DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
583
14 Aralık 2016 2 TL. sosyalistisci.org
HALEP’LE DAYANISMAYA , Son bir haftadır Esad rejimi, Rusya’nın desteğiyle Halep’e yönelik şiddetli bir son saldırı başlattı. On binlerce insan köşeye sıkıştı. Büyük bir katliamın yaşanması korkusu var. Halep halkıyla dayanışmak çok önemli.
sayfa 2 ve 4’te
2
GÜNDEM
AK PARTİ-MHP TEKLİFİNDE DEMOKRASİ YOK OHAL KOŞULLARINDA ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE HAYIR! Bazı AKP ve MHP önde gelenleri, OHAL koşullarında anayasa değişikliği olabileceğini söylüyor. Teknik olarak, yasal olarak elbette mümkün. Elbette OHAL koşullarında anayasa değişikliği yapılabilir. Fakat bu, anayasa değişikliğinin yönünü de gösterir. Zira Fethullahçı darbeciler dışında, 15 Temmuz darbe girişimiyle alakası olmayan kamu çalışanlarının, akademisyenlerin KHK’larla işten atıldığı, açığa alındığı, derneklerin kapatıldığı, insanların tutuklandığı OHAL koşulları, anayasa değişikliğinin özgür koşullarda tartışılmasına imkan vermiyor. Oysa referandumun farklı siyasi görüşlerin var olduğu gerçeğinin altının çizilmesi ve son sözün halk tarafından söylenmesi için gündeme geldiği iddia ediliyor. Bu farklı fikirlerden sadece bir tarafın görüşlerini özgürce dile getireceği koşullar, boksörlerden birisinin elleri kollarının bağlandığı boks maçına benzer. Bu nedenle, önce demokrasi. ***
HALEP HALKI YALNIZ DEĞİLDİR! Arap Baharı, Arap halklarının diktatörlere karşı yığınsal başkaldırısıydı. Arap halklarının korku duvarını aştığı, “Halk rejimi istemiyor” sloganlarıyla özgürlükleri için mücadeleye atıldığı, tarihin yapımını kendi ellerine almaya çalıştığı ayaklanmalardı. Bu ayaklanmalar üç engelle karşılaştı: 1. Suriye’de rejim katliam politikaları uygulayarak ayaklanmanın kitlesel karakterini bastırdı ve silahlı çatışmalar giderek halk ayaklanmasının yerine geçti. IŞİD’in de devreye girmesiyle, halk ayaklanmasından iç savaş koşullarına evrildi. 2. Mısır’da Sisi liderliğindeki askeri darbe, Arap ayaklanmalarının önüne dikilen en büyük engel oldu. Darbe rejiminin “uygar dünya” tarafından desteklenmesi ayaklanan kitleleri yalnızlaştırdı. 3. ABD’nin başını çektiği Türkiye’nin de içinde yer aldığı batı blokuyla Rusya ve İran’ın başını çektiği blok, kendi çıkarları ve emperyalistler arası daha büyük gerilimlerin bir yansıması olarak
Erdoğan’ın başkanlık arzusundan en kârlı çıkan ülkücü faşistler.
Ak Parti-MHP ittifakı tarafından hazırlanan anayasa değişikliği teklifi mecliste. Bu teklif kabul edildiği takdirde önümüzdeki yıl bahar sonunda referandum yapılacak. 21 maddelik teklif, Erdoğan’ın fiili başkanlığını yasallaştırmak üzere hazırlanmış. Başkanlık sistemine olan itiraz ve kuşkular o denli güçlü ki adı değiştirilip ‘partili cumhurbaşkanı’ yapılmış. Adı değişse de teklifle, yetkiler cumhurbaşkanının elinde toplanıyor. Yürütme ve hükümeti oluşturma gibi üst düzey devlet görevlilerini atama yetkisi de cumhurbaşkanına veriliyor. Teklif yasalaşırsa Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını cumhurbaşkanı yarısını meclis seçecek. Yargının demokratikleştirilmesi vaatleri rafa kaldırılırken siyasi iktidara bağımlı hale getiriliyor. Teklifte demokratikleşme yok 15 Temmuz darbecileri halk tarafından yenildi. Ancak darbe girişiminin yarattığı siyasal ortam ve devletin içinde süren savaş gerekçe gösterilerek demokratikleşme de rafa kaldırıldı. Oysa darbeleri önlemenin yegane yolu demokrasiyi güçlendirmekti. Milliyetçilik ve devletçilik temelinde birlik oluşturan Ak Parti ve MHP’nin gündeminde demokratikleşme yok. Anayasa değişikliği teklifi, 12 Eylül darbe anayasası ve uygulamalarına son vermek gibi bir amaç taşımadığı gibi askerler tarafından yazılan ilk dört maddenin korunması milliyetçi cephenin başlıca anlaşma noktası.
Neden ‘hayır’ diyoruz? 12 Eylül 2010 referandumunda darbecilerin yargılanmasına ‘yetmez ama evet’ diyen sosyalistler bu anayasa değişikliği teklifine ancak ‘hayır’ oyu verir, çünkü: n Darbelere de darbecilerin yasa ve uygulamalarına karşıyız. 12 Eylül anayasasının toptan kaldırılmasını istiyoruz. Bu teklifle 12 Eylül anayasası korunuyor. Halkın demokratik, sivil, yeni bir anayasa talebi reddediliyor. Demokratikleşme yok. n Milliyetçi iki parti Kemalist rejimi ve resmi ideolojiyi tarif eden anayasanın ilk dört maddesini korumakta anlaşmış. Biz başkanlık dayatmasına da eski Kemalist rejime de karşıyız. Başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin acil çözüm bekleyen birçok sorunu bu ilk dört maddedeki şovenist ve baskıcı devlet tutumundan kaynaklanmaktadır. n Erdoğan ya da bir başkası, tarihinin büyük bölümü tek adam, tek parti, askeri yönetim, ara rejimlerden oluşan Türkiye’de demokratikleşmenin rafa kaldırılıp yetkilerin bir kişinin elinde toplanması çoğunluğun aleyhine sonuçlar yaratacaktır. Olası bir referandum sürecinde bu gerçekleri halka anlatacağız. Referandum süreci bizim için demokrasiyi savunan kitleleri kazanma kampanyasıdır. Hodri meydan, halka soralım. Biz Gezi Parkı’nı kurtaran ve 15 Temmuz gecesi tankları durduran milyonlarca insanın mücadelesine güveniyoruz. Mücadele edenler olduğu sürece hiçbir şey bizim için son olamaz. Tam demokrasi isteyenler bu sürece cesaretle girmelidir.
halk ayaklanmalarına müdahale etti. IŞİD tüm bu güçler açısından Suriye’deki varlıklarını meşrulaştırma aparatı oldu. Son bir haftadır Esad rejimi, Rusya’nın desteğiyle Halep’e yönelik şiddetli bir son saldırı başlattı. On binlerce insan köşeye sıkıştı. Büyük bir katliamın yaşanması korkusu var. Halep halkıyla dayanışmak çok önemli. Halep halkıyla dayanışma çağrılarını IŞİD’le dayanışmak olarak kodlayanlar, Arap halklarının kendi kaderini bnelirleme mücadelesini en başından itibaren küçümseyenler. Halep’in yanındayız! Suriyeli göçmenler kardeşimizdir!
BATAKLIĞA GÖMÜLMEK
ALENEN ALEVİ DÜŞMANLIĞI
Tanklar Türkiye sınırının 30 kilometre ötesindeki El Bab'ın kapısına dayandı. Şehri elinde tutan IŞİD şehrin girişinde bine yakın hendek kazarak Türkiye ordusu ve Suriyeli mütefiklerini engellemek istiyor.
Kadıköy’ün eski belediye başkanı CHP’li Selami Öztürk TV’de canlı yayına çıktı. İstanbul Anadolu yakasında partisini ayakta tutan Alevi seçmenleri aşağıladı ve hedef gösterdi: “Suriye’deki Irak’taki mezheplerle bizdeki mezhep ayrılığı çok farklı. Bizim Alevi kitlemiz, kendisine baskı yapılsa da yakılsa da öldürülse de buna karşılık vermeyen, tam tersine sineye çeken ama bunu farklı şekillerde anlatan bir yapıya sahip. Bu bizim için büyük bir şans.” Alevi örgütleri bu sözleri protesto ederken, suç duyurusunda bulundu.
18 askerin öldüğü, onlarcasının yaralandığı, iki tanesinin IŞİD'in eline geçtiği Fırat Kalkanı operasyonu ilk ciddi engelle karşı karşıya. El Bab'daki durum, Türkiye ordusunun girip de çıkamayacağı uzun süreli bir savaşa ve büyük zaiyatlar olasılığına işaret ediyor.
GÜNDEM
DARBECİ NATO!
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
KOLOMBİYA BAŞARIYOR Kolombiya’da barış anlaşması referanduma sunulduğunda reddedilmişti. Reddin çeşitli nedenleri vardı ama önemli olan, bu nedenlere taviz verilmemesi ve barış süreci bir darbe almış olmasına rağmen muhatapların geri adım atmamasıydı. Taraflar, süreçte kendilerinden kaynaklı eksikliklerin objektif bir değerlendirmesini yapıp, yeniden ileriye doğru bir adım attılar ve 52 yıl süren iç savaş koşullarına son verecek anlaşmayı senatoya getirdiler. Haber basında şöyle yer aldı: “24 Kasım’da Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ve FARC lideri Rodrigo Londono arasında imzalanan yeni barış anlaşması Senatodan 0 ret oyuna karşı 75 evet oyuyla geçti. Senato başkanı Mauricio Lizcano oylamanın ardından ‘Yaşasın Kolombiya, yaşasın barış’ dedi.” Kolombiya barış süreciyle ilgili şu bilgiler, Senatoda onaylanan barış anlaşmasının ne kadar önemli oldu-
NATO'nun Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral Curtis Scaparrotti, 8 Aralık’ta yaptığı açıklamada, bu örgütün darbeci ve müdahaleci karakterini de açığa vurdu. Scaparotti, Brüksel'de yaptığı açıklamada, 15 Temmuz'daki darbe girişiminden bu yana NATO bünyesinde görev yapan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne mensup yaklaşık 150 üst düzey askeri personelin tutuklandığınması, geri çağrılması ya da emekliye sevk edilmesinden rahatsız olduğunu ifade etti. Darbeci subayları savunan NATO komutanı, "Bu subaylar, NATO'ya önemli hizmetler verdi... Burada yetenekli ve yetkin insanlarla birlikte çalışıyordum ve şu anda ekibimde yetenek, uzmanlık ve üretilen iş anlamında bir zayıflama görüyorum." Daha önce de İncirlik Üssü’nde görevden almaların ardından benzer açıklamalar yapılmış ve tutuklanan dar-
becilerin ilişkilere zarar verdiği NATO yetkilileri tarafından ifade edilmişti. NATO ve Gladyo isimlerinin yan yana kullanılmasının tesadüfi olmadığı NATO komutanının açıklamalarından görülüyor. Aynı komutan, tutuklanan askerlerin darbe girişimine karışıp karışmadıkları sorusuna ise “Hayır” yanıtını verebiliyor. ABD’nin maço, ırkçı, iklim değişimi inkarcısı ve trilyonewr yeni başkanı Trump ise hem NATO hakkında hem de ABD’nin darbeci dış politikası hakkında şunları ağzından kaçırdı: “Artık askeri darbeleri ve rejim değişikliğini desteklemek yok”. NATO hem küresel bir seri katildir hem de Latin Amerika’dan Türkiye’ye sayısız darbe, darbe girişimi ve suikastı gerçekleştiren, destekleyen, planlayan bir örgüttür.
ğunu gösteriyor: “Yarım asırlık çatışmalar boyunca yaklaşık 220 bin kişi yaşamını yitirdi. 6 milyondan fazla kişi evlerinden ayrılmak zorunda kaldı. On yıllar boyunca ordu güçleri operasyonlarını, FARC ise saldırılarını sürdürdü. FARC asıl olarak güvenlik güçlerini hedef aldı. Ama sivillerin yaşamını yitirdiği saldırılar da oldu.” Kolombiya’da on yıllardır süren barış görüşmeleri, defalarca aksadı, defalarca sona erdi ama her seferinde yeniden başladı. 2011 yılında başlayan son süreç bile çeşitli nedenlerle krize girdi, askıya alındı ama toptan çöpe atılmadı. Yeni anlaşmayla FARC bütün silahlarını Birleşmiş Milletler yetkililerine teslim edecek.
ÖĞRETMENLERİN HUKUK MÜCADELESİ DEVAM EDİYOR
Kolombiya Türkiye’ye tıpatıp benzemiyor kuşkusuz.
Kanun hükmünde kararnamelerle açığa alınan ya da ihraç edilen eğitim emekçilerinin mücadelesi devam ediyor.
da gerekmiyor. Beşiktaş’taki bombalı saldırıda 44 kişi-
Sendikanın hukuk mücadelesi sonucu, açığa alınan 10 bin 232 Eğitim Sen üyesinden 9 bin 306’sı göreve iade edildi.
öfke ve intikam gibi duyguları şiddetlendirdi ve ha-
Eğitim-Sen başkanı Kamuran Karaca okullardaki durumu şöyle anlattı:
bomba eylemleri, arabalı bomba eylemleri gerçekleşti
"Eğitim alanında şu an 30 bin 501 ihraç, 12 bin civarında da açığa alma gerçekleşti. Buna toplamda özel okul öğretmenlerini de dahil edersek 60 bin civarında öğretmen bu kapsamda okullarından, eğitim ortamlarından, öğrencilerinden uzaklaştırılmış oldu. Bu süreçte eğitimin de her boyutuyla olumsuz etkilendiği ortada. 1 buçuk milyon öğrenci bu süreçte öğretmensiz kaldı. Veli, öğrenci, öğretmenler açısından bu süreçte büyük problemler yaşandı. Eğitimin niteliği, eğitim hakkı yönüyle bakıldığında etkileri hissediliyor. Bu sürecin hızla bitirilip eğitimde normalleşmenin sağlanmasına ihtiyaç var. Ama görülen o ki halen ihraç ve açığa almaların dönüşleri ağırdan alındığı için 2016-2017 eğitim öğretim yılının ilk yarısı bu olumsuzluklar gölgesinde tamamlanmış olacak. Haliyle bu dönem kaybedilmiş bir dönem olacak.
Ama sorunun çözümü için benzerliğin tıpatıp olması nin öldürülmesi ve 150’ye yakın insanın yaralanması rekete geçirdi. Son bir yılda bombalı eylemler, canlı ve şehir merkezleri defalarca kana bulandı. Sadece bu tür eylemlerde yaklaşık 400 kişinin öldüğünü, binlerce insanın yaralandığını biliyoruz. Ama Kolombiya deneyimi tam da bu dönemde ilham verici olabilir ve olmalıdır. Çok değil, 2015’in Temmuz ayından önceki iki buçuk yıl, şiddetin günlük yaşamı bu kadar belirlemesine izin vermemiştik. Kaldı ki Beşiktaş katliamı dahil şiddetin aramızdan çekip aldığı kaç insanın bugün aramızda olacağını hatırlamak bile çözüm sürecinin yeniden devreye girmesinin zorunluluk olduğun gösteriyor.
4
DÜNYA
HALEP’TE KATLİAMA HAYIR
‘YAŞASIN ENTERNASYONALİZM! YAŞASIN SOSYALİZM!’ DSİP yıllık konferansı geçen hafta İstanbul’da toplandı. Dünyanın çeşitli yerlerinde mücadele eden sosyalistlerin konferansa yollladığı dayanışma mesajları: MISIR (Devrimci Sosyalistler) Özellikle, 15 Temmuz darbesiyle ilgili olarak siyasi tutumunuzu ve darbeye karşı duruşunuzu tebrik ederiz. Solun büyük çoağunluğu yalpalarken, sizinki net ve keskin bir devrimci Marksist tutumdu. O günlerde dünyanın her yanında devrimcilere ilham kaynağı oldunuz. Mücadeleye devam. PAKİSTAN (Devrimci Sosyalistler) Konferansınız vesilesiyle DSİP’e yoldaşça selamlarımızı gönderiyoruz. Konferansınız Türkiye son derece kritik günlerden geçerken gerçekleşiyor. Pakistan Devrimci Sosyalist Örgütü olarak, Türkiye’deki ve Suriye’deki yoldaşlarımızın Suriye sorunuyla ilgili tutumunu tümüyle destekliyoruz. Suriye’ye yapılan tüm dış müdahalelere ve Türkiye’nin askeri operasyonlarına karşıyız. Amerika, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve tüm diğerleri ellerini Suriye’den çekmelidir. Suriye halkı kendi geleceğini kendisi belirlemelidir. Kürt sorununda, Türkiye devletinin terör estirdiği tüm bölgelerde Kürt halkının yanındayız. Tutuklanan tüm parti üyelerinin, gazetecilerin, öğrencilerin, yazarların, öğretmenlerin ve işçilerin serbest bırakılmasını talep ediyoruz. DSİP’in mücadelesi bizim de mücadelemizdir. Yaşasın enternasyonalizm, yaşasın sosyalizm. İNGİLTERE (Sosyalist İşçi Partisi)
Rusya Halep’te kaliam yapsa da Putin’le Türkiye’nin dostluğu devam ediyor.
Ağustos ayından beri kuşatma altında olan Halep’te Esad rejimi katliam gerçekleştiriyor. Üç yıldır muhaliflerin kontrolündeki kentin doğusunu almaya çalışan rejim son aylarda, Rusya’nın bombardımanları ve İran’ın askeri desteğiyle saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Kasım’da kara harekatı başlatmıştı. Halep’in doğusundaki kuşatma nedeniyle burada yaşayan siviller aylardır bir yandan açlık diğer yandan bombardımanlar karşısında hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Bölgedeki son hastane de 18 Kasım’da rejim tarafından bombalanmıştı.
halkı, karşı devrimci IŞİD’e, Esad rejimine ve Suriye’yi bombalayan emperyalist koalisyona karşı aynı anda mücadele ediyor.
Son günlerde yoğunlaşan saldırılarda birçok sivil hayatını kaybetti. Kuşatılan bölgeden, rejim denetimindeki Batı Halep’e kaçmayı başaran siviller, rejim tarafından alıkonuluyor. Siviller arasındaki erkekler zorla askere alınıyor. Doğu Halep’te yaşam altı mahalleye sıkışmış durumda. Ferdous mahallesinde rejim askerlerinin sivilleri sokakta kurşuna dizdiği söyleniyor. BM insan hakları ofisi, rejim güçlerinin Doğu Halep’teki evlere girerek sivilleri öldürdüğünü açıkladı.
Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “ABD, Rusya, İran ve Körfez ülkeleriyle” Halep’teki sivillerin tahliyesi için görüşeceklerini duyurdu. Ancak Türkiye hükümeti Suriye’deki sivilleri gerçekten umursuyorsa önce savaşın ortağı olmaktan vazgeçmeli. TSK’ya bağlı birilkler Suriye’de, savaşı derinleştiren bir unsur olmaya devam ediyor. ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun Suriye’yi bombalayan uçakları hükümetin onayıyla Türkiye’deki askeri üslerden havalanıyor. Hükümet bölgede kendi çıkarları adına ABD, Rusya ve rejim arasında “denge” gözetiyor, bugüne kadar bir dizi katliama göz yumdu. Suriye’de savaştan kaçan milyonlarca sığınmacıyı zaman zaman AB’ye karşı kullanılacak bir koz olarak görüyor. Hükümet yetkililerinin bugün Halep hakkında yaptığı açıklamalar timsah gözyaşlarından ibaret. Suriye halkıyla dayanışmak umurlarında değil.
2010’da başlayan Arap devrimlerinin bir parçası olarak özgürlük talebiyle ayaklanan Suriye halkının devrimi, tüm dünya kamuoyu tarafından en fazla yalnızlaştırılan deneyim oldu. Esad’a muhalif herkesin radikal cihatçı olarak kodlandığı rejim manipülasyonunun etkisi, Esad-Rusya-İran ittifakının katliamlarına dünya kamuoyunun tepkisizliğinin önemli nedenlerinden biri. Suriye
Suriye halkıyla gerçek dayanışma, ABD veya Rusya-Esad bloklarından herhangi biri arasında tercihte bulunmayanların, tüm güçlerin bombardımanlara derhal son vermesini savunanların, Türkiye hükümetinin Suriye’den elini çekmesini talep edenlerin, “mülteciler hoşgeldiniz” diyenlerin bir araya geleceği bir savaş karşıtı hareketin inşa edilmesidir.
Müthiş çalkantıların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Washington’dan Güney Kore’ye, her tarafta siyasi istikrarın ve kesinliklerin dağılmasına tanık oluyoruz. Geçtiğimiz yıl içinde Türkiye, kendi payına düşenin de üzerinde fırtınalara sahne oldu. DSİP bu fırtınaları göğüsleyecek cesarete ve düşünce netliğine sahip olduğunu kanıtladı. Karşı karşıya olduğunuz baskıya direnmekte, gerçek demokrasi ve kurtuluş için mücadelenizde, yanınızda olduğumuzu bilmenizi isteriz. Uluslararası Sosyalizm geleneğinin politikaları bugün her zamankinden de daha canalıcı bir önem taşıyor. Bugün yapacağınız tartışmaların, Türkiye’de ve bölgede sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinde size ışık tutmaya devam etmesini dileriz. Sizinle yoldaş olmaktan gurur duyuyoruz. Mücadeleniz mücadelemizdir. GÜNEY KORE: (İşçi Dayanışması) Açık ki, hepimiz bir ekonomik ve siyasi kriz döneminden geçiyoruz. Türkiye ve Kore egemen sınıfları kendi bölgelerinde aktif oyuncular olma hırsıyla davranıyor ve yaptıkları her şey jeopolitik istikrarsızlığa katkıda bulunuyor. Bu nedenle, biz Koreliler hükümetinizin Suriye ve Irak’taki müdahalelerine karşı yürüttüğünüz mücadelenin önemini iyi anlıyoruz. Demokrasi mücadelenizde de yanınızdayız. İçinde bulunnduğumuz kriz devrimci bir çözüm gerektiriyor ve bu çözümün ilk adımı kuşkusuz devrimci partinin inşası. NİJERYA: (Sosyalist İşçi Birliği) 15 Temmuz darbe girişiminin ardından açık ki bugün Türkiye’de devrimci bir değişim örgütleme çalışmalarının karanlık arka planını oluşturuyor. Mücadelenizde bizler de DSİP’in ve Türkiye işçi sınıfının yanındayız. DSİP’li yoldaşlarımızın çalışmalarını uzun zamandır yakından izliyoruz. Partinin inşasında yorulmaz çabalarınız, başarılarınız ve yaratıcılığınız bizlere de ilham veriyor. AKP hükümetinin saldırılarını püskürteceğiniz konusunda içimiz rahat.
DÜNYA
5
KAPİTALİZMİN KRİZİNE KARŞI MÜCADELE
Japonya’da işçiler bankaları protesto ederken. OZAN TEKİN
İngiltereli marksist Michael Roberts, 20072008’de patlak veren krize Uzun Buhran ismini veriyor. Bunun sebebi, normalde krizin arkasından gelmesi beklenen toparlanma ve hızlı büyüme döneminin bu krizin ardından yaşanmamış olması. Kârlılık oranlarının istenen seviyelerde olmaması sermaye sınıfının yatırımlarını azaltıyor. IMF’nin 2016 Ekim’inde yayımladığı rapora göre, küresel borç 152 trilyon dolara yükseldi. Bu, borç oranının, küresel ekonominin hacminin iki katını aşması demek. Finans piyasaları ve bankacılık sistemi de ekonomik toparlanmaya aracı olabilme noktasından çok uzakta. 152 trilyon dolarlık küresel borcun yanı sıra, bankacılık sektöründe de 50 trilyon dolarlık borçlanma mevcut. Dünyanın en büyük kapitalist ekonomisi ABD’nin “toparlanma” dönemi oldukça yavaş geçiyor. Ekim ayı itibariyle ABD ekonomisinin büyüme hızı %1.7’de kaldı. ABD’ye rakip olan ikinci büyük ekonomi olan Çin’de ise özel sektördeki borç, gayrisafi yurtiçi hasılanın %70’ine ulaştı.
Diğer yandan, Rusya ile ABD ve Avrupa devletleri arasındaki gerilim, Ortadoğu’da süren savaşların tırmanmasına yol açıyor. Irak ve Suriye’de, farklı küresel güçler ve onların bölgesel müttefikleri, hızla değişen ittifaklar çerçevesinde bölgedeki hakimiyetlerini artırmaya çalıştıkları karmaşık bir denklem içerisinde yer alıyorlar. ABD, bu bölgedeki politik gelişmeler sonucunda da geriliyor. Bugün Suriye’de avantaj tamamen Baas rejimine destek veren Rusya’da. En kritik bölge olan Halep’te gelişmeler onun istediği şekilde gerçekleşiyor. Emperyalist dünya sisteminin krizi, muazzam bir silahlanma yarışına da yol açıyor. Savaşlar mülteci krizini körüklüyor, bir yandan ekolojik kriz gezegeni yok olmanın eşiğine götürüyor. Neoliberalizmin iflası ve siyasal istikrarsızlık
Emperyalizmin bunalımı
Neoliberal politikalar kârlılık krizini çözmüyor. IMF ve AB’nin dayattığı tüm politikalar yıllarca sistemli olarak uygulanmasına rağmen, Yunanistan’ın içine düştüğü krizden çıkabileceğine dair hiçbir emare yok. İspanya ve İtalya gibi Güney Avrupa’nın önemli ekonomileri, krizin sonucu olarak işsizlik ve yoksullukla boğuşuyor.
Ekonomik kriz ve istikrarsızlığın jeopolitik sonuçları var. Birincisi, ABD ile Çin arasında Pasifik Okyanusu’nda yaşanan rekabet. Burada Çin, ABD’yi geriletiyor.
Neoliberal politikaların yarattığı yıkım, işçiler açısından dünyanın her yerinde anaakım politikalara yabancılaşma ve bunun sonucu olarak merkez partilerin
çöküşüne yol açtı. Bu, bazı yerlerde sola, bazı yerlerde sağa, bazı yerlerde ise hem sola hem de sağa kayışların çarpıcı bir şekilde görülmesine yol açıyor. Batı’daki gelişmiş kapitalist ekonomilerin neredeyse tamamında, yapılan her seçimde, merkez sağcı ve merkez solcu asıl partilerin halktan buldukları toplam destek yarım asır öncesine göre neredeyse yarı yarıya azalmış durumda. Mücadele ve sosyalistler Krizin yol açtığı politik sonuçların sosyalistler açısından ne anlama geldiği ise daha dikkatle incelenmesi gereken bir husus. Bundan birkaç yıl önce sarkaç sola daha çok vuruyordu. 2011 yılının başında patlak veren Arap Baharı’yla birlikte, dünyanın onlarca ülkesinde geniş kitleler mücadelelere atıldılar. Sokak ve meydan işgalleri, bunların sonucu olarak merkez solun daha solunda siyasi alternatiflerin güçlenmesi, diktatörlerin veya hükümetlerin sokak mücadeleleri sonucu krize girmeleri veya devrilmeleri sık görülen olaylardı. Bugün ise aşırı sağın ve faşist seçeneklerin de birçok yerde güçlendiğini görüyoruz. Fransa’da Le Pen, ABD’de Trump, İngiltere’de UKIP, Almanya’da AfD, Avusturya’da Hofer… Böyle bir dizi siyasi hareket, krize sağcı çözümler önererek geniş emekçi kitlelerin sisteme yabancılaşmasını istismar ediyor.
Ancak durum bütünüyle sağcıların inisiyatifine geçmiş de değil. Popülist/ırkçı sağın yükseldiği her yerde ona karşı solda da bir alternatif ve mücadele var. Trump’ın başkan seçilmesinden hemen önce ABD’de, dünya kapitalizminin kalbinde kendini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Bernie Sanders, Demokrat Parti’nin adayı olmanın eşiğine geldi. Brexit’ten Muhafazakâr Parti’nin sağ kanadının ve UKIP’ın faydalanmaya çalıştığı koşullarda, ABD’nin en büyük müttefiki İngiltere’de geleneksel sosyal demokrat partinin başına aşağıdan bir hareketin sonucunda Jeremy Corbyn geldi. Almanya’da AfD büyürken, bir yandan da, örneğin Berlin seçimlerinde, radikal solcu Die Linke de beklenenin üstünde güçlendi. Avusturya’da antifaşistlerin ısrarla yürüttükleri kampanya Hofer’in yenilgisini sağladı. Sisteme yabancılaşma, AB’nin dağılması gibi ihtimaller, sosyalistlerin önüne fırsatlar da çıkarıyor. Ancak bunları değerlendirebilmenin yolu, insanların yaşadığı yoksulluk ve hayatlarındaki yıkım ile Ortadoğu’da yaşanan savaş, mülteci krizi ve ırkçılık arasında bağlar kurarak, bütünlüklü bir açıklamayı hakim hâle getirmek. Bunu yapmanın önündeki temel zorluk, küresel ölçekte devrimci solun zayıflığı. Fakat mevcut durumdan ileri gidiş de ancak böylesi hamlelerle, gerçek mücadeleler içinde kendimizi büyütmekle mümkün.
6 GÜNDEM
BARIŞ İSTEYENLER BOMBALI SALDIRIYI LANETLEDİ Küresel BAK: “Bu saldırıların hepsi, barışa, halkların kardeşliğine ve bir arada yaşama yöneliktir. İnsanları öldürerek ulaşılmak istenen hiçbir ulvi amaç olamaz. Bu tür saldırılar ve katliamlar, insanları kutuplaştırır, ayrıştır. Bu kutuplaşmalar, barışın, adaletin, kardeşliğin düşmanları için arayıp da bulamadıkları bir politik iklim yaratır. Şiddet ikliminin panzehri barış için adım atılmasıdır. Ülkemizde barış ortamının yeniden tesis edilebilmesi için Kürt meselesinde barış ve çözüm için adım atılmalıdır. Öte yandan bu yaşadıklarımızda Suriye’de, Irak’ta süren savaşa müdahil olmanın da payı var. Savaşın yarattığı acı sonuçları bölgeyle birlikte yaşıyoruz. Türkiye’nin bir an önce Suriye ve Irak’taki savaştan çekilmesi, barışçı bir politik çizgi izlemesi gerekir.”
BOMBALI SALDIRILARI, ÖLÜMLER
YENİDEN ÇÖZÜM, Y
Yaşam İçin Ses Ver inisiyatifi: “Bizler, şehirlerin ortasında patlatılan bu bombaların masum insanların ölümünden başka bir sonuç getirmeyeceğini ifade ediyor ve bu savaşa bir an önce son verilerek müzakere masasının yeniden kurulması çağrısında bulunuyoruz. Gelin hep beraber; azalan umutlarımızı yeşertmek, insanlığı yeniden diriltmek, çocuklarımıza aydınlık yarınlar bırakmak, barış türküleri söylediğimiz günlere erişebilmek için; savaş için değil Yaşam İçin Ses Ver'elim. Bomba seslerinin hakim kılındığı bir dünyaya değil, yaşamın inşa edilmeye çalışıldığı bir dünya için Ses Ver'elim! Ölüm değil çözüm, savaş değil müzakere!” Adalet Zemini: “Artık yeter, tek bir ölüme daha tahammülümüz yok. Her ölüm, insanları kutuplaştırıyor, ayrıştırıyor. Ve bu kutuplaşma, kardeşliğin düşmanları için arayıp da bulamadıkları bir politik iklim yaratıyor. Atılan her kurşun, her bomba barışa, kardeşliğe uzanan yola atılıyor. Yaratılan her karmaşa, barış sözlerinin duyulmasını engelliyor. Artık yeter, ölüm, kan, bomba haberleri duymak istemiyoruz. Bizler acil barış, acil demokrasi, daha fazla özgürlük istiyoruz.” Antikapitalistler: “Hiçbir saldırı meşru değildir. Gerekçesi ne olursa olsun, devletin şiddetinin ürettiği çelişkileri derinleştirmekten, insanları sokaktan ve sivil siyasetten uzaklaştırmaktan başka hiçbir şeye faydası olamaz. Ancak bunu salt asayiş ve güvenlik sorunu olarak gösterip saldırganları kınamanın, saldırıları “hain ve alçak canilerin” kötülüklerine indirgemenin, sorunun ne açıklanmasına ne de çözümüne katkı sağlamadığı açık. Şans eseri hayatta olduğumuzu hissettiğimiz ve her gün daha da boğucu hale gelen bu havayı dağıtmanın yolu dünyada ve Türkiye’de barış için çaba göstermekten, savaşların bir an önce bitmesi için adım atmaktan geçiyor. ‘Mili çıkarları’ masum insanların hayatlarının üstünde tutan siyasetlerin bize ne kadar değer verdiği açık. Dehşet ve belirsizlik değil, barış ve güven içerisinde yaşamak istiyoruz.”
Beşiktaş stadı, 44 kişiminin yaşamını yitrdiği yüzden fazla kişinin yaralandığı intihar saldırısı sonrası.
Beşiktaş’ta maçın hemen ardından gerçekleşen bombalı saldırı ve bu saldırıdan bir dakika sonra Maçka Parkı yakınında gerçekeleşen canlı bomba saldırısı tüm toplumun üzerine bir kabus gibi çöktü. İstanbul’un en merkezi noktalarında birisine yönelik bu katliam daha önce Ankara ve çeşitli yerlerde şehir merkezlerinde bombalı saldırı gerçekleştiren TAK tarafından üstlendi. Daha önce sivilleri öldürdüğünde gerekçe bulan, yanlışlıkla olduğunu söyleyen TAK bu sefer yaptığı açıklamada Kürt sorununun savaşçı yöntemlerle çözülmesine sessiz kalan Türklerin de ölmeyi hakettiğini ima eden açıklamalar yaptı. Türkiye halkının faşizme dur demediği için kurunun yanında ölen yaş olarak ifade edilmesi tüm sivillerin tehdit edilmesi anlamına geliyor. Beşiktaş saldırılarında 150’den fazla insan yaralı, 37’si polis 44 kişi de öldü. Neredeyse ayda bir bir bombalı saldırı altında büyük şehirler. IŞİD ve TAK benzer gerekçelerle ve aynı yöntemlerle saldırıyor. Bombalar düşmanımızdır Bombalı saldırılar, kim yaparsa yapsın, herhangi bir ezilen grubun mücadelesine hizmet etmez. Bombalı saldırılar, asıl olarak devletin yarattığı şiddet sarmalını körüklüyor ve ölümleri tırmandırıyor. Herkesin hayatından endişe ettiği güvensizlik ortamı, yalnızca hükümetlerin “güvenlik” adı altında daha otoriter politikalara yönelmesine yol açmıyor; hükümetin otoriterliğine karşı mücadele edebilecek toplumsal ve siyasi güçleri de karamsarlığa itiyor. Troçki’nin dediği gibi, kitlelerin rolünü onların kendi bilinçle-
rinde küçültüyor. Cumartesi günü patlamayla beraber İstanbul’un merkezlerin dekorku, endişe, panik havası hakimdi. Ambulans sesleri, polis sirenleri insanları yılgınlığa iteliyordu. Ertesi gün, yasaklansa da KESK Bakırköy’de basın açıklaması yapacaktı. KESK basın açıklamasını iptal etmek zorunda kaldı. İnsanlar sokağa daha güvensiz çıktılar. Daha da önemlisi, saldırıya karşı her zamankinden biraz daha farklı bir milli birlik havası şekillendirildi. Üniversiteler, taraftar grupları, siyasi partiler, kitle örgütleri, her biri bir diğerine basınç uygulayarak milli birlik zeminini güçlendirdiler. HDP düşmanlaştırılıyor Bu milli birlik ortamı ise HDP’ye yönelik bir kinin örgütlenmesine yardımcı oluyor. HDP yöneticileri en başından itibaren katliamı kınasa da partinin genel merkezi basıldı, yöneticileri gözaltına alındı. Selahattin Demirtaş, cezaevinden yolladığı mesajda şunları söyledi: “İstanbul’da Cumartesi akşamı gerçekleşen acımasız katliamı lanetliyor, kınıyorum. Saldırıda yaşamını yitiren bütün insanlarımıza Allahtan rahmet, yakınlarına başsağlığı dileklerimi sunuyor, sabırlar diliyorum. Yaralanan yurttaşlarımıza acil şifalar diliyorum. Bütün toplumu, halkımızı şiddet karşıtlığında, barış, kardeşlik, demokrasi ve özgürlük duyguları etrafında umutla bir arada durmaya davet ediyorum.” Fakat sanki saldırıyı gerçekleştiren HDP’ymiş gibi, HDP üyelerine yönelik saldırılar tırmandırıldı.
GÜNDEM 7
Rİ, ÇATIŞMALARI DURDURALIM!
YENİDEN DİYALOG!
GÖRÜŞ Roni Margulies
MAVİ MARMARA VE “ORMANDAKİ DELİKANLI” Belki inanmayacaksınız, ama yemin billah ederim, internette şöyle bir şiir gördüm:
Birgün bir delikanlı, dolaşırken ormanda, Vahşi hayvanlar sarmış etrafını bir anda. Delikanlı korkmamış, gür sesiyle kükremiş; ‘Van minüt kapak olsun bunca vahşete’ demiş.
Anladım ki, bu destan ezberleri bozacak; Bu mesajı tarihler, mahşere dek yazacak. Artık bütün mazlumlar hırkayı giyecekler; Ve bütün zâlimlere ‘van minüt’ diyecekler.
Şiirin adı “Bir Van Minüt Destanı”. Ama şairin adını vermeyeyim, şu anda büyük olasılıkla utanıyor, sıkılıyordur, ormandaki delikanlıya kızmıştır, bir de ben adamın keyfini bozmayayım.
İntikam çığlıkları
OHAL’e son! Barışa evet!
Bombalı saldırılar sadece insanları öldürmüyor, politik iklimi kin ve nefret duygularının belirlemesine neden oluyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu saldırıda yaşamını yitirenlerin cenaze töreninde yaptığı konuşmada “intikam” almaktan söz etti.
Kolombiya’da Türkiye’dekinden çok daha uzun süreli ve çok daha fazla cana mal olmuş bir savaş bitiriliyor. FARC gerillaları silah bırakırken Kolombiya devlet başkanı Nobel Barış Ödülü alıyor.
Devlet yetkilileri misliyle yanıt vermekten söz ediyor. TAK ve IŞİD gibi örgütlerin birbirine benzeyen eylemleri, her yerde güvenlik politikalarının devreye girmesine, özgürlüklerin askıya alınmasına ya da baskı ortamının daha da ağırlaşmasına neden oluyor. Çözüm günleri Çözüm süreci, Kürt sorununun her düzeyde tartışılmasını sağlamış, toplumda gerginlik azalmış, Kürtler temel haklarını kazanacakları umuduyla sürece yüzde 90’lara varan oranda destek vermişlerdi. Gerçekten de konuşulamaz denilen her konu konuşuluyor, Abdullah Öcalan’ın mektupları miting meydanlarında okunuyordu. 2015 yılında çözüm sürecinin sonlanmasıyla beraber, gerginlik yavaş yavaş yeniden tırmanmaya başladı ve bombalı saldırılar Türkiye siyasetinde belirleyici bir etken haline geldi. Çözüm ve barış ortamı geriledikçe, Türkiye sınır ötesi harekatlarla ve sınırötesi harekat yapan ABD gibi güçlere İncirlik Üssü’nü verdikçe, yani Irak ve Suriye’de savaşın aktif bir parçası oldukça gerilim ve kaos ortamı siyasal alana damgasını basmaya başladı.
Türkiye’de de savaş ortamı ne kadar derinleşirse derinleşsin, her seferinde sonunda devletle Kürt hareketi arasında bir düzeyde temas oldu. Bu temaslar bazı dönemlerde, örneğin 2009 yılındaki “demokratik açılım” ve 2013 yılında başlayan “çözüm süreci” gibi kritik aşamalara evrildi. Bombaların ve ölümlerin sona ermesi için yapılması gereken hem Kürt sorunu bağlamında Türkiye içinde hem de Ortadoğu’da barışçıl politikaların izlenmesidir. Her katliamın ardından “hesabını soracağız” denilmesi ölümleri ve savaş ortamını durdurmuyor. “Terörle mücadele” diyerek milliyetçiliği yükseltmek egemen sınıfın işine geliyor. Ancak Kürt sorunu “terör” ile ilgili değil, 40 yılı aşkın süredir devam eden bir sorun ve 50 binden fazla ölen insan var. Sınırötesi askeri operasyonlar, Kürt illerinde baskı, kitlesel kıyımlar, gazete kapatmalar ve Kürt aktivistlere tutuklamalar … Hepsi “terörle mücadele” için yapıldı ve sorunu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramadı. Sorunu çözecek olan, bombalı saldırı planları yapanları deşifre edecek olan Kürt sorununda diyalog yönteminin devreye girmesidir.
Bu güzel şiiri okuduktan sonra, başka var mı diye biraz daha araştırdım. Şiir bulamadım, ama Nisan 2009 tarihli şöyle bir haber gördüm: “Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta ‘One minute’ çıkışı film oluyor”. Habere göre, “Filmi, Başbakan’ın zirveye damgasını vuran çıkışından esinlenen yönetmen Ömer Uğur çekecek. Erdoğan’ın sözlerinden etkilenen, ünlü olamamış bir kadın oyuncu, sinemadaki erkek egemenliğine isyan edip ‘Van Minüt!?’ diye bağırarak Şahan Gök Bakar, Cemal Hünal ve Mustafa Üstündağ’a karşı savaş ilan edecek ve olaylar böylece gelişecek.” Sanırım bu film çekilmedi. İyi ki çekilmemiş. Çekilseydi, hem ünlü olamamış kadın oyuncu hem de Davos Fatihi açısından bugün biraz yüz kızartıcı bir durum oluşurdu. Geçen hafta, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi Mavi Marmara davasının Türkiye ile İsrail arasında Haziran ayında yapılan anlaşma gereğince altı yıl sonra düşürülmesine karar verdi. Düşme kararının ardından İsrailli sanıklar hakkındaki yakalama emri kaldırıldı ve kırmızı bülten geri çekildi. Kararını açıklayan mahkeme heyeti, Türkiye ile İsrail arasında imzalanan anlaşmanın 4’üncü maddesinin 2’nci cümlesinde şöyle denildiğini belirtti: “Her halükârda bu anlaşma, İsrail’in, İsrail adına hareket edenlerin ve İsrail vatandaşlarının, Türkiye Cumhuriyeti veya Türk gerçek veya tüzel kişiler tarafından konvoy hadisesiyle ilgili olarak kendilerine yönelik doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’de yapılmış ve yapılacak her türlü hukuk ya da cezaî talebe ilişkin her türlü sorumluluktan tamamen muaf tutulmalarını sağlayacaktır.” Yani mahkeme demiş oldu ki, “Hükümet İsrail’le anlaştı, Mavi Marmara’yı da Gazze halkını da sattı, biz ne halt edebiliriz ki!”
8
PERSPEKTİF
YERLİ VE MİLLİ KONSEPTİNE KARŞI MÜCADELE
Yerli-milli ittifakı istikrarasızlıktan başka bir şey getirmedi. Çözüm işçilerin mücadelesinde.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruluş sürecinin kanlı tarihinin ve kadim Kürt sorununa müdahalesinin her bir dönemecinin gösterdiği gibi, hali hazırda yerli ve milli bir ideolojik-politik eksene sahiptir. Fakat, 2015 Eylül ayında “verin 400 yerli ve milli milletvekili kaos bitsin” diyebilen Erdoğan’ın çıkışı, yeni bir devlet politikasının şekillenmekte olduğunun, devletin bugünkü ihtiyaçlarının tayin ettiği bir konseptin devreye girmekte olduğunun işaretiydi. Bu yönelimin şekillendiği tarihsel ve güncel arka plan birkaç başlıkta özetlenebilir; Arap devrimlerinin yenilgisi ve hükümetin değişen Ortadoğu politikası, Gezi direnişinin ardından, yolsuzluğu ortaya çıkan hükümetin Ergenekon ve Balyoz klikleriyle uzlaşması, Suriye’de Kürt hareketinin elde ettiği kazanımlar karşısında devletin tüm katmanlarının ve egemen sınıfın geniş kesimlerinin refleksinin yerli ve milli konsept etrafında birleşmek olması, son olarak 15 Temmuz’da darbe girişiminin yaşanması. Çözüm süreci günlerinde HDP’yle yeni bir anayasanın gerekliliği konusunda işbirliği içinde olan AKP, 15 Temmuz’dan sonra, MHP’yle yeni bir anayasanın gerekliliği konusunda ortaklaştı. Bu anayasa, Türklük üzerine vurguların
bütünüyle kaldığı, antidemokratik içeriğin güçlendiği ve siyasi hedefi başkanlığı tesis etmek olan bir anayasa olacak. Yerli ve milli koalisyon, bu anlamda, siyasi hedefi yerli ve milli bir başkanlık olan bir değişim yönünde yeni bir hamle yaptı. Erdoğan, büyük bir maharetle 15 Temmuz darbe girişimini MHP’den aldığı destekle başkanlık girişimi için bir fırsata çevirdi. Başka hiçbir biçimde OHAL ilan etme fırsatı olmayan hükümet, 15 Temmuz’dan sonra OHAL ilan etti. Bu, kelimenin tam anlamıyla yerli ve milli bir OHAL. Bir yandan Suriye ve Irak’ta konumunu güçlendirme, PKK-YPG güçlerinin elde ettiği mevzilere nefes aldırmama, öte yandan IŞİD’le Suriye içlerinde savaşarak sınırda bir güvenli bölge oluşturma çabaları, beri yandan Rojava’da kantonal bir birlik kurulmasını ve tüm sınır boyunca Kürt özerk yapısının komşu olmasını engelleme çabaları dış politikada eksen haline gelmişken, iç politikada Fethullahçı darbeciler ve Kürt siyasetçilerle kıyasıya, birincisiyle yargısal ve polisiye, ikincisiyle askeri, yargısal ve polisiye mücadele bir devlet politikası olarak devam ediyor. CHP, bu politikanın esaslarına karşı çıkmıyor. CHP, yerli ve milli eksenin sınır ötesi savaşının tam destekçisiyken, Türkiye’de bu
politik eksene zaman zaman bazı eleştiriler yöneltiyor. CHP’nin eleştirileri, yeterince yerli ve milli olmama ekseni üzerine kuruluyor. Örneğin, Kürt sorununda uygulanan politikaları barışı savunarak değil, Oslo ve çözüm süreçlerinde barış girişimleri yönünde adım atıldığı için eleştiriyor. Yerli ve milli koalisyonuna karşı ne yapmalıyız? Bu “yerli-milli uzlaşma” zemini, üç faktörü hiçbir şekilde hesaba katmadı. ABD ve Batı’nın Suriye’deki Kürt hareketine yaklaşımı, TL’nin değer kaybı neticesinde artan işsizlik ve şirket iflasları riski, toplumun OHAL’le baskı altına alınmaya daha ne kadar tahammül edeceğinin belirsiz olması. Uzun süreli durgunluk Türkiye’yi etkilerken, dünya kapitalizmi de durgunluğa tepki olarak daha aşırı uçların siyaseten öne çıkmasına neden oluyor. Türkiye’de bir buçuk yıl önce HDP popülerken, buna tepki olarak 15 Temmuz darbesi ve AKP-MHP koalisyonunun kesif sağcılığı geldi. “Halkların umudu Obama”nın yerine, Trump. Putin Rus egemen sınıfının istikrar arayışının ve tepkisinin ürünü. Öte yandan Syriza, Podemos, Corbyn ve Sanders da mücadelenin diğer ucunda oluşan tepkiler.
Yerli-milli koalisyonun siyasi hedefine ulaşmasını engellemek önümüzdeki dönemde antikapitalist mücadelenin temel hedeflerinden biri olmalı. Hem Suriye hem de Türkiye’deki savaşa karşı barış talep edenlerin sesinin yan yana gelmesi gerekir. Baskıyı azaltacak şey demokrasi talebi etrafında şekillenecek bir mücadeleyi büyütmek ve varolan mücadeleleri yan yana getirmek, birleştirmek olabilir. Bu, yerli ve milli koalisyon, bir devlet, Ergenekon, MHP, AKP uzlaşmasıdır, bozulması için yapılması gereken, AKP’ye oy veren kitlelerin, huzursuzluğunun düzeyini tespit edip, bu kitlelerin geri kazanılmasıdır. 7 Haziran seçimleri bu açıdan çok iyi bir örnek. Politika zor olanı yapma sanatıysa, AKP tabanında çatlak oluşturmak çok önemli. Ya bu koalisyon OHAL’i fırsat bilerek pekişecek; ya da hem kendi iç çelişkileri hem de istismar yasasının geri çekilişinde olduğu gibi kendi çelişkileri ve aşağıdan mücadelenin dinamikleriyle giderek zayıflayacak. Anayasa referandumu süreci, bunun görüleceği bir süreç olacak.
EMEK GÜNDEMİ
ASGARİ ÜCRET PAZARLIKLARI SÜRÜYOR: HÜKÜMET PATRONLARDAN YANA Yeni yıldaki asgari ücreti belirlemek için pazarlıklar sürüyor.
Komisyonda patronları temsil eden TİSK, 2017'de asgari ücretin artırılmamasını istiyor.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu ikinci kez toplandı.
6,5 milyondan fazla emekçiyi temsil eden Türk-İş, 1300 liradan 1600'e çıkarılmasını istiyor.
Açılışta konuşan Türk-İş eğitim sekreteri Nazmi Irgat şunları söyledi: "Asgari ücretten vergi kesilmesini kabullenemiyoruz. Yıllardır söylüyoruz, bu konuda düzenlemeye ihtiyaç var. Yaşanan ekonomik gelişmeler nedeniyle alım gücünün en fazla düştüğü bir dönemi yaşıyoruz. Bu nedenle Komisyonun bunu özellikle görmesi gerekiyor. Umarım beklentilere cevap verecek bir komisyon kararı çıkar."
Peki hükümet ne diyor? Komisyonunun ilk toplantısına ev sahipliği yapan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu açık konuştu: "Geçici mutluluklar kalıcı huzura dönüşmeyebilir." Bu sözler açlık sınırının biraz üzerinde artış isteyen işçi temsilcilerine karşı sarf edildi.
FABRİKALARDA, İŞYERLERİNDE, OFİSLERDE NELER OLUYOR?
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
DEMOKRASİ VE HAKLARIMIZ İÇİN KİTLESEL MİTİNG KESK’in 10-11 Aralık Cumartesi günü Mersin, Van, Samsun, İstanbul ve İzmir’de yapacağı mitingler ilgili valilikler tarafından OHAL gerekçe gösterilerek yasaklandı. Böylece hükümetin en yetkili ağızları tarafından defalarca ifade edilen “Biz OHAL’i kendimize ilan ediyoruz, vatandaşa değil” sözlerinin gerçeği yansıtmadığı bir kez daha anlaşıldı. KESK mitingleri “Kamu düzenini, genel sağlığı veya başkalarının hak ve özgürlüklerini ciddi bir şekilde bozacak olaylara sebebiyet verebileceği…” gibi gayri ciddi gerekçeler ileri sürülerek yasaklandı. Hâlbuki kamu düzenini, genel sağlılığı, hak ve özgürlükleri ciddi bir şekilde bugünlerde hükümet bozmaktadır. Hükümet, OHAL-KHK rejimine sırtını dayayarak işçilerin, emekçilerin en temel haklarını kullanmasına engel olmaktadır. Emekçiler ise miting yaparak yaşadıkları adaletsizlikleri kamuoyuna duyurmak istemektedirler. 15 Temmuz darbecileri ile mücadele için ilan edildiği söylenen OHAL ve buna dayalı olarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler, siyasal iktidar tarafından, kendisiyle aynı görüşü paylaşmayan geniş bir kesimin bastırılması için kullanılıyor. 2.056’sı KESK’e bağlı sendikaların yönetici ve üyesi on binlerce kamu emekçisi, KHK’larla sorgusuz sualsiz, keyfi olarak memuriyetten çıkarıldı veya açığa alındı. Kamuda siyasi fişlemeler ve ihbarlar üzerinden başlatılan soruşturma süreçleri, hukuksuz ihraçlar ve açığa alma uygulamaları sonucu aileleri ile birlikte 1,5 milyon insan doğrudan mağdur edilmiş durumda. İhraç edilen, açığa alınan kamu emekçileri açlığa hatta intiharlara sürükleniyor. Bu koşullarda kamu düzenini, genel sağlığı kimin bozduğunu anlamak zor değil.
Bekart işçileri grevde!
n Netlog Lojistik'e bağlı Nedlloyd Road Cargo firmasının Polar XP projesinin deposunda çalışan ve sendikalaştıkları için işten atılan iki işçi direnişe başladı. n Kocaeli’de toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde işverenle anlaşamayan Bekaert işçilerinin grevi devam ediyor.
Birleşik Metal-İş’e üye oldu. n Çorum'un Osmancık ilçesinde yapımı devam eden TOKİ inşaatında çalışan bir işçi, 3 aydan bu yana ücret alamaması üzerine kule vincinin üzerine çıkarak eylem yaptı.
n TİS sürecinde yaşanan uyuşmazlık üzerine Türk Metal üyesi Erdemir işçileri eylem yaptı.
n MSC Medlog Lojistik'te düşük ücretlere ve kötü çalışma koşullarına karşı DİSK’e bağlı Nakliyat-İş üyesi işçilerin altı şehirde başlattıkları direniş 100. gününde.
n Kocaeli Gebze’de metal direnişi döneminde üye oldukları Türk Metal sendikasına tepki göstererek istifa eden ZF Sacsh işçileri, aradan geçen 18 ayın ardından DİSK’e bağlı
n OHAL KHK’si ile işlerinden edilen eğitim emekçileri Nuriye Gülmen ve Semiz Özakça’ya direnişlerinin 34’üncü gününde bir kez daha polis saldırdı.
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
ÖZGÜRLÜK İŞÇİLERLE GELECEK Darbecilerin yenilmesinin sevinci yerini endişelere, büyük çatışmalara, saflaşmalara ve savaşa bırakmış durumda. Bu puslu havaya işçiler son verebilir. 12 Eylül askeri yönetiminin sonu 1984’teyapılan ilk grev, onu takip eden ve kazanan grevler, işçi sınıfının Gezi’si 1989 bahar eylemleriyle gelmişti. İşçiler askeri diktanın aşağıya çektiği ücretleri artırırken, demokratik kazanımların da elde edilmesini sağladı. 90’lar savaş koalisyonlarıyla geçti. Yargısız infazlar, işkenceler, faili meçhulller, köy yakmalar... Her bir sağcı koalisyonun sonunu yine işçilerin grevleri getirdi.
Bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat dönemi de ekonomik krize isyan eden işçiler tarafından bitirildi. Bankaları soyan, halkı yoksullaştıran, bir zamanlar korkulan siyasi liderler ve partiler tarihe karıştı. Başta sanayi işçileri olmak üzere işçi sınıfının önemli kısmının oylarını alan Ak Parti hükümeti uzunca bir süre mücadeleyle karşılaşmadı. Bunu hem kendinden öncekilerin istenmemesine hem de sosyal yardım politikasıyla başardı. Fakat bir yere kadar. Geçen yıl, önümüz başkanlık dayatması ve savaşla kesilmemişken, Ak Parti hükümeti tarihindeki en büyük işçi mücadelesiyle karşılaştı. Yasaklanan Birleşik Metal grevinin ardından Bursa’da dev otomotiv fabrikaları işgal edildi ve hala sürmekte bir grev dalgası başladı. Hareket hem ücretleri artırdı hem de patronların çıkarlarını kollayan faşist sendikayı sarstı. Bunlar masabaşında planlanmış ve beklenen hareketler değildi. Beklenmedik kimseler tarafından yaratıldı.
Ama bu yasakçı tutumlara boyun eğmemek gerekir, KESK’in yapması gereken hemen yeniden miting başvurusunda bulunmaktır. Hükümetin baskıcı, yasakçı tutumlarına ancak kitlesel eylemlerle direnebiliriz. Bu eylemlerde en geniş mağdur kesimleri bir araya getirmeliyiz. Mitingin başvurusunu tüm OHAL haksızlıklarına karşı mücadele etmek isteyenlerin bir araya geldiği bir demokrasi platformuna çevirmek mümkündür. OHAL’in ilan edilme gerekçeleri ile uygulamaları arasında giderek derinleşen çelişkiler, hukuksuz ihraçlar ve açığa almalar karşısında sessiz ve tepkisiz kalmamalıyız. Uluslararası sözleşmeleri, Anayasa’yı, yasaları, insan haklarının en temel ilkelerini ihlal eden OHAL ve KHK’lara karşı mücadele, tüm yasaklara ve engellemelere rağmen kesintisiz sürdürülmelidir. Sosyalistler sadece işçi sınıfına güvenir. Üretimden gelen güce sahip sınıf, devlete,hükümetlere ve kapitalist sınıfın saldırılarına karşı koyabilir. Bu sınıfı oluşturan tek tek işçilerin nasıl bir eğitim aldıklarından, siyasi görüşlerinden bağımsız olarak işçi sınıfı kitlesel olarak mücadeleye atıldığında hem toplumu hem de kendini değiştirir. Bugün içimizi karartan kördüğümü de işçiler aşacak. Darbecileri yenen emekçi sınıflar olan biteni kabullenmeyecek, mücadele er ya da geç bir yerden patlak verecek.İşçi sınıfına mücadele etmesi ve örgütlenmesi için yardım etmeliyiz.Emekçileri suni olarak bölen “laik-dindar” “Türk-Kürt” ayrımlarına karşı mücadele ederek. Mücadele eden işçilerle dayanışmayı büyüterek. Ortak taleplerimiziçin birleşik mücadeleyi inşa ederek. Sosyalistler egemenlerin tepedeki kapışmalarına seyirci kalmazlar, çatışan kanatlardan birinin yanında taraf olmazlar. Değişim aşağıdan mücadelelerle gelecek. 15 Temmuz sonrası devam eden ve yeni başlayan mücadeleleri birleştirmek temel görevimiz.
10 TARİH&KÜLTÜR
ANADOLU RUMLARI NEREYE GİTTİ? TOPLANTI DUYURULARI
ATİLLA DİRİM
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin tek parti diktasının yürüttüğü ulus-devlet politikaları, sonuçlarının acısını bugün bile yaşamaya devam ettiğimiz bir dizi felakete neden oldu. Müslüman/Sünni/Türk esasına dayalı olarak kurulacak olan ulus-devletin önündeki en önemli engel olarak görülen Anadolu Hıristiyanları tümüyle ortadan kaldırıldı. Ermeniler neredeyse son fertlerine kadar katledilirken, Pontoslular, Anadolu ve Ege Rumları da aynı akıbete uğradı. Öldürülemeyen nüfus ise 1923 yılında Lozan Anlaşması'na ek olarak imzalanan bir mübadele anlaşmasıyla sürgün edildi. Anadolu'da yaşayan yaklaşık 1.200.000 Rum ve Ortodoks Hıristiyan Yunanistan'a, 500.000 kadar Müslüman da Türkiye'ye göç ettirilmek zorunda bırakıldı. Mübadeleden sadece İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları ile Batı Trakya Müslümanları muaf tutuldu. Bu insanlar bilmedikleri ve tanımadıkları topraklarda son derece zor şartlar altında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışırken, Türkiye ve Yunanistan devletleri de girdikleri ağır sosyoekonomik krizden bir daha çıkamadılar. Üretimde, el sanatlarında, sosyal hayatta yaşanan gerileme, toplumun her kesimini derinden etkiledi. Ekonomi, uzun yıllar düzelemeyecek şekilde çöküntüye uğradı. Rumlardan boşalan yerlere yerleştiren mübadiller, yeni hayatlarına yeni rejimin "gidecek yeriniz kalmadı, dediklerimizi harfiyen yapmak zorundasınız" şantajı ve baskısı altında başlamak zorunda kaldılar. Mübadele felaketi 1928 yılına kadar aralıklı olarak uygulanmaya devam etti. Bir sene son-
22 Aralık Perşembe 19:00 ANTİKAPİTALİSTLER FORUMU:
BARIŞ VE ADALET İÇİN İŞYERLERİNDE DAYANIŞMA Cezayir Salon adres: Hayriye Cd. No:12 (Galatasaray Lisesi’nin arkası) 1964 sürgününde bir kare.
ra dünyayı sarsan derin kriz, Türkiye ile Yunanistan'ı da derinden etkiledi. Her iki ülkede de hoşnutsuz kitlelerin giderek yükselen homurdanmaları, devletleri bazı tedbirler almaya zorladı. Türkiye'de sahte bir muhalefet partisi kurularak kitlelerin öfkesi yatıştırılmaya çalışıldı, Ekim 1930'da Yunanistan ile bir İkamet, Ticaret ve Seyrisefain (serbest dolaşım) Anlaşması imzalanarak, zorunlu göç uygulamalarına son verildi. Ancak Türkiye devleti ilk fırsatta Rumlar üzerindeki baskısını yeniden ağırlaştırmaya başladı. 1940'lı yılların ilk yarısında uygulanan varlık vergisi, 20 Kura olarak bilinen zorunlu askere almalar, Rumların yaşantısını çekilmez hale getirdi. 1955 yılında Kıbrıs'ın durumu ba-
hane edilerek İstanbul'da ağırlıklı olarak Rumlara karşı düzenlenen 6/7 Eylül pogromuyla, önemli bir Rum nüfusunun ülkeyi terk etmesi sağlandı. 1964 yılında ise Yunanistan vatandaşı Rumlara Türkiye'de oturma ve çalışma izni veren anlaşma tek taraflı olarak feshedilerek, çok sayıda Rum sadece 20 kilo eşya ve 20 dolar para almalarına izin verilerek sınırdışı edildi. Bütün bunların neticesinde Anadolu Rumluğu tümüyle ortadan kalkarken, İstanbul'da sadece birkaç bin Rum kaldı. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan bir halk köklerinden sökülerek yok edildi. Bu yıkımla hesaplaşılmaması, bugün bize baskı, şiddet, her türden antidemokratik uygulama, darbe ve OHAL olarak geri dönüyor.
BELGESEL: MARS
29 Aralık Perşembe 19:00 ŞİŞLİ
2017’DE BİZi NASIL BİR DÜNYA BEKLİYOR? Konuşmacı: Roni Margulies
Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey
DSİP
National Geographic’in yeni belgeselinde, 2033’te Mars’a gidiş ve ilk koloninin kuruluşu, bugünün verileri ve teknolojisi baz alınarak kurgulanıyor. Üç bölümlük birinci sezonu yayınlanan seri temel bir argümanla başlıyor: Türümüzün devamı için dünya dışı gezegenlere gitmeli ve orada yerleşmeliyiz. Aksi takdirde yok olacağız.
KİTAP KÜÇÜK FİLOZOFLAR DİZİSİ
Mars’a yolculuk programını başlatan SpaceX adlı dev uzay şirketinin kurucusu Elon Musk, dünya ve Mars’ta iki toplum kurmaktan başka yolumuz olmadığını söylüyor. Neden iki gezegen/toplum? Şirket egemenliğine son vererek doğa ile uyumlu, tüm kaynakların kar değil yaşam için kulllandıldığı yeni bir düzeni kurarak gezegeni kurtarmak daha gerçekçi ve akılcı bir yol değil mi?
Mars belgeselini dizi sitelerinde izleyebilirsiniz.
Dünyayı mahveden şirketler Mars ya da başka gezegenlere yıkımdan başka ne getirebilir?
neden dünyanın insanlara ve canlılara yetmediği sorusu konu edilmiyor.
Evet, Mars’a gitmeliyiz. Güneş sisteminde yolculuk edebilmeliyiz. Fakat bu aradaki temel motivasyon Spacex gibi yeni uzay tekellerinin kâr için çabaları değil, insanların evreni keşfetme merakı ve özgürleşme isteği olmalı.
Belgeselde SpaceX’in amacı idealizm ve keşif olarak ortaya konuluyor. Fakat şirketin kuruluş sebebi güneş sisteminden değerli madenleri çıkartmak. Şirket, füze ve uydu fırlatma ihalelerini toplayarak kasanı dolduruyor. Bunların çoğu askeri amaçlı.
Dünyayı savaşa boğan Reagan’dan Obama’ya çeşitli ABD temsilcilerinin boy gösterdiği belgesel
Konu bilimkurgu edebiyatı ve Asimov okurları
açısından yabancı değil: Özel şirketlerin uzay madenciliği için güneş sistemini sömürgeleştirmesi. Arka planda aynı şirketler tarafından canına okunmuş bir dünya. Mars belgeseli ideolojik olarak yanlış bir noktada dursa da şimdinin bilimiyle Mars’ta bir koloni kurmanın nasıl bir şey olduğunu gerçekçi bir şekilde ele alması ve iyi mars sahneleri nedeniyle izlenebilir.
Şimdiki çocuklar çok şanslı. Metis Yayınları’nın Küçük Filozoflar dizisinde düşünürlerin hikâyeleri anlatılıyor. 9-14 yaş grubu için önerilen seride şu ana kadar 22 kitap yayınlandı. Aralarında Karl Marx’ın Hayaleti de var!
AKTİVİZM 11
KÖMÜR YALANLARI
ÖNE ÇIKAN Özdeş Özbay
TRUMP YÖNETİMİ İKLİM FELAKETİNE YOL AÇACAK
ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump sıkı bir küresel ısınma inkârcısı olarak biliniyor. ABD ekonomisindeki gerilemeyi uluslararası kurallara uymayan Çin ve Meksika gibi ülkelere bağlayan Trump, küresel ısınma hakkında da geçen hafta Fox News’e verdiği röportajda “kimse gerçekten olup olmadığını bilmiyor” dedi.
Zonguldak Kilimli, 4 kömür santrali bulunan ilçede beşincisinin kurulmasını protesto eden halk. NURAN YÜCE
Enerji Bakanı Berat Albayrak enerji ticaretinde Türk lirasının kullanılacağını açıkladığı konuşmasının içinde Türkiye’nin enerji hedefleri ve kaynaklarına da değinmiş.Yeni teknoloji ile daha çevreci ve verimli hale gelen kömür santralleri için düğmeye basıldığı, bulunan yeni 7 milyar tondan fazla kömür rezervin verimliliğinin eski rezervlerin iki katı olduğu, bu durumun ithal kömür miktarını azaltacağı, geri dönüşü yüksek kazan sistemleri ile AB standartlarının bile üstünde çevresel olanaklara Türkiye’nin sahip olduğunu söylemiş. Bu söylenenlerin gerçeklikle bir bağlantısı tabi ki yok. Bakan beyin bu açıklamaları bazı medya kuruluşları tarafından görevleri gereği “Bakan Albayrak’tan önemli mesajlar!” başlıkları ile verilirken “kömür efsanesi daha yeşil bir şekilde geri dönüş yaptı” gibi tespitler ile gerçekten sınırları zorlamışlar. Dünyada enerji üretiminde kömür kullanım payının %40’ı aşmasına rağmen Türkiye’nin sadece %27 oranında kullanmasına üzülenler, Almanya’nın bile 2015 itibarıyla enerjisinin % 55'ini fosil yakıtlardan ve bu oranın %43'ünü ise kömürden sağladığına dikkat çekerek Türkiye’nin de böyle yapmasını sağlık veriyor. Kömür şirketlerinin CEO’larının “ Kömür santrallerinde son teknolojide kirletme sıfır. Emisyon ise verimlilik artışı ile oldukça azaldı" açıklamalarına, karbon yakalama teknikleri ile adeta yeşilin en güzel tonu haline getirilen kömürün 20 milyar euroluk pazar büyüklüğünden bahsederek güzelleme yapıyorlar. Ama istedikleri kadar kömüre methiye düzseler de güneş balçıkla sıvanmıyor ve kömür yine bildiğiniz kömür, geleceğimizi karartmaya devam ediyor. Kömür iklim yıkımına yol açıyor Kömürün yakılması sırasında ortaya çıkan karbondioksiti tutma ve depolama teknikleri kömür şirketleri tarafından yıllardan beri dile getirilir, bu tekniğin geliştirilmesi için büyük paralar araştırma birimlerine aktarılır.
Sonuç: Karbon yakalama teknikleri dünyanın hiçbir yerinde hala uygulanmıyor. Tüm dünyadaki kömür santralleri yılda 7 milyar ton korbondioksit salmaya devam ediyor ve seragazlarının %41’ini kömür santralleri oluşturuyor. Ayrıca kömürün topraktan çıkarılması sırasında bir başak seragazı olan metan gazının açığa çıkması da işin bonusudur. Kömür iklim değişikliğine neden olan en tehlikeli yakıt olarak hayatlarımızı karartmaya devam ederken, “ temiz kömür” argümanı ile vakit kazanıp kömür rezervlerini son damlasına kadar eritmeye çalışan kömür endüstrisi bu işten tek kazançlı çıkandır . Kömür kirletiyor ve tüketiyor Şu anda dünya genelinde kurulu olan yaklaşık 8 bin kömürlü termik santral 1.2 milyar insanın su ihtiyacı kadar su tüketiyor. Bu veriye kömür çıkarımında kullanılan su miktarı da eklenirse kömürlü termik santrallerin yılda kullandığı su miktarı küresel düzeyde 22.7 milyar metreküpe yükselecek. Kömürlü termik santraller hem suyu kullanıyor hem de kirletiyor. Kömür santralleri hala yılda 1450 metrik ton yani %50'lik bir payla cıva kirliliğinin en büyük sebebi olmaya devam ediyor. Ayrıca asit yağmurlarına sebep olan kükürtdioksit ve azotoksit’in açığa çıkmasına, asit yağmurları ise astım ve akciğer kanseri gibi sayısız hastalığa neden oluyor. Verimsiz ve pahallı Türkiye’deki kömür rezervlerinin çoğunun enerji değeri çok düşük, kirletme oranı ise çok yüksek özelliğe sahip linyit olarak sınıflandırılan kömürden oluşuyor. Bu durum ise Enerji Bakanı’nın söylediğinin aksine termik santralleri daha az verimli hale getirirken, çevresel kirliliği, toplumsal maliyetin artmasına yol açıyor. Her açıdan sorunlu olan kömürü çevre ve insan dostu bir enerji türü olarak sunmak büyük bir marifet ister ama yerli milli konsepti içinde kömür karası bile birilerine yeşil görünebiliyor.
Trump Küresel ısınmayı durdurmak için 2015’de 200 kadar ülke tarafından imzalanan Paris Antlaşması hakkında “Çin’e ya da bir başka ülkeye avantaj sağlamasına izin veremem” diyerek Obama’nın imzaladığı anlaşmayı yeniden gözden geçireceğini belirtti. Yerli halkın direnişi sayesinde geçici olarak durdurulan Kuzey Dakota boru hattı projesini gerçekleştirmekte olan Energy Transfer Partners şirketinde hisseleri olan Trump, ABD’nin en önemli çevre örgütü olan Çevresel Koruma Ajansı (ÇKA)’nın başına da birçok davada ÇKA politikalarına karşı fosil yakıt şirketlerini savunan Oklahoma Başsavcısı Scott Pruitt’i geçireceğini söylemişti. Trump birkaç hafta önce de ABD Enerji Departmanı’na 74 soruluk bir liste göndererek bilgi istemişti. Trump’ın istediği bilgiler arasında son beş yıldır Obama’nın İklim Eylem Planı ekibinde kimlerin çalıştığı, iklim değişikliği zirvelerine kimlerin katıldığı ve bu plan dâhilinde hangi birimlerin kurulduğu gibi bilgiler de var. Trump’ın bu birimleri ve kişileri tasfiye etmesi yüksek bir ihtimal. 20 Ocak’ta Başkanlık görevini devralacak olan Trump’ın kabinesi de yavaş yavaş belli olmaya başlıyor. Kabine adayları arasında üst düzey şirket yöneticilerinden, Obama politikalarına karşı olan üst düzey komutanlara ve Başsavcılara kadar birçok muhafazakâr isim var. Trump seçim kampanyasında finans sektörünü ve finans sektörü ile hareket eden bürokrasiyi sert bir şekilde eleştirerek kendisinin “sistemin dışından geldiğini” ilan etmişti. Kabine adayları arasında ise finans sektörünün en ünlü şirketlerinden Goldman Sachs’ta 17 yıldır çalışan Steve Mnuchin (Hazine Bakanı adayı) ve bir fast food zincirinin CEOS’u olan ve asgari ücretin arttırılmasına karşı olan Andrew Puzder (Çalışma Bakanı adayı) gibi isimler var. Dışişleri Bakanı olarak ise listenin birinci sırasında dünyanın en büyük uluslararası petrol şirketi ve küresel ısınmanın bilimsel olmadığını savunan propagandanın en büyük finansörü olan ExxonMobil’in CEO’su Rex Tillerson var. Putin ve Rus petrol şirketleri ile yakın ilişkileri olan Tillerson da Paris Antlaşması karşıtları arasında yer alıyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ZENGİNLE FAKİR ARASINDAKİ UCURUM DERİNLESİYOR , , KEMAL BAŞAK
Egemen sınıfın sözcülerinin çok sevdiği, ama Dünyanın büyük ekonomilerinin duraksama eğilimine girdiği, Türkiye’nin de içinde yer aldığı kimi G20 ekonomilerinin alarm vermeye başladığı günümüzde söylemeye pek cesaret edemedikleri bir laf vardır: “Bu sistem (kapitalizm) isteyen herkesi refaha ulaştırabilir, yeter ki çok çalışılsın ve fırsatlar iyi değerlendirilsin.” Asgari şartlarda bile olsa geçinmekte zorluk çeken milyonlarca emekçi için küçük mülk sahibi olarak iş hayatına girmek ve buradan “büyümek” günümüz koşullarında neredeyse piyangodan para çıkması ile aynı olasılığa sahip. Evet, milyonlarca emekçi çok çalışıyor, haftada 50-60 saat çalışıyor, ama karşılığında açlık sınırında bir ücret alıyor. Karl Marx’ın “İşçi ne kadar çok üretirse o kadar az tüketir. Ne kadar değer yaratırsa, o kadar değersizleşir. Emek zenginler için harikalar ama işçiler için yoksunluk üretir. Saraylar inşa eder, ama işçiler için barakalar. Güzellik üretir, ama işçi için biçimsizlik” diyerek açıkladığı bu sistemde emekçiler sefalet ücreti ile çalışmaya mahkum edilmişken onları çalıştıranlar servetlerini katlayarak büyütüyor. Bir tarafta yoksullaşan nüfus artıyor, diğer tarafta nüfusun küçük bir azınlığının serveti. Ve bu gelir uçurumu öyle korkunç bir hal alıyor ki, o servet sahibi küçük azınlığın temsilcileri bile (Ali Koç örneğinde olduğu gibi) bu durumun sosyal sonuçlara yol açacağını söylemek zorunda kalıyor. Küresel adaletsizlik İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam'ın bu yılın Ocak ayında yayınladığı 2015 yılı raporu nasıl bir dünyada yaşadığımızı rakamlarla gösteriyor. Dünyanın en zengin 62 milyarderinin serveti, dünya nüfusunun yarısının, yani 3,5 milyar insanın mal varlıklarına denk geliyor! Oysa 2010 yılında 388, 2014 yılında 80 milyarder nüfusun yarısının servetine sahipti. Dünyanın en yoksul yüzde 50'lik kesimin varlıkları, 2010 - 2015 yılları arasında (bu kesimin nüfusu 400 milyon artmasına rağmen) yüzde 41 oranında düştü. Oxfam, 2016 yılı için dünyanın yüzde 1'lik nüfusuna denk gelen 70 milyon kişinin dünyanın geri kalan yüzde 99'undan (Yaklaşık 7 milyar insan) daha fazla servete sahip olacağını da açıklamıştı bu raporda. En yoksul yüzde yirminin günde 2 Doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kaldığı bir dünya! 2016 raporunda bu korkunç yüzde 1 - yüzde 99 dengesizliğinin yeni detaylarını göreceğiz.
İSTATİSTİKLER YALAN SÖYLER Tek tek ülkeler ele alındığında servetin giderek az sayıda kişide toplanma eğilimini görüyoruz. Ancak “yerli” istatistik kurumu TÜİK, zenginlerin mal varlığını hiçe sayarak sadece yıllık gelir üzerinden hesaplama yapıyor. TÜİK yaptığı bu manipülasyonla bütün dünya ülkelerinde açıklanabilen yüzde 1yüzde 99 istatistiğini örtbas ediyor. TÜİK, bu en zengin yüzde 1’i yüzde 10’luk veya yüzde 20’lik dilim içinde saklarken, aynı zamanda milyarlarca Dolar ciro yapan şirketlerin başındaki kişilerin zenginliklerini de gizliyor. Bu yüzde 1 – yüzde 99 çelişkisini yüzde 10’luk gelir gruplarında eritme kurnazlığı bile var olan gelir uçurumunu gizlemeye yetmiyor. Fakirliği gizlemek TÜİK'in Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2015 verilerine göre, en yüksek gelire sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 0,6 puan artarak yüzde 46,5, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay ise 0,1 puan azalarak yüzde 6,1 oldu. Bu istatistik bile, Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesimin gelirden aldığı payın, en yoksul yüzde 20’nin aldığı paydan 7,6 kat daha fazla olduğu gerçeğini işaret ediyor. Yine bu araştırmanın satır aralarından en zengin yüzde 10’luk kesimin toplam eğitim harcamaları-
nın yüzde 52’sini yaparken en fakir yüzde 10’luk kesimin bu kalemdeki payının sadece yüzde 0,7 olduğunu ve benzer uçurumların diğer bütün kritik harcama kalemlerinde gözlemlendiğini anlıyoruz. En zenginler Ancak gerçek yüzde 1 – yüzde 99 çelişkisini görmek için bambaşka bir yere, yıllık olarak açıklanan “en zengin 100 aile” araştırmalarına bakmak yeterli. Dolardaki muazzam yükselişe rağmen serveti 8 milyar Doların üzerinde olan 3 aile (Koç, Şahenk, Şevket Sabancı) bulunuyor. Listeyi uzattığımızda, serveti 7 milyar Dolar olan 2 aile, serveti 6 milyar Dolar olan 4 aile, serveti 5 milyar Dolar olan 5 aile görüyoruz. 100 ailenin toplam serveti ise 214 milyar Doları buluyor! 800 milyar Dolarlık bütün Türkiye ekonomisinde 214 milyar Dolarlık servete 100 aile, hadi diyelim 1.000 kişi sahip! Nüfusun yüzde 1’i değil, binde 1’ değil, tam yüz binde 1’i toplam servetin yüzde 25’inden fazlasına sahip. Açık ki, zengin aile listesi nüfusun gerçekten yüzde birine tekabül eden 80.000 aile üzerinden açıklansa yüzde 1 – yüzde 99 uçurumunun dünya üzerindeki en derin bölgelerinden birisinin Türkiye’de olduğu anlaşılır.