, ÇED’ler yargıya çok sık taşınan ve ekoloji mücadelesinin hukuk alanını en çok meşgul eden konulardan biri. ÇED’lere yönelik çok dava açılmasının nedeni ise Bakan’ın konuşmasının devamında ifade ettiği gibi ya da tüm hükümet yetkililerin, bürokratların ağızlarını her açtıklarında papağan gibi tekrarladıkları “bu davaların siyasi mücadele aracı haline getirilmesi ya da AKP hükümetine yönelik darbe girişimleri” olması değil. AKP hükümetinin ve çevre bakanlığının çevrenin değil, yatırımcıların çıkarlarını savunan su katılmamış bir neoliberal parti olması ve bu politikaları tavizsiz uygulamasıdır. AKP hükümeti ÇED sürecini titizlikle ele aldıklarını ve her ÇED raporuna olumlu yanıt vermediklerini iddia ediyor. Öncelikle planlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerini belirlemek, olumsuzlukları gidermek ya da azaltılmak için önemlerin alınması ile proje uygulamalarının izlenmesi ve kontrolünü sağlamak amaçlı ÇED sürecinin Türkiye’deki istatistiki verilerine bakalım. Çünkü bu veriler ‘çevrecinin en hası bizi” diyen bu hükümeti ve iddialarını tamamen yalanlıyor. 1993-2014 yılları arasında Türkiye’de toplam 44.975 projenin sadece 3.739’u için ÇED süreci işletildi.42.246 proje için ise çevresel bir etkisinin olup olmayacağının tespitine bile gerek görülmedi. Yani ÇED yönetmeliğinde muaf tutulan kısma dâhil edildi. Ve yine 21 yıl içinde ÇED
sürecine dâhil edilen 3.729 projeden sadece ve sadece 81 tanesine ÇED Olumsuz kararı verildi. Patronlar istiyor hükümet yapıyor ‘Yatırımların önü tıkanıyor’ diye defalarca değiştirilen ÇED yönetmeliğinde yapılan en son değişiklik Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince hükümet bu kararı hiçe sayarak, nükleer santral, termik santral ve enerji tesislerinin sökümü gibi projelerin ÇED’den muaf tutulmasını sağlayan ÇED Yönetmeliği’ne Geçici 3. madde eklemesi yapmıştı. Ama bu bile çevre düşmanlarına yetmemiş durumda. Nadir sayıda Artvin Cerattepe, İzmir Efemçukuru gibi mahkemelerin yürütmesini durdurduğu, hatta iptal ettiği ÇED raporları, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2009/7 sayılı genelgesine dayanılarak şirketler çıkarına yeniden gündeme getiriliyor. ÇED raporu ile hukuksal süreç devam ederken, şirketin eski raporda yaptıkları ufak tefek değişiklikler ile yeniden bakanlığa başvurusuna imkân tanıyan bu genelge şimdi yasalaştırılmaya çalışılıyor. Başka bir ÇED gerekli Bizim ihtiyacımız olan çevresel etkileri dar bir çerçevede ele alan düzenlemeler ya da şirketlerin çıkarlarını daha fazla korumak için hazırlanan yeni yasal düzenlemeler değil. İhtiyacımız olan, şirketlerin değil, doğanın çıkarlarını savunan, demokratik katılım süreçlerinin etkili olduğu, projelerin ekolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel etkilerinin bir bütünlük içinde uzun erimli sonuçları ile ele alındığı değerlendirilme süreçleridir.
Bu, düzeysiz bir cinsiyetçilik örneğidir. Üstelik baştan sona uydurma iddialarla doludur. Çalışıyorum diye annelikten imtina eden kadın, Erdoğan’ın sandığı gibi kadınlığını inkâr etmez. Sadece çalıştığı ve çalışsa da çocuk bakımının yükü kadına bindirildiği için, çocuk doğurmaktan imtina eden kadındır. Erdoğan’ın aklına kadın denilince, sadece doğum yapan insanlar geliyor. Erdoğan bu bakışını değiştirmeli yol yakınken. Kadın denilince aklına işçi, emekçi, köylü, üreten, mühendis, doktor, bilgisayar uzmanı, yönetici insanlar gelmeli. Bu insanlar ne zaman çocuk yapıp yapmayacaklarına kendileri karar verirler, baştan sonra kendi uydurması olan kavramlarıyla “düşünce” üreten Erdoğan değil. Neyse ki konuşmasında kadınların insanlığın yarısını oluşturduğunun farkında olduğunu görebiliyoruz. Ama devamında, kadınlar hakkında ne kadar klişe varsa sayıp döküyor: “…kadın, anneliğiyle, evinin ve çocuklarının üzerindeki etkinliğiyle, zerafetiyle, estetiğiyle, iç güdüleriyle, sahip olduğu farklılıklarla kadındır. Bu gerçeği bir kenara bırakıp erkekle kadını birbirlerine hasım olarak rakip olarak gören anlayışı kesinlikle reddediyoruz.” Erdoğan şefkati, yumuşaklığı, ılımlılığı ve uysallığı eklemeyi unutmuş. Devletin zirvesinden kadınlara yönelik bu yaklaşım, kadınların zaten cehenneme dönmüş olan yaşamını daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Devlet, kadınların maruz kaldığı baskının hafiflemesi, kadın cinayetlerine son verilmesi, kadına yönelik saldırıların saldırılar gerçekleşmeden önlenmesi, kadınların ekonomik ve sosyal haklarının karşılanması, çocuk bakımının yüklerinin kadınların omuzlarından alınması, kreşi herkes için ücretsiz ve ulaşılabilir kılması gereken adımları atmalıdır. Erdoğan, sermayenin 2023, 2050 hedeflerini biraz Türklük biraz da din sosu katarak, allayıp budaklıyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
SAVAS, KADER DEĞİL
CÖZÜM MÜMKÜN , Çözüm süreci hükümet tarafından buzdolabına kaldırıldığından beri, yani yaklaşık bir yıldır, devletin kolluk güçleri tarafından, Kürt illerinde ağır bir şiddet politikası uygulanıyor. Devletin birkaç ay önce yaptığı resmi açıklamalara göre son bir senede ölenlerin sayısı en az 6 bin. 30 yılda 40 bin kişinin bu savaşta öldüğünü düşünürsek son bir yılda yaşamını yitirenlerin sayısının ne kadar korkunç boyutta olduğu daha iyi anlaşılır. Savaş, hükümetin Suriye politikası ‘yerli ve milli’ söylemiyle tırmandırılan milliyetçilik, milyonlarca insanın oy verdiği HDP’li vekillere yönelik baskılar, yıkılan kentler ve cinsiyetçi, aşağılayıcı duvar yazıları bir kader değil. Savaş politikalarıyla geçen bir yılın gösterdiği şey; çözüm sürecinin buzdolabından çıkarılmasının bir zorunluluk olduğu ve çok acil olduğu. Savaş politikalarının sürdürülebilir olmadığını düşünen ve barış isteyen aktivistler, hükümetin operasyonları durdurması ve çözüm masasına oturması için yeni bir kampanya başlatıyor. Kürt halkının uzattığı barış elini tutmak için, Türkiye’nin batısında çoğulcu bir kampanyanın kurulmasının gerekli olduğu düşüncesiyle yola çıkan aktivistler ilk olarak 28 Mayıs’ta Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu tarafından düzenlenen Barış Sempozyumu’nda bir araya geldi. ‘Savaş istemiyoruz, çözüm talep ediyoruz’ başlığıyla yayınladıkları metinle çözümden yana olan, barışın önüne koşul koymayan herkesi birlikte hareket etmeye çağıran aktivistler, 25 Haziran’da İstanbul’da yapılacak toplantıda bu çağrıya yanıt veren herkesle bir araya gelerek barış için neler yapabileceklerini konuşacak.
ÇAĞRI: SAVAŞ İSTEMİYORUZ ÇÖZÜM TALEP EDİYORUZ Bu memlekette yaşayan herkesin önünde çok temel, çok yakıcı bir sorun var: Savaş. Geçen yazdan bu yana, Cumhurbaşkanı'nın ifadesine göre, 6.000 vatandaşımız öldü. İstisnasız her gün yeni ölüm haberleri alıyoruz. Yaşamlarımızın her alanı, siyaset, ekonomi, gündelik hayat, bu savaştan etkileniyor, kararıyor. Savaşa yol açan sorunların silahla çözülebileceğine inanmıyoruz. Silah ve ölüm herkesi, hepimizi daha derin bir karan-
lığın içine itiyor. Bu karanlıktan çıkmak istiyoruz. Bu savaşın sona ermesini istiyoruz. Çözümün ve barışın mümkün olduğunu biliyoruz. Daha bir yıl önce çözümün eşiğine kadar gelinmiş olduğuna inanıyoruz. O eşiğe geri dönülmesini talep ediyoruz. Çözümün yolu, masaya oturmaktır, konuşmaktır. Savaşan tarafların masaya dönmesini, konuşmasını, çözüm sürecinin yeniden başlatılmasını talep ediyoruz.
20 HAZİRAN DÜNYA MÜLTECİLER GÜNÜ’NDE DÖRT ŞEHİRDE SOKAKTAYIZ!
AB ANLAŞMASI ÇÖPE, MÜLTECİLER HOŞGELDİNİZ! İstanbul, Tekirdağ, Ankara, İzmir
20 Haziran Pazartesi Antikapitalistler