Sosyalist işçi 569

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

569

22 Haziran 2016 2 TL. sosyalistisci.org

SEBNEM HOCA’YA , TUTUKLU GAZETECİLERE

ÖZGÜRLÜK! Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin, Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için nöbetçi genel yayın yönetmenliği yaptıkları için tutuklandılar.

Tayyip Erdoğan’ın Veli Küçük ve Sedat Peker gibi isimlerle, Ergenekon artıklarıyla kurduğu “yerli ve milli” koalisyonu, Kürt sorununda barıştan yana olan, Kürt halkıyla dayanışmak isteyen her sesi susturmak istiyor. Çözüm sürecini bozup 7 binden fazla insanın ölümüne neden olanlar, Kürt sorununda savaş politikalarını sürdüren önceki hükümetler gibi tarihin çöplüğüne gidecekler. Kürt illerindeki savaşın gerçeklerini ve devletin katliamlarını yazanların mücadelesi ise sürecek. Fincancı, Önderoğlu ve Nesin ile dayanışma içinde olacağız. Barış isteyenlere özgürlük! Tutukluları derhal serbest bırakın!

#gazeteciliksucdeğildir , SALDIRILARA KARŞI BİRLEŞİK MÜCADELE: SUSMA HAYKIR LGBTLER VARDIR! sayfa 4

KORHAN GÜMÜŞ’LE RÖPORTAJ: “ERDOĞAN’IN PANZEHİRİ DEMOKRASİDİR.” sayfa 5

NESTLE FABRİKASINDA 900 İŞÇİ EKMEK İÇİN GREVDE! sayfa 9

ÇİLEM DOĞAN ÖZGÜR! KİRPİĞİMİZ YERE DÜŞMEYECEK! sayfa 11


2

GÜNDEM

KOZMİK SIRLAR VE ERGENEKON

ŞEBNEM KORUR FİNCANCI ONURUMUZDUR! Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu, birer gün bir gazeteyle dayanıştıkları için, ifade vermeye çağrıldılar. Hızla mahkemeye çıkartıldılar ve tutuklandılar. Her üç isim de Türkiye’de ve hatta dünyada verilen demokrasi mücadelesinde aktif bir şekilde yer alan isimler. Tutuklanmalarının nedeni, dayanıştıkları, bir gün yayın müdürlüğü yaptıkları gazetenin Özgür Gündem olması. Yani Kürt halkının sorunlarını, taleplerini, maruz kaldığı baskıları dile getiren tek günlük gazete olması. Bu gazeteyle sadece bir günlük dayanışma, bu üç aktvistin tutuklanmasına neden oldu. Bu kuşkusuz her şeyden önce, Kürt halkıyla dayanışmak isteyenlere verilen bir gözdağıdır. Daha önce bir barış metni imzalayan akademisyenlerden dördünün tutuklanması gibi. “Kürtlerin yanında durmayın!”, “Kürtlerle dayanışmayın!”, “Kürt meselesinde yaşanan gerçekleri açıklamayın”, “Cizre’de ne olduğunu unutun”, “Türkiye’nin savaş politikasını eleştirmeyin”… Şebnem Korur Fincancı ve arkadaşlarının tutuklanmasının temel gerekçesi bu. Devlet, geçen yıl Kürt sorununda çözüm politikaları yerine çatışma politikaları devreye girdiğinden beri yerli ve milli bir koalisyon inşa ediyor. Bu, Suriye’de Kürtlerin siyasi kazanım elde etmesinin engellenmesini her şeyin üzerine koyan, geri kalan tüm gelişmelerin yanında önemsiz kaldığı bir yeni devlet konsepti. Bu konsept, Kürt halkının tüm yasal kurumlarını, partilerini, yayın organlarını, medyasını, derneklerini kriminalize etmeyi hedefliyor. HDP, terör destekçisi! Demirtaş, öyle! Yüksekdağ ve hakkında fezleke hazırlanan HDP vekilleri. Özgür Gündem gibi, Türkiye’deki basın yasaları kapsamında yayın yapan bir gazete de terör yayın organı olarak kodlanıyor. Bu gazeteye bir günlük de olsa dayanışanlara da aynı suçlama getiriliyor. Şebnem Korur Fincancı’nın mücadele tarihinin her bir evresi demokrasi için verilen mücadelenin kazanımlarının tarihidir. İnsan hakları alanında Şebnem hoca en öndedir, haksızlığa karşı mücadelede en öndedir, adli tıpta delillerin karartılmasına karşı, Şebnem hoca en önde mücadele vermektedir, Ergenekon davasında, Şebnem Korur Fincancı darbecilerin ve katillerin yargılanması için davaya müdahil olan bir darbe karşıtıdır. Devlet, sadece Kürtlerle dayanışanları korkutmaya çalışmakla yetinmiyor, AKP liderliği ve Ergenekon’un simgelediği tüm güçlerin ittifakını koordine ederek intikam da alıyor. Şimdi, kendilerini gücünün zirvesinde sananlar, basın özgürlüğünü ayaklar altına almaya çalışanlar, darbecilerle uzlaşanlar, insan hakları aktivistlerini tutuklamayı kural haline getirenler, hangi konsept içinde hangi ittifakları kurarsa kursunlar, biz ne barışı talep etmekten ne de ezilenlerin dayanışmasını inşa etmekten vaz geçeceğiz. Şebnem Korur Fincancı’yı, Ahmet Nesin’i, Erol Önderoğlu’nu, cezaevinde tutuklu bulunan tüm gazetecileri, Kürt gazetecileri serbest bıraktırana kadar mücadeleye devam edeceğiz.

Geçen hafta jandarma kuruluş törenini protokolünde görülen Küçük, faili meçhuller davasına çağrılı olduğu halde gelmedi.

VELİ KÜÇÜK PROTOKOLDE KEMAL BAŞAK

Adının zirve yaptığı dönemlerde bile nadiren ortaya çıkan Veli Küçük’ün bir hafta önce Jandarma kuruluş kutlamalarında boy göstermesi sıradan bir olay olarak görülmemeli. Küçük’ün Ergenekon davasında tutuklanmadan önce toplum önünde görüldüğü son yer Hrant Dink’in uydurma bir suçlama ile yargılandığı mahkeme salonuydu. Hrant Dink, kendisini son derece tedirgin eden bu görüntüden çok kısa bir süre sonra katledildi. AKP’li dört bakanın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlunun adının geçtiği 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk dosyalarının örtbas edilmesinin bedeli olarak serbest kalan, cezaevi çıkışında ‘vatan için yapmak zorunda olduğu’ bu hizmetlere devam edeceğini vurgulayan Veli Küçük bu son boy gösterişi ile yeniden sahalara döndüğünün mesajını veriyor. Veli Küçük’ün Jandarma Komutanı olarak görev yaptığı hemen her yerde karanlık

REWHAT

olaylar yaşandı. Ergenekon ve Susurluk davalarında geçen sanık ifadelerinde, 1992 Cizre Newroz’unda 57 kişinin, 1995 Gazi Mahallesi’nde 22 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamların emrini veren kişinin Veli Küçük olduğu söyleniyor. Küçük’ün Kocaeli bölgesi Jandarma Komutanı olduğu dönemde İzmit-Sapanca-Düzce bölgesinde Kürt işadamlarına yönelik cinayetler işlendi. 3 Kasım 1996’da Türkiye’yi sarsan Susurluk kazası sonrasında Küçük’ün kazada ölen Abdullah Çatlı ile son telefon görüşmelerini yapan kişi olduğu tespit edilmişti. 1990’lı yıllara kadar sosyal demokrat çizgide bulunan Giresun ve Trabzon’un siyasi yapısının, Rahip Santoro ve Hrant Dink’in katledilmesinde birinci derecede rol oynayacak kadar ırkçı-milliyetçi çizgiye gelmesinde de Küçük’ün Jandarma Bölge Komutanı olarak bölgede görev yapmasının etkisi oldu.

Türkiye’nin NATO’ya dahil olduğu 1950’li yıllardan itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri içinde gizli olarak örgütlenen bir birim, zamanla başta faşist partiden olmak üzere siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarının üyelerini kapsayacak şekilde sivilleri de içine alarak büyüdü. Türk devletinin çıkarları doğrultusunda, Türkiye sınırları içerisinde kalan son Rum topluluğunun deport edilmesi için 6-7 Eylül olaylarını organize eden bu kontgerilla yapılanması, 1960’lı yıllardan itibaren yükselen işçi hareketine ve devrimci hareketlere karşı kullanıldı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri arasındaki dönemde sayısız cinayet ve katliamın örgütlenmesinde rol oynayarak darbelere zemin hazırlayan bu yapı 1990’lı yıllardan itibaren yükselen Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı faaliyet gösterdi. 2000’li yılların başından itibaren siyasi iktidarı eline geçiren AKP’nin iktidarının ilk yıllarındaki Avrupa Birliği/demokrasi/ iyi komşuluk açılımlarını sabote etmek için Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara yönelik cinayetler işleyen bu yapılanma, Hrant Dink’in katledilmesinden sonra ortaya çıkan ırkçılık ve darbecilik karşıtı büyük kitle hareketinin etkisiyle soruşturma kapsamına alındı. Ergenekon davası kapsamında Veli Küçük ile birlikte bu gizli örgütün pek çok önemli ismi tutuklandı ve soruşturma örgütün merkezi konumundaki Seferberlik Tetkik Kurulu’na kadar uzandı. Ancak, Ergenekon’un altmış yıl boyunca gerçekleştirdiği sayısız cinayet ve katliamın detaylı bilgilerinin yer aldığı Kozmik Oda’nın sırları ortaya dökülmeden, örgütün merkezi liderlerine dokunulmadan dava sonlandırıldı. Anayasa değişikliği referandumu ve ardından gelişen çözüm süreci ile “uykuya dalan” Ergenekon hücreleri, şimdi örgütün önemli unsurlarından biri olan Veli Küçük’ün yeniden boy göstermesi ile yeniden aktif hale getirilmek isteniyor.


GÜNDEM

SAĞCI SALDIRGANLIĞA KARŞI BİRLEŞİK MÜCADELE

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

BATI VE BARIŞ Hürriyet gazetesine Doğan grubunun AKP’yle iyice yakınlaşmasının sonucunda gidip gitmediğini bileme-

Kürt illerinin ağır silahlarla yakılıp yıkılmasından sonra, yerli ve milli koalisyondan destek alan sağcı saldırganlık giderek tırmanıyor. Giderek pervasızlaşan sağcı/faşist çeteler, ramazan ayını bahane ederek kendilerinden olmayan herkese saldırmaya başladılar.

diğimiz ama AKP’yle ilgili içerden bilgi almak iste-

LGBTİ+ yürüyüşleri tehdit edildi

savaş yoğunluğunu tercih ettiğini ondan öğreniyoruz.

yenlerin ihmal edemeyeceği bir köşe yazarı olan Abdulkadir Selvi, son yazılarında devletin PKK’ya karşı mücadelesini iştahlı bir şekilde anlatıyor. Devletin “önleyici savaş doktrini” gibi bir savaş taktiği geliştirdiğini ondan öğreniyoruz. Devletin, kırsalda da PKK’ye aman vermeyecek bir

Trans ve LGBTİ+ onur yürüyüşlerine tehditler arttı. Başta Anadolu Gençlik Derneği ve faşist BBP'ye bağlı Alperen Ocakları olmak üzere, bir dizi sağcı ve faşist örgüt, bu yürüyüşlere saldıracakları tehdidinde bulundu. Gösterilen tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan sağcı/ faşist örgütler, İstanbul Valiliği'nin yürüyüşleri yasaklamasıyla birlikte amaçlarına da ulaşmış oldular. Alperen Ocakları, İstanbul Valiliği'ne teşekkür etti.

Ondan bir şeyi daha öğrendik. Güvenilir bir an-

Cihangir saldırısı

HDP tabanında ise aynı destek bugün yüzde 91

LGBTİ+ yürüyüşlerine yapılan tehditlerin hemen ardından, fiziksel saldırılar da gündeme geldi. Ayın 17'sinde Firuzağa'daki Velvet Indieground Records adlı plak dükkanında düzenlenen Radiohead etkinliğine "Ramazan'da içki içiliyor" gerekçesiyle eli sopalı bir grup tarafından saldırı düzenlendi. Bir kişinin yaralandığı saldırı esnasında saldırganlar burada bir daha içki içildiği takdirde dükkânı yakacakları tehdidini savurdular.

oranında.

Demokratik hak arama gösterilerinin hemen hepsinin devlet güçlerince saldırıya uğradığı bir ortamda, bu sağcı saldırganlara elbette bir şey yapılmadı. Dükkânın Koreli işletmecisi, mal sahibi tarafından çıkartıldığı işyerini ağlaya ağlaya terk etti. Aynı günün akşamı olay yerinde olayı protesto etmek için toplanan ve "faşizme karşı omuz omuza!" sloganları

ket firması çözüm sürecine destekle ilgili bir anket yapmış. Ankete göre, Erdoğan’ın çözüm süreci günlerinde açıkladığı destek oranı, yüzde 78’den batı illerinde yüzde 35’e gerilemiş. Kürt illerinde çözüm sürecine destek, hâlâ yüzde 70’ler civarında. Selvi’nin aktardığı daha ilginç veriler ise partilerin tabanında çözüm sürecine desteğin düzeyini gösteriyor. Bugün AKP tabanında sürece destek yaklaşık yüzde 28, CHP tabanında yaklaşık yüzde 37, MHP tabanında yüzde 20 oranında.

Selvi’nin gizli anket sonuçları doğruysa eğer, batıda bir barış hareketi inşa etmek için çabalayanların elini biraz daha çabuk tutmasında büyük fayda var. ÇünTrans onur yürüyüşünün yasaklanması etrafında toplum kutuplaşma tehlikeli bir şekilde tırmandırıldı.

kü yıllardır söylediğimiz gibi, Kürt halkı barış elini uzatmış, bekliyor. Erdoğan’a göre 7600 kişinin ölmesine rağmen, Kürt halkı hâlâ barış istemeye, “ölümle

Tarihi eser inşası!

da kalmıştı. Şimdiyse yerli ve milli koalisyonunu inşa ediyor olmanın vermiş olduğu cesaretle, ikinci bir girişimde bulunacağını ilan ediyor.

Bütün bunlar olurken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'da İslam Araştırmaları Merkezi'nin "Antik Çağdan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi" başlığıyla yaptığı bir toplantıda, Gezi Parkı'na "tarihi eser inşa edeceğini" söyledi. Bir tarihi eserin zaten inşa edilmiş bir şey olduğundan bile bihaber olan Erdoğan, Gezi direnişi sonrasında bu projeyi rafa kaldırmak zorun-

Erdoğan ayrıca AKM'nin yıkılarak yerine opera binası yapılacağını, Taksim Meydanı'na da bir selâtin camii yapılması gerektiğini söyledi. Selâtin camileri, Osmanlı padişahları tarafından önemli bir askeri zafer kazandıktan ve ganimet elde ettikten sonra yaptırılırdı. Erdoğan, bu camiyi hangi savaşta elde ettiği zafer için yaptırmak istiyor acaba?

savaş, savaş politikalarının devreden hiç düşmemesi,

atan yaklaşık 500 kişiye polis gazla saldırdı.

çözüm arasında” çözümden yana, yaşamdan yana tutum almaya devam ediyor. Batı’da ise durum daha farklı. Yaklaşık bir yıldır süren yoğun bir militarist propagandayla devletin kamuoyunun savaşı desteklemesini sağlamak için gösterilen çabanın şiddeti, anti HDP bir kampanyayla birleşti. HDP, her kötülüğün, iyi gitmeyen her şeyin sorumlusu olarak şeytanlaştırıldı. Her HDP’linin her konuşması, oturması, kalkması mercek altına alındı. “Üst akıl” HDP’yle ilişkilendirildi, Demirtaş’ın ABD ziyareti “küresel lobilerin” Türkiye’ye müdahalesine bağlanmaya çalışıldı. HDP, PKK ve giderek TAK’la eşitlendi. Cenazelerin sayısı arttıkça, HDP’ye öfke daha örgütlü

HAFTANIN IRKÇISI DEMİRTAŞ İÇİN 2 KEZ MÜEBBET VE 486 YIL İSTEYENLER Dokunulmazlıkları kaldıran düzenlemenin yürürlüğe girmesinin ardından dosyası savcılığa gönderilen HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında istenen

ceza belli oldu. 93 dosyası bulanan Demirtaş hakkında 2 kez müebbet ve 486 yıl hapis cezası isteniyor. Bu durum, Selahattin Demirtaş’ın ifade vermeye gitmesi durumunda, birkaç yıl boyunca savcılıklardan çıkamayacağı anlamına geliyor. Haklarında sayısız dosya bulunan diğer HDP milletvekillerinin de “Yargılanmayı kabul etmeme, ifade vermeme ve direnme” kararları sürüyor. Bu hapis cezası, Demirtaş’a aslında Kürt olduğu için uygun görülüyor. Kürt halkının eşitlik ve barış içinde yaşama talebi, Demirtaş ve diğer HDP vekilleri nezdinde ırkçı bir saldırıyla yok edilmeye, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Başta savcılıklar olmak üzere, bu ırkçı saldırının failleri bu kez haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.

bir hale getirildi, Türkiye’nin yerli ve milli gelişmesine karşı odakların sözcüsü de ilan edildi HDP. Buradan, “bunlarla çözüm süreci başlatmak” hatalıydı fikrine varmak çok kolay. Batı’da, bu propagandanın yalana dayalı olduğunu bilenler, bu propagandaya bağlı bir şekilde çözüm sürecine mesafelenmeye başlayan kitlelerle temas kurmalı, gerçeği anlatmalı. Bugün çözüm sürecini yanlış bulan kitlelerin, dün süreci doğru bulduğunu unutmadan, yeniden süreçten umut duyulmasını sağlamaya çalışarak, güçlü bir barış kampanyası inşa etmek zorundayız. Ölümleri durdurmanın yolu bu.


4

DÜNYA

FRANSA: MİLYONLUK GÖSTERİLERİN ARDINDAN GREVLER SÜRÜYOR

Air France grevci işçileri

Fransa’da İş Yasasında işçilerin işten çıkarılmasını kolaylaştıran bir değişiklik yapmak isteyen merkez solcu Sosyalist Parti hükümetine karşı işçilerin mücadelesi devam ediyor. 14 Haziran’da Paris’te yapılan eyleme yüzbinlerce kişi katılırken, ülke çapında eyleme katılanların sayısı bir milyonu buldu. Polisle göstericiler arasında çıkan çatışmalarda 58 kişi gözaltına alındı. Fransa Başbakanı Manuel Valls bu gösteriden sonra Paris’te gösterileri yasaklama tehdidinde bulundu. Fransa’da 10 Haziran’dan 10 Temmuz’a kadar sürecek olan Euro 2016 futbol turnuvasında da grevin etkileri hissediliyor. Turnuvanın açılış maçının yapıldığı stadyuma giden tüm metro hatlarında greve gidilirken, stadın etrafı da temizlik işçilerinin greve gitmesi yüzünden toplanmayan çöplerle kaplıydı. Demiryolu işçilerinin kupayı ülkeye geKÜRESEL BAKIŞ Meltem Oral

PODEMOS SYRİZA OLUR MU? İspanya’da Aralık 2015’te yapılan seçimlerin ardından 4 ay boyunca koalisyon kurulamadığından Pazar günü erken genel seçim gerçekleşecek. İspanya ekonomisi Portekiz, Yunanistan, İrlanda’yla birlikte ekonomik krizinin en ağır etkilerini hisseden Avrupa ülkelerinden biri. Krizin ardından bütün bu ülkelerde neoliberal politikalara karşı sokakta tepkiler yükseldi. Yunanistan ve İspanya’da kitlesel ayaklanmaların yanı sıra merkez siyasi partilerin sahneden itildiği ve yeni alternatiflerin yükselişe geçtiği süreçler yaşandı. Yunanistan’da Syriza iktidara geldiğinde esen rüzgar sık sık İspanya’daki Podemos’un yükselişiyle kardeşleştirildi. Podemos özellikle gençler arasındaki işsizliğe tepkinin ürünü olan 2011’deki meydan işgallerinin, Öfkeliler ha-

tiren trenin geldiği Gar du Nord’da yaptığı eylem de buradaki bir seremoninin iptal edilmesine neden oldu. 11-14 Haziran tarihleri arasında greve giden Air France çalışanı havayolu işçileri uçuşların dörtte birinin iptal edilmesine ve patronların günde 15 milyon lira zarar etmesine neden oldular. Bunun karşılığında Air France patronlarından sadece “çok soyut vaatler” alan işçiler 24-27 Haziran’da yeniden greve gitmeyi planlıyorlar. Ancak grevlerin başını çeken CGT sendikası bile henüz süresiz genel greve gitmiş değil. Sendikanın başkanı Phillippe Martinez yaptığı açıklamada maçların, grev ve eylemleri etkilemeyeceğini söyledi. Yapılan anketlere göre Fransız halkının %60’sı yasa değişikliğine karşı yapılan eylemlerin haklı olduğunu düşünüyor. reketinin üzerinde yükselmişti. Bu yükselişi parlamenter başarıya da çevirmişti. Avrupa’nın birçok ülkesindeki gibi İspanya’da da alışılagelmiş siyasetin çözülüşünün göstergesiydi. Aralık’taki seçimlerde anaakım siyasetin temsilcileri olan merkez sol partinin ve muhafazakar partinin toplam oyları yüzde 80’den 51’e düşmüştü. Podemos, Yunanistan’daki Syriza deneyiminde olduğu gibi seçim başarıları elde ettikçe daha uzlaşmacı bir programı benimsedi. Bu seçimlerde Komünist Parti’nin liderlik ettiği Birleşik Sol koalisyonuyla, Unidos Podemos (Birleşerek Yapabiliriz) adlı bir seçim ittifakı kurdu. İttifakın seçim programında NATO’dan çıkılması veya borçların silinmesi gibi İspanya solunun önemli taleplerinin yer almaması uzlaşmacı siyasetin bir sonucu. Ancak diğer yandan Podemos Katalan ve Basklıların kendi kaderini tayin hakkını savunuyor veya Unidos Podemos şayet hükümet olursa, seçmenlerin seçim vaatlerini gerçekleştirmeyen hükümeti geri çağırabilecekleri bir değişiklik öneriyor. Borçların silinmesi talebi krize karşı tepkilerin yükseldiği

İTALYA: POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ İtalya’da yapılan belediye seçimlerinde ülkenin başkenti Roma’da ve otomotiv işçileriyle özdeşleşmiş olan Turin’de seçimleri popülist 5 Yıldız Hareketi kazandı. Roma’da hareketin adayı olan Virginia Raggi oyların %67’sini alırken, Turin’de Chiara Appendino %55 oy aldı. Her ikisi iktidarda olan merkez sol Demokratik Parti’nin adaylarını geride bıraktılar. 2009 yılında komedyen Beppe Grillo tarafından kurulan 5 Yıldız Hareketi “düzen karşıtı” bir söylem kullanıyor. Hareketin adındaki beş yıldız, kamusal su, sürdürülebilir ulaşım, sürdürülebilir gelişme, internet erişimi hakkı ve çevreciliği temsil ediyor. Hareket her ne kadar sol söylemden bir şeyler ödünç alıyor olsa da özünde sol değil. Parti, AB parlamentosunda ırkçı Almanya için Alternatif (afD) ve Britanya Bağımsızlık Partisi (UKIP) ile aynı grupta bulunuyor. 5 Yıldız Hareketi küresel ekonomik krizin etkisiyle ortaya çıkan tepkiyi sınıf içermeyen bir söylemle arkasına almaya çalışıyor. Başarısındaki en önemli iki etken ise İtalya’daki yolsuzluk skandallarının ana akım partilere desteği azaltması ve İtalyan devrimci solunun zayıflığı. Antikapitalist hareketin ilk yıllarında önemli bir yükseliş yaparak Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’nin oluşturmasına rağmen bu hareket 2003 yılında Irak Savaşı’na destek verdiği için zayıflamıştı.

MÜLTECİLERE YARDIM KONVOYU ENGELLENDİ İngiltere’de mültecileri destekleyen aktivistlerin tüm ülkede mülteciler için topladığı yardımları taşıyan 200 araçlık yardım konvoyunun Fransa’ya girmesine izin verilmedi. Başta “Irkçılığa karşı Çık” ve “Savaşı Durdurun” kampanyası olmak üzere pek çok siyasi yapının önderliğinde yapılan kampanyada toplanan yardımlar büyük bir araç konvoyu ile İngiltere-Fransa sınırının geçileceği Dover’a götürüldü. Ancak Fransa yardımın Calais’teki mültecilere ulaştırılmasına izin vermedi. Aktivistler Fransa’yı bir süre kanal geçişini bloke ederek protesto ettikten sonra Londra’daki Fransız Büyükelçiliği önündeki eyleme katıldılar.

hemen her yerde işçi sınıfının kritik taleplerinden bir tanesi oldu. Yoksullar neoliberalizmin, patronların ve onların çıkarlarını kollayan devletlerin kârına kâr katmak için yaptıklarının bedelinin, emeklilik yaşlarının yükseltilmesi, ücretlerin düşürülmesi, daha uzun saatler çalışmak gibi yaptırımlarla kendilerine ödetilmesini istemiyor. Kriz karşısında bu gibi taleplerden geri adım veya egemen sınıfla uzlaşma, sınıf mücadelesi dalgasının üzerine yükselen Syriza’yı hızla itibarsızlaştıran şey oldu. Bu yüzden Podemos’un hükümet olamama ihtimalinin onun açısından bir avantaj olarak yorumlanıyor. Podemos’un muhalefette kalması onu, zaten uzlaşmacı olan politik programından bile iktidar olduğu anda geri adım atan Syriza’nın pozisyonuna düşmekten kurtarabilir. Yunanistan ve İspanya’daki manzara, neoliberal politikalar karşısında ara bir formülün imkansız olduğunu gösteriyor. Krize karşı işçi sınıfının çıkarlarından verilen her taviz egemen sınıfla bir şekilde uzlaşmaya giden yolun giriş patikası.


RÖPORTAJ

5

“ERDOĞAN’IN PANZEHİRİ DEMOKRASİDİR” Cumhurbaşkanı kadınlarla uğraşmaktan sonraki favori konusu Gezi’ye Topçu Kışlası yapılması meselesini yine gündeme getirdi. Erdoğan’ın ısrarını ve Gezi’nin anlamını Korhan Gümüş’le konuştuk. Mimar ve aktivist olan Korhan Gümüş, 2014’teki yerel seçimlerde HDP Beyoğlu Belediye Eşbaşkan adayıydı. Erdoğan neden Gezi’den vazgeçmiyor? Öncelikle ‘tarihi eseri ihya edeceğiz’ diyor fakat o eser yok, öbür tarafta AKM var onu da ‘yıkacağız’ diyor. Buradaki çelişki, cumhuriyet hafızasını düzenleme girişimi olarak görülebilir. Erdoğan cumhuriyetin ilk programında bir değişiklik yapmak gerektiğini düşünüyor. Mutenalaştırma hareketinin temsilcisi. Erdoğan için Gezi olayı tadından yenmez bir fırsat. Gezi’yi cumhuriyetin temsil sahnesi olarak gördüğü için oraya kendi damgasını vurmak istiyor. Bu otoriter bir rejimin tipik davranışı, şaşılacak bir şey yok. Gezi direnişinden bu yana demokratik açıdan çok şey kaybedildi. Gösteri hakkımız saldırıyla engelleniyor. Kendi mekânında bile farklı bir kimlik sergileyemiyorsun, o da saldırı konusu haline geldi. Şimdiye kadar belki azınlıklara dönük olduğu için bu kadar görünür değildi ama artık tehdit herkese dönük olmaya başladı. Kırımlar, saldırılar geçmişte kalmadı. Rejim devam ediyor ve Erdoğan onun güncellenmiş temsilcisi. Cumhuriyet rejimini en çok temsil eden o aslında. Cumhuriyet rejimine başkaldırıp, değiştirdiğini değil aksine homojenleştirme üzerine kurulmuş milli kimliğin en mümtaz temsilcisi olduğunu düşünüyorum. Gezi projelerini hukuk yoluyla durdurmakla yetinmemek, siyasi mücadelesini de vermek gerekiyor. Narmanlı’yı geciktirdik diye sevinmekle yetinmek değil siyaseten karşılığını, alternatifini oluşturmak gerekiyor. Milli rejimin kendisini değiştirme sorunumuz olduğunu gösteriyor bu mesele. Toplumu paralize etmeye çalışıyor. Zaten kamu sisteminin beyin ölümü gerçekleşti. Bu cumhuriyet döneminden beri yaşanan bir kriz. Yönetimler hiçbir zaman halkın temsilcisi olmadılar ve değişik zamanlarda, değişik şekillerde şiddet uyguladılar, kimi zaman Hristiyanlara kimi zaman Müslümanlara. Şiddet üzerine kurulu bu rejim kamusal nitelikli bir şey üretmiyor. Sadece ele geçirmeye dayanan bir rejim cumhuriyet. 2013’te yaşananlardan sonra Gezi Parkı’na bahsedilen projenin gerçekleştirilmesi mümkün mü? Erdoğan konuyu tam olarak oraya çekmeye çalışıyor. Gezi direnişi çok kapsayıcı bir şeye dönüştü. Erdoğan’ın konuşmasında ‘cesur olun’ demesi bu yüzden. Bunu vatandaşa değil AKP’li bakanlara söylüyor. Çünkü Gezi direnişi sırasında AKP içinde sarsıntı yaşandı. Ya Erdoğan’ın saldırgan modeliyle gerçekleşecekti ya da müzakereyi savunan daha demokratik bir yolla olacaktı. AKP’li siyasetçiler siyaset yaptıkları anda Erdoğan’la zıtlaşmak zorunda kalıyor. Davutoğlu’nun başına geldiği gibi, ağzını açtığı anda restleşiyor çünkü sistem böyle. Erdoğan AKP’yi kontrol etmek için bu çatışmayı yaratıyor. Karşı taraf destek olursa çok seviniyor. AKM meselesinde müthiş kafa karışıklığı yaşandı. Erdoğan yıkmak istiyordu. Karşısına içinde tanınmış mimarların da olduğu bir STK çıktı ve yeni bir proje önerdi. Erdoğan ne yapacağını şaşırdı. Ama ne zamanki o proje mahkeme kararıyla durduruldu Erdoğan sevindi ve projenin yapılmaması talimatını verdi. Böyle bir şeyin karşısına çıkacağını hiç beklemiyordu. Sivil toplum proje geliştirince

Mayıs 2013, Gezi Parkı ağaçlarının kesilmeye çalışılması ve bunu engellemek isteyenlerin çadırlarının yakılması bir toplumsal patlamayı ateşlemişti.

afalladı. Klasik devlet rantını paylaşan gelenek mahkeme kararıyla durdurdu. Aslında Kültür Bakanlığı’ndaki rüşvetçi bir kesim Erdoğan’la birlikte tuzak kurdular. Eskiden yapılmış bir projeyi mahkemeye iptal ettirerek, yeni projenin uygulanmasını durdurdular ve gelecekte gelişecek katılımcı süreci baltaladılar. Erdoğan’ın bunu başarmasını sağlayan, onun karşısındaymış gibi görünen 28 Şubat kalıntısı devlet bürokrasisidir. Erdoğan’ın bu işi yapabiliyor olmasını sağladılar. Gezi’de de aynı şey oldu. Kitlenin içinde 28 Şubat kalıntılarını görünce rahatladı çünkü rejimin şifrelerindeki karşıtlığı kullanabileceğini düşündü. Gezi’ye tarihi kışla yaparsam AKP içindeki liderliğimi daha iyi sürdüreceğim diye düşünüyor. Muhalefet sadece ‘yaptırmam’ diyor, o da ‘yaparım’ diyor. Demokrasi diyen olmadığı için Erdoğan’ın işine geliyor. Bu oyunu bozmak gerekir. Kışlayı tarih müzesi yapıp, Almanya, Fransa, ABD gibi ülkelerin işlediği insanlık suçlarını teşhir edeceğini söylüyor Erdoğan ama bahsettiği yer yok edilmiş bir Ermeni mezarlığı. Herkes kendisiyle başlar. Ahlaki açıdan başkalarını teşhir etmek, ‘siz de yaptınız’ diye kendini savunmak siyasetçinin düşebileceği en pespaye durumdur. Belli bir siyasi etiği olan siyasetçi kendi çözmek zorunda olduğu problemle uğraşır. Başkalarını işaret ederek kendini aklamaya çalışan kişi siyasetçi vasfını kaybeder. Bu çocukça bir şey. Erdoğan’ın konuşmalarını hazırlayan, gazetecilikten ayrılma bir yazarlar ordusu var. Onun çatık kaşlarının arkasında son derece korunaklı bir halde, lüks içinde yaşıyorlar, bütün kapılar onlara açık, inanılmaz bir maaş alıyorlar

ve bu insanlar gündem oluşturmak için ortalığa bir şeyler saçıyorlar, yalan söylüyorlar. Bu isimler tek tek teşhir edilmeli. Kendi çevrelerine çıkar dağıtmaktan başka hiçbir anlamı kalmadı siyasetin. ‘Her ülke meydanlarıyla anılır, bizim meydanımız yok’ dedi Erdoğan. Ne kastediyor acaba? Erdoğan’ın söylediği şey hiç söylememesi gereken bir şey. Bunu söyleyenler Avrupa meydanlarına bakarak, İstanbul’a bakanlar. Sultan Ahmet meydanı, külliyelerin avluları veya bir dizi yer, bunlar kamusal mekanlar. Taksim meydanı zaten Avrupalı meydan tarzında yapılmış. Madem bize meydan lazım o zaman varolanın içine kışla yapmak ne anlam taşıyor? Cumhuriyet kışlayı eroin işlemek için kullanmış. Sonra satılmış ve zor bela park uzantısı olan bir meydana çevirmişler. Bu olmuş bitmiş. Kışla mimari bir eser değil zaten. Aslında tam da Avrupalıların oluşturmaya çalıştığı Osmanlıyı temsil ediyor. Osmanlı geleneğini yok eden kışla bu aynı zamanda. Osmanlının geleneksel yapısını atıp oryantalist bir modernizme çevirmeye çalışanlar yapmış kışlayı. Dolayısıyla Erdoğan’ın sahip çıktığı kışlanın Osmanlıyla alakası yok. Meydan dediği şey zaten cumhuriyet döneminde yapılmış onu yok ediyor. ‘En büyük operayı yapacağım’ diyor. Sütlüce’deki kongre merkezi Dalan zamanında aslında kültür merkezi olarak başlamıştı. Avrupa’nın en büyük kültür merkezi olarak başladı sonunda Avrupa’nın en pahalı inşaatı oldu. Rüşvet yemekten bir türlü bitirilemedi. Önce onunla başlasın. RÖPORTAJ: MELTEM ORAL


6 GÜNDEM

SAVAŞ ASKERİ VESAYETİ DİRİLTTİ

YERLİ, MİLLİ VE

Bir savaş gemisinin denize indirildiği törende konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 2015’in Temmuz ayı sonundan beri sürdürülen operasyonlarda “içeride ve dışarıda” öldürülen terörist sayısının 7600’ün üstünde olduğunu söyledi. Çözüm süreci günlerinde “Dağdakiler inecek, cezaevleri boşalacak” gibi mesajlar veren Erdoğan, artık tipik bir savaş sözcüsü. Kemalist devletin “terörle mücadele” yalanlarının bayat bir tekrarını sunuyor. Cumhurbaşkanına göre, “terör örgütü yurt içinde ve yurt dışında en büyük darbeyi aldı”. Kürt halkına karşı girişilen kirli savaş, generallere siyasi yeteneklerini de geri veriyor. Örneğin, geniş kitlelerin askeri vesayeti geriletmek için verdiği mücadelenin bir sonucu olarak 2010 yılında kaldırılan EMASYA protokolünün bir benzeri, hükümet tarafından “terörle mücadele için” geri getirildi. Genelkurmay Başkanı’nın hareket alanını artıran yasa, kirli savaşta yer alan askerlere de dokunulmazlık zırhı veriyor. Uzun süredir çenesini kapatıp oturmak zorunda kalan komutanlar, tekrar siyasi görüş beyan etmeye başladılar. AKP orduyu “kontrolü altına” aldığını düşünüyor. Fakat ordunun bu kadar merkezi bir konuma yerleşmesi, AKP’den çok toplumun tüm ezilen kesimleri için bir tehdit. Ülkücü mafya lideri Sedat Peker, İHH başkanı, Erdoğan.

Mustafa Koç’un cenaze töreni. Gezi direnişini Koç Holding’in başını çektiği yeni 28 Şubat olarak damgalayan Erdoğan safta.

ÇETELER GERİ GELDİ AKP, derin devletin en kirli unsurlarıyla, faşist mafya babalarıyla ve “devlet” olarak bilinen kim varsa onunla birlikte hareket etmeye başladı. Veli Küçük’ün jandarma protokolünde, Mehmet Ağar’ın milli takım kampında, Sedat Peker’in ise Tayyip Erdoğan ile aynı düğünlerde boy gösterdiği bu “yerli ve milli” dönem, bir yandan savaşın yoğunluğu ile paralel olarak Türk milliyetçiliğini sokağa hakim –mümkünse tek- ses hâline getiriyor, diğer yandan her tür katliama ve infaza zemin hazırlıyor. Bu düzende Doğu Perinçek, Şam’a gidip diktatör Esad ile görüşmeler yapıyor, dönüp Dışişleri Bakanlığı’na rapor veriyor ve katil Baas rejimiyle Türkiye’yi Kürtlere karşı ortaklaştırmaya çalışıyor. MİT’in başına çözüm sürecini yürüten Hakan Fidan’ın yerine Ergenekoncu Levent Göktaş’ın getirileceği iddia ediliyor. Ergenekoncular prestij kazanıp yeni rollere soyunurken, Dolmabahçe mutabakatında yer alan herkes önemli görevlerden alındı.

Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davaları, Cumhuriyet mitinglerinin darbe çağrılarının yenilgiye uğradığı, 27 Nisan e-muhtırasının ardından AKP’nin oyunu bir buçuk kat artırdığı günlerde başlatılmıştı. 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombası bulunması sonucunda başlayan operasyonlar, AKP hükümetini “İslamcı” olduğu gerekçesiyle devirmek için örgütlenen, bunun için bir dizi cinayet, katliam ve plan yapan geniş bir ağı ortaya çıkardı. Türkiye, 2000’li yılların ortalarından itibaren, askeri vesayetle toplumun geniş kesimleri arasındaki ciddi bir mücadeleye tanık oldu. 27 Mayıs’tan 28 Şubat’taki post modern darbeye, TSK’nın siyasete gayrimeşru müdahalelerinin uzun bir tarihi vardı ve halkın çoğunluğu bununla ilgili büyük bir memnuniyetsizlik duyuyordu. Erdoğan, kendisine yönelik asker tehdidini savuşturmak için, yalnızca AKP’ye oy verenlere değil, Kürtlerden Ermenilere daha geniş ezilen gruplara seslenen bir strateji izledi. Sokakta mücadele 2008 yılında kurulan darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu, Ergenekon operasyonlarıyla birlikte başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde yüzlerce aktivisti harekete geçirdi, on binlerce kişiyi sokağa döktü. Darbe karşıtlarının eylemlerinde, yalnızca günümüzün değil geçmişin darbeleri de lanetleniyor, Türkiye devletinin Kürtlere ve Ermenilere karşı işledikleri suçlar teşhir ediliyordu.

Balyoz Darbe Planı ile ilgili belgeler Taraf gazetesinde yayımlandığında, mahkeme önlerindeki suç duyurularının yanı sıra, Taksim’de yoğun kar yağışı altında binlerce sivilleşme yanlısı “tankların üstüne çıkarız” diyerek yürümüştü. TSK’nın komuta kademesindeki generallerin önemli bir kısmının hapse girmesini sağlayan davalarla ilgili süreç, böylesi bir aşağıdan mücadele dinamiğinin üzerinden gelişti. Kemalist rejimin iflası Bu dönem, 2010 yılındaki anayasa değişikliği referandumuyla zirve yaptı. 12 Eylül’ün yıl dönümünde yapılan oylamada %58 “Evet” oyu ve on binleri seferber eden bir “Yetmez ama Evet” kampanyası ile askerlere yargı yolu açıldı. 12 Eylül darbecileri yargılandı ve iki kez ağırlaştırılmış müebbet cezaları aldılar. Bu, Türkiye devletinin kurucu ideolojisi olan kemalizmin büyük bir kriz yaşaması anlamına geliyordu. AKP, askeri vesayete olan öfkeye seslendi. Kendine yönelik darbe tehditlerini savuşturduktan sonra ise direksiyonu sağa kırdı. Orduyla ve eski rejimle adım adım uzlaştı. Tayyip Erdoğan’ın çarkı Erdoğan, daha 2012 yılında İlker Başbuğ’un tutukluluğuna karşı çıkmış ve 28 Şubat davaları için “bu dalgalar ülkeyi boğar” diye konuşmuştu. AKP liderliği, bu andan itibaren, 1000 yıl süreceği söylenen ancak kitlesel mücadele sonucu


GÜNDEM 7

ERGENEKONCU

GÖRÜŞ Roni Margulies

VİVA ESPANYA! Uzun zamandır Ertuğrul Özkök’le dalga geçen bir yazı yazmamıştım. Hatta, ne yalan söyleyeyim, gazetelerin bütünü o kadar berbat bir hâle geldi ki, hayatım boyunca her fırsatta yerin dibine soktuğum Hürriyet’i zaman zaman okur oldum şimdi! Hürriyet, normal ülkelerdeki büyük gazeteler gibi, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda yayın yapıyor. Biz de ne yaptığını biliyoruz, ona göre okuyoruz. Biraz da gazetecilik yapmaya çalışıyor, muhabirleri var filan. Diğer gazeteler artık haberlerle falan hiç ilgilenmiyor. Bir odada bazı adamlar oturuyor, hangi gazete olduğuna bağlı olarak, belli bir merkezden gelen talimatlar doğrultusunda palavralar yazılıyor. Bu nedenle, Özkök’ü ihmal etmişim. Yanlış yapmışım. Ne kadar habis bir görüşün temsilcisi olduğunu unutmuşum; geçen hafta hatırlattı. Üstelik futbol hakkında bir yazı yazarak hatırlattı. Doğaldır, Türkiye millî takımı Avrupa’da maç yapıyor, Özkök onu destekleyecek. Tamam, desteklesin, bir şey demiyorum. “Haydi aslanlar!” desin, hatta kendine özgü cinsiyetçi ifadelerle Türk futbolcusunu göklere çıkarsın. Ama hayır, desteklemek yetmiyor. Futbol maçları bile “millîlik” propagandası, derin devlet desteği ve Kürt düşmanlığı için vesile oluveriyor Özkök’ün zehirli kaleminde. Önce, Fransız bir gazeteciden alıntı yapıyor: “Biz oyuncularımızın birlikte milli marşımızı söylemelerini ve son yıllarda tehdit altında olan bayrağımızı onurlandırmalarını istiyoruz. Biz kimlikçi politikalardan nefret ediyoruz.” Sonra, asıl söylemek istediğine geliyor: “Biz de kimlik çatışmalarını yaşayan bir ülkeyiz.

itibarsızlaştırılan 28 Şubat darbecileri başta olmak üzere askeri vesayetin tüm kurumlarını yeniden ayağa kaldırdı. Bu süreç, 2013 yılı sonundaki rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının üstünün örtülmesi girişimiyle hız kazandı. Bu operasyonların “cemaatin kumpası” olduğunun ispatlanması için darbe davaları da “millî orduya kumpas” ilan edildi. AKP ile Ergenekon arasında kurulan “milli ve yerli” ittifakı, Rojava’da Kürtlerin devlet veya herhangi bir yönetim kurmasını engellemek üzere savaşı yeniden başlattı. Bu koalisyonu dağıtalım! Bu “yerli ve milli” koalisyonu, Batı’da da işçi sınıfını, ırkçılık karşıtlarını ve tüm ezilenlerini tehdit ediyor. LGBTİ yürüyüşünün, 24 Nisan anmalarının ve her tür özgürlük mücadelesinin yasaklanabileceği bir atmosfer yaratıyor. Bu, biraz da AKP’nin askeri vesayeti diriltmesi sayesinde oldu. Veli Küçüklerin içeride ve dışarıda olduğu zamanlar arasında ülkede ölen insanların sayısında görülen keskin değişim, bunun en net göstergesi. Dolayısıyla, askeri vesayete ve kemalist rejime karşı mücadele eden herkes, şimdi de bu “yerli ve milli” ittifakına, AKP’nin askeri vesayeti diriltme, TSK generallerini “kahraman” yapma, EMASYA’yı geri getirme gibi girişimlerine karşı çıkmalı. Bu eksen dağıtılmadan, özgürlük, demokrasi veya adalet açısından hiçbir kazanım elde etmek mümkün olmayacak.

DAVALARIN SULANDIRILMASINDA AKP’NİN ROLÜ

Ne yazık ki parçalandık. Ne yazık ki birbirimize düşürüldük. Ne yazık ki dışımızdan değil, içimizden vurulduk...” Fakat, ne mutlu bize, “parçalanmamızın”, “içimizden vurulmamızın” çaresi de var. Fatih Terim’e hitaben, şöyle diyor Özkök:

Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal’la bir tartışmasında Er-

“Yine de şanslıyız... Milli Takımımızın başında siz varsınız...

genekon davalarının “savcısı” olduğunu ilan etmişti.

Biz bölündük ama Milli Takımımız milli kaldı...

AKP, davaları “paralelin kumpası” ilan etmeden önce,

Hocam... Çıkın... Göğsünüzü gere gere milli marşımızı söyleyin. Hiç olmazsa bugün bizi milli yapın “

soruşturmalarda devlete dokunulan kısmın sınırlı kalması için çaba gösterdi. Hükümet, yalnızca kendisine yönelik tehditleri savuşturmak istedi. Ergenekon’un Fırat’ın doğusunda yaptıkları ve insanlığa karşı işlediği suçların yeterince üstüne gidilmedi. Hrant Dink cinayeti ve diğer katliamlarda yer alanlara fazlaca dokunulmadı. Onun yerine, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması gibi, davanın seyriyle ilgisiz gelişmeler yaşandı. Kozmik odaya girildi ancak gerisi getirilmedi. Çünkü AKP de muhafazakâr ve neoliberal bir egemen sınıf partisi olarak devletin “hassas” noktalarına dokunmak istemedi.

Kim kurtaracak yani Türkiye’yi, hiç olmazsa bugün? Milliyetçi, Türkçü, faşistlerle ve derin devletle yakın ilişkileri olduğu iyi bilinen bir adam! Fatih Terim! Mehmet Ağar’ı, yani 1990’ların 17.500 faili meçhul cinayetinin doğrudan sorumlusu olan kişiyi hapiste ziyarete giden ve yanında bugünün millî takım kaptanını da götüren bir adam. Ve geçen ay aynı Ağar’ı millî takım kampına “VIP Konuk” olarak davet eden bir adam. Allah İspanyollardan razı olsun. Terim’in millî takımına üç gol attılar da, hiç olmazsa bugün millî yapılmaktan kurtulduk.


8

TEORİ

3 TEMMUZ DARBESİ: MISIR’DA KARŞI-DEVRİM CAN IRMAK ÖZİNANIR

2010 yılının sonlarında Tunus’ta başlayan devrim dalgası, 2011 yılında bölgenin en önemli ülkelerinden Mısır’da diktatör Hüsnü Mübarek’i devirmiş, gösterilerin merkezi olan Tahrir Meydanı dünyanın bütün ezilenlerine ilham veren, Wall Street’i İşgal Et hareketinden, İspanya’daki Öfkeliler hareketine kadar herkesin selam gönderdiği bir özgürlük mekânı olarak görülmeye başlanmıştı. İki yıl sonra Tahrir Meydanı bu sefer iktidardaki Müslüman Kardeşler’e karşı gösterilerle sarsılıyordu. Bu büyük hareketin sonucu ise birinci Tahrir’in tersine 3 Temmuz 2013 günü Genelkurmay Başkanı Abdülfettah el Sisi’nin iktidara el koyduğu bir darbe oldu. Bu darbe Mısır Devrimi’nin 2011’de karşısına çıktığı eski rejimin geri dönüşü yani bir karşı-devrim anlamına geliyordu. Mısır Devrimi’nin izlediği süreçler hem sıradan insanların kendi hayatlarının kontrolünü nasıl ellerine alabileceklerine, hem de devrimin süreklileşmediği ve devlet mekanizmasının kendisini koruduğu bir durumda neler olabileceğine dair önemli derslerle dolu. Ekmek ve özgürlük ayaklanmasından karşı-devrime Mısır’da gerçekleşen 2011 devrimi, uzun yıllar süren ağır diktatörlük koşullarına ve bir süredir bu koşullar altında kitlelerin daha da yoksullaşmasına yol açan neoliberal infitah (açılım) politikalarına karşı Mısır halkının, en başta da işçi sınıfı ve öğrenci hareketinin tepkisiydi. Mısır’da 2003 Irak Savaşı’ndan bu yana gelişmekte olan bir hareket vardı, bu hareket 2008 yılında Mahalla bölgesindeki işçi grevleriyle daha da gelişmişti. 2011 yılında Mübarek’i deviren gösterilere yine 2008’deki gibi işçi grevleri eşlik ediyordu. Bu gösterilerin sloganı “ekmek ve özgürlük” idi. İşçi sınıfının devrimde aktif rol alması bu devasa halk hareketinin sadece işçilerden oluştuğu anlamına gelmiyordu elbette. Hareketin orta sınıf veya burjuva liderlikleri de vardı. Örneğin daha sonra darbenin destekçilerinden ve geçici cumhurbaşkanı olacak Muhammed El Baradey, Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın başkanıydı ve 2011’de de sürekli olarak hareketin liderliğini ele almak için hamlelerde bulunuyordu. Tahrir Meydanı, Mübarek’i devirdi ancak ABD’den ciddi mali ve askeri destek gören rejimin ordusu olduğu yerde kaldı hatta bir yıl boyunca iktidarı elinde tuttu. Bu dönemde Askeri Yönetim’e karşı da hare-

tum alamadı. Mursi’nin nobran ve otoriter tavrı, ondan çok daha otoriter olan Sisi’nin desteklenmesinin mazereti olarak kullanıldı. Darbe destekçisi argümanların bir çoğu laik/anti-laik kutuplaşmasına yaslanıyordu. Sisi iktidarının ilk işi Rabia Meydanı’nda darbeye karşı toplanan Müslüman Kardeşler taraftarlarını katletmek ve üyelerini tutuklamak oldu. Ancak her darbede olduğu gibi baskı sadece bir kesim ile sınırlı kalmadı. Rejim, kısa süre içinde grevleri ve sokak gösterilerini yasakladı, buna tepki gösteren solcuları da cezaevine atmaya başladı, darbeye karşı gösteri yapan sosyalistlerin üzerine ateş açıldı. Darbeden kısa bir süre sonra devrik diktatör Hüsnü Mübarek serbest bırakıldı.

Tahrir Meydanı, devrime de darbeye de sahne oldu.

Mısır’daki süreç üç önemli şeyi gösteriyordu. Birincisi devrimci durumlarda frene basmanın felaket anlamına gelebileceği. Mevcut devlet mekanizması yerinden edilmeden bir devrim asla sonucuna varmış sayılamaz. Ekonomik taleplerle, özgürlük talepleri bir ve aynı şeydir, birisi diğerinden ayrı görülemez.

RABİA’DAN “TEK DEVLETE”

Mısır’daki darbenin Türkiye’de yaşayanlar açısından başka bir önemi daha var. Darbenin yaşandığı günlerde Türkiye’de de devasa bir kitle hareketi son günlerini yaşıyor, parklardaki forumlarla kendisine akacak bir kanal arıyordu. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Mısır’daki darbe ile Türkiye’deki direnişi birbirlerine benzeterek kendi tabanına Gezi’yi bir darbe tehdidi olarak göstermeyi büyük oranda başardı. O günden bugüne Mısır’da darbeye karşı başını Müslüman Kardeşler üyelerinin çektiği gösterilerin sembolü olan Rabia işareti, AKP’nin tüm unsurları tarafından kullanılıyor, ancak önemli bir farkla: AKP’nin Mısır ve Mısır darbesine destek veren tüm güçlerle arasını yeniden düzeltmeye çalıştığı bir ortamda Rabia işareti “yerli ve milli” bir özellik kazandı. Erdoğan, Rabia’nın “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” anlamına geldiğini açıkladı. ketler hız kesmedi. Mısır’da sürekli grevler ve gösteriler oluyordu. Ancak 2011 devrimine katılan burjuva ve orta sınıf unsurlar diktatörlüğün ortadan kalkmasıyla “özgürlük” sorununun çözüldüğünü düşünüyor ve kapitalizmin olağan işleyişine geri dönülmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu, devrimin “ekmek” talebinin geri plana itilmesi anlamına geliyordu. Devletin ordu ve bürokrasisi ile yerinde dururken 2012 yılında Muhammed Mursi liderliğinde iktidara gelen Müslüman Kardeşler, devrimin taleplerini yerine getirmek yerine eski rejimin kurumlarına ve müttefiklerine kendilerini kabul ettirme çabasına giriştiler. Mursi, bir yandan ordu ve ABD ile arasını iyi tutmaya çalışıyor bir yandan da devrimin taleplerini dile getiren muhaliflere karşı devletin baskı ay-

gıtlarını kullanmaktan geri durmuyordu. Katılımın oldukça düşük olduğu seçimlerde yüzde 50 gibi bir oy oranına ulaşmış olan Mursi, 2013 Temmuz’una gelindiğinde oldukça sınırlı bir desteğe sahipti. Eski rejimin unsurları, kendilerini devrimin destekçisi gibi konumlandırmayı ve geniş kitleleri bu sefer eski rejimin destekçileri ile beraber seferber etmeyi başardılar. 2011 yılında Tahrir Meydanı’na palalarla saldıran çeteler, bu sefer aynı meydanda kitlelerle beraberdi. 3 Temmuz günü gösterileri bahane eden ordu iktidara bir kez daha el koydu ve rejimin muazzam baskısını yeniden inşa etmeyi başardı. Darbeye karşı tutumun önemi Mısır’da hem solun önemli bir kısmı hem de liberaller darbe karşısında net bir tu-

İkincisi ise iktidarların nobranlığına karşı mevcut devletin ordusuna güvenmenin büyük bir hata olduğu. Özgürlük, ancak kitlelerin kendi hareketlerinin eseri olabilir. Mursi iktidarına karşı Sisi darbesine bel bağlayanların pek çoğu bugün Sisi rejiminin yarattığı baskı ortamından muzdaripler. İşçi hareketi ve özgürlük talepleri rejim tarafından zor yoluyla bastırılıyor. Muhalifler ise tıpkı Mübarek döneminde olduğu gibi cezaevine atılıyor veya öldürülüyor. Bugün 25 Ocak 2011 devriminin ilk adımlarını atanlar Sisi rejiminin hedefinde. Üçüncüsü ise hem orduya tavır alabilecek, hem de işçi sınıfının devrimdeki rolünü merkezileştirebilecek bir devrimci partiye ihtiyaç olduğu. Devrimin sürekli hâle gelebilmesi, bütün devlet mekanizması ve burjuvazi ile hesaplaşabilmesi için işçi sınıfı içinde örgütlenmiş bir sosyalist partiye ihtiyaç var. Bugün DSİP’in kardeş örgütü Devrimci Sosyalistler, Mısır’da bütün baskıya rağmen bunu başarmaya çalışıyor. Mutlak bir yenilgiden söz etmek doğru olmaz. 2011’de Tahrir’de kitleler kendi kaderlerini tayin etmenin ilk adımını attılar, o günün deneyimi hâlâ zihinlerde yerini koruyor. Kendiliğinden kitle hareketlerinin ne zaman patlak vereceği önceden kolaylıkla kestirilemez. Mısır halkı bir sonraki adımı attığında artık karşı-devrimin ne anlama geldiğinin deneyimine de sahip olacak.


SINIF MÜCADELESİ NEFRET YAYANLAR EMEKÇİNİN HAKKINI SAVUNAMAZ

DEV FABRİKADA GREV KARARI

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞÇİLER ÇALIŞIYOR, PATRONLAR ZENGİNLEŞİYOR.

Eğitim Bir-Sen 2 No'lu Şube Başkanı Rıfat Kavak, geçtiğimiz hafta içinde yaptığı açıklamada, “Ramazan Ayı içerisinde İstiklal Caddesinde yapılacak LGBT yürüyüşünü yaptırtmamak için tüm dinamiklerimiz ile elimizden geleni yapacağımızı bilinmesini isteriz” demiş. Bir emek örgütüne en büyük zararı, hiç şüphesiz, LGBTİ’lerin var olma ve kamusal alanda kendilerini görünür kılma hakkına karşı çıkan bir “liderlik” verir. Eğitim Bir-Sen’i böylesi bir nefret söyleminin merkezi hâline getirenler, işçi sınıfına yönelik saldırılara karşı herhangi bir mücadele perspektifi öneremezler. Üstelik, Rıfat Kavak, kendi tabanındaki LGBTİ bireylerin de kimlikleriyle var olma konusundaki cesaretini kırıyor. İşçi sınıfının birliği gücünden gelir. Bu birliğe karşı patronlar, milliyetçilik, ırkçılık, homofobi ve cinsiyetçilik gibi ayrımcı fikirleri yaygınlaştırırlar. Bu, işçilerin bölünmesine ve zayıflamasına, bir grup işçinin diğerlerine düşman edilmesine hizmet eder. Kamu emekçilerine yönelik saldırılara karşı nasıl örgütleneceğini düşüneceğine LGBTİ Onur Yürüyüşü’nü engellemek için “tüm dinamiklerini” seferber etmek isteyen bir sendika, hükümetin borazanlığını yapmaktadır. Böylesi bir liderlik anlayışı yerle bir edilmeden, iş güvencesi veya ücret artışı için de mücadele edilemez.

9

İstanbul Sanayi Odası (İSO)’nın 500 büyük sanayi şirketi istatistikleri yayınlandı. 1950’lerde 100 büyük şirket listeleri yayınlanırdı, 2000’lerde ise 500 büyük şirket açıklanıyor. Yani kabaca zenginlerimiz 5 kat artmış durumda. Bugün Türkiye’de bankada bir milyon doları aşan serveti olan yaklaşık 100 bin kişi var.

Eskişehir’de Anadolu Cam Sanayi fabrikasında grev kararı alındı. Türk-İş’e bağlı Kristal-İş sendikasının örgütlü olduğu büyük fabrikada eğer toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamazsa grev 29 Haziran’da başlayacak. Cam işçileri 2014 yazında da birçok fabrikada greve çıkmış, hükümet gevi "millî güvenliğe aykırı" olduğu gerekçesiyle yasaklamıştı.

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n DGD-Sen'e üye oldukları için işten atılan AVON işçilerinin direnişi, birinci ayını doldurdu.

ilde yaptığı eylemlerle Maliye Bakanlığı’nı göreve çağırarak ücret adaletsizliklerine son verilmesini istedi.

n Avcılar Belediyesi’nde işten atılan belediye işçilerinin mücadelesi sürüyor. Belediye ise çadırın önüne bankamatik koyarak direnişi kırmaya çalışıyor.

n Bursa’da Tek Gıda-İş sendikası üyesi Nestle işçileri, anlaşma sağlanmaması durumunda 21 Haziran’da greve çıkacaklarını duyurdu.

n 5 aydır hakları gasbedilen ve bunun için fabrika önünde iki haftadır direnen Altherm Klima işçileri, patron Ümit Özcan’ın evi önünde eylem yaptı.

n Zonguldak’ta bulunan Deka Madenclik A.Ş. ve bu şirkete bağlı Balçın Madencilik’te ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle direnişe başlayan 282 işçi, maden ocaklarında üretimin durdurulması nedeniyle İş Kanunu’nun 29. maddesi gereği toplu olarak işten atıldı.

n Gebze’de toplu sözleşmesi greve saatler kala imzalanan Mecaplast’ta, sözleşmenin imzalanmasının ardından bir işçinin işten atılması üzerine üretimi durduran işçiler, atılan arkadaşlarını işe geri aldırdı. n- İstanbul Defterdarlığı çalışanları hakları için yaptıkları eylemde baskı, sürgün ve eşitsizliğe tepki gösterdi. n Büro Emekçileri Sendikası (BES) birçok

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

ÇÖZÜME DEVAM DSİP Şubat Buralarda nefret ve şiddet her zaman var. ayı tediği,lantıları bütüm kurumlarıyla ürettiği ve teşvik

Devlet isettiği için var. Fakat bugünkü sağcı saldırganlığın başlıca nedeni savaştır. Türkiye savaş uçakları Irak Kürdistanı’nı bombalıyor. Lice’yi de bombalıyor. İncirlik ve Diyarbakır askeri üslerinden kalkan ABD savaş koalisyonun uçakları Suriye’yi bombalıyor. IŞİD Kilis’i havan topu atışına tutuyor, ordu sınır ötesini topa tutuyor. Genelkurmay başkanı atanmış bir bürokrat olduğu halde seçilmiş milli savunma bakanı hakkında basın açıklaması

n DİSK, 15-16 Haziran’ın yıl dönümünde birçok yerde eylem yaptı. n Diyarbakır’da DİSK/Enerji-Sen, Dicle Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi’nde (DEDAŞ) işten atmalara karşı DEDAŞ Diyarbakır İl Müdürlüğü önünde basın açıklaması yaptı.

yapıp susturabiliyor. Genelkurmay başkanı Erdoğan’ın milliyetçi duygu sömürüsünü dinlerken ağlıyor. Veli Küçük jandarma törenlerinin protokolünde beliriyor. AKP’nin rüşvet ağını ört bas etmek için aklayıp sokağa saldığı JİTEM’ciler Ergenekoncular Kürt şehirlerini yakıp yıkıp duvarlarına ırkçı yazılamalar yapıyor. İstanbul’da Koreli plakçının dükkanının basılıp, müzik dinleyenlerin dövülmesi; trans onur yürüyüşünü polisin zorbalıkla insanları itip kakarak dağıtırken, birilerinin gökkuşağı bayrağı yakması; aralarında sendikaların da bulunduğu çeşitli muhafazakar örgütlerin, Orlando katliamıyla ilişkilendirilmekten çekinmeden şiddet çağrısı yapması şiddet gösterisi olan iki savaş tarafından teşvik ediliyor. Savaş varsa, cinsiyetçilik var. Transfobi, homofobi var. Militarizm doğası gereği özgürlük karşıtı kendine milliyetçi ya da dini bir kılıf kolayca buluveriyor.

Teknolojide de önemli ilerlemeler sağlandı, artık patronlarımız 56 saniyede bir otomobil üretmekle övünüyorlar. 17 milyon işçi her gün karın tokluğuna çalışırken, küçük bir azınlığın serveti sürekli büyüyor. Zenginlerin zenginliği artarken elbette bunun işçilere bir maliyeti var. Övündükleri bu hızlı üretim, gelişen teknoloji işçiler için daha fazla sömürü, patronlar için ise daha fazla kar demek. 500 şirket arasında yer alan otomotiv firmalarının gelirleri son bir yılda yüzde 9 oranında arttı. Hâlbuki işçiler geçen yıl yüzde 6 zam istediklerinde otomotiv patronları “kaynaklarımız yetersiz” diyerek sadece yüzde 3 zam vermeyi kabul etmişlerdi. Ama otomotiv işçileri direnerek istedikleri zamları almayı başardılar. 2015 yılında 500 büyük şirkette çalışan işçilerin reel ücretleri yüzde 1,3 oranında arttı. 2008 yılından beri azalmakta olan reel ücretlerin ilk defa 2015 yılında artmış olması önemli bir husus. Bu artışta en önemli etken 2015 yılı başında sendikaların imzaladığı toplu sözleşmeler. Özellikle metal sektöründe direnişlerle desteklenen sendikal talepler bir ölçüde de olsa işverenlere kabul ettirildi ve ücret artışları sağlandı. Ama yine de 2008 yılındaki reel ücretlere henüz ulaşılamadı, 2008’de 100 olarak kabul edilen reel ücretler 2015’te ancak 90 oldu. Hâlbuki patronların reel gelirleri 2008-2015 döneminde yüzde 10 arttı, ama yine de sağlanan işçi ücretleri artışı önemli bir kazanım. Türkiye işçi sınıfının en vasıflı kesimi bu 500 şirkette çalışıyor. Yaklaşık 700 bin işçinin çalıştığı bu şirketlerin pek çoğunda sendikal örgütlenmeler mevcut. Sanayi sektöründeki bu vasıflı ve örgütlü işçiler harekete geçtiğinde, genel olarak işçi hareketinin yükselmesi, egemen sınıfların ve AKP iktidarının geriletilmesi elbette daha kolay olacak. 2016 yılında sendikal hareketin başarısı ve sanayinin bütününde ücretlerin artış eğilimine girmesi için daha kitlesel bir mücadelenin örgütlenmesi gerekiyor.

Gezi Parkı direnişi, barış süreci üzerine gelmişti. Barış süreci, Balyoz davası ile mümkün olmuştu. Ordu, siyasete müdahalesinin geriletilmesi ile aradan çekilmiş, hükümetle doğrudan mücadelelerin önü açılmıştı. Gezi ile başlayan ve otomotiv işçilerinin geçen yılki grev ve mücadele dalgası işçi sınıfını da sararken müzakere masası devrildi. O masa devrildiği günden beri nefes alamıyoruz. İstanbul’da 1 milyon kişinin katıldığı inatçı protestolarla, Türkiye’de toplam 3,5 milyon insanın destek verdiği ve 8 genç insanın hayatının çalındığı bir toplumsal direnişle park olarak kalması sağlanan Gezi’ye ‘Kışla yapacağız’ demesi, Erdoğan’ın Türk egemen sınıfının tüm kanatlarına ‘en iyi ben yönetirim’ iddiasını kabul ettirmek için zorba kariyerinin doruğu olduğu kadar rakiplerinin durumundan da kaynaklanıyor. Hepsi savaş partisi, savaş zorbaya olmadık bir güç atfediyor. O da devletin sopasını güçlendiriyor.


10

AB TARTIŞMASI

İŞÇİLER CAMERON’UN AB’SİNİ REDDETMEKTE HAKLI CHARLİE KİMBER

İngiltere’deki Muhafazakâr Parti’nin genel başkanı David Cameron, kaderini İşçi Partisi’nin ellerine bıraktı. Financial Times gazetesine göre Cameron “İngiltere’nin AB’den çıkması yönünde oy kullanmaya doğru kayan işçi sınıfından seçmenlerin aklını çelmesi için İşçi Partisi’nin önde gelen şahsiyetlerine güveniyor.” 2014’deki İskoçya bağımsızlık referandumunda, Britanya devletini kurtarmak için Gordon Brown ve diğer İşçi Partililer öne sürülmüştü. Şimdi ise Cameron İşçi Partisi’nin AB’den çıkma yönünde oy kullanılmasını engelleyebileceğini umuyor. AB’de kalma kampanyasının başarıya ulaşacağı konusunda umutsuz olan tek kişi Cameron değil. Daily Telegraph gazetesi şöyle yazıyor; “İngiltere’nin AB’den çıkması yönünde oy vereceklerin sayısındaki artış İşçi Partisi görevlilerinin duygusal bir çöküş yaşamasına sebep oldu. İşçi Partisi’nin Londra’daki genel merkezinde bazı çalışanlar gözyaşlarına boğuldu.” İşçi Partisi içindeki bazıları AB’ye bayılıyorlar çünkü AB sermaye yanlısı politikalar savunuyor ve özelleştirme ve kemer sıkma yönündeki çabalarını sosyal haklar hakkında konuşarak gizliyor. Onlar aynı zamanda AB’yi AB dışından gelen göçmenlere karşı bir engel olarak görüyor ve onun Britanya’nın askeri gücünü arttırdığını düşünüyorlar. Pazartesi günü gölge Dışişleri Bakanı Hilary Benn AB’de kalınması yönünde oy kullanma çağrısı yaptı ve şunları söyledi: “Britanya hiçbir zaman büyük olmayı bırakmadı ve gelecekte de büyük olmaya devam edebilir” (Great Britain-Büyük Britanya) İşçi Partisi’ni destekleyenlerden gelen daha ciddi bir argüman ise Britanya’nın AB’den ayrılması durumunda bunun sadece sağı güçlendireceği. Jeremy Corbyn ve John McDonnell bunu söylüyor. AB’den çıkılması yönündeki ana kampanya elbette mide bulandırıcı bir ırkçılık ve gericilik içeriyor. Ama bu kampanya ayrılma yönünde verilen bütün oyları yansıtmıyor. AB’den ayrılma yönündeki oyların 10 puan farkla önde olduğunu gösteren anket, aynı zamanda işçi sınıfının büyük bir çoğunluğunun da bu yönde oy kullanacağını gösteriyor. Gelir düzeyi azaldıkça, AB’den çıkılması yönünde oy kullanma olasılığı da artıyor. DE kategorisinde bulunanların (yarı-vasıflı ve vasıfsız işçiler, işsizler, sosyal yardım alanlar) neredeyse üçte ikisi ayrılmayı

destekliyor. Vasıflı kol işçilerinin %62’si ve beyaz yakalı işçilerin %52’si de ayrılmayı destekliyor. Sadece yöneticiler ve profesyoneller –büyük bir oranda– kalmayı istiyor. Gerçekten işçi sınıfının büyük oranda sağcı olduğunu düşünüyor muyuz? Bazı işçiler göçmenlerin maaşların düşmesine neden olduğu, insanları işlerinden ve evlerinden ettikleri gibi efsanelere inandıkları için ayrılma oyu verecek. Ama ırkçı olmayan milyonlar da ayrılma yönünde oy kullanacaklar. Bir ankete göre 2015’te İşçi Partisi’ne oy verenlerin %44’ü ve Yeşiller’e oy verenlerin %35’i şimdi ayrılmadan yana. Pek çok insan AB’ye demokrasi eksikliği yüzünden, şirketlere ve ekonomik seçkinlere olan desteği yüzünden ve işçi sınıfını savunmakta başarısız olması yüzünden güvenmiyor. Bu güvensizlikleri de son derece

haklı. İşçi Partisi’nin AB’de kalma yanlıları “Gerçekten iğrenç olan Muhafazakârların ortaya çıkmasına izin vermeyin (UKIP gibi partiler kastediliyor-çn) AB korumamızı sürdürelim” diyorlar. Ama insanlar Cameron’un ve George Osborne’un yarattığı yıkıma bakıyor ve haklı olarak düzene direnmek istiyorlar. Sol, bu duyguya yön vermeli, kibirli bir şekilde onu aşağılamamalı. İşçi Partisi sol fikirlere kazanabileceği insanlara sırtını dönüyor. Sendikaların ve sol hareketlerin büyük bölümü yoğun bir karamsarlık içinde. Bu karamsarlığa göre Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin başına geçmesi muhteşem ve o işçi sınıfının büyük bir bölümünün duygularını temsil ediyor ve çok da iyi yapıyor. Ama biz çok zayıf, çok küçük ve çok izole bir haldeyiz, işçi sınıfının büyük kesimleri ise amansız gericiler.

Bu yüzden Boris Johnson’ı değil Cameron’u seçmek, Muhafazakârların büyüyüp daha kötüsünü yapması ihtimaline karşı, AB’nin neo-liberal deli gömleğini tercih etmek gerekir. Aklı başında hiç kimse bugün ırkçılığın Britanya toplumundaki gücünü küçümseyemez, ama işçi sınıfı içindeki fikirler tek tip ve değişmez değildir. Ayrılma oyu ve onun sonrasında yaşanacak çalkantı direnişi teşvik edebilir ve Muhafazakâr Parti’yi paramparça edebilir. Corbyn’in ve İşçi Partisi’nin de ayrılmayı savunmuyor olması çok büyük bir hata. Tartışmanın odağını değiştirebilir ve Cameron’un gerilemesinden faydalanabilirlerdi. İster ayrılma, isterse kalma yönünde oy kullanalım, kemer sıkma önlemlerine ve ırkçılığa karşı gelecek mücadelelerde birlik olmaya ihtiyacımız var. Ama Socialist Worker destekçileri 23 Haziran’da ayrılma yönünde oy vermeli ve İşçi Partililer de aynısını yapmalı.


ANTİKAPİTALİST

#manavgatırmağınadokunmayın

11

ÖNE ÇIKAN Meltem Oral

ÇİLEM DOĞAN ÖZGÜR: KİRPİĞİMİZ YERE DÜŞMEYECEK! Cezaevinden yolladığı bir mektupta ‘gönül isterdi ki 8 Mart’ta hep birlikte meydanlarda olmak. Biliyorum bir Çilem Doğan içeride tutsak, milyonlarcası dışarıda mücadele ediyor’ demişti Çilem Doğan. Geçen 8 Mart’ta sokağa çıkan binlerce kadın Çilem’le aynı duyguları paylaşıyorduk. Onunla Nevin’le, Yasemin’le birlikte olamamanın üzüntüsünü yaşıyorduk bir yandan. Bu satırlar yazılırken mahkeme heyetinin oy birliğiyle Çilem Doğan’ın kefaletle serbest bırakılması kararı verdiği bilgisi basına yansıdı Beraat edip etmeyeceği Yargıtay kararıyla belli olacak. Artık Çilem Doğan’la sokaklarda birlikte yürüyeceğimizi bilmek çok sevindirici. Kadın özgürlüğü mücadelesi şimdi daha güçlü. Milyonlarca kadın çok önemli bir kazanım elde etti. Bu kazanım korkusuzca hayatına sahip çıkan, müthiş bir mücadele azmine sahip olan, kendisi içeride olmasına rağmen dışarıdaki kadınlara mektuplarıyla güç ve moral veren Çilem Doğan’ın.

ANIL YÜKSEL

lamına geliyor.

Derelerin denizlere akmasını kabullenemeyen cumhurbaşkanı Erdoğan'ın haftalar önce şahit olduğumuz bu sözlerini Antalya'da yapılmak istenen 29 HES ve baraj projesi izledi.

AKP hükümeti, özel şirketlere, holdinglere, patronlara enerji sağlamak için gözünü kırpmadan doğayı katletmeye devam ediyor. Halka en ufak yararı olmayan enerji arzı, şirketlerin yeni ve bir o kadar vahşi yatırımlarına harcanıyor. Bundan en çok zarar gören yeşil alanlar ve su varlıkları oluyor. Yönetenler ise herhangi bir şekilde hicap duymadan bunu açık bir şekilde ifade edebiliyorlar.

Yıllardır özellikle Karadeniz bölgesinde, en ufak su varlığına baraj kurmaya çalışan, Kürt illerinde birçok yaşam alanını ve tarihi varlıkları sular altında bırakan AKP hükümetinin enerji politikalarının mimarları, şimdilerde Akdeniz bölgesinin su varlıklarına göz dikmiş durumda. Mevcut barajların bölgedeki tahribatı her geçen gün artırdığı biliniyorken, Manavgat Irmağı ve kolları üzerine 29 adet HES yapılmak isteniyor. Bu, uzunca bir süredir dökülen hafriyatla kirletilen, zehirlenen ve balıklara mezar olan ırmağın artık kullanılamaz hale geleceğinin habercisi. Aynı zamanda önemli tarım arazilerinin sulanamaması ve verimsizleşmesi an-

HAFTANIN CİNSİYETÇİSİ BUSE TERİM’E TWEET ATANLAR Her türlü kötülükten, musibetten kadınların sorumlu tutulması gündelik hayatta bir çok farklı konuda sıkça karşımıza çıkan bir durum. Her kötülükten kadınlar sorumludur ve varolan kötülüğün cezası kadınlar üzerinden kesilir. Erkekler arasındaki kavgaların vazgeçilmezi, karşı tarafın annesi, kız kardeşi, eşi veya sevgilisinin taciz veya

Erdoğan'ın uluslararası bir toplantıda, "Biz iktidara gelmeden önce dereler denizlere öylece akardı. Biz bunu değiştirdik." demesi gibi. Patronlarla kol kola olan hükümetlerin neoliberal uygulamaları tüm canlı yaşamı için bir tehdit. Buna son vermek ve kârdan önce canlı yaşamını savunmak için kitlesel mücadele vermek gerekiyor.

tecavüz edilmesi temennileriyle hınç alınmasıdır. Türkiye-İspanya arasındaki maçın Türk milli takımı açısından hezimetle sonuçlanmasının ardından taraftarların öfkesini ve nefretini kusma aracı yine bir kadın üzerinden oldu. Milli takım teknik direktörü Fatih Terim’in kızı Buse Terim’i hedef alan cinsiyetçi söylemler, holiganlık ve şiddetle yoğrulmuş erkekliğin ulaştığı en dip nokta oldu. Yenilginin ardından Buse Terim’in karnındaki çocuğun, pes dedirten türlü değişik yollarla ölmesini veya sakat doğmasını dileyen, takımın yenilgisinin öfkesini bir kadının çocuğunu kaybetmesiyle dindirebileceğini düşünen tweetlerin mimarları tabi ki haftanın cinsiyetçisi oldular.

Bu kazanım aynı zamanda Çilem Doğan’la dayanışan, onu yalnız bırakmayan, davalarının ısrarlı takipçisi olan, mektuplarla yoldaşlık eden, serbest bırakılması için yüz binden fazla imza toplayan kadınların. İktidarın kadınlarla derdi hiç bitmezken, kaç çocuk doğuracağından boşanmaya hayatlarına müdahale edilirken, yargı kadın katillerini ödüllendirme bürosu gibi çalışırken, kürtaj hakkı fiilen gasp edilmişken, tüm bunlar olurken binlerce kadının maruz kaldığı tacizin, tecavüzün, cinayetlerin önlenmesi için hiçbir adım atılmazken inatçı bir mücadeleyle kazanabileceğimizi bir kere daha öğrendik. Kadınları korumak yerine boşanmayı zorlaştıran, dalga geçer gibi erkeklere sığınma evi öneren, miras hakkını, mal bölüşümünü kadınların aleyhine çeviren, çocuklara cinsel istismarın önünü açan, şiddet uygulayan erkeğe karşı koruma tedbirlerini zorlaştıran Boşanma Komisyonu raporunun önerdiği politikaları durdurmak için şimdi daha güçlüyüz. Çünkü kadını korumak yerine şiddeti ve cinayetleri kışkırtan cinsiyetçi politikalara karşı kendi hayatına sahip çıkan bir kadın kazandı. Çilem Doğan kocası tarafından sürekli şiddete uğradı. Defalarca koruma kararı çıkartmış olmasına rağmen el birliğiyle Çilem’in şiddete ve tehdite maruz kalmasına seyirci olundu. Çilem ölmemek için kendisini savundu. Üstelik Çilem yalnız değil. Nevin Yıldırım, Yasemin Çakal ve daha pek çok kadın şiddete karşı hayatını savundu. Çilem kazandı. Nevin ve Yasemin de kazanacak. Hayatına sahip çıkan tüm kadınlarla birlikte boşanma komisyonu raporunu püskürteceğiz, iktidarın kadınları hedef alan politikalarına son vereceğiz, cinsiyetçiliği yeneceğiz, özgürlüğü bilikte kazanacağız.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SAĞLIĞINIZI İHMAL ETMEYİN! KÂR DEĞİL İNSAN

ÇAĞLA OFLAS

AKP hükümetini önce yüzde b30’lara, ardından da yüzde 50’leretaşıyan etmenlerden birisi olan “sağlıkta dönüşüm “ programıyla ilgili balon sönüyor. Hükümetin geniş kitlelere yönelik “sağlığa erişimin kolaylaştırılması” hedefine yönelik popülist söyleminin yerini acı gerçekler alıyor. Sağlık hizmetlerinin özelleştirme serüveninde gelinen noktada hem sağlık çalışanlarının hem de sağlık hizmeti alanların omuzlarındaki yük artmış vaziyette. Herkesin sağlık güvencesi olma iddiasıyla kurulan, gelire dayalı GSS (Genel Sağlık Sigortası) sistemi fiilen çökmüş durumda. Çoğu işsizlerden oluşan prim borçları ödenemiyor. İlaç faturaları kabardı. GSS primleri yüzde 30 zamlandı. Sağlık hizmetlerindeki katkı payları arttı. Özel sağlık hizmetlerinden alınan ilave ücrette üst sınır yüzde 200’e çıkarıldı. Yani sağlık hizmeti almak için vergi ödemek, prim ödemek yetmediği gibi üzerine daha fazla cepten ödeme yapmak zorunda bırakıldık. Sağlık sisteminin bu yapılanmasından sadece hastalar değil, sağlık ça-

lışanları da muzdarip. Kamuda ve özelde uygulanan performans sistemi sağlık çalışanları üzerinde bir basınç oluştururken, hasta sağlığı da riske giriyor. “Ne kadar çok işlem o kadar puan ve ücret” anlamına gelen sistem nedeniyle hekimler daha fazla gereksiz tetkik ve işlem seçiyor. Bu durum hastaları mağdur ederken, sermayeyi ihya ediyor. Sosyal ve iş güvenceleri gasp edilen, sağlık çalışanları güvencesiz esnek çalışma koşullarında çalışıyor. Bir hekim günde 100-150 hastaya bakmaya zorlanmakta. Sağlık sisteminde yaşanan sorunlar nedeniyle sık sık hekim ile hasta karşı karşıya getiriliyor. Bu nedenle hekimlere yönelik şiddet olaylarında artış yaşanmakta. Günümüz kapitalist sisteminde sağlık sektörü dünyadaki en karlı üçüncü sektör. Kapitalistlerin iştahını kabartan ve kıyasıya bir rekabetin olduğu bir sektörde insan sağlığından söz edilemez. “Paran kadar sağlık” sistemi yoksul ve emekçilerin sağlık hizmetlerine ulaşımına yeni bariyerler koymaktan başka bir işe yaramamakta. Herkesin parasız, kaliteli ulaşılabilir sağlık hizmetleri ancak, sağlık hizmetlerinin kamulaştırılmasıyla mümkün.

İNSAN HAYATI ŞİRKETLERE EMANET Sağlıkta özelleştirme 1980’li yıllardan itibaren yeni liberal saldırıların bir parçası olarak hemen tüm dünyada uygulanmaya başlandı. “Sağlıkta reform” adı altında dünyanın pek çok ülkesinde sağlık hizmetlerinin sunumu ile finansmanı birbirinden ayrıldı. Finansman toplanan primlerle oluşturulan kamu sigorta kurumuna (SGK), hizmet sunumu ise kamu sağlık kurumları ile özel sağlık kurumlarına bırakıldı. Toplam sağlık hizmeti finansmanında kamusal bütçenin payı azaltıldı yerine pirim sistemini yerleştirildi. Sağlık harcamaları finansmanına vergi ve sigorta primleri ile yapılan katkıların

yanında, cepten ek ödemeler de yaygınlaştırıldı. Öte yandan özel sağlık sigortası sistemi yaygınlaştırılarak, sermayeye devredilmek üzere yeni kaynaklar yaratıldı.

için daha fazla cepten ve prim ödemek zorunda bırakıldılar. Yeni özel hastanelerin sayısı hızla arttı. Kamu-özel ortaklığıyla özel sağlık sektörüne sermaye aktarımı sağlandı.

Sağlık hizmetlerinin finansmanı ile sunumunun birbirinden ayrılması, hizmet alıcı ve sunucu ilişkilerinin gelişmesi sonucunda sağlık sisteminde iç pazarlar kuruldu. Yani sağlık hizmetleri piyasalaştı. Sağlık hizmeti sunucuları arasında rekabet ortamı, hizmetlerin fiyatlandırılması, risklerin bireyselleşmesi kıskacında kalan geniş emekçi kesimler sağlık hizmetleri

Sağlık hizmetinin kamusal içeriğini ve örgütlenme yapısını değiştiren tüm bu gelişmeler sağlık çalışanlarının istihdam biçimlerinin ve çalışma koşullarının da yeniden düzenlenmesine yol açtı. Hastanelerde sözleşmeli sağlık çalışanı istihdamı yaygınlaştırıldı. Kamu sağlık kuruluşlarında dışarıdan hizmet alımı kolaylaştırıldı. Sağlık hizmetleri taşeronlaştırıldı.

Hükümet 45 yaş altı çalışanlara zorunlu bireysel emeklilik sistemini dayattı. Bugünlerde hükümet emekçilere yönelik “Tamamlayıcı sağlık sigortası” adı altında hem sigorta şirketlerini hem de sermayeyi mutlu edecek yeni bir saldırı hazırlığında. Hastalar özel sağlık kuruluşlarında ilave ödememek için sigorta yaptıracaklar. Yani emekçiler yeniden ellerine ceplerine atacaklar. Sağlık ve sigorta sisteminin finansallaşmasına yol açan bu hamleler, emekçilerin sağlık ve sigorta güvencesinin yok olmasına yol açacak. Ancak tüm bu gelişmeler karşısında sendikalar, siyasiler, havaya bakıp ıslık çalmakla yetiniyorlar. İşçi örgütlerinin dağınıklığı ve örgütlenmesinin cılızlığını fırsat bilen sendikal önderlikler, kıdem tazminatının gaspı, kiralık işçi yasası gibi pek çok saldırı karşısında olduğu gibi sessizliklerini korumaya devam ediyorlar. Oysa 2008 yılında da Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Yasasına aşağıdan gelişmeye başlayan işçi hareketinin hükümete yönelen öfkesi bu mücadelenin kazanılabileceğini gösterdi. Sağlık alanında yapılan köklü saldırılar karşısında tüm kamuoyunu bilgilendirecek geniş bir kampanya yapmalıyız. Parasız, ulaşılabilir, kaliteli, başka bir sağlık hizmeti mümkün. Birleşirsek durdurabiliriz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.