Sosyalist işçi 579

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

579

11 Kasım 2016 2 TL. sosyalistisci.org

TRUMP: IRKCI, , KADINLARA VE MÜSLÜMANLARA DÜSMAN, , KÜRESEL ISINMA YOK DİYEN TRİLYONER BİR KAPİTALİST...

BUSH GİBİ YENİLECEK MİLLİYETÇİ İTTİFAK MUHALEFETİ SUSTURMAK İSTİYOR

sayfa 3

AK PARTİ HALK İRADESİNİ TANIMADI: HDP’Lİ VEKİLLERE ÖZGÜRLÜK!

sayfa 6-7

CHARLIE KIMBER: TRUMP NEDEN KAZANDI? sayfa 05


2

GÜNDEM

EN ÇOK ONLAR SEVİNDİ

Türk sağının hep bir hayali vardır: ‘Küçük Amerika olmak.’ Türk tipi başkanlık sistemi denilen şeyin de “Yüzde 90 ABD tipi başkanlık modeli” olduğu Ak Parti hükümeti tarafından açıklandı.

DEMOKRASİ İÇİN MİTİNG Cumhuriyet gazetesi! Gülten Kışanak! Fırat Anlı! Selahattin Demirtaş ve çok sayıda milletvekili! Gazeteye, belediye binasına ve milletvekillerinin evlerine baskın yapan bir devlet. Adım adım bir korku toplumu, yani korkuyla yaşayan, korktuğu için ses çıkartmadığı sanılan, geri çekildiği düşünülen bir siyaset alanı kurulmaya çalışılıyor. On binlerce kamu çalışanı işten çıkartıldı, ihraç edildi, uzaklaştırıldı. Korku toplumunun inşasına hizmet edecek devlet adımları bunlar. Gazeteci, aydın, akademisyen, sendikalı, kamu çalışanı, üniversite görevlisi on binlerce insan, giderek çok daha net bir şekilde görüldüğü gibi, Fethullahçı darbecilerle hiçbir alakaları olmamasına rağmen baskı görüyor. OHAL kapsamında çıkan son KHK ile gözaltı süreleri, hükümlülerin avukat görüş süreleri ve hatta avukatların çalışma kuralları bile demokratik alanın gasp edilmesine paralel bir şekilde değiştiriliyor. Bunlar, halihazırda insanlarda hem öfke ama hem de bir yılgınlık yaratırken, gözaltına alınanlara yapılan işkence iddiaları aktivistlerin mücadele isteği üzerinde basınç yaratıyor. Bu baskı ortamından herkes maddi ya da manevi olarak payına düşeni alıyor. Fısıltı gazetesi toplumun derinlerinde çalışmaya, haber toplamaya devam ediyor bu arada. Hoşnutsuzluk tırmanıyor. Bu gelişmelerin içinde, bir isim var ki, onun tutuklanması, tüm bu gelişmeleri karmaşık, çelişkili bir şekilde derinleştiriyor. Selahattin Demirtaş’ın tutuklanması, onu tutuklayanların beklentisinin tam tersi sonuçları verecek. Demirtaş, çözüm süreci döneminde işleyen mekanizmanın bir öznesi olarak Kandil’e de İmralı’ya da gidiyordu. Ona terörist muamelesi yapanlar, Kandil’e çözüm sürecinin parçası olarak giden Demirtaş’ın, istese, silahlı mücadele yönteminden yana olsa oradan geri gelmeyeceğini görmezden geliyor, unutmamızı sağlamaya çalışıyorlar. Terör, patlama, silah…bunlardan uzak olduğu, demokratik ve barışçıl mücadele yöntemlerini tercih ettiği için meclisteydi Demirtaş ve buna rağmen tutuklandı. Şimdi, baskının dokunduğu, etkilediği bütün toplumsal kesimler, hızla bir araya gelmeli. Devletin tepelerinden korku toplumu inşa edilmek için atılan her adım, aşağıda, şimdilik on binlerce insanı kapsamasa da tepki görüyor. Oturma eylemi yapmak isteyenler, barış için yürümek isteyenler, Cumhuriyet gazetesiyle dayanışmak isteyenler, milletvekiline müdahale eden polislere karşı araya girip fiziksel şiddete maruz kalan Muhammed Cihad gibi aktivistler, okuldan atılan öğretmenler, üniversiteden atılan öğretim görevlileri, hapse atılan ya da atılmaya çalışılan gazeteciler, kapatılan tv ve gazetelerin çalışanları…liste uzatılabilir. Binlerce, onbinlerce insan. Bu insanlara tutuklanan vekil ve belediye başkanlarına oy veren milyonlarca insan eklenebilir. Şimdi yapılması gereken, bu kitleleri bir araya getirecek yasal bir demokrasi mitingi örgütlemektir. Bu, örgütlenme süreci aşağıdan gelişen yepyeni bir demokrasi cephesi olacaktır. Biz yasal mitingimiz için başvuralım, onlar yasaklasın. Biz yine başvuralım, onlar yine yasaklasın, biz yine başvuralım, her başvuruyu eninde sonunda haklarımızı garanti altına alacağımız bir demokrasi şölenine çevirir ve bu şölenin içinde yeni bir demokrasi birliği inşa edebiliriz.

TÜRK TİPİ BAŞKANLIK NİHAYET BELLİ OLDU

Erdoğan’ın şimdiki dostları, Suriye halkının katili Putin ve Müslüman düşmanı Trump.

Açıkça Müslüman düşmanı, Suriye’de ve Irak’ta savaşın devam etmesinden yana olan ırkçı Donald Trump’ı, ilk tebrik edenler Rusya devlet başkanı Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu.

yardım yapması, 15 Temmuz darbesinin arkasındaki ABD’yi Demokratların yönetmesi ve darbeci Gülen’i açıkça himaye etmeleri.

Ortaya çıkan tablo garip. Putin, dolaylı olarakj savaştığı ABD’nin içe kapanmasını destekliyor. Trump da Suriye’de Rusya ile askeri gerilimi artıran Clinton’a karşı onu savunmuştu. Ortak noktaları izolasyondan, baskıdan ve silahlanmadan yana olmaları. ABD-Rusya gerginliği dünyada endişe yaratırken, iki emperyalist devletin başkanları biribilerine selam yolluyor.

Darbeci Gülen’i vermeleri yetmez

Emperyalizme tam teslimiyet

Clinton ve Trump’un ortak noktası, “IŞİD’e karşı savaş” denilen emperyalist müdahalenin devam etmesi. Bu müdahalenin en stratejik yerleri, Türkiye’nin İncirlik ve Diyarbakır üsleri. Buralardan kalkan savaş uçakları her gün Suriye ve Irak’ı bombalarken, 15 Temmuz darbesi de tertiplenmişti. Kaldı ki bu destekledikleri ilk darbe değil, başkan kim olursa olsun ABD hep darbecileri destekledi.

Tayyip Erdoğan ve Ak Parti, ABD seçim kampanyası sırasında bazen örtük bazen açık olarak Suriyeli göçmenlerin ve Müslümanların ülkeden kovulmasını savunan Trump’u desteklemişti. Gerekçesi, FETÖ’ya bağlı vakıfların Clinton’a maddi

Darbeci Gülen’in iadesi yetmez. Askeri üsler ABD ordusuna kapatılsın. ABD’nin savaş koalisyonundan çıkılsın. Ak Parti’yi Putin ve Trump’la aynı kareye sokan, tüm düzen partileri gibi, emperyalizmle uzlaşan Türk milliyetçiliği.

YENİKAPI RUHU SİZLERE ÖMÜR 15 Temmuz sonrası esen hava kötü günlerin geride kaldığı, kutuplaşmanın yerini dayanışmaya bıraktığı, darbelere karşı çoğunluğun demokratik zeminde buluştuğumuzdu. Demokrasi nöbetlerinin sonunda milyonların koştuğu Yenikapı’da sahne alanlar birbirine girdi. Ak Parti, CHP’nin olan bitenleri eleştiren bildirisi hakkında suç duyurusu yaptı. Yani hükümet partisi, yargıdan fikirlerini beğenmediği bir partiyi susuturmasını istedi. Tam da yıllarca böyle yapan darbeci devlet görevlileri-

nin temizlendiği söylenirken. Bu durum Yenikapı’da kürsü alanlara uygun. O kürsüden, 16 Temmuz günü mecliste darbeye karşı bildiriye imza atan HDP dışlanmıştı. Ak Parti bunlar yetinmeyerek şimdi CHP’yi davalarla susturmaya çalışıyor. Darbe ertesi hakaret davalarını geri çekip toplumun saygısını kazanan tavır nerede? CHP bildirisinde HDP’li vekillerin tutuklanmasını kınamıştı ve şimdi PKK işbirlikçiğiyle suçlanıyor. Ne çabuk unuttular mil-

letvekili dokunulmazlıklarını birlikte kaldırdıklarını ve demokrasiyi yok eden savaş tezkeresine evet dediklerini. Darbenin üzerinden aylar geçti. Ergenekoncuların “2. Darbe geliyor” iddiaları fos çıktı. Generallerin yüzde 50’si hapiste. Ama demokrasi yok, bunu isteyenleri devlet susturuyor. Hükümeti muhalefeti, el ele darbe karşıtı direnişin getirdiği kardeşlik atmosferini bitirdi ve yeniden suni kamplaşmaları başlattı. Demokratileşme isteyenler tabanda birleşmeli.

Peki yüzde 10 fark nedir? Türkiye üniter bir devlet olacak. Eyalet ya da federatif bir sistem kesinlikle olmayacak. Anayasanın özünü oluşturan ilk dört kemalist madde olduğu gibi kalacak. Türkiye’de eyalet ya da federasyon önerenler sadece HDP’ye karşı devletin desteklediği marjinal Kürt partileri. Böyle bir toplumsal talep yok. Bir zamanlar bağımsızlığı savunan PKK bundan vazgeçtiğini çoktandır söylüyor. Öcalan, ortak vatan çağrısı yapmıştı. Bunlara rağmen o yüzde 10 fark Ak Parti’ni n yeni ortakları ülkücüler ve kemalist devlet görevlileri istediği için var. 12 Eylül darbe anayasasının özünün olduğu gibi korunması Ak Parti’nin diğer düzen partileri gibi kemalist rejimi tanıması anlamına geliyor. Bir zamanlar yeni anayasada ‘sadece Türkiye milleti’ olsun diyen ve darbe anayasasını yerden yere vurup “değiştirilemez kısım yok” diyen Erdoğan ve Ak Parti, idam ve savaş eşliğinde ülkücülerle ulusalcıların oyuna talip oluyor. Ak Parti’ye oy veren demokratlar ve sosyalistler on yıllardır ABD emperyalizmine ve kemalist rejime karşı mücadele etmemiş miydi? Darbelere dur derken değişmesini istediğimiz şey Erdoğan-Bahçeli-ordu ittifakı tarafından karşımza sürülüyor.


GÜNDEM

MİLLİYETÇİ İTTİFAK MUHALEFETİ SUSTURMAK İSTİYOR

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

ASIL ŞİMDİ BARIŞA EVET! Her gün kötü bir haberin bir önceki kötü habere eklendiği günlerden geçiyoruz. Ama barışı istikrarlı bir şekilde savunmak böyle günlerde daha anlamlı. Barışı savunan, barıştan başka bir talebi dile getirdiğini görmediğimiz Gülten Kışanak ve Selahattin Demirtaş gibi isimler, tutuklandı. Bu hafta bir gazeteci, Diyarbakır’da halkla yaptığı röportajı, “Diyarbakır’da halk suskun” başlığıyla vermişti. İnsanların konuşmaya çekindiğini, konuşanların ise umutsuz olduğunu belirtiyordu. Bu kaçınılmaz: İstanbul’da milyonlarca insanın oyuyla seçilen belediye başkanı tutuklansa ona oy veren insanlar da büyük bir sıkıntı hissedelerdi. Fakat, barıştan vaz geçmemek, barışı savunmak, işte böyle günlerde çok daha anlamlıdır. Cumhuriyet gazetesinin önünde tutuklamaları protestolar devam ediyor.

Ahmet Altan’ın tutuklanmasına gerekçe olan “subliminal mesajlar”, Cumhuriyet gazetesinin 9 yazarı ve yöneticisinin tutuklanmasında da kullanılarak içtihat haline getiriliyor! Haberler bahane Tutuklanan Cumhuriyet yazarlarının hepsi kemalist. Ama ömürleri boyunca karşı çıktıkları FETÖ ve PKK’dan tutuklandılar. “Örgüt üyesi olmadan örgütün propagandasını yapmakla” suçlanıyorlar. 17-25 Aralık yolsuzluk tapeleri, Fuat Avni adlı provokatör hesapla ilgili haberler, MİT tırları... Bunların hepsi bir gazeteci için haber konusu ve ilk ikisini tüm gazeteler de yapmıştı. İhbarcılar Atatürkçüler! Cumhuriyet’e baskın, gözaltı ve tutuklamaların arkasında bunlar değil başka hesaplar var. Darbecilerin Cumhuriyet’i ele geçirmek için türlü türlü planlar yaptığı Ergenekon iddianamelerinden biliniyor. Üzerlerine gidilmeyen ve Erdoğan tarafından affedilen Ergenekoncular boş durmadı. Cumhuriyet yazarlarının FETÖ ve PKK ile bağlantılarına dair somut delil yok. Kemalist yazarların tutuklanma delilleri Atatürkçülerden!

Savcılık, Aydınlık ve Sözcü gazetesi haberleriyle, eski Cumhuriyet yazarı CHP İstanbul milletvekili Mustafa Balbay ve Cumhuriyet Vakf yöneticisi Alev Coşkun’un ihbarlarını delil kabul etti. Köşe yazılarından çok darbe günlükleriyle tanınan Balbay, Cumhuriyet’ten atıldıktan sonra gazetenin FETÖ’cülerin ve Kürtçülerin eline geçtiği suçlamalarını yapmış, iki gazete de buradan Cumhuriyet’e saldırmıştı. Balbay-Coşkun ikilisinin Cumhurbaşkanlığı’na dilekçe vererek Cumhuriyet gazetesi yönetimini ihbar ettiği, vakfa ve gazeteye kendilerinin kayyum olarak atanmasını istediği şimdi aranan Cumhuriyet Gazetesi Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay tarafından duyurulmuştu. Ak Parti-MHP-Ergenekon ittifakı işbaşında Cumhuriyet tutuklamaları, Ak Parti-MHP-Ergenekon ittifakının bir sonucu yani bildiğimiz devlet işbaşında. Bu davayı açtırdıkları savcı FETÖ sanığı yani 15 Temmuz darbecilerinden biri çıktı! Yolsuzluk ve Ergenekon-Balyoz davaları, darbecilerin kumpası olduğu gerekçesiyle bozulmuştu. Cumhuriyet iddianamesini Ergenekoncularla birlikte hazırlayan

GÜLEN VE DARBE İTTİFAKI MEMNUN Darbeciler memnun, 15 Temmuz haftası, ‘darbe değil tiyatro’ diyenlerin oranı sadece yüzde 3’tü. Şimdi bir anket yapılsa bu komplo teorisine inananlar hayli fazla çıkar. Darbenin üzerinden geçen zamanda yaşanan rezaletler ve anti demokratik uygulamalar, 15 Temmuz’un Erdoğan’ın başkanlık için

yaptığı planın parçası olduğunu savunanların fikrine destek kazandırıyor. CHP ve ulusalcılar bu fikri incelikle işlemeye başladı bile. 15 Temmuz darbesini sulandırma kampanyası, hükümetin desteğiyle kazanmışa benziyor. Her gün TV’lere darbeci Gülen’i çıkartıp, olmadık FETÖ efsaneleri yazıldıkça darbecilerin ekmeğine yağ sürülüyor.

bir Fettullahçı! Binlerce insan Cumhuriyet gazetesi önünde düzemece suçlamaları ve haksız tutuklamaları protesto ederken Adalet Bakanı Bekir Bozdağ savcının FETÖ’cü çıkmasına şu yanıtı verdi: “O savcıya bu soruşturmanın verilmesi talihsizlik. Keşke böyle bir görevlendirme yapılmasaydı. Başka birisi de pekala yapabilirdi.” Darbecilere dokunan yok Öte yanda üç çalışanı FETÖ/PDY soruturmasından tutuklu ve telefonlarından bylock çıkan Yeni Akit gazetesine hiçbir soruşturma yok. Düşük tirajına rağmen devletin resmi ilan gelirleriyle beslenen bu gazete 15 Temmuz öncesi darbe şartlarının oluşmasında, Ak Partilileri bile hedef alan nefret söylemiyle büyük rol oynamıştı. Özgür Gündem ve Cumhuriyet gibi darbecilerle alakası olmayan gazeteler polis tarafından basılıyor. Açıkça provokasyon yapanlara dokunulmuyor. OHAL sadece devlet görevlilerine sözü çoktan unutuldu.

Ölü sayısı artıyor. Her gün ölüm haberleri geliyor. Binlerce insan öldü. Kaotik iklimden beslenen ve fırsat bulan bombacılar devreye girdi, ister TAK isterse IŞİD olsun, yüzlerce insanı bombalarla öldürdüler. İnsanların güvenlik duygusunda çöküntü yaşandı, kentler çöktü, bazı kentlerde insanlar zaman zaman sokağa çıkmaya çekinir oldu. Kürt sorununda çözüm politikalarının devreden çıkmasının hem insani, hem sosyolojik hem de maddi bedeli çok ağır oldu. Politik ve yaşamsal bedeli ise ödenen hiçbir bedelle kıyaslanamaz. Çözüm sürecinin buzdolabına kaldırıldığı günden beri, özgürlük alanları her geçen gün baskı altına alınıyor. Bir darbe girişimi, zaten savaş ortamından da aldığı güçle tüm kazanımlarımızı gasp etmek üzere başlamıştı. Darbe püskürtüldü ama arkasından bu darbe karşıtı hareket, OHAL’le beraber siyasal demokrasinin boğazını sıkmak için kullanılmaya başlandı. Çözüm sürecinin ufukta giderek uzaklaştığı, gözden kaybedildiği her gün, istikrarsızlık daha da derinleşiyor. Çözüm süreci günlerinde, “böyle çözüm mü olur, böyle barış süreci mi olur” diye çıkışanlara, kanın akmadığı her günü önemli olduğunu söyleyerek yanıt veriyorduk. Hayat şimdi kendi yanıtını, herkesin zihnine kazıyarak veriyor. Yeni bir çözüm sürecinin acil bir ihtiyaç olduğunu dile getirmek, sürecin muhataplarının, aracılarının, öznelerinin bir kesiminin tutuklandığı bugünlerde saf bir dilek gibi görünse de, çözüm masasının yeniden kurulması için çabalamaktan tek bir saniye bile vaz geçemeyiz.

DİRENEN BARIŞ KAZANACAK Muhammed Cihad’ı barış için mücadele eden herkes tanır. 15 Temmuz ertesinde mecliste darbeye karşı en net konuşmayı sergileyen annesi HDP İstanbul milletvekili Hüda Kaya’yı da. HDP’li vekillerin tutuklanmasını protesto eden kadın örgütlerinin gösterisi sonrasında ikisi de polisin hedef oldu. Polis, göstericilerle tartışmayı bitirmek isteyen milletvekili Hüda Kaya’nın eline vurdu. İtiraz eden dokuz kişiyi orantsız şiddetle gözaltına alan polisler buna sivil itaatsizlikle itiraz eden Cihad’a acımasızca saldırdı. Aldığı darbeler sonucu omurgasında kırık olan ve vücudunun çeşitli yerlerinde yara ile kesiklerin bulunduğu Cihad hastanede şunları söyledi: “Sadece ben değil, beraber gözaltına alındığım kişiler de hasta-

neye gidene kadar dövüldüler. Bana, Hüda Kaya’nın oğlu olduğumu bildikleri için biraz daha fazla yoğunlaştılar; bilinçli olarak daha fazla darp edildim. (...) Hem gözaltına alınırken, hem karakola giderken araçta, hem karakolda, hem de hastaneye götürülürken dövüldüm.” Karakolda olanları ise annesi HDP milletvekili Hüda Kaya anlattı:“Karakolun önünde bekliyorduk, Avukatlarımız içeride gözaltında olan kişilerle görüşme yapıyordu kısa kısa. Hastaneye götürülmelerini beklerken polisin içerisine sivil giyimli bir kişi sloganlar atarak girdi. Irkçı sloganlar atan kişi ateş etti. Büyük bir kargaşa oldu, içeride bekleyen 5 kadın avukatımız da darp edilerek dışarıya atıldı.” İnsanlık onuru işkenceyi yineyenecek!


4

DÜNYA

AMERİKAN TRUMP DÖNEMİ: YENİ MÜCADELE DALGASI KAÇINILMAZ İLK TEHDİT SİYAHLARA Trump, zafer konuşmasında FBI ve New York polisine teşekkür etti. Trump’ın “Başkaları onları pek övmüyor olabilir ama biz onları takdir ediyoruz” dediği New York polisi (NPD), akli dengesi yerinde olmayan 66 yaşında yaşlı bir siyah kadını vurarak öldürmüştü. Amerikalı Müslümanları “potansiyel terörist” ilan eden FBI, son hafta seçimlere müdahale ederek Trump’ın zaferini garantilemişti. Irkçı cinayet dalgası

Kampanyasında göçmenleri kovmayı vaat eden Trump’a karşı mücadelenin ilk adımları atılmıştı. ATİLLA DİRİM

Dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücü, emperyalist haydut Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanlık seçimleri sonuçlandı. Florida, Ohio, Pennsylvania ve Kuzey Carolina gibi kritik eyaletlerde de üstünlüğü sağlayan Cumhuriyetçi aday Donald Trump, 277 delegeyi kazanarak rakibi Demokrat aday Hillary Clinton'ı geride bırakarak ABD'nin yeni başkanı oldu. Trump: Klasik bir sağcı Trump'ın başkan seçilmesi dünyada genel bir şaşkınlığa ve korkuya neden oldu. Bunun temelsiz olduğunu söylemek mümkün değil; ne de olsa milyarder bir kapitalist olan Trump bütün kampanyası boyunca nefret söylemlerini dilinden düşürmedi. Kampanyasını “Amerika’yı Yeniden Büyük Hale Getir” sloganıyla yürüten Trump, kampanya boyunca azınlıklara, kadınlara, Müslümanlara, Hispaniklere, LGBTİ'lere saldırmaktan bir an bile geri durmadı. Küresel ısınma diye bir şeyin olmadığını iddia etti. Kampanyasının başlarında Meksikalı göçmenleri uyuşturucu kaçakçısı birer suç makinesi olmakla suçlayan Trump, Meksika sınırına bir duvar örülmesini önerdi. Sonra Suriye'den kaçan milyonlarca mültecinin Avrupa ülkelerine akın

etmesiyle birlikte İslamofobik söylemlerini artırdı ve Müslümanların Amerika Birleşik Devletleri'ne girmelerinin yasaklanmasını önerdi. Sadece göçmen Müslümanlara değil, ABD vatandaşı Müslümanlara da saldırarak, onlara II. Dünya Savaşı'nda Japonlara yapılan uygulamalara benzer bir şekilde özel kimlik kartları verilmesinin uygun olacağını dile getirmekten çekinmedi. Neoliberalizmin iflası Bütün bu faşizan söylemlerine rağmen Trump'un seçimleri kazanmasının arkasında, 2008 yılında işçilerin ve ezilenlerin umudu olarak iktidara gelen Obama'nın yarattığı büyük hayal kırıklığı bulunuyor. Obama'yı seçerek Bush'un savaş politikalarına son veren işçiler ve ezilenler, çok kısa bir süre sonra bekledikleri değişimin gerçekleşmediğini gördüler. Obama vaat ettiği gibi yoksulları değil, şirketleri kurtarmaya başlamıştı. Bir yandan da savaş politikalarını tekrar uygulamaya koyuyor, ülkede işsizliği ve yoksulluğu daha da derinleştiriyordu. Çalışanlara yönelik neoliberal saldırılar hız kazanırken, gelir dağılımı arasındaki uçurumu daha da derinleşiyor, iş güvenliği, emekli maaşları, sosyal haklar yoğun bir şekilde tırpalanıyordu. Sendikaların toplu sözleşme

haklarının ellerinden alınmasına karşı 2010 yılında Wisconsin'de başlayan büyük mücadele dalgası, kısa sürede birçok eyalete sıçradı. Bunu sonra başta demir çelik ve otomotiv sektörleri olmak üzere, birçok işçi grevi izledi. Kendisi de bir siyah olan Obama döneminde, siyahlara yönelik ırkçı saldırılar alabildiğine hız kazandı. Özetle, Obama iktidarı milyonlarca işçi, yoksul, öteki için tam bir hayal kırıklığı oldu. Seçimin diğer adayı olan Hillary Clinton'ın durumu da aslında Trump'tan çok daha iyi değil. Clinton'ın elleri zaten kana bulanmış durumda; vaktiyle ABD başkanı olan eşi Bill Clinton'ın iktidarında milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan Irak işgalini ve Yugoslavya bombardımanını desteklemiş, Obama'nın dışişleri bakanı olarak da Ortadoğu'daki kanlı savaş bataklığının mimarlarından biri olmuştu. Halen de Ortadoğu'da Amerikan çıkarlarının en önemli aktörlerinden biri ve İsrail'in en büyük destekçisi olarak, Filistinli lehine yapılan her türlü eylemi antisemit olarak damgalamaktan bir an geri durmuyor. Aynı zamanda Obama'nın neoliberal saldırılarının sürdürücüsü olarak görülmesi, hayal kırıklığı içindeki yoksulların oylarını almasının önünde bir engel oldu.

Şimdi ne olacak? Sağ popülist bir kapitalist olan Donald Trump'ın başkanlığı, bütün dünyayı etkisi altına almış olan sosyoekonomik krizin sonuçlarından biri. Borç krizi giderek derinleşirken, işçi sınıfının hayat şartları giderek kötüleşirken, umutsuzluğu daha fazla örgütleyen Trump, başkan olmayı başardı. Ancak Sanders gibi sosyalist politikalar izleyeceğini açıkça ifade eden bir liderin aldığı milyonlarca oy, halen sürmekte olan çok sayıda işçi grevi, siyahlara yönelik ırkçı saldırılara tepki olarak ortaya çıkan Black Lives Matter hareketi, asgari ücretin saatli 15 dolar olması için başlayan mücadele, Dakota boru hattına karşı direnen yerliler ve neoliberal politikalardan hoşnutsuz olan yoksul kitlelerin varlığı, Trump'ın başarısının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor. Trump'ın ilk başarısızlığında daha da alevlenecek olan bu mücadeleleri birleştirebilecek bir hareket, bütün dünya ezilenlerini harekete geçirebilecek yeni bir mücadele dalgasını ortaya çıkartabilir. Türkiyeli devrimcilere düşen görev ise Amerikan işçi sınıfına destek olmak için, Amerikan emperyalizmine ve kendi egemen sınıflarımıza karşı Türkiye ve Ortadoğu'da mücadeleyi yükseltecek politikaları desteklemek ve güçlendirmek olmalıdır.

2014’te polisin uyguladığı şiddet sonucu bin 30 kadar siyah hayatını kaybetti. 2014‘te Siyah Amerikalılarn polis ve yargı kurumuna karşı isyan yılı oldu. Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi hızla tüm ABD eyletlerine yayıldı. 2015‘te bin 186 kişi polisin yargısız infazlarıyla hayatını kaybetti. Ölenlerin dörtte birinden fazlası siyahlar. Polis 213 kişiyi de silahsızken öldürdü. 2016 yılı içinde polis tarafından vurularak katledilen insan sayısı 505, yarısından fazlası yine siyahlar. Saldılar ne bireysel ne münferit, planlı. Bu yıllar aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti içinde aşırı sağın yükselişi, ne neo–nazi gruplarının taraftar toplaması ve Trump’ın seçim kampanyasına denk geliyor. Obama döneminde siyah Amerikalılar kurtulamadı fakat ırkçı ve beyaz Amerikan devleti, siyahların elde ettiği en minik kazanımlara bile savaş açtı. FBI, Irkçı cinayetleri engellemek ve nazi gruplarını durdurmak için hiçbir şey yapmayan Trump’ın işi zor Trump’ın işi zor. Siyahların hayatı Önemlidir, Malcom X ve Martin Luther King’in yolundan ilerleyen büyük bir hareket ve yalnız değiller. Latinler, Yahudiler, Müslümanlar, atesitler, sosyalistler ırkçılığa karşı omuza omuza mücadele ediyor. Şimdi ABD sokaklarında protestolar var: “Trump bir ırkçıdır, benim başkanım değil.”


YORUM

5

TRUMP NEDEN KAZANDI? Socialist Worker gazetesi yazarı Charlie Kimber, Trump’I başkanlığa taşıyan nedenleri anlatıyor Kadınlara cinsel tacizde bulunmuş, hayduta benzer ırkçı bir milyarder olan Donald Trump gibi birisi nasıl Amerika başkanlık seçimlerini kazanabilir? Amerikan başkanlık seçiminin sonucu bütün dünyada şok dalgası yarattı. Bu, aynı zamanda direnişle karşılık verilmesi gereken bir sonuç. Seçimin sonucu Trump’ın milyonlarca seçmen tarafından onaylanması olduğu kadar, aynı zamanda, Hillary Clinton’ın ve toplumun en üst kesiminde yer alan insanların açık bir şekilde reddedilişini işaret ediyor. Sandık çıkış anketlerinde Trump’ı sevmediğini söyleyenlerin yaklaşık yüzde 20’si aynı zamanda ona oy verdiklerini söyledi. Bunun tek nedeni Clinton’ın Trump’tan bile daha kötü olduğunu düşünmeleriydi. Clinton, bankacıların, büyük iş dünyasının ve askeri düzenin büyük kısmının tercihiydi. Kapalı bir toplantıda bankacılara yaptığı ve politikadan alaycı bir şekilde bahsettiği konuşmasının ortaya çıkması Clinton’ı çok sarsmıştı. Seçimden hemen önce FBI Clinton’ın e-maillerinde suç unsuru bulunmadığını söylediğinde hisse senetleri indeksi hızla yükseldi. Dün gece Trump’ın kazanabileceğine dair işaretler ortaya çıktığında finans piyasaları çöktü. ABD’nin halihazırda büyük ve mükemmel olduğu mesajını veren Clinton, milyonlarca insanın yıllardır süregelen büyük eşitsizlik, giderek düşen yaşam standartları ve ülke dışında sonu gelmeyen savaşlar nedeniyle çok kızgın ve endişeli olduğu bir dönemde ola-

bilecek en kötü adaydı. Bu dönem herkesin aklında en zengin yüzde 1’in cebini daha da fazla doldurduğu dönem olarak kaldı. Şehirde yaşayanların yüzde 53’ü, banliyölerde yaşayanların yüzde 63’ü ve kırsal bölgelerde yaşayanların yüzde 71’i ekonominin kötüye gittiğini düşünüyor. ABC News düzenlediği ankette bir başkan adayında hangi nitelikleri aradığını sordu. Büyük çoğunluk (yüzde 38) buna “gerekli değişimi gerçekleştirebilecek birisi” yanıtını verdi. Eğer Bernie Sander Demokratların adayı olsaydı kazanma şansı çok yüksekti. Ön seçimlerde “demokratik bir sosyalist” olarak yarışan ve “politik devrim” çağrısı yapan Sanders bir değişim önerebilirdi. Clinton’ın böyle bir şey yapması mümkün değildi. Clinton, siyah ve Latin seçmenleri bile öngörülen oranda harekete geçirmeyi başaramadı. Bir araştırma, Trump’ın Cumhuriyetçiler’in geçen sefer aldığından daha fazla Latin oyu aldığını gösteriyor. CNN, daha önce Obama’yı destekleyen milyonlarca seçmenin bu sefer Trump’a oy verdiğini söyledi. En zengin Trump, işçi sınıfının düşmanı. Temel ekonomik vaadi, en zenginlere ve şirketlere vergi indirimi uygulamak. Müslümanları ve Meksikalı göçmenleri günah keçisi haline getirmesi ırkçıları cesaretlendiriyor ve işçileri bölüyor. Her iki partinin de ortak mesajı olan ırkçılık Trump’ın oylarını ar-

tırdı. Ancak Trump’ın kazanması ırkçılığın ABD’yi silip süpürdüğü anlamına gelmiyor. Trump’ın zaferindeki kritik yerler Ohio ve Iowa’ydı. Barack Obama her iki eyaleti de iki kez üst üste kazanmıştı, dolayısıyla buradaki seçmenler katı ırkçı seçmenler değiller. Cumhuriyetçiler Michigan’da 1988’den beri seçim kazanmayı başaramamışlardı. Ancak dün gece bu eyalette Trump kazandı. ABD’li işçiler ırkçılığa, yaşam standartlarının düşmesine ve savaşa karşı örgütlenmeli ve harekete geçmeliler. Mücadelelerini kısa süre önce gerçekleşen grevlerden, boru hatlarına karşı gerçekleşen kampanyalardan, Black Lives Matter hareketinden ve saat başı 15$ asgari ücret talebi mücadelesinden gelen umudun üzerine inşa etmeliler. Siyasetin ve ekonominin tüm dünyada krizde olduğu bir zamandan geçiyoruz. Anaakım pro-kapitalist politikalar Trump gibilere alan açıyor. Statükoyu savunmak izlenmesi gereken doğru yol değil. Sol, kurulu düzene karşı öfkeyi örgütlemek için kendi değişim ve umut programını önermek zorunda. Demokratlar, Trump’a karşı etkili bir alternatif öneremediler ve hala öneremiyorlar. Trump’ı durduracak tek şey mücadele olacaktır ve bu mücadeleler, aynı zamanda, kapitalist partilere karşı sosyalist bir politik alternatif üretmek zorunda.

Batan bankaların faturasını halka çıkartan siyasi elitler, asgari ücretin artırılması için grev yapan fast food işçileri...

17 Kasım Perşembe Saat: 19.00 Yer: Cezayir Salon

Düzenleyen:

ANTİKAPİTALİSTLER PLATFORMU


6 GÜNDEM

AKP DARBECİLERİN İZİNDE HDP Grup Başkanvekili, milletvekili İdris Baluken'in tutuklanmasına neden olan fezlekeyi hazırlayan savcı Ahmet Karaca'nın, geçtiğimiz yıl MİT TIR'ları soruşturmasında “FETÖ” üyeliği iddiasıyla tutuklandığı ortaya çıktı. “Kandırıldık” diyerek ülkede bugüne kadar olan tüm kötü şeylerin sorumlusu yalnızca darbeci Fetullahçılarmış gibi göstermeye çalışan hükümet, bir yandan da “devlet bürokrasisinde darbecilere yönelik olmayan bazı adımların peşinden gitmeye devam ediyor. HDP’li vekillerin tutuklanması bunu bir kez daha ortaya koydu.

AKP HALK İRADESİNİ

HDP’Lİ VEKİLLERE Ö

HALK HDP’YE DESTEK VERMİYOR MU? AKP ideologları, gelişmeler karşısında yapılan eylemlerin büyük olmamasını, “halkın artık PKK’den bıktığı”, “HDP’nin sokak çağrısının karşılık bulmadığı” gibi ifadelerle, büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Bu anlatıyı, HDP’li vekillerin tutuklanmasından HDP seçmeninin de hoşnut olduğu iddiası gibi saçmalıklara kadar vardırabiliyorlar. Yani AKP, KHK’larla insanları “terör” gerekçesiyle işinden ettiği, polis gücüyle yapılan en ufak demokratik protestoya dahi saldırdığı, topluma büyük bir korku saldığı ortamda yapılan eylemlere az insan katılmasından kendisini değil, HDP’yi sorumlu tutuyor. Bundan politik sonuçlar çıkarıyor. Halkın kimi desteklediğini merak edenler geçmiş seçim sonuçlarına bakabilir veya halkın temsilcilerini hapse atmak yerine yeni bir seçim yaparak kimin desteklendiğini yeniden öğrenebilirler.

ULUSLARARASI TEPKİ VE DAYANIŞMA Londra’da protesto.

HDP ile dayanışmak için Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde kitlesel eylemler düzenlendi. Bunlara, sadece Kürt kurumları değil, o ülkelerdeki sendikalar ve sol örgütler de destek verdi. Ezilenlerin aşağıdan dayanışma hamlesinin yanı sıra, birçok devlet ve uluslararası kuruluş da Türkiye’nin HDP’li vekilleri tutuklama kararına tepki gösterdi. Tayyip Erdoğan ise bunları takmayacağını söylüyor, “bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor” diyor. Ancak hatırlarsanız, Rus uçağı düşürüldüğünde de benzer bir tablo söz konusuydu. Erdoğan ve hükümet uzunca bir süre efelenmiş, daha sonra ise Rusya ile barışmak için her konuda geri adım atmışlardı. AKP’nin AB ile “restleşmeleri” de son tahlilde böyle – istikrarsızlık ve ekonomik daralma, Türkiye’nin Batı’dan kopmasına engel.

HDP Grup Başkanvekili ve İmralı heyeti üyesi İdris Baluken zorla gözaltına alnırken.

Bir yılı aşkın süredir çözüm sürecinin “buzdolabına” kaldırılarak savaşın başlatıldığı, birçok kentin yerle bir edildiği, 10 bine yakın insanın yaşamını kaybettiği sürecin sonunda, hükümet, 15 Temmuz’un ardından oluşan demokrasi beklentisini gasbedip OHAL ilanı ve KHK’larla baskıyı arttırdığı bir ortamda, Kürt halkının seçme ve seçilme hakkına saldırmaya başladı. Halkın oylarıyla seçilen belediye başkanlarının görevden alınarak buralara kayyum atanmasıyla başlayan süreç, mayıs ayında dokunulmazlıkları kaldırılan HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasıyla devam ediyor. 4 Kasım Cuma günü başlayan operasyonlar sonucu, şu ana kadar, HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında olduğu toplamda 10 milletvekili hapse atıldı. AKP, eski Türkiye’nin bir parçası Hükümet, sürekli olarak kendi iktidarı döneminde “yeni Türkiye”nin kurulduğunu iddia ediyordu. Bu, ekonomideki büyümenin yanı sıra, demokrasi ve özgürlüklerle ilgili bir dizi başlıkta adımlar atıldığı varsayımından yola çıkılarak söyleniyordu. Bunların en önemlisi ise hiç kuşkusuz Kürt sorunundaki çözüm girişimleri, demokratik açılım ve çözüm süreciydi. Fakat bugün gelinen noktada, AKP, Kürtlere devlet tarafından geçmişte ne uygulandıysa aynılarını bir kez daha

deniyor. Üç yıl önce AKP taraftarlarının da çözüm sürecini desteklemek için söylediği “analar ağlamasın” gibi sözler, bugün işten atılma veya tutuklanma gerekçesi olabiliyor. Kürtlerin en temel hakkı olan demokratik oy, seçme ve seçilme hakları askıya alındı. Milyonlarca kişinin oy vererek seçtiği belediye yönetimlerinin yerine Ankara’dan kayyumlar atandı, milyonların oyuyla meclise gönderilen vekiller hapse konuldu. Hukuki değil siyasi AKP liderlerinin, sürecin bağımsız yargı kararlarına göre işlediği ve HDP’lilerin de “ayrıcalığı olmadığı” yönündeki iddiası bütünüyle yanlış. Kürt sorunu on yıllardır var olan bir realite. Bu sorunun devletin ve toplumun gündemine girmesinde, örgütlenen ve mücadele eden Kürt halkının payı büyük. Bu mücadelenin savaş boyutuna evrildiği bir süreç var. Çözüm süreci gibi girişimler, tam da bu savaşı ve ölümleri demokratik siyaset zemininde sona erdirmek için yapılıyordu. Şimdi bu sürecin rafa kaldırılması, Kürt siyasetinin vekillerini bir anda “terör örgütü üyesi” yapmıyor. Emperyal hayallerin çöküşü Türkiye devleti, Kürt hareketine ve onun temsilcilerine, asıl olarak Ortadoğu’daki gelişmelerden duyduğu endişe sebebiyle saldırıyor. Sosyalist İşçi sayfalarında, çözüm sürecinin bitirilmesinin temel sebebinin Suriyeli Kürtlerin elde ettikleri kazanımlar ve devletin bunlara olan tahammül-


GÜNDEM 7

TANIMADI

ÖZGÜRLÜK!

DSİP: “VEKİLLERE DOKUNMAYIN”

GÖRÜŞ Roni Margulies

“MEZARLIKLAR AĞAÇLANACAK” Kürt illerinde belediye başkanlarının tutuklanmasının ardından yerlerine atanan kayyumlar çok güzel işler yapıyormuş. Hürriyet gazetesi de hepsiyle tek tek görüşerek bu güzel işleri anlattırıyor. Bugün Silvan’da kayyum olan Murat Kütük anlatmış. “Gerçek anlamda belediyecilik nasıl yapılır, onu göstereceğiz. Sokaklar temizlendi, vatandaşın asfalt talebi hızlıca karşılanmaya çalışılıyor” demiş. Kütük’ün “Yeşil Silvan” projesi varmış. Şöyle anlatıyor: “Orman Müdürlüğü’nden ciddi sayıda fidan alacağız. Dikim sezonunda yeterince ağaç dikeceğiz. Mezarlıklar ağaçlanacak.” Sayın Kütük belli ki belediyecilikte çok usta. Silvan halkının temel sorunlarının asfalt ve ağaç olduğunu hemen anlamış. Bu sorunları kısa sürede çözeceğinden hiç kuşkum yok. Kendisini şimdiden tebrik ederim. *** Sayın Kütük’ün Hürriyet ile konuştuğu gün, gazeteler Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş Bey’in bir konuşmasını da aktarmış.

15 Temmuz darbesini püskürten direnişin sonucunda oluşan siyasi atmosferi barışçıl ve demokratik bir ortamın oluşmasının değil, adım adım muhalif platformların baskı altına alınması için bir lütuf olarak gören ve OHAL kararnameleriyle bu yönde giderek hızlanan adımlar atan AKP liderliği, Kürt halkının en temel demokratik hakkına, seçme ve seçilme, oy kullanarak siyasi iradesini belirleme hakkına müdahalede bulunuyor. Bu, yıllarca denenen ama iflas etmiş bir yöntemdir. Orhan Doğanlar, Leyla Zanalar yıllar önce tutuklandılar, yıllar önce de Kürt halkının demokratik haklarına göz dikildi. Bu adımların hiçbirisi, Kürt sorununun çözümünde bir anlam taşımıyor. Bu adımlar, Kürt sorununu derinleştiriyor. Meclisteki 3. partinin lideri, barış yanlısı Demirtaş ve vekiller hapiste.

süzlüğü olduğu çok kere işlenmişti. Bu durum derinleşerek devam ediyor. Fırat Kalkanı Operasyonu ile Kürt koridorunu bölmek için hamle yapan Türkiye, son bir ayda Irak’ta Musul’a ve Suriye’de Rakka’ya yapılan operasyonların dışında kaldığı için son derece rahatsız. Üstelik Rakka’ya yönelik operasyonda Türkiye’nin ABD tarafından dışarıda bırakılmasının sebebi bizzat YPG’nin de içinde olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin varlığı. Musul’u da Halep’i de “bizim” sayan anlayışın emperyal hevesleri çöküyor. Buna karşılık Türkiye, Kürt hareketini zayıflatmak ve direncini kırmak için olanca gücüyle saldırıyor. Barış için mücadeleye Yani bugün yaşanan ölümler, AKP’nin iddia ettiği gibi “terör örgütleri” vs sebebiyle değil, bizzat Türkiye devletinin dış ve iç politikalarındaki manevralar sebebiyle yaşanıyor. Barış ve çözüm sürecinin tekrar gündeme gelebilmesi için, 2013 yılı başında çözüm sürecine destek veren %70’e yakınlık kesimin önemlice bir bölümünün bu başlıkta AKP hegemonyasından kurtarılması; o dönem çözümün gerekliliğiyle ilgili hükümet tarafından da kullanılan argümanlarının geçerliliğini koruduğunun anlatılmasını sağlayacak ısrarlı bir siyasi faaliyet yürütmek gerekiyor. Ankara merkezli “Yaşam İçin Ses Ver” kampanyası, diğer şehirlerde de böyle bir mücadele birliğini sağlamaya çalışacak.

Denenmiş ve Kürt sorununu daha da çözümsüz noktalara savuran bu yöntemlere hemen son verilmelidir. Çözüm sürecinin yöntemleri, diyalog ve barışçıl iklim hakim kılınmalıdır. HDP’li vekiller derhal serbest bırakılmalıdır. Herkesi oy verdiği, üyesi olduğu partilerin genel başkanlarının, milletvekillerinin gözaltına alındığı koşullarda ne hissedecekse, aynı duygularla HDP’li vekillere sahip çıkmaya çağırıyoruz. (DSİP’in 4 Kasım sabahı yayımladığı basın açıklamasından…)

“SEVGİ VE CESARET KAZANACAK” Tutuklu vekiller, dışarıya gönderdikleri mesajlarda herkesin moralini yüksek tutması gerektiğini ve mücadelenin devam edeceğini vurguladılar. Demirtaş “Bizi bu karanlıkta teslim alacağını sananlar, unutmasınlar ki tek bir kibrit çöpü, tek bir mum bu karanlığı aydınlatmaya yeterlidir. Bulunduğumuz yer ve koşullar ne olursa olsun, halkımızın özgür yarınlarda barış içerisinde yaşaması için gerekirse mum gibi yanmaya devam edeceğiz” derken, Yüksekdağ ise “Kimse moralini bozmasın, gardını direncini düşürmesin. Bu nefret ve saldırganlığın korkudan olduğunu unutmasın. Mutlaka sevgi ve cesaret kazanacaktır” mesajı gönderdi.

Dokuz milletvekilinin tutuklanması üzerine HDP’nin Meclis’teki faaliyetlerine katılmama kararını eleştiren Numan Bey, şöyle demiş: “HDP’li milletvekilleri parlamento çalışmalarına katılır mı katılmaz mı, kendi bilecekleri iştir. Ama kendilerine şu tavsiyede bulunmak isteriz. Sizler halkın oyuyla seçildiniz. Milletin iradesiyle parlamentoya gelenlerin milletin iradesine saygı göstermesi lazım. Parlamento çalışmalarına devam edilmesi, kendilerine oy veren vatandaşların talebidir. Ümit ederiz ki bu talepleri göz önünde bulundururlar ve parlamento çalışmalarına katılırlar.” Ne güzel demiş. Halkın oyuna saygı göstermek gerçekten de demokrasinin gereğidir. Numan Bey’e tavsiyede bulunmak haddime düşmez. Ama şu ricada bulunmak isterim: HDP’li milletvekillerinin parlamento çalışmalarına katılması, evet, kendilerine oy veren vatandaşların talebidir. O zaman niye tutuklandıklarını sorgulamak gerekmez mi? Dağa mı çıkmışlar? Silah mı kullanmışlar? Meclis’i mi bombalamışlar? Hayır. Hiçbirini yapmamışlar. Demokrasiye saygısızlık ediliyor, doğru, ama hükümet mi ediyor, HDP’li milletvekilleri mi? Bunu kendinize sormanızı rica edebilir miyim, lütfen? *** Numan Bey, Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili olarak da konuşmuş. Demiş ki, “Rakka’da Arap olmayanların atacağı her adım Amerika’nın aleyhine olur. Bölge barışının da aleyhine olur. Bizim Rakka’da, Halep’te, Musul’da ısrarla söylediğimiz şudur: Bütün bu şehirler, halklarına aittir.” Yine güzel, demokratik bir yaklaşım. Ama ben yine rica edeyim: Şu anda Silvan’a ve daha 27 belediyeye kayyum atanmış durumda, dokuz milletvekili de tutuklu. Rakka, Halep ve Musul o şehirlerde yaşayan halka aittir. Doğru. Peki, Silvan ve daha 27 il ve ilçenin halkı kendi temsilcilerini seçme hakkına bile mi sahip değildir?


8

GELENEK

LEON TROÇKİ: KARANLIK ARTTIKÇA PARLAYAN YILDIZ ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

Rus devriminin önderlerinden Lev Troçki 7 Kasım 1879’da doğdu. Troçki’nin hayatı hem devrim öncesi Rus işçi sınıfı hareketinin hem de Rus devrimin tüm iniş ve çıkışlarını yansıtması açısından önemlidir. Troçki 1879’da Ukrayna’da Yahudi bir çiftçi ailesinin beşinci çocuğu olarak doğdu. Odessa’daki eğitimin ardından gittiği Nikolayev’de Marksizmi benimsedi ve burada Güney Rusya İşçi Birliği’ni kurma çalışmalarına katkıda bulundu. İki yıl sonra birliğin 200 üyesiyle birlikte tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne yollandı. 1902 yılında sürgünden kaçmayı başarıp Lenin’in bulunduğu Londra’ya gitti ve onunla birlikte çalışmaya başladı. Bu çalışma arkadaşlığı 1903 yılındaki Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin ikinci kongresine kadar sürecekti. Genç Troçki bu kongrede Lenin’in karşısında yer aldı ve onun parti modeline karşı Menşeviklerin Batılı sosyal demokrat partileri temel alan modelini savundu. Oysa Troçki’nin partinin kendisini sınıfın yerine koyması tehlikesine karşı getirdiği eleştiriler değerli olsa da, o Lenin’in parti anlayışını yanlış anlamıştı. Troçki kısa süre sonra Menşeviklerden de kopsa da 1903’te Lenin ile birlikte davranmamış olması Bolşevik Parti’nin geliştiği 1903-1917 döneminde parti dışında kalmasına neden oldu. Bu durum sonraları Bolşevik kadroların güvenini sağlamakta zorluk yaşadığında önemli bir sorun olacaktı. Troçki sürgündeyken Rus işçi hareketi gelişiyordu. Ülkenin batısındaki Petersburg ve Moskova şehirlerinde mücadeleci bir işçi sınıfı oluşmuştu. 1905 yılının 9 Ocak günü Çar’a reform isteğinde bulunan binlerce işçiye askerlerin ateş açması devrimi başlattı. Kanlı Pazar olarak anılan bu olayın ardından başlayan grevler 122 şehirde 1 milyondan fazla işçiye ulaştı. Şehirlerdeki grev komiteleri, grev sürecince hayatı organize etmek, fırınları ve ulaşımı açık tutmak için bir araya geldi. Böylece daha sonra Rusya’daki işçi demokrasisinin temelini oluşturacak Sovyet (Rusçada konsey) doğdu. Sürgünden dönen Troçki’de ülkedeki en önemli Sovyet olan St.Petersburg Sovyet’inin başkanlığına seçildi. Troçki’nin başkanlığındaki Sovyet basın özgürlüğünü getirdi, sekiz saatlik işgününü kabul etti ve köylülüğü kazanmaya çalıştı. Ama Sovyetler iktidarı ele alacak kadar gelişmemişti. 3 Aralık’ta askerler Sovyet’i basarak Troçki’yi tutukladı. 1905 Devrimi Çar’ı bir meclis (Duma) kurmaya zorlamış, bir dizi kazanım yaratmış ama iktidarı alamamıştı. Troçki, liderlerinden biri olduğu 1905 Devrimi’nin ardından Rus Devrimi’nin gelişimine yönelik olarak hem Bolşeviklerden

Leon Troçki iyi bir hatipti, çünkü işçi sınıfınn dilinden konuşurdu ve bu yüzden tarihin ilk işçi konseyinin lideri seçildi.

hem de Menşeviklerden farklı bir tutum geliştirdi. 1905 devriminin derslerine dayanarak işçi sınıfının öncü rolünü vurguladı. Devrimi işçi sınıfı yapacak ama savunduğu talepler köylüleri de kazanmasına neden olacaktı. Geç gelişmiş Rus burjuvazisi bir devrimin liderliğini yapacak kadar cesur ve tutarlı değildi, bu yüzden işçi sınıfı hem “demokratik” devrimi gerçekleştirmeli ama bunun ardından hiç durmadan sosyalist devrime ilerlemeliydi. Devrim aşamalı değil sürekli olacaktı. Ancak Rus işçi sınıfının Rusya gibi bir köylü denizindeki işçi adalarına dayanarak burada sosyalizmi kurması imkânsızdı. Bu yüzden sosyalist devrim tüm dünyaya yayılmalı, özellikle Batı’da gerçekleşecek devrimlerle sosyalizm tüm dünyada egemen hale getirilmeliydi. Tek ülkede sosyalizm imkânsızdı, sosyalizm yalnızca bir dünya devrimi ile kurulabilirdi. Troçki 1905 Devrimi’nin bastırılmasından sonra tekrar Avrupa’ya gitti. 1917 yılındaki Şubat Devrimi’nin ardından o sırada bulunduğu Amerika’dan 4 Mayıs’ta Rusya’ya geldi. Kısa bir süre sonra Bolşeviklere katıldı. Devrim döneminde yaşananlar Troçki’nin analizini tamamen doğruladı. Rus burjuvazisinin partisi olan Kadetler en basit demokratik talepleri bile gerçekleştiremediler. Onların gücü azalırken ekmek, toprak ve barış sloganını kullanan Bolşeviklerin gücü arttı. 1917’ye gelindiğinde Lenin de devrimin gelişimi konusunda Troçki gibi düşünüyordu. 23 Eylülde Petersburg Sovyet’inin başına geçen Troçki 1917 Ekim Devrimi’nin örgütlenmesine başrol oynadı. Daha sonra en büyük düşmanı olacak Stalin o zaman onun için; “Ayaklanmanın

örgütsel çalışması tümüyle Troçki’nin liderliğinde yürütüldü” diyecekti. Troçki Ekim Devrimi’nin ardından kendisini bütünüyle devrimin savunmasına verdi. Kızıl ordunun komutanı olarak önce Rusya’yı işgal etmeye girişen emperyalist devletlere sonra Çarın generallerinin ve toprak sahiplerinin desteklediği Beyaz Orduya karşı savaştı. Bu savaşlar korkunç bir bedel ödenerek kazanıldı, Rusya’nın en önemli tarım toprakları ülkenin elinden çıkmış, devrimi yapan işçi sınıfı onu savunmaya çalışırken cephede ölmüş, Kızıl Ordu’nun kurulmasının yarattığı bürokratikleşme toplumun her kesimini sarmaya başlamıştı. Sonuçta işçi sınıfı bir sınıf olma halini kaybederken parti bürokrasisi büyüdü. Bu koşullar Lenin’in 1924’deki ölümünün ardından işçi demokrasisini savunan Troçki’nin, kendisini bir sınıf olarak örgütleyen bürokratların temsilcisi Stalin karşısında yenilmesine ve Türkiye’deki Büyükada’ya sürgün edilmesine neden oldu. Troçki’nin 1929’dan 1933’e kadar kaldığı Büyükada’da bir yandan Sol Muhalefeti örgütlemek için dünyanın dört bir tarafından gelen Marksistlerle görüşürken diğer taraftan Almanya’ya ve bu ülkede yükselen faşizme yoğunlaştı. Troçki bir yandan faşizmin doğasını, nasıl geliştiğini incelerken bunu onun nasıl yenileceğini bulmak amacıyla yapıyordu. Troçki’nin vardığı sonuç faşizmin toplumun en alt kesimini ve küçük burjuvaziyi işçi sınıfına karşı örgütleyen bir hareket olduğuydu. Faşizm diğer baskı biçimlerinin aksine işçileri kısmi olarak baskılamakla ilgilenmiyor, onları atomize etmeye, sınıf halinden çıkarıp tek tek bireylere dönüştürmeye çalışıyordu.

Bir yandan milletvekilleriyle saygıdeğer bir fotoğraf vermeye çalışırken diğer yandan kurduğu sokak çeteleriyle toplumun tüm ezilen kesimlerine ve işçi örgütlerine saldırıyordu. Faşizmin başı küçükken ezilmeliydi ve bunun tek yolu birleşik bir işçi cephesiydi. Komünist işçiler ve sosyal demokrat işçiler faşizme karşı birleşmeli, bu birleşik mücadele sırasında Komünist Parti işçilere sosyal demokrasiyi teşhir etmeliydi. Ancak bu politika Almanya’da bir avuç Troçkist tarafından çok sınırlı bir şekilde uygulanabildi. Alman işçi sınıfının bölünmüşlüğü Hitler’in iktidarına ve birbiriyle kavgalı iki işçi partisinin de imhasına neden oldu. Türkiye’de uzun bir dönem sosyalistlerin genelinin Troçki ve Troçkizm hakkında bildikleri tek şey ondan hoşlanmadıklarıydı. Sovyetler Birliği’nin devasa ideolojik etkisi yalnızca doğrudan Stalinizm yanlılarının değil, kendini ondan bir nebze koparanların bile zihnine egemendi. Bu yüzden Troçki yıllarca bir hain ve Nazilerin bir ajanı (!) olarak yaftalandı. Ancak 1989-91 sürecinde doğu blokunun ve SSCB’nin yıkılması bütün bu efsanelerin temelsiz iftiralar olduğunu ortaya çıkardı. Tüm dünyada eski Sovyet bürokratları ya sosyalizmden tamamen vazgeçip yeni zenginlerle dönüştüler veya gerçeklikle bağlarını tamamen kaybedip, SSCB’nin tüm suç ve katliamlarını sahiplenmeyi sürdürdüler. Troçki’nin Stalinizme on yıllar önce yönelttiği eleştiri, bürokrasiyi sosyalizm olarak görmeden devrimci kalabilmenin tek yoluydu. Bu yolu izleyenler 1999’daki Seattle gösterileri ile açılan yeni dönemde varlık göstermeyi başarırken, Stalinistler birkaç küçük ülke haricinde tarihe gömüldüler.


EMEK GÜNDEMİ

DOĞUM İZNİ VE KISMÎ ÇALIŞMA ESASLARI BELLİ OLDU

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

KRİZ GÖSTERGELERİNİN İŞÇİ SINIFINA ETKİSİ 15 Temmuz darbe girişimi sonrası siya-

Milyonlarca çalışanı ilgilendiren “Analık İzni Veya Ücretsiz İzin Sonrası Yapılacak Kısmî Süreli Çalışmalar Hakkında Yönetmelik, Resmî Gazete’de yayımlandı. Yönetmelik hem doğum sonrası izne, hem de kısmî çalışma ve kısmî çalışanın yerine işe alınacak kişinin iş akdinin feshine ilişkin maddeler içeriyor.

lığa uğruyor, çoğu işte daha düşük ücretlerle istihdam ediliyor ve yükselmelerinin önü kesiliyor. Bu sebeple kadın çalışanlara özel bir düzenleme yapılması şart. Yapılan düzenleme olumlu sayılabilecek gelişmeler içerse de sorunun özüne dokunmaktan çok uzak, üstelik kadın işçiler açısından yeni mağduriyetlere kapı aralıyor.

sal sistemde yaşadığımız bozulma, hızla

Yeni yönetmelikte neler var?

Yönetmelikte kadınların uzun süreli taleplerinden olan kreş hakkı konusunda hiçbir adım atılmazken, iznin doğum hâlinde sadece kadınları kapsaması çocuk bakımının kadınlara ait bir iş olduğu varsayımından hareketle hazırlandığını gösteriyor. Ayrıca kısmî zamanlı çalışanın yerine alınan işçinin iş akdi, diğer işçinin tam zamanlı işe geri dönüşüne bağlı kılınarak çalışanlar arasında hiyerarşi ve rekabet oluşturuluyor. Diğer çalışan için ise tam bir güvencesizlik anlamına geliyor.

TL’nin değer kaybı yüzde 7 oldu. Bunun

n Yeni yönetmeliğe göre kadın işçinin doğumdan önce ve sonra sekizer ay olmak üzere toplam 16 ay çalıştırılmaması gerekiyor. Evlat edinme durumunda da ebeveynlerden birine bu sekiz aylık izin hakkı yine tanınıyor. n Yönetmelikte yarı süreli çalışma da yer alıyor. Analık izninin bitiminden itibaren altı aylık ücretsiz izin kullanılmasına izin veren yönetmelik, bu iznin bitiminden sonra da haftalık çalışma süresinin yarısı kadar ücretsiz izin kullanılabileceğini söylüyor. Yarı süreli ücretsiz izin birinci doğumda 60 gün, ikinci doğumda 120 gün, sonraki doğumlarda ise 180 gün olarak uygulanıyor. Bu izni kullanan kadın işçi, normalde uygulanan bir buçuk saatlik emzirme hakkından faydalanamıyor. n Ücretsiz izin ve yarı süreli çalışmanın dışında yönetmelikte bir de kısmî süreli çalışma yer alıyor. Buna göre çocuğun mecburi ilköğretim çağının başladığı tarihi takip eden ay başına kadar herhangi bir zamanda işçi kısmî süreli çalışma talebinde bulunabilir. Kısmî süreli çalışmada çalışma saatleri ve günlerine patron karar verirken, kağıt üstünde bu talebe itiraz hakkı bulunmuyor. Ancak yönetmelikte patronun bu hâle itiraz edebileceği sektörler son derece geniş tutulmuş: Özel sağlık kuruluşlarında sağlık hizmeti sayılan işler, sürekli çalıştıkları için birbiri ardına postalar hâlinde işçi çalıştıran sanayi ku-

Üstelik yarı-zamanlı çalışmanın yarı-zamanlı olmasının hiçbir garantisi yok. Patronun verili süre içinde işçiye daha fazla iş yükü yüklemesinin önüne geçen hiçbir düzenleme yönetmelikte yer almıyor.

ruluşları, mevsimlik veya dönemlik işler, iş süresinin haftanın çalışma günlerine bölünmesi suretiyle yürütülmesinin nitelik bakımından uygun bulunmadığı işler gibi pek çok kategoride kısmî çalışma patronun uygun bulması hâlinde kabul edilebiliyor. n Kısmî süreli çalışan işlere patron tarafından kısmî çalışan işçi yerine işe alınan işçinin iş akdi, kısmî çalışan işçinin tam süreli çalışmaya dönmek istemesi hâlinde otomatik olarak ortadan kalkıyor. Kreş yok, güvencesizlik var Kadın çalışanlar her tür sektörde ayrımcı-

Ekim ayında Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi (KEİG) tarafından yayımlanan bir yazıda da söylendiği gibi çocuk sayısına bağlı olarak artan yarı-zamanlı çalışma projesini hükümetin aile ve kadın konusundaki politikalarından ayrı düşünülemez. Çocuk doğurdukça daha uzun süreli yarı zamanlı çalışma “hakkı” tanınması doğurganlığın teşvikinin yanısıra, doğurulan çocukların bakımını da kadına yükleyerek, kadını ev içi veya dışından gelebilecek olan kısmî zamanlı çalışma baskısına karşı savunmasız bırakıyor. Kadın işçilerin çalışma koşullarını olumlu anlamda değiştirecek bir düzenlemenin çocuk bakımını devlet ve erkeğe de yayması ve çalışanların iş güvencesini sağlaması şart.

OHAL KOŞULLARINDA EKMEK MÜCADELELERİ n İzmir’de Demiryol-İş sendikasının ilan ettiği greve 340 İZBAN işçisinin tamamı katıldı, seferler durdu.

nişlerini ve eylemlerini iki ayı aşkın süredir devam ettiren MSC/Medlog Lojistik işçileri Samsun’da da direnişe başladı.

n Kocaeli’de Yüksel Endüstri'de patronun gerçekleştirdiği tazminatsız işten atma saldırısı sonrası kapı önünde direnişe geçen işçilere polis OHAL’i gerekçe göstererek saldırdı.

n 2015 yılındaki metal grevleri sırasında Türk Metal'den istifa etmelerinden dolayı işten çıkartılan Enpay işçilerinin işe iade ve sendikal hakları için açtığı dava Yargıtay tarafından onandı.

n Birleşik Metal-İş sendikasıyla patron örgütü EMİS arasında süren grup toplu iş sözleşmesi sürecinde uyuşmazlık tutanağının okunmasının ardından fabrikalarda grev hazırlığı başladı. n İstanbul, İzmir, Mersin, Bursa/Gemlik ve Kocaeli/Gebze’de farklı biçimlerde dire-

n İzmir’de seks işçilerinin emeklilik mücadelesi zaferle sonuçlandı. Sigorta primlerini eksik yatıran 23 geneleve ceza kesildi; 501 seks işçisi emekliliğe hak kazandı. n Üsküdar’da Emaar İnşaat'ta çalışan işçiler, Halkların Demokratik Partisi (HDP) eş baş-

kanları ve milletvekillerinin tutuklanmasını yürüyüş yaparak protesto etti. n KESK’e bağlı sendikalar hafta içinde birçok yerde ihraçlara karşı eylem ve basın açıklaması yaptı. n Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Ferrero Çikolata fabrikasında çalışan işçilerin grevi birinci ayını geride bıraktı. n DİSK, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ, sigorta primine esas günlük kazanç üst sınırının günlük brüt asgari ücretin 7,5 katına yükseltilmesine ilişkin olarak ortak bir yazılı açıklama yaptı. n İncirlik Üssü’nde yapılan grev oylamasında “Hayır” kararı alınırken, Türk Harb-İş

sendikasının işçilere “Hayır” oyu verme çağrısı yaptığı, hem OHAL nedeniyle grevin zaten yasaklanacağını hem de Türkiye ile ABD ilişkilerindeki gerginlik nedeniyle Yüksek Hakem Kurulu’ndan zam kazanabilecekleri propagandasını yaptığı ortaya çıktı. n Devrimci Sağlık-İş’in taşerona kadro talebiyle başlattığı nöbet üçüncü haftasında devam ediyor. n İstanbul Üniversitesi Beyazıt Ana Kapı önünde Eğitim-Sen'in çağrısıyla OHAL uygulamalarına ve KHK'lara karşı protesto eylemi gerçekleştirildi. Eylemde öğrenciler, akademisyenler ve üniversite emekçileri coşkuluydu.

ekonomik sisteme de yayılıyor. Özellikle Eylül ayında Moddys’in not indirimi ile birlikte Türkiye kapitalizmi için alarm zilleri çalmaya başladı. Eylülde 2,96 TL seviyesinde olan dolar, bugün 3,15 TL seviyesini aşmış durumda, yani iki ayda ekonomiye etkisi enflasyonun yani pahalılığın daha da artması demektir. Ekim ayında yayınlanan, ama Temmuz ayındaki işsizlik seviyesini gösteren rakamlarda, işsizliğin yüzde 11, işsiz sayısının 3,4 milyon olduğu açıklanmıştı. Temmuz ayından bugüne kamu kurumlarında 110 bin kişi işten atıldı. Özel sektörde kapanan veya küçülen işyerlerinde 100 bine yakın işçi işsiz kaldı. Artık işsizlik oranının yüzde 12’ye yükseldiğini, işsiz sayısının da 3,7 milyon olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Son açıklanan bütçe rakamlarında ihracatın ve ithalatın düştüğünü, azalmakta olan cari açığın artmaya başladığını görmekteyiz. Not düşümü sonrası dışardan sıcak para bulmakta zorlanan, cari açığı büyüyen Türkiye kapitalizmini zor günler bekliyor. İşçi ve emekçiler ise bir yandan hayat pahalılığı, bir yandan artan işsizlikle baş başa kalacak. Toplu sözleşmelerde sendikalara sıfır zam dayatılacak. Bütün bu olumsuz gelişmeler ekonomik güven endekslerine de yansıyor. 1 Kasım seçimlerinden sonra 105’e yükselmiş olan endeks değeri, bugün 80’lere düşmüş durumda. Son günlerde açıklanan şirket kârları, kâr oranlarında yaşanmakta olan düşüşü çok net bir şekilde gösteriyor. Bankalar tüketimi teşvik için faiz oranlarını indirmeye başladı, ama her gün yeni bir kötü haber alma nedeniyle halkın moral değerlerindeki bozulma, sisteme olan güvensizliğin artması tüketim eğilimlerini giderek azaltmakta, yatırımları neredeyse durma noktasına getirmektedir. Yaşananların yaygın bir krize dönüşmesi, yüzlerce şirketin, bankanın iflası, kapanması işçi ve emekçiler için de açlık ve yoksulluk demektir. Ancak yaşanacak bir yıkım kapitalist sınıfın ideolojisini de yıkacak ve işçi sınıfına zincirlerinden kurtulma fırsatını sunacaktır. Bu fırsatın gerçeğe dönüşmesi için işçi sınıfı içinde örgütlenmiş ve kök salmış bir araca, devrimci partiye ihtiyaç vardır.


10 SİNEMA

JADOTVİLLE KUŞATMASI: İRLANDA’NIN “UNUTTURULAN SAVAŞI”

FERİT SANİ

Önce biraz tarih. Belçika’dan bağımsızlığını daha yeni kazanmış Kongo’nun seçilmiş ilk başbakanı olan Partice Lumumba, 17 Ocak 1961 günü katledilir. Lumumba’nın biçimsel bağımsızlıkla yetinmeyen tutumu, bilhassa ülkenin zengin yeraltı kaynaklarını millileştirme arzusu ve SSCB ile yakınlaşması ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Belçika gibi ülkelerin tepkisini çeker. Önce ülkenin elmas, uranyum ve başka minerallerle zengin madencilik bölgesi Katanga’da bir ayrılıkçı hareket gelişir. Sonra da Genelkurmay Başkanı Joseph-Desiré Mobutu önderliğinde bir darbeyle başbakan görevden alınır ve akabinde de kurşuna dizilir. Bu hadiseler, 1965’e kadar sürecek ve “Kongo krizi” diye adlandırılacak iç savaşı tetikleyecektir. Malcolm X’in “Afrika’da bugüne kadar varolmuş en büyük siyah insan”, Che Guevera’nınsa “dünya devriminin şehidi” olarak andığı, Afrika’nın kurtuluşu mücadelesinin sembollerinden Lumumba’nın siyasal mücadelesi ve trajik ölümü, 2000 yılında Raoul Peck’in yönettiği “Lumumba” filmine konu olmuştu.

Gösterime birkaç hafta önce giren “Siege at Jadotville” (Jadotville Kuşatması) adlı filmse Lumumba’nın katledilişiyle başlıyor. Daha sonra da Katanga bölgesinin Kongo’dan ayrılmasının ve askeri darbenin tetiklediği iç savaşı önlemek üzere Birleşmiş Milletler’in ülkeye bir askeri güç göndermeye karar verişini aktarıyor. Film BM’ye bağlı bu askeri gücün bir parçası olan bir İrlanda bölüğünün Kongo’da başından geçenleri aktarıyor. İrlandalı bölük Katanga bölgesindeki Jadotville’deki üsse yerleşir. Ancak ayrılıkçı Katanga hükümeti BM’nin merkezi hükümet lehine müdahalede bulunduğu kanaatine sahiptir. Böylece BM güçleri ile çatışmalar başlar. Jadotville’deki İrlanda bölüğü, kendisinden çok daha üstün Katanga güçlerinin ve onlara destek olan Fransız paralı askerlerinin kuşatması altında kalır. “Jadotville Kuşatması” işte bu çatışmayı anlatan bir aksiyon filmi. Böyle anlatınca film, 1964 yılında çekilen ve 1879 yılında gerçekleşen savaş sırasında Zulu güçlerinin kendilerinden sayıca çok daha az bir İngiliz bölüğünü muhasara altına almasını anla-

tan “Zulu” adlı filme benzetilebilir. Cy Endfield’in yönettiği ve ünlü oyuncu Michael Caine’in ilk önemli rolünü üstlendiği bu epik savaş filminde “kara kalabalıklar” tarafından saldırıya uğrayan beyazların “destansı” mücadelesi anlatılıyordu. Hayır, haksızlık etmeyelim. “Jadotville Kuşatması”, “renkli” barbarların/fanatiklerin medeni “beyazlara” üstün güçlerle saldırılarını konu alan sayısız filmden biri değil. “Jadotville Kuşatması”nı, örneğin 2016 yılında gösterime giren ve Libya Bingazi’de İslamcı militanların Amerikan konsolosluğuna yaptığı saldırıyı püskürtmeye çalışan özel güvenlik güçlerinin hikâyesini anlatan “13 Hours: The Secret Soldiers of Benghazi” ile kıyaslamak büyük haksızlık olur. Richie Smith’in yönettiği “Jadotville”, bu beylik anlatı türünün tersine, emperyalizme karşı eleştirel bir tutum alıyor. İrlandalı askerlerin aslında sadece Katangalı asilere karşı değil, onlarla iş tutan Fransız paralı askerlerine, onları destekleyen Belçikalı/Fransız işadamlarına ve Batılı güçlerin türlü müdahalelerine karşı durduğu hemen her vesileyle belirtiliyor.

Tam da bundan dolayı “Jadotville Kuşatması”nın eleştirel bir politik sinema örneği olmaya soyunduğu söylenebilir. Ancak bu halisane niyet maalesef bir türlü “oturmuyor”, siyasal arka plan bir türlü alelade bir “fon” olmaktan kurtulamıyor. Soğuk Savaş’ın en büyük av sahalarından biri haline gelen Kongo’daki duruma dair arada izleyiciye “hatırlatma” girişimlerinde bulunulsa da bunlar etkileyici savaş sahnelerinin gölgesinde kalıyor. Muharebe sahnelerinin arasına özensizce serpiştirilen bir dizi siyasal yorum ve hadise, izleyicide Kongo’da neler olup bittiğine dair bütünlüklü bir resmin oluşmasına izin vermiyor. Bir örnek verelim: Yeni bir arabuluculuk girişimi için Kongo’ya uçmakta olan BM Genel Sekreteri Dag Hammarskjöld’ün uçağı düşer. Tam da Jadotville’de çatışmalar sürerken gerçekleşen Genel Sekreterin ölümü, ateşkes girişimlerini akamete uğratır. Bugün dahi kaza mı yoksa bir suikast mı olduğu bilinmeyen bu olaya filmde şöyle bir değinilip (üstelik Genel Sekreterin uçağına yönelen bir savaş uçağı gösterilerek suikast iması yapılıp) geçiliyor.

Neticede film, 1960’ların başında Kongo’nun neden böylesine önemli bir çekişme sahası haline geldiğine dair izleyiciye pek de bir şey anlatamamış oluyor. Bir ara bir Avrupalı yerleşimcinin bölgedeki uranyum kaynaklarının atom bombasının imali için kritik önemde olduğu sözleri izleyicide bir kıvılcım çakıyor belki ama o kadar. Sözün özü, “Jadotville Kuşatması” politik bir film olmaya çalışan ama bunda pek de başarılı olamayan bir savaş-aksiyon filmi. Politik bağlam anlaşılır-sade bir biçimde aktarılamayınca filmden geriye kalan bir “kahraman ve fedakâr askerleri yarı yolda bırakan, hatta onlara ihanet eden siyetçiler” hikâyesi oluyor. Böylece film, Kongo’daki trajediye sempati beslese de Afrika’ya dair olmaktansa (bazı tanıtım metinlerinde de belirtildiği üzere) İrlanda’nın “unutulan savaşına” dair bir anlatı oluyor. Bu da filmin tüm politik ima ve iddialarına karşın Kongo’da yaşanan ve emperyalist saldırganlığın baş sorumlusu olduğu o felaketi küçümsemek, neredeyse es geçmek, onu bir arka plana indirgemek gibi bir sonuca yol açıyor.


AKTİVİZM 11

MEGA PROJELER HEM EKOLOJİYE HEM EKONOMİYE ZARAR

3. köprünün İstanbul’un akciğerleri olan Kuzey ormanlarında yarattığı yıkım. NURAN YÜCE

AKP hükümeti HES, nükleer, termik, maden ocakları, enerji nakil hatları, köprüler vb gibi projeleri hayata geçirmede çok ısrarcı bir tavır sergiliyor. Bu projelere karşı çıkanları “vatan haini” “kökü dışarıda” ve “Türkiye’nin kalkınmasına engel olanlar” diyerek suçlaması ve geniş kesimler açısından düşman olarak görülmesini sağlamaya çalışması sıkça uyguladığı yöntemler arasında. Savaş ortamı ile daha bir pekişen “yerli ve milli” konsepti içinde AKP hükümetinin bu ithamlarını daha artıracağı ise çok aşikâr. Ama burada,Türkiye’nin her bir bölgesinden oy aldığı ile övünen AKP hükümetinin yaşadığı ve daha fazla yaşayacağı temel bir çelişki var: Bu projelere yerellerde itiraz edenler arasında aynı zamanda AKP’ye oy verenler de var. Bu projeler sadece yapıldığı yerlerde çevre yıkımına yol açmıyor, sadece yerellerdeki insanları etkilemiyor, bölgesel ve küresel düzeyde etkileri var. Seksen yeni kömür santralinin kurulacağı her yerde önce o bölgedeki insanların sağlığı, havası, suyu, toprağı olumsuz etkilenecek. Ama aynı zamanda bu termik santraller Türkiye’nin karbon salımını tavan yaptırarak tüm gezegenin sıcaklık artışına yol açacak ve küresel düzeyde etkide bulunacak. Tıpkı İstanbul ve İstanbullular için yapıldığı iddia edilen 3.köprü, 3.havalimanı, Kanal İstanbul gibi mega projeler sadece İstanbul il sınırları içinde kalan su varlıklarını ya da ormanlarını yok etmekle kalmayacak, çok daha geniş bir coğrafyayı ekolojik yıkıma uğratacak. Ekolojik yıkımın yanı sıra bu projeler kamu maliyesi açısından da birer kara delik. Kârlar şirketlere, ekolojik ve ekonomik zararlar bize Bütün bu mega projeler özünde bir özelleştirme olan Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) modeli ile yapılıyor. Hala mülkiyeti kamuda denilerek kamusal varlıkların (araziler, sular, madenler) Yap İşlet Devret, İşletme Hakkı Devri gibi yöntemlerle uzun yıllar (49+49) işletme ve kullanma hakkı şirketlere veriliyor. Dünya Bankası’dan en fazla

destek gören bu tür projeler ve yine Dünya Bankası’nın verilerine göre; “yükselen çevre ülkeler” sıralamasında 10 ülke içinde en fazla proje stokuna 510 milyar dolar ile Brezilya, 341 milyar dolar ile Hindistan ve üçüncü sırada 161 milyar dolar ile Türkiye sahip. Şuanda Türkiye’de KÖİ kapsamında 34 proje sürmekte. Bu projelerin en büyük dördünün yatırım büyüklüğü 34 projenin üçte ikisinin büyüklüğüne denk geliyor. Bu dört projenin içinde ise 3. Havalimanı 14 milyar dolarlık yatırımı ile yüzde 38 paya sahip. Bu dört büyük projenin üçü İstanbul’da yapılıyor. Yerli ve yabancı sermayenin yatırımları ile gerçekleştiği, kamu kaynaklarından tek bir kuruşun harcanmadığı iddia edilen bu projeler de hükümet sadece yatırımları teşvik ettiğini söylüyor. Oysa bu projelerin her birinde devlet tarafından taahhüt edilen alım garantisi var. Örneğin, 3.Köprüyü yapan firma ancak belli bir sayıda araç her gün köprüden geçerse ancak yatırım maliyetimi karşılayıp, kâra geçebilirim diyor, hükümet de merak etme sizin için gerekli sayının altında kalınırsa biz size geçmeyen araçlar için ödeme yaparız diyor. Toplam işletme süresi 15 yıl olan Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu Projesi için 13 milyar dolar, işletme süresi 8 yıla yakın olan Kuzey Marmara Otoyolu Projesi (Üçüncü Boğaz Köprüsü dâhil) için 6 milyar dolara yakın talep garantisi verilmiş. 3.Havalimanı için Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) ilk 12 yıl için toplam 6.3 milyar avroluk sadece dış hat ve transitleri kapsayan yolcu garantisi sağlamış. Avrasya Tüneli için ise garanti edilen araç geçişi günde 70 bin. Bütün bu garantiler Türkiye ekonomisinin en az yılda yüzde 4-5 dolayında büyüyeceği senaryosuna dayanıyor. Oysa 2008 finans krizinin etkilerinin hala devam ettiği, büyüme oranlarının bir türlü istenen sevilerde olmadığı, ekolojik krizin maliyetinin her geçen gün artığı bir dünya içindeyiz. Hükümetin belirlediği büyüme oranları gerçekçi değil. Ama hükümetin her birimizin üsteleneceği ne ekolojik ne de ekonomik maliyeti umursadığı var. Büyüme oranları yakalanmaz ve şirketler kâra geçemezse, şirketlere ödemeyi bizden aldığı vergiler ile yapacak.

ÖNE ÇIKAN Kemal Başak

İDAMA HAYIR! 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra başlayan AKP-MHP yakınlaşması, son bir ay içinde adı konulmamış bir koalisyon ortaklığına dönüştü. MHP’nin elinin değdiği yerlerde neler olduğunu yakın tarihimizden çok iyi biliyoruz. Şimdi bu el sadece Kürt halkına ve temsilcilerine değil, iktidar bloğu için baş ağrısı oluşturabilecek bütün muhaliflere uzanıyor. Diyarbakır’ın belediye eş başkanlarının tutuklanması, on binlerce KESK üyesi kamu emekçisinin görevlerinden ihraç edilmesi ve Cumhuriyet gazetesinin yazarlarının göz altına alınması sadece bir haftaya sığdırıldı. İktidarın bu taarruzu karşısında şaşkınlık sürerken Cumhurbaşkanı Erdoğan ile MHP lideri Bahçeli arasında yapılan görüşmenin hemen ardından altı milyon oy alan HDP’ye operasyon yapılması, partinin eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dahil on milletvekilinin tutuklanması, ardından Cumhuriyet gazetesinin dokuz yazar ve çizerinin tutuklanması, muhalefeti atomize etmek üzere kurgulanan bu yeni dönemin işaretlerini veriyor. Erdoğan-Bahçeli görüşmesinde idam cezasının geri getirilmesi konusunda mutabık kalındığının açıklanması, şok saldırılarının en son halkasının ne olduğunu da gösteriyor. İnsanlığın gelişiminde bir insanlık suçu olarak tespit edilmiş idam cezasını yeniden gündeme alarak topluma gözdağı veriliyor. 1920-23 arası dönemde esas olarak Gayri-Müslim vatandaşlara yönelik olarak uygulanan idam cezası, Cumhuriyetin ilanından sonra hız kazandı. İstiklal Mahkemeleri dönemlerinde rejim karşıtı olarak suçlanan yüzlerce kişi idam edildi. Bu kişilerin ezici çoğunluğunu Kürt halkının bireyleri oluşturuyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında da yaygın idam cezası uygulandı, 177 kişi idam edildi. İdam cezalarının yaygın olarak kullanıldığı diğer dönemler askeri diktatörlük yıllarını kapsıyor. 1960-61’de Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının dahil olduğu 58 kişi, 1971-72’de devrimci militan Deniz Gezmiş ve iki yoldaşının dahil olduğu 16 kişi idam edildi. Daha bu idamların sancısı sürerken 12 Eylül 1980’de üçüncü kez darbe yapan generaller insanlık suçu sicillerine 49 kişinin idam edilmesini eklediler. Son idam cezası ise askeri diktatörlük sonrası iktidara gelen ANAP’lıların oylarıyla 1984 yılında uygulandı. Bu tarihten sonra sıkıyönetim ve devlet güvenlik mahkemeleri tarafından verilen yüzlerce idam cezası TBMM tarafından onaylanmadı. 1984 yılından sonra idam cezalarının engellenmesinde, Türkiye içinde ve dışında idam karşıtı kampanya örgütleyen insan hakları aktivistleri ve 1986-1996 yılları arasındaki döneme damga vuran işçi sınıfı hareketleri ve liderleri idam cezası ile yargılanan Kürt siyasi hareketi büyük rol oynadı. 2004 yılında, bu mücadele dönemlerinin sonunda, Avrupa Birliği uyum yasaları kapsamında idam cezası yürürlükten kaldırıldı. Şimdi yeniden yasal hale getirilmek istenen insanlık suçu idam cezasına karşı, faşist partilerin tabanı dışında kalan her kesimi kucaklayan büyük bir kampanya örgütlemek hayati bir önem taşıyor.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

BARIS, VE DEMOKRASİ İCİN ,

BİRLİKTE MÜCADELEYE

ÇAĞLA OFLAS

Yaklaşık 6 milyon oya sahip milletvekillerinin tutuklanmasıyla halkın demokratik iradesine darbe vuruldu. Bu olay aynı zamanda, 15 Temmuz’da tankların önüne çıkarak, canı pahasına darbeyi durduran kitlesel mücadeleye de gölge düşürdü. Cumhuriyet Gazetesi yönetimi ve yazarlarının tutuklanması, Diyarbakır Belediyesi

Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın tutuklanarak, belediyeye kayyum atanmasından ardından gerçekleşen bu saldırıyla Erdoğan’ın fiili başkanlığındaki “Yerli ve Milli” koalisyon savaş ve otoriterleşme yönünde tehlikeli bir viraj daha aldı. “İŞİD’e karşı mücadele” adına kurulan koalisyonun parçası olarak, Rusya ve ABD, batılı di-

ğer emperyalist güçlerle birlikte Suriye’de savaşan hükümet, 15 Temmuz sonrasında emperyalist paylaşım savaşında yer almak için aktif bir şekilde Suriye ve Irak’ta savaşmakta. “Masada da sahada da olacağız” diyen hükümet hem Irak’ta hem de Suriye’de sıkıştıkça Kürtlere karşı saldırılarının da dozunu arttırmakta. Sınırlara daha fazla asker, tank,

top yığınağı yapıldıkça, Suriye ve Irak topraklarına askeri girişimler için zorlamalar büyüdükçe, demokratik alanlar da giderek daralıyor. TV kanalları, dergiler, gazeteler kapatılıp, basın özgürlüğü ayaklar altına alınıyor. Grev, toplantı ve gösteri hakkı keyfi bir biçimde ya sınırlanıyor ya da gasp ediyor. OHAL ve KHK’lar hayatın hemen her alanını kapsayan bir yönetim biçimine dönüşüyor.

DARBECİLERİ YENDİK, DEMOKRASİYİ DE KAZANACAĞIZ! Giderek tırmanan savaş, kötü ekonomik göstergeler ve istikrarsızlık ortamında giderek daralan demokratik alanı genişletmek için “Demokrasi için Birlik” gibi platformlar önemli ve gerekli. Ancak referandumda ve seçimlerde birlikte hareket edecek güç birliği inşasından çok daha fazla, çok daha kapsayıcı bir birliğe ihtiyacımız var. Tam olarak ihtiyacımız Suriye ve Irak’taki savaş etrafında şekillenen, AKP,MHP, devlet’ten oluşan TÜSİAD’ın ve CHP’nin de destek verdiği bu geniş koalisyonu dağıtacak, büyüklükte bir birlik. Böylesi bir birlik ancak somut talepler

etrafında inşa edilebilir. OHAL’in kaldırılması için, savaşa, “idamın geri getirilmesine” karşı barış ve özgürlük isteyen, kazanana kadar mücadele edecek, güven ve umut veren bir birlik geniş emekçi kesimleri harekete geçirebilir. Bunun için birlik girişimi mevcut sol örgütleri, demokratik kitle örgütleri, KESK ve DİSK üyelerinin dışında 15 Temmuz gecesi darbeyi durdurmak için harekete geçen emekçileri de kapsayan bir perspektifine sahip olmak zorunda. Devletin emekçileri kutuplaştıran milliyetçi söylemine karşı, mücadeleyi yükseltecek, her koşulda barışı

ve çözümü savunacak, emekçileri bölen laiklik yerine her türlü inanç özgürlüğünü savunan, aynı zamanda ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı olan bir birlik perspektif AKP’nin tabanındaki emekçileri kazanabilir ve harekete geçirebilir. Birleşe birleşe kazanacağız Öte yandan saldırılar karşı yerel düzeyde ve parçalı mücadele vermek yerine, OHAL’e karşı mücadele eden kesimleri birleştiren eylemler planlamak, mücadeleden kesimlerin kendine güven duymasını sağlayacaktır. Cerrate-

pe’de madencilik faaliyetine karşı mücadele edenleri, görevden uzaklaştırılan kamu çalışanlarını, kapatılan TV kanallarını, dergileri, gazete çalışanlarını, kayyum nedeniyle aylardır ücretlerini alamayan işçileri, barış istedikleri için işten atılan akademisyenleri, kadın cinayetlerine karşı mücadele eden kadınları, Kürt hareketini, OHAL’e karşı mücadele başlığı altında toparlama yeteneğine sahip olan bir kitlesel bir eylem uzun ve meşakkatli olacak barış ve demokratikleşme mücadelesinde hareketin de seyrini değiştirebilecek bir adım olabilir.

DEVLETE DEĞİL HALKA OHAL

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL ilan eden hükümet, daha önce torba yasalarla yaptığı gibi KHK’larla demokratik siyasetin önünü tıkayan her türlü düzenlemeyi “darbeye karşı mücadele” adı altında gerçekleştirmekte. KHK’larla kamu personeli rejimi fiilen değiştirilmiş vaziyette. 100 bin kamu çalışanı işini kaybetti. Barış isteyen akademisyenler önce tutuklandı, sonra görevden uzaklaştırıldı. OHAL kapsamında grev, toplantı ve gösteri ve yürüyüşler suç kapsamına alındı. Kürt illerinde belediyelere kayyum atanarak, seçilmiş yöneticileri tutuklandı. TV kanalları, gazeteler ve dergiler kapatıldı. Üniversitelerde YÖK’ün bile gerisinde adım atıldı. Artık rektör seçimini Cumhurbaşkanı yapacak. “Terörle mücadele” adı altında savunma hakkı kısıtlandı. Kürt illerinde başlayan internet yasakları tüm ülkeye yayılarak, halkın haber alma ve bilgilenme özgürlüğü kısıtlandı.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.