DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
573
21 Eylül 2016 2 TL. sosyalistisci.org
OHAL BAHANE İSCİ . . . KIYIMI SAHANE
ÖĞRETMENİME DOKUNMA SİNAN DİRLİK: KIBRIS’TA MÜLKİYET SORUNU ÇÖZÜLMEZSE BİRLİK TRENİ KAÇAR.
sayfa 5
AKTİVİSTLERE SORDUK: 15 TEMMUZ’DAN SONRA ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
sayfa 6-7
MELTEM ORAL: KADINLARA SALDIRILAR MÜNFERİT DEĞİL
sayfa
11
2
GÜNDEM
HUKUK KİMLERE LAZIM? Bu sorunun yanıtı çok açık: Hukuk herkese lazım. Ama, en çok da işçilere, yoksullara ve ezilenlere lazım. Burjuvazi, devletin ve sermayenin zirvelerinde gezinenler, hukukun korumasını konumları ve paralarıyla kolayca satın alabiliyorlar. Yoksulların böyle bir avantajı yok. Yoksullar, evrensel demokratik ilkelere bağlı olarak şekillenen hukuk tarafından korunmak durumundalar. “Ata izinin it izine karıştı”ğını söyleyen Cumhurbaşkanı, hukukun aldığı şekli de bir çırpıda özetlemiş oldu. Türkiye’de hemen herkesin hakkında en az bir kez konuştuğu yargı bağımsızlığı tam bir fiyaskodur. Yargı geçmişte bağımsız değildi, bugün de bağımsız değil. Ahmet Altan’ı göz altına alan savcı, nereye bağımlıdır bilinmez ama bir kişinin tutuklanması ciddi bir olaydır. Hele hele, 15 Temmuz darbesini önceden bildiği varsayılarak tutuklanması, o kişinin durumunun hemen açığa çıkartılmasını gerektirir. Oysa Altanları tutuklatan savcı ne yaptı? Tutulmanın akşamı bayram tatiline çıktı! Çok bağımsız şahane bir yargısal süreç! 15 Temmuz çok kanlı bir darbe girişimiydi. Girişimin çağı ve yarattığı yıkım, eğer darbe başarılı olsaydı yaşanacaklar hakkında net veriler sunuyor. Meclisi bombalayan darbeci alçaklar, darbe başarılı olsa mahalle mahalle katliam yapmaktan çekinmeyecek bir psikolojiye ve politik eğilime sahipler belli ki. Bu, FETÖ/PYD soruşturması ve 15 Temmuz darbe dava ve tutuklamasının alanının çok net bir şekilde belirlenmesi gerektiğini gösteriyor. 15 Temmuz darbesine katılan, planlamasında yer alan, darbeyi bilen ve lojistik destek sağlayanlara karşı acımasız davranırken, Gülen cemaatine bulaşan, çocukluğunda okullarında okumuş olan, bankalarına para yatırmış olan insanları darbeci diyerek tutuklamak, on binlerce kamu çalışanını işten atmak gerçek darbe davasını sulandırır. Savcı Serdar Coşkun, 22 Temmuz’da kabul edilen FETÖ/ PYD iddianamesini hazırlayan savcı, cemaatin yükselişinde bütün siyasi iktidarları eşit derecede sorumlu tutuyor ve özellikle, Ahmet İnsel’in de vurguladığı gibi, AKP’nin cemaatin yükseliş ve ”operasyon yapabilecek bir güç haline gelmesi” döneminde üstlendiği rolün üzerini örtüyor. Böylece, iktidardakiler, darbecilere verdikleri desteği, “Allah bizi affetsin” diyerek unutturabilirken, iki gazeteci tv ekranlarından darbeden bir gün önce gizli mesaj verdiler diye günlerce gözaltında tutulabiliyor. Türkiye’de daha birkaç sene önce, çok ciddi darbe ve derin devlet davaları sulandırıldı. Şimdi de 15 Temmuz darbesiyle ilgili dava sulandırılıyor. Dava ve tutuklamalar, darbecilerin yanı sıra darbeyle hiçbir alakası olmayan insanları da hedeflemiş görünüyor. 15 Temmuz darbesiyle hesaplaşma süreci, hukukun herkese lazım olduğunu ama en çok da işçilere, yoksullara, gazetecilere ve demokratlara lazım olduğunu gösteriyor.
“OLAĞAN ŞÜPHELİLERE” BASKI REJİMİ KEMAL BAŞAK
15 Temmuz Darbe Girişiminin emekçi kitlelerce bastırılmasının ardından “daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve barış” taleplerini içeren bir hareket ortaya çıkabilirdi, ama 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra fiilen işbirliği halinde olan AKP-MHP-Ergenekon koalisyonu bu olasılığın gerçekleşmesini engelledi. Sokaktaki kitle hareketine örgütlü bir şekilde müdahale eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğindeki koalisyon güçleri, darbe karşıtlığı fikrinin yerine Türk sağının ne kadar anti demokratik ve gerici talebi varsa onu öne çıkaran bir “milli birlik ruhunun” ikame edilmesinde başarılı oldu. Sokakta değişen havanın ardından ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL), önce darbe girişiminin merkezinde yer alan Fethullah Gülen Örgütünün devlet içindeki kadrolarını hedef aldı, ezici çoğunluğu AKP ile Fethulllah Gülen Örgütünün işbirliği halinde oldukları dönemde işe alınan on binlerce devlet memuru işten çıkarıldı. Ancak çok geçmeden OHAL, Türk devletinin gerçek düşmanlarına, Kürt halkının ve emek örgütlerinin temsilcilerine ve onların dostlarına yönelmeye başladı. İlk olarak, Kürt sorununu, Kürt halkının gerçeğini anlatan Özgür Gündem gazetesi, ofis içindeki çalışanlara tabancalarındaki “üç hilal”i göstererek tecavüz tehdidinde bulunan polislerce basıldı ve ardından kapatıldı. Gazetenin yazarları ve insan hakları aktivistleri Eren Keskin ve Ragıp Zarakolu’nun evleri kapıları kırılarak basıldı. Gazetenin Yayın Danışma Kurulu üyeleri ve yazarları Aslı Erdoğan ile Necmiye Alpay tutuklandı. Özgür Gündem gibi Kürt halkının yanında yer alan yayın organları da baskıdan nasibini aldı. Kapatılmakla tehdit edilen Evrensel Gazetesinin üç çalışanı da dahil olmak üzere Kürt sorununa duyarlı 16 gazeteci göz altına alındı, beş gazeteci tutuklandı. Ardından OHAL icraatı olan kanun hükmünde kararnameler (khk) ile memuriyetten ihraç edilenler veya açığa alınanlar kervanına Kürt halkının dostları akademisyenler ve kamu emekçileri katıldı. 93 üniversiteden 2 bin 346 akademisyenin ve çoğunluğu Kürt illerinde görev yapan 9 bin 843’ü Eğitim Sen üyesi 11 bin 301 öğretmen meslekten men ve açığa alınma hükümlerine maruz
Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Ahmet Altan, Eren Keskin. Devletin hışmına uğrayan bu isimlerin ortak özelliği darbe karşıtı olmaları ve barışı savunmaları.
bırakıldı. IŞİD’in gerçekleştirdiği 10 Ekim katliamında hayatını kaybeden bir HDP üyesinin cenaze törenine katılma gerekçesi ile HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs tutuklandı. Kürt halkının ezici çoğunluğunun oylarıyla seçilen Demokratik Bölgeler Partisi’ne üye belediye başkanları üzerindeki baskılar OHAL’le birlikte halk iradesinin tanınması boyutuna vardı. 90’lı yılların derin devlet adamı Mehmet Ağar’ın ekolünden gelen Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olmasının ardından 24 DBP’li belediyeye kayyum ataması yapıldı.
15 Temmuz direnişinin üstüne çöken yeni koalisyonun utanmaz parçası derin devlet, hem çözüm sürecinin hem de askeri vesayetin geriletilmesi sürecinin adeta intikamını alıyor. Bölge’de görev yapan askeri birliklerin başına Balyoz davalarında tutuklanan komutanlar getiriliyor, hayatlarını darbe karşıtı mücadeleye adamış Ahmet Altan ve Mehmet Altan tıpkı Alp Altınörs gibi uyduruk gerekçelerle gözaltına alınıyor. Bugün “OHAL değil demokrasi” diyenlerin hızla yan yana gelme ve birleşik mücadele platformlarını oluşturma günüdür.
KİTAPÇILARDA! DERGİ ARŞİVİMİZE BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ www.altust.org
GÜNDEM
n KAYYUM DEĞİL DEMOKRASİ
HALKA SORUN Darbeyi yenen halk direnişinin yarattığı olumlu hava, savaş tarafından yokediliyor. 24 HDP-DBP’li belediyeye kayyum atanmasıyla, demokratikleşme ve çözüm talepleri hiçe sayıldı.
Darbeden 3 ay sonra generaller yine vazgeçilmezler, 90’ların kanlı adamları TV’lerde boy göstermekteler.
Darbecilerin yöntemi
FETO’cuların yerini daha önce tasfiye ettikleri ulusalcı kemalistler aldı.
Yüzde 90 gibi hiçbir partinin hiçbir yerde ulaşamadığı bir oy oranıyla seçilmiş yöneticilerin yerine Ankara’dan bürokratların atanması tam da 15 temmuz darbecilerinin benimseyeceği bir metot. Gerekçe, PKK’ya yataklık ve yardım. Devlet aynı PKK’yla Oslo’da ve İmralı’da çözüm masasına oturmuştu. Bunun nedeni 5 milyondan fazla seçmenin HDP/DBP’ye oy verirken, PKK ve Öcalan’ın kendisini temsil ettiğini düşünmesidir.
Şahinler iş başında
Kürtlere karşı en ağır baskıyı uygulayıp, Türk emekçi çocuklarını cepheye süren Ergenekoncuların Erdoğan tarafından müttefik kabul edilmesi ile askeri çözüm yanlısı görüş ağırlık kazandı. Bu durum 15 temmuz darbesini durduran Türk emekçilerin aleyhinedir.
1990’ların sonunda bu gerçek savaşın komutanları tarafından kabul edilmiş, yasak, baskı ve askeri metotlarla bu meselenin çözülmeyeceği bir devlet görüşü haline gelmişti. Bugün ise hükümet çevreleri, ‘ordu PKK ile yeterince mücadele etmedi, çünkü FETÖ’cüler bunu engelledi’ diyerek, şimdiki savaşın kazanabileceğini iddia ediyor.
n Darbenin arkasındaki ABD’ye 1 Mart tezkeresinin reddedilişini hatırlatan hükümet, İncirlik ve Diyarbakır üslerini ABD ordusuna teslim etmiş durumda.
Kürt sorunu Fetullah Gülen doğmadan önce de vardı. PKK ile başlamadı, 40 yıldır süren silahlı direniş ve çatışmalar, 100 yıldır bu sorununun çözümsüz bırakılmasının sonucudur.
n 3 ay önce darbe için harekete geçirilen ordu ise 1 aydır Suriye topraklarında ve ilk kayıplarını verdi.
Şahin politikalarının nelere mal olduğunu yakın tarihten biliyoruz.
n Irak Başika’da da üslenen askerlerle birlikte Türkiye iki kanlı ve büyüyen savaşında içine girdi.
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ÖCALAN’LA GÖRÜŞMEDEN UMUTLANMALI MIYIZ?
El konulan belediyeler seçime
Umut mu umutsuzluk mu?
Cumhuriyet tarihi gösteriyor ki Kürt sorunu baskı ile çözülemez, devlet ile PKK arasındaki savaşın bir galibi olmaz.
Her köşeye, her gazeteciye, her muhalife kadar hakim hale getirilmeye çalışılan bir umutsuzluk propagandasının içindeyiz. Üstümüze boca ediliyor.
Hazır darbecilere karşı demokrasi savunulup kazanılmışken buna bir şans verilmeli. Kürtlerin kendi kendilerini temsil ettikleri sınırlı alanların başında gelen yerel yönetimlerde kayyum uygulamasına son verilmelidir. Halka sorulmalıdır. El konulan belediyelerde derhal seçime gidilmeli, sandıktan çıkan sonuç devlet tarafından kabul edilmelidir.
TEZKERE BİR YILDA NELERE YOL AÇTI?
Hükümete Irak ve Suriye’de savaş yetkisi veren tezkere 1 yıl daha uzatılması talebiyle mecliste. Ak Parti, CHP ve MHP oylarıyla kabul edilen tezkere sonucu Türkiye iki ülkede süren emperyalist savaşın bir parçası haline getirildi.
Askeri çözümü ısıtanlar
3
n IŞİD’le mücadele bahanesiyle çıkartılan savaş tezkeresi, içerideki savaşı da büyütüyor. Dün meclisi bombalayan F-16’lar, bugün Türkiye sınırları içinde ve dışında dağı taşı bombalıyor. n Hükümet “Suriye politikası yanlıştı” dediğinde barışçıl bir yaklaşıma dönüleceği zannedilmişti. Gelen barış değil üç cephede birden savaş oldu. n Ortadoğu’da askeri maceraların ekonomik tutarı ise ödediğimiz vergilerden karşılanıyor. n Savaş tezkeresinin süresi uzatılmamalı. Meclis Suriye’de, Irak’ta, Türkiye’de barıştan yana tutum almalı.
26 EYLÜL SAAT 10.00’DA ÇAĞLAYAN ADLİYESİ’NDEYİZ
Anlamadığım ve sanırım hiç anlayamayacağım nokta şu: Birbirimize işlerin ne kadar kötü olduğunu anlatıp durmak ne işe yarayacak? Kötü giden işleri “şu adımı atarsak düzeltebiliriz” vurgusuyla konuşmadıktan sonra, kapkara bir propagandanın basıncına neden maruz bırakırız ki etrafımızdakileri? Bu umutsuzluğu yayma eğilimini, sokak eylemlerinin azaldığı, eylemlere katılımın da bütünüyle gerilediği koşullarda sosyal medyayı tek politik etkinlik yapılacak mecra olarak görenlerin tercih ettiği çok açık. Bunun son örneği, Abdullah Öcalan’la bayramda yapılan görüşme. Kendisinden 18 aydır haber alınamayan, ondan önce iki buçuk yılda barış sürecinin en etkili ismi olarak öne çıkan Abdullah Öcalan, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra daha fazla merak ediliyordu. Sağlığı, koşulları Kürt hareketi tarafından daha sık gündeme getirildi. Öcalan’ın sağlığı hakkında bilgi almak amacıyla 50 Kürt siyasetçi süresiz açlık grevine başladı. Ve grevin sekizinci gününde Öcalan’la görüşme gerçekleşti. Görüşmeyi kardeşi Mehmet Öcalan yaptı. Burada önemli olan görüşmede Abdullah Öcalan’ın neler söylediği değil. Kardeşinin aktardıklarını hepimiz dinledik. Yine hepimiz, konuşulanların aktarılanlarla sınırlı olmadığını da biliyoruz. Önemli olan, devletin küçük de olsa Kürt sorununda atacağı olumlu bir adımın, hatta bu adım en sıradan bir insan hakkının uygulanması bile olsa, Kürt halkında hemen karşılık bulacağının açığa çıkmış olması. Fakat görüşmenin önemi başka bir yerde gizli. Bunu Mesut Yeğen çok iyi özetledi: “Öcalan’la görüşmenin etkilerinin bu ilk etkilerden fazla olabileceğini düşünmek için bütün bu sebeplerin ötesinde daha makro bir sebep var. Öcalan’la görüşme son zamanda Kürd Meselesi’nin seyrinde arka arkaya yaşanan gelişmelerin şimdilik sonuncusu. Malum, Kürd hareketinin hem yasal hem de illegal kanatları son zamanlarda görüşme sürecinin canlandırılmasını talep eden, alttan alır açıklamalar yaptı, Suriye ve Rojava işlerinde kısmen Türkiye’yi rahatlatan önemli gelişmeler gerçekleşti, Mesut Barzani Ankara’ya geldi vs. Bütün bunlar hem Suriye hem Irak’ta önemli gelişmelerin eşiğinde olduğumuzu ve hem Irak hem Suriye Kürdistanı meselesiyle iç içe geçmiş Türkiye’nin Kürd Meselesi’nin de bu gelişmelerden ciddi biçimde etkileneceğine işaret ediyor” (Öcalan’la görüşme, Bas Haber, Mesut Yeğen, 18 Eylül 2016). Birbirimize umutsuzluk yayacağımıza, Kürt sorununda yaşanan en küçük olumlu gelişmeyi büyütmek için harekete geçelim. Olumluluğu büyütelim, umudu büyütelim ve barışı kazanalım.
4
DÜNYA
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’DE TİMSAH GÖZYAŞLARI MEMET ULUDAĞ
şen fakirlikle de çok yakından ilgili.
Suriye, Afganistan, Irak, Somali, Sudan gibi pek çok ülkeden milyonlarca insan canını kurtarmak için kaçmış ve mülteci olmuştu. Bugün, 2001’de Afganistan, 2003’te Irak’tan kaçmak zorunda kalan mültecilerin pek çogu halen kendi yurduna dönemiyor. Suriye öncesi Afganistan birinci sıradaydı. Şimdilerde Libya ve Yemen’de milyonlarca insan mülteci olmakla karşı karşıya.
Bugün mülteciler bütün bunlardan da kaçmak zorunda kalıyor.
İnsanların kaçtığı ülkelere baktığımızda sadece mülteci rakamlarını değil, savaş, işgal veya baskıcı rejimler nedeniyle yaşamları her anlamda cehenneme dönmüş milyonlarca insanı görüyoruz. Sıradan, rahat bırakılsalar işinde gücünde yaşam derdine olacak insanlar bunlar. Geçen 16 yılda ikiye katlanan mülteci sayısı bir tesadüf değil. Bugünlerde BM Mülteci ve Göçmenler Zirvesi’ne katılan ve orada konuşmalar yapan kimi - belki de pek çoğu – liderler ve devletlerle doğrudan ilgili. Son 16 yıldaki bu artış 2001’de başlayan ABD liderliğinde ‘terörle savaş’ vahşetiyle doğrudan ilgili. ‘Terörle savaş’ sadece Afganistan ve Irak’ı cehenneme çevirmedi, Ortadoğu ve Afrika’da milyonlarca insanın yaşamını etkiledi. Bu savaşlar terörü değil sıradan insanları yok etti. Bu süreç sadece Batılı emperyalist devletlerin askeri müdahalelerinden ibaret değildi. Pek çok bölgede ‘Batı dostu’ devletlerin kendi halklarına uyguladığı baskıları ve insan hakları ihlallerini de beraberinde getirdi. ‘Terörle savaş’ süreci fakirliği, sekter çatışmaları ve IŞİD gibi tehlikeli güçleri de doğurdu. Bu süreç boyunca İsrail’in Filistine saldırıları arttı. Filistinli topraksızların mülteci kamplarından başka gidecek yerleri yok. Öte yandan bu artış dünyanın pek çok yerinde emperyalizme sadık baskıcı rejimlerin ısrarla desteklenmesi ve silahlandırılmasıyla ile ilgili. Silah satışlarında her yıl yeni rekorlar kırılıyor. Bu artış onlarca yıldır Afrika’da sulak tarım alanlarının uluslararası şirketlere peşkeş çekilmesi, fakir ülkelere kimi zaman silah zoruyla, kimi zaman da ekonomik terörle uygulanan neoliberal dayatmalarla da ilgili. Bu artış BM’nin kendi raporlarında açıkladığı gibi, giderek hızlanan iklim değişikliği ve bunun yarattığı felaketler ve süreklile-
Ama BM zirvesinde liderler bunları konuşmuyor. Mülteci krizinin insan yapısı olduğunu, daha doğrusu içinde yaşadığımız dünyanın düzeniyle, yani düzenin efendileriyle ilgili olduğunu tartışmıyorlar. Bir yandan Yemen’i bombalayan Suudi Arabistan’ı silahlandırıp, İsrail’e milyarlarca Dolar askeri yardım yaparken, diğer yandan yeni bir mülteci dalgasını nasıl önleriz, onun stratejilerini geliştiriyorlar. Dertleri mültecileri yaratan koşulları değil, mültecilerin hareketini durdurmak. Konuşmalarında, bir kaç arsız aşırı sağcı-ırkçı hariç, liderlerinin hepsi mültecilerin çektiği çilelerden bahsediyor. Hiçbiri mülteciler ölüme, açlığa ve sefalate terkedilsin demiyor. Hepsi çok insacıl. Belli ki hepsi Alan Kurdi’ye çok üzülmüş. Sesleri titriyor. Ama hepsi yalancı. İşleri güçleri, tüm uğraşları yalancılık. BM çatısı altında timsah gözyaşlarıyla bizi kandırıyorlar. Mülteciler yıllardır ölüme, açlığa ve sefalate terkedilmiş durumda. İnsanlar mülteci olmak zorunda değildi. Oldularsa bile yollarda ölmek veya derme
çatma kamplarda hayatta kalmaya çalışmak zorunda değillerdi.
mübah olduğu bir düzenin cambazları bunlar.
Mültecileri yaratanlarla mültecilerin yollarına duvarlar örüp, sığınma ve koruma çabalarını bir krize - ama mülteciler için bir krize - çevirenler aynı. Bugün bunlar BM’de toplanmış yeni stratejileri konuşuyorlar.
Dünyayı, çoğunluğun eşitçe yaşadığı ve paylaştığı bir yer değil, azınlık zenginlerin zenginliğini, tepedeki egemenlerin egemenliğini koruduğu, bunun içinde insan dahil herşeyin bir teferruat olduğu bir yer olarak görüyorlar. Bu liderler ve BM Mülteci ve Göçmenler Zirvesi mülteci krizini sonlandırmayacak. Bu zirve tüm dünyanın gözü önünde oynanan kötü bir oyun. Bu zirve bundan öncekiler gibi bir şov.
O yüzden, topu birden, ister Avrupa Birliği (AB) meclislerinde, ister İstanbul’da Dünya İnsani Zirvesi’nde, İster BM çatısı altında toplansın, istedikleri kadar zirve yapsın ve nutuk atsınlar; son zirvede olduğu gibi istedikleri kadar bağlayıcı olmayan, kuru laf kalabalığı deklerasyonlara imza atsınlar, ne mültecileri yaratan nedenler, ne de mültecilerin koşulları değişiyor. Değişmiyor çünkü dünyayı Alan Kurdı’ye döktükleri göz yaşlarıyla değil, ekonomik, askeri, milli ve stratejik çıkarlarını kollayan politikalarla yönetiyorlar. Ne kadar insancıllık taklidi yaparlarsa yapsınlar sonuçta politikaları ait oldukları ya da korudukları bir zümrenin, yani bugünün dünyasının efendilerinin politikası. Fakirin çocuğunun açlık içinde yaşadığı, mülteci annelerin babaların çocuklarını denize gömdüğü bir dünyanın politikacısı bunlar. Savaş dahil her türlü şekilde kâr etmenin
2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI EN FAZLA MÜLTECİ SAYISI BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), dünya genelinde 65,3 milyon kişi son on yılda şiddet ve savaş nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldı.
Suudi prensin, diktatör Sisi’nin, kurtarma faaliyetlerini sonlandırıp binlerce mültecinin Akdeniz’de ölmesi sonucunu doğuran ırkçı Britanya Başbakanı’nın, işi gücü AB sınırlarını nasıl daha fazla kapatırız diye uğraşmak olan AB Komisyonu’nun, mültecilere karşı referandum yapan ırkçı Macaristan hükümetinin, Arap gazetelerinde boy boy ‘’buraya gelmeyin’’ diye ilan veren Finlandiya hükümetinin, ‘’Avrupa elden gidiyor’’ diye feryat eden AB hükümetlerinin, hala ve hergün yeni mülteciler yaratan ABD’nin ve Rusya’nın; despotik Katar, Bahreyn emirlerinin, milyonlarca Filistinliyi mülteci haline getiren İsrail’in, siyasi onurunu kaybetmiş Çipras’ın, AB ile çirkin bir mülteci pazarlığı yapan Türkiye hükümetinin, mülteci almayan İrlanda Başbakanı’nın; kralların, paşaların yani bugün BM’de toplananların pek çoğunun kendi rızasıyla çözeceği bir sorun değil bu kriz. Göz göre göre yaşanan insanlık dramı yüz kızartıcı hale geldi, sınırlar ise delindi, o yüzden toplanıyorlar. Onlar sorunun bir parçası, çözümün değil. Hem ortaklaşarak mültecileri yarattılar, hem de, birbirleriyle, en az sayıda mülteciyi en uzun zamanda nasıl alırız, hatta nasıl hiç mülteci almayız yarışına girdiler. Hiç biri kendi zengininin zenginliğinden pay vermek istemiyor. Hiç biri, elinde olsa, mültecilere insanca bir yaşam sağlama kaygısında değil. İstisnasız hepsi kendi halkına ekonomik, politik sosyal baskılar uyguluyor. Kimi az, kimi daha çok. O yüzden seçimlerde mültecileri ırkçılıklarına malzeme ediyor, oradan nasıl oy toplarız, onun derdine düşüyorlar. Ama işleri zor. Planları her zaman tutmuyor. Çünkü sadece onlar yok. Onların bu planlarını hem kendileri hem de mülteci kardeşleri için bozmak isteyen milyonlar var. BM’nin lüks salonlarında değil, mülteci kamplarında, sokaklarda, her yerde.
RÖPORTAJ
5
“KIBRIS’TA MÜLKİYET SORUNU ÇÖZÜLMEZSE BİRLEŞME TRENİ KAÇAR” Kuzey ve Güney Kıbrıs liderlerinin BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’la bu hafta yapacağı ortak toplantının öncesince, Kıbrıs’ta çözüm veya çözümsüzlük ihtimallerine dair açıklamalar hızlandı. Bu vesileyle birleşme görüşmelerinin nasıl ilerlediğini, Türkiye Devleti’nin müdahalelerini Kıbrıs konusundaki çalışmalarıyla bilinen gazeteci Sinan Dirlik’e sorduk. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı tarafından bir süredir ‘2017’ye sarkmadan bu iş çözülür’ gibi iyimser açıklamalar yapılıyordu. Ancak son günlerde iki taraftan da bir tıkanıklık sinyali veriliyor. Siz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında yeni bir şey yok. Son dönemde varolan iyimser hava da aslında temeli olmayan bir iyimserlikti. Sonuçta Kıbrıs sorununun çözümünde temel problemler devam ediyor. Mülkiyet sorunu çözülmeden hiçbir şeyin çözülemeyeceğini bütün liderler, konuya ilgili olan herkes biliyor. Mülkiyet sorunu dışında uzlaşılmayacak bir mesele yok. Zamanında Annan Planı’nda birçok konuda iyi mesafe kat edilip belli bir noktaya gelinmişti. Esas mesele mülkiyet meselesi. Kıbrıs sorununun çözümü çok pahalı ve maliyeti kim karşılayacak sorusuna cevap verilmedikçe iyimser olunacak bir durumda yok. Bir yandan ikili görüşmelerin ilerlediği söyleniyor diğer yandan Türkiye’nin medya, kamuoyu ve siyasetinde konuya dair kayda değer hiçbir bilgi yok. Türk milliyetçiliğinin dayatmacılığı için her zaman temel olan Kıbrıs konusunda görüşmeler nasıl bu kadar sessiz ilerliyor başka bir deyişle Türkiye’deki bu ilgisizlik sizce neden? Tekrarda fayda görüyorum, ilerleyen pek bir şey yok. 2004’teki Annan Planı dönemini hatırlamak gerekiyor. 2004’te Kıbrıs’ta referandum yapılmış, Türk tarafı büyük oranda evet demişti. O günden itibaren Ergenekoncular, Denktaş, Perinçek tayfası Türk milliyetçiliğinin argümanlarının tamamını saymışlardı. O günden bu güne yeni bir durum yok. Henüz bir referandum noktası olmadığı için Türkiye’de geleneksel devlet duruşunu sahiplenen o kesimlerin yaygara kopartabilecek bir durumu yok. Ne zaman referandum gündeme gelir, o zaman yaygara kopartırlar. Onların hiçbir zaman meseleleri Kıbrıs’ta çözüm olmadığı için ilgilenmiyorlar. Onların kafasında ilhak fikri var. Bunun dışında bir şeye sıcak bakmadıkları, bakmayacakları için Türkler ve Rumlar hangi zeminde anlaşırsa anlaşsınlar yaygara çıkacak. Dün Hürriyet’te ‘Rumların küstah teklifi’ diye bir haber vardı. Bu Türkiye medyasının konuya ne kadar uzak olduğunun trajik göstergesi. Hürriyet’in şok olduğu o teklif üç dört seneden beri konuşulan konular. Garantörlüğün kaldırılmasını önce Yunanistan önerdi zaten. Kimse kimseye bir şey dayatmıyor, önermiyor. Aslında her şey kaldığı yerden devam ediyor. Esas olarak herkesin odaklanması gereken nokta başka, iki üç soruya cevap bulmak gerekiyor. Kıbrıs’la yakından ilgilendiğini söyleyen insanların bakması gereken tek nokta, 1974’te Türkiye hukuksuz olarak Kıbrıs’a girdi, bunun arkasından boşaltılan Kuzey’de Rum mallarının tamamına el konuldu. 40 yıldır hukuksuzca tutulan Rum mallarının tazminatını ödeyecek kimse var mı? Güney’de de benzer bir durum var. Türkiye’den gönderilen insanlara Rum malları peşkeş çekildi, Kıbrıslı Türklere peşkeş çekildi. Kısaca mülkiyet ilişkileri çok karmaşık, pahalı ve içinden çıkılması zor olan bir konu. Bu çözülmeden ilerleme, çözüm olamaz. Cumhurbaşkanı Akıncı bile KKTC nüfusuna net cevap veremedi geçen-
lerde yaptığı bir röportajda. Resmi olarak 220 bin defakto 500 bin nüfus var Kuzey’de. Yani Türkiye devleti BM suçu işleyerek denetimi altındaki bölge içerisinde nüfus yapısını değiştirmiştir, bu bir suçtur. Oraya yüz binlerce insan taşındı Türkiye’den ve o insanlar da mağdur edildi. Onların geleceğine dair de en küçük garanti yok şu anda. Diğer önemli soru Türkiye’nin adada hukuksuzca bulundurduğu 50 bin asker. Bu askerleri Türkiye çekecek mi nereye çekecek? Türkiye kamuoyu buna nasıl reaksiyon verecek? Çünkü yıllarca hamasetle ‘besleme’ muhabbeti yapmaktan başka kamuoyunu bu konuya hiç hazırlamamışsınız. Bugün Türkiye’de ‘KKTC’den gücümü çekiyorum’ diyen bir siyasi irade görüyor musunuz? Aksine Türkiye oradaki varlığını sağlamlaştırmak üzerine adım üstüne adım atıyor. Gençlik dairesi Türkiye’deki bakanlığına bağlanmaya çalışıldı. Adaya gönderilen su sadece su meselesi değil. Elektrik, doğalgaz ve telekomünikasyon hizmetleri gidecek Türkiye’den. Yani Türkiye adayı ekonomik ve fiili anlamda tamamen kendisine bağlamanın altyapısını hazırlıyor. Kürt sorununda çözüm öngörüyorsanız Kıbrıs sorununda da görebilirsiniz. İkisi de birbirine benzer. Kıbrıs biraz daha karmaşıktır. Türkiye kamuoyunun hiç gündeminde değildir, resmi görüşe entegre bakış açısı vardır. Cumhurbaşkanı Akıncı barışı tesis etmek üzere liderlik yapmaya çalışıyor. Keşke Akıncı başarılı olabilse. Bir sene sonra Güney’de seçim var ve bu tren kaçabilir. Mülkiyet sorununa Kuzey’deki siyasi liderliğin yaklaşımı nasıl?
Mülkiyet sorununda mesele çözüm isteyip istememek değil sadece. Sorun kaynağını yaratabilme meselesi. Adanın bir tarafında çok ciddi bir bölümü mülkiyetinize geçirmişsiniz. Ve tapularını ‘kaybetmişsiniz’. Kıbrıslı Türk halkının çözüm isteyen iradesi zaten belli. 40 yıldır tanınmayan bir yapı içerisinde varolmaya çalışıyorlar. Türkiye’ye karşı kendi varoşlarını korumaya çalışıyorlar. Son dönemde Kuzey’deki eylemlilik de Türkiye’de hiç yankı bulmadı. Son aylarda eylemler yapan, gençlerin ağırlıkta olduğu Reddediyoruz hareketi taleplerini kazandı. Gençlikteki bu hareketliliğin durumu nedir? Köklü bir muhalefet geleneği var aslında Kıbrıs’ta. ‘Bu memleket bizim platformu’ vardı zamanında, ardından ‘Varoluş eylemleri’ gerçekleşti son olarak da Reddediyoruz hareketi var. Kıbrıs’ta muhalif damar var. Ama sonuçta Kıbrıs Türk halkının da 40 yıldır üretimden kopartılması, kendi ekonomisinin yok edilmisi, ekonomik, kültürel, sosyal anlamda Türkiye’ye bağımlı hale getirilmesinin sıkıntısı yaşanıyor. Belli bir kesim direnmeye çalışıyor. En gerçekçi çözüm Kuzeylilerin şapkayı önlerine alarak, 1974’ten önce nasıl yaşıyorlarsa, kendi deyişleriyle ‘kendi ciğerlerini kavurarak’ öyle yaşamayı göze almasıyla, ancak bu şartlarda olur. Hiçbir üretimi, sanayisi, ticareti, turizmi olmayan bir ülkede mili gelirin nasıl böyle olduğunu kimse sormuyor. Türkiye’nin bugüne kadarki ‘sen çalışma, sen üretme, ben sana bakarım’ siyasetine ya direnecekler ya da Akıncı’nın söylediği gibi çözüm olmazsa Kıbrıs Çorum gibi vilayetten ibaret olacak. Röportaj: Meltem Oral
6 GÜNDEM
15 TEMMUZ’UN ARD ÖZGÜRLÜK MÜCADEL Türkiye, 2016 yazını korkunç bir darbe girişimiyle geçirdi. Askerlerin yönetime el koyma çabası, geniş kitlelerin sokağa çıktığı muazzam bir direnişle püskürtüldü. Ancak 15 Temmuz’un yarattığı atmosfer, siyasi olarak birçok kaotik duruma yol açıyor. Hükümet, darbe girişiminin ardından kurduğu “milli mutbakat” ile Kürtlere karşı savaşa devam etmek, barış isteyenleri cezalandırmak ve Suriye gündemine askeri olarak müdahil olmak istiyor. Bu doğrultuda adımlar atıyor. Sosyalist İşçi, barış ve özgürlük mücadelesi veren aktivistlerle, 15 Temmuz sonrası oluşan havayı ve buradan demokrasi lehine sonuçlar çıkarmak için yapılması gerekenleri konuştu.
15 Temmuz direnişi.
Gülencilerin darbe girişimindeki rolü ve sonrasında başlayan operasyonları nasıl değerlendiriyorsunuz?
15 Temmuz’un ardından Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan hüküm giymiş darbeciler haklı olduklarını söylüyor. Bu nasıl yorumlanmalı?
Fethullah cemaatinin darbe girişiminde merkezi bir rolü olduğu düşünüyorum. Uzun yıllara yayılmış kadro faaliyetlerinin bir düzeyde bu cemaati darbe makaniğini devreye sokacak yeteneklere ulaştırdığı ortada. Ama darbe girişimininde bulunan ekibin salt Fethullah cemaati üyelerinden oluştuğunu düşünmüyorum. Ortada bir tür koalisyon var gibi görünüyor. Kemalist subaylar, kariyerist bir ekip ve Fethullah cemaatinin oluşturduğu bir koalisyondan bahsediyorum.
Sadece Ergenekoncular, Balyozcular filan değil, derin devletin bütünü aklanıyor. Veli Küçük, Mehmet Ağar gibileri ortalıkta boy göstermeye başladı, böylece 1990'ları faili meçhul cinayetleri ve JİTEM aklanıyor. Hulusi Akar Yenikapı'da sahneye çıkarılıyor, böylece silahlı kuvvetler aklanıyor. Darbeyi sadece Fethullahçılar yaptı denerek, ordumuz yüceltilerek, 27 Mayıs'tan 28 Şubat'a kadar tüm darbeler aklanıyor. Memlekette gerçekleşmiş olan tüm kötülükler FETÖ'ye mal edilerek on yıllardır kimseye nefes aldırmayan açık ve gizli devlet mekanizmaları aklanıyor.
Şu an hükümetin çizdiği resmi çevçeve sorgulanabilir hâle gelmeden yaşananları açıklığı ile bilmemiz kolay olmayacak. Ama detaylarına vakıf olmasak da net olmamız gereken kimi hususlar var. Darbe girişiminden sorumlu olanlar yargılanmalı ve cezalandırmalı. Ama darbe sonrası başlayan operasyon darbeciler ve işbirlikçileri diye öyle büyük bir havuz yarattı ki binlerce insan bunun mağduru durumda. FETÖ/PDY ile PKK/PYD işbirliği diye sunulan bu düşman ekseni okullarda ve üniversitelerde bir cadı avı yapıyor.
Niye aklanıyorlar? Herkesin bildiğini Erdoğan ve AKP bilmiyor olabilir mi? Özden Örnek'in günlüklerini, Yaşar Büyükanıt'ın efelenmelerini, İlker Başbuğ'un "silah değil boru" sözlerini, 27 Mart e-muhtırasını, kozmik odadan çıkanları Erdoğan ve AKP unutmuş olabilir mi? Olamaz elbette. Bal gibi biliyorlar.
Kaygı verici olan şu ki egemen siyasi aklın ihtiyaç duyduğu darbe karşıtlığı, aynı darbecilerin yapmaya çalıştığı gibi bir koalisyona dayanıyor. Bu koalisyon ordunun darbeci geleneğini tamamen yok sayıp orduyu Gülen cemaatiyle kirletilmiş olarak sunan bir algıyı hakim kılıyor. Darbe ile hesaplaşmak, Fethullah cemaatinin de darbeyi bir seçenek olarak kullanmasını mümkün kılan yapılarla ve bu yapıları besleyen politikalarla hesaplaşmak demek. Bu politikaların başında da militarizm ve savaş politikaları geliyor. Barış inşa edilmeden demokrasi, işçi sınıfı ve akademisyenler için hayal. Gerçek darbe karşıtlığı için sokakta darbeyi engelleyen iradeye yaslanarak barışı tesis etmek için kolları sıvamalı. Ancak o zaman bir hesaplaşma yaşayabiliriz.
Erdoğan ve AKP'nin devletle, derin devletle, Ergenekon'la temel ve ilkesel bir sorunu yoktur. Hiç olmadı. Büyük Türkiye devletinin bekası için her şeyin mübah olduğuna, her şeyin yapılabileceğine Ergenekoncular gibi AKP de inanır. Derin devlet AKP'yi devirmeye, sadece bu yaz değil 14 yıldır darbe yapmaya çabalıyor olmasaydı, birlikte gül gibi çalışacaklardı.İşte şimdi, anlaştılar ve birlikte çalışıyorlar. Birbirlerine bulaşmamak, Kürt hareketini ve Gülen cemaatini ezmek konularında, "yerli ve millî" bir temel üzerinde anlaştılar. Bu anlaşmanın gereklerinden bir tanesi, kaçınılmaz olarak, ordunun ve zaten Genelkurmay yönetiminde olan derin devletin aklanması. Göreceğiz, daha neler neler aklanacak. Bu anlaşma ne kadar sürer, Kemalist devlet AKP ile barışık olmayı ne kadar kaldırabilir, önümüzdeki dönemde izleyeceğiz.
Canan Şahin, ODTÜ öğretim üyesi
Roni Margulies, AltÜst dergisi editörü
GÜNDEM 7
DINDAN LESİ Önümüzdeki dönem emek, barış ve demokrasi mücadelesi için ne yapmalıyız? 15 Temmuz’da insanların sokağa çıkması, darbe girişiminin püskürtülmesinde en önemli faktördü. Sokağa çıkanların ortaklaştığı, yekpare bir demokrasi algısı veya politik bir program bütünlüğü elbette yoktu. Ancak darbeyi engellemiş olmanın kendisi, demokrasi ve özgürlükler mücadelesi sürdürenler için önemli bir zemin oluşturdu. Şimdi hükümet hem savaş politikalarıyla hem de OHAL kapsamındaki çeşitli uygulamalarla bu zemini dağıtmaya çalışıyor. Sanki kitlelerin kendi eylemi hiç olmamış gibi davranıyor, mücadeleyi silikleştiriyor. 15 Temmuz’un ardından, insanların politik seçimlerine ve iradelerine tepeden, baskı ve zorla müdahale edilemeyeceği, her kesimden insanın ‘uzlaştığı’ bir görüş gibiydi. Ancak konu Kürt halkının tercihleri olunca bu ortak görüş hemen dağılıyor. HDP’nin neredeyse yüzde 90 oyla seçildiği belediyelere atanan kayyumların ‘seçilmişler bal gibi görevden alınır’ söylemiyle arkasında durulması demokrasiyle bağdaşmıyor. Bu süreçte birkaç başlığa dikkat çekmek durumundayız. Darbenin esas sorumlularının açığa çıkartılması yerine Gülen cemaatiyle alakası olmayan insanlara atılan çamurlarla konunun sulandırılması, yerli-milli ittifakla birlikte 15 Temmuz’dan önce sanki Türkiye’de hiç darbe yaşanmamış gibi bir algı yaratılmaya çalışarak ordu içindeki darbeci geleneğin üzerinin örtülmesi, dahası Ergenekon-Balyozcuların aklanması, itibarlarının iade edilmesi ve savaş politikaları ekseninde yeni bir uzlaşının oluşması karşısında mücadele etmeliyiz. Meltem Oral, DSİP Eşsözcüsü
GÜLEN DE DARBECİDİR 28 ŞUBATÇILAR DA Günün modası, AKP iktidara geldiği günden itibaren partiyi devirmeye, hükümet edemez hâle getirmeye çalışan askerlerin, 15 Temmuz darbesinden sonra, Türkiye’nin darbeler tarihini temize çekmesi. CNNTürk ve Hürriyet gibi gazeteler, bu modayı çok sevdiler. Öcalan’ı sorgulayan askerler, Doğan grubunun gazetecilerinin en sevdiği politikacılar hâlinde TV kanallarında kendilerini aklayıp, darbeciliğin Gülencilikle başladığına kamuoyunu ikna etmeye çalışıyorlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, hem uzak hem de yakın tarih hafızalardan silinmiyor. Geçen hafta Adnan Menderes’in idamının yıldönümüydü. 28 Şubat darbesi ve bu darbenin mağdurlarının çektikleri ise hâlâ akıllarda. 28 Şubat’ta tankları merkezi emir komuta zinciri içinde sokağa çıkartanlar ve onların dönem arkadaşları, başlattıkları işin başarısız kaldığını görünce, AKP iktidara gelir gelmez kaldıkları yerden devam etti. Bugün Abdullah Gül de hapse atılsın diyen Özden Örnek gibi askerler Türkiye’nin en etkili iktidar organı olan TSK’nın içindeki hakim pozisyonlarının özlemini de dile getiriyor. “Ne olursa olsun AKP gitmeli” diyenler, 15 Temmuz darbesinin liderliğini başkalarıyla paylaşan Gülenci darbecilerin ikiz kardeşidir. Bu yüzden 15 Temmuz darbesiyle hesaplaşma, daha önceki darbe girişimlerinin aklanmasıyla elele giderse, bir kez daha darbecilikle hesaplaşılmamış olacak. AKP, muhtemelen cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar hala kendisini devirmekte ısrar eden devletin “asıl” sahibi olduğunu düşürenlerle tehlikeli bir ittifakı sürdürmüş olacak. Bunun bedelini, emin olalım Hürriyet gazetesi dışında herkes ödeyecek. Darbelere amasız fakatsız karşı çıkmak, tüm darbecilerle hesaplaşılması için mücadele etmek ve bu mücadeleyi demokrasinin ve özgürlüklerin genişlemesi yönünde örgütlemek yaşamsal bir öneme sahip. Şenol Karakaş, DSİP Eşsözcüsü Kürt sorununda çözüm umudunu neye dayanırıyorsunuz? AKP hükümeti, 15 Temmuz darbe girişiminin halk hareketiyle püskürtülmesinden sonra OHAL ilan etti. Hükümet sözcüleri OHAL’i halka değil, devlete karşı ilan ettiklerini söylediler. Ancak sonrasında darbeye karşı oluşan toplumsal birlik havası hızla hükümet tarafından erozyona uğratıldı. “Kokteyl terör örgütü” tanımlaması üzerinden PKK, FETÖ ve IŞİD’i aynı torbaya koyan hükümet, barış ve demokrasi yerine savaş ve güvenlik politikalarını öne çıkardı. Darbeye karşı mücadeleyi fırsata çeviren hükümet, KHK’lar ile daha önce 657 sayılı kanunda yapmak istediği değişikliği fiilen gerçekleştirdi. 80 bin kamu çalışanını görevden aldı. Seçilmiş belediyelere kayyum atayarak, Kürt illerinde yönetimi atanmış vali ve kaymakamlara bıraktı. Demokratik çözümden ve barıştan yana olan aydınlar tutuklandı. Hemen her yerde “Bizi milletiz, Türkiye’yi darbeye, teröre yedirmeyiz” afişleri asılı. Hükümet emekçileri bölmek için bir kez daha milliyetçilik kartını oynuyor. 30 yıldan fazla bir zamandır sürmekte olan savaşın oluşturduğu milliyetçi iklim işçileri bölüyor. Bu durum emekçilerin güçsüzleşmesine yol açıyor. Çözüm süreci barışın olanaklarını gösterdi. İşçi sınıfı hareketinin yeniden yükselişe geçmesinin çözüm sürecine denk gelmesi bir tesadüf değil. Öcalan’ın mesajını bu anlamda yeni bir fırsat olarak değerlendirmeli, barış mücadelesine omuz vermeliyiz. Çünkü barış, emekçilerin kazanması için biricik umududur. Bu umudu diri tutmak için hepimize çok iş düşüyor. Çağla Oflas, Antikapitalistler kampanyası aktivisti
GÖRÜŞ Roni Margulies
AHMET ALTAN’IN DİK KAFALILIĞI Ahmet Altan, tanıdığım en düzgün, en ilkeli liberallerden biridir. Türkiye’de tanıdıklarımın ise kuşkusuz en düzgünü, en ilkelisidir. İngiltere’yle aşina olduğum için, epey liberal tanırım. Orada kolaydır. İnsan haklarından, kişisel özgürlüklerden yana olan, devletin her yaptığına kuşkuyla yaklaşan insanlar İngiltere’de çok kalabalıktır; önemli bir kamuoyu oluştururlar. Ama devlet zaten üstlerine gitmediği için, yumurta kapıya pek gelmediği için, hayat zor değildir onlar için. Türkiye’de öyle değil elbet. Yumurta sürekli kapıda. Devlet sürekli kapıya dayanır, kapıyı kırar, içeri dalar. “Ben insan haklarından, kişisel özgürlüklerden yanayım” demek, sonra da kendi işine bakmak mümkün değildir, çünkü haklar ve özgürlükler sürekli muhasara altındadır. “Hop, ne oluyor” deyince de, devlet kapıyı çalar. “Bu adam liberal, bundan zarar gelmez” demeyip kızıl komünist muamelesi yapar. Bu arada solcular da “Bu adam liberal, bundan bir nane olmaz” diye düşündüğü için, Türkiye’de liberal dımdızlak kalır, ne devlete ne sola yaranabilir. Bizde doğru dürüst liberal olmaması bundan olsa gerek. İşte bu koşullarda, Ahmet Altan tanıdığım en düzgün, en ilkeli liberallerden biri. Böyle olabilmek için, inatçı, dik kafalı, kendine güvenli, bedel ödemeye hazır, sözünün eri olmak gerekir. Ahmet’i tanımlayan sıfatlardan beş tanesi de bunlar zaten. Hiç kuşkum yok, şu anda gözaltında olmak, bayramı bir hücrede geçirmiş olmak umurunda bile değildir. Onun içerde olması benim umurumda, ama onun değildir. Bir dahaki yazısını, yeni romanını planlıyordur. Aynı gazetede çalıştığımız, sürekli tartışıp itiştiğimiz ve yazı işleri yönetmeni olmasına rağmen yazdığım tek kelimeye karışmadığı günlerde bana şöyle izah etmişti nerede durduğunu, aşağı yukarı: Ben bu ülkede demokrasi ve adalet olmasını istiyorum; bu yönde adım atmamızı sağlayan herkesi ve her şeyi desteklerim; bunun önünde engel olan herkese ve her şeye karşıyım. Bu kadar. Ahmet’in Taraf gazetesinin en iyi günlerinde de en kötü günlerinde de temel duruşu buydu. Askerle tepiştiğinde de buydu, AKP hükümetiyle tepiştiğinde de. Kürt halkının tüm haklarını savunduğunda da, PKK’yi eleştirdiğinde de. Şu yukarıdaki paragrafı yavaşça bir daha okuyun. Dile kolay! Türkiye’de askerle tepişen ve Kürt halkının tüm haklarını savunan bir günlük gazete! O güne kadar hiç çıkmamıştı. O günden beri de çıkmıyor. Çıkmış olmasını Ahmet’in dik kafalılığına borçluyuz. Bu borcu demokrasi mücadelesinin tarihi hep yazacak. Ahmet’i gözaltına alarak susturabileceklerini zannedenleri ise pek yakında unutmaya başlayacağız.
8
TEORİ
HER ŞEY DEĞİŞİR, O DEĞİŞMEZ
15 Temmuz’da alışagelmiş devlet işleyişini halkın direnişi bozdu.
Devlet nedir? Ne işe yarar? Derin devlet, paralel devlet ne anlama geliyor? Volkan Akyıldırım, 15 Temmuz etrafında süren tartışmalara devletin sosyalist eleştirisi üzerinden yanıt veriyor. Okulda, kışlada, TV’de devletin ezeli ve ebedi olduğu söylenir. Bize öğretilen, toplumların var olması ve devamı için devletin vazgeçilmez olduğudur. Oysa devlet hep yoktu. Çok uzun binyıllar boyunca insanlar devletsiz toplumlarda yaşadı. Sınıflı toplumların ürünü Devlet, tarihin özel bir döneminde ortaya çıktı. Bu, yaklaşık 10 bin yıl önce oldu. Hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımın keşfi ile bu dönemde ilk kez tüketim için gerekenden daha fazla ürün, yani ‘artık’ elde edildi. Bu sayede, avcı ve toplayıcı olan göçebe toplumlar yerleşik hale gelebildi. Tarihin bu dönemine kadar eşit ve devletsiz yaşayan insanlar, sınıflara bölündü. İlk devlet örgütlenmesi tahıl ambarlarından doğdu. Hakim sınıf adına burayı koruyan silahlı adamlar, siloların kayıtlarını tutan görevliler ve dağıtımı yapanlar, bugünkü bürokrasinin öncülleridir. Bu tarih bize sadece ilerleme olarak anlatılır. Ama öteki yüzü vahşettir. İnsanlar eşitlikçi-devletsiz toplumlardan memnundu. Onlardan geriye kalan kalıntılar, şehir-devletlerine geçişin tarımı öğrenmiş toplumlar tarafından uzun süre boyunca reddedildiğini gösteriyor. Başka bulgular büyük isyanların yaşandığını ve sınıflı toplumların bunların bastırılması üzerinden geliştiğine işaret ediyor. Yönetenler O günden bugüne dünyada çok şey değişti, fakat en az değişen şeylerden biri devlettir. 350 yıldır varolan modern kapitalist devlet askerler, polisler, hakimler, savcılar, müdürler ve müsteşarlardan oluşur. En büyük ve belirleyici kısmını şiddet tekelinin oluşturduğu devlet örgütlenmesi, toplumun bütünün çıkarlarını
değil, özel mülkiyeti ve bunu elinde bulunduran azınlığın iktidarını sürdürmesi için çalışır. Toplumun geri kalanından ayrı hesapları vardır ve her seferinde milyonları biçimlendirmeye çalışır. Bu, temelde uzlaşmaz çıkarlara sahip olan farklı sınıfları bir tek sınıfın çıkarları etrafında uzlaştırmak içindir. Kemalizm gibi bir resmi ideolojiyle bunu yapar. Bu mekanizmayı egemenler adına yöneten, askeri ve sivil bürokrasidir. Hükümetler gelir gider, ama devletteki sürekliliği bürokrasi sağlar. Darbeler tam da buradan çıkar: Atanmış devlet görevlileri, esasen bu silahlı güçlerdir, memnun olmadıkları seçilmiş hükümetleri devirmeye çalışırlar. 15 Temmuz darbesi, devletin insanların üzerinde kutsal bir yapı olduğunu savunan fikirlerin gizlediği bu gerçekleri açığa çıkardı. Devlet bir azınlık olan hakim sınıfın toplumunun geri kalanına iktidarını kabul ettirmesini sağlayan şiddet aygıtıdır. Derin devlet Devletin bir açık yapısı olduğu gibi, gizli yapısı da var. Bu yapı istihbarat örgütleri, kontrgerilla denilen ve kanunların dışında şiddet uygulama yetkisine sahip asker ve sivillerdir. Derin devlet kavramı Türkiye’de suikastlar, provokasyonlar, katliamlar ve darbelerden doğmuştur ve esas olarak orduyu işaret eder. Ordunun savunma amaçlı olarak örgütlendiği söylense de gizli örgütlenmesi “kendi halkına” yöneliktir. 15 Temmuz gecesi, beşinci kez darbe yapmak isteyenler tam da buradan çıkmıştır. Fakat yalnız değiller, topluma gözüken bütün açık yapıların da uzantıları var. Sadece Türkiye’de değil, tüm kapitalist devletler kendi anayasalarındaki kuralların dışında hareket eden gizli savaş örgütlerini kullanır.
Gülencilere işaret ediyor. Kast edilen devletin genel işleyişi ve hükümetin yönetimi dışında kendi ayrı yönetimini kuran, rakiplerini saf dışı edip bütünüyle devlete el koymaya çalışan, gizli çıkarları olan bir örgüt. Eğer böyleyse devlet içinde birden fazla paralel devlet var. Erdoğan’ın ittifak kurduğu kemalistler gibi. Bu durum devletin bize anlatıldığı gibi yekpare bir bütün olmamasından kaynaklanıyor. Egemen sınıflar içindeki farklı çıkar grupları gibi orta sınıfın içindeki çok sayıda çıkar grubu da devlet bürokrasisinde yer alır. Bütün sermaye partileri devlette kadrolaşmaya, yön vermeye çalışır. Devlet her zaman kaynayan bir kazandır, paralel devlet denilen ise bazen iktidarda olan, bazen saf dışı edilen kanatlardan biridir sadece. Devrimin gerekliliği Sosyalistler yöneten-yönetilen ayrımının olmadığı bir toplumsal düzeni savunuyor. Devlet varsa özgürlük yoktur. İşçi sınıfı devlet bürokrasinin içinde ücretli kamu emekçileri olarak vardır, yönetici yapı zaten onlara karşı kurulmuştur. Burada yer almaz ve temsil edilmeyiz. Devletin sınıf karakteri ve yapısı, işçi sınıfının bu aygıtı ele geçirip, kendisi ve ezilenleri özgürleştirmek için kullanmasına da izin vermez. Sınıfların ve sömürünün olmadığı yeni bir topluma geçiş için devrim gereklidir. Çünkü işçi sınıfı parlamenter yollarla bu canavarı yenemez. Devrimin içinden doğan taban örgütleri, yeni bir topluma geçişin aracı olan işçi iktidarıdır. Taban örgütleri nedir, işçi iktidarı da bir devlet değil mi? Bu da gelecek yazının konusu.
Daha geniş bir okuma için: n Halkların Dünya Tarihi - Chris Harman
Paralel devlet
n Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni - Friedrich Engels
Bu yeni ortaya çıkan bir kavram ve esas olarak darbeci
n Devlet ve Devrim - V. I. Lenin
EMEK GÜNDEMİ
İŞ BULAMAYANLARIN SAYISI ARTIYOR Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre işsizlik oranı Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarını kapsayan dönemde 0.6 puanlık artışla yüzde 10.2’ye yükseldi.
Haziran döneminde mevsimsellikten arındırılmış işsizlik oranı 10.9’a ulaşırken, işsiz sayısı bir önceki döneme göre 166 bin kişi artarak 3.32 milyon kişiye ulaştı.
Sanayi, inşaat ve tarım sektörlerinde istihdamın azalmasına paralel olarak ‘mevsimsellikten arındırılmış işsizlik’ son 6 yılın en yükseği olarak kayda geçti.
Verileri değerlendiren DİSKAR ise geniş tanımlı işsizlik oranının yüzde 18,5’e ulaştığını, bunun da 6 milyondan fazla insan anlamına geldiğin ifade ettii.
Hükümet “büyüyen ekonomi” ile övünüp bunun yoksullara da fayda sağladığını iddia ederken, milyonlarca kişi işsizlikle boğuşuyor.
İstihdam sorununun giderilmesi için haftalık çalışma saatleri düşürülmeli, insanca bir yaşam için herkese en az bir ay yıllık izin tanınmalı, esnek ve güvencesiz çalışma ortadan kaldırılmalı. Kadın istihdamının artırılması için kadınlar ev
içi bakım hizmetlerinden sosyal programlar uygulanarak kurtarılmalı, eşit işe eşit ücret uygulanmalı ve çalışma hayatındaki tüm cinsiyetçi uygulamalar sonlandırılmalı. Stajyer ve çırak işçilerin ucuz işgücü olarak kullanılmasına son verilmeli, sendikal hakların kullanılabilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalı ve kiralık işçi yasası iptal edilmeli.
EĞİTİM EMEKÇİLERİ AÇIĞA ALMALARA KARŞI MÜCADELEDE
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
DARBECİLERLE MÜCADELE BU DEĞİLDİR On bir binden fazla öğretmenin “bölücü” diye işten atılması, işçi sınıfının birleşik mücadelesine vurulan çok ağır bir darbedir. Atılan öğretmenlerin büyük çoğunluğu KESK üyesi. Yıllardır işçi sınıfının birliği, Kürt-Türk kardeşliğinin sağlanması ve demokrasinin gelişmesi için mücadele eden öğretmenler. Öğretmenlerin geri dönüşü sağlanamazsa, geri kalan işkollarında da saldırıların ardı arkası kesilmeyecektir. İşçilerin birleşik mücadelesi bu saldırılara karşı koymak açısından çok önemlidir. AKP hükümeti, işçileri “Kürt”-“Türk” diye bölüyore, “Kürt” dediklerini darbecilerle aynı zeminde göstermeye çalışıyor ve işten atıyor. Bu bölücülük giderek sendikal hareketi de güçsüzleştirecektir. Sendikalar bu gidişata dur demelidir. 15 Temmuz darbesine zemin hazırlayan en önemli gelişme, Kürt sorununda savaş politikalarının devreye girmesidir. Darbeci iklimi dağıtmak için, Kürt sorununda barış sürecinin devreye girmesi, Kürt halkının temel haklarının kabul edilmesi ve bu hakları güvence altına alacak bir demokratik anayasanın hazırlanması gerekir. Oysa iktidar Kürtlerin haklarını savunanlara karşı, önceki dönemlerden daha sert politikalar uygulamaya başladı. 15 Temmuz darbesi, işçi ve emekçilerin sokağa çıkması ve tanklara karşı direnmesiyle püskürtüldü. Sendikalar kalkışmanın başladığı ilk anlardan itibaren darbeye karşı direniş çağrısı yaptı, işçi sınıfının büyük bir çoğunluğu darbeye karşı direndi. Darbeye karşı çıkmak için sokaklara inen işçiler, aynı zamanda Kürt-Türk kardeşliğini savunan işçilerdir. Darbelere direnen işçiler olarak daha adil ve demokratik bir düzende yaşamayı hak ediyoruz. Kürt sorununda barışçı bir çözüm gerektiği, başta işçiler olmak üzere herkesi içine katan barışçı demokratik bir sürecin işlemesi gerektiği ortada.
n Eğitim-Sen’li emekçiler, binlerce öğretmenin açığa alınmasını eğitim-öğretim yılının başladığı gün yaptıkları eylemlerle protesto etmeye devam etti. n “FETÖ” gerekçesiyle DİSK'e bağlı Enerji Sen yöneticisi Tarık Yüce'nin İSKİ'de işten atılması İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) önünde protesto edildi. n Direnişi görmezden gelemeyen işveren, TEDİ işçileriyle görüşme kararı aldı. n Sakarya'da bir sitenin inşaatında çalışan taşeron işçileri ücretleri ödenmeyince için binanın çatısında eylem yaptı. n Belediye-İş Sendikası’na üyesi olduktan sonra işten atılan Av-
cılar Belediyesi işçilerinin direnişi devam ediyor. n Gemlik Gübre A.Ş. işyerinde toplu iş sözleşmesindeki yaşanan anlaşmazlıktan dolayı başlayan grev birinci ayını dolduruyor. n MSC (Mediterranean Shipping Company) bünyesindeki MEDLOG Lojistik A.Ş.’de başlayan işçi kıyımı Mersin’de yapılan eylemle protesto edildi. n Kürt illerinde belediyelere kayyum atanmasına karşı birçok şehirde belediye işçileri iş bıraktı. n Kristal-İş sendikasında muhalefette bulunan işçiler, işçiler arasında birliği sağlamak amacıyla bir etkinlik düzenledi.
Demokratik, adil, insanlara, kimliklere, özgürlüklere, Kürt halkının haklarına ve emeğe saygılı bir Türkiye’ye ihtiyaç duyuyoruz. Şuna eminiz ki, darbecilerin hükmettiği bir Türkiye, baskının, işkencenin, geri kalmışlığın ve yoksulluğun Türkiye’si olacaktı. Yine eminiz ki, darbe girişimi sonrası ortaya çıkmakta olan otoriter bir Türkiye de benzer şekilde olacaktır. İşte bu nedenle, darbecilere karşı mutlak bir zafer elde etmenin yolu öncelikle Kürt sorununda barışçı ve adil bir çözümün sağlanmasından geçer. Kürtlerin haklarını savunanları işten atmaktan değil.
10 DÜNYA
BERLİN SEÇİMLERİNİN KAZANANI SOL PARTİ VE IRKÇI AFD
Berlin, hem Almanya’nın başkenti olması ve hem ülkenin doğu ile batı geçmişini içinde barındıran bir federal eyalet olması nedeniyle sembolik bir yere sahip. Nüfusu 3,3 milyon olan kentte endüstri oldukça az, işsizlik ve yoksulluk oldukça yüksek. Almanya genelinde yüzde 6,7 olan işsizlik oranı Berlin’de yüzde 10,7. Çok sayıda Türkiyeli ve Polonyalının yaşadığı Berlin, Hamburg’dan sonra yabancı yoğunluğunun en çok olduğu ikinci kent. 2008 krizinin etkinlerinin hala hissedildiği ve savaştan kaçan mültecilerin canları pahasına Akdeniz’i aşarak ulaşmaya çalıştığı Avrupa’da, Almanya işçi sınıfının politik yönelimi kıtadaki siyasi gidişat açısından da belirleyici olabilir. Merkel liderliğindeki CDU-SPD hükümetinin Almanya’da ve Avrupa’da izlediği neoliberal program işçi sınıfını ve özellikle yoksulları bıktırmış durumda. Almanya’daki orta sınıflar ise, bir dizi diğer Avrupa ülkesindeki gibi, mevcut pozisyonlarını kaybetmekten duydukları korku nedeniyle giderek sağcılaşıyor ve göçmen karşıtı bir siyasi hatta geçiyor. İki partili koalisyon Böylesi bir politik dönemeçte yapılan Berlin seçimlerinde SPD yüzde 21,6, CDU yüzde 17,6, DIE LINKE yüzde 15,6, Yeşiller yüzde 15,2 oranında oy aldı. Bir önceki seçimlere
BEYOĞLU
Konuşmacı: ÇAĞLA OFLAS
18 Eylül’de yapılan Berlin eyalet seçimleri önümüzdeki yıl yapılacak Almanya genel seçimlerinin bir ön provası olması nedeniyle büyük bir önem taşıyordu. Seçimde eyalet parlamentosunda yer alan düzen partilerinin oyları istisnasız olarak erirken, sol parti DIE LINKE oylarını yaklaşık yüzde 4 arttırarak yüzde 15,6’lık oy oranına ulaştı.
Yoksulları bıktıran politikalar
22 EYLÜL PERŞEMBE, 19:00
SURİYE’DE SAVAŞA SON
ERKİN ERDOĞAN
Seçimin bir diğer kazananı ise ırkçı sağ popülist parti Almanya için Alternatif (AfD). Mülteci ve göçmen karşıtı söylemle kampanya yapan AfD ilk kez girdiği seçimlerde yüzde 14,2 oy oranına ulaştı. Bu sonuçlarla Berlin eyaletindeki Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) koalisyon hükümetiçökmüş oldu.
TOPLANTI DUYURULARI
Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçükparmakkapı Sok. No:15 D:3 FATİH
KEMALİZM ŞEKİL Mİ DEĞİŞTİRDİ? Konuşmacı: RONİ MARGULİES Ehhiba Cafe: Zeyrek Mh., Haydar Bey Cd. No:31 KADIKÖY
15 TEMMUZ SONRASI ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ Konuşmacı: MELTEM ORAL Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3
DIE LİNKE seçim kampanyası.
göre SPD yüzde 6,7, CDU yüzde 5,7, Yeşiller yüzde 2,4 oy kaybetti. 2011 seçimlerinde yüzde 8,9 oy oranına ulaşan Korsanlar bu kez yüzde 1,7 oy oranında kaldı. Bir önceki seçimlerde Berlin parlamentosuna giremeyen liberal parti FDP ise oylarını yüzde 4,9 arttırarak yüzde 6,7’lik bir sonuca ulaştı. Pazar günkü seçimlerde parlamentoda olan beş partiden DIE LINKE hariç diğer dördündeki büyük oy düşüşü dikkat çekici. Dört partinin oylarındaki toplam azalış toplamda yüzde 22’yi buluyor. Hükümette olan SPD ve CDU ise yüzde 12,4 oranında oy kaybetti ve bu kaybın sonucunda yerel parlamentoda oy çoğunluğunu yitirdi. Artık Berlin’de iki partili bir koalisyon ihtimali yok. Antikapitalist ve ırkçılık karşıtı kampanya DIE LINKE Berlin seçimlerine “Sosyal ve Ekolojik bir Berlin” sloganıyla hazırlandı. Yükselen kiraların, neoliberal kent politikalarının, özelleştirmenin, taşeronlaştırmanın, yetersiz mülteci yardımlarının ve ırkçılık karşıtı mücadelenin vurgulandığı kampanya özellikle batı Berlin’deki oylarda ciddi bir yükseliş sağladı. Göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı ve çok sayıda parti biriminin bulunduğu Friedrichshain-Kreuzberg ve kuzey Neukölln’de DIE LINKE’nin oyları yaklaşık iki katına çıkarak yüzde 22-25 seviyesine geldi. Bir önceki seçimlerde birçok Doğu Berlin ilçesinde yaşa-
nan oy azalması ise bu seçimlerde artışa dönüştü. İlk kez Berlin seçimlerine giren sağ popülist AfD’nin aldığı yüksek oy kaygı verici. AfD’nin yüksek popülerliği ırkçı-faşist tehdidin ne kadar güncel olduğunu gözler önüne seriyor. Almanya genelinde ve Berlin’de SPD-CDU hükümetlerinin izlediği neoliberal politikalar nedeniyle yoksullaşmakta olan orta sınıflar, göçmen ve mülteci politikasında izlenen ikiyüzlü siyasetin de yardımıyla AfD gibi ırkçı odakların etki alanına giriyor. Yunanistan’daki başarılı anti-faşist kampanyayı örnek alarak oluşturulan Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk inisiyatifi Berlin’de seçimler öncesi başarılı bir anti-AfD kampanyası yürüttü ve yüzde 67 gibi rekor denebilecek seviyede bir seçmenin sandığa gitmesini sağladı. Önümüzdeki yıllarda ırkçılık karşıtı kampanyanın izleyeceği seyir Berlin siyasetinin alacağı rengi belirleyecek. Yeşiller’in oylarının yüzde 2,4 geriletmiş olması da dikkat çekici. Yeşiller bir yandan göçmen dostu görünüp, bir yandan da kirli pazarlıklarla mültecileri yerinden etmeye çalışan kokuşmuş burjuva siyasetine bulaştığı oranda oy kaybetmeye devam edecek. Sosyal politikalar yerine tercih edilen soyut neoliberal söylemin, içinde bulunduğumuz dönemde daha fazla taraftar toplaması zor.
Berlin seçimleriyle ilgili son olarak AKP’den bahsetmek gerekir. Haziran ayında Bundestag’da onaylanan Ermeni Soykırımı Karar Tasarısı’nın ardından seçime kendi bağımsız adaylarıyla giren AKP çevresi büyük bir hezimete uğradı. Neukölln, Kreuzberg gibi yerlerde beş bağımsız adayın toplamda aldığı 1300 civarındaki oy ancak binde bir ile binde üç arasında değişen oranlarla ifade edilebiliyor. AKP taraftarları, çok sayıda göçmenin içinde yer aldığı DIE LINKE, Yeşiller ve SPD gibi partilere karşı yürüttüğü kirli kampanya ile sadece AfD gibi ırkçı partilerin daha büyük bir yüzdelik oya ulaşmasını sağladı. Hem kendilerini rezil ettiler, hem de Alman faşistlerini güçlendirdiler. Bu seçimlere DIE LINKE listelerinden giren HDK Berlin aktivistleri de vardı. Her iki aday da bulundukları bölgelerde başarılı bir grafik çizdiler ve aday oldukları yerde oyları yaklaşık iki kat arttırdılar. Seçim sonuçları sol açısından büyük bir başarı. Eğer DIE LINKE Berlin’de başarı sağladığı seçim kampanyalarını örnek alıp salt hükümete gelme odaklı değil, sokakta mücadeleyi yükseltip sokağın sesini parlamentoya taşıma odaklı bir siyaset izlerse, yakalanan bu artış eğilimi devam edebilir. Koalisyon görüşmeleri ve DIE LINKE Berlin liderliğinin gireceği yönelim bu açıdan belirleyici olacak.
ŞİŞLİ
ŞORT, DEKOLTE, BAŞÖRTÜSÜ: KADINLARIN BEDENİYLE KİMİN DERDİ VAR? Konuşmacı: RUMEYSA ÖZÜYAĞLI Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey ÜSKÜDAR
SURİYE’DE SAVAŞA SON Konuşmacı: NURAN YÜCE Daimler Pastanesi, Tunusbagi Cad. No:46 29 EYLÜL PERŞEMBE, 19:00 BEYOĞLU
ŞORT,DEKOLTE, BAŞÖRTÜSÜ: KADINLARIN BEDENİYLE KİMİN DERDİ VAR? Konuşmacı: RUMEYSA ÖZÜYAĞLI ÜSKÜDAR
SOSYALİZM KİMİN ESERİ? Konuşmacı: EMİN ŞAKİR KADIKÖY
SURİYE VE TÜRKİYE’DE BARIŞIN OLANAKLARI Konuşmacı: RONİ MARGULİES ŞİŞLİ
HUKUK BİTTİ Mİ? Konuşmacı: SENNUR BAYBUĞA
AKTİVİST
OHAL FIRSATÇILIĞI: MADDE 80 15 Temmuz akşamı darbe karşıtları Türkiye’deki darbecileri sokakta mağlup etmeyi başardı. Bu büyük başarıyı devam ettirmek, ordunun bir daha böyle bir girişimde bulunamamasının koşullarını yaratmak, ancak daha fazla özgürlük, demokrasi ve barışın sağlanması ile mümkün olabilir. Oysa hükümetin darbecileri hızla devlet kademelerinden temizleme ve yargı önüne çıkarma iddiasıyla ilan ettiği OHAL her alanda fırsatçılığa dönüşüyor. İşte bu fırsatçılık alanlarından biri de, şirketlere doğayı sınırsızca katletmeleri için hukuki ve ekonomik tüm desteği sağlayan Madde 80 oldu.
İlk kez TBMM Genel Kurulu’nda 16 Ağustos günü görüşülmeye başlanan “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi, İki İl Merkezinin Değiştirilmesi ve Bazı K. ve KHK'lerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” 19 Ağustos'ta meclisten geçti.
Seçilen bu projelere Bakanlar Kurulu tarafından, Kurumlar vergisi ve Gümrük Vergisi muafiyeti, gelir vergisi stopajı, hazine arazilerinin 49 yıllığına bedelsiz tahsisi, yatırımın tamamlanması ve 5 yıllık istihdamın sağlanması halinde bedelsiz devri, proje çalışanlarının 10 yıla kadar sigorta primi işveren hissesinin ve 10 yıla kadar tüketilen enerjinin %50’sinin kamu bütçesinden karşılanması, sabit yatırım tutarının finansmanında kullanılacak krediler için 10 yıla kadar faiz veya kâr payı desteği ya da hibe desteği sağlanması, nitelikli personel için 5 yıla kadar asgari ücretin aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücret desteği, gibi çok sayıda hibe, teşvik ve destekler veriliyor. Ürettikleri ürünler için şirketlere devlet alım garantisi de sağlanıyor. Ve bu projeleri şirketler diğer kanunlarla getirilen ve çevresel kaygıları zar zor da olsa gözeten (proje yatırımlar için imar, lisans, çevresel etki değerlendirmesi olumlu belgesi, inşaat ruhsatı, işyeri açma ruhsatı gibi) düzenlemelere takılmadan yapabilecekler. Bunların hepsinden Bakanlar Kurulu’nun kararı ile muaf olacaklar ve üstelik
KADINLARA SALDIRILAR MÜNFERİT DEĞİL
Metrobüste şort giydiği için, sokakta kendisini reddettiği için bir kadına şiddet uygulamayı kendinde hak gören, buna cüret edebilen erkeklerin varolmasını sağlayan şey toplumun tepesinden tırnağına sinmiş cinsiyetçilik. Kadına yönelik şiddetin kronik olarak cezasız kalıyor olması, katillerin ve saldıganların iyi hal indirimleriyle ödüllendiriliyor olması bir kadına şiddet uygulamayı normalleştiren ve saldırganlara nasıl olsa başlarına bir şey gelmeyeceğine dair güven veren temel unsurlar.
Cerattepe halkı yıkımı durduruyor.
teşvik, hibe ve destek alacaklar. Ekolojik yıkım artar Daha önce çevresel etkileri açısından dava konusu edilmiş projeler eğer Madde 80 dahilinde Bakanlar Kurulu tarafından stratejik yatırım kapsamına alınırsa, davalar düşer. Hükümetin istediği de zaten bu: Her biri için davalar açılmış olan ya da açılabilecek nitelikte olan kömürlü termik santral, nükleer santral ve benzeri projeleri herhangi bir hukuki düzenlemeye takılmadan, oldu bitti ile bir an önce yapmak. Ama bütün bu projelere itiraz gerekçeleri iklimi, toprağı, suyu kirletmesi, yok etmesi. İnsanların yaşam koşullarını ortadan kaldırması. Hükümetin bu düzenlemeyi yaparken göz ardı ettiği, hesaba katmadığı unsur da tam bu: Şimdiye kadar yaşam alanlarını savunanlar, 15 Temmuz akşamı darbeye karşı bedenlerini siper edenler, OHAL fırsatçılığı ile bu tür projelerin yapılmasına izin vermeyecektir.
21-22-23 EKİM İSTANBUL DÜZENLEYEN Katılım için bizi arayın: 05314516251-05075550272
GÖRÜŞ Meltem Oral
Geçen hafta metrobüsteki bir kadın yolcuya tekme atarak saldıran Abdullah Çakıroğlu önce gözaltına alınıp serbest bırakıldı ardından, tutuklandı. Ancak mesele bu basitlikte değil. Bu gel-git arasında bir dizi tartışma ve elbetteki ‘rezalet’ yaşandı. Meselenin metrobüsteki münferit saldırıdan ibaret olmadığı ve toplumsal bir sorun olduğu benzer saldırıların sıklığından da görülebilir. Bu olaydan birkaç gün sonra İzmir’de sokakta kendisiyle tanışmak isteyen bir adamı reddeden kadının maruz kaldığı şey de şiddet oldu.
Sabaha karşı geçen kanun
Bu torba kanunun 80. maddesi ile “Bir projenin kalkınma planları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkenin mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama, yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma niteliklerinden birisine sahip olduğunu düşünürse, o projenin Ekonomi Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar verebilecek” düzenlemesi yapıldı.
11
CEZAYİR SALON Hayriye Cad. 12 Beyoğlu - İstanbul (Galatasaray Lisesi’nin arkası)
DSiP
Kadınların bedenleri sürekli bir ‘konu’. İktidarın tepesinden hane içindeki ilişkilere kadar geniş bir alanda bir konu üstelik. Kadınların yaşam hakkını çoğu zaman tehlikeye atan bir konu. Bir kadının giyimi yüzünden saldırıya maruz kalması da metrobüsteki saldırganın psikolojik durumu üzerinden saldırının meşrulaştırılması da kadına yönelik şiddet kapsamında sıkça karşılaşılan durumlar. Metrobüsteki saldırganın gerekçesi kadının ‘şort giymesi’ idi ve daha sonra kendisini ‘giyimini beğenmediğimi döverim’ ifadeleriyle savundu. Kadınların bedeni zaten ana akım siyasetin temel çekişme sahalarından biri haline getirilmişken şaşırtıcı değil. Siyasetteki kamplaşma habire kadınların bedeni üzerinden yapılan tartışmalar etrafında şekilleniyor, kamplaşma kadınlarla uğraşarak kızıştırılıyor. Kırmızı ruj, kahkaha, hamileyken sokakta gezmek, başörtüsü, trans olmak siysette didişme, itham, dışlama konusu olunca bunun sokaktaki karşılığı kadınlar için daha fazla şiddet demek. Saldırıya kamuoyunda gösterilen tepkiler sayesinde saldırgan ‘halkı kin ve nefrete teşvik etmek’ ve ‘bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale etmekten’ suçlanarak tutuklandı. Mesela kırmızı ruj üzerinden kadınları hedef haline getiren cinsiyetçi siyasetin sonuçları bu saldırılar. ‘Kin ve nefrete teşvik’ bu siyasetin kendisinde başlamıyor mu? En azından şimdilik ve tek olayda tepkiler karşılığını buldu. Böylesi saldırılarda adaletin yerini bulması ve saldırganların cezalandırılması için gösterilen tepki ve yürütülen mücadele önemli. Ancak tekmeye güveni veren siyasetin, cinsiyetçiliğin kendisini yenmek birçok saldırıyı önleyebilir.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
-
SURİYE’DE SAVASA SON Suriye’nin yeniden yapılanma sürecinde bölgesel ve harici pek çok dinamik yer alıyor. ABD ve Batı devletlerinden oluşan koalisyon güçleri ile Rusya ve Çin bloğu gibi emperyalist güçlerin yanı sıra, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler de bölge üzerinde hegemonya mücadelesi sürdürüyorlar “ İŞİD’e karşı mücadele” adı altında gerçekleştirilen emperyalist müdahaleler, Suriye krizini çözemez. Bayram öncesinde Cenevre’de buluşan Rusya ve ABD yetkilileri Kurban Bayramı sürecince çatışmaların durması konusunda anlaşmaya vardılar. Ancak anlaşmaya rağmen rejim güçleri Halep’de saldırılarına devam etti. Suriye’nin yeniden yapılandırılması üzerinden büyük bir mücadele yürüten güçler bırakın çözümü, bir haftalık ateşkes anlaşmasında bile uzlaşamıyorlar. Daha bu satırları yazarken, Suriye’deki savaş yeni bir aşamaya geldi. ABD kuvvetlerinin , Deyr Ez Zor'da Suriye ordusu mevzilerini vurmasıyla birlikte yeni bir krizin eşiğine geldik. Savaş, göç ve ırkçılık Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan görüşmelerin yeni saldırılara yol açmaktan başka bir işlevi yok. Aksine iç savaştan günümüze 200 binin üzerinde insan yaşamanı kaybederken, milyonlarca insan savaş nedeniyle yer değiştirmek zorunda kaldı. Rusya ve rejim bombaları sadece Halep’de yüzlerce insanın yaşamını kaybetmesine yol açtı. 200 bin kadın, erkek, çocuk dışarıdan su ve yiyecek almayacak şekilde kuşatılmış durumda. Öte yandan ABD, Çin ve Rusya’nın dışında Avrupa devletlerinin Suriye ve Yemen’e müdahale etmek üzere Suudi Arabistan, Suriye’ye silah satışı yaptıkları herkesin malumu. Bu silahlar milyonlarca insanın göç etmesine, on binlerce insanın da yaşamını kaybetmesine yol açmakta. Avrupa devletleri kendilerinin yol açtığı sorunlar nedeniyle göç etmek durumunda kalan insanlara sınır güvenliği politikaları uyguluyor. Bu politikalar nedeniyle binlerce insan göç yollarında yaşamını kaybetti. Avrupa burka yasağı tartışmaları üzerinden bölündü. İŞİD’in Avrupa’ya saldırıları karşısında tüm ana akım siyasetler “Terörizme karşı savaş” konseptinde birleştiler. Irkçı ve faşist partilerin dışında ana akım siyasetlerin de hedefinde göçmen düşmanlığı ve islamofobi var. İşçi düşmanı yasalar çıkartan, kesinti programı uygulayan hükümetler, “Terör saldırılarını”yi öne sürerek,
BİZ BU SAVAŞI DURDURABİLİRİZ
meseleyi güvenlik açsından ele almaya başladılar. Hal böyle olunca liberal demokrasi yerini oteriterleşmeye bıraktı. Örneğin: Fransa’da işçi sınıfının işçi düşmanı yasa meclise sunulmadan bakanlar kurulu kararıyla yasallaştı. Tüm bu saldırılar karşısında Avrupalı emekçiler çözümü sokakta ve mücadelede arıyor. İngiltere’de, Fransa’da ve Yunanistan”da işçi sınıfı genel grevlerle, kitlesel gösterilerle düzenliyorlar. Diğer yandan hükümetlerin emekçileri bölen ırkçı politikalarına karşı göçmenlerle dayanışma eylemleri düzenliyorlar. İslamafobiye ve göçmen düşmanlığına karşı mücadele hem İŞİD’in geriletilmesi hem de emekçileri birleştirmesi açısından hayati öneme sahip. Biz bu savaşı durdurabiliriz Ancak islamofobi’nin ardında yatan hükümetlerin emperyalist saldırganlığına daha çok odaklanmalı, Suriye’deki savaşa karşı harekete geçmeliyiz. Savaşa karşı oluşturulan kitlesel mücadele Emperyal saldırganlığı durdurabilir bu aynı zamanda İŞİD’in de yenilgisinin zeminini hazırlar. Vietnamın işgaline karşı milyonlarca insanın mücadelesi ABD’nin saldırganlığını durdurmuştu. Yine 2003’de ABD’nin Irak’ın işgaline karşı milyonlarca insan dünya çapında harekete geçmişti. Suriye’deki savaş emperyalizmin dünya çapında sürdürdüğü hegemonya savaşının bir parçası. Suriye’de emperyalistlerin yenilgisi emekçilerin dünya çapında mücadelesinin geleceği açısından önemli bir adım olacaktır. Tam da bu nedenle sosyal medyada Suriyeli çocukların
İslamofobi’nin kaynağı hükümetlerin emperyalist saldırganlığıdır ve bizler bu soruna daha çok odaklanmalı, Suriye’deki savaşa karşı harekete geçmeliyiz. Savaşa karşı oluşturulan kitlesel mücadele emperyal saldırganlığı durdurabilir. Bu aynı zamanda İŞİD’in de yenilgisinin zeminini hazırlar.
trajedisine üzülmekten daha fazlasını yapmalıyız. Türkiye’de, Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da Suriye’deki savaş son bulana, silahlar susana kadar sokaklara dökülmeliyiz. Türkiye Suriye’den eline çek! 15 Temmuz darbe öncesinde Suriye politikalarında değişikliğe gidileceğinin sinyalini veren hükümet, Hükümet, Suriye ve Kürt sorunu konusunda oluşturulan milli mutabakat ekseninde balyozcular, MHP ve CHP ile geniş bir koalisyon oluşturdu. Bölgedeki diğer güçler olan; Rusya, İsrail, Mısır ve İran ile ilişkilerini düzeltmek için bir dizi hamleler yaptı. Devlet, Suriye’nin paylaşımında oyun dışında kalmamak ve bölgedeki Kürt oluşumunu engellemek için daha ağresif bir tutum sergilemekte. TSK tankları Suriye’ye girdi. Menbiç'in kuzeyinde PYD'yi ve Cerablus'ta IŞİD mevzilerini vurdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G20 sonrasındaki açıklamaları Türkiye’nin bölgede daha uzun bir zaman işgalci bir güç olarak kalacağına işaret etmekte. Türkiye Suriye’de savaştığından beri onlarca insan canlı bombalar nedeniyle yaşamını kaybetti. Suriye’deki gelişmelerle ilgili Kürtlere karşı savaşta yaşamanı kaybeden insanların sayısı bir yılda yedi bine ulaştı. Suriye işgalinde daha şimdiden 9 asker öldü. Ayrıca bu savaşın çok ciddi boyuttaki ekonomik kayıpları emekçilere fatura edileceği de akıllardan çıkarılmamalıdır. Daha önce olduğu gibi hükümetin Suriye politikaları çıkmaz sokak. Hükümet bir an önce Suriye’den elini çekmeli, Suriye halklarının kendi kaderlerini tayin haklarını tanımalıdır.
Vietnam’ın işgaline karşı milyonlarca insanın mücadelesi ABD’nin saldırganlığını durdurmuştu. Yine 2003’de ABD’nin Irak’ın işgaline karşı milyonlarca insan dünya çapında harekete geçmişti. Suriye’deki savaş emperyalizmin dünya çapında sürdürdüğü hegemonya savaşının bir parçası. Suriye’de emperyalistlerin yenilgisi emekçi-
lerin dünya çapında mücadelesinin geleceği açısından önemli bir adım olacaktır. Tam da bu nedenle sosyal medyada Suriyeli çocukların trajedisine üzülmekten daha fazlasını yapmalıyız. Türkiye’de, Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da Suriye’deki savaş son bulana, silahlar susana kadar sokaklara dökülmeliyiz.
TÜRKİYE ELİNİ ÇEK!
TSK tankları yaklaşık bir aydır Suriye’de. Tanklar Menbiç'in kuzeyinde PYD'yi ve Cerablus'ta IŞİD mevzilerini vurdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G20 sonrasındaki açıklamaları Türkiye’nin bölgede daha uzun bir zaman işgalci bir güç olarak kalacağına işaret etmekte. Türkiye Suriye’de savaştığından beri onlarca insan canlı bombalar nedeniyle yaşamını kaybetti. Son 15 ayda Türkiye’de süren çatışmalarda yaklaşık 7 bin kişi öldü. Suriye işgalinde ise daha şimdiden 9 asker öldü. Ayrıca bu savaşın çok ciddi boyuttaki ekonomik kayıplarının emekçilere fatura edileceği de akıllardan çıkarılmamalıdır. Daha önce olduğu gibi hükümetin Suriye politikaları çıkmaz sokak. Hükümet bir an önce Suriye’den elini çekmeli, Suriye halklarının kendi kaderlerini tayin haklarını tanımalıdır.