DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
577
19 Ekim 2016 2 TL. sosyalistisci.org
KATİL ISİD’İ HALKLARIN KARDESLİĞİ YENECEK , ,
IRAK’TA SAVASA -
MUSUL’DA KATLİAMA HAYIR ANAYASA TARTIŞMALARINDA GERİYE DÖNÜŞ
BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ sayfa 6-7
BARIŞ-DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK İÇİN!
TÜRK AKIMI - DOĞALGAZ BORU HATTI
EKOSİSTEME ZARARLI
sayfa 11
21-22-23 EKİM İSTANBUL
2
GÜNDEM
MUSUL’DA FELAKETE KOŞAR ADIM KATİL ABD! ABD’nin planlayıcısı, lojistik temel destekçisi olduğu Musul operasyonu başladı. ABD, Şiilerin, Irak ordusunun ve Peşmergelerle Sunni güçlerin Musul merkezine kaç kilometre yaklaşma hakları olduğundan operasyona hangi güçlerin katılıp hangilerinin katılamayacağını belirlemeye kadar tam yetkili merkez. IŞİD karşıtı koalisyonun içinde yer alan 63 ülkenin lideri. Aynı zamanda hepsinin korktuğu dev askeri sanayi güç! Bu dev askeri-sanayi gücün, kısacası emperyalist devletin, söz konusu olan IŞİD olduğunda saldırganlığı, askeri müdahalesi, katliamları görülmez oluyor. Anti emperyalizm, ABD liderliğindeki tüm empereyalist güçler IŞİD’le cebelleşince, sus pus oluyor. ABD’yle ilişkilenmek, ABD’nin bir savaş otoritesi olarak kabul edilmesi eleştirilmeye başlandığında, IŞİD’i desteklemekle itham edilmek ise küresel kapitalizmin tarihinden habersiz olmak anlamına geliyor. Yine de ABD’nin en kitlesel cinayetleri işleyen seri katil olduğunu söylemenin, IŞİD’in de çılgın bir cinayet şebekesi olduğunu söylemeye engel olmayacağını, ABD’nin emperyalist karakterini eleştirmenin, Rusya, Esad ve Türkiye’nin bölgedeki militarizmi destekleyen politikalarını eleştirmeyle ele gidebileceğini söyleyerek, tartışmaya temiz bir başlangıç yapalım. Sorun IŞİD’in ne kadar barbar, ne kadar çete, ne kadar kanlı bir örgüt olduğunun propagandasını yapmak değil; sorun bu kanlı örgütlenmeyi yenmek için ABD’yle yakınlaşmanın doğru olup olmadığını tartışmak. Bu yüzden ilk adım, IŞİD’in katliam geleneğinin henüz ABD’nin katliam geleneğiyle atışma şansına sahip olmadığının altını çizmek olmalı. Dört beş yıllık bir örgüt, kandan ve ateşten bir tarihe sahip olan ve ilerleyişinin her bir aşamasında arkasında ve tüm dünyada kan ve yıkım yaratan bir devletle kıyaslanamaz. Sadece Wikipedia’da kısa bir gezinti ABD’nin kısa tarihini görmeyi sağlıyor: Birinci Dünya Savaşı, dünyada bir ülkeye nükleer bomba atan tek ülke. İkinci Dünya Savaşı açısından hiç bir önemi olmayan bir şehir olan Dresden ABD-İngiltere tarafından iki gün bombalandı, 28.410 binadan 24.866’ı yıkıldı, ölü sayısının 35 binle 100 bin arasında olduğu söyleniyor. Şöyle kısa bir liste var: Mısır’da, İran’da, Lübnan’da, Türkiye’de 1950’lerden sonra askeri darbeleri destekledi. Latin Amerika’da kontrgerilla faaliyetlerini örgütledi, Vietnam savaşında yüzbinlerce insanı öldürdü, Arap-İsrail savaşına İsrail lehine müdahale etti, 1998’de ve 2000’lerde Ortadoğu’ya, İkiz Kulelere yönelik saldırıyı gerekçe göstererek Afganistan’a yıkım götürdü. 2003 yılında başlayan Irak işgalinde yaklaşık 1 milyon kişinin öldüğü söyleniyor. NATO’nun tüm savaş suçlarının arkasında ABD yer alır. ABD’yle ittifak yapanlar, ABD tarafından her an satılabilir. Altını çizmek gerekir, ABD emperyalizmi uygarlığın merkezi değil, barbarlığın merkezidir. “İnsani amaç”, “kadınları özgürleştirmek”, “halklara yardım etmek”, ABD’nin işgalci dış politika tarihini insancıl gösterme propagandasıdır. IŞİD’in katliamları ABD’nin katliamcı geleneğinin görülmesini engellememeli. Bölgede, ABD-Rusya gibi dev askeri güçlere ve bu güçlerle işbirliği yapan Türkiye-İsrail-İran-Suudi Arabistan gibi güçlere karşı çıkmayan bir IŞİD karşıtlığı, IŞİD sonrasının kanlı, çatışmalı, mezhep gerginlikleriyle dolu olmasını garanti altına alır. ABD’nin 2003 işgaliyle 2011 arasında Irak’ta IŞİD yoktu ama çatışma ve ölüm aralıksız devam etti.
Musul harekatı şiddetli çatışmalara ve intihar saldırılarıyla başlarken kentte katliam endişesi var. OZAN TEKİN
için Irak’ta hamle yaptı.
Uzun süredir konuşulan Musul operasyonu başladı. 2014 yılının ortasından beri IŞİD’in elinde bulunan kente Irak hükümetinin öncülüğünde peşmergeler ve çeşitli milis güçleri ilerlemeye başladı. Harekâta ABD liderliğindeki emperyalist koalisyon da hava gücüyle destek veriyor.
Birçok gücün katıldığı operasyonun büyük bir savaşa yol açması bekleniyor. Daha ilk günde 44 IŞİD’li, 82 Irak ordusu askeri ve 7 peşmerge hayatını kaybetti. Şehirde yaşanacak savaşta sivillerin de büyük zarar göreceği tahmin ediliyor.
Suriye’de Rusya ile arasındaki uzlaşmanın çökmesi ve Halep’te Baas rejimiyle Rusya’nın inisiyatifi iyiden iyiye ele geçirmesinin ardından, ABD bölgedeki hegemonyasını artırmak
IŞİD bu operasyonla mı bitecek? Irak Şam İslam Devleti’nin son birkaç yılda bu kadar güçlenmesi, ABD işgalinin ardından Irak’ta yaşanan kitlesel ölümler, vahşet ve bizzat emperyalizmin
YÜZ BİN MUSULLU GÖÇMEN OLABİLİR Birleşmiş Milletler’e göre Musul operasyonunun sonunda 100 bin yeni mülteci Türkiye’ye doğru kaçabilir. Batılı güçler bir yandan bölgedeki tüm savaşlara müdahil olup milyonlarca insanın evlerinden olmasına neden oluyorlar, diğer yandan canını kurtarmak için her şeyini bırakıp yollara düşen mültecilere sınırlarını kapatıyorlar. En çok mülteciyi barındırmasıyla övünen Türkiye de son 1.5 yıldır Suriye sınırını kapattı. Buraya dünyanın en büyük üçüncü duvarının örüleceği söyleniyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre, 2016 yılında sınırdan geçmeye çalışan 160 mülteci TSK tarafından öldürüldü.
derinleştirdiği mezhepçi siyasi havanın ürünü. ABD “teröre karşı savaş” diyerek giriştiği Afganistan ve Irak işgallerinden sonra El Kaide’yi “bitirdiğini” iddia etti. Ancak 10 yıl sonra El Kaide’nin bile “aşırı” bulduğu bir örgütle karşı karşıya kaldı. Musul’a uluslararası güçlerin desteğiyle yapılan askeri harekât, yine mezhepçi katliam girişimlerine ve Felluce benzeri görüntülere yol açabilir. Kent geri alınsa dahi böylesi bir hamle IŞİD ve benzeri örgütlerin bitirilmesine hizmet etmeyecek.
Halep’ten Musul’a savaşa karşı çıkmak Hem Suriye’de hem Irak’ta savaşa karşı çıkmak, bir yandan bütün büyük emperyalist devletlerin ve bölgesel güçlerin bu ülkelerden elini çekmesini savunmak anlamına geliyor. Diğer yandan Suriye’de Baas diktatörlüğüne, Irak’ta ABD’nin kukla rejimine karşı çıkmak gerekiyor. Mezhepçiliğin kökünü kurutup savaşları bitirmek, ancak Arap Baharı’nda olduğu gibi Ortadoğu işçi sınıfının mücadelesiyle mümkün olabilir.
TÜRKİYE’NİN ROLÜ AKP ise bir yandan “Musul Musullularındır” diyor, diğer yandan ise operasyona dahil olmak ve Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle “masanın dışında kalmamak” için uğraşıyor. Hükümet yanlısı basın, Türkiye operasyona doğrudan dahil edilmese de, TSK’nın eğittiği Ninova birliklerinin katılımı ve mezhepçi Şii milislerle PKK’nin katılımının sağlanmaması ile övünüyor. Erdoğan, harekâta katılmaları gerektiğini “Misak-ı Milli” ile gerekçelendirmeye çalışıyor. Musul operasyonuna ve farklı emperyalist güçlerin Suriye ve Irak’taki hegemonya savaşlarına karşı çıkarken, Türkiye’de de devletin bu savaşlara müdahil olma çabalarının karşısına kitlesel bir savaş karşıtı hareketle çıkabilmenin önemi artıyor.
GÜNDEM ENİŞTE KOMEDİSİ SÜRÜYOR Erdoğan, darbe gecesinde neler olup bittiğini devletin ilgili ve yetkili makam ve kuruluşlarından değil de, eniştesi Ziya Ilgan'dan öğrendiğini söylemişti. Hükümetin darbe olduğu haberini aldığı bir diğer ismin ise Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in danışmanı Aleksandr Dugin olduğu iddia ediliyor. Yani hükümet darbe girişimini devletin ilgili istihbari birimleri değil de, enişte ve Putin'in danışmanından öğrenmiş bulunuyor.
OHAL ÜÇ AYINI DOLDURDU: NELER OLDU?
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
YAŞAM İÇİN SES VER! Kürt sorununun yeniden çatışma politikalarına mahkum edilmesi, Suriye’de yaşanan gelişmelerle, “Kürt koridoru” tartışmalarıyla doğrudan bağlantılı. “Yaşam için ses ver” diyerek bir araya gelenler, hiçbir gelişmenin yaşamdan daha önemli olmadığını düşünerek bir araya geldiler. Suriye’deki gelişmeler, devletin Suriye politikasında yaşanan değişiklik, çözüm sürecinin askıya alınmasına neden olsa da barış isteyenler akan kanın durması için harekete geçme ihtiyacını Suriye’de “işlerin toparlanmasına” erteleyemezler. Tersine, Suriye’de işlerin toparlanması için her ülkede barış isteyenler kendi hükümetlerine karşı barış yönünde basınç uygulamalı. Barış, barış için mücadele ertelenemez ve özellikle savaşın gürültüsü çoğaldığında barış kampanyası yap-
GARO PAYLAN'DAN SUÇ DUYURUSU
mak daha acil, daha önemli. Türkiye’de barış için çaba harcamaya aday olan Yaşam için ses ver inisiyatifi, bu açıdan nasıl bir yaklaşıma sahip olduğunu
HDP İstanbul milletvekili Garo Paylan Ermeni halkına yönelik ırkçı tutumla ilgili suç duyurusunda bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 15 Ekim'de Trabzon'a yaptığı sehayatte bir miting gerçekleşti. Erdoğan'ın kitleye seslendiği sırada, AKP'lilerin çoğunluğunu oluşturduğu kitle "Ermeni piçleri yıldırımaz bizleri" sloganları attı. Slogana ne Erdoğan ne de yanındaki heyette yer alan bakanlar tepki gösterdi. Garo Paylan bu gelişmeyle ilgili bir dilekçe hazırlayarak suç duyurusnda bulundu. Suç duyurusunda, "Bu söylemler farklı etnik ve inanç kimliğine sahip ve yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Ermeni halkına yönelik bir hakaret olmanın ötesinde, gerek Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına göre nefret söylemi teşkil etmektedir" diyor. Garo Paylan'ın slogan atanlar hakkında yaptığı suç duyurusunda tanıklar arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da yer alıyor.
çağrı metninde ifade ediyor: “2013 yılında başlatılan ve iki buçuk yıl süren çözüm sürecinin sona ermesiyle beraber savaş, ülkenin birçok şehrinde etkisini gösterdi. Şehrin merkezlerinde yaşanan çatışmalarda; durakta, düğünde, barış mitinglerinde patlatılan bombalarla yüzlerce masum insanımızı kaybettik. Son 14 ay içerisinde gerçekleştirilen 19 bombalı saldırı ve çatışmalarda anne-babalar evladını, evlatlar anne-babalarını, kimileri eşini, dostunu, yakınını kaybetti. Evler tahrip oldu, hayvanlar öldü, tarihi doku yok edildi. Öğretmenler ve haksız yere işten uzaklaştırılan kamu emekçilerinin protesto mitingi de yasaklandı.
Üstünden üç ay geçti fakat 15 Temmuz darbe girişiminin içyüzü, henüz aydınlatılabilmiş değil. Darbenin hemen ertesinde üç ay süreyle OHAL ilan edildi. Bizzat hükümet sözcüsü tarafından en fazla 1- 1,5 ay süreceği belirtilen OHAL, üç ay daha uzatıldı ve daha da uzatılacak gibi görünüyor. Bu süre zarfında çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yüz bine yakın kamu personeli ya ihraç edildi, ya da açığa alındı. Bunların içinde Gülen Cemaati'yle bağlantılı olduğu öne sürülen kamu personelinin yanı sıra, PKK bağlantılı olduğu (herhangi bir bilgi ve belgeye dayandırılmadan) iddia edilen, büyük kısmı Eğitim-Sen üyesi öğretmenler ve memurlar bulunuyor. Ülke genelinde hukuk tümüyle askıya alınmış durumda. KHK'ların yargı yolu kapalı. KHK mağdurlarının seyahat özgürlüğü askıya alınmış durumda; büyük kısmına pasaport ve yurt dışı seyahat izni verilmiyor. Ayrıca demokratik ifade özgürlüğü de askıya alındı. Ankara Valiliği, kamuya açık alanlarda güvenlik bahanesiyle yılbaşına kadar yapılacak bütün toplantı ve yürüyüşleri yasakladı.
Bütün bunlar olurken, darbenin arkasında kimlerin bulunduğu konusu belirsizliğini koruyor. Genelkurmay Başkanı Hulusî Akar'ın darbe girişimini haber almasına rağmen bunu iki saat boyunca neden cumhurbaşkanına ve başbakana aktarmadığı belirsizliğini koruyor. Akar, bu soruya henüz tatmin edici bir cevap vermiş değil. MİT'in nasıl olup da darbe girişimini haber alamadığı da henüz ortaya çıkarılamadı. Erdoğan'ın sır küpü Hakan Fidan, bu konudaki sessizliğini koruyor. Üstelik "ordu imamı" olduğu iddia edilen Adil Öksüz'ün darbe gecesi yakalanıp, ardından serbest bırakılarak izini kaybettirmiş olmasının arkasındaki sır perdesi de ortadan kaldırılamadı. Öyle görünüyor ki, darbe girişiminin arkasındaki ilişkiler göründüğünden daha karmaşık ve belki de uçların dokunacağı yerler kaygı yarattığı için henüz ciddi bir aydınlatma çabası içine girilmedi. İlk üç ay boyunca tek yapılan, cemaatçi ve PKK'li oldukları gerekçesiyle, sendikalı işçilere yönelik kapsamlı bir saldırının başlatılması ve iş güvenliğinin neredeyse tümüyle ortadan kaldırılması oldu.
Hiç kuşku yok ki barışın olmadığı bir yerde en çok çocuklar zarar görüyor. Kimin ne için öldüğünden, ne için savaştığından haberleri dahi yokken, insanları öldürmeye kurulu bombalar onları da katledip geçiyor, sokaklarda oynama haklarını ellerinden alıyor. Doğası gereği girdiği her yeri yakıp yıkan bu savaşa ve onunla beraber ölümün normalleştirilmesine karşı yaşamın sesini yükseltmeye çalışan, içinde bulunulan bu cinnet halinin bir an önce son bulmasını isteyen, insanlarla beraber hayvanların, bitkilerin, şehirlerin, tarihi dokuların da zarar görmesinin önünde durmaya çalışan insanların da seslerini duyuyoruz. Barışı isteyenlerin savaşı isteyenlerden fazla olduğuna inanıyoruz! Ayrılıkların yaşandığı bu ortamda Ankara’dan, Diyarbekir’den, İzmir’den, Tekirdağ’dan, Hatay’dan, Urfa’dan, Mardin’den ve daha birçok şehirden yaşamın sesini yükseltmeye çalışanlarla beraber sesimize ses, gücümüze güç katmak için; hep birlikte hareket etmekten başka yolumuz yok! Bizler, Yaşam İçin SES Ver İnisiyatifi olarak istiyoruz ki; bu savaş hali bir an önce son bulsun. Müzakere masasına geri dönülerek çözüm süreci tekrar başlatılsın. Artık Suriye’yi bile içine alan ölümün ve yıkımın değil, yaşamın ve inşanın konuşulacağı bir dönem başlatılsın.”
4
DÜNYA
SUUDİ YERLİLER BORU HATTINA DİRENİYOR ARABİSTAN YEMEN’E SALDIRIYOR
Yerlilerin direnişi başta Amerika’daki iklim mücadelesine ilham veriyor.
ABD'nin Kuzey Dakota eyaletinde başlayan petrol boru hattı inşasına karşı yerlilerin başını çektiği direniş ikinci ayında. Proje, 1886 km uzunluğunda ve 3,8 milyar dolar değerinde. Boru hattının geçtiği bölgede toprakları olan yerli halk, kendileri için hayati öneme sahip olan ve kutsal kabul ettikleri Missouri ırmağının kirletileceğini söyleyerek Eylül ayında direnişe başlamışlardı. Direnişin başını
Hava saldırıları şimdi yemen’i yerle bir ediyor.
çeken Standing Rock Sioux yerlilerine ABD’nin diğer yerli halklarından da büyük destek geliyor. İlk olarak 3 Eylül'de başlayan gösterilere şirketin özel güvenlik güçleri köpekler ve gaz bombaları ile saldırmıştı. Göstericiler "Kutsal olanı koru" ve “parayı yiyemezsin” dövizleri taşıyorlardı. Projeye karşı Amerika’da yaşayan 300 kadar yerli halk Standing Rock direnişi ile dayanışma içerisinde
olduğunu bildirmişti. Böylece direnişçiler boru hattının yanında bir kamp kurarak (Sacred Stone Camp- Kutsal Stone Kampı) direnişlerini sürekli hâle getirdiler. Şirket, aktivistlerin kamp dışında eylem yapmasına izin vermezken kampta fuhuş yapıldığı, uyuşturucu kullanıldığı gibi dedikoduları yayarak yerel halkı aktivistlere karşı yönlendiriyor.
SURİYE’NİN ÜZERİNDEKİ AKBABALAR 15 Ekim tarihinde dokuz ülkenin İsviçre’nin Lozan şehrinde Suriye üzerine yaptıkları toplantıdan çözüm çıkmadı. ABD, Suriye konusunda Rusya ile sürdürdüğü ikili müzakereleri, ekim ayında tek taraflı olarak askıya almıştı. ABD-Rusya ilişkilerinin gerginleştiği bir ortamda yapılan toplantı, yeniden bir ateşkese gidilmesini ve bölgedeki tansiyonu düşürmeyi hedefliyordu. Görüşmeye katılan ülkeler arasında Suudi Arabistan, İran, Katar, Ürdün, Mısır Irak da vardı. Toplantıda ateşkesin nasıl sağlanabileceği ve Halep’e insani
ABD-Rusya arasındaki emperyalist hegemonya mücadelesi dünyayı geriyor.
yardım konuları görüşülürken, toplantıdan somut bir sonuç veya karar çıkmadı. Yaklaşık 5 saat süren toplantıda, ateşkesin nasıl
sağlanabileceği ve Halep'e insani yardımların ulaştırılması konusu üzerinde duruldu. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry görüşmelerin “yapıcı” olduğunu söylerken, Rus meslektaşı
Lavrov ise toplantıda “bazı ilginç fikirlerin” gündeme getirildiğini ifade etti. Bu toplantının ardından ABD Avrupa ülkelerinin temsilcileriyle Londra’da bir araya gelecek.
Bazıları silahlı olan binlerce Yemenli Suudi Arabistan’ın hava saldırısının ardından geçen hafta Pazar günü başkent Sanaa’da yürüyüş yaptı. Suudi uçaklarının bir cenazeye yaptığı saldırıda onlarca sivil ölürken yüzlerce kişi de yaralandı. Bir Birleşmiş Milletler yetkilisinin yaptığı açıklamaya göre 140’dan fazla insan ölürken, çoğu ağır olmak üzere 525 yaralı var. 18 aydan fazla süredir devam eden Suudi saldırılarını İngiltere ve ABD de destekliyor. Olayın videoları ilk saldırının ardından, ilkyardım ekiplerinin ve halkın yardıma koşmasından sonra ikinci bir saldırı olduğunu gösteriyor. 22 senedir ülkenin başkanlığını yapan Ali Abdullah Salih, 2011’de Arap Devrimleri’nin bir parçası olarak devrilmiş, yerine geçen Abdurabbu Mansur el-Hadi de 2015’te istifa etmek zorunda kalmış, iktidarı İran yanlısı Husiler ele geçirmişti. Suudi Arabistan Yemen’deki etkisini sürdürmek için ülkede defalarca katliama girişti. Mart ayında Mastaba’daki bir pazara yapılan saldırıda 22’si çocuk 119 kişi öldürüldü. Eylül 2015’te Suudi uçakları Mokha yakınlarındaki bir düğünü bombalayarak 131 sivili öldürdü. BM verilerine göre devam eden çatışmalarda çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 10.000 kişi öldü. Ölenlerin çoğunu Suudi Arabistan ve müttefikleri tarafından öldürülenler oluşturuyor. Arap dünyasının en yoksul ülkesi olan Yemen tam bir yıkımla karşı karşıya. Üç milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kalırken, yedi milyon kişi –nüfusun yarısı- de açlıkla mücadele ediyor. Türkiye Suudi Arabistan’ın müttefiklerinden biri. Mısır’da Suudi Arabistan’ın da desteklediği Sisi darbesinin ardından ilişkilerin “gerilediği” söylense de, Türkiye, ABD’nin en yakın müttefiklerinden olan bölgedeki bu karşıdevrimci odakla arasını düzeltmeye çalışıyor. 2015 yılında silah sanayinde işbirliğine gidilmiş Aselsan ve Suudi şirketler arasında anlaşma yapılmıştı. 2016 yılının Nisan ayında Türkiye’ye gelen Suudi Kralı Selman Bin Abdülaziz’in yanındaki iş adamları Türkiye’de milyon dolarlık 10 anlaşma imzaladı.
RÖPORTAJ
5
“İHTİYACIMIZ DEMOKRATİK BİR ANAYASA VE BAĞIMSIZ YARGI”
MHP başkanının iki haftadır başkanlık sistemi hakkında yaptığı açıklamalar, bir anda gündemi belirlemeye başladı. Başkanlık sistemi için olası bir referanduma dair Nisan- Mayıs gibi tarih bile verenler var. Referandum ihtimallerini, anayasa değişikliği tartışmalarını hukukçu Erdal Doğan’a sorduk. Devlet Bahçeli’nin eğer hükümet başkanlık için yasal değişikliği meclise getirirse destekleyeceği yönündeki açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Referanduma gitme ihtimali olduğunu düşünüyor musunuz? AKP’nin referandum için mecliste 330 milletvekilini bulması gerekiyor. MHP’nin destek vereceğini düşünüyorum. MHP lideri partisinin içinde kendi konumunu korumaya çalışıyor. Kendi genel kurullarında parti başkanlığı için adayların çıkması gibi durumlar yargı kararlarıyla ötelendi. 15 Temmuz ve OHAL koşullarıyla da gündemden kalktı. Ama Bahçeli’nin genel korkusu parti içindeki başkanlık konumunu kaybetmek. AKP kendisini bu konuda destekliyor. Hükümet tarafından tam olarak nasıl bir rejim değişikliği isteniyor? Anayasa’da nasıl bir değişiklik yapılması gerekiyor? Başkanlık konusunda tasarının hazır olduğu söyleniyor ancak daha kamuoyuna yansımış değil. Erdoğan mevcut durumda başkanlık uygulaması yapıyor. Yargı temsilcilerini Beştepe’de ağırlaması, ayakta alkışlanmasını sağlaması ve yargı temsilcilerinin alkışlaması. Bunlar parlamenter sistemde olan yargı, yürütme, yasama ayrılığını ihlal ediyor. Hiçbir zaman çok ayrı değildi ama bu kadar tekleşmemişti. Yargıyla yürütmeyi ve meclisi büyük oranda başkanın eline teslim edecek bir değişiklik planlanıyor. ABD’deki gibi bir sistem olmayacak yani. Çünkü ABD’deki sistemde hukuki denetim, şeffaflık var. Günışığında yönetim meselesi var. Burada ise Sayıştay’ın yetkilerini kısıtladılar, ordu büyük oranda denetim dışında. Örtülü ödenekler denetime açık değil. Kısaca Türkiye’de şeffaflık yok ve çoğu şey yargı denetiminin dışında. Tarafsız ve bağımsız yargının hiçbir yerde tam anlamıyla olduğunu söyleyemeyiz. Ama Türkiye’de bu özellikler tamamen yitirilmiş durumda. Temyiz ve denetimi yapacak mahkemeler tekrar elden geçirilecek ve bunların düzenlenmesinde başkanın seçimi belirleyici olacak. Buradan demokrasi, hukuk, şeffaflık, örgütlenme, düşünme, düşünceyi ifade özgürlüğü çıkması çok zor. Bu arada yargı bağımsız, tarafsız, şeffaf olur o zaman başkanlık sistemi de olur. Mevcut koşullarda tartışılan sistem değişikliğinde sorun. Yani öncelikli tartışma başkanlık değil demokrasi diyorsunuz?
Avukat Erdal Doğan
Demokratik bir ortam ve yargı bağımsızlığının sağlanması gerekli öncelikle. Mevcut amaç OHAL’i başkanlık sistemiyle hukukileştirmek. OHAL içeriği, uygulamaları anayasanın sınırlandırdığı hususları çoktan çiğnemiş durumda. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesi yok sayılmış, öz haklar ihlal edilmiş halde. Şimdi bu durumu hukuki hale getirmek istiyorlar. ‘Erdoğan fiili olarak anayasayı ihlal ediyor, başkanlık gelsin mevcut durum yasallaşsın’ deniliyor. Tek çözüm bu mu? Anayasanın ihlal ediliyor olmasının çözümü, yargının bağımsız hâle getirilmesi ve anayasayı ihlal edenlerin yargılanması da olabilir. Peki olası süreç nasıl ilerleyecek, seçim takvimi etkilenir mi? Seçilmiş cumhurbaşkanı parti başkanı olur, genel seçime birlikte girilir. Yerel seçim ve genel seçimle ilgili beklenen takvim işlemeyebilir, erken seçime gidilebilir. Yani 2019’a doğru erken bir genel seçim alınabilir. Erdoğan partisinin başında yer alarak girebilir seçime. Ama öncelikle başkanlık sisteminin geçirilmesini isterler. Erdoğan’ın seçime partisinin başında
girmek isteyeceğini düşünüyorum. Ayrıca başkanlık rejimi mi öne alınacak yoksa genel seçime mi gidilecek konusunda Erdoğan’ın yaptıracağı anketler de etkili olacaktır. Anketler, kamuoyu yoklamaları bu konularda aldıkları kararlarda etkili oluyor. 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı etki, medyada tek sesin çıkması, çatışma ortamı ve güvenlik riskinin artmış olması gibi etkenler bu oranları etkileyecektir. Hukukî zaafiyetten dolayı bu kaos ortamında kazanan genelde iktidar tarafı oluyor. Anketlerdeki sonuca göre erken seçim kararı alınabilir. Hükümet HDP ve MHP’nin baraj altında kalmasını arzuluyor olabilir. Başbakanlık kurumunun geleceği ne olacak? Olası bir rejim değişikliğinin ardından Başbakanlık kurumu bir devlet bakanlığı konumunda olabilir ancak. Yani diyanetten veya TRT’den sorumlu bakanlık gibi bir konum olur. Yeni anayasa tartışmaları uzun yıllardır gündemde, toplumda da böyle bir beklenti uzun zamandır var. HDP’nin yok hükmünde sayıldığı koşullarda yapılacak bir anayasa değişiminin veya yeni anayasanın mevcuttan ne farkı olur?
HDP de olsa eğer AKP’nin ve özellikle MHP’nin ortaklaşma hali varsa, taslak meclisten referandum sonucuyla çıkar. HDP tartışmanın bir tarafı olur. Bu konuda HDP ve CHP sadece tartışmanın bir boyutu olacak gibi gözüküyor. Anayasa değiştirme oyunu halk verecek. Sonuç halkın reflekslerinin nasıl olacağına bağlı. Şu anda tek bir medya propagandası yapılıyor, devlet imkanları ellerinde. Bu durum sonuçta etkili olacaktır. Böyle bir ortamda halkan desteği alırlar. 2004-2005’lerde veya 2007-2008’lerde olsak bu tartışma farklı olurdu. Bugün HDP aktör olarak değil tartışmanın boyutu olarak görünecek. Bana kalırsa CHP’nin de anayasaya dair üçlü görüşmelerden çıkması lazım. Çünkü etkili değiller. Mantık olarak parlamentodaki herkesin olması gerekiyor bu tartışmalarda. Mesela darbe araştırma komisyonunda HDP ve CHP’nin oradaki tartışmaları kamuoyuna yansıtmış olmaları oldukça önemliydi. Ancak başkanlık gibi bir hususa MHP destek veriyorsa referandum çoğunluğunu alıp halka götürecekler. Bu süreçte bize düşen demokratik esasları, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak. Hukukun değişmez evrensel değerlerinin işlevsel kılınmasını savunmamız gerekiyor. Röportaj: Meltem Oral
6 GÜNDEM
ANAYASA TARTIŞMALARINDA GERİYE DÖNÜŞ Darbecilerin yenen halkın demokratik yeni anayasa isteği rafa kaldırıldı.
VOLKAN AKYILDIRIM
12 Eylül 2010 referandumundan altı yıl sonra, yenilen bir darbe girişiminin üstüne, bir anayasa teklifi ile karşı karşıyayız. Ak Parti-MHP ittifakının ürünü olarak gündeme gelen yeni anayasa paketinin içeriği henüz açıklanmadı, fakat 2017 baharında halk oylamasına sunulacağı söylenen bu anayasa değişiklilerinin belirtilen yönleri şimdiden bir tutum almamıza sebep oluyor. Yeni demokratik anayasa için altı yıl oyalandık. Altı yılın sonunda uzlaşılan 60 maddenin halk oylamasına sunulacağı söyleniyor. Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda dört partinin anlaştığı 60 madde Bunların önemli kısmı kişi hak ve hürriyet-
lerini tanımlar nitelikte, bir kısmı demokratikleşme taleplerinin ifadesi yani itiraz edebilecek pek bir şey yok. Sosyalistler için zaten anayasaları bir “toplum sözleşmesi” olarak kabul etmekten uzak kılan, mülkiyet ve miras hakkını tanımlayan kapitalist maddelerle birlikte, özel mülkiyetin korunması üzerine şekillenen yargı gibi özelleştirmeyi anayasal kılan maddeye de toptan karşıyız. Bugünkü yeni anayasa tartışmasının odağında ise emekçi sınıfların ve ezilenlerin on yıllardır istediği taleplerin yerine getirilmesi, acil sorunlara çözüm bulunması için bu tartışmada bir tarafız. Uzlaşılan 60 madde hiçbir işe yaramıyor çünkü anayasanın özünü ve tarif ettiği rejimin yapısını ilk dört madde belirliyor.
DEĞİŞTİRİLEMEZ DEDİKLERİ İLK DÖRT MADDE NEYDİ? “1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
çedir.
II. Cumhuriyetin nitelikleri
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Madde 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti Madde 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türk-
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır. IV. Değiştirilemeyecek hükümler Madde 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
1924'te askerlerin yazdığı anayasadan 12 Eylül darbecilerinin yürürlükte olan anayasına taşınan ilk dört maddenin yeni anayasada da yer alması bugün Ak Parti tarafından kabul ediliyor. Altı yıl önceki referandumda anayasanın değiştirilemez hiç bir kısmının olmadığı söyleyen Erdoğan ve Ak Parti liderliği, bugün Türk milliyetçiliğini dayatan kısımlar başta olmak üzere kemalizmin yeni anayasadan çıkartılacağını söylüyordu. Şimdi MHP ve CHP'nin gerici çizgisine geldiler. İlk dört maddenin aynen yer aldığı bir anayasa yeni olamaz. Köklü sorunların kaynağı bu "değiştirilemez" kısımlardır. Bir darbe girişiminden sonra Ak Parti yeni anayasayı tam demokratikleşme etrafında değil eski rejimi revize etme ve devleti onarma meselesi olarak ele almakta.
YARGIDAKİ DEĞİŞİKLİLER ADALET İÇİN DEĞİL 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Ak Parti, MHP ve CHP yargıda değişiklikler içeren, esas olarak Gülenciler gibi grupların yargıya sızmasını önleyici olacağı söylenen maddelerin yer aldığı mini bir anayasa değişikliği paketinde anlaşmıştı. Uzlaşılan 60 madde ile yargıdaki değişik-
Altı yıl önce darbecilerin yargılanması ve darbe kurumlarının ortadan kalkması için "yetmez ama evet" dediğimiz anayasa değişikliği paketinin ardından verilen sözler tutulmadı. Demokratik çoğulcu bir anayasa yapılmadı. 12 Eylül anayasası, kanun hükmünde karanamelerle yamanıyor. 12 Eylül referandumunda halkın yüzde 58'nin oyuyla kabul edilen maddelerin desteklediğimiz, demokratik kazanımlar olan kısımların hepsi kısa sürede Ak Parti tarafından geri alındı. Şimdi AK Parti-MHP ittifakı yeniden referandum diyor. Anayasa değişikliği değil yeni demokratik anayasa istiyoruz. Buna yaklaşmayan aksine uzaklaşan bir anayasa değişikliği paketinin demokratikleşmeyle ilgisi olamaz. lik de hükümetin teklifinde yer alabilir. İçerik açık olmasa da kemalist devlete bağlı kadroların yeniden yargıya hakim olmasının düzenlenişi olduğu ortada. 12 Eylül referandumunda Hakim Savcılar Yüksek Kurulu'nunun tekçi yapısına son veren, yargıyı çoğulcu ve demokratik kılacağı söylenen madde de kabul edilmişti. 15 Temmuz'dan sonra toplum gördü ki HSYK ve yargı kemalistlerin elinden alınıp Gülencilere verilmiş. 14 yıldır hükümette olduğu halde iktidar olamayan Ak Parti, yargıyı yeniden kemalistlere ve günün "yerli ve milli eksenine" uyanlara teslim etmeye hazırlanıyor.
GÜNDEM 7
BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ
GÖRÜŞ Roni Margulies
BUHARİ, TRUMP VE ERDOĞAN’IN MADAMI Muhammedu Buhari geçen yıldan beri Nijerya Cumhurbaşkanı. Emekli tümgeneral. Daha önce, 1983’te gerçekleştirdiği darbenin ardından da iki yıl cumhurbaşkanlığı yapmış. Geçen hafta Almanya’ya yaptığı resmî ziyaret sırasında, Angela Merkel ile yan yana basının önüne çıkmışlar. Eşi Ayşe Buhari’nin dile getirdiği siyasî eleştiriler hakkında ne düşündüğü sorulmuş. Yüzünde hınzır bir delikanlı gülümsemesiyle, “Eşimin yeri benim mutfağımdır, oturma odamdır ve evimdeki diğer odalardır” demiş. Fotoğrafını bulamadım maalesef, ama haberlere göre Merkel’in yüzünü karanlık bir ifade bürümüş, sonra geçmiş. Avrupa’nın en güçlü ülkesinin 11 yıldır başkanı olan Merkel’in kocasını tanıyan var mı? Ben tanımıyorum; hiç duymadım. Baktım: kuantum fizikçiymiş, profesörmüş. Evde hangisi yemek pişiriyor, öğrenemedim.
Anayasa değişikliği için 2017 baharında referandum yapılacağı konuşuluyor.
Yeni anayasa referandumunun asıl yönü olan başkanlık sisteminin oylatılması.
kalabalığın kendilerini destekleyeceğini zannediyordu ama hiçbir aktif destek bulamadılar.
15 Temmuz darbesi, Erdoğan'ın fiili başkanlığını bitirmek ve Ak Parti'yi hükümetten indirmek için yapılmıştı.Fakat ondan bir yıl önce, 7 Haziran 2015'te yapılan seçimlerinde Ak Parti anayasa değişikliği yapacak milletvekili sayısını kaybetmiş ve Erdoğan'ın başkanlığı demokratik yöntemle engellenmişti.
Darbeye karşı günlerce demokrasi nöbetleri tutulmuşken, farklı görüşlerden milyonlarca insan darbeye karşı net tutum almışken, devrilmekten halk tarafından kurtarılan Erdoğan ve Ak Parti hükümeti, demokratikleşme atağı yapmak yerine yine başkanlığı dayatıyor.
Aynı dönem tesadüfi olmayan bir şekilde Kürt sorununda yeniden çatışmaların şiddetlenmesine tanık olduk. PKK ile çözüm masasının devrilmesi ile şahin politikalar ortalığı kapladı. Suriye'de askeri saldırganlık artırıldı. 1 Kasım'da tekrarlanan genel seçimlerde Ak Parti yeniden çoğunluğu elde etti. Bu darbeye kadar süren karanlık, çatışmalı, katliamlarla dolu bir dönemi başlattı. Darbeciler belli ki Erdoğan'ın başkanlığına sonuna kadar karşı olan
DİĞERLERİNDEN FARKIMIZ Hayır oyu vermesi beklenen diğer siyasi akımlarla aramızda büyük fark var. Onlar kategorik olarak Ak Parti karşıtı, liderliğiyle tabanını bir görüp hespini toptan reddediyor. önemli kısmı 12 Eylül referandumunda darbecilerin yargılanmasına "hayır" oyu vermişti. Onların da esas dertleri anayasanın ilk dört maddesin-
Darbeden önce olduğu gibi bugün de başkanlık değil demokrasi! n Halkın demokratikleşme ve yeni anayasa talepleri derhal karşılanacağına başkanlık sistemini öne sürmek bir dayatmadır.. n Darbenin panzehiri demokratikleşme olduğu halde, tarihinin önemli kısmı tek adam yönetimleri ve diktatörlükle yönetilerek geçmiş bir ülkede; çoğunluğun çıkarına olan seçim barajının olmadığı çoğulcu parlamenter demokrasidir. Siyasi iktidarların emekçi sınıflar aleyhine deki kemalist cumhuriyetin temel niteliklerinin olduğu gibi korunması. Kemalist rejimin olduğu gibi sürmesini savundukları, laik-dindar suni saflaşmasını körükledikleri için de onlardan ayrıyız. Biz dört maddenin tarihe karışmasını savunuyoruz, özgürlük istiyoruz. Oslo ve İmralı görüşmelerine "vatana ihanet" diyen bu cepheyle en önemli farkımız Kürt sorununun demokratik çözümü için müzakerelerden, Kürt halkının gasp edilen haklarının ia-
uygulamalarının önüne ancak böyle bir yapıda geçebilir, talep ve haklarımızı kazanmak için bir demokratik basınçtan sonuç alabiliriz. n Ak Parti "Türk tipi başkanlık sistemi" getireceğini söylüyor. Bunun hakkında bilinen tek şey Erdoğan'ın başkan olması ve devletin onun etrafında merkezileştirilmesi. İkisini de karşıyız. Devrimci sosyalistler Erdoğan'ı seven ve Ak Parti'ye oy veren insanlara düşman değildir, hep beraber darbelere dur dedik. Fakat Erdoğan'ın adeta Mustafa Kemal gibi tek adamlığa soyunmasına, böyle bir rejimin yarattığı tarihsel sorunları bildiğimiz için karşıyız. Halkın geniş kesimleriyle kavgalı olan Erdoğan'ın başkanlığına savaştan yana olduğu ve işçi sınıfının taleplerine sırtını döndüğü için de karşıyız. Elbette “yeni anayasa teklifi” meclise sunulduğunda tavrımız nihai hale gelecek ancak ortaya çıkan yönleriyle önümüze getirilirse referandumda oyumuz "hayır" olacaktır. desinden ve kalıcı barıştan yana olmamız. Bugün Ak Parti de onların yanında, tam da buradan ayrışıyoruz. Yeni referandumda ister "evet" ister "hayır" desin milliyetçilikte birleşenler, hakim sınfıların şu ya da bu kısmını temsil ediyor. Sosyalistler darbe, savaş, ırkçılık karşıtı tüm demokratik güçlerle birlikte davranarak, temsil edilmeyen işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sesi ve taleplerini bu referandumda duyurmalıdır.
Merkel, 1995’te bir köpeğin saldırısına uğradığından beri köpekten korkarmış. Birlikte yaptıkları bir basın açıklamasına 2007’de Vladimir Putin labrador köpeğiyle gelmiş. Sonrasında Merkel şöyle demiş: “Niye böyle bir şey yapmak zorunda olduğunu anlıyorum: Erkek olduğunu kanıtlaması gerek...” Dünya nüfusunun yarısını küçük görmek, üstelik Merkel gibi bir kişinin yanında dururken bile kadınları mutfakla ilişkilendirmek sadece Afrikalı öküzlere özgü değil elbet. Batı’da da öküz çok. Önümüzdeki ay belki de Amerika cumhurbaşkanı seçilecek olan Trump’a ne demeli? Birkaç yıl önce yaptığı bir TV kaydında, “star” olduğu için her istediği kadına istediği gibi sarkıntılık edebildiğini söylediği ortaya çıktı. Ardından, bir dizi kadın gerçekten de kendilerini taciz ettiğini söyledi. Ve Trump, öküzlüğünü kanıtlamak amacıyla olsa gerek, bu kadınların bazılarının taciz edilemeyecek kadar “çirkin” olduğunu iddia etti. Kazanma şansını giderek kaybediyor, ama yine de bu herife oy verenler olacak! Amerikalı (veya Nijeryalı) doğmadığı için şükretmek geliyor insanın içinden. Türkiye vatandaşları olarak bizim durumumuz farklı elbet. Bizim devlet büyüklerimiz Buhari, Putin ve Trump gibi değil. Bizimkiler cinsiyetçi olmakla, kadınları aşağılamakla kalmaz. Milliyetçiliği, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını da ihmal etmezler. Bunlardan bir tanesi geçenlerde Trabzon’da halka hitap ederken şöyle demiş örneğin: “Öleceğiz. Bir adam gibi ölmek var, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim, ama adam gibi ölelim.” Ne müthiş bir ustalık! Kısacık üç cümlede hem kadınları küçümsemek, hem yabancıları aşağılamak, hem de ölmeyi, öldürmeyi kutsamak! Vallahi helal olsun. Ne mutlu Türk’üm diyene.
8
YORUM
VATAN, MİLLET VE MÜLKİYET ki bu dayatmalara burun kıvırıp geçmek bu yüzden çok önemli. ABD’de tecavüze uğrayan bir kadının ya da bir ABD polisi tarafından katledilen bir siyahın, ABD’nin sermayedarlarıyla bağ kurması, ortaklaşması imkansız, ama kadın cinayetlerinde rekor kıran Türkiye’deki kadınlarla, yoksul mahallelerde polisin eziyetlerine maruz kalanlarla çıkarları bir ve aynı.
ŞENOL KARAKAŞ
Yine dünya genelinde, çoğu kadın 201 milyon işsiz var. 2014 yılı raporuna göre OECD’ye üye ülkelerde işsiz sayısı 44.2 milyon. İşsizlik oranı yüzde 7.2. Avro bölgesinde ise işsizlik oranı yüzde 11.2. Dünyanın tüm ülkelerinde benzer işsizlik oranları var ve bu ülkelerdeki toplam 201 milyon işsiz, dünya genelindeki 3.5 milyar işçinin üzerinde bir basınç oluşturuyor. Ne İspanya’daki işsizle Güney Kore’deki işsiz arasında, ne de çeşitli ülkelere dağılmış bu 3.5 milyar işçi arasında, dil, din ve ten rengi dışında hiçbir farklılık yok. ABD’de de, Rusya’da da, İspanya’da da, Brezilya, Hindistan, Çin ve Türkiye’de de işçiler neredeyse tıpatıp aynı koşullara sahipler. İşçilerin zenginlik karşısındaki pozisyonları aynı. Dünya genelinde en zengin yüzde 10, toplam dünya gelirinin yaklaşık yüzde 40’ını alıyor, en fakir yüzde 10’luk nüfusun payına ise toplam gelirin sadece yüzde 2’si düşüyor! İşçilerin çalışma saatleri, uymak zorunda kaldıkları iş yasaları, sendikalaşma üzerindeki baskılar, kadın işçilerin ücretlerinin erkek işçilerin ücretlerinden düşük olması, iş yasalarının genel olarak işçilerin aleyhine uygulanması, protesto haklarının, örgütlenme özgürlüklerinin sürekli baskılanması, kuşkusuz bazı önemli farklar içerse de hemen her ülkede işçiler açısından benzerlikler gösterir. İşte milliyetçilik bu yüzden egemen sınıflar açısından çok sihirli bir fikirdir. Birbirine benzer sınıfsal koşullarda yaşayan 3.5 milyar insanın birbirleriyle değil, sınıfsal koşullarının hiçbir şekilde benzeşmediği insanlarla aynı, neredeyse birleşik bir ruh halinde hareket etmesini sağlar. İsmet Berkan’ın yaptığı hesaplamaya göre, Türkiye’nin en çok gelir elde eden insanı ayda ortalama 7 milyon kazanırken, Türkiye nüfusunun yarıdan fazlası, yani milyonlarca insan ayda ortalama 1000 TL kazanıyor. Diğer bir deyişle, milliyetçilik, bir yoksulun kendisinden 7 bin kat fazla gelir elde eden bir insanla ortak çıkarlara sahip olduğunu düşünmesini sağlayan bir fikri kümelenmedir. Dünya genelinde 5-14 yaş grubu arasında 120 milyon çocuk işçi var. Bu farklı ülkelerde yaşayan 120 milyon çocuk işçi, kendi ülkelerinde en zengin yüzde 10’luk nüfusun çocuklarıyla hiçbir zaman aynı fırsatlara sahip olamayacak.
Buna rağmen, milliyetçiliğin kitlesel olarak sahiplenilmesi, her çağın egemen fikirlerinin egemen sınıfın fikirleri olmasından kaynaklanıyor. Her ülkede egemen sınıfların işini kolaylaştıran milliyetçilik, aynı zamanda kapitalizmin küresel işleyişini de korumaya alma yeteneğine sahip. Milliyetçilik, hem sermayenin küresel çıkarlarını korumanın aracıyken hem de her ülkede egemen sınıfların mülksüzleri kontrol etmesini sağlarken, her ülkede işçi sınıfına karşı sürekliliği ilan edilmiş bir iç savaş ideolojisi gibidir. Egemen sınıf bu fikirden vaz geçemez. İşçiler kitleler halinde bu fikri sorgulamaya başladığında, milliyetçiliğin yeniden kutsanacağı kanalları yaratmak için devletin tüm organları elele verir. İşçiler haklarını vermeyen patronlara karşı birleşip mücadeleye giriştiğinde “aynı gemideyiz” edebiyatı biter.
Ama milliyetçilik, “hepimiz aynı gemideyiz” vurgusunu, her gün her saat işlemeye devam edecek. Marx ve Engels işçi sınıfının vatanı yoktur derken kelmeişlerdi: “Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil.” diyorlar. Vatan, kelimenin tam anlamıyla bir mülkler toplamıdır. Cebinde beş kuruşu olmayanın beş kuruşluk bile vatanı yoktur. Ne kadar para, ne kadar mülkiyet varsa o kadar vatan vardır. Araziler, otoyollar, tren yolları, ormanlar, evler, pastaneler, hastaneler, fabrikalar, daima birisinin malıdır. Aynı vatanda yaşıyor olmak, bu birilerinin tapulu mallarından gönlümüzce faydalanabilmek anlamına gelmiyor. Nüfusunun yarısı ayda 1000 TL kazanan Türkiye’de, vatanseverlik propagandası, vatanın gerçek sahipleri olan özel mülkiyet sahiplerinin çıkarlarını garanti altına almak için bulunmaz bir fırsattır. Vatan bir mülkler toplamıysa, mülkiyeti olmayanın vatanı olmadığını söylemek, mülk sahibi sınıflar gönüllü bir şekilde mülkiyetlerini mülksüzlerle paylaşana kadar, basit bir gerçeğin basitleştirilmiş
bir ifadesi olmayı sürdürecektir. Aynı gemide olduğumuz lafı, geminin neresinde olduğumuzu gizlemeye yarıyor. Devasa servetiyle geminin en lüks kamarasında gezinen bir yolcu muyum, yoksa geminin sahibi miyim ya da gemide hizmet eden garson muyum, yoksa makine dairesinde denizi görmeden biteviye çalışan işçi miyim? Farklı, sadece farklı değil aynı zamanda uzlaşmaz çelişkilere sahip olan sosyal sınıflar, aynı gemide olduklarını sansalar da, değillerdir. Gemi batarken, geminin yoksulları kurtulamaz genellikle, zenginler, geminin gerçekten mülkiyetine sahip olanlar batmadan önce gemiyi terk edecek zamanı her zaman bulurlar. Bu açıdan, Marx ve Engels’in “işçilerin vatanı yoktur” sözünün daha iyi anlaşılması için, Rus Marksist Lenin’in sorunu daha da anlaşılır kılan şu katkısını eklemekte fayda var: "Her ulus içinde iki ulus vardır, burjuvalar ve işçi sınıfı." Evet, her ulus içinde iki ulus vardır, burjuvalar, zenginler, üretim araçlarının sahipleri bir tarafta,
yoksullar, mülksüz milyonlarca insan bir diğer tarafta. Bu nedenle, yukarıdan aşağıya aralıksız işlenen “milli olmalıyız” propagandası, tek tek her bir işçiyi gerçek dünyanın sorunlarından koparmaya ya da gerçek dünyanın sorunlarına karşı tepkiyi gerçekliğin ters yüz edilmiş haline karşı yönlendirmeyi hedefler. Bunu yaparken, kuşkusuz, geleneklerde, ölülerin yaşayanlara aktarılan alışkanlıklarında güçlü kökler bulmakla kalmaz sadece, bugünün entelektüel üretim araçlarının yaygın propaganda makinesinin aralıksız çalışmasına muhtaçtır egemen sınıf. Türkiyeli erkekler, 2016’nın Ağustos ayında 33 kadını öldürdü ve 26 kadın cinsel şiddete maruz kaldı. Türkiyeli polisler defalarca Türkiyeli işçilerin düzenlediği grevlere, protesto eylemlerine saldırılar. Türkiye polisi yüzbinlerce Türkiyelinin katıldığı Gezi eylemlerine saldırı destanları yazdı. Sadece Türkiye değil yalız ve güzel olan bu konuda, ABD polisi sadece 2016 yılında ezici çoğunluğu siyah olan 790 ABD vatandaşını öldürdü. Milli olmamız yönünde-
Yine de yollarda kendine başına dolaşan insanlardan değil de bir işyerinde onlarca, yüzlerce işçiyle birlikte çalışan, kolektif bir üretim sürecinin parçası olan insanlar, yukarıdan aşağı boca edilen bu egemen fikirlerin sürekli üretilmesine, yani her işçinin işyerine, milletine, patronuna, devletine bağlı olduğunu anlatan yukarıdan aşağıya sürekli bir propagandaya karşılık, işçilerin her gün işbaşı yaptıkları anda aşağıdan yukarıya başlattıkları sorgulama, tepki, kızgınlık, yorgunluk ve haksızlıklara karşı tartışma isteği çarpışır. Milliyetçiliğin kitlesel bir hareketle kırılması, aşağıdan yukarı şekillenen bu tartışma sürecinin sürekliliğine, işçilerin kolektif kararlılığına ve milliyetçilikle en başından itibaren arasına mesafe koyan işçi liderlerinin politik birliğinin ne kadar şekillendiğine bağlıdır. Her ülkede, hiçbir ülkenin vatanı olmadığını, vatanının küresel işçi sınıfının hareketi olduğunu kavrayan işçilerin sayısının artması için mücadeleye, “milli olmalıyız” seslenişini bastırmak için bugünden ve hemen başlanması hem gerekli hem de zorunludur.
EMEK GÜNDEMİ
ÖNCE KADINLAR Çalışma Bakanı “Kadın istihdamını arttırmaya yönelik önlemler alıyoruz” diyor. Ama istatistikler kalıcı işlerde önceliğin erkeklerde olduğu gösteriyor. Ekonomide gidişat kötüleşince patronlar önce kadınları işten atıyor. Türkiye ekonomisinin kötü gidişatına ilişkin sinyallerden biri de işsizlik rakamları oluşturmakta. TUİK verilerine göre, işsizlik oranı yüzde 11.2’yi bulurken, Mayıs 2010’dan bugüne işsiz sayısı 73 bin kişi daha artmış. Sanayideki istihdam kaybı hükümetin yeni yatırım teşviklerinin çok bir faydası olmadığını göstermekte. Ama işsizlik verilerinde en çok dikkati çeken, işini kaybedenlerin çoğunluğunu kadınların oluşturması. Rakamlara göre, sanayide 76 bin istihdam kaybı olurken bu kaybın 69 bini kadın çalışanlardan oluştu. Aynı şekilde 124 bin kişilik eğitim sektöründeki kaybın da 83 bini kadın çalışanlar. Temmuz ayında 145 bin kadın işsiz kalırken 130 bin erkek çalışan iş buldu. Ekonomik kriz derinleştikçe istihdamda cinsiyet eşitsizliğini gözlemlemek daha da mümkün. Cumhurbaşkanı boşuna çocuğu olmayan kadınlara “yarım kadın” demiyor. İşler kötüye gittiğinde ilk atılan kadınlar. Kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ya da daha az kaynak ayrılması nedeniyle kadınlar hastaların, yaşlıların ve çocukların bakımını kadınlara yıkılıyor.
EKONOMİDEKİ PATİNAJ EMEKÇİYİ VURUYOR
Gençlerde işsizlik oranı yüzde 20’ye yaklaştı.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2016 yılının Temmuz ayına ilişkin açıkladığı işgücü istatistikleri raporuna göre; işsizlik geçen yılın aynı dönemine göre 0,9 puan artarak yüzde 10,7 seviyesine çıktı. Geçen yılın aynı dönemine oranla işsiz sayısı ise 354 bin kişi artarak 3 milyon 324 bin kişi oldu.
puanlık artışla yüzde 19,8 olurken 15-64 yaş grubunda ise işsizlik oranı 1 puanlık artışla yüzde 11 oldu.
TÜİK verilerine bakıldığında işsizlik oranlarındaki artışın bütün alanlarda yaşandığı görüldü. Verilere göre; aynı dönemde tarım dışı işsizlik 1 puan artarak yüzde 13, 15-24 yaş grubunu içeren genç işsizlik oranı 1,5
AKP’nin en övündüğü alanlardan biri Türkiye ekonomisindeki büyüme. Erdoğan 2015 yılında “Ekonomide 3 yıldır patinaj yapıyoruz” demişti. Bunun bedelini ise patronlar değil işçiler ödüyor.
Verilerle ilgili değerlendirme yapan DİSKAR ise geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 18,9’a ulaştığını geniş tanımlı işsiz sayısının ise 6 milyon 342 bine yükseldiğini açıkladı.
tiye önünde açıklama yaptı.
n Birleşik Metal-İş sendikasının örgütlü olduğu Kocaeli Cem Bialetti fabrikasında Temmuz ayından bu yana süren toplu sözleşme sürecinde anlaşma sağlanamaması üzerine grev başladı.
n Bakırköy Belediyesi ile 1 Mart'ta başlayan toplu iş sözleşmesi müzakere sürecinde anlaşmaya varamayan Belediye-İş sendikası üyesi işçiler greve çıktı.
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KİRALIK İŞÇİLİK: BU KÖLELİK YASASINI ENGELLEMELİYİZ Kiralık işçi uygulaması başladı. Kölelik Yasası olarak da adlandırılan Özel İstihdam Büroları (ÖİB) Yönetmeliği 11 Ekim tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Uygulamanın yaklaşık 7,5 milyon işçiyi kapsaması bekleniyor. Özel istihdam bürolarına geçici iş ilişkisini de kapsayacak biçimde işçi kiralama yetkisi verilmesi ile Türkiye’de emeği ile geçinen milyonlar köle haline getirilecek. Kıdem tazminatı hakkı fiilen ortadan kalkacak, işçiler işçi simsarlarına mahkum edilecek. Yüzde 40 olan kayıt dışı çalışma oranı daha da artacak.
İŞYERLERİNDEN FABRİKALARDAN MÜCADELE HABERLERİ
n Petrol İş sendikası üyesi binlerce işçi, Türkiye Petrolleri (TP) bünyesinde bulunan sondaj, kuyu tamamlama ve jeofizik (sismik) faaliyetlerinin TPIC’e bağlanacak olmasını Adıyaman, Batman ve Ankara’da yarım gün iş bırakma eylemi yaparak protesto etti.
9
n İzmir’de bulunan PETKİM fabrikasında Petrol-İş üyesi 15 işçinin işten çıkarılması üzerine işçiler fabrika önünde eylem yaptı. İşçilerin eylemi sayesinde işten atılan işçiler geri işe alındı. n Manisa OSB'de faaliyet gösteren, Nutella ve Kinder çikolata markalarının üreticisi Ferrero fabrikasında işçilerin başlattığı grev sürüyor. n Hafta sonuda KESK üyesi kamu emekçileri, birçok şehirde işçilere yönelik hukuksuz uygulamalara ve açığa almalara karşı eylem yaptı. n İzmit’te bulunan Bekaert fabrikasında işçiler, TİS görüşmelerinde uyuşmazlık
zaptı tutulmasının ardından işverenin taleplerini kabul etmesi amacıyla üretimi yavaşlattı.
n Gemlik Gübre'de 550 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesinde anlaşma sağlanamadığı için greve giden işçiler, ikinci ayı geride bıraktılar.
n Beşiktaş’ta yapımı devam eden metro inşaatında çalışan İnşaat İş üyesi işçiler gasp edilen hakları için şan-
n BOMİ Depo’da çalışan DGD-SEN Başkanı Murat Bostancı, işten atılmasına karşı direnişe başladı.
Fabrikalarda üretim artıştı için kadrolu işçi yerine 8 aya kadar işçi kiralama yapılabilecek. Bu durumda toplam çalışanların dörtte biri kiralanabilecek. 10’dan daha az işçi çalıştıran işletmelerde ise 5 kişiye kadar kiralık işçi çalıştırılabilecek. Böylece kayıtlı istihdamın neredeyse yarısı bu kölelik büroları aracılığı ile güvencesiz çalıştırılacak. Mevsimlik tarım işlerinde, ev işlerinde, işletmenin günlük işlerinden sayılmayan hallerde geçici çalışmanın süre sınırı yok. Temizlikten bakıma, periyodik kontrole kadar pek çok işte kiralık işçi çalıştırılabilecek. Kiralık işçi, sosyal haklarını ve sigortasını asıl patrondan talep edemeyecek. Sorumluluk Özel İstihdam Bürosu’nda olacak. Kiralık işçi ile ÖİB arasında sözleşme yapılacak, yani işçi ile çalıştığı iş yerinin patronu arasında herhangi bir anlaşma bulunmayacak. ÖİB, iş yerinin patronuyla da sözleşme yapacak. Böylelikle sorumluluk bir kez daha iş yeri patronunun üzerinden alınmış olacak. SGK verilerinde bile geçici işlerde çalışanların sayısı artık 3 milyonu buluyor. 2001 yılında kayıtlı sektörlerde geçici çalışanların sayısı ise 700 bindi. Geçici çalışanların oranı 15 yılda yüzde 14’ten yüzde 21’e yükseldi, sayısı ise 4 kat arttı. Kiralık işçi uygulaması ile birlikte bu oranın daha da artacağına şüphe yok. Bu kölelik yasasını engellemek bir zorunluluk. OHAL fırsatçılığı ile çıkarılan böyle yasalar giderek emekçilere karşı sistematik saldırının bir parçası haline dönüşüyor. İşçiler olarak işimizi, ekmeğimizi, geleceğimizi düşünmeliyiz, orta çağdaki kölelik zihniyetinden farksız olan özel istihdam büroları yasasının Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesi için çaba göstermeliyiz. Sendikalar yasanın iptali için kitlesel eylemler düzenlemelidir.
10 SİNEMA
BİR NEOLİBERAL FANTEZİ OLARAK “ARINMA”
FERIT SANI
Gelebilecek, yakın bir gelecekteyiz. Ne olmuşsa olmuş, ABD siyasal kaos, iktisadi ve toplumsal bir yıkımla karşılaşmıştır. Ancak neyse ki felaket durdurulabilmiş, Amerika küllerinden yeniden doğmuş, “Yeni Kurucu Babaların” önderliğinde selamete çıkmıştır. Bu yeniden kuruluşu anmak adına her yıl “arınma” adı verilen bir özel gece tertip edilir. Bu gecede polis, itfaiye ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm kamu kurumları tabir caizse “tatil” yapmakta ve cinayet de dahil tüm suçlar serbest bırakılmaktadır. James DeMonaco’nun yönettiği distopik korku filmi serisi The Purge (Arınma), işte böyle bir arka planda cereyan ediyor. Resmi anlatıya göre “arınma gecesi” insanların içindeki habis yanları ortaya saçtıkları bir tür terapi işlevi görmektedir. Bu “katartik” deneyim sayesinde suç oranları düşmekte, “insanın doğasından kaynaklandığı” belirtilen şiddet bu geceye yoğunlaştırılarak kontrol altında tutulmaktadır. Ancak işler hiç de söylendiği gibi değildir. “Arınma”, şiddetin kontrolsüzce boşaltılması yoluyla gerçekleşen terapetik bir ritüelden fazlasıdır. Açığa çıkan şiddet, özel güvenlik şirketlerince korunmayan, özel korumalı banliyölerde yaşamayan yoksul-
ları tasfiye etmektedir. “Arınma gecesi”, alt sınıfları kontrol etmenin, “üretken” olmadığı için “atık” addedilen nüfusun “etkisizleştirilmesini” sağlamaktadır. Böylece işsizlik ve suç oranları düşmekte, düzen sağlanmaktadır. Yani “arınma”, alt sınıfları pasifize edip sindirmek, nüfus oranlarını kontrol etmek için “yukarıdan” yürütülen bir sınıf savaşı mekanizmasıdır. 2013 yılında gösterime giren serinin ilk filminde bir arınma gecesinde, güvenlik sistemleri satan bir firmanın yöneticilerinden olan James Sandin’in evine konuk oluruz. Sandin ve ailesi “arınma” ritüeli dolayısıyla müreffeh bir yaşam sürmektedir. Ancak arınma gecesinin neden olduğu dehşet, sonunda onların o korunaklı yaşamına da bulaşacaktır. Aslında serinin bu ilk filmi, kamusal alanın, yani ev dışının giderek daha tehlikeli ve kaotik bir hal aldığı inancına dayanan ve kamusal ile özel arasındaki sınırın silikleşmesini bir dehşet unsuru olarak kullanan, “haneye tecavüz” konulu korku sinemasının izinden gider. Farkı, bu türe özgü tema ve klişeleri siyasal alegoriyle harmanlamasıdır. Serinin 2014 yılında gösterime giren ikinci filmi (The Purge: Anarchy), ilkinin aksine bir evde geçmez, sokağa çıkar. Los Angeles’te bir arınma gecesinde yaşananları
konu alır. İkinci filmde odak yoksulların, arınma gecesinin hedefi olan insanların hayatına ve var kalma stratejilerine kayar. Bu filmde arınma gecesine ve Yeni Kurucu Babalar’ın Amerikası’na karşı bir direnişin örgütlenmekte olduğunu da görürüz. Film, bir korku-aksiyon olarak, bu türün fanları açısından çok başarılı olmayabilir. Ancak onu orijinal kılan radikal politik imaları, açıkça “sınıfçı” tutumudur. Çoğu “beyaz” mülklülerle çoğu “renkli” mülksüzler arasında gerçekten ölümüne bir savaş imgesi, “splatter”, yani şiddetin yoğun ve bilinçli olarak gözümüzün içine sokulduğu korku türünün diliyle yansıtılır. “The Purge” serisinin bu yıl gösterime giren son filmi, “Seçim Yılı” (Election Year) başlığını taşıyor. “The Purge: Anarchy” filmdeki kimi karakterlerin de karşımıza çıktığı bu film yapısı itibariyle de ikincisini fazlasıyla andırıyor. Yine bir arınma gecesindeyiz, yine sokaklarda yaşanan dehşete tanık oluyoruz. Ancak bu defa “arınma gecesinin” siyasal hesap görmenin bir aracı haline geldiğini de görüyoruz. Arınma ritüeline karşı olduğunu ve bu geceyi ortadan kaldıracağını ilan eden bir başkan adayı, Yeni Kurucu Babalar tarafından bir suikastle ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Bu bölümde esas olarak “strateji” başlığı ele alınıyor desek yeridir; “arınma ve onu
ayakta tutan iktidar düzeneği seçimle ortadan kaldırılabilir mi yoksa silahlı mücadele mümkün tek yol mu” diye özetlenebilecek tartışma uzayıp gidiyor. Birçok eleştirmen için Purge serisi, toplumsal eşitsizlik, ırkçılık ve bireysel silahlanma gibi çağdaş bir dizi toplumsal meseleye dair parlak referanslar içermekle birlikte korku-aksiyon türünün klişelerinden kurtulamıyor. Bu tür bir değerlendirmede haklılık payı var elbet ancak Purge’ün, günümüzde hâkim olan ve giderek pervasızlaşan bir muhafazakârlıkla soslanmış neoliberal otoriteryen fantezi dünyasının etkileyici bir tasviri olduğunu da kabul etmek gerekiyor. “Parazit” sayılan, toplumsal sorunların kurbanı değil de müsebbibi addedilen alt sınıfları zapturapt altına alacak senelik bir “temizlik” fikri, “yoksullukla savaşı” yoksullarla savaş olarak algılayan yaşadığımız dünyaya aslında hiç de yabancı değil. Böyle bir “arınma” fikrinin, savaşı “fazla” sayılan yoksulları azaltmanın bir yolu sayan kimi “klasik” liberal düşünürlere kadar geri giden bir kökeni de var zaten. Bu türün hayranı olmayanlar benim gibiler için Purge serisindeki şiddet sahneleri elbette rahatsız edici. Ancak esas rahatsız edici olan, filmde anlatılan dünyanın bizimkine olan şaşırtıcı benzerliği...
AKTİVİZM 11
DOĞALGAZ BORU HATTI EKOSİSTEME ZARARLI Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Projesine dair anlaşma 23. Dünya Enerji Kongresi sırasında Rusya ve Türkiye’nin enerji bakanları tarafından imzalandı. Projenin imzalanması ile birlikte yaklaşık bir yıl önce Rus uçağının düşürülmesinin ardından Türkiye’nin Rusya’ya enerji bağımlılığını azaltılması gerektiği söylemi yerini “Rüya Gerçek Oldu” manşetlerine bıraktı.
910 kilometre Karadeniz'in altından geçecek Her biri 15 milyar 750 milyon metreküp kapasiteli 4 hattan oluşacak Türk Akımı'nın 910 kilometresi Karadeniz'in altından geçecek. Trakya'dan Türkiye topraklarına girecek hattın kara bölümündeki uzunluğu da 260 kilometre olacak. Boru hattının planlanan tahmini taşıma kapasitesi yılda 63 milyar metreküp. Tür-
EĞİTİMDE ÖĞRETMEN KIYIMI PROJESİ: PROJE OKULLAR Proje okul seçilen Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencilerinin yaptıkları eylemlerle proje okullar bir kere daha gündeme taşınmış oldu. Hükümet proje okullar uygulamasını başlatırken öğrenciler için daha geniş olanaklar ve daha iyi bir eğitim vaadinde bulunmuş olsa da proje okullar, keyfi atamalara eşlik eden emekçi kıyımıyla tanınıyor.
NURAN YÜCE
Rusya doğalgazının batıya taşınması için öngörülen ilk rota: Doğalgazın borularla Karadeniz’in altından Bulgaristan’a iletilmesi ve oradan iki kola ayrılarak Orta Avrupa ile Yunanistan ve İtalya’ya ulaştırmayı hedefleyen “Güney Akım” projesi idi. Rusya’nın Ukrayna ile yaşadığı sorunlar ve ABD’nin müdahalesi nedeniyle bu projeden vazgeçilmesi ile birlikte Bulgaristan yerine Türkiye’de karaya çıkacak boru hattının ismi de Türk Akımı oldu.
ÖNE ÇIKAN Can Irmak
Proje okul nedir?
IIstranca dağları üzerindeki ormanlardır. İstanbul’da Çerkezköy’de başlar ve kuzeye gittikçe yükselir. İstanbul’un su kaynakları olan Ergene Havzası ve Terkos Gölü’nü besler. Boru hattı döşenirse yüzde 40 yok olacak.
kiye'nin bu projeden yılda yaklaşık 14 milyar metreküp doğalgaz alması ve geriye kalan 49 milyar metreküp gazın Avrupa'ya ihraç edilmesi düşünülüyor. Yaklaşık 19 milyar dolar bütçeli projenin Karadeniz'in altından geçecek hattının tamamı Gazprom tarafından inşa edilecek. Türkiye topraklarından geçecek kısmın ortaklaşa yapılması planlanmış. İstanbul ve Trakya’nın tek su kaynağı yok ediliyor Rusya’da Anapa yakınlarında denizin içine girecek boru hattı, İstanbul’un yaklaşık 100 kilometre
YUNANİSTAN’DA IRKÇILIĞA VE FAŞİZME KARŞI BULUŞTUK ATİLLA DİRİM
Irkçılığa ve faşizme karşı mücadele eden KEEFRA örgütünün düzenlediği bir toplantıya katılmak üzere, 15-16 Ekim tarihlerinde Atina'da bulundum. Toplantıya Yunanistan'ın farklı bölgelerinden aktivistlerin yani sıra, Avrupa ülkelerinden de yoldaşlar katıldı. Toplantıda katılımcılar bulundukları yerdeki mevcut durum ile mücadele deneyimlerini ayrıntılı bir şekilde aktardılar. Mülteci çocukların okul durumlarına dair anlatımlar oldukça çarpıcıydı. Eskiden olduğu gibi diğer çocuklarla birlikte okula kabul edilmiyor, öğleden sonraları iki saat dil eğitimine tabi tutuluyormuş. Bu durum hem gettolaşmaya sebep oluyor, hem de çocukların kaynaşmasına engel olduğu için bariyerlerin oluşmasına neden oluyormuş. Ayrıca faşist Altın Şafak örgütünün halen görülmekte olan davası üzerinde de yoğun bir şekilde duruldu. Bu davanın şehir merkezinde görülmesinin sağlanmasının
batısında yer alan Kıyıköy’de karaya çıkacak. Yunanistan sınırındaki İpsala kasabasına gazın taşınması için 260 kilometre boru hattı döşenecek. Bu boru hattının geçeceği alan İstanbul ve Trakya’nın tek su kaynağı olan Istrancalar. Boru hattı için bu bölgede 3’üncü köprü için kesilen ağaç sayısının iki katı ağacın kesileceği söyleniyor. Bu boyutta bir katliam Istranca ormanlarının yüzde 40 kaybına yol açar, bu kadar orman kaybı ise su kaynaklarının yüzde 80 azalmasına. "Rüya Gerçek Oldu" diyenlerin hiç ilgilenmediği bu ekolojik kayıplar bir karabasanın habercisi niteliğinde.
önemi vurgulandı ve dava ilerledikçe Altın Şafak'ın faşist yüzünün daha çıplak bir şekilde ortaya çıkacağı anlatıldı. Avrupa ülkelerinden gelen yoldaşlar, özellikle mültecilerin geri gönderilmeye başlanmasının ve yükselmeye başlayan sağ dalgaya karşı verilen mücadelenin üzerinde durdular. Toplantının ardından bu yoldaşlarla birlikte bayrak ve pankartlarımızla Afgan mültecilerin kaldığı bir kampa gittik. Burası sanayi bölgesine kurulmuş, konteynırlardan oluşan, insan yaşamasına uygun olmayan son derece kötü koşulların hüküm sürdüğü bir yer. Türkiye ile AB arasında imzalanan kirli anlaşmanın etkileri burada yoğun bir şekilde hissediliyor. Mülteciler Türkiye'ye geri gönderilmemek için resmi makamlara kayıt yaptırmaya korkuyorlar ve bu yüzden bir kısmı sağlık ve eğitim hizmeti alamıyor. Hamileliğinin ilerleyen aylarında olmalarına rağmen henüz bir kez bile doktor kontrolüne gidememiş olan kadınlar var. Kampın genel havasını yokluk ve hoşnutsuzluk belirliyor. 18 Mart 2017'de mülteciler için Avrupa çapında eşzamanlı bir eylem düzenlenecek. Bizler de bunun Türkiye ayağını oluşturmak için şimdiden hazırlanmalıyız.
Proje okul uygulaması, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından 2014 yılının Mart ayında başlatıldı. Plana göre bu okullar, üniversiteler ile işbirliği yapacak, akademisyenler proje okullara danışmanlık hizmeti verecek ve proje okul olarak seçilen okulların elektronik, bilişim altyapı olanakları en üst seviyede olacaktı. Öncelikle en başarılı sayılan okullar proje okul kapsamına alındı. Proje okul ilan edilen okullar arasında İstanbul Erkek, Kabataş, Kadıköy Anadolu Lisesi gibi okullar bulunuyordu. Ancak “başarı ölçütleri” o okullarda eğitim veren öğretmenleri hesaba katmıyor ve öğretmenlerin sürülmesiyle sonuçlanıyor. Proje okullar öğretmenleri nasıl etkiledi? Proje okullar o okullarda görev yapan öğretmenler açısından daha fazla güvencesizlik ve belirsizlik anlamına geliyor. Birincisi bu okullara MEB tarafından sınavsız olarak atama yapılabiliyor. İl ve ilçe milli eğitim müdürlükleri devre dışı kalıyor eve MEB doğrudan atama yapıyor. Bu düzenleme keyfî atamaların ve kadrolaşmanın önünü açıyor. Bunun tamamlayıcısı olan diğer bir nokta ise öğretmenlerin yerinin değiştirilmesi. Düzenlemeye göre proje okullarda 8 yıldan fazla süredir görev yapan öğretmenlerin yerleri değiştiriliyor. 24 Eylül’de MEB Müsteşarı Yusuf Tekin, 155 proje okulunda 8 yılı aşkın süredir çalışan 1187 öğretmenin görev yerlerinin değiştirileceğini duyurmuştu. Bunun sonucu olarak öğretmenler yıllardır çalıştıkları okullardan uzaklaştırılıyorlar. Buna öğretmenler kadar öğrenciler de tepkili. 2015-2016 öğrenim yılının sonunda pek çok lisede öğrenciler arka arkaya açıklamalar yayınlayarak öğretmenlerine dokunulmamasını ve keyfi atamaların durdurulmasını talep ettiler. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde yapılan eylemler de bu tepkinin bir devamı. Hükümet uygulamada geri adım atılmayacağını söylerken, Kadıköy Anadolu Lisesi’nin kapısına da silahlı polisler yerleştirildi. Eğitim-Sen, keyfi uygulamaların önüne geçmek için dava açmak ve eylem yapmak gibi çeşitli adımlar attı, hükümete yakın Eğitim Bir-Sen ise öğretmen kıyımı olmadığını savunuyor ve öğretmenleri iş güvencesi konusunda bölüyor. Proje okullar uygulaması her alanda yayılmaya çalışılan güvencesizliğin otoriter bir anlayışla dayatılmaya çalışılmasının bir parçası. Güvencesizlik ve keyfi uygulamalara karşı tek çözüm bütün sendikaların tabanından çalışanların bir araya gelerek seslerini yükseltmeleri.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
GREV, GÖSTERI VE YÜRÜYÜŞ
HAKTIR ENGELLENEMEZ Hükümetin darbecilerle mücadele gerekçesiyle başlattığı OHAL rejimi sermayenin lehine bir silaha dönüştü. İşçi sınıfının başta iş güvencesi olmak üzere özlük hakları gasp edilmekte. Daha da vahimi OHAL uygulamaları başta KESK olmak üzere işçilerin ekonomik ve demokratik haklarını savunan sendikal örgütlenmeleri “suç” kapsamına almakta; grev, toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkı keyfi bir biçimde iptal edilmekte.
İŞÇILERIN KARŞISINDA SERMAYENIN YANINDA
KESK’in OHAL’in kaldırılması, KHK’ların geri çekilmesi, kamu çalışanlarının görevlerine iade edilmesi ve iş güvencesini kaldırmayı hedefleyen düzenlemelerin geri çekilmesi için Ankara’da yapmayı planladığı miting valilik tarafından yasaklandı. Hükümetin miting yasağı hemen her ilde kamu çalışanlarının eylemiyle aşıldı. Ancak hükümetin “güvenlik” gerekçesiyle grevleri ve gösteri ve yürüyüş hakkını gasp etmesi, başta KESK olmak üzere sendikal eylemleri yasaklaması hükümetin iddialarının aksine, OHAL’in devlete değil emekçilere yönelik olduğunu göstermekte. Hükümetin OHAL kapsamında KHK’lar aracılığıyla gerçekleştirdiği düzenlemeler, darbeye karşı mücadeleyle ilgisi olmayan sermayenin yararına, emekçilerin zararına bir silaha dönüştü. Özellikle kamuda başlatılan kapsamlı ihraçlar ve açığa alma uygulamaları darbe girişimi ile ilgisi olmayan kişilere doğru genişletilmeye başladı. Yüz bini aşkın kamu çalışanı işten uzaklaştırılırken, kamu çalışanlarının sendikal eylemleri suç kapsamına alındı. Kamu çalışanlarının her türlü demokratik ve özlük hakları hiçe sayılarak, günlük listelerle açığa alındı, idari kararlarla soruşturma açıldı, cezalandırıldı. Hükümet 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında kokteyl bir terör örgütü tanımlaması yaparak, kamu personel rejiminde fiilen değişiklik yaptı. OHAL kapsamında KHK’lerle “Yerli ve milli” konsepte uygun bulmadığı kamu çalışanlarını görevden alarak, iş güvencesi tamamen ortadan kaldırmanın zeminini oluşturdu. Bundan böyle de kamu çalışanları gösteri, iş bırakma gibi her türlü sendikal haklarını kullanmaları halinde hiçbir hak hukuk gözetilmeden işten çıkartılabilecekler. Kamudaki işçi kıyımı kamu çalışanları dışında işçi sınıfının tüm bileşenlerini yakından ilgilendirmekte. Bu nedenle KESK’in dışındaki diğer konfederasyonlar işten atılmalar karşısında sessiz kalmamalı,işten atılan, açığa alınan kamu çalışanlarıyla dayanışmalıdır. Konfederasyonlar, 15 Temmuz gecesi darbeye karşı mobilize ettiği üyelerini darbe fırsatçılığına karşı da harekete geçirmelidir. Öte yandan grev, gösteri ve yürüyüş gibi pek çok demokratik haklar işçi sınıfına birileri tarafından bahşedilmedi. Sendikal haklara ilişkin yasaklar ve engellemeler işçi sınıfının aşağıdan ve birleşik eylemleriyle defalarca aşıldı. Yine aşılacaktır. İşçi sınıfı mücadelesi 12 Eylül darbesi sonrasında bile grev, gösteri ve yürüyüş yasaklarını aşmayı başardı. Darbe sonrasında demokratik hakların kazanılmasında işçi hareketi demokratikleşmede merkezi bir rol oynadı.
AKP hükümetinin 15 yıllık dönemi sendikal mücadelenin baskı altına alındığı bir dönem oldu.
OHAL yasaklarıyla demokratik protestolar engellenmek isteniyor.
SENDIKAL FAALIYET DARBEYLE ILIŞKILENDIRILEMEZ Türkiye’nin taraf olduğu İLO şartları ve uluslararası sözleşmeler gereği OHAL döneminde bile sendikalar, Anayasa ve sendikal yasaların sağladığı hakları kullanmaya devam edebilirler. Sendikalar toplu iş sözleşmesi yapabilir, iş uyuşmazlığı çıkarabilir; basın toplantısı, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyebilir, bildiri dağıtabilir ve greve çıkabilir. Sendikal faaliyet ve mücadele darbecilikle ve şiddet olaylarıyla ilişkilendirilemez. Dolayısıyla işçilerin haklarına yönelik keyfi uygulamalara karşı mücadele işçi sınıfının tüm bileşenlerini yakından ilgilendirmektedir. Unutulmamalıdır ki, darbenin panzehiri demokrasidir. İşçilerin ekonomik ve demokratik örgütü sendikalar sadece iş yaşamının değil, demokratikleşmenin de olmazsa olmazıdır. Tam da bu nedenle hükümet, sendikaları hedef almaktan vazgeçmeli, ILO şartlarına ve uluslararası sözleşmelere uymalıdır. Sendikal eylemlerinden dolayı açığa kamu çalışanları derhal geri alınmalıdır.
Hükümet, başta sosyal güvenlik (SSGSS Yasası) olmak üzere, iş güvenliği ve sendikal hakların kısıtlanmasına yönelik pek çok düzenleme gerçekleştirdi. 12 Eylül darbe ürünü sendikal baraj uygulamasını kaldırmadı. Aksine yüzde üçlük işkolu baraj uygulamasına devam ederek milyonlarca işçinin toplu sözleşme kapsamı dışında kalmasına yol açtı. TEKEL direnişinde olduğu gibi işçi mücadelelerine gazla ve copla saldırmaktan imtina etmedi. Sermayenin her başı sıkıştığında grev yasaklarıyla patronların imdadına yetişti.
2015’te grevdeki metal işçileri birleşince ne olacağını göstermişti.
On binlerce işçinin yaşamını etkileyen Cam İş Kolunda, Türk Hava Yolları’nda ve Metal işkolunda grevleri yasaklamak suretiyle sermayenin yanında işçilerin karşısında olduğunu gösterdi.