Sosyalist işçi 568

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

568

14 Haziran 2016 2 TL. sosyalistisci.org

YENİ EMASYA PROTOKOLÜNE HAYIR

AKP ASKERİ VESAYETİ DİRİLTİYOR LEVENT PİŞKİN’LE RÖPORTAJ: “DÜNYAYA KAFA TUTTUK VAZGEÇMEYECEĞİZ”

ORLANDO KATLİAMI: HOMOFOBİK NEFRETİ DURDURALIM sayfa

5-8-11

sayfa 5

MUHAMMED ALİ: HALKIN ŞAMPİYONUNUN HAYATI sayfa 6-7

NURAN YÜCE: GÜNEŞ RÜZGAR BİZE YETER sayfa 11


2

GÜNDEM

İNKÂRDAN SOYKIRIM SAVUNUCULUĞUNA KEMAL BAŞAK

KENDİMİZİ İHBAR EDİYORUZ Balyoz Darbe Planı’nı açığa serdiği için dönemin Taraf gazetesi yöneticileri Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve Yıldıray Oğur ve iki gazeteci hakkında daha iddianame düzenlendi. İddianame, artık bir klasik haline gelen şu iddialara sahip: “Devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etme”, “terör örgütü propagandası yapmak, devletin güvenliğine ve siyasal yararına ilişkin gizli kalması gereken bilgileri açıklama”, “devletin güvenliğine ilişkin belgeleri tahrip etme, amacı dışında kullanma, hile ile çalma.” Söz konusu olan ise Balyoz Darbe Planının Taraf gazetesinde manşetten teşhir edilmesi. Savcı, bir darbe planını teşhir etmenin kumpas olduğunu iddia ediyor. Bu “kumpas” teorisi devreye girdiğinden beri tüm darbeciler ve darbecilikten güç alan katliamlarda rolü olanlar aklandı ya da koruma altına alındı. Sadece Hrant Dink cinayeti bu eğilimin dışında tutulabilir. Bu cinayette rol oynayan kamu görevlilerinin bir kısmı yargılanıyor. Ama bu davada da yargılananlar, Hrant Dink’in öldürülmesinde rolü olan cemaatçi olduğu söylenen

Almanya Federal Meclisi’nin Ermeni soykırımını kabul etmesinin ardından Türkiye içinden ırkçılık, nefret ve tehdit dolu açıklamalar peş peşe geldi. Uzunca bir süredir iktidar partisinin koalisyon ortağı gibi hareket eden faşist parti MHP ve her kritik oylamada iktidar partisine destek veren CHP, AKP ile birlikte ortak bildiri yayınlayarak soykırım inkârına devam ettiler. İktidar partisinin sözcüleri Almanya’yı “ekonomik yaptırımlarla” tehdit etmenin gülünç olduğunun farkında oldukları için ilk günlerdeki “esas soykırımcı Almanya” söylemini çabucak terk ettiler ve hedeflerine Almanya parlamentosundaki Türkiye kökenli milletvekillerini aldılar. Cumhurbaşkanının kantarın topuzunu kaçırarak Federal Milletvekili Cem Özdemir’e “Ne Türk’ü be, bunların kanının laboratuvar testinden geçmesi gerekir” demesi ve iki gün önce Almanya’nın soykırımcı geçmişine yaptığı vurguyu bir çırpıda yutarak doğrudan Nazi yöntemine atıfta bulunması, zaten Kürt halkına karşı sürdürülen savaş ortamı nedeniyle artan ırkçılığın patlamasına yol açtı.

Suriye’ye yönelik mezhepçi politikalar ve askeri müdahale ekseninde şekillenen ve Kürt halkına yönelik saldırılar ile pekişen AKP-CHP-MHP-TSK-Ergenekon ittifakının sürdürdüğü her kampanya, esas olarak ittifakın içindeki faşist unsuru, MHP’yi zinde tutmaya yarıyor. Türk tipi yargı kararları eşliğinde kongre sürecine giden ve bu süreçte başkan adayları birbirine giren gezegenin en tehlikeli faşist partisi, ‘milli ittifak’ın ırkçılığa prim veren son fırsatını da kaçırmadı, devletin yüzyıllık soykırım inkârını bir çırpıda açıktan soykırım savunusu haline getirdi. Erdoğan’ın “kan testi” istemesinden cesaret alan Bahçeli “tehcir yerindedir, bugün olsa yine yaparız” lafını söyleyebilecek kadar ileri gitti. Geçmişte paramiliter kadroları ile binlerce devrimciyi, Aleviyi ve işçiyi katleden, günümüzde devletin kolluk güçleri içindeki militer unsurları ile Kürt halkına vahşet uygulayan faşist MHP, Ermeni soykırımı savunusu üzerinden yeni katliamlar için zemin yaratıyor. Bu açıdan, Türk devletinin hem fiziksel hem de ideolojik temelini oluşturan Ermeni soykırımının tanınması ve devlete özür diletilmesi için verilen mücadele, yaşamsal öneme sahip.

kamu görevlileri, polis ve polis amirleriyle sınırlı hemen hemen. En son, Zirve Yayınevi katliamında davanın tek tutuklu sanığı da tahliye edildi. Veli Küçükler, Çetin Doğanlar, Levent Temizözler kervanına Malatya Zirve Yayınevi katliamcıları da katıldı. Hepsi tahliye edildi. Hemen hepsinin itibarları iade edildi. Devlet bununla da yetinmedi, Ergenekoncuların ve Balyozcuların hapse girmesine neden olan süreçte rol alanlar hakkında kumpas davası açmaya başladı. Hikâyeyi hepimiz biliyoruz: Gezi direnişinin ardından AKP liderliği ve bakanların çocuklarının dev bir yolsuzluk çarkının içinde gününü gün ettiği ortaya çıkınca, Yalçın Akdoğan ve Erdoğan, “kumpas” teorisini ortaya attılar. Bugün Erdoğan’a kumpas kuranların dün de “Milli ordumuza” kumpas kurduğunu iddia etmek çok işlevsel oldu. Yolsuzluğun aklanmasıyla Ergenekon ve Balyozcuların aklanması eşzamanlı bir şekilde yaşandı. Şimdi darbeleri teşhir edenler hakkında davalar açılıyor. Kumpas teorisyenlerine bir hatırlatma yapmak Sosyalist İşçi’nin boynunun borcudur. O dönemde darbelere karşı sokakta bir kitle hareketinin örgütlenmesinde Sosyalist İşçi temel bir rol oynadı. Tüm darbecilerin içeri tıkılması için elimizden geleni ardına koymadık. Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’nun kuruluşunun öncüsü olduk. Çok sayıda şehirde binlerce insanın katıldığı mitingleri örgütledik. Balyozcular hakkında suç duyurusunda bulunduk. Davanın başlamasında belirleyici olduk. Davaların işleyişi, gidişatı hakkında hep eleştirilerimiz oldu ama esasa bakınca Türkiye siyasetinde bir ilk yaşandığı ve katiller, darbeciler, suikastçılar yargılandığı için davaları sonuna kadar destekledik. İzmir casusluk davası, Devrimci Karargah davası, Hanefi Avcı davası gibi davalar eklendikçe Ergenekon ve Balyoz davalarının sulandığını biliyorduk ama 27 Mayıs’tan 27 Nisan’a kadar bir darbeler tarihine sahip olan Türkiye’de cuntacıların geriletilmesi için darbelere karşı “İslamcı-manken-solcu” koalisyonunu harekete geçirmeye ve darbecilerle toplumsal bir hesaplaşmanın yaşanmasına yardımcı olmaya devam ettik. Kumpas iddiasını dile getirenlere uyarımızdır: Ya bu memlekette darbeler olmadığını kanıtlayacak ve gerekirse Evren’i mezarından kaldırıp itibarını iade edeceksiniz ya da o dönemde Taraf gazetesinde çalışan gazetecilerden elinizi çekeceksiniz. Ya MGK kararlarıyla azınlıkların hedef gösterildiği gerçeğini unutturacaksınız ya da Ahmet Altan’ı, Yasemin Çongar’ı, Yıldıray Oğur’u, Mehmet Baransu’yu rahat bırakacaksınız. Darbelere karşı, darbecilerin ve katillerin teşhir edilmesi mücadelesi sadece bir gazetenin rol aldığı bir süreç değildi. Toplumsal muhalefetin önlenemez talebiydi bu. Bu muhalefet gücünü sokakta gösterdi. Şimdilerde yolsuzlukları aklamak için askeri vesayete davetiye çıkartan adımlar atmanız, bu muhalefetin yok olduğunu düşündüğünüzden. Bu muhalefet yok olmadı. Bu muhalefet ayakta. Bu muhalefet darbecilerden hesap sormaya devam edecek.

KILIÇDAROĞLU’NU TEHDİT EDENLER KİMDİR? CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, son iki hafta içinde katıldığı asker ve polis cenazelerinde art arda saldırıya uğradı. İlkinde “yumurta atılması”yla geçiştirilen saldırı, ikincisinde önüne “mermi atılarak” ciddi bir tehdide dönüştü. Mermili tehdidin hemen ardından Cumhurbaşkanının “milletin iradesine teslim ediyorum” diyerek Kılıçdaroğlu’nu terörün sorumlusu olarak göstermesi, mermili saldırganın başbakan ile birlikte görülmesi, yumurtalı saldırıyı organize eden Melih Gökçek’in billboardları Kılıçdaroğlu’nu terör destekçisi olarak gösteren afişlerle donatması dikkat çekici. Bu durum, Kılıçdaroğ-

REWHAT

lu’na karşı yapılan saldırıların AKP tarafından organize edildiğini ve devletin derin güçlerinin de bu saldırılara dâhil olduğunu gösteriyor. AKP liderliği, artan asker ve polis kayıplarında kendisine yönelme potansiyeli bulunan öfkeyi CHP’ye yönlendirerek her daim mağdur kalmayı başarıyor. Diğer taraftan, Kılıçdaroğlu’nun, AKP’nin ve Türk devletinin Suriye ve Kürt politikalarına koşulsuz olarak destek verdiğini meclisteki oylamalarda gösterdiğini ve mevcut savaş ortamının yaratılmasında pay sahibi olduğunu unutmamalıyız. Ancak bu durum Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıları meşru kılmaz, tam tersine saldırıları gerçekleştirenlerin ve arkalarındaki güçlerin açığa çıkarılması için mücadele etmek gerekir.


GÜNDEM

GENERALLERİN DÖNÜŞÜ

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

BİR BUÇUK YIL NE YAPACAKSINIZ? AKP’nin Binali Yıldırım’lı Bakanlar Kurulu, güvenlik konseptine özel bir önem verme ve çözüm sürecinden en az bir buçuk sene kesinlikle söz etmeme konusunda kararlıymış. AKP’ye yakın gazeteciler bu yönde vurgular yapıyorlar. Belli ki AKP liderliği çözüm sürecinin tüm hatıralarını sırtından atması gereken bir yük olarak değerlendiriyor artık. Süreç boyunca MHP ve CHP’nin dozajı giderek yükselen eleştirilerine hak vermeye başlamış görünüyor. Bu nedenle, en az bir buçuk sene süreçten söz edilmeyecek.

Darbe karşıtı mücadelenin tüm kazanımlar AKP tarafından yok ediliyor. ATİLLA DİRİM

On binlerce kişinin verdiği kitlesel mücadele sonucu geriletilen askeri vesayet, yitirdiği mevziileri teker teker geri alıyor. Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davaları ve askeri vesayete karşı verilen kitlesel mücadele sonucunda kaldırılan 'Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü', AKP tarafından yeniden gündeme alındı. EMASYA nedir? 'Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü' EMASYA, İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997'de imzalanmıştı. İl İdaresi Kanunu'nda yapılan değişiklikle, askerin, polisin yeterli olmadığı durumlarda toplumsal olaylara müdahale etmesini mümkün kılıyordu. Protokolün içeriğinin resmen hiçbir zaman açıklanmamış olmasına rağmen, İl İdaresi Kanunu'ndan farklı olarak, 9. maddesi, Valilik talep etmese de askere, kendisi gerekli gördüğü durumlarda toplumsal olaylara el koyma yetkisi veriyordu. Protokol şehir merkezleriyle ilgili istihbaratı askerle paylaşma imkânı da getiriyordu.

Özel olarak tahsis edilmiş EMASYA birlikleri yoktu, Türk Silahlı Kuvvetleri, EMASYA birlikleri olarak görev yapıyordu. Protokol, 2010 yılında, darbe karşıtı mücadelenin kitleselleşmesi sonrasında kaldırılmıştı. Yeniden askeri vesayet Ancak aradan 6 yıl geçtikten sonra, AKP hükümeti tarafından söz konusu protokole benzer düzenlemeler getiren bir kanun tasarısı hazırlandı. Yeni tasarıya göre asker, validen izin almadan, birlik komutanının emri ile operasyon yapabilecek. Son yapılan operasyonlarla ilçelerdeki yönetimi askere bırakan hükümet, yaptığı düzenleme ile askere geniş yetkiler vermenin yanında arama ve operasyonlarda yargı iznine gerek bırakmıyor. AKP'nin yeni düzenlemesi ile "kamu düzeninin bozulması" gerekçesiyle ülkeyi “dış düşmanlardan korumakla” görevli olan askeri birlikler, iç operasyonlarda ve meskun mahallerde görevlendirilecek. Yeni tasarıya göre, birliklerin çapı, teşkilatı, emir komuta ilişkileri, kuvvet kaydırılması konusunda Genelkurmay yetkili olacak. Yapılacak olan

HAFTANIN IRKÇISI ÇOCUKLARI TERÖRİST İLAN EDENLER Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların sürdüğü mahallelerde 3 Mart günü devletin savaş güçlerinin operasyonlara ara vererek güvenli

operasyonlarda yetki en yüksek rütbeli askeri birlik komutanında olacak. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığı'nın "askere katliam zırhı" getiren tasarısına uygun olarak askerlerin bu dönem işledikleri suçlar, "askeri suçlardan" yani "görev suçu" sayılacak. Yerli-milli koalisyonu Erdoğan, 4 Şubat 2010'da iptal edilen EMASYA için, ''Böyle protokol olamaz, olmayacak. Bu işi bitireceğiz" sözlerini kullanmıştı. Ancak 7 Haziran seçimlerinde HDP'nin %13 oranında oy alması ve Kuzey Suriye'de bir Kürt devletinin ortaya çıkmaya başlaması, AKP hükümetinin müzakere masasını devirmesi ve Kürt illerine ağır silahlarla saldırmaya başlamasıyla sonuçlandı. Üstelik bunu yaparken CHP ile MHP'nin desteğini aldı, daha da önemlisi, ihtiyaç duyduğu orduya, yitirdiği "haklarını" teker teker geri vermeye başladı. Artık "terörle" mücadele eden askerlerin yargılanması, izne bağlı olacak. Kısacası, yerli ve milli koalisyonu, Kürtlere karşı açtığı ırkçı savaşla, askeri vesayeti geri getirmek yolunda da kararlı adımlar atmaya devam ediyor.

bölgeye geçişini sağladığı siviller içinde yer alan 2-12 yaşları arasındaki çocuklardan 8’i hakkında ‘terör örgütüne üye olmak’ suçlamasıyla dava açıldı. Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şubesi tarafından düzenlenen tutanakta şu ifadeler yer aldı: 03/03/2016 günü Sur ilçesinde askeri unsurlara teslim olan şahıslardan yaşı 18’den küçük olanlar Çocuk Şube Müdürlüğümüze teslim edilmiştir. İki yaşındaki bir çocuğu bile “askeri unsurlara teslim olan” bir terörist olarak tanımlayabilmek, ırkçılığın en billurlaşmış şeklini ortaya koyuyor. Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şubesi, bu performansıyla haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

Bunun anlamı, bir buçuk sene boyunca bombalara, bodrumlarda ölümlere, şehirlerin yakılıp yıkılmasına, gençlerin ölmesine, kent merkezlerinde bombalı eylemlere alışmamız gerektiği. Esasında bunu da dile getiren AKP’liler var. Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi, “Maalesef terörle yaşamaya alışacağız” demişti. Bir buçuk sene boyunca savaş konseptini güncel tutacak olmanın sonucu, gerçekten de bombalarla, ölümle, tesadüfen ölmekten kurtulmakla geçen bir yaşam sürecek olmamızdır. Bu, Kürt illerinde yoğunlaştırılmış bir şiddetin bir buçuk sene daha sürmesi anlamına gelecek. AKP açısından bu Bakanlar Kurulu toplantısında konuşulup geçilecek bir konu olabilir, bizim açımızdan bu ölümle yaşam, savaşla barış arasındaki sınırı tayin ediyor. Neden bir buçuk yıl? AKP bu bir buçuk yılda ne yapmayı planlıyor? Erdoğan’ın, AKP liderliğinin, Genelkurmayın, CHP ve MHP’nin yerli ve milli bir şekilde odaklandıkları tek bir konu var: Suriye Kürtlerinin durumu! Evet, yanlış okumadınız, esasında Türkiye’de devletin temel meselesi Suriye’de Kürtlerin kaderinin ne olacağı, Esad, Rusya ve ABD’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını nasıl değerlendirecekleridir. Bir buçuk yılın, muhtemelen devletin bu konuda netleşmenin yaşanacağını öngördüğü süre olduğunu düşünebiliriz. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin Bakanlar Kurulu Suriye’de yaşayan, mücadele eden Kürtlerin kaderine kilitlenmiş halde. Kürtlerin kaderi Türkiye’de devletin arzu ettiği yönde şekillenmezse, bu bir buçuk yıllık süre çok kanlı bir şekilde daha da uzatılabilir üstelik. Son bir yılda yaşadıklarımız, bir buçuk yıl, bir buçuk gün, bir buçuk saat değil, bir buçuk saniye bile neden savaşa tahammülümüzün olmadığını kanıtlayan olaylarla dolu. Biz derhal barış istiyoruz. Yeniden müzakerelere başlanması en acil talebimizdir. Beklemeye tahammülümüz yok. Savaşla geçen her saniye, savaş politikalarının, ırkçılığın, ayrımcılığın tüm ağırlığıyla toplumun üzerine çökmesine neden oluyor. Kardeşlerimizi, şehirlerimizi, sosyal bağlarımızı kopartıyor, parçalıyor. Bu yüzden, hızla, devletin Suriye politikasını değiştirmek üzere, yeni ve kitlesel bir barış hareketini örgütlemek üzere harekete geçmeliyiz. Barış en acil sorunumuz çünkü.


4

DÜNYA

FRANSA: EURO 2016’YA İŞÇİLER DAMGASINI VURUYOR Fransa’da sendikaların, hükümetin iş yasasında yapmaya çalıştığı değişikliklere karşı mücadelesi yoğunlaşarak sürüyor. Petrol rafinerilerinde çalışan işçilerin grev ve eylemlerine liman işçileri, nükleer santral çalışanları, temizlik işçileri, metro çalışanları ve pilotlar da katılıyor. 8 Haziranda temizlik işçilerinin greve gitmesiyle, Paris sokaklarında çöp yığınları birikmeye başladı. Cuma günü çöpleri toplamaya sadece 74 çöp kamyonu çıktı, bu normal sayının yarısı. Sendikalara göre temizlik şirketi bu kamyonları sürecek şöfor bulmakta da zorlanıyor.

hemen hissedildi. İnsanlar fiyatların artacağını düşündüklerinden benzin istasyonlarına akın ettiler ama daha sonra petrolün biteceğinden korktular. Şimdi durum biraz düzelmiş durumda çünkü Total normalde her gün 300 tankerle petrol dağıtımı yaparken, şimdi yola 1000 tanker çıkarıyor. Yine de bazı benzin depolarında benzin bitiyor, bu yüzden Total benzini giderek daha uzaktan getirmek zorunda kalıyor. Bu lojistik olarak çok zor bir durum ve bu yüzden her gün milyonlarca avro kaybediyorlar. Onlara zarar vermek için, cüzdanlarından vurmalısınız, biz de bunu yapıyoruz.”

Air France havayolu çalışanları da daha iyi iş koşulları talebiyle greve gitti. Greve pilotların üçte biri katılırken, grevin ülkeye 2 milyon izleyicinin gelmesinin beklendiği, Euro 2016 futbol turnuvası sırasında yapılması grevcilerin elini güçlendiriyor. Air France’ın yaptığı açıklamaya göre 11 Haziran günü uçuşların beşte biri iptal edildi. Ulaşım sektöründeki grevler havayollarıyla sınırlı değil. Demiryolu işçileri de grevdeler, tren seferlerinin yarısı iptal edilmiş durumda, bunun patronlara maliyeti ise günde 66 milyon lira. Paris’te şehrin en büyük havalimanı olan Charles de Gaulle havalimanı ile şehir arasındaki ulaşımı sağlayan metro seferlerinde aksama yaşandı.

Benjamin Desjardins (Liman İşçisi): “Daha önce patronlarla bir grev durumunda hiçbir kamyonun limana girip çıkmayacağı konusunda anlaşmıştık. Ama bu kez Paris’e 300 kamyon göndermeyi denediler. Bu bizi gerçekten zayıf gösterirdi ve sanki rafinerinin yeniden çalışmaya başladığı düşünülürdü. Bu yüzden biz de kamyonların çıkacağı yolu kapattık. Sekiz saat boyunca işçiler rafineri girişini bloke ettiler, sonunda patronlar vazgeçmek zorunda kaldı.

Petrol rafinerilerindeki ve nükleer santrallerdeki grev elektrik kesintilerine de neden oluyor. İşçiler, üretimden gelen güçlerini kullandıkça, daha büyük inisiyatifler alıyorlar. Örneğin CGT sendikasına üye işçiler patron sendikasının başkanı olan Pierre Gattaz’ı cezalandırmak için ikinci evinin ve fabrikasının elektriğini kestiler. Ayrıca özellikle fakir bölgelerde oturan halkın elektrik faturasını düşük gösterdiler. Karayolu çalışanları ücretli yollarda, ücret öde-

Hollande hükümeti, tehdit yağdırsa da grev yayılıyor

meden geçişe izin verdiler. Greve giderek yeni sektörlerden işçiler de katılıyor. Greve çıkan Parisli otobüs şoförleri yüzlerce kişiyle şirket merkezine yürüdü. Le Havre’deki grevci işçiler konuşuyor Fransa’daki eylemcilerin “grevin başkenti” olarak adlandırdığı Le Havre Fransa’nın kuzeyindeki bir liman kenti. Liman, hem Fransa’nın ithal ettiği petrolün ülkeye gir-

KÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral

GOLÜ İŞÇİ SINIFI ATIYOR Tüm dünyanın gözlerini Euro2016 futbol turnuvası için diktiği Fransa’da esas rekabet futbol takımları arasında değil, patronların ve işçilerin çıkarları arasında yaşanıyor. Fransa işçi sınıfı egemen sınıfın unutulması için özellikle çabaladığı, ancak kapitalizm varolduğu sürece kendisini göstermeye devam edecek bir gerçeği yeniden hepimize hatırlattı: sınıf mücadelesi.

diği birkaç noktadan biri olması, hem de burada bulunan rafineri nedeniyle önemli bir ekonomik değere sahip. Le Havre’de CGT sendikasına üye işçiler iki haftadır grevde. Onlar ülkeye petrol girişini engelleyerek greve çok önemli bir katkı yapıyorlar. İşçiler İngiliz Socialist Worker gazetesine konuştu. Thierry Defresne (Total petrol fabrikasının sendika temsilcisi): “Grevin etkisi

lük greve çıkmak oldu. İşçi sınıfını sahada bu kadar güçlü yapan şey örgütlü olması ve deneyimleri. Fransa’da mücadele Mayıs 1968’den ibaret değil. İşçi sınıfının nostalji olmadığını anlamak ve örgütlü mücadelesinin neler başarabileceğini görmek için Fransa’nın son 10 yılına bakmak bile yeterli.

Hükümetin geçirmeye çalıştığı yeni iş yasasına karşı mücadele bir grev ve isyan dalgasına dönüşmüş durumda.

Tüm dünyada antikapitalist hareketin rüzgarı eserken Fransa’da işçi sınıfının örgütlülüğünün güçlü olması rüzgardan birçok kazanımın elde edilmesini sağlamıştı. 2004’te tüm AB ülkelerinde oylanan ve esasen ‘efendilerin’ çıkarlarını kollayan AB anayasası Fransa’da reddedilmişti. Bunu sağlayan şey ‘neoliberal anayasaya hayır’ diyen işçi sınıfının, göçmenlerin, gençlerin ortak mücadelesiydi.

Cumhurbaşkanı Hollande, işçilerin 2 milyon taraftarın hatırına grevlerini sonlandırmaya hiç de niyetlerinin olmadığını anladığından beri panik içerisinde. Hollande’ın ‘ele güne rezil olacağız bitirin grevleri’ tavrına Air France pilotlarının yanıtı, turnuvanın ilk haftasında beş gün-

2005’te göçmen gençlerin ırkçılığa ve işsizliğe karşı biriken öfkesi bir anda banliyö isyanına dönüşmüştü. Sarkozy’nin ‘sıçan’ ve ‘ayaktakımı’ dediği gençlerin Paris’te başlayan isyanı hızla diğer kentlere yayılmıştı. Bir yıl sonra işçi sınıfı, birliğin ve direnişin kazanabileceğini

Frederic Le Touze (Sağlık Çalışanı): “Çalışanların maaşlarında kesintiye gidiliyor, kullanılan ekipmanlarda kesintiye gidiliyor; buna kâğıtlar ve battaniyeler bile dâhil. Hastalar yerdeki döşeklerin üstünde veya bürolarda yatmak zorunda kalıyor. Hastaneden iki doktor ayrılınca psikiyatri bölümünü kapatmaya çalıştılar, ama bu engellendi. Bugün hastanelerin çoğunluğunda çalışanlar kamu çalışanı olsa da giderek daha fazla hastane özelleştiriliyor. Dolayısıyla çıkarılmaya çalışılan İş Yasasındaki değişiklik onları da etkileyecek. Bu yüzden kamu sendikalarının da harekete katılması gerekiyor.”

tüm dünyaya göstermişti. Yine bir iş yasası çıkarılmaya çalışılmış iki buçuk aylık mücadelenin sonucunda sağ hükümet yasayı geri çekmek zorunda kalmıştı. Özellikle genç işçilere yönelik olan neoliberal yasaya karşı öğrenci hareketi ve işçi sınıfı birlikte mücadele etmişti. Hükümetin hareketi bölmek için gösterdiği tüm çabalara rağmen birlik bozulmadı aksine güçlendi ve birçok sektörde greve gidilirken 84 üniversite işgal edildi. 2010’da emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı 3 milyon kişi sokağa çıktı. Yasa geçti ancak ‘grev olsa da kimsenin ruhu duymuyor’ diyen Sarkozy’nin de sonu oldu. Şimdi kumarı Hollande oynuyor. Kısaca Fransa işçi sınıfı iktidarda sağ da olsa, adında sol olan ancak patronların çıkarlarını kollayan Hollande da olsa, IŞİD saldırılarının ardından olağan üstü hâl ilan edilse de, kupa heyecanı yaşansa da mücadeleden vazgeçmiyor. Bu mücadelecilik gücünü örgütlülükten alıyor.


RÖPORTAJ

5

“DÜNYAYA KAFA TUTTUK, VAZGEÇMEYECEĞİZ” LGBTİ Onur Haftası etkinlikleri başlıyor. Bu vesileyle gazetemizde LGBTİ mücadelesini yansıtmayı planlarken Orlando’da gerçekleşen katliam hepimizi yaraladı ve öfkelendirdi. LGBTİ aktivisti Levent Pişkin’le 1969 Stonewall isyanından Orlando’ya hareketin seyrini ve Türkiye’deki mücadeleyi konuştuk.

Orlando’daki katliam hakkında ne söylemek istersin? Ne diyebilirim ki çok üzgünüm. IŞİD’in saldırılarının LGBTİ’lere yönelmesini bekliyorduk. Zaten uzun süredir eşcinseller açık bir şekilde hedeflerinde. Basına yansıdığı kadarıyla bildiğimiz, şimdiye dek 40’a yakın eşcinseli uçuruma atarak infaz ettiler. Ramazan ayı içerisinde LGBTİ’lere yönelik olası saldırılardan tedirginlik duyuyorduk ama elbette hiçbir katliam soğukkanlılıkla karşılanmıyor. Dünyada topyekûn infial var. Sadece bize yönelik değil bu saldırılar. Ancak bu gibi olaylarda, her seferinde savunmasız kalan, yalnızlaştırılan LGBTİ’ler oluyor. Önce LGBTİ’lerin sonra da tüm dünya halklarının başı sağolsun. Haziran tüm dünyada Pride/Onur etkinliklerinin düzenlendiği ay. Tüm Pride’lara yönelik bir mesaj verildi. Sistemin zaten uzun yıllardır verdiği mesajı şimdi bir biçimde IŞİD verdi. Bu mesaj ‘görünmeyin, varolmayın, yaşayacaksanız kendi kendinize yaşayın, hatta yaşamayın’ diyor. Gey bara saldırı doğrudan LGBTİ’lerin varoluşuna saldırı. Katliamın ardından ‘LGBTİ’ler Stonewall’da kafa tuttu’ dediğin bir tweet attın. Stonewall’un LGBTİ mücadelesindeki önemi nedir? Stonewall’da dünyaya başkaldırdı LGBTİ’ler o dönemde. ‘Tedavi etme’ girişimlerinden hapse atmalara, işkencelerden öldürülmelere, nefret cinayetlerinden polis baskınlarına kısaca maruz bırakılan her türlü şiddete, her şeye karşı bir başkaldırı gerçekleştirildi Stonewall’da. Tüm dünyadaki 1968 hareketinin özgürleştirici etkisiyle bir isyan yaşandı. Stonewall sadece bir bar isyanı değil. Tüm düyaya yayılan ve etkisini 50 yıldır gördüğümüz bir isyan. LGBTİ’ler o günden beri isyanda. 1969’da LGBTİ’ler tüm dünyaya başkaldırdılar. Çünkü homofobi ve transfobi dünya çapında olan ve kurumsallaşmış bir mesele. Kimse IŞİD yüzün-

den geri çekilecek, varoluş kavgasından vazgeçecek değil. 1969’dan beri dünyaya kafa tutmuş bir hareketten bahsediyoruz. Dans edemediğimiz devrim bizim devrimimiz değil ve biz dans etmeye barlarda, kulüplerde, sokaklarda devam edeceğiz. Baskı, zulüm, katliam varoluşumuzdan bizi vazgeçirmeyecek. Türkiye’deki son bir yılın siyasi atmosferinin LGBTİ mücadelesini de etkilediğini düşünüyor musun? Tabi ki etkiledi. Savaş varken LGBTİ’lerin talepleri lüks gibi gelebiliyor. Bu açıdan dayanışmayı etkiledi. Başka örgütlerle, kurumlarla kurduğumuz dayanışma az da olsa etkileniyor. Bizim mücadelemiz lüks kaçıyor, birincisi bu. Geçen sene Onur yürüyüşüne yapılan polis saldırısıyla mücadelede neyin değiştiğini bu yıl ölçebileceğiz. Ama LGBTİ’ler yeknesak, tek bir ideolojik görüşe sahip değiller. Savaş koşulları nerede olursa olsun hareketi ayrıştırır, varolan politik ayrımları belirginleştirir. LGBTİ hareketi Kürt hareketiyle dayanıştıkça eleştiriler alıyor. Diğer yandan Müslüman LGBTİ’ler var ve ‘Ramazan’da neden Pride yapılıyor’ diye eleştiriler yapılıyor. Kürt hareketiyle dayanıştıkça ulusalcılarla tartışmak zorundayız. Dolayısıyla siyasetteki tartışmalar elbette LGBTİ mücadelesinde de etkili oluyor. Bu benim garipsediğim bir durum değil. Sonuçta savaş koşullarında yaşıyoruz ve hepimiz, her kesim bu durumdan etkileniyor. İlk Onur yürüyüşünün gerçekleştirildiği yıldan bu yıla hareketin taleplerinin kazanılması konusunda ne noktadayız? Geçen yıllar içerisinde ne gibi kazanımlar oldu? Yasal açıdan herhangi bir kazanım olmadı. Ama biz tek başına yasal haklar talep eden bir hareket hiç olmadık. Devletin gasp ettiği haklarımızı muhakkak istiyoruz. Ama

uğruna mücadele ettiğimiz şey aynı zamanda toplumsal bir özgürleşme ve bu da kısmen başarıldı. Dönüştürdüğümüz pek çok kesim açısından başarıldı. Türkiye’nin epey bir kısmında yol kat ettik. Kendimizi ifade ettik ve toplumun bir kısmı bizi anladı. Özgürleşmeyi bir arada deneyimleme fırsatımız oldu. Bu benim açımdan yasal kazanımlardan daha önemli ve gerçekçi. Toplumsal bir dönüşümü hedeflemeyen bir mücadele tepeden inme ve içselleştirilmemiş olacaktı. Ayrı yerde devam ediyor benim için temel dinamik. Onur yürüyüşlerinin yıllar içerisinde elde ettiği yaygınlığa bakmak bile yeterli. Eskiden sadece İstanbul’da olan yürüyüş şimdi 10-15 ilde birden yapılıyor. İstanbul dışında İzmir veya Mersin gibi bir sürü yerde ufak tefek şeyler oluyor. İnsanlar olduğu gibi yaşamak istiyor, saklanmak istemiyor, ‘neyse neyim beni böyle kabul et’ demek istiyor. Bu cesaret veya varoluşunu anlamlandırma ne dersen de, ‘ben varım’ demeye başladı. Hem LGBTİ’ler hem de diğer kesimler açısından ciddi dönüşümler yaşanmaya devam edecek. Bu hafta Trans Onur Haftası etkinlikleri başlıyor haftaya ise LGBTİ Onur Haftası ve Onur yürüyüşü gerçekleşecek. Bu sene program nedir? 20 Haziran’da Onur Haftası etkinlikleri başlayacak. Bu seneki temamız ‘örgütleniyoruz’ oldu. Yürüyüş için de hazırlıklarımız devam ediyor. 26 Haziran’da 14. Onur yürüyüşümüzü yine İstiklal Caddesi’nde gerçekleştireceğiz. 24. Onur Haftası ‘aşk, arzu, dostluk, eşitlik, özgürlük, adalet, barış, emek, umut, yaşam, dayanışma ve sokakta olmak için, örgütleniyoruz’ çağrısıyla gerçekleşecek. Aşk ve mücadele kazanacak diyenler 26 Haziran’da Onur yürüyüşünde olacak. RÖPORTAJ: MELTEM ORAL


6 GÜNDEM FAŞİZM NEDİR? Faşist hareketleri anlamak için tanımlar ve kriterler listesi peşinde koşmaktan çok, stratejilerini analiz etmek gerekir. Kapitalistler normal dönemlerde parlamenter demokrasi ile toplumu yönetebilirler. Gerektiğinde polis ve ordunun şiddet aygıtları onlar için yeterlidir. Kriz anlarında ise kâr edebildikleri düzenin korunması için demokrasiden vazgeçebilirler. Marx, 1848 devrimleri yenildiğinde, Fransız egemen sınıfının nasıl diktatörlüğe yöneldiğini yazıyordu.

OTORİTERLEŞME:

1920’lerin dünyasında ise yalnızca durumu kontrol altına alacak diktatörlere veya askeri rejimlere değil; Almanya’dan İtalya’ya Avrupa’nın birçok yerinde iktidarı ele geçirmenin eşiğine gelmiş kitlesel işçi hareketlerini tamamen yok edecek, örgütlenmelerini dağıtacak, işçilerin tüm haklarını ve demokrasinin tüm kırıntılarını yok edecek kitle hareketleri gerekliydi. Faşist hareketler böyle koşullarda yükseldi. Kitle tabanını, Troçki’nin “insan tozu” olarak tanımladığı orta sınıflar arasında buldu. Sistemin krizinde hayatları mahvolan, ancak işçi sınıfı gibi kolektif mücadele yeteneği olmayan sosyal tabakalar içerisinde örgütlendi. İşçi örgütlenmelerini dağıtmak üzere, tüm ezilenleri hedef alan paramiliter çeteler örgütleyerek sokakları terörize etti. Böylelikle, egemen sınıflar için Almanya’da Hitler, İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini liderliğindeki faşist hareketler, devrimleri ezmek ve yaşanan toplumsal krizden çıkmak için seçenek hâline geldi. Bolu, Kürt inşaat işçilerinin kaldığı bina faşistler tarafından ateşe veriliyor.

Cizre, 2016

AKP, daha genel olarak 2010 yılındaki referandumdan beri, Gezi direnişinden sonra ise daha süratli bir şekilde, her kritik virajda dümeni sağa kırıyor. Kürt illerinde savaşın çok yoğun bir şekilde geri dönmesi, bu savaşta işlenen sayısız insan hakkı ihlali ve şehirlerin yerle bir edilmesi, Ermeni soykırımının inkârında en kaba argümanlara dönüş, inkâr etmeyenlerin “Türklüğünü ölçmek” için kan testi talebi, kadınlara ve LGBTİ’lere yönelik nefret söylemi ve haklarını kısıtlamaya yönelik yasal girişimler, tüm demokratik gösterilerin vahşi bir polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılması, hem kamu emekçilerinin hem de özel sektördeki işçilerin haklarına ve yaşam standartlarına yönelik saldırılar… Tüm bunların sonunda solda AKP üzerine yapılan analizlerin önemlice bir bölümünü “faşizme gittiğimiz” oluşturuyor. Sürekli faşizm mi?

TÜRKİYE’DE FAŞİZM Türkiye’de de klasik faşist hareketlere benzer şekilde örgütlenen partiler var. MHP ve BBP, onların askeri çeteleri olan Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları. AKP veya CHP gibi anaakım siyasi partiler, her dönemin koşullarına göre farklı pozisyonlar alabilirler. MHP ve BBP ise her dönemde tüm ezilenlerin düşmanı. Grevci işçilere, Kürtlere, Ermenilere, kadınlara, LGBTİ bireylere ve Alevilere düşmanlar. AKP’nin faşist olduğu yanılgısı, gerçek faşist parti MHP’nin yarattığı tehdidi önemsizleştirmeye yol açıyor. Hatta, “AKP’ye karşı”, MHP sık sık “muhalif” ve bu yüzden önemli bir güç olarak görülüyor. Seçimlerde faşist partinin desteklediği adaylara soldan da destek devşirilmeye çalışılıyor. Tüm haklarımızın ve mücadelemizin en kararlı düşmanı olan MHP’nin işçi eylemlerine ve Gezi direnişi gibi demokratik protestolara sızma girişimleri engellenmelidir. MHP ve BBP gibi faşist partilerin kapatılması, onların paramiliter güçlerinin dağıtılması için mücadele etmeliyiz.

“Faşizm”, her türlü baskı politikasını açıklamak için sihirli bir anahtar rolü görüyor. 14 yıllık AKP iktidarı süresince defalarca faşizmin gelişine tanık olduk. Yeniden gelmesi için ne zamanlar geri gittiğini açıklayan yok. Üstelik yalnızca bugün değil, örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin generalle-

ri hapse tıkılırken de “sivil faşizm” geliyordu. Daha gerilere gidersek, 12 Eylül’de Kenan Evrenlerin kurduğu rejim de faşizm idi. Demek ki Türkiye’de faşizm hemen hemen her zaman iktidarda. Devamlı faşizm iktidardaysa, örneğin bundan bir yıl önce Kürt hareketinin omurgasını oluşturduğu HDP’nin sol bir programla 6 milyon kişiye seslenebilmesi, faşist olduğu iddia edilen AKP’nin “seçimler” aracılığıyla tabanının beşte birini kaybetmesini filan nasıl açıklayacağız? Açıklama yok. Zaten bir röportajında sol bir partinin başkanının bahsettiği gibi, teorik olarak bir faşizm tartışması yapılmıyor, “propaganda olarak faşizm” deniliyor. Son olarak geçtiğimiz günlerde de HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü, pek çok insanın “soy faşizm” olarak MHP’nin varlığını veri aldığından, Erdoğan’ın faşizme yürüdüğüne bir türlü inanamadığından yakınmış. Sık sık toplumun %50’sine yakınının oyunu alan, en geniş emekçi kesimlerin siyaseten desteklediği bir partiyi –faşizm tezlerine destek devşirmek adına- “lümpenlerin ve küçük burjuvaların oluşturduğu bir kitle hareketi” diye tanımlayan Kürkçü’yü

FAŞİZME KARŞI BİRLEŞİK MÜCADELE Hem AKP hem de MHP faşistse, toplumun %65’i faşizmi destekliyorken tüm sendikaların, sosyalist partilerin, LGBTİ örgütlerinin vs. yasal faaliyet göstererek mücadele etmesini anlamak zorlaşırdı. Üstelik, faşizme karşı nasıl mücadele edileceğiyle ilgili bir strateji çizmek de imkansızlaşırdı. Oysa faşist hareketler, sosyal kriz anlarında umutsuzluk üzerinden kitleselleşemeden engellenebilirler. Bunu için faşizme karşı olan en geniş birliği sağlamak, farklı kesimlerden ve görüşlerden tüm işçileri bir araya getirecek birleşik cepheler inşa etmek gerekir. Troçki, Almanya’da Hitler’in iktidarı almasının önüne geçilmesi için Komünist Parti ile Sosyal Demokrat Parti’nin birliğini öneriyordu. Böylesi bir birleşik mücadele Nazileri

durdurabilirdi. Komünist Parti ise stalinizmin etkisiyle asıl tehlike olarak sosyal demokratları gördü. Bunun bedeli tüm işçi sınıfı için ağır oldu. 1970’lerde İngiltere’de reformist ve devrimci işçileri bir araya getiren kampanyalar, Nazileri önemli ölçüde geriletti. Bunun başarılamadığı Fransa’da ise Le Pen’in Ulusal Cephe’si kök saldı ve bugün %25 oy alabilecek bir güce sahip. Büyük bir ekonomik krize kitlesel bir işçi hareketiyle direnişin yaşandığı Yunanistan’da ise Altın Şafak, yakaladığı çıkışın devamını getiremedi. Liderleri yargılanıyor ve kitle tabanını büyütüp örgütlenmesini güçlendiremiyor. Yunanistan’da sosyalistler, ırkçılığa ve faşist tehdide karşı farklı eğilimlerden işçileri, göçmenleri ve tüm ezilenleri bir araya getiren bir kampanyayı inşa etti.


GÜNDEM 7

NEREYE DOĞRU?

GÖRÜŞ Roni Margulies

“MÜMKÜN OLDUĞUNU SANMAZDIM” Muhammed Ali’nin cenaze töreninden kös kös dönerken, oyuncağı elinden alınmış şımarık bir çocuk gibi öfkeyle surat asarken, niye bu duruma düştüğünü hiç mi hiç anlayamamıştır. Anlayamaz, çünkü dünya görüşü ve dünya hakkındaki bilgisi anlamasına izin vermez. Ben anlatayım. Muhammed Ali’nin Müslümanlığı Erdoğan’ın Müslümanlığına benzemez. Diyanet işleri Başkanlarıyla, namaz kılmayanlara “hayvan” demekle, devleti kutsayan muhafazakârlıkla alakası yoktur Muhammed Ali’nin. Onun için Müslümanlık bir başkaldırı simgesidir. Bir yandan Hıristiyan olduğunu iddia ederken bir yandan da siyahları ezen, yoksul ülkelere savaş açan Amerikan devletine isyan etmenin simgesidir. Baskıcı ve otoriter bir devlet başkanıyla Muhammed Ali’nin işi bile olmayacağını bildikleri için, ailesi Erdoğan’ın konuşmasına ve show yapmasına izin vermemiştir. Vietnam savaşı sırasında “Hiçbir Vietnamlı bana ırkçılık yapmadı” diyerek askere gitmeyi reddetmiş, dünya şampiyonluğunu gözden çıkararak hapse girmeyi göze almış bir adamın cenazesinde, kendi ülkesinin vatandaşlarını bombalattıran bir liderin ne işi olabilir yahu!

İstanbul, 2016

kimsenin inandırıcı bulmaması doğal. Kapitalizmi aklamamak

sık sık yapıyorlar. Bugün Hollande, grevci işçilerin üstüne polisleri yolluyor. Tony Blair, Irak’ta bir milyon kişinin yaşamını yitirdiği ABD işgalinin baş ortaklarındandı.

12 Eylül, Erdoğan veya tüm sağcı-otoriter liderleri/rejimleri “faşizm” olarak nitelemek, kapitalist toplumdaki “olağan” yönetim biçimlerine fazlaca “demokratik” bir nitelik atfetmek anlamına geliyor. Oysa bu doğru değil. Tüm devletler, hükümetler, egemen sınıfın çıkarları tehdit altında olduğunda veya farklı egemen sınıflar arasındaki rekabetin gereği olarak, en başta saydığımız sağcı politikaları devreye sokabilirler. Yalnızca bunlar yeterli olsaydı, tarihin belirli bir döneminde, belirli koşullarda ortaya çıkan bazı siyasi hareketler üzerinden “faşizm” teorileri geliştirmek gerekmezdi.

Yerli ve millî

Erdoğan ve AKP, tüm dünyada merkez sağcı olarak anılan, muhafazakâr “demokrat” kitle partilerinin bir devamı. Tüm bu hareketlerin tarihi savaş, işgal ve yağma politikalarından ibaret. Kadınların, LGBTİ’lerin, azınlıkların haklarının gaspının tarihi. İşçi sınıfına ve yoksullara karşı acımasız neoliberal saldırıların ve bunların gerektirdiği ölçüde zor kullanımının-devlet şiddetinin tarihi.

Yerli-milli koalisyonu, Türk milliyetçiliği karşısında özgürlüğü ve demokrasiyi savunanların son yıllarda elde ettikleri tüm kazanımları geri almak için saldırıyor. Bu saldırıya direniş ise ancak kitlesel bir barış hareketini inşa etmekle mümkün olacak. 2013 yılında çözüm sürecine destek veren toplumun üçte ikilik kesimi, önemli ölçüde AKP’ye oy veren yoksul emekçilerden oluşuyordu. Bir barış hareketi inşa edip “yerli-milli” eksenini dağıtabilmemiz için bu tabanı kazanmamız şart. Bunu ise “AKP faşizmi” gibi yanlış analizlerle yapabilmek mümkün değil.

Bırakın merkez sağı, sosyal demokrat olarak bilinen reformist işçi partileri dahi iktidara geldiklerinde benzer şeyleri

AKP’nin bugünkü sağa yönelimini de Türkiye devletinin ihtiyaçlarıyla açıklamak mümkün. Rojava’da herhangi bir Kürt oluşumunun engellenmesi için egemen sınıfın tüm kanatlarını bir araya getiren “yerli ve millî” ittifakı, son bir yıldır süren savaşın meşruiyetini sağlamak için sonsuz bir Türk milliyetçiliği pompalıyor. Her savaş hükümetinde olacağı gibi, savaşın olmadığı bölgelerde olası itirazların önünü kesmek için her tür muhalefete yoğun baskı uygulanıyor.

AKP’YE OY VEREN EMEKÇİLERİ KAZANMAK 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin gösterdiği muazzam oy artışının ana kaynağı AKP tabanıydı. HDP oyunu ikiye katlarken AKP %50’den %40’a düştü. Kazandığımız oyların en az üçte ikisi daha önce AKP’ye oy veren işçilerdi. İşçi sınıfının en geniş kesimleri AKP’ye oy veriyor. 2015 Ocak ayında 15 fabrikada greve çıkan Birleşik-Metal üyesi metal işçilerinin de, aynı yılın Mayıs ayında hem patronlara hem Türk-Metal’e karşı iş bırakan binlerce iş-

çinin de çoğu AKP seçmeni. Bunlar, daha önce sosyal demokrat partilere oy veren, 1990’larda bir yandan Refah Partisi’nin “adil düzen” söylemi diğer yandan sosyal demokratların “laiklik-dindarlık” kutuplaşmasında devletle saf tutması üzerine pozisyonunu değiştiren emekçiler. Askeri vesayet tarafından hedef alındığı, Kürt sorununa çözüm vadettiği için AKP’ye geçtiler. Faşizmin kitle tabanı olmadıkları gibi, sol için kazanılması gereken kitleler.

Amerika’daki binlerce haham arasından konuşma yapması için ailenin seçtiği haham, 1968’den beri Amerika devletinin tüm siyasetlerine karşı duran bir kişi. Seçilmiş olması tesadüf değil. Erdoğan’ın konuşturulmamış olması tesadüf değil. Keza, “Ne Türk’ü be? Bunların kanının laboratuar testinden geçmesi lazım” sözlerini ettiği zaman da, Erdoğan ne dediğinin, ne yaptığının farkında bile değil. Olamaz, çünkü dünya görüşü ve dünya hakkındaki bilgisi olmasına izin vermez. O kadar ki, Almanlar adamın lafları karşısında hayretler içinde kalıyor. Angela Merkel, “Türk tarafının suçlamaları ve açıklamaları anlaşılmaz” dedi. Almanya Meclis Başkanı Norbert Lammert, “Demokratik yollarla seçilen bir Cumhurbaşkanı’nın, demokratik yollarla seçilen Almanya Parlamentosu’nun milletvekillerine yönelik eleştirilerini onların Türk kökeniyle ilişkilendirilmesinin 21’inci yüzyılda mümkün olduğunu sanmazdım” dedi. Hiç kuşkum yok, ilişki içinde oldukları bir devlet başkanının bu lafları edebileceğine inanamayıp “Ne Türk’ü be?” cümlesini birkaç kez okumuşlardır! Şimdi, Avrupa’da da elbet ırkçılık var. Böyle laflar edecek Avrupalılar da elbet var. Mesele, “Ay, Avrupalılar ne iyi; biz ne kötüyüz” değil. Önemli olan, Türkiye’de de Erdoğan’ın dediklerini ve yaptıklarını yanlış bulan çok sayıda, ama pek çok sayıda insan olması. Sorun, bu büyük kitlenin önünde herhangi bir alternatif bulunmaması, muhalefetini ifade edecek araçlar olmaması. Dokunulmazlıkların kaldırılması için oy veren, Türk ırkına AKP’den bile daha fazla önem veren CHP, böyle bir araç olamaz. Mesele bu araçları yaratmak.


8

ORLANDO

HOMOFOBİK KATLİAMIN ARDINDAN:

SAĞIN BİZİ BÖLMESİNE İZİN VERMEYELİM CHARLİE KİMBER VE TOMÁŠ TENGELY-EVANS

ABD Orlando’daki gece kulübü Pulse’a yönelik gerçekleştirilen korkunç saldırıda en az 50 kişi öldürüldü, daha fazla sayıda insan yaralandı. Florida’daki gece kulübüne ateş açan Ömer Metin polis tarafından vurularak öldürüldü. Metin vurulmadan önce ‘IŞİD’e bağlılık yemini ettiğini’ belirtti. Bu dehşet verici olayın islamofobi ve ırkçılığı arttırmak için kullanılmaması hayati önem taşıyor. Mezhepçi örgüt IŞİD Metin’i ‘hilafetin askeri’ olarak övdü. FBI IŞİD’le bağlantısı iddiasıyla 2013’te Metin’le iki kez görüşüldüğünü açıkladı. Ancak aynı zamanda üst düzeyde yetkililer örgütle doğrudan bir bağa dair hiçbir kanıt olmadığını söyledi. Bu durum bazı politikacıların Ortadoğu’daki savaşı haklı çıkarmak ve islamofobiyi güçlendirmek için saldırıyı kullanmasını durdurmadı. Cumhuriyetçilerin başkan adayı Donald Trump, “radikal islami terörizm konusunda haklı olmama dair tebrikleri takdir ediyorum, ancak ben tebrik değil sertlik ve önlem istiyorum” diye tweet attı. Müslüman göçmenler yasağı için yaptığı çağrıyı tekrarladı. Demokrat Parti’deki rakibi Hillary Clinton “yurtiçi ve yurtdışındaki tehditlerden ülkemizi savunmak için çabalarımızı iki katına çıkarmamız gerekir” dedi. Sağcılar ve bazı liberaller homofobiyi özellikle bir Müslüman sorunu olarak sunuyor. Neo-muhafazakar Douglass Murray, Spectator dergisindeki yazısında “Orlando gey kulübündeki silahlı saldırganın dinini göz ardı edemeyiz” dedi. Homofobi Ancak bütün bunlar homofobinin daha kapsamlı bir problem olduğu gerçeğini çarpıtıyor. LGBTİ bireyler, dünya çapında ayrımcılıkla ve çoğu zaman da şiddetle karşı karşıya. İngiliz Nazi David Copeland’ın, 1999’da Londra Soho’daki Admiral Duncan adlı barda gerçekleştirdiği bombalı saldırıda 3 kişi öldü, yaklaşık 70 kişi yaralandı. Orlando’daki yerel yetkililer, saldırıya karşılık insanları kan bağışlamaya çağırdı. Ama ayrımcı yasa yüzünden eşcinsel ve biseksüel erkeklerin kan bağışı yapmaları yasak. ABD’nin yarısından fazlasında bir işverenin, çalışa-

nını gey olduğu için işten atması şu anda hâlâ yasal. İngiltere hükümeti Nisan ayında ABD’ye seyahat edecek gey ve transseksüelleri dikkatli olmaları konusunda uyardı. Kuzey Carolina ve Mississippi’deki yeni kanunlar işletmelerin, LGBTİ’lere hizmet vermeyi reddetmesine izin veriyor. ABD içerde ve dışarda şiddete hiç de yabancı değil. Orlando katliamı, ABD tarihinde 1890’dan beri en büyük kaybın yaşandığı saldırı oldu. Eğer Orlando

katliamında IŞİD’in doğrudan bir bağlantısı varsa, sorumluluğun büyük bir kısmını ABD taşımak zorunda. IŞİD, ABD emperyalizminin 2003’teki müdahalesinin ardından Irak’ı bölmek ve yönetmek için mezhepçiliği kullanmasının sonucunda oluştu. Müslümanlara yönelik daha fazla baskı, daha fazla nefret ve daha fazla savaş sadece daha fazla dehşet anlamına gelecektir. Şimdi homofobiye, ırkçılığa ve islamofobiye karşı birleşme zamanı. 13 Haziran’da İngiltere’deki Socialist Worker gazetesinin internet sitesinde yayınlanan yazıdan kısaltılarak alınmıştır.


SINIF MÜCADELESİ

TÜRK-İŞ’TEN HÜKÜMETE TEPKİ

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞÇİLER AKP’DEN NASIL KOPAR? Uzun bir süredir işçi sınıfının büyük bir kesimi oyunu bir burjuva partisi olan AKP’ye veriyor. İşçilerin burjuva partilerden birini, mevcutlar içinde de ehveni şer olarak gördüğü AKP’yi tercih etmesinin önemli bir nedeni solun, sosyalistlerin işçi sınıfını örgütlemek için uygulamakta oldukları yanlış politikalardır.

Türk-İş’in uyarısı hemen etkisini gösterdi, hükümet yetkilileri kıdem tazminatının korunacağını söyledi.

En büyük işçi sendikaları konfederasyonu Türk-İş, bireysel emeklilik sistemi ve kıdem tazminatının gaspı gerekçesiyle AKP’ye tepki gösterdi. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay yazılı bir açıklama yaparak, 18 milyon ücretli çalışanı ilgilendiren bireysel emeklilik sistemine otomatik katılımı öngören düzenlemenin iş barışını bozacağını söyledi. Bunun uygulanması durumunda çalışanların reel ücretlerinin düşeceğini kaydeden Atalay, “Getirilmek istenen ‘zorunlu’ bireysel emeklilik sistemi, sürekli gündemde tutulan ve tüm hazırlıklarının bitirildiği iddia edilen yeni

kıdem tazminatı sistemine geçiş olarak değerlendirilmelidir. Bireysel Emeklilik Sistemi’nin güçlenmesi için atılan her adımın aynı zamanda kıdem tazminatını bu sistem içine alabilmek için geçilen bir aşama olarak görmek mümkündür. Başbakan Yardımcısı Sayın Mehmet Şimşek’ten bugüne kadar işçilerle ilgili hayırlı bir haber ve çalışma görmedik. Bu düzenleme de onlardan biridir” ifadelerini kullandı. Türk-İş daha önce de kıdem tazminatının fona devredilmesi girişimini genel grev sebebi sayacaklarını söylemiş, hükümet bunun üzerine geri adım atmıştı.

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu Nestle Türkiye Gıda ve Cereal Partners (CPT) işletmelerinde toplu sözleşme görüşmeleri devam ediyor. Anlaşma sağlanamazsa işçiler 21 Haziran’da greve çıkacak.

n DGD-Sen’e üye oldukları için işten atılan ve direnişe geçen AVON işçileri, hafta içinde bir kez daha AVON genel merkezi önünde eylem yaptı.

n Sendikalaştıkları için işten atılan Avcılar Belediyesi temizlik işçileri direnişlerine devam ediyor.

n Kocaeli’nde Enpay işçilerinin Yargıtay tarafından bozulan işe iade davalarında yerel mahkeme yine işçiler lehine karar verdi.

n Gebze'deki TAYSAD OSB'de bulunan Mecaplast fabrikasında, toplu sözleşme görüşmelerinden sonuç çıkmaması üzerine grev kararı alan işçiler, greve başlamadan taleplerini kazandı.

n Bakırköy Belediyesi bünyesinde farklı bölümlerde çalışan, Genel-İş ve Belediye-İş üyelerinin de aralarında bulunduğu 17 işçi, 14 Mayıs günü işten çıkarılmalarını protesto etmek ve işe geri alınmaları talebiyle Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda direnişe başladı.

n ABB işçileri, ABB Dudullu fabrikasında işten atılan Hakan Sökütlü için ABB’ye bağlı 5 fabrikada iş bıraktı. İşten atılan işçi geri alındı.

n Sakarya’da bulunan ve kanalizasyon borusu üreten SUBOR fabrikasında genel müdürün ikramiye sözünü tutmaması üzerine 200 işçi iş bıraktı ve üretim durdu.

n Ankara İbni Sina Hastanesi’nde maaşları yatmayan taşeron işçiler iş bırakacaklarını açıkladı. 1300 taşeron işçinin maaşı yatırıldı.

n Tüpraş’ta bir işçinin işten atılması üzerine Tüpraş’ın tüm fabrikalarında başlayan iş bırakma eylemi Petrol-İş sendikası tarafından bitirildi.

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

ERDOĞAN’IN SONU DSİP Şubat Rıza Sarraf hakkında ABD’de açılan soruşturma gibi ayı lantıları sahte diploma sebebiyle Erdoğan’ın iktidardan düşmesini

bekleyenler daha çok bekler. AKP’nin sonunu hiç beklenmedik kesimlerin mücadelesi getirecek. Tüpraş, Ford Otosan, Arçelik. Üçü de Koç Holding’e ait. Öncesinde olduğu gibi AKP’li 14 yılda da Türkiye’nin en zengin ailesi olmaya devam ettiler. 2013’te bir toplumsal isyan olan Gezi Parkı direnişini, Koç Holding’in düzenlediği darbe gibi gösterip 28 Şubat’ı unutmamış milyonları mücadeleden uzak tutmaya çalışan Erdoğan Koç ailesinin, Doğan Holding’in, yani

Türk büyük sermayesinin biricik dostu. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, “İşimiz gücümüz, özel sektörü büyütme olacak” diyor. Patronlara kişisel teşvik, süresiz vergi tatili getireceklerini söylüyorlar. Bu sırada dört kişilik bir aile için açlık sınırı: 1.374 lira, yoksulluk sınırı 4.478 lira. Asgari ücret ise sadece 1300 TL, ortalama ücret 1.500 lira. Cumhurbaşkanı olur olmaz, kendisini devirmek isteyen darbecilerin 1 numarası Süleyman Demirel’e koşan Erdoğan “İkazlarınız bize yol gösterir” demişti. Ergenekon davası düşürüldü. Balyoz davası itibarsızlaştırıldı, darbeci generaller aklandı. Çözüm süreci bitirildi, iki savaş başlatıldı. 12 Eylül 2010 referandumu sırasında Türkiye’nin en prestijsiz-sorgulanır kurumu olan 4 darbeli ordu, eski iktidar günlerine kavuştu. Güçlendirilen polis örgütüyle beraber, asker-polis devleti tahkim edildi. Koç Holding patronları, Türkiye’nin en zengin aileleri.

2015 Mayıs’ında otomotiv sektöründe direnişler başladığında, eylemlere katılan işçilerin büyük çoğunluğu AKP’ye oy veriyorlardı, ama sınıf bilinci kendiliğinden öne çıktı, işçiler haklarını almak için direnmek gerektiğini kavradı. İşçi sınıfı bilincinin bu şekilde öne çıkması pek çok defa gerçekleşti, ama devamlılık gösteremedi. Çünkü işçi sınıfının bilinçlenmesinde ve örgütlenmesinde asıl sorumluluk üstlenmesi gerekenler yani sosyalistler AKP iktidarını teşhir etmek için işçi sınıfını birleştiren değil bölen, ayrıştıran bir dil kullandılar. Sosyalistlerin laikliği öne çıkaran dili, kendisini aynı zamanda dindar ve muhafazakâr gören işçilerde karşılık bulmadı. Laiklik eylemleri düzenlemek, AKP’lileri gerici olarak nitelendirmek dindar işçilerin sınıf bilincine sahip olması ve haklarını aramak için eylem yapması düşüncesini geriye itti. Tüm dünyada küresel kapitalizmin krizi adım adım yükseliyor. AKP iktidarındaki Türkiye’nin bu krizden etkilenmemesi mümkün olmayacak. Sonuçta ekonomik krizin yükü işçi ve emekçilerin sırtına giderek daha fazla binecek, işçi sınıfı AKP’nin gerçek yüzünü görecek, AKP’nin bir burjuvazi partisi olduğunu anlayacak. Sosyalistlerin bugün yapması gereken bıkmadan usanmadan AKP’nin gerçekte bir burjuva partisi olduğunu işçi sınıfına anlatmaktır. Bunu yaparken de işçi sınıfının değerlerini aşağılamamalı, ötekileştirmemelidir. Bu topraklarda yaşayan işçilerin büyük bir kesiminin dindar, muhafazakâr, bir kesimin Alevi, bir kesimin Kürt vb. kimliklere sahip olduğunu unutmamalıdır. Bütün bu kimliklere saygı gösteren ama kurtuluşun işçi sınıfının kendi haklarını elde etmek için vereceği mücadele olacağını öngören bir söylem, işçi sınıfı hareketinin güçlenmesi için önemlidir. İşçi sınıfının mücadeleci unsurları asgari ölçüde bilinçlenmeden ve örgütlenmeden sınıfın birliği sağlanamaz. İşçi sınıfının birliğini sağlamak için, AKP’ye oy vermiş işçiler dâhil tüm öncü ve mücadeleci işçileri kazanmak üzere sabırlı bir faaliyet yürütmek gerekir.

İstanbul sermayesi, onların hem ortağı hem hizmetkarı askeri bürokrasi. Bunlarla kol kola girmiş Erdoğan, bunların ezdiklerinin sömürdüklerinin önemli bir kısmının oyunu alan ve yüzde 50 desteği sermaye sınıfının çıkarlarını hakim kılmak için kullanan AKP hükümeti. Hayatı milyonlarca insan için çekilmez kılan bugünkü koşulların sebebi, bu ittifaktır. Bu ittifakın yumuşak karnı, güvenlik, çözüm, refah vaatleriyle oy vermiş; askeri vesayeti reddetmiş, buna karşılık ne ekonomik büyümeden pay almış ne de generallerden kurtulabilmiş, savaşın insani ve ekonomik faturasını ödeyen işçilerin mücadelesidir. Zıt sınıf çıkarları... Hiç beklenmedik şekilde gelişen 2015 metal grevleri ve direnişi, çoğu AKP’ye oy vermiş işçilerin düşük ücretlere, Koç Holding’in uzantısı olan faşist sendika bürokratlarına karşı aşağıdan mücadelesiyle geldi. Sadece Erdoğan ve AKP’den değil, değişmeyen rejimden kurtulmak için diplomaya değil buraya bakılmalı.


10

PORTRE

MUHAMMED ALİ: HALKIN ŞAMPİYONUNUN HAYATI yah Gücü selamını veren atletler de dâhil olmak üzere, spor ve kültür dünyasından diğerleri de Muhammed Ali’nin izinden gitti.

BRIAN RICHARDSON

Muhammed Ali, 1964’te dünya ağır sıklet boks şampiyonu olduğunda, ringdeki olağandışı zarafet ve hızının yanı sıra ringin dışındaki kişiliğiyle de tüm dünyayı büyülemişti.

1970’lerin ortalarında Ali’nin müsabakalarına dair çocukluk anılarım hâlâ aklımda, özellikle de 1974’te George Foreman’dan dünya unvanını geri aldığı maçtaki ünlü “orman gümbürtüsü”. O zamanlar siyahlar televizyonda çok görülmezlerdi. TV’ye çıktıklarında ise ya hızla ortadan kaldırılan kötü adamları ya da alay edilen şaklabanları oynarlardı.

Aleni olan radikal politikalarını kendisiyle açıkça gurur duymasıyla birleştirdi. Medyanın onun kim olduğunu veya nasıl davranması gerektiğini belirlemesine izin vermedi. Muhteşem bir biyografi olan Redemption Song’un yazarı Mike Marqusee’ye göre, Muhammed Ali “1960’ların ruhu”nu karakterize edenlerdendi.

Dünyadaki milyonlarcamız için, resmi olarak tanınsa da tanınmasa da, Muhammed Ali bizim şampiyonumuzdu; yakışıklı, parlak, atılgan ve jilet gibi keskin.

17 Ocak 1942’de Louisville, Kentucky’de doğdu ve adı Cassius Clay idi. İlk kez, Roma’da yapılan 1960 Olimpiyatları’nda hafif ağır sıklette altın madalya kazandığında dünyanın dikkatini çekti. Ülkesine bir şampiyon olarak döndüğü hâlde, ABD’deki siyahların hayatını karartan kurumsal ayrımcılıktan nasibini almaya devam etti. “Yalnızca beyazlar”a özel restoranlardan geri çevrildi ve ırkçı çetelerin saldırılarına maruz kaldı. Boks turnuvaları için seyahat etmesi gerektiğinde, otel bulmakta zorlanıyordu. Sonny Liston’u yenip dünya ağır sıklet şampiyonu olduğunda, tüm spor dünyasını şok etti. Dobra meydan okumalarıyla ünlü olan Muhammed Ali, bu yönünü burada da gösterdi. Maçın hemen sonrasında yaptığı bir röportajda “Yüzümde hiç iz yok ve Sonny Liston’u alaşağı ettim. Ve üstelik henüz 22 yaşındayım. Ben en iyisi olmalıyım” demişti. Ertesi sabah, İslam Milleti’ne katılımı ile ilgili söylentileri doğrulayarak, daha sersemletici bir yumruk savurdu. Bu militan siyah ayrılıkçı hareketi etkisini artırmaktaydı ve Martin Luther King’in hegemonyasına ve Sivil Haklar Hareketi’ne karşı mücadele ediyordu. Clay’e hareketin en karizmatik figürü olan Malcolm X kılavuzluk ediyordu. Sonrasında ismini değiştirdiğini duyurdu: “Cassius Clay bir köle adı. Ben bu ismi seçmedim ve istemedim. İsmim Muhammed Ali, özgür bir isim –Tanrı’nın sevdiği anlamına geliyor- ve insanların benimle ya da benim hakkımda konuştuklarında bu ismi kullanmaları konusunda ısrar ediyorum.” Bu radikal çıkışının sonrasında, Muham-

Ancak hatasız da değildi. En büyük rakibi Joe Frazier’e “çirkin ve cahil goril’ demesi kötü bir hareketti ve ırkçılık kokuyordu. En tepeye ulaştıktan sonra da dövüşmeye devam etme kararı kısmen kibrinden kaynaklanıyordu. Ama en önemli nedeni, kariyeri boyunca onu kullanan kişilerin aç gözlülüğüydü.

med Ali’nin beyaz şirket sponsorları, boks otoriteleri ve Floyd Patterson gibi önde gelen siyah boksörler de dâhil olmak üzere, birçok kişi, onu saygı ve minnettarlık eksikliği sebebiyle suçladılar. Askerlik Ringde Muhammed Ali’yi kimse yenemedi, ama üç yıl sonra ABD ordusu onu Vietnam Savaşı’na katarak dizginlemeye çalıştı. Ali’nin yanıtı net ve empatikti: “Hayır, tüm dünyada beyaz köle sahipleri daha koyu tenli insanların üzerindeki egemenliklerini devam ettirsinler diye, başka bir yoksul halkın öldürülmesine ve yakılmasına yardım etmek için evimden on bin kilometre uzağa gitmiyorum.” Hem fiziksel hem de entelektüel olarak gücünün en üst sınırındaydı ve geçim kaynağını ve özgürlüğünü tehlikeye attığını biliyordu ama geri adım atmadı. Bunun sonucunda ödediği bedel ağır oldu. Tümü beyazlardan oluşan bir juri tarafından 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına mahkûm edildi. Hapse hiç girmemesine rağmen, mahkûmiyet kararının kaldırıldığı Haziran 1971’e kadar tehdit altında kaldı.

Bu arada, tüm unvanları geri alındı ve İngiliz Boks Kurulu da dâhil olmak üzere, dünya çapındaki idari kurumlar tarafından boks lisansı iptal edildi. Muhammed Ali’nin duruşu Vietnam Savaşı’na karşı büyüyen öfkenin bir yansımasıydı. Marqusee bir gerçeğin altını çiziyor: Nisan 1967’de Muhammed Ali’nin orduya çağırılmasından 4 gün sonra, Central Park’da 125.000 kişinin katıldığı cok büyük bir savaş karşıtı gösteri yapıldı. Ali karşı çıkma nedenini Vietnamlılarla bir problemi olmaması olarak açıklıyordu: “Bana asla zenci demediler, beni hiç linç etmediler, üzerime hiçbir zaman köpekleri salmadılar, beni kendi milli kimliğimden yoksun bırakmadılar, anneme tecavüz edip, ana-babamı öldürmediler.... Onlara hangi nedenle ateş edeyim? …. Bu zavallı insanlara ben nasıl ateş edebilirim? Beni hapse atın gitsin.” Bu dobra duruş, diğer muhaliflere ve savaş karşıtı ve ırkçılık karşıtı hareketlere büyük destek oldu. Güç 1968 Meksika Olimpiyatları’nda ünlü Si-

1980 ve 1981’de eski idman arkadaşı Larry Holmes ve usta bir oyuncu olan Trevor Berbick’e karşı aşağılayıcı yenilgiler aldıktan sonra, nihayet emekli olmaya karar verdi. O sırada Parkinson hastalığının erken dönemindeydi ve daha sonraki hayatında bu hastalıktan çok çekti. Radikal figürlerde sık görüldüğü gibi, Muhammed Ali’yi de dizginlemek ve sterilize etmek için yoğun girişimlerde bulunuldu. Örneğin, 1996 Atlanta Olimpiyatları’nın açılışında meşaleyi yakmak üzere seçildi. Her zamanki gibi gururlu ve cüretkâr görünüyordu, ama meşaleyi kaldırmakta nasıl zorlandığını izlerken, bu kişi ile altın çağındaki muhteşem sporcu arasındaki tezadı görmemek mümkün değildi. Bu uzlaşma hareketinin, eskisinin yerine sunulan bir altın madalya ile tamamlandığı düşünüldü. Londra 2012 organizatörleri, Muhammed Ali’yi Doreen Lawrence ve Shami Chakrabharti gibi aktivistlerle beraber olimpiyat bayrağını taşıması için davet ettiler. Kendisinin sık tekrarladığı gibi “en iyisi” olup olmadığı, sporseverler arasında hâlen tartışmalıdır. Şüphesiz olan Muahmmed Ali’nin ırkçılığa, savaşa ve emperyalizme karşı mücadelede öne çıkan bir figür olmasıdır.


ANTİKAPİTALİST

GÜNEŞ RÜZGAR BİZE YETER

11

ÖNE ÇIKAN Şenol Karakaş

ORLANDO, HOMOFOBİ VE İSLAMOFOBİ ABD’nin Orlando kentinde, bir mekanda gerçekleşen saldırıda 50 kişi öldü. LGBTİ’lerin buluşma yerlerinden olan mekanda gerçekleşen katliam, LGBTİ hareketinin doğuşunda çok önemli bir kilometre taşı olan Stonewall isyanıyla aynı ayda yaşandı.

NURAN YÜCE

Yenilenebilir enerji alanında yapılan yatırımlar ve kullanım alanlarının genişlemesine ilişkin gelişmeler sık sık haberlere yansıyor. Örneğin, İsveç petrole olan bağımlılığını azaltmak için 2030 yılına kadar arabaların yüzde 25’nin elektrikli olacağını, geri kalanın da, biyogaz ve çevreye zarar vermeyen alternatif yakıtlar kullanan araçlardan oluşacağını açıkladı. Yenilenebilir enerji alanında en kapsamlı rapor ise bu ayın başında yayınlandı. 21. Yüzyıl için Yenilenebilir Enerji Politikaları Ağı (REN21) küresel düzeyde en kapsayıcı yenilenebilir enerji analizi olan 2016 yılı Yenilenebilir Enerji Küresel Durum Raporu’nu yayınladı. REN21’in raporuna göre 2015 yılında hem bu alana dönük yapılan yatırım miktarında hem de sisteme katılan kurulu güç açısından rekor kırılmış. 2015 yılında yenilenebilir enerjiye yapılan yatırım miktarı 285,9 milyar dolara ulaşırken, 147 GW enerji kurulu gücü sisteme katılmış ve 8.1 milyon insan doğrudan bu alanda istihdam edilmiş. Raporda belirtilen gelişmeler birkaç açıdan olumlu ama iklim değişikliğini durdurmak için yeterli olmadığı da çok açık. Daha fazlasına ihtiyacımız var Uzun yıllardır dile getirildiği gibi iklim değişikliğini durdurmak için şu anda 400 ppm olan atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun 350 ppm’e çekilmesi gerekiyor. Bunun için de örneğin kömür rezervlerinin %82’sine hiç dokunmamak, toprağın altında bırakmak gerekiyor. Peki fosil yakıtlar kullanılmadan insanların gerek duyduğu enerji ihtiyacına yetecek miktarda yenilenebilir enerji potansiyeli ve bunu sağlayacak teknoloji var mı? Her iki sorunun cevabı da evet. Sadece yüzeye yakın esen atmosferik rüzgar potansiyeli bile dünya enerji talebinin 22 kat fazlasını, rüzgar teknolojisi daha ileri götürülebilirse yüksek irtifalardaki rüzgarlar ile 100 kat daha fazlası

sağlanabiliyor (Natural Climate Change 2012). REN21’in raporunun da gösterdiği gibi gelişen teknolojilerle yenilenebilir enerjilerin arz güvenliği de sağlanabiliyor. Peki, yenilenebilir enerji potansiyeli ve teknoloji açısından bir sorun yoksa hayatlarımızı kâbusa dönüştüren iklim değişikliğini durdurma konusunda hükümetler neden bu kadar isteksiz davranıyor, neden yenilebilir enerjiyi desteklemek için harcanan her bir dolara karşı 4 dolar fosil yakıtlara bağlılık için harcanıyor, neden birkaç on yıl içinde uranyum rezervleri tükenecek nükleer teknolojisinin iklim değişikliğine karşı mücadele için tercih edildiği iddia ediliyor ve neden REN21’in raporunda yer aldığı gibi kalkınmakta olan ülkeler kalkınmış olan ülkelerden daha fazla bu alanda yatırım yapabiliyor? İşin sırrı kapitalizm Kapitalist ekonomide herhangi bir üreticinin rakipleri karşısında ayakta kalabilmesini sağlayan rekabet edebilme gücüdür. Bu işleyiş devletler için de geçerlidir. Ekonomik ve askeri üstünlüklerini fosil yakıtların kullanımı ile sağlamış devletler bu üstünlüklerini dünyayı yakma pahasına kaybetmek istemedikleri gibi, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de ucuz fosil yakıtlar ile bu sürece dâhil olmaya çalışmaktalar. Dünyanın en büyük ekonomileri ABD, Çin, AB, İngiltere, Rusya en büyük kömür ve petrol şirketlerine sahip ve en fazla karbon salımını yapan ülkeler. Bu kategoride olmayan ülkelerde de durum pek farklı değil, bu ülkelerin en büyük şirketleri yine fosil yakıt sektöründen ya da bağlantılı sektörlerden. Fosil rezervlerinin kullanılmaması demek bu dünyanın en zenginleri açısından zenginliklerinin ortadan kalması, bizler açısından ise yaşanacak bir dünya demek. 2015 yılında kaydedilen yenilenebilir enerji rekoru bize yetmez daha fazlasına ihtiyacımız var. Bunun önündeki en önemli engel olan kapitalist sistemi ortadan kaldırmak bir tercih değil, zorunluluk.

Katliam karşısında ABD’deki muhalif örgütlenmelerin gösterdiği tepki, mücadeleyle elde edilen demokrasinin kazandırdığı olgunluğu göstermesi açısından ilham verici. Irkçı başkan adayı Trump’a Obama’nın katliamı bir nefret ve terör saldırısı olarak nitelendirmesi yeterli gelmedi ve saldırının radikal İslamcı bir eylem olduğunun altının çizilmesini istedi. ABD’de örgütlenen sosyalistler Trump gibi ırkçılara derhal yanıt verdiler. Canan Şahin’in dediği gibi “şimdi acımızın üzerinden fırsatçı sülükler gibi beslenen ırkçılar göçmen düşmanlığı yapacak. ‘İslam’ ve barbarlık arasındaki bağı anlatmaya çalışıp tüm Müslüman göçmenleri hedef gösterecek. ABD Ortadoğu’da IŞİD’le savaşmakla ne muhteşem bir şey yaptığını anlatacak.” “Homofobiyi İslamofobiye çevirmek” isteyenlere karşı çok sağlam bir duruş. “Ortadoğu’yu bugüne kadar talan edenler, LePen, Trump, UKIP, AfD yasımızı tutamaz” diyen aktivistlerin çağrısı ve ABD’de ulusal yas ilan edilip bayrakların yarıya indirilmesi, Euro 2016 kupasındaki ABD maçlarından önce saygı duruşunda bulunulması, son 30 yılda LGBTİ hareketin elde ettiği kazanımların niteliğini göstermesi açısından çok çarpıcı. Türkiye’de artık geleneksel hale gelen LGBTİ Onur Haftası yürüyüşlerinde, “Eşcinseller susmayacak, susmayacaklar, susmayacak” sloganının sık atılan sloganlardan olması, LGBTİ hareketin kazanımının küresel olduğunu, kalıcı olduğunu ve gelişmeye açık olduğunu gösteriyor. Ama Orlando katliamı sonrası yaşanan tartışmalar, işimizin çok da kolay olmadığının da göstergesi. Yeni Akit gibi gazete kılığına girmiş nefret odakları, katliamı “sapık eşcinsellerin gittiği bar” diyerek haberleştirebiliyor. Nedense bir medya yıldızına dönüşen Adnan Oktar, “homoseksüelliğin sapıklık olduğu” konusunda Orlando katiliyle anlaşıyor, sadece farklı bir çözüm öneriyor: Tedavi! Orlando’da katliam gerçekleşirken, Türkiye’nin devlet kanalında bir öğretim üyesi “namaz kılmayan hayvandır” diyebiliyor. Muhtemelen devletten maaş almaya devam ediyor. Bu, Müslümanların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu ve bu çoğunluğun bu tür Müslümanlar tarafından nefret yüklü bir propagandaya maruz kaldığı Türkiye’de LGBTİ’lerin mücadelesinin kazanması için çok fazla tartışmak zorunda olduğumuzu gösteriyor. ABD’de homofobiyi İslamofobiye çevirmeye çalışanlarla mücadele etmek gerektiği gibi, Türkiye’de Müslmanlığı nefret söylemini maskelemek için kullananlarla ve bu türden her saldırıyı, eylemi, İslamofobiyi yaygınlaştırmanın aracı olarak kullanmaya çalışan İslamfobiklerle aynı anda tartışmamız gerekiyor.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

CİLEM DOĞAN’A , ÖZGÜRLÜK! ÇAĞLA OFLAS

Çilem Doğan kendisine sistematik olarak şiddet uygulayan ve fuhuşa zorlayan kocasını öldürdüğü için mahkeme tarafından 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Çilem Doğan defalarca kocası tarafından şiddete maruz kaldığı için polise başvurmasına, kocası hakkında eşine yönelik tehdit, yaralama suçlarından açılmış davaların bulunmasına rağmen korunmadı. Mahkeme hayatta kalmak için öldürmek zorunda kalan Doğan’ı cezalandırdı. Benzer bir dava da Nevin Yıldırım davasıydı. Nevin Yıldırım da akrabası tarafından sistematik tacize uğradı. Kadınları baskılayan ikiyüzlü ahlak anlayışı yüzünden maruz kaldığı tecavüzü kimseye anlatamadı. Sonunda tecavüzcüsünü öldürdü. Başını köy meydanında attı. Tıpkı Çilem gibi Nevin Yıldırım’ın meşru müdafaa hakkı tanınmadı. Nevin Yıldırım’a ağırlaştırılmış hapis cezası verildi. O dönem kürtaj tartışmaları ayyuka çıktı. Kürtaj hakkını gasp etmek isteyen hükümete karşı kadınların öfkesi sokaklara taştı. Adeta öc alırcasına Nevin Yıldırım’ın tecavüz sonucu olan çocuğu aldırması devlet tarafından engellendi. Nevin Yıldırım duruşmasında "Ben hiçbir şeyi gönüllü yaşamadım” demişti; Çilem Doğan da "Şu adliye koridorlarında yüzüm mor halde çok dolaştım koruma kararı için. Başka seçeneğim kalmamıştı." dedi. Her iki kadının sözleri devlet için yaşam hakkının bir şey ifade etmediğini göstermekte. Nevin Yıldırım taciz karşısında yalnız bırakılmayıp, Çilem Doğan korunsaydı, kocaları ölmemiş iki kadın da hapse girmemiş olacaktı. Kadınları korumaktan imtina edenler, hayatta kalmak için öldürmek zorunda

kalan bu iki kadını cezalandırdı. Ne demişti Çilem Doğan “hep kadınlar mı ölecek biraz da erkekler ölsün”. Yatıp kalkıp, kadın ile erkeğin eşit olmadığını söyleyen, kadınlara ne giyip ne giymemesini gerektiğini, kaç çocuk yapması, nasıl oturup kalması gerektiğini söyleyen cinsiyetçi kapitalist sisteme kafa tutan bu iki kadın devlet açısından affedilemezdi. Bu nedenle adaletin terazisinde burjuva yasaları –meşru müdafaa hakkı- iki yoksul kadın için işlemedi. Çilem Doğan’a verilen ceza Nevin Yıldırım davasında olduğu gibi kadınlarda yeni bir kırılma yarattı. Fakat aynı zamanda mücadelenin, dayanışmanın da önemini gösterdi. Çilem Doğan müebbetle yargılanıyordu, fakat dayanışmanın büyümesi, Çilem Doğan’ın cezasının ağır tahrikten önce 18 yıla, oradan da 15 yıla düşmesine neden oldu. Üstelik, mahkeme başkanı karara, Çilem Doğan meşru müdafaadan serbest bırakılmalıydı diyerek şerh düştü.

Yine de bu gelişmenin yetersizliği ve Çilem Doğan’ın hapis yatmaya devam etmesi, hukuk sistemindeki kadına yönelik eşitsizlik ve baskılar, yasa ve uygulamaların kaldırılmasının acil talepler arasında yer alması gerektiğini bir kez daha göstermekte. Ayrıca kadın cinayetlerinde ve tecavüz vakalarında zanlının “ağır tahrik”, “haksız tahrik” gibi etmenlerle ya da yargı sürecindeki sözde “iyi hal” dolayısıyla ceza indirimlerinden yararlandırılması gibi uygulamalara derhal son verilmeli. Şiddet ve taciz gibi her türlü olayda kadının beyanı esas alınmalıdır. Kadınların katledilmesine mazeret bulan, yol açan cinsiyetçi zihniyetin hukuk sistemindeki her türlü yansıması tümüyle kazınana kadar mücadeleye devam edilmeli. Bu mücadele ertelenemez.

ERDOĞAN’IN CİNSİYETÇİLİĞİ “Yeni Türkiye”nin çimentosunu milliyetçilik ve ırkçılıkla birlikte cinsiyetçilik de oluşturmakta. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her konuşması maçoluğun yerli ve milli bir versiyonu. Erdoğan her fırsatta popülist bir söylemle kürtaj karşıtı konuşmaları yapıyor. Cumhurbaşkanının son olarak “Çalışıyorum” diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkâr ediyor demektir. Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun, eksiktir, yarımdır.” cümleleri kapitalizminin büyüme hedefi açısından kadın bedeninin ve emeğinin denetiminin ne kadar önemli olduğunun göstergesi. Bu durum aynı zamanda kadınlara ilişkin her türlü ayrımcılığa karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadelede ne kadar merkezi bir öneme sahip olduğunu da göstermekte.

KADINLAR İTAAT ETMEYECEK Kadın istihdamının artmasıyla birlikte aile kurumu çatırdıyor. Boşanma sayıları artıyor. Türkiye’de kadın cinayetlerinin artmasının temel nedenini de kadın istihdamındaki artış oluşturmakta. Egemen sınıf panik içinde aile kurumunu korumak için çabalıyor. Hükümet, kadınları baskılamayı hedefleyen boşanma yasaları çıkartıyor. Şiddet ve taciz karşısında kadınları korumaktan imtina ederken, Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan gibi direnen kadınları cezalandırarak, tüm kadınları hizaya getirmeye

çalışıyorlar. Ancak tüm bu uygulamalar kadınların öfkesini arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Özgecan’ın katlinin ardından sokakları dolduran kadınların öfkesinin dinmediğini 8 Mart’ta yasakları aşarak sokaklara taşan kadınlar bir kez daha gösterdi. Kadınlar işyerlerinde, sokaklarda meydanlarda mücadelenin ön safında yer alıyorlar. Kadınlar özgürlük ve eşitlik mücadelesinde varlar ve var olmaya devam edecekler. Bunu değiştirmeye ne yasaların, ne medyanın ne de hükümetin gücü yeter.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.