DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
570
22 Temmuz 2016 2 TL. sosyalistisci.org
DARBE KARŞITI ÖZEL SAYI
DARBEYE GECİT YOK! , OHAL DEĞİL CÖZÜM VE , DEMOKRATİKLESME ,
2
15 Temmuz 2016 saat 23:29 yayınlandı:
DARBEYE GEÇİT VERMEYECEĞİZ! Birkaç saattir bir darbe girişimi içinde yaşıyoruz. Ordunun içindeki cuntacı bir yapı yönetime el koymaya çalıştı. TRT binası bombalandı. Ankara’da savaş uçakları alçak uçuş yaptılar. Bombalama sesleri hâlâ geliyor. Cuntacılar bir bildiri okudular. TSK adına dense de çok açık ki ordu içinde darbeci bir yapı bu. Biz, her türden darbe girişimine karşıyız. Darbeciler en kısa sürede hesap vermeli. Binlerce insan darbelere karşı sokaklara çıkmaya başladı. Darbelere karşı mücadele eden binlerce insanla beraberiz. Darbe girişimine karşı mücadele ederken, bir yandan da darbecilere bu zemini hazırlayan koşullara, savaş koşullarına, antidemokratik koşullara derhal son verilmelidir. Darbeye karşı mücadele bir demokrasi girişimi olmalı, siyasal demokrasinin sınırlarının daraltılmasına karşı da mücadele hâline gelmelidir. Darbeciler kaybedecek! Halk kazanacak! DSİP Merkez Komitesi
OHAL DEĞİL ACİLEN ÇÖZÜM VE DEMOKRATİKLEŞME! 15 Temmuz’da başlatılan darbe girişimi, halkın kahramanca direnişi tarafından püskürtülmüştü. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok şehirde on binlerce insan, mermilere ve bombalara, atanmış askerler seçilmiş siyasetçilerin yönetimini askıya alıp ülkeyi sıkıyönetim altındaki bir baskı rejimine döndürmesin diye direndiler. Darbecilerin üzerinde yükseldiği zemini, ancak bu ve benzeri özgürlük mücadeleleri yıkabilir. Tayyip Erdoğan ise MGK ve Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından üç ay süreyle olağanüstü hâl kararı açıkladı. Darbe girişimlerinin panzehiri OHAL değil özgürlük ve demokrasi alanlarının açılmasıdır. arbeci generaller D ecesaret veren savaş politikaları sona erdirilmeli, çözüm sürecine geri dönülmelidir. Barış, çözüm, özgürlük! DSİP Merkez Komitesi 27.07.2016
HALK DİRENİŞİ KAZANDI
15 Temmuz saat 21.00-22.00 arasında Boğaz Köprüsü’nün jandarma tarafından tutulduğu haberi geldi. Son bir yıldır Türkiye’de gerçekleşen, en son Atatürk Havalimanı’nda gerçekleşen bombalı saldırılar nedeniyle tedbir alındığını düşündü büyük çoğunluk. İnsanları karanlık düşüncelere iten ise Ankara’da savaş jetlerinin alçaktan uçtuğu bilgisinin yayılmasıyla dolu. Bir süre sonra başbakan bir açıklama yaptı ve "Kalkışma ihtimali üzerinde duruyoruz" dedi. DSİP’in yayın organı Marksist.org, darbe girişiminin kokusu alınır alınmaz, saat 23.13’te “Darbeye geçit yok!” başlığıyla ilk haberi yaptı. Binali Yıldırım kısa süre sonra, bir darbeyle karşı karşıya olduğumuzu açıkladı. Kanlı bir darbe girişimi
Darbeciler TRT binasını kısa süreliğine ele geçirip bir basın bildirisi okuttu. Başlangıçta, küçük çaplı bir “kalkışma” olarak yansıtılmaya çalışılan girişimin, çok kanlı ve kapsamlı bir örgütlenmeye sahip bir darbe girişimi olduğu açığa çıktı. Darbeciler, tam 11 kez TBMM binasını, içinde milletvekilleri demokrasi nöbeti tutarken bombaladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi deyimiyle, 15 dakikayla kurtuldu. Marmaris’te tatil yaptığı otel bordo bereliler tarafından basıldı. Erdoğan kısa süre önce otelden ayrılmıştı ama yine de oteli basanlarla Erdoğan’ın korumaları ve emniyet mensupları arasında çatışma sabaha kadar aralıklı bir şekilde sürdü. Boğaz Köprüsü’nde ise tam bir katliam yaşandı. Askerlere karşı direnmek üzere köprüye giden siviller askerler tarafından tarandı. İstanbul Büyükşehir belediyesi binası önünde bekleyen kalabalık aynı şekilde tarandı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde bekleyen kalabalık askerler tarafından tarandı. Yakın mesafeden kurşunla öldürülen bir çok sivil var. Başbakanın makam aracı Yıldırım içindeyken kurşunlandı. Darbenin ne kadar kanlı olacağını, daha girişim halindeyken ölen insan sayısından anlamak mümkün Durdurulan darbe Darbe girişimi açığa çıkar çıkmaz, insanlar öfkeyle harekete geçmeye başladı. Sokaklara çıktı, cumhurbaşkanı konuşmadan önce sokaklara çıkmaya başladı. Erdoğan’ın insanları sokağa çağırmasıyla beraber ise on binlerce insan sokaklara, askerlerin karşısına dikilmeye başladı. Sokaklara çıkan insanlar, bütün partilerden vekillerin mecliste hem de savaş uçaklarıyla bombalanmasına rağmen demokrasi nöbeti tutmasının, CHP’nin, HDP’nin darbeye karşı açıklama yapmalarının sağladığı moral üstünlükle daha da kalabalık ve cesaretle sokaklara çıktılar. Bu darbenin başarısız olmasının temel nedeni, darbecileri şaşırtan bir kalabalığın, cunta girişiminin olduğu her noktada sokaklara kitleler halinde çıkmasıydı. Halk, darbeyi durdurdu. Darbenin başarısız olmasını garanti altına alan ikinci etken, darbe girişiminin erkene çekilmesiydi. Sızan girişim, erkene alındı. Gece 03.00’te başlayacakken,
21.00-22.00 arasında adımlar atıldı. Bu ise koordinasyonun sağlanamamasına, kitlelerin sokağa akmasına ve hükümet ve muhalefet partilerinin zinde bir şekilde darbeyle yüz yüze gelmesine ve darbe karşıtı direnişin güçlenmesine neden oldu. Bu, aynı zamanda siyasilerin, vekillerin, Erdoğan’ın askerler tarafından tutuklanmasının engellenmesini de sağladı. Darbenin bazı yanlarının garip ve amatörce görünmesinin neden budur. Yoksa, AFAD, belediyeler, emniyet müdürlükleri, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı, özel harekat şubelerinin nasıl basılacağının, medyanın nasıl sırasıyla teslim alınacağının önceden, sinsice, sistemli bir şekilde planlandığı bir darbeyle karşı karşıya olduğumuz kesin. Darbenin erken başlaması ve sokağa çıkan on binlerce insanın kahramanlığı, büyük ihtimalle ordunun geri kalan kısımlarının darbecilerden yana tutum almasını engelledi. Komuta kademesinden çok sayıda askerin katıldığı bir darbe olmasına rağmen, merkezi emir-komuta zincirini harekete geçirmemiş olmasının nedeni, sokağa çıkan kitleler. “Şeriat” tehdidi mi? Darbe girişimiyle solun bazı kesimleri yeniden sınıfta kaldı. Ne sol ne de solun liderliğini yaptığı sendikalar, darbeye karşı üyelerini sokaklara çağırmadı. Bundan daha önemlisi, 2001 Şubat krizinin ardından yaşanan bir tartışma yeniden devreye sokuldu. Krize tepki duyan esnaflar ve esnafların yanında çalışan on binlerce işçi, IMF’yi protesto etmek için sokaklara döküldüğünde, sendikalar ve sol bu kitle hareketiyle birleşmek yerine, hareketin sosyal tabanının, sloganlarının ve “yaşam tarzının” kendisine uygun olmamasından yola çıkarak, bu tabanı hemen hemen faşizmin tabanı olarak adlandırıp, harekete mesafelenmişti. Bugün de 15 Temmuz darbesini durduran hareketi, hareketin içinde yer alan kitleleri aynı şekilde değerlendiren bir eğilim, daha 16 Temmuz sabahından itibaren sesini yükseltmeye başladı. Sela okunmasını cihat çağrısı olarak, çember sakallıların darbe karşıtı eyleme katılmasını IŞİD müdahalesi olarak görmeyi alışkanlık haline getirenler darbe karşıtı gösterileri karalamanın yeni bir yöntemini bulmuş oldular. Bu kadar büyük kitle hareketlerinde karmakarışık bir bilinç tüm eylem içinde hakimdir. Ama, darbeye karşı çıkan o büyük hareketi lümpenlerin, cihatçıların ve linççilerin girişimi olarak suçlamak, bugün bu toplumda en geri fikirleri savunmak anlamına gelir ki, bu Sözcü gazetesinden bile daha geri bir pozisyonda olmak demektir. Kitle hareketleri, hele hele, bir darbe karşısında cesaretle harekete geçen ama seçimlerde son 15 yıldır AKP’ye oy vermeyi tercih eden kitlelerin ana çoğunluğunu oluşturduğu bir hareket, elbette içinde sayısız sağ fikiri de barındırır. Bu fikirler nedeniyle bu hareketten uzak durmak solun kendi ölüm fermanını imzalamasın demektir. Başarılması gereken, darbeye karşı cesurca direnen kitlelerle bağ kurmak, tartışılacak zeminleri yaratmaktır. Bunun için herşeyden önce “darbeye geçit yok!” diyerek sokağa çıkmak, kitlelerin pratik deneyiminin parçası olmak gerekir.
3
KİM NE DEDİ? “Darbe girişiminin durmasında, sokaklara çıkan yüz binlerce insan belirleyici oldu. Darbe girişiminin bir kitle tabanı olmadığı, darbeye hayır diyenlerin sokaklara çıkması, tankların üzerine tırmanması belirleyici oldu. Mecliste yer alan bütün partilerin darbeye karşı çıkması önemli bir gelişme. Bunda, Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’nun yıllarca darbeye karşı sürdürdüğü kitlesel mücadelenin payı çok büyük.” (Şenol Karakaş, DSİP Eşsözcüsü) “Darbecilere karşı operasyon, Kemalist cumhuriyetçi devlet kurumları yerine başta ordu olmak üzere tüm devlet kurumlarını Kemalizm soslu AK Parti kurumları yaratmaya dönüştürülmesi, darbe girişimini engelleyen gücün ve güdünün doğru tahlil edilmemesi olacaktır.” (Hakan Tahmaz) “Kendimizin seyirci değil aktör olduğunu hatırlayalım ve darbe karşıtı hareket içerisinde demokrasinin alanının sınırlanmasından hoşnut söylemleri geriletmenin bizim elimizde olduğunu fark edelim.” (Meltem Oral, DSİP Eşsözcüsü) “Çok sayıdaki halktan ve dinden Türkiye işçi sınıfına, cuntaya ve bu zemini hazırlayan koşullara karşı verdiği mücadelede nihai zafer kazanıncaya kadar tam destek!” (SEK-Sosyalist İşçi Partisi, Yunanistan Merkez Komitesi) “Başka yerlerdeki sosyalistler Türk halkının demok-
n Darbe girişiminde 240 kişi cuntacılar tarafından öldürüldü.
ratik haklar mücadelesini desteklemeli, insan hakları
n Öldürülenlerin 178’i darbeyi engellemeye çalışan sivil insanlardı.
üzerindeki artan kısıtlamaların geri alınmasını talep
n Darbe girişimine katıldığı iddiasıyla 8 bin 660 kişi göz altına alındı.
etmeli ve ulusal kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi yürüten Kürt halkıyla dayanışmalıdırlar." (SWP-Sosyalist İşçi Partisi, İngiltere Merkez Komitesi)
n DARBECİLER BİR KOALİSYONDUR 15 Temmuz darbesinin arkasında kimlerin olduğu her gün biraz daha netleşiyor. Fettullah Gülen cemaatine mensup isimlerin darbe girişiminde merkezi bir rol oynadıkları darbe girişiminin ilk saniyesinden itibaren söyleniyor. Gülen cemaatinin üyesi olduğu iddiasıyla görevinden alınmış olan, İstanbul eski Güvenlik Şube Müdürü Mithat Aynacı, Vatan Caddesi'nde bir tank içinde askeri kamuflajlı olarak gözaltına alındı. Sosyalist İşçi gazetesi, uzun süredir, cemaatin ordu içinde böyle bir rolü olabileceğini inandırıcı bulmadığını açıklıyor. Darbe girişiminde, cemaate bağlı olan unsurların da yer aldığı giderek daha net görüşmekle beraber darbe girişiminden dolayı tutuklanan komutan sayısı, darbenin sadece cemaatin bugüne kadar gizlenmiş üyelerinden oluşmadığını da gösteriyor. Yaklaşık 120 general ve amiral gözaltına alındı. Bunlardan, bu satırlar yazılırken 107’si tutuklandı. 9 komutanın ifadesi alınmaya devam ediliyor. Bu kadar çok sayıda komutanın ve orta
ve alt derecede askerin içinde olduğu bir darbe girişimi, sadece cemaatle değil, mevcut siyasi iradeden en başından beri rahatsız olanların da, içinde olduğu bir girişimle yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Balyoz darbecileri, 2003 yılının Mart ayında gerçekleşecek “Olasılığı en yüksek tehlikeli senaryo”yu oynarken, askerlerden birisi “İstanbul’un üzerine çökmekten” söz etmişti. Plan seminerinin komutanı Çetin Doğan, bu sözün söylendiğini doğrulamıştı. Bu darbe girişimi, çok açık ki, yıllar önce “genç subaylar rahatsız” diyerek, atanmışları heyecanlandıran bir dedikoduyu yayan, geçen yıllarla büyüyen, “İslamcı” bir hükümete, Erdoğan’a her geçen gün bileylenen, ordunun temel görevinin cumhuriyeti korumak maskesinin arkasına saklanarak darbe yapmak olduğunu düşünen, zerre kadar değişmeyen ordu eğitim sistemiyle şekillenen, öfkesi biriken, AKP karşıtlığından da destek bulacağını düşünen subayların da içinde olduğu bir koalisyonun işi.
“Fakat şimdi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, kendilerine ‘kurtarıcılık’ vehmetmiş birtakım askerlerin, bu saplantılarını sivil iktidara karşı besledikleri derin nefretle birleştirdiklerinde neleri göze alabileceklerini gördükten sonra bu yöndeki kuşkularımın dağıldığını söyleyebilirim. Yıllar boyunca, ‘Ne yani, asker kendi uçağını mı düşürecekti’ diyenlere gelince; bence artık onlar da yeni bir değerlendirme yapmalı-
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
DARBE VE İÇ SAVAŞ Darbenin, beceriksizce planlandığı yönündeki görüş gerçeği yansıtmıyor. Beceriksiz gibi görünen noktalar, darbenin öne çekilmesinden kaynaklanmış gibi görünüyor. Ama başka bir nedeni daha var. Sadece darbe olacağı bilgisinin sızması nedeniyle değil, darbecilerin bir beklentileri olduğu için de cuntacılar bazı adımları oldu bittiye getirmiş gibi görünüyorlar. Darbeciler, çok açık ki askerin Boğaz Köprüsü’nü tutması ve savaş uçaklarının Ankara semalarında tehditkar bir şekilde uçması, tankların denetimi almış gibi görünmesinin ardından Erdoğan ve AKP nefretinin harekete geçirici bir etken olacağını düşünmüşler. Bu nefret, kitlelerde, özellikle seküler kitlelerde harekete geçirici bir motivasyon kaynağı olacak ve Erdoğan nefretine sahip olanlarla darbeye karşı olanlar sokakta birbirine gireceklerdi. Bu, gerçekten de olabilirdi. Cuntacıların kavramadığı tek sorun, darbecileri savunmanın bu toplumda uzun süreden beri imkânsız olması, darbenin bir suç olduğunun genel kanı haline dönüşmesiydi. Sokağa çıkan tankların birkaç yerde alkışlanması dışında darbecilerin bu beklentisi gerçekleşmedi. Darbeleri savunanlar sokaklarda harekete geçmedi, darbe karşıtı sivillerle darbe yanlısı siviller kitleler halinde birbirine girmedi. Hatta, Mısır’da olduğu gibi bir meydanda darbe karşıtları bir meydanda darbeden yana olanların toplanması gibi bir durumla da karşılaşılmadı. Bu, darbecilerin tüm süreci planlamasında büyük olasılıkla çok merkezi bir yer tutan beklentini çökmesi, darbenin sızmasıyla beraber erkene çekilmesiyle birleşince, çok kanlı, dehşet dolu ama 24 saatte sonuçsuz kalacağı açığa çıkan bir darbe girişimi tarihe not edildi. Şimdi, darbe kitlelerin mücadelesiyle engellenmişken, darbecilerin üzerinde yükseldiği zeminin çatışma ve anti demokratik gelişmeler olduğu çok açıkken, OHAL ilan edilmesi, sanıldığı gibi darbecilere karşı mücadeleyi güçlendirmeyecek, zaafa uğratacak. Darbelerin panzehiri, demokrasi ve özgürlüklerin alanının genişlemesidir. Demokratik alanın sınırlarının daraltılması, özgürlüklerinin kısıtlanması, güvenlik politikalarının özgürlükleri geri plana itmesi, darbecilerin kullanabileceği koşullara üretir. Kürt sorununda çözüm sürecinin yeniden devreye girmesi ve OHAL uygulamalarına son verilerek, demokrasinin alanının genişletilmesi için geç kalmadan adım atılmalıdır.
lar.” (Alper Görmüş, Serbestiyet) “Halkın darbe karşılığından o denli rahatsız oldular ki darbeseverler, ‘bu darbe değil senaryo’ senaryosunu yazmaya koyuldular.” (Ufuk Uras) "Bu ülke darbelerden çok çekmiştir. Aynı sıkıntıların yeniden yaşanmasını istemiyoruz. Cumhuriyete ve demokrasimize sahip çıkıyor, inancımızı eksiksiz bir şekilde koruyoruz." (CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yazılı açıklamasından)
YENİ SAYI
“HDP, her koşulda ve ilkesel olarak her tür darbeye
ÇIKTI!
karşıdır. Demokratik siyasete sahip çıkmak dışında bir
GAZETENİZİ
yol yoktur. Türkiye'nin acilen çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasiye, iç ve dış barışa evrensel demokratik
ALIRKEN
değerlere sözleşmelere uyum ihtiyacı vardır.” (HDP
DERGİNİZİ DE
basın açıklamasından)
İSTEYİN
4
27 MAYIS: DARBENİN İYİSİ OLMAZ! KEMAL BAŞAK
Türkiye Cumhuriyeti, Ermeni halkı başta olmak üzere Gayri Müslim azınlıkların soykırıma uğratan imparatorluk artığı generallerin gölgesinde bir tek parti diktatörlüğü olarak kuruldu. Cumhurbaşkanlığı, Meclis ve Yüksek Yargı bütünüyle askeri komuta kademesinin kontrolü altındayken, bürokrasinin bütün kritik noktaları, cumhuriyetin kurucu kadrolarına tam olarak biat eden ve aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi üyesi olan kişiler tarafından doldurulmuştu. Yukarıdan aşağıya yeni bir toplum yaratmak isteyen genç cumhuriyetçiler, soykırımcı büyüklerinden aldığı ilhamla sıklıkla baskıya ve zorbalığa başvurdular. Halkın tepkisi kimi zaman isyanlar biçimini aldı ve nadiren de olsa yeni siyasi partiler etrafında toplanmaya başladı. Ancak CHP liderliği cumhuriyetin ilk yıllarında bütün özgürlük girişimlerini bastırmayı başardı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı yıllarında baskıya eşlik eden korkunç yoksulluk tek parti rejimine yönelik öfkeyi patlattı ve savaşın hemen ardından yeni bir partinin, Demokrat Parti’nin, kurulmasının yolunu açtı. CHP’den bıkan halk kitleler halinde DP’de örgütlenmeye başladı. CHP liderliğini rahatsız eden bu duruma rağmen, savaşı kazanan ülkelerin de bastırmasıyla, DP öncelleri gibi kapatılamadı. CHP liderliği seçim hileleri ile 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimi kazandı. Ancak, 1950 yılında yapılan seçimleri DP büyük bir oy farkıyla kazanarak iktidar partisi oldu. Liderliğinin, tıpkı CHP liderliği gibi, cumhuriyetin kurucu kadrolarından oluşmasına rağmen taban örgütlerinin halkın büyük çoğunluğunca desteklenen kişilerden oluşması DP’nin 1960 yılına kadar yapılan bütün seçimleri kazanmasına yol açtı. İktidarı süresince, DP liderliğinin attığı kimi adımlar Kemalist ordu bürokrasisi tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmadı. Diğer taraftan Kemalist bürokrasinin kolları altında palazlanan büyük sermaye grupları, taşrada gelişen ekonomik büyümeden huzursuz olmaya başladı. DP’nin iktidarının son yıllarında Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlaması, Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir Çelik gibi büyük tesislerin kredileri için anlaşmalar yapması ABD ve NATO’yu da rahatsız etti. Öte yandan CHP’ye yönelik baskılara giderek artan bir otoriterleşme eğiliminin eşlik etmesi üniversitelerde de huzursuzluğun artmasına yol açtı. 27 Mayıs 1960 tarihinde emir komuta zinciri dışındaki bir grup subay, büyük sermayenin, CHP’nin, ABD’nin ve üniversite çevrelerinin bu huzursuzluğunu fırsat bilerek yönetime el koydu. Hükümet üyelerini ve ordu komuta kademesindeki generalleri tutuklayan subayların tek ortak yanı ulusalcı ve askeri vesayetçi olmalarıydı. Darbe sonrası görülen Yassıada Duruşmalarında Başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam cezasına çarptırıldı ve idam edildi. Cumhurbaşkanı Bayar da dahil olmak üzere çok sayıda DP yöneticisi hapisle cezalandırıldı.
Türkiye’de ilk başarılı darbe, emir komuta zincirinin dışından gelmişti.
Darbenin kurumsal izleri
27 Mayıs ilerici miydi?
Cuntacı subaylar tarafından ülkeyi yönetmek üzere kurulan Milli Birlik Komitesi askeri vesayeti yeniden tesis etmek için adımlar attı. Tek parti rejimi altında dilediği kararları aldırabilen Türk Silahlı Kuvvetleri, kendi denetiminde olmayan bir meclis çoğunluğunun doğrudan basıncını bir kez daha yaşamamak için “denetleyici” kurumlar oluşturdu. Bunların en önemlisi, sonradan giderek gerçek yürütme organı haline gelen ve üyelerinin çoğunluğunu TSK komuta kademesinin oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulu’dur. Ayrıca, seçilme sürecinde gizli-açık asker onayı aranan Cumhurbaşkanı’na bürokrasideki ve yüksek yargıdaki kritik atamaları yapma yetkisi verildi. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurularak diğer büyük sermaye grupları ile işbirliğinin geliştirilmesi ve giderek OYAK’ın kendisinin büyük bir holding olması sağlandı. ABD ve NATO ile ilişkiler sağlamlaştırıldı. Türk subaylarının ABD’deki eğitim oranları arttırıldı, TSK’nin ABD’ye ve NATO’ya bağlılığı, diğer bütün kırmızı çizgilerinin önüne geçti. Bütün bunların yanında 27 Mayıs Darbesinin en olumsuz etkisi, ilk başarılı darbe olarak kendisinden sonra yapılan darbe ve darbe girişimlerine öncülük etmiş olmasıdır.
Halkın seçilmiş temsilcilerini zorla görevden alan ordunun yönetime el koyma biçimi olan darbe iyi bir şey olabilir mi? Bu alçakça eylemi gizli-açık savunan kesimler hep 27 Mayıs’ı örnek göstererek bu soruya evet yanıtını veriyorlar. 27 Mayıs darbesinin bugün de devam eden kurumsal izleri zaten böyle bir şeyin mümkün olmadığını kanıtlıyor, ama darbe sonrası yapılan 1961 Anayasasının kimi olumlu maddeleri öne çıkartılarak bu konuda demagoji yapılıyor. Evet, “çoğunluk sistemi” yerine “nispi temsil” sisteminin anayasaya girmiş olması, bazı sendikal ve üniversitelere yönelik hakların tanınmış olması olumludur, ama unutulmaması gerekir ki bu hakların kullanılmaya başlaması ile birlikte 61 anayasasının temel hükmü, ülke için tehdit oluşturması durumunda ordunun “koruma ve kollama” adı altında müdahale etme yetkisi, çok kısa bir süre sonra 12 Mart 1971 tarihinde, çok daha ağır ve azgınca 12 Eylül 1980 tarihinde uygulanmıştır. Kaldı ki, 61 Anayasasının görece yüksek bir standarda sahip olarak görülmesini sağlayan şey, 1961-1971 ve 1973-1980 arasındaki dönemde kelimenin tam anlamıyla yüksek olan bir işçi sınıfı mücadelesinin varlığıdır.
5
12 MART’TAN 12 EYLÜL’E
12 Eylül darbecilerinin yarattığı tahribat, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı nasıl sonuçlar yaratacağını göstermekte. ÇAĞLA OFLAS
15 Temmuz gecesi eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “Türkiye bir Afrika, Latin Amerika ülkesi değil” demişti. Oysa Türkiye’nin darbeler tarihi bu sözün tam aksini göstermekte. 1960’da başlayan darbeler zincirinin ilk halkası 12 Mart 1971’de gerçekleşti. Türkiye’de gerçekleşen her darbe gibi 12 Mart darbesi de özgün yönlere sahip. 12 Mart darbesi, 60’dakinin aksine emir-komuta kademesi zincirinde gerçekleşti. Etkileri 1960 ve 12 Eylül darbesine kıyasla daha kısa sürdü. Ancak, toplumsal siyaset içinde yer alan aktörler arasındaki güç ilişkilerinin değişimine yol açması bakımından önemli bir dönemeçti. 12 Mart muhtırası verildiğinde iktidarda Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi (AP) vardı. Tarihe “muhtıra” olarak geçen darbede Milli Güvenlik Kurulu AP hükümetine bir muhtıra vererek, hükümetin istifa etmesini ve bir “reform hükümeti” kurulmasını istedi. Meclis’te yer alan partiler ordunun tehdidi karşısında geri adım attılar. Darbe hükümeti MGK hükümeti kurmak üzere CHP’nin sağ kanat üyelerinden Nihat Erim’i görevlendirildi. Nihat Erim hükümeti maden sektörünün devletleştirilmesi, toprak reformu ve yabancı sermayeye getirilen kısıtlamaları içeren ve bu nedenle solunbazı kesimlerine hoş gelen bir programa sahipti. Ancak güven oyu aldıktan sonra sermaye açısından korkulacak bir neden olmadığı ortaya çıktı. Programda yer alan radikal unsurlar tırpanladı. Solu ve işçi sınıfı örgütlerini dağıtmak üzere harekete geçildi. Darbe hükümeti solun silahlı faaliyetlerini öne sürerek sıkıyönetim ilan etti. 12 Eyül sonrasında da yürürlüğe girecek Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu. 5000 kişi tutuklandı.
İşkence yapıldı. Ne yazık ki, tutuklanan insanların içinde darbeyi sevinçle karşılayan ya da ortada duran çok sayıda insan vardı. Memur sendikaları kapatıldı. Toplantı ve gösteri, yayın çıkarma, grev gibi pek çok demokratik kazanım yasaklandı. Darbe parlamentosu Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılma kararını onayladı. Darbenin hedefi : işçi sınıfı 12 Mart öncesi siyasi atmosfer darbe yapmaya elverişli bir zemin sunmaktaydı. Parlamentonun çoğunluğunu elinde bulunduran hükümet işçi hareketi yanında yükselen öğrenci hareketi nedeniyle güç kaybetmişti. Ekonomik kriz gündemdeydi. Hükümet, ekonomik durumu düzeltmek için devalüasyona gitmek, işçi ücretlerini bastırmak, arazi-emlak gelirlerini vergilendirmek gibi tedbirleri gündemine aldı. Ekonomik krizin dışında siyasi kriz bu tedbirlerin alınması önünde engeldi. Egemen sınıf bölünmüş, ordu içinde çeşitli darbe odakları oluşmuştu. Darbeye yol açan gelişmelerin başında işçi hareketinin yükselişi geliyordu. 1961-1963 arasında İşçi sınıfı grev ve toplu sözleşme hakkının kazanılması talebiyle,pek çok gösteri, direniş ve eylem gerçekleştirdi. 1963’te grev ve toplu sözleşme hakkını elde ettiği yasanın çıkmasını sağlayan işçi sınıfı hareketi hem örgütlenme hem de hak kazanımları açısından hızla gelişti. Özellikle 1967’de DİSK’in kuruluşu sonrasında meydana gelen grev, işgal ve direnişler egemen sınıfın kalbine korku saldı. Patronlar krizin faturasını işçilere ödetmek istiyorlardı. Bunun yolu da işçilerin örgütlenme haklarını budamaktan geçiyordu. DİSK ve Türk-İş üyesi işçiler, örgütlenme hakkını savunmakta kararlı olduklarını 15-
16 Haziran’da DİSK’in kapatılmasına karşı çıkarak ortaya koydular. Ancak hareketin liderliğinin zafiyeti de ortaya çıktı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in 16 Haziran akşamı radyodan işçilere “evine dön” çağrısı DİSK’in sıkıyönetime teslimiyetinin de habercisiydi. Solun darbe karşısındaki zafiyeti Solun orduyla ilgili ham hayalleri vahim bir hataya yol açtı. Darbeden en fazla zarar gören sol oldu. Sol Kemalizmin sosuna banmış Stalinist fikirleri nedeniyle Türkiye’de milli bir devrim öngörüyordu. Ordu içindeki ilerici unsurlar bu devrimin müttefikiydi. 1960 darbesini de “ilerici” olarak niteleyen sol darbe karşısında tutum almadı. 12 Mart günü yapılan bir söyleşide Türkiye İşçi Partisi Başkanı Behice Boran orduya değil Demirel ve Adalet Partisi’ne saldırıyordu. Bu örnekleri başka siyasetlerden de verebiliriz. Oysa bölünmüş egemen sınıfın karşısına toplumun en güçlü ve örgütlü kesimini oluşturan işçileri darbeye karşı harekete geçirmek mümkündü. İki darbe arasında 1970’li yıllardan itibaren kapitalizmin uluslararası düzeyde krizi tüm dünyada olduğu gibi sermaye sınıfını yeni ekonomik tedbirler almaya zorladı. 12 Mart darbesi İşçi sınıfı üzerindeki baskı hareketin mevzi kaybetmesine yol açtı ama dağıtamadı. CHP’nin liderliğine darbeye karşı çıkan Bülent Ecevit seçildi. Sınıf mücadelesinin yükselişi CHP politikalarının sola kaymasına yol açtı. 1973 seçimlerinde CHP toplam oyların yüzde 33,5’ini alırken, AP oyları yüzde 15’e düştü. CHP dışındaki sol da büyüdü. Kapatılan memur sendikaları yerine dernekler kuruldu. İşçi sınıfı mücadelesi 70 ve 80
arasında çok kritik rol oynadı. Geliyorum diyen darbe Yeni ekonomik kararların uygulanması için işçi sınıfının dizginlenmesi gerekiyordu. 12 Eylül darbesi işçi sınıfına ve sola karşı acımasızca saldırdı. Kitlesel tutuklanmalar ve işkenceler rutin hale getirildi. İşçi sınıfı örgütleri ve sol dağıtıldı. Başta DİSK olmak üzere sendikalar kapatıldı, yöneticileri idamla yargılandı. Öncü işçiler fabrikalardan atıldı. İşçilerin grevlerle ve kitlesel mücadeleleriyle kazandıkları tüm haklar süngü zoruyla geri alındı. Darbe Kürt illerinde akla gelmeyecek terör estirdi. Diyarbakır cezaevinde korkunç şeyler yaşandı. İnsanlar akla gelmeyecek işkencelerden geçirildiler. Darbeciler başta anayasa olmak üzere, tüm yasaları değiştirdiler ve hala bu anayasayla yaşıyoruz. Her türlü demokratik hak ve özgürlüklerin yasaklanmasını yasalarla pekiştirdi. Darbenin yapılacağına ilişkin pek çok emareler belirmişti. Toplumun hemen hemen bütün örgütlü kesimleri darbenin geldiğini biliyorlardı. Ancak ne örgütler ne de işçi sınıfı “geliyorum” diyen darbeye karşı harekete geçirildi. Darbenin gecesinde bile yaklaşık 120 bin işçi grevdeydi. Darbe sonrasında Kenan Evren yaptığı bir açıklamada “ Darbeye karşı eğer 1000 kişi sokağa çıksaydı. Bu darbeyi yapamazdık” demişti. 15 Temmuz darbe girişimi kitlelerin mücadelesi sonucu durdurulması açısından bir ilk oldu. Darbeyi AKP liderliğindeki emekçiler ve kent yoksulları durdurdu. Tıpkı Tunus, Tahrir, Suriye ve Gezi’de olduğu gibi kitle hareketi gücünü gösterdi. Bu durumdan hayıflanmayı, yaftalamayı bir kenara koyup, hareketten öğrenmeye çalışalım. Zira 15 Temmuz darbe girişimi pek çok açıdan derslerle dolu
6
MISIR DARBESİ’N 5 TEMMUZ DERS CAN IRMAK ÖZİNANIR
15 Temmuz’daki darbe girişiminin ardından meydanlarda tankların üzerine çıkan insanların AKP tabanından olması, attıkları İslamcı sloganlar sıkça tartışıldı. Sokağa çıkanlar sadece AKP’liler veya İslamcılar değildi ancak AKP tabanından insanların sokaktaki ağırlıkları ve darbe karşıtı motivasyonun ideolojik öncülüğünü üstlendikleri çok açıktı. Bunun karşısında sokaktaki insanların da darbe kadar hatta bazılarına göre darbeden de büyük bir tehdit oluşturduğu yönünde bir hava oluştu. Sokaklardaki insanları doğrudan faşist bir hareketin ortaya çıkışı olarak görenler de oldu, kitlenin sağ önderliğinden kaynaklı korkuların tetiklediği bir panik durumu da yaşandı. AKP iktidarının kendisini konsolide etmesinin temel araçlarından biri olan ve yerleşik bir hâle geldiği gözle görülür olan kültürel kutuplaşma bu havaya damgasını vurdu. İslam, gericilik, IŞİD, faşizm gibi sözcükler eşanlamlıymış gibi ve çoğu zaman sokaktaki insanları genellemek için kullanıldı. Oysa iki temel nokta bu tartışmalar içinde gözden kaçırılıyordu: Birincisi darbeye karşı sokağa çıkanların da büyük katkısıyla atlatılan darbe tehlikesinin çok büyük olduğu, ikincisi ise solun darbeye karşı sokağa çıkan kitlelerle kurabileceği bağın yaratabileceği olanaklar. Üç yıl önce yine bir Temmuz ayında Mısır’da gerçekleşen darbe iktidardaki İslamcı parti, onun tabanı ve darbeye yaklaşım konusunda önemli dersler içeriyor. Darbe süreci 3 Temmuz 2013’te Mısır’da General Abdülfettah El Sisi, Muhammed Mursi öncülüğünde iktidarda bulunan Müslüman Kardeşler (MK) hükümetini devirdi. Darbe, ordunun başına Mursi tarafından atanmış olan Genelkurmay Başkanı El Sisi tarafından yönetiliyor olsa da daha geniş bir ittifaka yaslanıyordu. Bu ittifak içinde liberallerden, milliyetçilere, selefilerden, kendini solcu olarak tanımlayanlara ve devrik diktatör Mübarek’in Ulusal Demokratik Partisi’nden arta kalan unsurlara kadar pek çok bileşeni içeriyordu. Darbe, büyük patronlar ve generaller tarafından aylar öncesinden planlanmıştı. Mursi karşıtı muhalefet kuşkusuz bir darbe girişimi olarak ortaya çıkmadı ancak darbeciler bu muhalefetin manipüle edilmesi yoluyla darbeye zemin hazırladılar. 25 Ocak Devrimi’ne katılan kimi unsurlar ordu ile ittifak kurarak Tamarod isimli hareketi inşa ettiler. Bunun arkasında Mursi’nin askeri darbe dâhil, hangi yolla olursa olsun devrilmesi motivasyonu yatıyordu ancak darbeciler Mursi’yi devirmekle kalmadılar, 25 Ocak devriminden kalan bütün demokratik kazanımları yok ettiler, devrimcileri hapse attılar ve eski rejimi bu sefer El Sisi öncülüğünde yeniden inşa ettiler.
Darbe karşıtı kadınlar General Sisi’ye direniyor.
Farklar ve benzerlikler
kinin aksine başarılı olmasıydı.
Altını çizmek önemli, Mısır darbesi ile 15 Temmuz arasında kaba bir analoji kurmaya çalışmayacağım. Arada çok ciddi farklar var. Öncelikle Mısır’daki darbe, 2011’den bu yana iniş çıkışlarla sürmekte olan bir devrim sürecinin üstüne gelmiş ve eski rejimi yeniden tesis etmekte kullanılmıştı, yani bir karşı-devrimdi. Mısır darbesinin ciddi bir sokak desteği vardı, Mursi’ye karşı kitle gösterilerinde ordunun yönetime el koyması talebi açıkça dile getiriliyordu. En önemli farklardan biri ise Mısır’daki darbenin Türkiye’de-
Bir takım benzerlikler de vardı. Mısır’da iktidarda AKP ile çok yakın ilişkileri olan ve rejim tarafından baskı altında tutulmuş MK hükümeti vardı. MK, devrimin sonucu yapılabilen seçimlerde iktidara gelmiş olsa da devrimin taleplerine sırt çevirmiş, bir yandan eski rejimden kalma ordu ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışırken bir yandan da iktidarını güçlendirecek anti-demokratik adımlar atmaya çalışıyordu. Bu ilişki AKP’nin savaş dolayısıyla ordu ile kurduğu ilişkiye çok benziyordu, ilk defa siviller tarafından yöneti-
7
NDEN SLERİ
GÖRÜŞ Roni Margulies
KALABALIKLARLA OMUZ OMUZA AKP ile, Erdoğan ile hiçbir alakası olmayan ama yine de darbeye karşı çıkmasını beklediğim pek çok kişi, beni hayal kırıklığına uğratmadı, gerçekten de darbeye karşı çıktı. Fakat daha bir gün geçmeden bu karşı çıkışta bir burukluk, bir rahatsızlık olduğu anlaşılır hâle geldi. Bu kişiler, darbeye karşıymış gibi yapıp aslında zaten pek de karşı olmayan, Erdoğan’dan kurtulmak için gerçekte darbeye razı olanlar, Kemalistler, ulusalcılar filan değil. Sözünü ettiklerim, çoğu ‘kamusal aydın’ olan, sol çevrelerde yıllardır saygınlığı olan, her tür mücadelenin içinde yer almış kişiler.
nan darbe karşıtlarına dönük katliamlar gerçekleşti. Solun darbeye ve İslamcılara karşı tutumu Solun ezici bir çoğunluğu MK’yı ordunun kendisinden daha büyük bir tehdit olarak gördüğü için meydanlardaki kalabalığa sırtını döndü. Sol içinde orduya karşı tavır alan hareketler bile “ne darbe, ne MK” hattını benimsediler. Bunun sonucu bir yandan sokakta darbeye direnen kitlelerle aralarına mesafe koyarken, bir yandan da çok daha güçlü olan ordu ile MK’yı eşitleyerek orduya aktif bir muhalefet geliştirememeleri oldu. Hedef aldığı liderlikten bağımsız olan aktif bir “darbeye hayır” tutumu geliştirilemedi, ancak geç bir aşamada Devrimci Sosyalistler tarafından dile getirildi. Solun bu tavrının temel sebebi MK liderliği ile tabanı arasındaki farkı gözetememesi ve bu tabana “gerici” olduğu gerekçesiyle ordudan daha büyük bir tehdit olarak bakmasıydı. Darbeye karşı biraz gecikmeli de olsa tavır alan ve MK tabanına dönük baskılara karşı çıkmak gerektiğini söyleyen Devrimci Sosyalistler, soldaki diğer güçler tarafından Mursi’ci olmakla, İslamcılara hatta faşistlere prim vermekle suçlandı. Dolayısıyla sol, MK tabanındaki yoksulları kazanacak bir politika geliştiremedi. Oysa böyle bir mücadele hattı hem darbeye karşı mücadelede işçi sınıfı ve yoksullarla omuz omuza gelebilir hem de MK’ye sempatiyle bakan tabana liderliğinin ikircikli tavrını teşhir etme şansını yakalayabilirdi. Darbenin sadece MK’yı hedef almadığı kısa sürede ortaya çıktı. El Sisi cuntası başta işçi ve gençlik hareketi olmak üzere 25 Ocak Devrimi ile bağlantılı her tür hareketi ve örgütlenmeyi hatta devrimden kalan en ufak bilinç kırıntısını bile hedef alıyordu. Devrimciler sokaklarda öldürüldü, pek çoğu tutuklandı. Darbeye karşı ikircikli tutumun bedelini hem sol hem de işçi hareketi çok ağır ödedi.
len MK hükümeti ordunun vesayetini kırmak yerine onları güçlendirecek adımlar attı. MK, tıpkı AKP gibi antidemokratik bir partiydi, tabanında işçiler, yoksullar ve orta sınıflar yer alıyor, bu unsurlar solla ve işçi hareketiyle çeşitli zeminlerde bir zamanlar bulunmuş olsa da MK hükümeti sokaktaki muhalefeti ezmeye ve gücü elinde toplamaya çalışıyordu. Darbe olduğunda MK tabanı da AKP tabanı gibi sokaklara çıktı. Rabiatul Adeviyye Meydanı’nda toplanan kitlelerin üzerine ordu ateş açtı. Daha sonra aynı meydanda ve Nahda Meydanı’nda topla-
Devrimci Sosyalistler üyesi Semih Necip kısa süre önce yazdığı bir yazıda Mısır’daki devrimcilerin darbeye yaklaşımını şöyle anlatıyor: “Darbenin ilk yılında, çoğu gerçekliği reddediyordu ve sanki devrim sürüyormuş ve darbe kısa sürede sona erecekmiş gibi çalışmaya devam ettiler. Darbenin görece istikrarlı ve sağlam olduğu anlaşılınca bu reddiye derin bir moral bozukluğu ve neredeyse teslimiyete dönüştü.” Benzer bir kaderi paylaşmıyor oluşumuzda 15 Temmuz gecesi sokağa çıkanların payı var. Ancak aynı tehditle yeniden karşılaşabilir veya hükümetin gücünü tüm muhalefeti ezmek üzere harekete geçirmesi tehdidiyle karşılaşabiliriz. Bu tehditleri savurmak üzere sol, sokağa çıkan ve darbeye direnen kitleler ile bağ kurmaya, idam ve milliyetçilik eksenli sağcı propagandaya karşı bu kitleleri barış, emek, demokrasi eksenine çekmeye çalışmalı ve Mısır’daki yoldaşların Temmuz darbesinden çıkardığı derse uyarak örgütlenmeli, örgütlenmeli, örgütlenmeli.
Bunlardan birinin bir yazışmasından alıntı yapayım; rahatsızlığı iyi ifade ediyor: “Darbenin önlenme süreci boyunca camilerden yapılan cihat çağrılarına, linç girişimlerine, sokak egemenliğini daha şimdiden dikta rejiminin konsolidasyonu için kullanılmaya başlanmasına, yargıda olağanüstü boyutlara ulaşan tasfiye işlemlerine, Erdoğan’ın idam cezası konusunda, Taksim kışlası konusunda söylediklerine dair laf etmeden, süreci bütünüyle olumlayan ifadeleri doğru bulmuyorum.” Dikkat ederseniz, iki ayrı sorun, elma ile armut, bir araya getirilmiş. Biri, “dikta rejiminin konsolidasyonu, yargıda olağanüstü boyutlara ulaşan tasfiye işlemleri, Erdoğan’ın idam cezası konusunda, Taksim kışlası konusunda söyledikleri”. Tamam, burada hiç sorunum yok. Bunlara karşı direnmek gerekir. Bunlar, darbeye karşı oluşan halk hareketini AKP hükümetinin kendi amaçları için kullanması. Elbette karşı çıkacağız. Ama bir de şu var: “camilerden yapılan cihat çağrıları, linç girişimleri, sokak egemenliği”. Bunlar farklı şeyler. Bunlar, hareketin yarattığı ortamı AKP’nin kendi amaçlarına yontması değil. Camilerden yapılan direnme çağrılarıyla benim hiçbir sorunum yok. “Linç girişimleri”, üzerlerine ateş açılmış kalabalıkların doğal tepkisidir. Can havline düşmüş öfkeli kalabalığın takım elbiseli bir mahkeme heyeti gibi davranması beklenemez. Ellerine geçirdikleri askerleri elbette döveceklerdir. Aksini beklemek anlamsızdır. “Sokak egemenliği” ise bir sosyalisti niye rahatsız eder, bunu benim anlayabilmem hiç mümkün değil. Ama söz konusu aydın solcunun niye rahatsız olduğunu biliyorum. Kendisi şöyle açıklamış: “Ben kendimi, evimin önündeki sokağı tekbir getirerek dolduran, AKM’ye Erdoğan posteri asan kalabalıklarla ‘omuz omuza’ hissetmiyorum.” Temel sorun şu: Evet, Erdoğan ve AKP tabii ki olan bitenleri kendi avantajına kullanacak, yeni otoriter adımların temeli hâline getirmeye çalışacak. Bu, moral bozukluğu ve felaket tellalığı için bir sebep değil, yeni bir mücadele alanıdır. Erdoğan ve AKP’nin yapmaya çalışacaklarını engellemenin yolu nedir? Evde oturup şikayet etmek mi? Hayır. Tekbir de getirse, Erdoğan posteri de assa, hiç rahatsız olmadan sokaktaki kalabalığın arasında olmaktır, anlatmaktır, tartışmaktır.
8
28 ŞUBAT: DÖNÜM NOKTASI
Eğitim hakkı darbeciler tarafından gasp edilen başörtülü öğrenciler direnirken. MELTEM ORAL
Favori darbesi olmayan, seçilmiş hükümetlere karşı yapılan askeri müdahalelere herhangi bir bahane icat etmeksizin koşulsuz karşı çıkanlar açısından 28 Şubat yakın tarihte yaşadığımız darbelerden birisidir. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından özellikle soldaki bazı kesimlerin yorumları, 28 Şubat dönemindeki tartışmaların hiç de uzak bir geçmişte kalmadığını gösteriyor. 28 Şubat öncesindeki ‘şeriat geliyor’ propagandasının yerini bugün, darbeye karşı sokağa çıkanlara bakıp ‘Işid sokakta’ argümanı almış. 28 Şubat 1997’de 9 saatlik MGK toplantısının ardından ordu yayınladığı 18 maddelik muhtıra ile ‘irtica ve terör’ü en büyük tehlike ilan etti. Darbe Sincan’da sokağa çıkan tanklarla sembolleşti. Refah Partisi ve arkasındaki toplumsal desteği ezmek adına yapılan ve güya ‘şeriat’ tehlikesine karşı ‘laiklik’ için olan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun ‘bin yıl sürecek’ dediği darbe, Türkiye siyasetinde gerçekleştiği günden bugüne kadar etkisini sürdüren gerçek bir dönüm noktası oldu. ‘İrticayla eylem planı’ olarak da bilinen MGK kararları hızla uygulanmaya başlandı, Refah- Yol hükümeti devrildi, başörtüsü yasağı uygulanmaya başlandı. Üniversitelerde başörtülü öğrenciler başlarını açmaya zorlandılar, reddedenler okullardan atıldılar. DSİP o dönem amasız fakatsız darbeye hayır diyerek net bir tutum aldı. Ne yazık ki solda bu tavrı alan tek çevreydi. O dönemin Sosyalist İşçi gazetesi “ darbeye hayır tanklar kışlaya” başlığıyla çıktı. Ancak sol içerisinde ana eğilim ‘ne şeriat ne darbe’ diyerek orta yolcu bir tavır almaktı. Darbeye net bir şekilde karşı çıkmama tutumu o günden beri, darbenin mağduru olan muhafazakar işçi sınıfıyla
sol arasında derin uçurumların olmasının başlıca nedenidir. Darbenin hedef aldığı başörtülü kadınlar ‘el ele’ eylemleriyle direnirken, solun tavırsız kalması bu toplumda yıllardır giderek kökleşen ve derinleşen ‘laik-dindar’ kutuplaşmasının tohumlarını ekti. İşçi sınıfı ve darbe Sosyalist İşçi’nin yine o dönemde belirttiği gibi “ darbenin hedefi işçi sınıfı olacaktır.” Darbe ‘islamcı’ kimlikli bir harekete yapılıyor diye ikircikli tutum alanlar, tüm darbelerde olduğu gibi 28 Şubat’ta da esasen işçi sınıfının ve mücadelesinin darbe aldığını gözden kaçırdılar. 1995’te 6 milyon oyla birinci parti olan Refah Partisi, esas yükselişini adaletsizlik ve yoksulluğa karşı ‘adil düzen’ propagandasıyla yakalamıştı. SHP tabanındakiler dahil olmak üzere yoksullar, işçiler için bir adres olmasını sağlayan şey partinin bu söylemiydi. Tıpkı 12 Eylül darbesi gibi TÜSİAD gibi sermaye kurumlarının ve hakim medyanın arka çıktığı 28 Şubat’ta büyük oranda yoksulların desteklediği parti ordu marifetiyle devrilmiş oldu. Darbecilerin ‘şeriata karşı laiklik’ söyleminin kazandığı en büyük başarı, işçi sınıfının birliğinin bozulması, sınıfın ‘laik-dindar’ olarak bölünmesi oldu. İşçi sınıfının birliğinin bozulmasından en çok çıkarı olan sermayden, patronlardan başkası değildir. Darbecilerin yarattığı bu suni kamplaşma o dönem sınıf hareketinin gerilemesine neden olduğu gibi hâlâ Türkiye işçi sınıfının birliğinin önündeki en büyük engeldir. Darbenin yarattığı karanlık iklim toplumun tamamına, demokrasi mücadelesinin bütüne kabus gibi çöktü. Ordu içinde darbeyi organize eden Batı Çalışma Grubu, 9 mil-
yon kişiyi fişledi, kamu işçileri, siyasi partiler, dernekler, örgütler ‘islamcı’ veya ‘pkk’ başlıklarıyla fişlenerek saldırıların hedefi oldular. Faşist parti MHP bu karanlık iklimden güçlendi, daha önce mecliste olmayan parti oylarını iki katına çıkararak bir sonraki seçimlerde yüzde 18 oyla meclise girdi. Kürdistan’da savaş derinleştirildi, siyasi suikastlar devreye sokuldu. 28 Şubat’tan dersler İşçi sınıfının birliğini bozan her türlü suni bölünmeye karşı net durmanın önemini 1997’den beri her keskin politik dönemeçte görüyoruz. 28 Şubat’a net bir şekilde karşı çıkmayan örgütler giderek daha fazla sınıf merkezli siyaset yerine ‘yaşam tarzı’ muhalefetinin eksenine girdiler. AKP’nin iktidara gelişini tabanındaki yoksulların talepleri üzerinden değil yine ‘laik-dindar’ kutuplaşması üzerinden okuyanlar 13 yıldır söz konusu partinin nasıl hala iki kişiden birinin oyunu aldığını kavramakta zorlanıyorlar. Üstelik söz konusu kutuplaşma, 28 Şubat’ın mirası AKP ve Erdoğan açısından iktidarlarını korumak için oldukça kullanışlı bir konu. Yapılması gereken şey çok açık. Önce net bir şekilde darbelere karşı olmak. AKP’nin demokrasinin temsilcisi olmadığını, 28 Şubat darbecilerinin yargılanmasını ‘bu dalgalar bizi boğar’ diyerek bizzat Erdoğan’nın engellediğini, kazanılmış hakların koruyucusu olmaktan çok bu hakları savaş ve anti demokratik uygulamalarla daraltan unsur olduğunu, işçilerin haklarını koruyacak yegane gücün bizzat kendisinin mücadelesi olduğunu, barışın en önemli talep olduğunu AKP’nin tabanındaki işçilere anlatmayı ancak darbelere karşı net duran bir sol başarabilir.
9
TÜM DARBELER İŞÇİ DÜŞMANIDIR
temlerle ücretler bastırıldı; aydınlar tutuklandı, üniversitelerden öğretim üyeleri uzaklaştırıldı.
FARUK SEVİM
İşçi sınıfı bütün darbelerden olumsuz etkilenmiştir. Örgütlenmeleri kesintiye uğramış, ücretler geriye gitmiş, hak araması engellenmiştir. Darbe süreçlerinde ortaya çıkan baskıcı rejimlerin her zaman ilk saldırıları işçi sınıfına olmuştur.
İşçi sınıfının örgütlü güçlerine karşı savaş ilan edildi, bütün ülkede devrimci avı başlatıldı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı, milyonlarca insan fişlendi, işkenceden geçirildi. Devrimciler, işçi önderleri, rejim muhalifleri, demokratlar özel olarak hazırlanmış cezaevlerine dolduruldu. Ankara Mamak Cezaevi’nde, ülkenin her yerinde işkence sıradanlaştı. Yüzlerce kişiye idam cezası verildi, onlarcası idam edildi. Diyarbakır Cezaevi hem işkencenin ve karanlığın, hem de direnişin ve aydınlığın simgesi oldu. Kürt halkı yok sayıldı, kart-kurt teorileri üretildi, köyleri yakıldı, yıkıldı, katledildi.
Zincirleme darbeler sermaye için Demokrat Parti, serbest piyasa ekonomisini tam olarak uygulayabilmek için sivilleşmek, yani mevcut askeri-sivil bürokrasi vesayetine son vermek istiyordu. Bunun için devlet memurlarına yönelik reformlar yaptı, Genelkurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağladı. Askeri-sivil bürokrasi ve temsilcisi CHP, bu yeni durumdan hiç hoşlanmadı. Yıllardır ellerinde tuttukları iktidarın avuçlarının arasından kayıp gittiğini seziyorlardı.
Emekçileri böldüler 28 Şubat 1997 günü yapılan 9 saatlik Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından “MGK kararları” olarak bilinen 18 maddelik bir muhtıra yayınlandı. Muhtıra temel olarak, “irticai tehdit” üzerinde odaklanıyordu. Muhtıra ile Necmettin Erbakan’ın başbakanlık yaptığı Refah-Yol hükümeti devrildi.
Sivil-askeri bürokrasi ve devletçi aydınlar, iktidarı tekrar ele geçirmek için hazırlıklar yapmaya başlamışlardı. Hükümetin aslında gerici olduğu, ülkeye şeriat getirmek istediği söylentileri alıp yürümüştü. Öğrenciler arasında her türlü provokasyon yapılıyor, suni çatışmalar yaratılıyor, ülkede kaos ve karmaşanın hüküm sürdüğü izlenimini uyandırmak için elden ne geliyorsa yapılıyordu. Darbeciler 27 Mayıs sabahı yönetime el koydular. Kendisini sol olarak lanse eden bazı çevreler tarafından ilerici olduğu söylenen darbe, aslında bütün darbeler gibi, halkın seçimle işbaşına getirdiği hükümeti ortadan kaldırdığı için, gerici bir karaktere sahipti. Halkın iradesi ayaklar altına alınarak çiğnendi, kendi seçtiği temsilciler hapse atıldı. Sola saldırdılar Dünyayı sarsan 68 devrimci dalgasının etkisiyle Türkiye’de de 1969 yılından itibaren işçi sınıfının ve devrimci hareketin mücadelesi yükselişe geçti. 15-16 Haziran 1970’te yaşanan görkemli direnişle işçi sınıfının kendine güveni giderek arttı, öğrenci hareketleri radikalleşmeye başladı. Mevcut hükümet ve meclis, işçilerin ve devrimcilerin yükselen mücadelesini bastıramadı. Egemen sınıfların çaresizliği üzerine ordu 12 Mart 1971 günü darbe yaparak işçi sınıfına ve devrimcilere karşı savaş ilan etti. Mevcut hükümetin yerine darbecilerin onayladığı yeni bir hükümet kuruldu. Grev ve sendikal hakları askıya alındı. Kamu sektöründeki tüm sendikalar kapatıldı. Devrimciler, işçiler, Kürtler üzerinde korkunç bir terör estirildi. Onlarca kişi öldürüldü, binlercesi hapse atıldı, işkenceden geçirildi. Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve birçok sosyalist örgüt kapatıldı, DİSK’in faaliyetlerine son verildi. Tüm
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
SAVAŞ DARBE ÜRETTİ
DSİP Şubat 15 Temmuz darbecilerine cesareti ve ortamı, Türkiye’nin iki cephede sürdürdüğü savaş sağladı. ayı lantıları Darbe, Türkiye sınırları içinde ve Irak Federe Kürdistanı’nda PKK ile savaşan, Suriye’de ve Irak’ta İŞID’e karşı savaş koalisyonundaki Türkiye hükümetine bağlı NATO generalleri tarafından yapıldı. Çok sayıda devlete ait savaş uçaklarının Suriye’yi bombardıman üssü olan İncirlik darbecilerin merkeziydi. Rusya savaş uçağını durduk yere düşüren iki pilot da gözaltına alındı. Darbecilerin bildirisi, öncekiler gibi NATO’ya bağlılık bildiriyordu.
Toplum çok derin bir şekilde laik-islamcı olarak bölündü. 6 ila 9 milyon insan ordu içinde oluşturulan Batı Çalışma Grubu tarafından fişlendi. PKK ile savaş, “ulusu bütünleştirici” bir unsur olarak ön plana çıkarıldı.
Kapatılan DİSK’in başkanı Abdullah Baştürk 12 Eylül mahkemesinde savunma yaparken.
öğrenci dernekleri kapatıldı. 100.000’den fazla öğretmeni temsil eden Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kapatıldı, yöneticileri 8 yıla varan hapis cezalarına çarptırıldı, binlerce öğretmen polis fişlemesiyle işinden edildi. Sendikalara kapattılar, grevleri yasakladılar
Kitleselleşmiş öğrenci hareketi, başörtüsüne devletin müdahalesine karşı çıkmakta sessiz kaldı, hareket hızla geriye çekildi. Sendikaların içinde yaratılan iklimle “laik-islamcı” ayrımı körüklendi. İşçi sınıfının birliği bir kez daha parçalandı. 1996 ve 1997 1 Mayıs gösterilerinde oldukça kitlesel olan devrimci sol, darbenin yarattığı ortamda hızla inişe geçti. 28 Şubat, “post modern” darbesi ordunun siyasal alana müdahalesinin son örneği olarak bir kuşağın hayatını etkiledi.
12 Eylül öncesinde yükselen örgütlü işçi mücadelesini bastırmak, mevcut ekonomik ve sosyal krizi burjuvazi lehine çözmek için ordu 12 Eylül 1980’de darbe yaptı. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, bu gerçeği “bugüne kadar hep işçiler güldü, bundan böyle biz güleceğiz” sözleriyle dile getirdi.
Bütün darbelerde işçi sınıfı önemli hak kayıplarına uğradı, örgütleri kapatıldı, mücadele kesintiye uğradı, bölündü. Burjuva demokrasisini beğenmeyebiliriz. AKP hükümetini beğenmeyebiliriz. Burjuva demokrasisi, burjuvazi için bir demokrasi değildir. Burjuva demokrasisi, bu sistem içinde işçi sınıfı ve ezilenlerin verdiği mücadeleyle elde edilen haklar toplamıdır.
Askeri darbeyle birlikte hükümet görevden uzaklaştırıldı, TBMM kapatıldı, 1961 Anayasası lağvedildi. İşçi sınıfının önderleri cezaevlerine dolduruldu, idamla yargılandı, örgütleri darmadağın edildi. Sendikalar kapatıldı, toplu sözleşme yetkileri ellerinden alındı, ekonomi dışı zor yön-
Darbeye karşı çıkmak, “ama”sız, “fakat”sız net bir biçimde karşı çıkmak bu yüzden çok önemlidir. Darbeye karşı hükümeti mi savunacağız diye ortada duranlar, darbenin en başta işçi sınıfının, ezilenlerin her türlü özgürlüğünü gasp edeceğini görmezden gelmiş olurlar.
Kendilerine “Yurtta sulh” adına veren darbeci generaller, hiç de barışçıl olmadıkları yayınladıkları bildiride açıkça söylüyor: “Terörizm ve terörün her türlüsü ile etkin mücadele yolunu açmak.”
duğu sürece 500 bini subay 1 milyona yakın askere sahip ordu hükümetler için vazgeçilmez olacak. Savaş varoldukça darbe için bereketli zemin vardır.
Görevleri Irak, İran ve Suriye ile sınırlarını korumakla yükümlü olup, IŞİD’i batıya çekenler; Roboski’yi Lice’yi bombalayıp, Cizre’de insanları topluca yakanlar dönüp meclise saldırdı. Başarılı olsalardı yürütecekleri “etkin mücadele” PKK’ye karşı düşük yoğunluklu savaştan topyekun savaşa geçiş, Suriye’de azgınca savaşmak olacaktı. Ne zaman cumhurbaşkanı tarafından çözüm süreci bitti ve savaş başladı, meclisteki üç parti savaş tezkeresini onayladı, ordu (savaş koşullarını kullanıp darbe koşulu getirerek) kanlı planını uygulamaya kalktı. Savaşan hükümet, savaştırdığı generaller tarafından devrilmek istendi. Kürt sorunu çözümsüzlüğe uğrayıp savaş sürdüğü, Türkiye Suriye’deki emperyalist kapışmanın bir parçası ol-
n Çözüm süreci buzdolabından çıkartılıp hızla Türkiye’nin en büyük sorunu çözülmelidir. Kürtlerin haklarının iadesi ve eşitliği halkın çoğunluğu tarafından zaten kabul edilmektedir. Silahların kalıcı olarak susması bir hamle yapılmalı ve müzakere süreci başlatılmalı. n Erdoğan ve hükümet, ABD’yi darbe girişimine destek vermekle itham ediyor. İncirlik başta olmak tüm askeri üsler ABD ve koalisyon güçlerine kapatılmalıdır. Türkiye, Suriye savaşından çekilmelidir. n Küresel kapitalizmin savaş örgütü olan NATO’ya bağlı ordular Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya tüm darbelerde başrolü oynuyor. Türkiye’nin NATO üyeliğinden ayrılması ve dünyadaki hiçbir devletle savaş halinde olmadığını açıklaması bu zinciri kıracaktır. Darbeyi yenen halk kalıcı barışı hak ediyor.
10
BOLŞEVİKLER DARBEYİ NASIL PÜSKÜRTMÜŞTÜ? bu hareket, eski düzenin artığı asalakların, patronların, soyluların, kilisenin, subayların arayıp da bulamadığı fırsatı, onlara altın tepsiyle sunmuş oldu. General Kornilov etrafında toplanan eski düzen temsilcileri, Kerenski Hükümeti'ni bir darbeyle devirmek üzere harekete geçtiler.
ATİLLA DİRİM
Geçtiğimiz hafta içinde sokağa çıkan ve tankların karşısına cesaretle geçen on binler tarafından engellenen darbe girişimine dair tartışmalar devam ediyor. Solun hatırı sayılır bir kısmı, utangaçça darbenin karşısında yer aldı. Darbeye hayır demekle birlikte, bu, amasız ve fakatsız bir hayır olmadı. Aksine, amaların ve fakatların sayısı çok fazla oldu, üstelik bu sol adına yapıldı.
Bu durum, Bolşeviklerin saflarında büyük bir tartışma yaratmıştı. Kerenski Hükümeti'nin patronlardan yana olduğu belli olmuştu. İşçi sınıfına ihanetini sürdürüyordu. Savaştan çıkmamıştı, ölmeleri için işçileri cephelere göndermeye çalışıyordu, işçi liderlerini tutukluyor, gazetelerini yasaklıyor, velhasıl, devrimci dalganın önüne set çekmek için gerekli bulduğu her şeyi yapmaya çalışıyordu. Bu durumda Kerenski'yi Kornilov'dan kurtarmaya ne gerek vardı ki? En iyisi, birbirlerini yemeleriydi, Kornilov'un Kerenski'yi yemesi, daha da iyiydi!
Sosyalistlerin darbe karşısındaki ikirciksiz tutumlarına dair bir örnek, Bolşeviklerin Kornilov Darbesi karşısında aldıkları tavırdır. Bu tavrın gelişimini ve nedenlerini, darbeye yol açan koşulları inceleyerek ortaya koymaya çalışalım. Dünyanın değiştiği yıl 1917 yılında devasa Rusya İmparatorluğu'nda bütün taşlar yerinden oynamıştı. Yıllardır süren savaş, halkı artık patlama noktasına getirmişti. Cephelerde işler iyi gitmiyor, yenilgiler peş peşe geliyordu. İaşe büyük bir sorundu, askerin karnı doymuyordu. Avrupa'dan gelecek mamûl ve yarı mamûl ürünlere bağlı olan üretim, bunların gelememesi yüzünden durma noktasındaydı.
Direniş Ancak Lenin'in bu öneriye tepkisi çok net oldu: Darbeye kesin olarak hayır demek gerekiyordu! Darbe, felaket anlamına gelecekti. Darbeyle birlikte, işçi sınıfının çarlığı yıkarken elde kazandığı bütün demokratik haklar, bütün özgürlükler, işyeri örgütlenmeleri, basını, seçme, seçilenleri geri çağırma özgürlüğü, bunlar bir bütün olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. Sonuçta hâlâ on binlerce işçi, Kerenski Hükümeti'ne umut bağlamıştı; aksi takdirde ayakta kalması mümkün olmazdı. Bu işçiler silahsız bir şekilde, darbenin kendilerini boğmaya gelmesini bekleyeceklerdi.
Dükkânlar açıktı ama alışveriş yapmak çok zordu, çünkü piyasada hemen hemen hiçbir şey bulunmuyordu. Karaborsa alıp başını gitmişti. Enflasyon kesintisiz olarak artıyordu, para pul olmuştu. Ciddi bir kıtlık tehlikesi baş göstermişti; şubat ayında Petrograd şehrinde sadece 10 günlük un stoku kalmıştı. Bütün bunlar olurken, işçi sınıfı büyük bir huzursuzluk içindeydi. 1916'da başlayan grevler artarak sürüyordu. Bir milyondan fazla işçinin katıldığı 1416 grev yapılmıştı, bunların 210 kadarı politik karakter taşıyordu. Grevlerden biri başlarken diğeri bitiyordu. Petrograd'daki Putilov fabrikalarında on binlerce işçi aynı anda greve çıkıyordu. Özellikle tekstil sektöründe çalışan kadın işçilerin sayısı çok fazlaydı. Un kıtlığının baş göstermesiyle birlikte, 16 Şubat'ta ekmek karneye bağlandı. Bu durum, halkın yiyecek satan dükkânlara hücum etmesine neden oldu. Satın alacak bir şeyin kalmaması ve kepenklerin kapanmaya başlaması, elleri boş olanlarda büyük bir öfkeye neden oldu. Dükkânların camı çerçevesi indirildi, protesto gösterileri uzun süre son bulmadı. 23 Şubat'ta, yani batı takvimiyle 8 Mart olarak bildiğimiz Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü'nde, kadın tekstil işçilerinin büyük kısmı greve çıktı. İşçiler arasında örgütlülüğü çok zayıf olan Bolşevikler, bu tür grevlere karşı çıkıyorlardı. O tarihte on binlerce işçinin çalıştığı Putilov Fabrikası'nda 150, Petrograd'ın genelinde 500 kadar Bolşevik vardı. Ama sadece durumun bir genel grev çağrısı için erken olduğunu düşünen Bolşeviklerin değil, tek bir örgütün bile grev çağrısı yapmadığı o gün, kadın işçilerin "Ekmek istiyoruz", "Kahrolsun savaş", "Kahrolsun Çarlık!" sloganlarıyla başladığı grev, kısa sürede genel grev halini aldı. Aradan birkaç gün geçtiğinde, işçiler kendi özyönetim organları olan sovyetleri kurmaya başlamışlardı bile.
Lenin, Troçki ve bolşevikler.
Aynı anda iki efendi… Bütün bunlardan sonra olaylar baş döndürücü bir hızla gelişmeye başladı. Birkaç gün içinde çar tahtından feragat etti; Rusya'nın yönetimi fiilen Petrograd Sovyeti ile "Geçici Hükümet" arasında paylaşıldı. Evet, on binlerce işçinin mücadelesiyle özyönetim organları kurulmuştu, fakat yine de eski düzenin iyileştirilmiş bir versiyonunu sunan Geçici Hükümet'ten beklenti içinde bulunan çok sayıda işçi de vardı. Zihinlerdeki egemen fikirler, henüz tam olarak kırılamamıştı. Temmuz ayına gelindiğinde, Kerenski adında bir sosyalist devrimcinin başkanlığındaki Geçici Hükümet, işçi düşmanı yüzünü açığa çıkartan bazı eylemlere girişmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı'ndan çekileceğini vaat etmesine rağmen, bazı birlikleri silahlandırarak Almanya cephesine göndermeye karar verdi. Bazı işçi liderlerini tutuklamaya, işçi gazetelerini yasaklamaya başladı. Bu durum, işçiler arasında büyük bir öfkeye neden oldu ve Lenin'in uyarılarına rağmen, büyük bir ayaklanma yaşandı. İşçilerin henüz iktidarın tümünü ele alabilecek, alsa bile koruyabilecek güce sahip olmamalarına karşı giriştikleri
Lenin, bu durum karşısında, birleşik işçi taktiğini önerdi. Sovyetleri dolduran işçilerle Kerenski Hükümeti'ni destekleyen işçiler, darbe tehdidine karşı birlikte mücadele edeceklerdi. Derhal direniş komiteleri kuruldu. Birkaç gün zarfında on binlerce işçi komitelerde örgütlendi ve çok geniş bir alanda direniş başladı. Demiryolu işçileri, Kornilov'un birliklerini taşıyan hatlardaki rayları söktüler. Birliklerin arasında yaygın bir propagandaya başladılar. Güçlükler içinde Petrograd'a yürüyen Kornilov'un birlikleri, devasa bir işçi direnişiyle karşılaşarak ezildi. Darbe tehdidinin savuşturulması, Kerenski Hükümeti'ni destekleyen işçilerin arasında olduğu kadar, Sovyetlerdeki işçiler arasında da Bolşeviklerin prestijini önemli ölçüde artırmıştı. Hükümetin teslimiyet görüntüsüne rağmen, Bolşevikler ve sokakta direnen işçiler devrimin tüm kazanımlarını direnerek korumuşlardı. Bolşevikler, hükümetin patronlardan yana burjuva karakterini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiş, mücadeleci çizgileri, işçi sınıfının çıkarlarını, demokrasiyi tutarlı bir biçimde koruma gayretleriyle işçiler arasında ilk kez çoğunluğu kazanmışlardı. Ekim Devrimi'ne giden yollar artık açıktı. Bolşeviklerin darbe karşısındaki tutumu, geçtiğimiz hafta yaşadığımız darbeye karşı sosyalistlerin almaları gereken tutum için de örnek oluşturuyor. Elbette ki 1917 Rusya koşulları ile 2016 Türkiye koşulları bir ve aynı olamaz; ancak darbe sonrasında rafa kaldırılacak olan hak ve özgürlüklerin sadece burjuva hak ve özgürlükler değil, aynı zamanda ezilenlerin yüzlerce yıllık mücadelelerinin ürünü olan haklar ve özgürlükler olduğunu bir an bile unutmamak gerekir!
11
ALMANYA’DA DARBEYE KARŞI İŞÇİ MÜCADELESİ ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ
Dünya tarihinde darbelerin halk seferberlikleriyle engellendiği birçok örnek var. General Franco’nun İspanya İç Savaşı’nı başlatan darbesinden, 1991’de Sovyetler Birliği’ndeki darbe girişimine, 2002’de Chavez’e karşı girişilen darbeye karşı sıradan insanların özellikle darbelerin ilk saatlerinde sokağa çıkması çoğu zaman çok etkili olmuştur. İşçi sınıfının engellediği darbeler arasında belki de en önemlisi Mart 1920’de Almanya’da gerçekleşen Kapp darbesine işçilerin direnişidir. Bu direniş bir yandan sosyal demokrat SPD ve Komünist KPD üyesi işçilerin potansiyelini ortaya koyarken, diğer yandan bu darbenin yenilgisinin bir işçi iktidarıyla sonuçlanmaması devrimci bir örgütün eksikliğinin nelere yol açabileceğini de gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya, savaşın sonlarında ve savaşın hemen sonrasındaki dönemde derin bir bunalım içine girmişti. Savaşı bitiren Kiel’deki denizcilerin Kasım 1919’deki isyanının tüm ülkeye yayılması, aynı Rusya’daki gibi işçi ve asker komitelerinin kurulması, bunların alternatif iktidar odakları haline gelmesi olmuştu. Monarşi devrilmiş, Alman Komünistleri sosyalist bir cumhuriyet ilan ederken burjuvazi ile işbirliği yapan SPD, bunu engellemek için bir burjuva cumhuriyetinin kurulduğunu ilan etmek zorunda kalmıştı. Ancak komünistler kendiliğinden başlayan bu devrime yeterince hazırlıklı değillerdi. Ocak 1919’da savaştan dönen askerleri karşı devrimci bir ordu olarak örgütleyen burjuvazi isyanı bastırmış, KPD’nin liderleri olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldürmüştü. Binlerce kişi öldürülmüş, Bavyera’da kurulan kısa ömürlü Sovyet Cumhuriyeti kanla bastırılmıştı. Ancak işçi sınıfının patronlar için yarattığı tehlike o kadar büyüktü ki kendileriyle işbirliği yapan SPD’yi bile gözden çıkarmışlardı. Darbe, Mart 1920’de gerçekleşti.
İşçiler darbecilere karşı silahlanmıştı.
mıyordu. Cumartesi günü Berlin’de başlayan grev pazartesi bütün ülkeye yayılmıştı; Ruhr, Saksonya, Hamburg, Bavyera ve Thuringia’nın sanayii bölgelerine hatta Prusya kırsalındaki arazi sahiplerinin malikânelerine kadar.
SPD hükümetinin başında bulunan Ebert ve Noske Berlin’den kaçarak Dresden’e sığındılar ama buradaki komutan da onları Stuttgart’a gitmeye zorladı. Bir darbe yapılacağı epeydir konuşulmasına rağmen SPD yöneticilerinden Noske bunları hiç dikkate almamıştı.
Hareketin liderliğini her yerde sanayi işçileri yürütüyordu. Önemli bir sanayi havzası olan Ruhr bölgesinde önce genel grev başlamış daha sonra grev işçilerin silahlanmış, örgütlenmiş ve bir Kızıl Ordu’nun kurulmuştu. İşçiler polislerin ve sağcı milislerin silahlarını ele geçirdiler, şehir merkezlerini ele geçirdiler ve burjuva basına sansür getirdiler. İşçiler ve ordu arasındaki çatışmalar giderek genelleşerek neredeyse iki ayrı ordu arasındaki bir mücadeleye dönüştü. İşçiler kısa sürede Ruhr bölgesinin tamamına hakim oldular. Bir işçi disiplini içerisinde hareket ediliyordu. Yoklamalar, birliklerin bölünmesi, silahların dağıtımı, ekmek dağıtımı, birimlerin yönetilmesi. Kızıl Ordu üyesi olmak için bir işçi partisine veya sendikasına 12 ay boyunca üye olmuş olmak ve cephede altı aylık savaş deneyimine sahip olmuş olmak şartları aranıyordu.
İşçi sınıfı ise SPD yöneticilerinden çok daha başka bir havadaydı. Alt düzey SPD üyeleri, sosyal demokrat işçiler, sendikacılar ve komünistler tabandan darbeye bir direniş örgütlemeye çalışıyorlardı. Berlin’de kalan USPD (Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra SPD’den ayrılan SPD’nin sol kanadının oluşturduğu parti) ve SPD liderleri bir genel grev çağrısı yaptılar. Darbe sabahı saat 11’de dağıtılan grev ilanı öğleye doğru tamamen etkili oldu. Trenler işlemiyor, elektrik ve gaz şebekeleri çalış-
Kızıl Ordular genel işçilerin kurdukları yürütme komitelerine bağlı çalışıyorlardı. Bu komitelerde genelde USPD, Komünistler ve sendikalistler etkindi. Ancak Kızıl Ordular merkezi bir liderlik etrafında birleşmiş değillerdi. Hepsi kendi bölgesindeki darbeci güçleri geriletmeye çalışıyor ama tüm Almanya’yı kapsayacak yeni bir alternatif öne süremiyorlardı. Ancak buna rağmen darbeye karşı işçilerin mücadelesi ülkenin hemen hemen her yerinde ilerleme kaydediyordu. İşçiler Gotha ve Jena’yı aldıktan
13 Mart 1920 gecesi ağır silahlarla donanmış askeri birlikler Berlin’e girerek hükümetin dağıtıldığını ilan ettiler. Daha önce işçilerin ayaklanmasının bastırılmasında SPD’nin kullandığı tüm komutanlar şimdi ona karşı dönüyordu: Rus devrimine karşı savaşta kendisine güvenilen Erhardt, Ocak ve Mart 1919’da Berlin işçilerine karşı hareketleri yöneten von Luttwitz, Rosa Luxemburg’un katledilmesinde organizatör rolü oynayan Pabst ve Sovyet Bavyera’sının ezilmesine liderlik yapan von Oven.
sonra Chemnitz’i de ele geçirdiler. Tüm bunların sonucunda darbeye başkanlık eden muhafazakâr bir bürokrat olan Kapp gücü elinde daha fazla tutamayacağını anlayıp SPD ile uzlaşma yoluna gitti. SPD tarihi bir fırsat yakalamış, sağ unsurları ordudan tasfiye etme şansı bulmuştu. Bunun yerine orduyu değil, orduya karşı ortaya çıkan grev ve işgal hareketlerini hedef aldı. Dağıttıkları bildirinin başlığı “Bolşevizme karşı – Greve birlikte son verelim” idi. SPD diğer yandan kendi solundaki güçlere hükümete girme çağrısı yaparak onları ehlileştirmeye çalıştı. Komünistler bu tuzağa düşmezken USPD hükümete katıldı ve yapılan muğlak bir anlaşmaya karşılık grevin bitirilmesi çağrısında bulunuldu. Darbenin önünü açan askeri güç yapılanmasında köklü bir değişim olmaksızın, darbeye karşı devam eden birleşik mücadeleye son verilmesi orduya cesaret ve güç verdi. Sonuç işçilerin militanlığını yok edecek katliamlar ve saldırılar oldu. Thrungia’da 15 kişi öldürüldü ve parçalandı. Hamm’da 65 kanal işçisine el bombalarıyla saldırıldı. Daha sonra Nazi döneminde sıradanlaşacak toplu mezarlar ilk kez bu dönemde görüldü. Sonuçta darbe başarısız olsa da SPD’nin yardımıyla burjuva düzeni yerinde kaldı. 1920 Kapp darbesi, darbeye karşı mücadelenin o darbenin koşullarını hazırlayan iktidarlardan bağımsız bir şekilde yürütülmesi gerektiğini ortaya koydu. Darbeyi başarıyla durduran işçiler sonunda SPD’nin etkisinden çıkamadıkları için kitlesel hareketlerini bir devrime dönüştüremediler.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
DARBELERİN PANZEHİRİ DEMOKRATİKLESMEDİR , AKP liderliğinin darbeye yanıtı sağcı “güvenlik” politikaları oldu. Ordunun dışında yargıda, kamudaki çeşitli sektörlerde tutuklamalar ve görevden almalar gerçekleştiriliyor. Bütün rektör ve dekanların istifası istendi. “Paralel” operasyonları adı altında yürütülenler keyfi uygulamaların önünü açıyor, örneğin bazı üniversitelerde Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atan öğretim görevlileri de tasfiye ediliyor.
Ordunun geleneği
Erdoğan, Yıldırım ve ekibi, bunun yanı sıra, “tabanın talebi” olduğunu öne sürerek idamın geri getirilmesini bir tehdit olarak masaya sürüyor. Bir AKP sözcüsü çıkıp bireysel silahlanmayı destekliyor.
Özgürlük için mücadeleye!
Sağcı darbe karşıtlığı Hükümetin darbelerin gerekçelerine ilişkin analizi yanlış. Binali Yıldırım “Silahlı Kuvvetlerimiz’e zarar verecek davranışlardan kaçınalım” dedi. Tayyip Erdoğan en başından itibaren TSK içinden “bir azınlığın” bu işe kalkıştığını iddia ediyor. AKP liderliğine göre, TSK’da yıllardır bir “ur” var. Bu sökülüp atılsa her şey düzelecek, ordu “millî” olacak. Bir türlü olmuyor. Yıllardır farklı klikler, bazen birçoğu ittifak hâlinde, darbe planlıyor veya harekete geçiyor.
HİÇ KİMSE ASKER DOĞMAZ Tayyip Erdoğan, darbe sonrası yaptığı konuşmalardan birinde, “İsteseler de istemeseler de Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı yapacağız” dedi. Bunu Gezi direnişinin ilk günlerinde de söylemişti. Kitlesel mücadele kazanınca, bu isteği gerçekleşmemişti. Erdoğan içinde ukte kalan topçu kışlasını arada sırada gündeme getiriyor. Ancak bunu darbe girişiminin hemen sonra dile getirmesi, AKP’nin militarizme ve darbelere bakışındaki çarpıklığı ortaya koyuyor. Darbeye karşı tankların önünde mücadele eden aktivistlerin bir bölümü, kışladan çıkanların kanlı girişiminin ardından bir kışlanın yapılması önerisine karşı çıkıyor.
Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri, kurulduğundan beri aynı doğrultuda hareket ediyor. “Gericiliğe” ve “bölücülüğe” karşı kemalist devletin kurucu prensiplerini savunuyor. Gerektiğinde bizzat müdahale ediyor. Eskiden bunu yapması daha kolaydı. Son yıllarda toplumda darbe karşıtlığı sokaklara dökülerek görünür oldu. Buna rağmen denediler ve yenildiler.
Oysa darbelerin hayat bulduğu zemini kurutmanın yolu, direksiyonu daha da sağa kırarak baskıcı ve şiddet yanlısı politikaları hayata geçirmek değildir. Tam aksine, bu tür uygulamalar, savaşın derinleşmesi ve her tür hukuksuzluğun artması, darbecilerin “fiili” durum gereği darbe konusunda cesaret bulmalarına neden oluyor. Darbelerin panzehiri özgürlükler ve bunlar için verilen mücadeledir. Demokrasi mücadelesi, aynı zamanda Kürt sorununda barışçıl çözümü, ırkçılığın geriletilmesini, ifade, örgütlenme ve gösteri yapma özgürlüğünün sağlanmasını beraberinde getirir. Bu yöndeki mücadeleler kazanım elde ettikçe darbecilik yok olur.
Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Kaolisyonu eylemi, 2009.
İDAMA DA SİLAHLANMAYA DA HAYIR!
EMASYA KALDIRILSIN
Darbecilerin yaptıkları korkunçtu. Sivillere karşı vahşice şiddet uygulayıp insanları katlettiler. Başarılı olsalardı, halkı silahların gölgesinde yaşamaya mecbur edeceklerdi, büyük ihtimalle bir sürü kişi idam edilecekti. Darbe karşıtları, AKP’nin bunun karşısında getirdiği “bireysel silahlanma” ve “idam” önerilerine karşı çıkmalı. Şiddet sarmalı, elinde en çok silahı olana yarar. İdam, yaşam hakkının ihlali olduğu için hem hukukun tüm mantığına karşıdır hem de caydırıcı değildir. Askeri diktatörlüklerin, faşist yönetimlerin, soykırımcıların ve tüm baskıcı rejimlerin yöntemidir. Darbe tehdidinden kurtulmak ve özgür bir dünyada yaşamak isteyenler idamın netçe karşısındadır.
EMASYA protokolü, 2010 yılında “Darbeye zemin hazırlıyor, demokrasinin boynuna geçirilen kement” denilerek kaldırılmıştı. O dönemler Balyoz, Ergenekon, Kafes vb. planların açığa çıktığı dönemlerde ve darbeci generaller yargılanıyordu. Aynı zamanda toplumda büyük bir darbe karşıtı hareket vardı. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok şehirde on binler sokağa çıkıyordu.
Kürt illerini yakıp yıkan TSK, birçok insanlık suçu işledi. Hükümet bunun üzerine, Genelkurmay’ın talebiyle, askerlerin “asayiş olaylarına” müdahale etme yetkilerini genişleten, yaptıkları hukuksuzluklar karşısında yargılanmama konusunda koruma kalkanı olan yeni bir düzenlemeyi, darbe girişiminden hemen önce uygulamaya koydu.
Bireysel silahlanma da darbecilere karşı çözüm olamaz. 15 Temmuz’u 16’sına bağlayan gece cuntacılar polislerin veya başkalarının silahları sayesinde değil, halkın kitlesel olarak sokağa çıkması sayesinde yenildi.
Yıllar içinde durum değişti. Hükümet son iki yıldır Ergenekon-Balyoz vb. davalarından hüküm giyenleri sokağa kaldı. Hatta bunlarla ittifak kurdu. Bu arada Kürdistan’da savaşı yeniden başlattı.
Darbe karşıtları haklı çıktı. TSK’ya verilen tavizler ve savaş, ordunun yeniden siyaset üzerine müdahalesini gündeme getirdi. EMASYA benzeri protokol derhal kaldırılmalı!