Sosyalistişçi 575

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

575

6 Ekim 2016 2 TL. sosyalistisci.org

OHAL FIRSATCILIĞINA SON ,

CERATTEPE’DEN

ÖZGÜR BASINDAN ELİNİZİ CEKİN , MOODY’S KRİZİ: “EKONOMİDE YAPISAL PROBLEMLER BİRİKMEYE DEVAM EDİYOR”

sayfa 3

SEZİN ÖNEY KOLOMBİYA’YI ANLATIYOR: SAVAŞA NE KADAR YATIRIM YAPILIRSA BARIŞIN YOLU TIKANIR

sayfa 5

OHAL’E ANTİ- DEMOKRATİK UYGULAMALARA SON!

sayfa

6-7


2

GÜNDEM

ÜÇ AY DAHA OHAL DOĞA ÖLDÜRÜLEBİLİR, SERMAYEYE BİR ŞEY OLMASIN! Artvin’in Kafkasör Yaylası Cerattepe Mevkii’nde madencilik faaliyetleri için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verdiği ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Olumlu’ raporu hakkında, yürütmenin durdurulması ve raporun iptali istemiyle dava açılmıştı. Türkiye’nin en büyük çevre davasında karar verildi. Rize İdare Mahkemesi, ÇED iptal davasını reddetti. Mahkeme, bilirkişi raporundaki değerlendirmeleri esas alarak, “Devlet ormanlarında gerekli iznin alınması ile madencilik faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinin mümkün olduğu ve dava konusu madencilik projesi için gerekli izinlerin alındığı” kararını verdi. Mahkeme, “Projenin devlet ormanı olan alanda yapılmasında mevzuata aykırı bir durum olmadığı”nı belirtti. Bu, Yeşil Artvin Derneği öncülüğündeki 751 kişi ve 61 avukatın açtığı davanın sermaye lehine sonuçlanması anlamına geliyor. Yüzlerce kişinin açtığı davanın liderliğini yapan derneğin başkanı basına verdiği demeçte, “Süreç başından beri belliydi. Dava sırasında o kadar anlatılan söylenen şeyden sonra hiç mi vicdanları sızlamadı, bilmiyorum. Daha önceden kararı veren hakimler alınıp yerine bu hakimler getirilmişti. Keşif raporunda da enteresan tespitler yer aldı. Bir önceki duruşmada yaşanan baskılar ve yasaklar da bunu gösterdi. Ama her şeye rağmen bu mücadele Artvin halkının yaşam mücadelesidir. Biz tüm yasal ve hukukî yollara başvurarak mücadeleye devam edeceğiz.

OHAL protestolarının başını üyeleri açığa alınan KESK çekiyor.

29 Eylül'de toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 21 Temmuz günü üç ay süreyle ilan edilen OHAL'in uzatılması yönünde bir tavsiye kararı alındı. OHAL'in ilan edildiğini açıklayan Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, bu durumun 1, en fazla 1,5 ay süreceğini söylemiş, ancak bu sözleri Erdoğan tarafından derhal yalanlanmıştı. Erdoğan, MGK'nın toplantısının ardından düzenlediği muhtarlar toplantısında da, terörle etkin bir şekil-

de mücadele edilmesi için OHAL'in uzatılmasının şart olduğunu, Meclis'in bu yükü kaldıramayacağını söyledi. Erdoğan, terörle mücadele adı altında, işçi sınıfına yönelik ağır saldırısını sürdürüyor. İhraç edilen ve açığa alınan on binlerce öğretmen ve kamu personelinin yerine, ücretli personel atanıyor. Bu şekilde iş güvenliği tümüyle ortadan kaldırılmış ve kamu çalışanlarının iş koşulları piyasa koşullarına açılmış oluyor.

Yani artık çalışanlar her an işten atılabilecek. OHAL bahanesiyle işçi sınıfına saldırının yanı sıra, Kürt halkına yönelik kapsamlı saldırı da sürdürülüyor. Çoğu Kürtçe yayın yapan 20'ye rakın radyo ve televizyon, 668 sayılı KHK ile kapatıldı. Bunların arasında Kürtçe yayın yapan tek çocuk kanalı olan Zarok TV'nin yanı sıra, Hayatın Sesigibi muhalif kanallar da bulunuyor.

Bu bizim anayasal hakkımız” dedi.

40 hektarlık bir ekosistemi yıllık 500 bin tonluk cevher çı-

MECLİS SAVAŞLA AÇILDI

kartılarak yok edilecek bir maden sahasına dönüştürmeye

KEMAL BAŞAK

Mahkemenin verdiği karar öncelikle hukukî bir skandal. Avukatların ‘reddi hâkim’ talebine mahkeme yetkisini aşarak kendisi hakkında da karar verdi. Böylece mahkeme,

“evet” dedi. Karar üst mahkemeye götürülecek. Fakat davanın tüm seyri, mahkemenin bir oyun olarak düzenlendiğini gösteriyor. Rize’ye mahkemeye gidecek Artvinliler önce tehdit edildiler. Ardından 150 km’lik yol boyunca altı kez kimlik kontrolüne maruz kaldılar. Ardından OHAL bahane edilerek kentte gösteriler yasaklandı. Mahkemeye son dokunuşu yapmak kalmıştı. OHAL uyarınca, binlerce canlıyı, dereleri, ormanları, doğup büyüdüğümüz yerleri bir şirketin, hem de gözü dönmüş bir şirketin insafına terk etmemek için mücadele etmek yasak. Ama yağmadan, millete küfür etmekten, çevreyi yağmalayıp daha fazla kâr elde etmekten başka hiçbir şey düşünmeyen şirketlere her kapı açılıyor. OHAL zengin yağmacılara hizmet ediyor. Ama yanılmayalım. Mücadele daha yeni başlıyor. Bilge bir Artvinlinin dediği gibi, “Siçturmayın madenuna!”

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 26. Dönem 2. Yasama Yılı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yenikapı” vurgulu konuşması eşliğinde açıldı. Erdoğan, "Türkiye'nin ve Türk milletinin vatanı, özgürlüğü söz konusu olduğunda tek ses, tek nefes olduğunun örneği olan Yenikapı ruhunun korunması hepimizin görevidir. Meclisimizin yeni yasama döneminde Yenikapı benzerinin tekrarlanacağına inanıyorum" dedi. Cumhurbaşkanı’nın tek ses tek nefes olarak değerlendirdiği Yenikapı ruhu aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan bir durum değil. Bu ırkçı ve savaşçı ruh, Türk devletinde ve onun partilerinde hiçbir zaman eksik olmadı. MHP, çok uzun bir zaman diliminden beri iktidar partisinin bir dediğini iki etmiyor. Kürt halkının kendi kaderini tayin etmemesi için ne gerekiyorsa onu yapan, Suriye ve Irak’taki savaşa Türk devletinin müdahalesini onaylayan kritik oylamalar söz konusu olduğunda savaş tezkerelerini onaylayan partiler sadece AKP ve MHP değil, CHP de onları yalnız bırakmı-

yor. Cumhurbaşkanının inancını bir kez daha pekiştiren bu üç parti yasama yılının açılışını savaş tezkerelerini onaylayarak yaptı. Irak ve Suriye'ye sınır ötesi operasyon konusunda hükümete verilen yetkinin süresini 30 Ekim 2017'ye kadar uzatılmasına ilişkin Başbakanlık Tezkeresi bir kez daha AKP, CHP ve MHP'li milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi. “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması ve bu kuvvetlerin hükümetin belirleyeceği esaslara göre kullanılması ile hükümet tarafından belirlenecek esaslara göre gerekli düzenlemelerin yapılması” maddelerini içeren bu yeni tezkere ile birlikte, Türk devletinin Suriye ve Irak toprakları üzerinde bölgesel hegemonya kurma hayalleri devam ediyor. Öte yandan bu tezkere, Türk devletinin bölgedeki hakimiyet mücadelesinin önündeki en büyük engeli teşkil eden Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı daha saldırgan bir tavır sergileyeceğini ve Kürt sorununun barışçıl çözümünün engellenmesine yönelik hamlelere devam edeceğini de gösteriyor.


GÜNDEM

MOODY’S KRİZİ: “EKONOMİDE YAPISAL PROBLEMLER BİRİKMEYE DEVAM EDİYOR”

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

DEMOKRASİNİN SINIRI VE MİLLETVEKİLLERİNİN DOKUNULMAZLIĞI 15 Temmuz’da Meclis darbeciler tarafından bombalandığında, demokrasiye inanan herkes öfkelendi. Dört parti Meclis’te ortak darbe karşıtı bildiriye imza attı. Meclis, demokrasinin kalbi olarak bir kez daha yüceltildi. Fakat darbeye karşı çıkan dört partiden birisi, yine Meclis aritmetiği tarafından

Ekonominin geleceği tartışılıyor fakat işçi ücretlerinin düşüklüğü konuşulmuyor.

Ekonomist Ümit Solmaz, Moody’s tarafından Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesiyle başlayan süreci ve bunun kısa ve orta vadede nasıl etkilere yol açacağını anlattı: “Bu işe iki açıdan bakmak mümkün: Biri sadece bir ekonomik değerlendirme yapmak ve Moody’s’in not indiriminin nedenleri ve etkenleri neler diye bakmak. İkincisi ise bu işe tamamen politik bir perspektiften bakmak. Bu şekilde ikiye ayırmakta fayda var, aksi hâlde bir yumak hâline geliyor ve yorumlamak da kolay olmuyor. İçeride söylenen bütün laflar, işte “Bize vız gelir tırıs gider”, “Kim oluyormuş bunlar?”, “Piyasalar kararı takmadı” vs. bunlar tamamen içeriye dönük bir politik söylem. Bunu söyleyenlerin de bunlara %100 inandığını düşünmenin bir anlamı yok. Bu açıdan bakılınca anlaşılabilir bir şey, bir siyasi parti söz konusu olan. Her parti seçmen tabanını canlı tutmak isteyecek, kendisinin ne

kadar güçlü olduğunu anlatmak isteyecek. Mehmet Şimşek’in söylediği ise işin daha realite kısmına denk geliyor herhalde. Siyasi figürler siyasi söylemde bulunuyorken, Şimşek biraz daha “mesajı aldık, gerekeni yapacağız” diyerek uluslararası piyasalara mesaj veriyor. Çünkü piyasaların da daha çok dikkate aldığı Şimşek’in mesajı oluyor. Hâl böyleyken şuna bakmak lazım: 2016 yılında Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke, küresel piyasaları hiç umursamadan davranabilir mi? Böyle bir şey yok. Hele ki cari açık bu kadar yüksekken, bunu finanse etmek gerekiyor. 50 milyarlık açık varsa, bunun karşısında birilerinin içeriye para göndermesi şart. Küresel piyasalar derken de kavramı mistifiye etmemek lazım, piyasa içindeki birtakım oyuncuları, yatırımcıları kastediyoruz. Bunlar nasıl hareket ediyorlar, ona bakmak lazım. Bunların tarzlarında Moody’s gibi uluslararası kredi derecelendirme

baskı altına alınıyor. 15 Temmuz’dan

kuruluşlarının verdiği notların bir önemi oluyor. Portföy ayarlaması yapıyorlar, küresel yatırımcı başka bir sürü ülkeye de yatırım yaparken Türkiye’yi de dikkate alıyor, buraya ayıracağı fon miktarını ayarlarken gösterge olarak bu nota da bakıyor. Tabii başka faktörler de var. Verilen not buraya yatırımın riskli olduğunu söylüyor, Türkiye de faiz oranını baskılamak gibi politikalarla getiri oranıyla bunu dengelemeye çalışabilir. Bu sene cari açık daha da büyük olacak, çünkü döviz gelirlerinin önemli bir kalemi olan turizm gelirlerinde ciddi bir azalma var. Dolayısıyla hakikaten bir fonlama problemi var. Ama bu hemen kriz olacağı sonucunu getirmiyor. Bu fonlama problemi kısa vadede katlanılabilir ama orta vadede problem yaratacak bir şey. Peki bu not indirimi niye geldi? Bunun gelmesi aslında bir anlamıyla kaçınılmaz. Çünkü birtakım parametrelere bakıyorlar notu verirken. Ne gö-

rüyorlar son 15 Temmuz’dan bu yana olan süreçte? Bürokraside zafiyet, karar alma mekanizmalarında bozulma. Yani herhangi bir menfi tavır almasa da bunu görüyor. Zira piyasadaki diğer Türk girişimcilere baktığımızda, onlar da yatırım kararı almıyorlar. Gelecek sene ne olacağını bilmiyorlar. Moody’s’in kararının arkasında da siyasette oluşmuş olan güncel durum var. Darbeyi daha fazla demokrasi ve hukuk devletiyle savuşturmak geçerli olsaydı, bu olmayabilirdi. Bu not indirimi kısa vadede krize yol açmayacak belki ama orta ve uzun vadede ekonomide yapısal problemler birikmeye devam ediyor. Belki bugün de finansal kriz çıkartacak çapta değil ama bu birikimin iki sene sonra seçmen davranışı üzerinde hiçbir etkisi olmayacağını söyleyemeyiz. Finansal kriz değil ama büyümede yavaşlama, zafiyet var. Orta vadede seçmen davranışını etkilemesi de kaçınılmaz.

önce, milletvekillerinin dokunulmazlığıyla ilgili meclis oturumunda AKP-CHP-MHP oylarıyla birçok milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılmıştı. HDP’li 41 vekil hakkında 278 fezleke hazırlanmış durumda. Sadece

Selahattin

Demirtaş

hakkında

57, Pervin Buldan hakkında 46 fezleke var. Diğer partilerden milletvekilleri hakkında da fezlekeler var, ama çok açık ki önemli olan HDP’li vekillerin durumu. Dokunulmak istenen parti, HDP! Milletvekillerine de dokunulursa, Kürtlere, Türkiye’de parlamenter demokrasinin kendilerini kapsamadığı temel mesajının verilmesi

süreci

tamamlanmış

olacak.

Kürtlerin oylarıyla seçilen belediyelerde belediye eşbaşkanlarının tutuklanmasının ardından kayyum atandı. 1 Kasım seçimlerinde 5 milyon 148 bin 65 kişi HDP’ye oy verdi. HDP 59 milletvekiliyle Meclis’teki üçüncü büyük parti. HDP’li vekillerin dokunulmazlığını kaldırıp gözaltına almak ya da tutuklamak, oy veren 5 milyondan fazla insana, “Sizin oylarınızın hiçbir önemi yok” mesajını vermek anlamına gelir.

SAVAŞ NOTLARI:

n AKP, ABD ile olası bir Rakka operasyonu için pazarlık yapıyor. Türkiye, operasyona YPG’nin katılmamasını istiyor.

24 Ağustos’ta başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu, “kısa süreli” olacağı iddia edilmesine rağmen 1.5 aydır devam ediyor.

n ABD ile Rusya arasında geçen ay varılan uzlaşma ve “ateşkes” kararı çöktü ve ipler iyice gerildi. Rusya, ABD ile Suriye’deki tüm askeri temasın bittiğini açıkladı. Bu durum, Türkiye’nin operasyonunun hangi müttefikle nereye doğru ilerleyeceğini belirsizleştiriyor.

line gelmesi istenmiyorsa, HDP’li vekillere

n TSK her gün operasyon kapsamında onlarca IŞİD noktasının vurulduğunu ve ölümlerin olduğunu iddia ediyor.

farklı sonuçlar beklemek, Türkiye demok-

n Hükümet yetkilileri sık sık “Suriye toprağında gözümüz yok” diyorlardı. Askeri harekâtın IŞİD’e ve teröre karşı Suriye’nin yerel unsurlarıyla birlikte “halk için” olduğu imajını çizmeye çalışıyorlardı. Tayyip Erdoğan ise TBMM açılışında “Masanın dışında kalamayız” diyerek asıl motivasyonun Türkiye devletinin ve egemen sınıfının bölgesel çıkarları olduğunu itiraf etti.

n Harekât başladığından beri 10 TSK askeri Suriye topraklarında öldü, 25 kişi yaralandı. Türkiye’nin 6 tankı imha edildi.

Eğer demokrasinin içi boş bir kabuk hadokunulmaz. Daha önce de Kürt milletvekilleri meclisten uzaklaştırılıp hapsedilmişti. Aynı hatayı tekrar tekrar yapıp hep rasi tarihinin garipliklerinden biri. Çözüm ve diyalog, en çok şimdi, bugün lazım!


4

DÜNYA

POLONYA’DA KÜRTAJ HAKKI İÇİN MÜCADELE karılacağı ilan edildiği zaman buna yönelik büyük bir öfke ortaya çıktı. Polonya, Malta ve İrlanda ile birlikte her zaman Avrupa’daki en kısıtlayıcı kürtaj yasalarına sahip ülkelerden biri olmuştur. Yeni yasa tasarısı daha da kötü: fetüs zarar görmüş olsa da, hamilelik tecavüz sonucu gerçekleşse de veya kadının hayatı tehlikede olsa da kürtajı yasaklıyor. Kadın ve doktorlar hapse girme tehlikesiyle karşı karşıya. Cumartesi ve Pazartesi günü insanların kararlı ve kızgın olmasına şaşmamak gerek.

ANDY ZEBROWSKİ

Polonya’da kürtaj hakkı için mücadele sokaklara taştı. Kürtaj hakkını daha da kısıtlayacak olan bir yasaya karşı şu ana kadar yapılan en büyük eylemde, Cumartesi günü 20.000’den fazla kişi Varşova’da Parlamento'nun önünde eylem yaptı. Pazartesi günü yapılan “kadın grevi”ne ise on binlerce kişi katılıyor. İşlerinden izin alabilenler Polonya’nın dört bir tarafında sokakları doldururken, binlerce öğrenci de onlara katıldı. Göstericilerin büyük çoğunluğunu, protesto hareketinin rengi olan siyah giysiler giyen genç kadınlar oluşturuyor. Atılan sloganlar arasında “Yobazları durduracağız”, “Utanın, Milletvekilleri kadınlar için bir cehennem yaratıyor”, “Misyoner değil, doktor istiyoruz” vardı. Göstericiler “Devrim kadındır” sloganını da attılar. Kadınlar kendileri yaptıkları binlerce döviz taşıdılar. Bunların arasında “Benim bedenim, benim kararım”, “Yobazlar defolun”, “Kızlar hükümeti devirecek” dövizleri de vardı. Sendikalar şu ana kadar temkinliydi, ama OPZZ Konfederasyonu bugün eylemleri destekledi. Polonya’nın en büyük sendikası olan öğretmen sendikası ZNP de eylemlere destek verdi. Bu sendikalar resmî olarak grevde değiller, ama üyelerini Pazartesi günü yapılan sokak eylemlerine katılmaya teşvik ettiler. Kürtaj hakkı hareketi için sen-

Kürtaj yasağına karşı greve 6 milyon kişi katıldı.

dikal hareketin bu desteği çok önemli, bu desteğin örgütlenmesi gerekiyor. Yeni sol parti Razem (Birlikte) de kürtaj hakkı hareketinde önemli bir rol oynadı. Eylül ayında pek çok şehirde ve kasabada yaptığı yürüyüş ve açıklamalarla “siyah protesto”yu başlattı. Geçen Ekim ayında yapılan seçimlerden yalnızca birkaç ay önce kurulmuş olmasına rağmen, Razem

550.000 oy alarak, oyların %3,62’sini kazanmayı başardı. Razem çoğunlukla gençlerin oluşturduğu bir parti ve pasif bir şekilde bir sonraki seçimi beklemek yerine sokak faaliyetine yoğunlaşıyor. Şu anki hareket 20 yıldır kürtaj hakkı için yapılan en büyük eylemlerin yapılmasını sağladı. Neden? Cevap basit. Altı ay önce kürtajı tamamen yasaklayan bir yasanın çı-

Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) 1989’dan bu yana açık çoğunluk ile iktidar olan ilk parti. Katolik muhafazakâr olan PiS son derece sağcı bir parti. Partili siyasetçiler Polonyalı faşistleri dürüst vatanseverler olarak kabul ediyor ve ırkçı saldırılarda son zamanlarda yaşanan artışı görmezden gelerek faşist sağı cesaretlendiriyor. Parti, eylül ayında 12. haftaya kadar olan kürtajı yasallaştıran bir tasarıyı meclis komisyonlarında engelledi. Cumartesi günkü eylemlerden önce yapılan ankete göre halkın %15’i kampanyaya katılmak istiyor, diğer bir %35 kampanyayı destekliyor ve yalnızca %14’lük bir kısım ona karşı çıkıyor. Kürtaj hakkı hareketi hızla büyüyor ve halkın geniş kesimlerinin düşüncelerinde bir değişim yaratıyor. (Çev. Onur Devrim Üçbaş)

EMPERYALİSTLER ARASINDA GERİLİM Suriye gerçekten de ABD’nin başını çektiği blokla Rusya’nın başını çektiği blokun birbirlerine meydan okumasının alanına dönüşmüş durumda. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin New YorK Times tarafından sızdırılan ses kayıtlarında açığa çıkanlar, Suriye’de kurban bayramı sırasında ilan edilen ateşkesin nE kadar geçici olduğunu da gösterdi. Söz konusu ses kaydında Kerry şunları söylüyor: “Esad’ın peşinde olsaydık, Suriye hükümetiyle Rusya’nın tüm hava savunma sistemlerini imha etmemiz gerekirdi, ki bunu yapmak için yasal gerekçemiz yok.” Obama’yı da Esad’a karşı mücadelede pasif kalmakla suçlayan Kerry’nin açıklamaları, aynı zamanda Rusya’ya göz dağı da veriyor. Kurban bayramı sırasında ilan edilen ateşkese rağmen Halep bombalandı, BM’nin insani yardım taşıyan konvoyu bomba-

landı. Esad ordusundan 60’tan fazla asker ABD tarafından bombalandı. Çatışmalar yeniden şiddetlendi. Bu arada, Rusya, 150 mil füze menzili bulunan SA-23 Gladyatör füze savunma sistemini Suriye’ye kurdu. ABD, bunun bir ilk olduğunu açıkladı. Daha da önemli gelişme ABD ve Rusya arasında 2000 yılında imzalanan ve nükleer silah yapımında kullanılabilecek düzeyde zenginleştirilmiş fazla plütonyumu imha etmeyi hedefleyen anlaşma Rusya tarafından askıya alındı. Rusya ABD’nin plütonyumu imha etme yükümlülüğünü yerine getirmediğini söyleyerek anlaşmayı askıya aldı. Suriye ABD vE Rusya arasındaki gerginliği sahalarından birisi ama bu gerginlik tüm dünyayı daha tehlikeli bir hale getirerek tırmanıyor.

Doğu Halep’in Esad rejimi ve Rus savaş uçakları tarafından yerle bir edilmesi üzerine ABD-Rusya görüşmeleri sona erdi.


RÖPORTAJ

5

KOLOMBİYA: SAVAŞA NE KADAR YATIRIM YAPILIRSA BARIŞIN YOLU TIKANIR Kolombiya’da devlet ve FARC gerillaları arasında, 52 yıllık savaşı bitiren anlaşma halk oyuna sunuldu. Referandumun sonucu, barış anlaşmasını tüm dünyada coşkuyla selamlayan herkesi şaşırttı. Devlet ve gerillalar anlaşma sağlamışken halkın hayır demesinin ne anlama geldiğini, sürecin nasıl ilerleyeceğini, Türkiye’nin çıkarması gereken dersleri Kolombiya’yı yakından izleyen siyaset bilimci ve gazeteci Sezin Öney ile konuştuk. Referandumda seçmenlerin sadece yüzde 37’si oy kullanmış. Tarihi sürece katılım neden bu kadar düşük? Kolombiya’da ilk yorumlar nedir diye takip etmeye çalıştım. Şimdilik çok bilinmiyor ama genel tabloda şu kesin: savaştan en çok etkilenen bölgeler en çok sandığa giden ve en çok evet oyu veren taraflar olmuş. Savaştan etkilenmeyen iç bölgeler sandığa gitmemiş veya hayır oyu vermiş. Katılımın düşüklüğünün nedenlerinden biri kamuoyu araştırmalarına fazla güvenilmesi olabilir. En düşük yüzde 58 evet oyuyla bu anlaşma kabul edilecek gözüküyordu. Hayır oyunu önde gösteren tek bir kamuoyu araştırması yoktu. Katılımın düşüklüğü meselesi son dönemde Rusya ve Macaristan’da da ortaya çıktı. Seçmenler sandığa gitmeye üşeniyor veya oy vererek bir şeyleri değiştirme inançları zayıflıyor. Kamuoyu araştırmalarının yanıltıcılığını 1 Kasım seçimlerinde biz de gördük. Gerçekten öngörülemez bir durum muydu? Yoksa Türkiye’den bakınca, barışa hasret kamuoyu açısından erken yorumlar mı yapıldı? Barış süreci boyunca devlet başkanı Santos’a desteğin düşmüş olması bir ipucu muydu acaba? Belki ipucu olabilirdi, ama Kolombiyalıların kendileri de beklemiyordu, orada da büyük bir şok yaşandı. Ayrıca uluslararası açıdan süreci takip eden tüm dünya ülkelerinde şok var. Uluslararası yorum yapan akademik çevrelerde ‘bu tam barış demek değil, önümüzde uzun bir yol var, barışı inşa etmek lazım, bir sürü sorun var, daha yeni başlıyor’ gibi bir yaklaşım vardı. Türkiye’de o kadar hasretiz ki, ben de önce bir sevinelim diye düşünüyordum. Süreçte Santos’un popülaritesi düşerken, derin devlet bağlantıları olan ‘karizmatik lider’ Uribe’nin desteği yüzde 70’lere varıyor. Uribe, yolsuzluk ve derin devlet ilişkileri, görev süresini uzatmaya çalışması, bundan dolayı anayasal kriz çıkmasıyla politikadan dışlanmıştı. Gerçi o da ‘biz barışa tamamen karşı değiliz, anlaşmanın gözden geçirilmesi gerekiyor’ demişti. Hayır kampanyasını yürütenler ‘barış karşıtı değliz aslında’ diyorlar. Devlet başkanı Santos da ‘hayır kampıy-

Paz, İspanyolca barış.

la görüşerek, diyaloğu genişleterek sürece devam edeceğiz’ diye açıklama yaptı. Herhalde bazı şartların değiştirilmesiyle süreç devam edecek. Devlet ve FARC arasında anlaşma imzalandı, BM gözetiminde olacak bir sürecin detaylı planlanması yapıldı. Şimdi anlaşma geçerliliğini yitirmiş mi oldu? Yok geçersiz değil. Büyük ihtimalle kimse bu negatif opsiyonu düşünmedi. Ama sürecin tamamen yok edilmesi, rafa kalkması değil yeniden gözden geçirilmesi söz konusu. Tekrar bir anlaşma imzalanabilir. Belki hayır kampından insanların katıldığı bir imza töreni görebiliriz. Koşarak savaşa gideceğiz gibi bir durum yok. FARC da çatışma sürecine dönmeye niyeti olmadığını açıkça ortaya koydu. ‘Sözlerimizle barış için çalışacağız’ dediler. Silahsızlanma devam edebilir. Küba, Bogota ve New York’ta silahlardan anıt yapılacaktı, 180 gün içinde her şeye rağmen silah bırakmaya devam edebilirler, 180 günlük bu sürecin devam etmesi kritik. Böyle bir konunun referanduma götürülmesini eleştiren yorumlar da var. Siz ne düşünüyorsunuz? Referandum keskin bir şey tabii. Her zaman demokratik yansımaları olduğu çok tartışmalı. Referandumda soruyu nasıl sorduğunuz önemli. Macaristan’da adeta çanak soru soruldu ve hükümetin istediği cevabı teşvik eder şekildeydi. ‘Meclisin iradesine rağmen AB’nin Macar olmayan kişileri vatandaş olarak Macaristan’a göndermesini kabul ediyor musunuz?’ Böyle bir soru tabii halkı hayır demeye yönlendirir veya sandığa gitmez. Kolombiya sorusu ‘çatışmanın sona ermesi ve kalıcı,

sağlam bir barış için anlaşmayı kabul ediyor musunuz’ idi. İnsanlar cevap vermemeyi seçerek köstek oldular. Bu sonuçları gördükten sonra yapılsa referandum, evet çıkabilir. Rehavete kapılanlar, hayır deyip pişman olanlar kararını değiştirebilir. Bu anlık bir psikoloji, ne kadar demokrasiyi yansıtır meçhul. İskoçya’nın bağımsızlık referandumu Brexit’ten sonra yapılsaydı belki başka sonuç çıkardı. Türkiye’de barış isteyenler için Kolombiya’daki anlaşma büyük bir sevinçle karşılanmış ve burada da başarabiliriz duygusu hakim olmuştu. Referandum sonuçlarından Türkiye’de devlet ve barış isteyenler hangi dersleri çıkartmalı? Tabii ki çıkarılması gereken sonuç barış yanlısı olmak zorunda. Zaman kaybettikçe, savaş uzadıkça barış yapmak güçleşiyor. Sorunlar artıyor, çözümlenecek daha fazla şey oluyor. Kutuplaşma önemli. Kolombiya’nın bölgenin, AB’nin desteğine rağmen halk oyunda kırmızı ışıkla karşılaşması kutuplaşmanın eseri. Beraber davranma özelliklerinizi ülke olarak yitiriyorsunuz, manipülasyonlara açık oluyorsunuz. Mesela Kıbrıs’ta barış anlaşması yavaş yavaş oluşuyor ve aynı yolu muhtemelen onlar da izleyecek. Bu sonuç Kıbrıslıları korkutup barışı daha çok destekleme anlamında olumlu etkileyebilir. Kolombiya’da olan önemli bir şey de, ‘bizden adam olmaz, bu sorunu halledemeyiz, böyle gidecek’ duygusunun bastırması. Kıbrıs’ta da benzer duyguyu gözlemliyorum, göreceğiz. Kolombiya’da güçlü barış anlaşması onay alsaydı, şimdi önemli bir rüzgar esiyordu ve Türkiye üzerinde uluslararası anlamda

baskı olurdu. Ne yazık ki bizim de ‘Uribe’lerimiz çok. Kolombiya’da çok söylenen bir şey var; savaşmak kolay olan, zor olan barışmak. Çok emek vermek gerekiyor, üstelik emeğin karşılığı çok ufak adımlar olabiliyor. Santos gibi popülaritenizi kaybedebiliyorsunuz. Hamaset edebiyatı kısa vadede kazandırabilir, ama toplumun uzun vadeli iyiliğini düşünüyorsanız, kendinizi feda etmeniz gerekiyor politikacı olarak. En pozitif örnek olarak gösterilmesine rağmen Kuzey İrlanda’da bile sıkıntılar yaşanıyor. Ne kadar savaşa yatırım yaparsanız barışın yolunu tıkamış olursunuz gelecek nesiller için. Uribe kampında bile ‘silahlara sarılalım’ diye bir propaganda yok. ‘FARC daha çok bedel ödemeli, daha çok kişi yargılanmalı’ diyor. Düşmanca bir tepki var tabii ki, ama kimse ‘silahlarımızı alıp öldürelim’ demiyor. Kolombiya’da yaşam ağırlıklı bir söylem ağır basıyor. Bizde ise ‘kefenimi giydim’ veya ‘şehitler’ söylemi sürekli ölüm odaklı. Kolombiya incelenmesi gereken bir örnek. Detaylı bir plan oluşturuldu geçmişle yüzleşmek anlamında. En önemli gelişme FARC’ın siyasi temsil kazanıyor olmasın. Türkiye’deyse varolan temsiliyetleri yok ediyoruz. Bir de Türkiye Ortadoğu’da, bir yandan Suriye var, her şey daha karmaşık ve çetrefilli ama Kolombiya ile karşılaştıramayacak kadar kolay çözebileceğimiz sorunlarımız var. Aslında biz istesek, bir irade gösterilse yol bulunurdu. Hâlâ bulunabilir. Röportaj: MELTEM ORAL


6 GÜNDEM

OHAL’E, ANTİ-DEMOKRATİK U

HER ŞEYE RAĞMEN BARIŞ Onca ölüme, bombalamaya, savaşa, baskılara, hukuksuzluğa, ırkçılığa ve tutuklamaya rağmen, Kürdistan’da halk barış istemeye devam ediyor. Siyasal ve Sosyal Araştırma Merkezi'nin geçtiğimiz haftalarda 16 Kürt ilinde yaptığı saha çalışmasına göre, %85,3’lük kesim çözüm sürecine geri dönülmesini istiyor. %67 OHAL’e, %60 Fırat Kalkanı Operasyonu’na karşı çıkıyor. Aynı araştırmaya göre, bölgede AKP’nin oyları düşerken HDP gücünü artırıyor. Sürekli “halk iradesi” ve “sandık” diyen hükümet, Kürt sorununun bittiğini ve “terör sorunu” olduğunu iddia ediyor. Bölge halkının düşündükleri ise bunu yalanlıyor.

AKADEMİSYENLERE, YAZARLARA, BARIŞ İSTEYENLERE DOKUNMA! Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay, Kürt halkıyla ve onun sesini duyuran Özgür Gündem gazetesiyle dayanışma gösterdikleri için bir ayı aşkın süredir tutuklu. Birçok okulda Barış İçin Akademisyenler metnine imza atan isimler açığa alınıyor, soruşturmalara ve baskıya uğruyor. Hükümetin Ergenekoncularla kurduğu “yerli ve millî” ittifak, devletin barbar savaş politikalarına itiraz eden herkesi “terör destekçisi” olarak kodluyor. Devletlerin “terör” dediği savaşların barış anlaşmalarıyla çözülmesi mümkündür. Irkçılığa, savaşa ve baskıya karşı barış istemek ise suç değildir.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından gelen OHAL için Başbakan Binali Yıldırım, "Devlet millete değil, kendisine olağanüstü hâl ilan etmiştir" demişti. Ancak aradan geçen iki buçuk aylık sürede, bunun böyle olmadığı ortaya çıktı. FETÖ’cülere yönelik denilerek başlanan operasyonlar sulandırılmaya çalışılırken, açığa almaların ve tutuklamaların boyutu ile birlikte bu durum “At izi it izine karıştı” diyen Tayyip Erdoğan tarafından dahi kabul edildi. OHAL darbecilerle değil Kürtlerle mücadele ediyor Darbe girişimi, seçilmiş bir hükümeti, parlamentoyu ve siyasal demokrasiyi TSK içindeki eli silahlı haydutlara karşı koruyan milyonlarca kişinin sokağa çıkması sonucu püskürtülmüştü. Ancak AKP, bunun ardından ilan ettiği OHAL ile zaten bir yıldır savaşmakta olduğu Kürt halkına karşı saldırıya geçti.

Belli ki Erdoğan ve AKP liderliğinin kafasındaki “milletin iradesi” tanımında Kürtler yok. DBP’li belediyelere kayyum atanmasıyla, bu bölgedeki halk hiçe sayıldı. Yönetime eli silahlı adamlar tarafından el konuldu. Kürt illerinde KESK’e üye 11 bin kamu emekçisi açığa alındı. Benzer bir operasyonun İstanbul ve diğer Batı illerinde de yapılması bekleniyor. Özgür Gündem gazetesiyle dayanışanlar, barış isteyen akademisyenler ya tutuklanıyor ya mesleklerinden men ediliyor. Son bir yılda 2400’e yakın DBP üyesi ve yöneticisi tutuklandı. Kürt halkının gerçeğini dile getiren TV kanalları, Med Nuçe, IMC ve Hayatın Sesi TV’nin yanı sıra, Kürtçe çizgi film yayınlayan kanallar dahi “örgüt propagandası” gerekçesiyle kapatıldı. Devlet, Van’da Alan Kurdi’nin ismiyle açılan çocuk kreşine dahi tahammül edemeyip burayı mühürledi. Sokağa çıkma yasakları, askerî operasyonlar ve ölümler de devam ediyor. TBMM yeni dönemde

bir kez daha savaş gündemiyle açıldı ve sınırötesi tezkere kabul edildi. Baskıların son dalgasının ise dokunulmazlıkları kaldırılan HDP’li vekillere saldırılmasıyla gelmesi bekleniyor. Baskılar hukukî değil siyasî Üstelik bugün “suç” ilan edilen şeyler, bundan bir süre önce, çözüm süreci varken gayet olağan kabul ediliyordu. O dönemde devlet, bugün yeniden “terör örgütü elebaşı” ilan edilen Abdullah Öcalan ile görüşmeleri için hem HDP hem kendi heyetlerini gönderiyordu. PKK liderinin yolladığı mesajlar MİT aracılığıyla Diyarbakır’a getirilip Newroz kutlamalarında okunuyordu. Aynı dönemde gazeteciler ve siyasetçiler, sürecin önünün açılması için devletin bilgisi ve onayı dahilinde Kandil’e gidip “terör örgütü liderleriyle” görüşüyorlardı. HDP Ankara milletvekili Sırrı Süreyya Önder hakkında düzenlenen fezlekede ise çözüm sürecinin başladığı 2013 yı-


GÜNDEM 7

UYGULAMALARA SON!

HDP’YE DOKUNMAYIN Bir yıldan beri süren savaşta atılan adımlardan biri, 1990’lardaki gibi seçilmiş Kürt vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla parlamentodan atılma girişimi. HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında bulunduğu HDP’li sekiz milletvekili ifade vermeye çağrılıyor, “zorla getirme” bir tehdit olarak kenarda tutuluyor. Daha önce Kürt vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve hapse atılmaları, Kürt halkının mücadelesini kıramamıştı. Devlet yıllardır ısrar ettiği çözümsüzlük yöntemlerinde diretmekten vazgeçmelidir. Silahların susması ve çözümün sağlanması için demokratik siyaset yapan HDP’li vekilere dokunulmamalıdır.

SURİYE’DE SAVAŞA SON! Türkiye’de Kürt sorununun çözümsüzlüğünü bugün besleyen en önemli faktörlerden biri Rojava yani Kuzey Suriye’deki Kürt bölgesi. lındaki Newroz kutlamalarında "Size Kürt halk önderi Sayın Öcalan'ın selamını getirdim" sözleri dayanak sayılmıştı. Öcalan’ın mesajı Eylül ayının ilk yarısında kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşen Abdullah Öcalan ise devlet ciddi olursa çözüm için yeniden adım atabileceklerini, süreci sonlandıranın kendileri olmadığını açıkladı. “Bu kör bir savaştır. Yazıktır. Ölen insanlara yazıktır. Kan, gözyaşı dursun bir an önce” diyen Öcalan, çözümün tek taraflı olmadığını ve en büyük tarafın devlet olduğunu hatırlattı. Devlette ise böyle bir niyet yok gibi görünüyor. Dolmabahçe Mutabakatı’ndaki karede yer alan Efkan Ala’nın tasfiye edilmesiyle İçişleri Bakanı yapılan Süleyman Soylu’nun, Kürt illerinde görev yapan devlet güçlerine “Teröristle normal vatandaşı ayırın. Halkla bütünleşin. Halkı kazanmaya çalışın, terörle tavizsiz mücadele edin. Devlete karşı kim yanlış yapıyorsa hukuk kuralları içindeki karşılığı neyse gereğini

yapın. Arkanızda ben varım” dediği iddia ediliyor. Bu savaşta “hukuk kuralları içinde” mücadele edilmediği ve her türlü hukuksuzluğun yapıldığı, sivil-gerilla ayırt etmeden vahşetin ve katliamların tırmandırıldığı ise biliniyor. Çözüm ve demokratikleşme 15 Temmuz darbe girişimi gibi olayların önünün kesilmesinin yolu, Kürt savaşının bitirilmesi ve demokratik adımlar atılmasıdır. Darbeciler, demokrasinin ve hukukun kalmadığı kaotik durumlardan beslenir. Savaş bittiği takdirde ise generallerin “kahraman” olma durumu ve siyasete müdahale yetenekleri ortadan kalkar. Hükümet çevreleri “Darbe gerçekleşseydi Kürdistan kurulacaktı” iddiasını yaymaya çalışıyor. Tüm darbeler Kürtleri ezmiştir. 15 Temmuz cuntacıları başarılı olsalar, Tayyip Erdoğan’ı “çözüm süreci” sebebiyle yargılayacaklardı. Darbeciliği yaratan zeminin kurutulması için atılabilecek en önemli adımlardan biri barışın sağlanmasıdır.

Devlet, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yönettiği bir yapının kurulması ihtimali ortaya çıkınca çözüm sürecini bitirdi. 2016 yazında ise, PYD’nin kontrolündeki kantonların birleşmesini engellemek amacıyla, Fırat Kalkanı Operasyonu ile Suriye topraklarına fiili olarak girdi. Operasyonun geleceği şu an belirsizliğini korurken, Türkiye, Rakka’ya yapılacak olan olası operasyonda YPG’nin değil TSK’nın yer alması için ABD ile pazarlık ediyor. Erdoğan “Masanın dışında kalamayız” diyerek askerî harekâtın IŞİD’le veya Suriye halkının özgürlüğüyle pek bir ilgisi olmadığını itiraf etti.

GÖRÜŞ Roni Margulies

KOMUTANLAR SALONUN MERKEZİNDE KONUMLANMIŞ İkinci Ordu Komutanı Korgeneral Temel, PKK’ya yönelik operasyonlara komuta eden Tuğgeneral Ersay’ı Çukurca’da ziyaret edip bir plaket sunmuş. Hürriyet gazetesinin “Moraller Yüksek” başlıklı haberine göre, “Temel, zaman zaman Mehmetçik’le şakalaşırken komutanların morallerinin yüksek olduğu görüldü.” Milliyet’ten Serpil Çevikcan ise, aynı gün, “Yeni yasama yılının açılışı nedeniyle Meclis’teki resepsiyonda komutanlarla sohbet ettik” diye yazmış. Sevimli, güzel, moralli bir sohbet olmuş. Resepsiyonda tüm dikkatler “salonun merkezindeki bir masada konumlanan” Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile kuvvet komutanlarındaymış. Akar’ın eşi Şule Hanım da sohbete katılmış. Gazeteciler 15 Temmuz’u sorunca Şule Hanım, “O geceyi unutmak istiyorum. Resmen şok” cevabını vermiş. Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere tüm komutanlar gece boyu “geçmiş olsun” dileklerini kabul etmiş, fotoğraf çektirmek isteyenleri de kırmamışlar. Ancak, konu “PKK ile mücadele ve Fırat Kalkanı Harekâtı’na geldiğinde” komutanların ruh halleri değişmiş. Jandarma Genel Komutanı Yaşar Güler, PKK için, ”Bu kış tahkimatlarını yapamadılar. Bitirme noktasına yaklaştık. Ama daha işimiz var. Özellikle Kaletepe bölgesinde kümeleşme vardı, bunu dağıttık. Cumhurbaşkanımızın, Başbakanımızın ve bakanımızın dik duruşları çok etkili oldu” demiş. Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak da şöyle eklemiş: “Örgütün var olduğu günden bu yana en ağır darbeyi yediği bir dönemdeyiz. İnisiyatif güvenlik güçlerimizde. Özellikle silahlı İHA’lar (insansız hava aracı) çok önemli bir görev yapıyor.” Komutan, ayrıca, Cumhurbaşkanı’nın “Ne bölücü terör örgütü ne de onun güdümündeki parti ve diğer yapılar asla muhatap alınmayacaktır, o iş bitmiştir” sözlerini övmüş. Bu güzel ve moralli haberleri okuyunca bir iki soru takıldı aklıma. Moral bozmak istemem, ama yine de sorayım. Yeni yasama yılının açılışı Genelkurmay’ı ve kuvvet komutanları’nı ne açıdan ilgilendiriyor? Burunlarının dibindeki darbe girişimini engellemekten aciz olan (veya zaten engellemeyi hiç de istemeyen) orgenerallerin yasama ile ne alakası var? Niye “salonun merkezindeki masada konumlanmış” oturuyorlar? Bir de, “İnisiyatif bizde, örgüt bitme noktasında” sözlerini otuz küsur yıldır duyuyoruz. Hep bitme noktasında, ama hiç bitmedi. Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ve bakanımıza söyleyen hiçbir danışman yok mu: “Yahu, şu barış sürecini tamamen çöpe atmayalım, yarın yine lazım olacak.”


8

TEORİ

EKİM DEVRİMİ: EZİLENLERİN ŞÖLENİ Tarihte zafere ulaşan ilk işçi devriminin 99. yıldönü. Uluslararası Sosyalizm Akımı’nın kurucusu Tony Cliff Rus işçi sınıfının 1917 yılı Rusya’sında yaşananları anlatıyor. Şubat Devrimi Eski Rus takvimine göre 23 Şubat 1917’de Dünya Kadınlar Günü kutlamaları yapıldı. Bu aynı zamanda devrimin de başlangıcı oldu. Kutlamaların ertesi günü Petrograd’da 200 bin işçi greve gitti. İkinci gününde genel grev kenti sardı ve grevcilerin bir kısmı ordu tarafından öldürüldü. 27’sinde muhafız alaylarında isyan oldu. Askerler göstericilere ateş açmayı reddediyordu ve bazı durumlarda ateş emri veren subaylar askerler tarafından öldürülüyordu. Çar tahttan çekildi. Bu arada ilginç olan şey Çar’ın istifasından bir gün önce işçi delegelerinden oluşan bir sovyetin kurulmuş olmasıydı. 1905 Devrimi’nin hafızası gelişmeler üzerinde hızlandırıcı bir etki yaratıyordu. Bütün işyerleri sovyete delege gönderdiler. Devrim tam anlamıyla kendiliğinden ve plansız gelişmişti. Troçki’nin de vurguladığı gibi. “Eldeki bütün verilere dayanarak kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki, hiç kimse, ama hiç kimse 23 Şubat’ın monarşiyi devirecek bir hareketin başlangıcı olacağını düşünmüyordu.” Devrimin parlak gözlemcisi Sukhanov’unda belirttiği gibi “partilerden birisi bile bu büyük ayaklanmaya hazırlanmıyordu.” Aynı şekilde Çarlığın gizli polisi Okhrfana’nın yöneticisi de “tümüyle kendiliğinden gelişen bir olay, hiçbir şekilde parti ajitasyonunun meyvesi değil” diyordu. Milyonlar hayatında ilk defa politikaya adım atarken Bolşevik Parti çok marjinal görünüyordu, Şubat Devrimi sonrası üye sayısı 23 bin olmuştu. Bolşevikler, ilk genel grev çağıran bildiriyi 25 Şubat’ta çıkattılar, o zamana kadar zaten 200 bin işçi iş bırakmıştı! Sovyet seçimlerinde Bolşevikler küçük bir azınlıktı. 1500-1600 delegenin sadece 40’ı yani yüzde 2-2.5’u Bolşevikti. İkili İktidar Prens Lvov’un liderlik yaptığı Geçici Hükümet ile Sovyet hükümeti yanyana duruyorlardı. Bu nedenle ikili iktidar vardı. Böylesi bir durum uzun süre devam edemezdi. İki hükümetten birisi diğerine yol vermeliydi. Sovyet, başlangıçta Lvov Hükümeti’ni destekledi. 2 Mart Sovyet toplantısında iktidarın Geçici Hükümet‘e yani burjuvaziye geçmesi için karar önergesi verildi. Sadece 15 delege bu önergeye karşı oy kullandı. Bunun anlamı Bolşeviklerin 40 üyesinin tamamı bile karara karşı çıkmadı. 1600 delegeden gelen kitle basıncı Bolşevikleri bir yana büküyordu. Sovyete egemen olan partiler, Menşevik ve Sosyal Devrimciler de karışık bir tutum alıyorlardı. Sovyetleri destekliyorlardı ancak Geçici Hükümeti de destekliyorlardı. Barış istiyorlardı ama savaşı destekliyorlardı. Köylülerin toprak taleplerine sıcak bakıyorlardı ancak toprak ağalarının sözcüsü olan hükümeti destekliyorlardı. Ancak devrim orta yolcu bir uzlaşmaya izin vermez. Hayat her soruyu en keskin şekilde ortaya koyuyordu. Rusya’daki Bolşevik liderliğin kendisinin de kafası çok karışıktı. 3 Mart’da Bolşevik Partisi’nin Petersburg Komitesi “işçi sınıfının ve demokratik halk kitlelerinin çıkarlarına uygun davrandığı sürece Geçici Hükümet’in iktidarına karşı çıkmayacağı” kararını aldı. “Sürece” (postolku, poskolku) diye ifade edilen formül Petrograd Sovyeti Yürütme Komitesi’nin Geçici Hükümet’e ilişkin kararında da vardı ve hükümete verilen politik desteği ifade ediyordu. Lenin o sırada İsviçre’de sürgündü. Bolşeviklerin “gericiliğe veya karşı-devrime karşı mücadele ettiği sürece” Geçici Hükümete

“Ekim Devrimi’nde ölenlerin sayısı, yönetmen Eisenstein’in “Ekim” filmi çekimlerinde ölenlerden daha azdır.

kararlı bir destek vereceğini açıkladığı Pravda’yı okuduğunda öfkeden kudurdu. Bu durumda karşı-devrimin en önemli ajanının hükümetin ta kendisi olduğunu görmemişlerdi. Lenin partiyi yeniden silahlandırıyor 3 Nisan 1917’de Lenin Petersburg’a vardı. Petersburg Komitesi Lenin’i kentin Finlandiya istasyonunda karşılamak üzere binlerce işçi ve askeri seferber etti. Sovyet Başkanı Menşevik Shcheidze muzaffer Rus Devrimi adına Lenin’i karşıladı. Lenin’in yanıtı çok netti: “Hangi muzaffer Rus Devrimi? Bunu Fransa’da bir asır önce yaptılar. Kapitalistler hâlâ fabrikaların sahibi, hâlâ toprak ağaları toprakların sahibi, emperyalist savaş hâlâ devam ediyor. Emperyalist savaşa son! Toprak, ekmek ve barış, bütün iktidar sovyetlere!” Aranızda Lenin’in bu deklarasyonunun büyük destek ve alkış alacağını umut edenler olabilir ancak onun yerine kitle hayretten konuşamaz hale geldi. Tam bir sessizlik hakimdi. Duyulan tek ses Bolşevik Merkez Komitesi’nin eski bir üyesi İ.P Golberg’e aitti: “Lenin çıldırmış!” Devrimciler tabii ki kitleleri etkilemeye çalışır. Ancak bu tek yönlü bir sokak değildir. Büyük kitlelerin fikirleri de devrimcileri etkiler. Birkaç gün sonra Lenin, Bolşevik Partisi’nin Petersburg Komitesi ile görüştü. Nisan Tezleri’nin nedenlerini tartıştı. Toplantıya katılan 16 kişiden ikisi Lenin’i desteklemek üzere oy verdi, 13’ü karşı çıktı, bir kişi tarafsız kaldı. Bu olumsuz başlangıca rağmen Lenin, partinin büyük bir kısmını şaşkınlığa uğratacak bir hızda kendi pozisyonuna kazandı. Bu durum Lenin’in tutarlılığıyla birlikte milyonların kendi günlük deneyimlerinin sonucuydu. Savaş sürüyor binlerce insan ölmeye devam ediyordu, toprak ağları köylüleri hâlâ insafsızca sömürüyordu, kapitalistler lüks bir hayat yaşarken işçiler sefalet içindeydiler. Lenin’in partiyi kazanması bir ay kadar sürdü.

Sovyetleri kendi fikirlerine kazanması ise biraz daha fazla zaman aldı. Eylül başında Bolşevikler Petersburg Sovyeti’nde çoğunluğu kazandılar, Troçki başkan seçildi. Aynı zamanda Moskova’da da Bolşevikler çoğunluğu kazandı ve Kamanev sovyet başkanı oldu. Bundan sonra Ekim Devrimi’nin zaferine ramak kalmıştı. Şubat Devrimi kendiliğinden olmuştu ancak Ekim Devrimi planlandı. 10 Ekim’de Bolşevik Partisi Merkez Komitesi silahlı ayaklanma çağrısı yaptı. Üç gün sonra Petrograd Sovyeti’nin asker temsilcileri tüm askeri otoritenin Headquarters’dan Troçki’nin başkanlığındaki Devrimci Askeri Komiteye devredilmesini oyladı. 16 Ekimde Petrograd Komitesinin Yürütme Komitesi, Askeri Örgütlenme, Petrograd Sovyet üyeleri, sendikalar, fabrika komiteleri, Petrograd Bölge Komitesi ve demiryolu işçilerinin katıldığı genişletilmiş Bolşevik Partisi Merkez Komitesi (Plenium) oturumu askeri ayaklanma kararını yeniden onayladı. Devrimci Askeri Komite 20 Ekim’de ayaklanma hazırlıklarına başladı. 25 Ekim’de de ayaklanma gerçekleşti. Troçki ayaklanmayı çok başarılı bir şekilde örgütlemişti. Daha sonra içsavaşdan zaferle çıkan Kızıl Ordu’yu da aynı başarıyla örgütleyecekti. Ekim Devrimi çok iyi planlandığı ve uygulandığı için hemen hiç kan dökülmedi. Şubat Devrimi’nde çok daha fazla insan ölmüştü. Genellikle devrim özünde basit bir şiddet eylemi olarak sunulur. Marks şiddetin “yeni bir toplumun ebesi” olduğunu yazdı. Ebe, bebeğin kendisi değil, sadece onun dünyaya gelmesine yardım edendir. Ekim Devrimi’nde ölenlerin sayısı, yönetmen Eisenstein’in “Ekim” filmi çekimlerinde ölenlerden daha azdır. Devrimi takip eden içsavaşta yüzbinlerce insan öldü. Ancak bu Sovyet Hükümetinin eylemleri nedeniyle değil 16 yabancı ülke ordusunun işgali sonucu yaşandı. Bu ülkeler Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Amerika, Polonya, Türkiye, Litvanya,

Latviya, Estonya ve Finlandiya’ydı. Bolşevikleri bu şiddetten dolayı yargılamak, kendisini bir katilden savunan bir şahsı şiddet kullandı diye yargılamaya benzer. Bolşevikler Sözlerini tutu Devrim sonrası toprak ağalarının toprakları köylülere dağıtıldı. Fabrikalar devletleştirildi ve işçi kontrolü altında çalıştırılmaya başlandı. Ezilen azınlıklar kendi kaderini tayin etme hakkı kazandı. Çok sayıda ulus için bir hapishane olan Rusya özgür ve eşit halkların federasyonu haline geldi. Çarlık Rusya’sında yüzyıllardır anti-semitizm yaygındı. 1881 yılında Yahudilere karşı 500 toplu katliam gerçekleştirilmişti. İki büyük şehir Moskova ve Petersburg’da Yahudilerin yaşaması yasaktı, özel izne tabiydiler. Şimdi, Petersburg Sovyet Başkanı Troçki bir Yahudi, Moskova Sovyeti Başkanı Kamanev bir Yahudi, Sovyetler Cumhuriyeti’nin Başkanı Sverdlov bir Yahudi idi. Troçki Kızıl Ordu’nun başına geçince onun yerine Petersburg Sovyeti Başkanı Zinoviev oldu, o da bir Yahudi idi. 1917’de devrim ayları boyunca çok parlak bir konuşmacı olan Anatoly Lunacharsky 30-40 bin kişilik toplantılar düzenliyor, William Shakespeare, Yunan draması gibi konularda iki üç-saat süren konuşmalar yapıyordu. Bugün Londra nüfusu o günkü Petersburg nüfusundan dört kat daha fazla. İngiliz işçileri de çok daha eğitimli. Ancak Londra’da böylesi bir toplantının yaşanması hayal bile edilemez. Sovyet Hükümeti kadınların kurtuluşunu hedefleyen dünyadaki en ilerici yasaları getirdi. Boşanma hakkı serbest bırakıldı, dünyada ilk kez talep üzerinde kürtaj hakkı getirildi, kadınları mutfaktan kurtarmak için toplumsal yemekhaneler açıldı, çocuk yetiştirme toplumsallaştırıldı, Eşcinsellere karşı olan bütün yasalar kaldırıldı. Devrim ezilenlerin şöleni oldu. Kaynak: tonycliffarsivi.wordpress.com


SİNEMA

İŞÇİLER ÖLÜYOR, HÜKÜMET VE PATRONLAR UMURSAMIYOR İş cinayetlerinde dünya üçüncüsü ve Avrupa birincisi olan Türkiye’de Eylül ayında 141 işçi hayatını kaybetti. Yılın ilk 9 ayında iş cinayetlerinde ölenlerin sayısı ise en az 1421.Ekim ayında da bu durum pek değişmedi. İstinye'de üzeri açık bırakılan rögara düşen temizlik işçisi Semavi Güneş, Kastamonu'da inşaat halindeki binanın 7'nci katından dengesini kaybederek düşen işçi 38 yaşındaki Yusuf Durmuş, Mersin'de 11 katlı inşaatın 10'uncu katında sıva yaparken düşen işçi Kıyasettin Boryam ve Adıyaman'da, havaalanındaki su deposunu temizlerken elektrik akımına kapılan işçi 36 yaşındaki Mahmut Gazi Can hayatını kaybetti.

Öte yandan, geçtiğimiz günlerde düzenlenen bir iş güvenliği forumunda aktarıldığına bakılırsa, her yıl 100 işçi alçak gerilime kapılarak yaşamını kaybediyor ve yıllık 300 milyon dolarlık bir bütçeyle bu ölümleri durdurmak mümkün.

Soma’dan Ermenek’e birçok meselede gördüğümüz gib AKP yoksullara karşı zenginleri koruyor.

n Kamu emekçilerine yönelik saldırılara karşı KESK'in ilan etmiş olduğu eylem programı çerçevesinde İstanbul'da dört ayrı bölgede hazırlık toplantıları yapıldı. Dayanışma için imza kampanyası başlatıldı. n Mersin Şehir Hastanesi inşaatında çalışan taşeron işçileri, ödenmeyen maaşları için iş bıraktı.

n Gemlik Gübre işçilerinin grevi devam ediyor. n SES ve TTB, kamuda haksız bir şekilde yapılan açığa alma ve ihraçlara karşı Sağlık Bakanlığı önünde açıklama yaptı. n Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Spor AŞ şirketinin hayvanat bahçesinde işten çıkarılan 4 bakıcı, işten atılmalarına tepki olarak çatıda eylem yaptı. n Çapa’da bulunan İstanbul

MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım

BU ABLUKA DAĞITILACAK 15-16 Temmuz direnişinin demokratik havası savaşla kirletildi. Kürt sorunun askerî yöntemlerle çözülmeyeceği çoktan kabul edilmişken, bu yöntemler yeniden uygulanmaya başlandı. Suriye ve Irak’taki savaşın bir parçası olundu. Darbecilerle mücadele gerekçesinden çoktan sapan OHAL’in anti-demokratik ortamında darbeyle alakası olmayan binlerce emekçi ekmeksiz bırakıldı. Bunun bir sorumlusu başını Gülencilerin çektiği fakat onlardan ibaret olmayan darbeciler. Başarmadılar, fakat ektikleri karamsarlık, umutsuzluk, kutuplaşma tohumları, devirmek istedikleri siyasî iktidar tarafından sulanıyor. Üç cephede savaş başlatan Erdoğan’ın, bürokrasiyi Gülencilerden temizleyip kemalist bürokratların ve Ergenekoncuların önünü açmasıdır bu kesif havayı yaratan.

Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde SES Aksaray Şubesi iş yeri temsilcisi Güneş Cengiz ve Cemal Bilgin’den sonra hastane santralinde çalışan Ali Doğan adlı taşeron işçi de kovuldu. Taşeron işçiler direnişte geçti. n Emek ve meslek örgütleri geçtiğimiz hafta sonu İstanbul ve Ankara’da OHAL’e ve baskılara karşı eylem yaptı. n Açığa alınan öğretmenler Hatay-Samandağ’da oturma eylemine devam ediyor.

Fakat tüm bunlar değişim umudunu yitirmemize neden olamaz. 80’ler, 90’lar... 12 Eylül, 28 Şubat... Hrant Dink cinayeti ve Malatya katliamlarının gerçekleştiği korkunç zamanlar... Türkiye işçi sınıfı ve sosyalistleri, her zaman mücadele ederek baskı, OHAL, anti-demokratik uygulamaları aşmayı bildi; demokrasinin sınırlarını, kazanarak genişletmeyi başardı. Gezi Parkı direnişi ve 15-16 Temmuz direnişi! Üç yıl arayla gerçekleşen demokratik halk direnişleri hiç beklenmedik bir zamanda, beklenmedik yerlerden ve şekilllerle geldi. İlkine 5 milyon, ikincisine 25 milyon kişi katıldı. Türkiye dünyanın bir parçasıdır. Bu dünyada sadece emperyalist savaş, ırkçılık, gözüdönmüş mezhepçilik, baskılar yok. Türkiye’de olduğu gibi her yerde insanlar benzer sorunlara karşı ortak taleplerle mücadele ediyor. 2008 borç krizinin ardından gelen 2011 küresel protesto dalgasının dünyayı sarışı, 1968 isyanından kat be kat daha büyüktür ve bu yükselen bir harekettir. Dünya mücadele edenlerin yanında.

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

ACİL GÖREV: TEK SINIF, TEK SENDİKA İşçi sınıfının sorunları giderek artıyor, derinleşiyor. İş cinayetleri, güvencesiz çalışma, işsizliğin artışı, kiralık işçi yasası, sendika üyelerinin işten çıkarılması gibi olumsuzluklar devam ederken, işçi sınıfının olanlara ses çıkarmaması isteniyor. Hükümet, işçilerin kıdem tazminatını fona devretmeye hazırlanıyor, memurların iş güvencesini yok etmeyi planlıyor. Verilen sözlere rağmen, taşeron işçiler her türlü haktan, iş güvencesinden yoksun çalışmaya devam ediyor. Yeni özelleştirmeler gündemde. Resmî enflasyon yüzde 10’larda dolaşırken, asgari ücrete, kamu çalışanlarına ve emekli maaşlarına yüzde 3 zam yapılıyor.

Ancak hem kâr hırsıyla dolu olan patronlar hem de neoliberal bir programla onların zenginleşmesini sağlayan hükümet, greve çıkan veya direnen işçilere saldırma konusunda her türlü kaynağı ayırmasına rağmen, iş güvenliği konusunda ciddi yaptırımlar uygulamıyor.

FABRİKALARDA İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Mersin’de MSC/MEDLOG fabrikasında sendikaya üye oldukları için kovulan işçiler direnişlerini sürdürüyor.

9

Van’da ise öğretmenler toplu kitap okuma eylemi yaptı. n Antep’te önce kayyum atanan, daha sonra TMSF’ye devredilen Naksan Holding çalışanları, iki aydır ücretlerini alamadıklarını için eylem yaptı. n Avcılar Belediyesi işçilerinin direnişi 5. ayını geride bıraktı. İşçiler geçtiğimiz hafta mücadelelerine yer vermeyen TV kanallarını protesto etti.

Tüm bunları halk, böyle adam, böyle itiraz edecek

saydığımızda “Böyle bir bir hükümet, böyle bir bir muhalefet...” diyerek olanlara:

Kapitalizmin 400 yıllık egemenliği süresince tek başarılı sosyalist devrim Rus işçi sınıfı tarafından 1917 yılında yapıldı. Rus işçilerinin çoğunluğu ilkokula bile gitmemişti, dindardılar, Çarlık devletini kendi devletleri olarak görüyorlardı. Çarlık, tarihteki en baskıcı polis devletlerinden biriydi ve Avrupa’da siyasî gericiliğin kalesiydi. Almanya’nın müttefiği olarak dünyanın en kanlı savaşındaydı. Evet, o dönemde liberal ve sosyal-demokrat muhalefet berbattı. Fakat uluslararası işçi hareketinin çıkarlarını savunan bir devrimci parti vardı ve işçi sınıfı kendiliğinden ayaklandığında, kitlelerin kalbini ve aklını kazanarak devrime liderlik edecek bir parti vardı. İşçi sınıfının sayıca az olduğu, halkın çoğunluğunun köylerde yaşadığı Rusya’daki devrim 2. dünya savaşına kadar küresel kapitalizmi sarsacak devrimler ve ayaklanmalar dizisini başlattı.

AKP iktidarı, ekonomik krizi ve Ortadoğu’daki gelişmeleri kendi belirlediği militarist yöntemlerle çözmek için giderek otoriterleşiyor, bu otoriterliğini de asıl olarak işçi sınıfı üzerinde uyguluyor. Yerli ve millî bir toplum yaratma isteği işçi sınıfına dayatılmış durumda ve genel olarak sendikal yönetimler devletin bu dayatması karşısında sessiz kalıyor. İşçi sınıfı ağır ırkçı, milliyetçi ideolojik saldırılar karşısında işini, aşını kaybetmemek için hareketsiz kalmış durumda. Bütün bu olumsuzlukların en önemli sebebi sınıfın bölünmüş olması. Türkiye’de 3,3 milyon sendikalı işçi başlıca altı konfederasyona ve 200 sendikaya bölünmüş durumda. İşçi sınıfının bu bölünmüş sendikal yapısı, başarısının önündeki en büyük engel. İşçi ve memur sendikalarında ve üst örgütleri olan konfederasyonlarda binlerce sendika bürokratı her gün düzenli olarak işine gidip geliyor, ama işçi sınıfının mücadelesi için parmağını kıpırdatmıyor. Çünkü onların asıl işi işçi sınıfının çıkarlarını korumak değil, sendikal bürokrasiyi ayakta tutmak. Üstelik bu sendikaların büyük bir çoğunluğu sınıf kimliklerinin dışında laik, dindar, seküler, Müslüman, milliyetçi gibi etiketlerle anılmakta. AKP iktidarının kutuplaştıran diline karşı, sendikalar sınıfı birleştiren, işçi-memur gibi ayrımları ortadan kaldıran, eylemlerde diğer emek örgütleri ile bir arada olmaya çalışan bir örgütlenme ve mücadele hattı izlemelidir. Bölünmüşlükleri buna engel oluyor. İşçi hareketinin önündeki en önemli görev sendikal bölünmüşlüğü aşmak, direnişlerini birleştirmek, patronlara karşı sınıfın ortak mücadelesini örgütlemek, tek sınıftek sendika perspektifini hayata geçirmektir. “Tek sınıf, tek sendika, tek yumruk” sloganı her zamankinden daha acil bir görevdir.


10 GELENEK

CABLE CADDESİ SAVAŞI: FAŞİSTLERİ YENEN MÜCADELE Tüm dünyada faşistlerin yükselişe geçtiği 1930’lar İngiltere’de de faşistlerin örgütlenmeye çalıştığı bir dönemdi. Ancak Oswald Mosley’in Britanya Faşistler Birliği’nin yürüyüşü 4 Ekim 1936’da Doğu Londra’da bir işçi sınıfı isyanıyla durduruldu. Alistair Farrow bugün o dönem aktif olan eylemcilerin yazdıklarına bakarak onlardan öğrenebileceklerimizi inceliyor. 80 yıl önce bu hafta on binlerce işçi Britanya Faşistler Birliği’nin (BUF) doğu Londra’daki Cable Caddesi’nde yürümesini engelledi. Onlar aynı zamanda faşistlerin yürümesini sağlamak için tüm gücüyle saldırmaya kararlı olan polisle de mücadele ettiler. Ancak işçilerin kitlesel eylemi, atlı polisleri kullanarak kitlenin arasında faşistlerin geçebileceği bir yol açmaya çalışan polisin tekrar ve tekrar başarısız olmasına neden oldu. Jack Dash Komünist Parti’nin bir üyesiydi. Londra’daki Yahudi Müzesi’nin yaptığı röportajlara katılan Dash o günü şöyle anlatıyor: “BUF’u doğu Londra’ya asla sokmamakta kararlı muazzam bir insan yığını yolu tamamen kapatmıştı. Her köşede kol kola girerek doğu Londra’nın girişini tamamen kapattık.” Faşistlerin bugün yapmaya çalıştıkları yürüyüşlerde olduğu gibi o zaman da polis faşistlere yol açmaya çalışıyordu. Atlı polisler, atlarını hızla halkın üstüne sürdüler, ama kitle dağılmadı, yerinde kaldı ve polisi engellemeyi sürdürdü. Kitlesel eylemlilik insanların polisle savaşabileceği anlamına geliyordu. “Polis barikatlara saldırınca, binalarda gösteriyi ve polisleri izleyen kadınlar ellerine ne geçtiyse aşağıya, polise fırlattılar. Polisler kendilerini korumak için kaçtığında polisler kendilerini korumak için barakalara girdi. Biraz sonra bir kadın bağırarak barakalara vurunca polisler dışarı çıktı ve ellerini kaldırarak teslim oldular. Bir polisin teslim olduğunu kim görmüştü ki?” Polis faşistleri Londra’nın merkezindeki Hyde Park’a doğru dağıtmak zorunda kaldı. Cable Caddesi Savaşı’na katılım çok yoğun olmuştu çünkü Komünistler ve sendikacılar örgütlenmeye yürüyüşten haftalar önce başlamışlardı. Jack şöyle açıklıyor: “Bir hafta

TOPLANTI DUYURULARI 13 EKİM PERŞEMBE

ŞİŞLİ I. ENTERNASYONAL: DÜNYA İŞÇİLERİ BİRLEŞTİ Konuşmacı: OZAN TEKİN Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey BEYOĞLU DEVLET NEDİR, NE İŞE YARAR? Konuşmacı: VOLKAN AKYILDIRIM Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçükparmakkapı Sok. No:15 D:3 KADIKÖY KOLOMBİYA BARIŞ DENEYİMİ Konuşmacı: ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ Serasker Cad., No: 88, Nergis Apt., Kat:3

Londra 1936, Cable Caddesi.

önce her şey hazırdı. Tüm sokaklara “Geçemeyecekler” yazmıştık, bu İspanyol İç Savaşı sırasında kullanılan “No Pasaran” sloganına göndermeydi.” Cable Caddesi Savaşı Avrupa’da faşizm yükselirken gerçekleşti. Pek çok ülkedeki egemen sınıf işçi sınıfının örgütlenmesini ve direnişini ezmesi için faşizmin yanında yer alıyordu. Yalnızca üç yıl önce Adolf Hitler ve Naziler Almanya’da iktidara gelerek solu ve işçi sınıfı muhalefetini ezmişti. İspanya’da Alman ve İtalyan faşistlerinin desteklediği General Franco liderliğindeki faşist güçler Cumhuriyetçi hükümete karşı bir iç savaş yürütüyordu. Charlie Goodman “İspanya’da olanlar ve Almanya’daki Yahudilerin başına gelmeye başlayanlar East End’deki işçilerin aklındaydı” diyor. Britanya’da Oswald Mosley BUF’i Avrupa’daki faşist partilere bakarak oluşturmuştu ve Hitler gibi iktidara gelmeyi umuyordu. Mosley BUF’un saygıdeğer yüzüydü ama aslında tam bir Nazi idi. Cable Caddesi Savaşı’ndan sadece iki gün sonra Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels’in evinde evlendi, Hitler de ziyaretçilerden biriydi. Onun Kara gömlekliler örgütü işçi sınıfı örgütlerini ezmeye muktedir olan bir sokak savaşı örgütüydü. Kara gömlekliler Yahudi

mahallerinde yürüyüş yapıp “Yahudiler, Yahudiler, Yahudiler’den kurtulacağız” diye slogan atıyor, işçilerin toplantılarına saldırıyorlardı Egemen sınıfın bazı kesimlerinin desteğini alan BUF kitlesel bir örgüt olmanın eşiğindeydi. Nüfuzlu ve zenginler onlara destek oluyordu ve Mosley basında ve radyoda önde gelen şahıslarla birlikte gözüküyordu, bu da ona itibar kazandırıyordu. İşçiler ise tehlikenin farkındaydı. Doğu Londralı işçiler Hitler’in iktidarı ele almasından bir yıl önce, 1932’de Berlin’de yapılan alternatif olimpiyatlara katılmışlardı. Alman toplumunun nasıl bir felaketin kıyısında olduğunu görmüşlerdi. İngiliz Komünist Partisi ise o dönemdeki Stalinist politikayı izliyordu. Parti sosyal demokratlara karşıtlığa odaklanmıştı ve onlara faşistlere yönelttiğinden daha fazla eleştiri yöneltiyordu. Sonuçta işçi hareketi bölünmüşlüğü, faşistlerin işine yaradı. Ancak Komünist Parti’nin tabanındaki pek çok üye ve Londra’daki sıradan insanlar bu yaklaşımı reddettiler ve faşistleri durdurabilecek bir kitle örgütü inşa etmeye giriştiler. Sosyal demokratlar ve ana akım örgütler ise faşistlere karşı harekete geçmekte etkisiz kaldılar. İşçi

Partisi ve Yahudi Halk Konseyinin İçişleri Bakanı’na faşistlerin yürüyüşünün engellenmesi yönünde yaptığı başvuru reddedildi. Bunun üzerine bu örgütler üyelerine evde kalmaları ve faşistleri görmezden gelmeleri çağrısında bulundular. Ancak Avrupa’da faşizmin yükselişi işçilere yürüyüşe izin veremeyeceklerini göstermişti. İki yıl önce Mosley Hyde Park’ta 2.500 kişilik bir faşist grubuna konuşurken, 150.000 kişilik işçi gösterisi onları boğmuştu. Ancak sendikaların ve İşçi Partisi’nin liderliği o zaman antifaşistleri holiganlar olarak adlandırmıştı. Bu yüzden eylemciler 1936’da onların ne dediğine bakmadılar. Bunun yerine gösteri için kendileri destek topladılar. Cable Caddesi’ndeki yenilgilerinin ardından BUF miting yapmaya, örgütlenmeye devam etti ve sonraki yıl yapılan seçimlerde önemli bir başarı da yakaladı. Ancak Cable Caddesi Savaşı insanlara kitlesel eylemin faşistleri durdurma potansiyeline sahip olduğunu göstermişti. BUF bir yıl sonra Bermondsey’de yürüdüğünde bir kez daha kitlesel antifaşist eylemlerle karşılaştı. Ancak Charlie’nin dediği gibi “4 Ekim, insanların bir şeyi gerçekten yapmayı akıllarına koyduklarında, onu yaptıklarını göstermişti.”

KİTAPÇILARDA! eski sayılar arşiv: www.altust.org

TONY CLİFF’İN LENİN SETİNDE ÖZEL İNDİRİM: 4 CİLT 50 LİRA! Z YAYINLARI


AKTİVİST

KÖMÜR VE İKLİM MÜCADELESİ

11

ÖNE ÇIKAN Çağla Oflas

TÜRKİYE’NİN MİLİTARİZM ATILIMI Türkiye 15 yıldır gelişen ekonomisiyle alt-emperyalist bir güce dönüştü. Ekonominin dışında askerî açıdan da sivrilmeye çalışıyor. Rusya ve Çin ile birlikte askerî harcamalarını arttıran ülkelerden biri. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelere aktif olarak müdahale etmeye çalışan Türkiye, hem hegemonya mücadelesinde yerini almanın hem de bölgesel gücünü korumanın yolunun askerî gücünü arttırmaktan geçtiğinin farkında.

Küresel ısınmada geri dönülemez noktaya geçiş olduğu söylenen 400 ppm’in aşılması iklim mücadelesini merkezi hale getiriyor. NURAN YÜCE

Bilim insanları atmosferdeki karbon seviyesinin 400 ppm’i (milyonda bir birim) temelli olarak geçtiğini açıkladı. Bu açıklamada dikkat çeken nokta, karbon seviyesinin 400 ppm’i geçmesi değil, temelli olarak geçtiğinin ilan edilmiş olması. Çünkü psikolojik bir eşik de olan 400 ppm seviyesine ilk kez 2012’de Arktika’da bölge bazında ulaşılmış, üç yıl sonra 400 ppm seviyesi ilk defa bir ay boyunca düzenli olarak aşılmış ve geçtiğimiz Mayıs ayında gezegen üzerinde 400 ppm değerlerine ulaşmayan tek yer olan Antarktika da bu seviyeye ulaşmıştı. İklim değişikliğinde yeni bir aşama Atmosferdeki karbon seviyelerinin 1958 yılından beri düzenli ölçümleri yapılıyor. Bu ölçümlerin analizini yapan araştırmacılara göre, ne bu yıl içinde ne de önümüzdeki uzun yıllar içinde karbon seviyeleri bir daha 400 ppm’nin altında inmeyecek. Bu tespit, yine 1958 yılından beri tutulan veriler analiz edilerek yapılıyor. Yıl genelinde en düşük karbon seviyelerini hep Eylül ayında kaydeden gözlemevinde bu yıl bunun aksine bir durum yaşanıyor. Kayıtlar 2016 yılı Eylül ayında karbon seviyesini 401 ppm olarak gösteriyor. Ekim ayı başında bu seviyenin biraz daha azalacağı beklense de 400 ppm’in altına inecek kadar büyük bir değişim gösterme ihtimalinin sıfıra yakın olduğu söyleniyor. Tüm eşikler aşılırken Karbon seviyesinin 400 ppm’e ulaşması birçok bilimsel araştırma tarafından bugüne kadar hep ciddi bir uyarı olarak dile getirildi. Her yıl 10 bin türün, 2050’ye kadar tüm canlı türlerinin dörtte birinin yok olabileceği, şiddetli kuraklık ve seller ile birlikte büyük göç dalgaları,

gıda krizi ile şiddetlenen yoksulluk ve toplumsal çalkantıların oluşacağı… Bütün bu olumsuz gelişmelere zemin hazırlayan unsur, atmosferde biriken sera gazları. Ve bu gazlar sürekli artmaya devam ediyor. Türkiye’nin yerli kaynakları 400 ppm’in temelli geçildiği sırada, Enerji Bakanı Berat Albayrak da Türkiye’nin enerji politikalarına ilişkin bir açıklama yaptı. Albayrak, konuşmasının içinde defalarca “iklim” kelimesini kullandı. Ama bahsettiği iklim, hepimizi kaygılara sevk eden iklim değişikliği değildi. Türkiye’de enerji projelerini artıracak “olumlu yatırım iklimi” idi. Özellikle Türkiye’nin sahip olduğu kömür rezervlerinin iki mislinin keşfedildiği ve stratejik olarak bu rezervlerin son damlasına kadar kullanılacağını, kimsenin de buna engel olamayacağını söyledi. Rüzgâr ve güneş enerjisi ise Enerji Bakanı’nın değerlendirmesine göre ekonomik olarak çok kârlı değilmiş. Kömüre hayır Türkiye’nin enerji yatırımlarını rekor seviyelere ulaştıracaklarını açıklayan Albayrak’ın iklim değişikliğini hiç umursamadığı kesin. Ama dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insanın umurunda. Hindistan’da Karanpur vadisinde kömür madenleri için toprak alınmasına karşı köylüler direnişte. Bu haftanın başında polisin direnişe saldırısı sonucu altı kişi öldü, onlarcası yaralandı. Ve direniş büyüyerek devam ediyor. ABD’nin Kuzey Dakota eyaletinde Eylül ayında beri Standing Rock Sioux yerlileri tarafından bölgelerinden geçen boru hattı projesine karşı direniş sürüyor. Cerattepe tüm hukuksuzluğa, hükümetin Cengiz Holding’e koşulsuz desteğine ve baskılara rağmen direnmeye devam ediyor.

Askerî harcamalarda dünyada 15. sırada yer alan Türkiye’nin 2023 hedefi, ekonomide olduğu gibi dünya sıralamasında ilk on içinde yer almak. Türkiye, 2011-2013 yılları arasında tüm dünyada en çok silah ithal eden 6. ülke. Ayrıca silah ihracatı yapıyor. Katar’da askerî üssü var. Somali’de de askerî üs kurmak olmak üzere. Bunun dışında 50 ülke ile askerî ticaret anlaşmalar gerçekleştirdi. Savunma Sanayi Müsteşarlığı raporlarına göre Türkiye askerî ihtiyacının %45’ini yerli üretimden karşılıyor. Kendi pozisyonunu güçlendirmek için silahlanma açısından kendine yeterli konuma ulaşmak isteyen devlet, yerli üretim oranını %85-90 düzeyine çıkarmayı hedefliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her fırsatta yerli askerî sanayinin geliştirilmesini istiyor. Rapora göre 2015 yılında Hazine’den, Savunma Sanayi Destekleme Fonu’ndan yaklaşık 13,5 milyar bütçe ayrıldı. Bu rakam gelecekte yerli üretim projelerinin destekleneceğini gösteriyor. Sermaye askerîleşiyor Son yıllarda devlet silah teknolojisinin kendi kontrolünde olabilmesi için yerli askerî endüstrinin gelişmesine büyük yatırımlar yapıyor. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri’nin ana muharebe araçlarının yerlisinin, tamamen özgün tasarım veya ortak üretim şeklinde üretilmesi konusunda yoğun çabalar gösteriliyor. İnsansız hava araçları (ANKA), yeni nesil temel eğitim uçağı (HÜRKUŞ), muharebe tankı (ALTAY), F16 füze ikaz sistemleri, sahil gözleme radar sistemleri gibi tamamen yerli ölüm araçları silahlı kuvvetlerin envanterine geçirilmiş vaziyette. Sanayide de gözle görülür bir militaristleşme yaşanıyor. Elektronikten bilgisayara, kauçuktan makineye pek çok alanda faaliyet gösteren yaklaşık 200 özel şirketin de içinde bulunduğu bir askerî-sınaî kompleks yaratılmış durumda. Bu şirketler içinde Uzel Makine, Aselsan, Petlas, Mercedes-Benz Türk, MAN, Kalekalıp, Aksa Makine, İşbir, Nurol Makine, Sinter Metal, Dearsan Tersanesi, Asil Çelik, Öztiryakiler, Siemens, Çukurova grubuna bağlı BMC, Sabancı grubuna bağlı Temsa, Zorlu grubuna bağlı Vestel, Koç grubuna bağlı Otokar ve RMK Marine Tersaneleri gibi çok sayıda büyük şirket bulunuyor. Ayrıca ODTÜ, Bilkent, Ege Üniversitesi ve TUBİTAK gibi “bilim yuvaları” da askerî sanayinin emrinde hizmet veriyor.

21-22-23 EKİM İSTANBUL Katılım için bizi arayın: 05314516251-05075550272

CEZAYİR SALON Hayriye Cad. 12 Beyoğlu (Galatasaray Lisesi’nin arkası)

DSiP

Emekçilerin ölüm, yoksulluk ve yıkım getiren silahlanmaya ve savaşa karşı çıkmaktan başka seçeneği yok.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SERMAYE MEDYASINA AYAR BARISIN , MEDYASINA KAPATMA CAN IRMAK ÖZİNANIR

Doğan Yayın Grubu’nda yayın politikalarının koordinasyonundan sorumlu Mehmet Ali Yalçındağ’a ait olduğu iddia edilen e-postaların sızdırılmasıyla medya, devlet, sermaye ilişkileri bir kez daha çıplak biçimde karşımıza çıktı Yalçındağ, e-postaların kendisine ait olmadığının kanıtlandığını öne sürerken, yazışmalarda adı geçen Nuray Mert, Ruşen Çakır gibi isimler, e-postalarda kendilerine ilişkin yapılan yorumları reddetmekle beraber, anlatılan yerlerde bulunduklarını söylediler. Dolayısıyla postaların Yalçındağ’a ait olduğu kabul edilmiş oldu. Yalçındağ bunun üzerine Doğan Grubu'nun herhangi bir yayınında asla uyulmayan Doğan Yayın İlkeleri’ne sadık olarak bu görevi yürüttüğünü söyleyip görevinden istifa etti. Hükümet tarafından “aynı ayarda devam etmesi” salık verilen Doğan Grubu kanallarında “yerli ve millî” yayınlar sürerken barışın sesini yükselten İMC TV, Hayatın Sesi TV gibi pek çok televizyon ve radyo kanalı bir anda kapatıldı. Medya tüm dünyada sermaye ve devlet ile ilişkili olarak var olur. En nihayetinde medya bir endüstridir, başında patronlar vardır, kâr etmeye ve başka sektörlerdeki kârlarını medyadan elde ettikleri güçle çoğaltmaya çalışırlar. Dolayısıyla, “medyanın tarafsızlığı”

İmc TV’ye polis baskını sırasında.

bir masaldır. Ancak şunu da hatırlatmakta fayda var: Medya aynı zamanda halkın haber almasının temel aracıdır. Sadece propaganda yapmaz, farklı fikirlere belirli bir düzeyde açık olmak zorundadır, zaman zaman egemenleri köşeye sıkıştıran haberler medyada kendine yer bulur. Türkiye’deki medya ise, e-postaların gösterdiği gibi, pek çok ülkedeki egemen

DOĞAN GRUBU'NDAN MUHALEFET OLUR MU? Doğan Grubu, iktidara geldiği günden bu yana AKP ile inişli çıkışlı bir ilişkiye sahip. Zaman zaman hükümetle açıkça polemik yapıyor, hatta kısa bir süre öncesine kadar hükümetin hedef tahtasında konuyordu. Her ne kadar Gezi Parkı eylemleri sırasında penguen belgeseli yayınlamış olsa da, CNN Türk gibi Doğan Grubu’na bağlı kanallar azımsanamayacak sayıda insan tarafından “muhalif” bir grup olarak görüldü. Yerli ve millî koalisyonun güç kazanmaya başlamasıyla Doğan Grubu fabrika ayarlarına döndü. Aydın Doğan hemen bir açıklama yaptı ve her zaman devletin yanında olduğunu söyledi. Oysa bu ülkedeki gerçek

medyaya kıyasla çok daha çürümüş durumda. Medya patronlarının, devlet yetkililerinden açıktan talimat aldığı, çizgisi beğenilmediği takdirde Cem Küçük türü “gazeteci”ler tarafından ekranlardan tehdit edildiği, hizaya çekmeye çalışıldığı bir ortamda saldırı altında olan, sadece gazetecilik değil bizzat

muhalifler Doğan Grubu’nu çok eski zamanlardan tanıyor. Doğan medyası kurulduğu günden bu yana sermaye ve devlet açısından dolaysız bir sözcü gibi çalıştı. Logosunun yanında “Türkiye Türklerindir” yazan Hürriyet gazetesinin eski başyazarı Oktay Ekşi bir röportajında devletten gelen bilgiyi hiçbir filtreye tabi tutmadıklarını anlatıyordu. Aynı gazete Kürt sanatçı Ahmet Kaya’yı manşetten “Vay şerefsiz” diye hedef göstermişti. Doğan medyası sadece milliyetçi değil aynı zamanda enerji, perakende, sanayi, gayrımenkul, otomotiv, finans, turizm gibi pek çok alanda yatırımlara sahip bir sermaye grubu. Dolayısıyla, AKP’nin işçi düşmanı politikaları ile hiçbir çelişkisi yok. Herkes gibi Doğan Grubu’nun da ifade özgürlüğüne sahip çıkmak gerekir, ancak sermaye gruplarının hiçbirinden gerçek bir muhalefet çıkmaz.

halkın haber alma hakkıdır. Tam da bu sebeple Doğan Grubu’nun hükümet eliyle şekillendirilmesi ile muhalif kanalların ve radyoların kapatılması bir ve aynı şeydir. Hükümet medyaya şunu söylüyor: Ya yerli ve millî cepheye d hil olacaksınız ya da var olmayacaksınız. Son zamanların popüler “tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet”ine OHAL fırsatçılığı ile

bir de “tek medya” ekleniyor. Sosyalistler, basın özgürlüğünün devletten ve sermayeden bağımsız olmakla mümkün olacağını savunur. Bir yandan ayrım gözetmeksizin medya üzerinde kurulan tüm baskılara karşı çıkmalı, bir yandan da devletten ve sermayeden bağımsız medyayı savunmalıyız.

BİR AHABER BELGESELİ AKP’nin tüm medyayı tek bir sese indirgemeye çalışması, bilgi tekelini kendi elinde toplama isteğinden kaynaklanıyor. Geçtiğimiz günlerde Ahaber’de yayınlanan “Bağımsızlığa Operasyon: Gezi” adlı belgeselde anlatılan hikâye bu bilgi tekelinin nasıl bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını gösteriyordu. “Belgesel”e göre her şey bir üst akıl tarafından tasarlanıyordu. Kimler oyuncağı olmamıştı ki bu üst aklın: Gezi Parkı’na sahip çıkan milyonlarca insan, onlara karşı şiddet kullanılmasını eleştirenler, hatta o dönem Erdoğan’dan sadece bir nebze daha yumuşak bir ton tutturan hükümet üyeleri, Bülent Arınç, Abdullah Gül, CHP, HDP… Kısacası, Erdoğan’ın çizgisinde olmayan herkes. Gezi’yi yaratan “üst akıl” aynı zamanda savaşı ve darbe girişimini de yaratmıştı. Dolayısıyla bütün bunlar aynı planın parçalarıydı. Burada izleyiciye basitçe iki seçenek sunuluyordu. George W. Bush’un Ortadoğu işgalini başlatırken söylediği gibi: “Ya bizdensiniz, ya onlardan.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.