DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
576
13 Ekim 2016 2 TL. sosyalistisci.org
BASKI VE SAVAS, POLİTİKALARI, DARBE KARSITI , DİRENİSİN , YARATTIĞI HAVAYI ZEHİRLEDİ! ÖZGÜRLÜK SOSYAL ADALET
SAVAS,
OHAL
SANSÜR İSCİ ,, KIYIMI
HAKLAR DEMOKRASİ BARIS,
DARBEYİ SULANDIRMA YILDIZ ÖNEN: BARIŞ İÇİN BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
sayfa 3
ANAND GOPAL: MUSUL İÇİN KABUS YAKLAŞIYOR
sayfa 5
RONİ MARGULİES: DÜNYA KAPİTALİZMİNİN ÇİVİSİ ÇIKARKEN
sayfa
7
2
GÜNDEM
YOKSULLUKTAKİ ARTIŞI GİZLEYEMEDİLER
BALYOZCULARA KÖTÜ HABER
BARIŞ KAZANACAK! 10 Ekim mitingi IŞİD tarafından kana bulanalı bir yılı geçti. 107 kişi öldü bu mitingde. Bir çoğumuz oradaydık, otobüslerle, arabalarla miting alanına heyecanla koşturmuştuk. Daha mitingin başındaydık, kortejler yeni yeni oluşuyordu ve yürüyüş yeni yeni başlıyordu. Bizler, DSİP üyeleri ve Antikapitalistler aktivistleri, “Oyumuz umuda” bildirileri dağıtıyorduk. 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran seçimlerinin yarattığı umudu sürdürmesi için yaygın bir kampanya örgütlemeye çalışıyorduk. Bir çok yoldaşımız tam HDP kortejinin civarında, bazı yoldaşlarımız HDP kortejinin içindeydi. Patlama beklenmedikti. Şok ediciydi. Bir barış mitingi, mezarlığa çevrilmişti. Devletin izleme aparatlarına takılan iki IŞİD üyesi, ellerini kollarını sallaya sallaya, arama noktalarından geçerek, sabah bir güzel de kahvaltılarını yaparak, merkezi bir planlamayla tam da HDP kortejinin olduğu yerde kendilerini patlatmışlardı. Devlet, hükümet, kolluk kuvvetleri, ifade ve gösteri hürriyetlerini kullanan insanların güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Devlet, zaten radarına yakalanmış katillerin 10 Ekim mitinginde katliam yapmasını engelleyemediği için, ama aynı zamanda bundan hicap duymadığı için sorumludur. Katliam sonrası yapılan açıklamalar, “Kokteyl terör” diyerek olayı IŞİD dışı örgütlere yayma girişimi bu sorumluluğu daha da ağırlaştırıyor. Patlamanın ardından yaralarını sarmaya çalışan insanlar, sadece devletin o soğuk yüzünü görmekle kalmadılar, insanların ne kadar sağa kayabileceğini ve bunu yaparken bir arada yaşamak için gerekli olan en yaygın kolektif değerleri nasıl iğdiş edebileceğini de görmüş olduk. Arkadaşlarımız yerlerdeyken ve yerler kan revan içindeyken, oturdukları yerden HDP’nin kendi kendisini bombaladığını yazabilecek kadar vicdanını soğutmuş insanların olduğunu gördük. Bu, her vesileyle kutuplaşan Türkiye siyaset sahnesini daha derinden kutuplaştırdı. Ankara mitingine katılanlar, barış istemek için, çözüm sürecinin bozulmasının bedelini hep beraber çok pahalı bir şekilde ödediğimizin görülmesi nedeniyle, onbinlerce emekçi hep beraber bağırdığında savaş tamtamlarını çalanların elinin zayıflayacağını bilerek yer almışlardı mitingde. Bu insanlar, bizler, patlamadan sonra bile, hemen o anda, “barış kazanacak”, “barışı engelleyemeyeceksiniz” mesajlarını vermiştik. 10 Ekim’den beri ölü sayısı sürekli artıyor. Patlamalar, bombalar, şiddeti çağıran sesler kulakları tırmalıyor. Biz, hem de 10 Ekim’de verdiğimiz sözü tutacağız. Kürt sorunu, devlet açısından Suriye’de bir ölüm kalım meselesi olarak algılanan gelişmeler ne olursa olsun, savaş, şiddet, tutuklama, yok etme politikalarıyla çözülemez. Sivil siyasetçilerin öldürülmeye başladığı bugünlerde 10 Ekim’de verdiğimiz sözü yerine getirmek acil bir önem taşıyor. Barışın kazanması için varımızı yoğumuzu ortaya koymanın bugün tam zamanıdır. ABD’nin Irak işgaline karşı çıktığımız günlerde haykırdığımız gibi: “Şimdi değilse ne zaman? Biz değilse kim?”
Resmi rakamlara göre Türkiye’de her beş kişiden ikisi yardıma muhtaç durumda. KEMAL BAŞAK
Bir yıl önce yaptığımız haberde Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2014 Gelir ve Yaşam Koşulları anketinde (GYKA) verdiği istatistiklerin gerçekleri gizlemeye yönelik olduğunu belirtmiştik. TÜİK 2014 yılı rakamları ile yoksulluk sınırının Türkiye ortalamasını ayda kişi başına 452 lira olarak açıklamıştı. Artık tamamen iktidar partisinin güdümüne giren Türkİş yönetimi bile dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırını 4.434 TL (kişi başına 1.107 TL) olarak tespit etmişti. TÜİK aradaki 655 TL’lık farkı gizliyordu! Bu fark çok dikkat çekmiş olmalı ki yoksulluk bilgilerine ulaşabildiğimiz Türkiye sosyal yardım istatistikleri bülteni 2014 yılından sonra yayımdan kaldırıldı. TÜİK’in yayımdan kaldırdığı veriler, 2012 yılındaki 23 milyon 668 bin olan yardıma muhtaç
kişi sayısının 2014’te 30 milyon 500 bine, Türkiye nüfusunun yüzde 39.5’ine ulaştığını, yani her beş kişiden ikisinin yardım alarak hayatını sürdürdüğünü gösteriyordu. TÜİK’in gizlediği bilgileri Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 2015 yılı faaliyet raporunda ve bütçe sunumunda ortaya dökmek zorunda kaldı. Rakamlar yoksulluğun ne derece yaygınlaştığını ortaya koyuyor. Geçen yıl 2 milyon 139 bin hane yakacak, 681 bin hane gıda, 300 bin hane eşi vefat etmiş kadın, 101 bin hane asker ailesine yardım, 22 bin hane de barınma yardımına muhtaç kaldı. Eğitim yardımı almak durumda kalan hane sayısı ise 969 bin oldu. Öte yandan Türk-İş, yoksulluk sınırının geçen yıla göre 81 TL arttığını ve 4.515 TL’ya yükseldiğini açıkladı.
YENİ SAYI YAKINDA!
Geçen hafta Balyoz ve Ergenekon davalarının baştan sona kurgu olduğunu söyleyenler açısından iki olumsuz gelişme yaşandı. İlki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, Orgeneral Çetin Doğan'ın da aralarında bulunduğu 7 sanığın beraat kararının bozulması yönünde görüş bildirmesi oldu. Böylece Yargıtay, aralarında Emekli Orgeneral Çetin Doğan, Emekli Tümgeneral Behzat Balta, Emekli Tuğgeneral Mehmet Kaya Varol gibi isimlerin olduğu 7 kişinin seminer planı toplantısında yaptığı konuşmalarda gerçek bir darbe planlamasının varlığını tespit etti. Bütün sermayesini Balyoz’un bir kumpas olduğuna yatıranların hevesleri kursaklarında kaldı. Kuşkusuz son karar henüz verilmedi ama Gülenciler ne kadar sulandırmış olursa olsun, Balyoz darbe planının ve AKP’nin iktidara gelmesinin ardından başlayan darbe planlamalarının varlığının altı çizilmiş oldu. İkinci gelişme ise aynı konuda başbakanın söyledikleriydi. AKP milletvekilleriyle gruplar halinde görüşen Binali Yıldırım, “Balyoz, Ergenekon da sapına kadar vardı ama FETÖ terörü konusunda da siz şikâyet makamında değil mücadele makamındasınız." Başbakan, “Ergenekon ve Balyoz sapına kadar gerçekti" diyerek, bunların kumpas davaları olmadığını ama Gülencilerin sulandırdığını ifade etmiş oldu.
GÜNDEM
OHAL KALICI HALE Mİ GELİYOR?
Ankara’da 10 Ekim katliamı anmasına gelenlere polis saldırısı.
Adalet Bakanı yakında meclise sunulması planlanan Ceza Mahkemesi Kanunu’ndaki değişikliklerle ilgili açıklama yaptı. Taslak çocuklara yönelik cinsel istismardan trafik suçlarına kadar farklı birçok konuda değişiklikler içeriyor. Dikkat çekici olan kısımsa, OHAL gerekçesiyle çıkartılan geçici kararnamelerin yasalaştırılması. Yani OHAL kararnameleri kalıcı hale getiriliyor. Yetkiler artıyor Taslak hakkında görüştüğümüz Avukat Funda Ata polis ve savcının yetkilerinin çok ciddi şekilde arttırıldığına dikkat çekti. “Savcılık kararıyla gözaltına alınan kişinin ifadesi, emniyet veya savcı tarafından alınır. Yeniden ifade alınması gereken durumlarda, ifadenin savcı tarafından alınması gerekir. Şimdi yeniden ifade alma işlemini tamamen polise devretmek istiyorlar. Yani polis ikinci ifade almak maksadıyla çağırıp gözaltına alabilir. Bırakıp bırakıp yeniden alabilirler.”
varlığına el koyma, kayyum atama gibi uygulamalar mahkeme kararıyla gerçekleştirilebilir. Ancak şimdi savcı kararıyla soruşturma aşamasında uygulanabilir hale getiriliyor. Mahkeme kararıyla olması gereken şey savcı kararıyla oluyor. OHAL kararnamelerinde buna dair düzenlemeler vardı. Şimdi bunu yasa maddesi yapmak istiyorlar”. Av. Funda Ata, artık bilgisayarlara el koymak için hakim kararının gerekmeyecek olmasını ve dinlemeyi kolaylaştıran düzenlemeyi de keyfi ve kötüye kullanıma açık bir değişiklik olarak değerlendiriyor. Hakim kararı olmadan, savcıların soruşturma aşamasında bilgisayarlara el koyma yetkisi yoktu. Değişiklikten sonra olacak. Üstelik savcıya verilen bu yetkinin kullanımı da kolaylaştırılmış. Düzenlemeye göre savcının bilgisayarlara el koymak için herhangi bir neden göstermesine gerek yok.
Kapsam genişletiliyor Dinlemenin kapsamının ve biçiminin genişletilmiş olması da dikkat çeken konulardan biri. Dinleme kararının verilmesi kolaylaştırılmış. “Hemen başvur al gibi keyfi hale dönüşmüş. Dinleme kararının alınması adeta fabrikasyona bağlanacak. Dolandırıcılık gibi basit suçlarda bile dinleme kararının verilebilecek olması kapsamın genişletildiğini gösteriyor.” Eskiden davaların güvenlik gibi gerekçelerle başka yerde görülmesi, Bakanlığa başvuru gibi prosedürler içeren uzun bir süreç gerektirirken, düzenlemede mahkeme kararının yeterli görülmesine dair değişiklik yapılıyor. Düzenlemenin içeriği genel olarak tutuklama kapsamını genişletmeye yönelik. Taslaktaki farklı düzenlemelerle tutukluluk halinin uzatılması öngörülüyor. Örgüt faaliyeti
OHAL’de gözaltı süresinin zaten 30 gün olduğunu hatırlatan Ata, değişikliğin kötüye kullanıma çok açık bir durum yarattığını söyledi. Yasalaştırılan OHAL düzenlemelerinden diğeri mal varlıklarıyla ilgili. “Mahkemenin, savcının ulaşamayacağı durumda olanlara kaçak denir. Bu durumda olanların mal
Açığa alınan ve atılan öğretmenler mücadeleye devam ediyor.
suçuyla tutuklananların tahliye taleplerinin değerlendirilme süresinin 3 günden 15 güne çıkarılması önerisi bunlardan biri. Avukat Funda Ata, darp suçundan tutuklama verilmesi değişikliğini bu kapsamda değerlendirdi. “Tutuklama kapsamı genişletiliyor ki bu çok ciddi bir sorun. Her suçtan tutuklama istenemez. Darp suçundan tutuklama verebilecek olmaları da böyle bir şey. Kapsamı çok muğlak tutulmuş. Her şeyi darp kapsamına sokabilirler. Üç polis yan yana gelip, bir göstericinin kamu görevlisini darp ettiğine dair tutanak tutabilir. Polis müdahale ederken elinle ittirsen de darp kapsamına sokup tutuklayabilirler.” Son olarak Ata, ‘fuhuş reklamı’ kapsamında yapılmak istenen değişikliğe de özellikle dikkat çekti. Taslakta “fuhuşun reklamını yapmak amacıyla hazırlanmış görüntü, yazı ve sözleri içeren ürünleri verme, dağıtma veya yayma eylemleri suç olarak düzenlenerek yaptırıma bağlacak” deniyor. “Fuhuş reklamının kapsamı ne ki? Bu tamamen dönemin ahlak kurallarına göre belirlenecek. Bu düzenlemenin translara yönelik baskı aracı olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Ciddi para ve hapis cezası verilmek isteniyor. Sosyal medya paylaşımları gibi şeyler devlet tarafından söz konusu kapsama konularak, bu kesimlere baskı yapılmak istenebilir.”
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞ İÇİN BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye direktörü Emma Sinclair-Webb’in geçen hafta yaptığı açıklama çok önemliydi. Sinclair-Webb, açıklamasında, “Medya organlarının kapatılması sansür anlamına gelmektedir ve halkın Türkiye’deki önemli gelişmeler hakkında bilgiye erişim hakkını engellemektedir” dedi. Ama daha önemli vurgusu şu oldu: Türkiye’de eleştirel TV yayıncılığı sona erdi! Bu, bugün çok da önemli değilmiş gibi görülebilir. Ama tam tersine, bu dönemin en belirleyici gelişmelerinin başında, eleştirel TV yayıncılığının sona erdirilmesi geliyor. 15 Temmuz darbesiyle, darbecileriyle hiçbir ilişkisi olmayan radyo ve TV’lerin kapatılması, OHAL’in sadece darbecilere karşı değil, muhalefete karşı da kullanılacağının kanıtı oldu. Darbe girişimiyle alakalı olmak bir yana, örneğin İMC TV darbe gecesi, meclis içinden yayın yaparak darbe karşıtı havaya katkıda bulunuyordu. Sinclair-Webb de İMC TV hakkında benzer bir yaklaşıma sahip ve şunları söylüyor: “Kapatılan yayın kuruluşları arasında en önde geleni olan İMC TV’nin güneydoğuda yeniden başlayan çatışmalarla ve daha genel anlamda da Türkiye’de giderek kötüleşen insan haklarıyla ilgili haberleri vererek önemli bir rol üstlendiği. “Bu açıdan, eleştirel TV yayıncılığının ölmesi, hiç yaşanmamış gibi geçiştirilebilecek bir durum değil. İki açıdan çok önemli bir problem kaynağı bu gelişme: Birincisi, eleştirel TV yayıncılığının ölmesi, TV yayıncılığının barışa katkı yapan bir içeriğinin olmaması anlamına da gelir. Bu, geri kalan TV yayınlarının barıştan hiç bahsetmeyeceği anlamına gelmez. Eleştirel olmayan TV kanalları da barıştan bahsedebilirler ama barış sürecinin bütün muhataplarına söz hakkı vermeleri söz konusu olamaz. Bu, bazı TV kanallarında kadın sorununu kadın konuşmacı olmadan tartışılmasına benzer bir durum yaratır. Eleştirel TV yayıncılığının ölmesinin yaratacağı ikinci problem kaynağı ise, medya alanında çoğulculuğun sonlanmasıdır. Sadece devletin, sadece resmi ideolojinin sınırlarından gelişmeleri değerlendirenlerin TV ekranlarını kaplaması, açık bir şekilde gerçeğin çarpıtılmasına, söylenen yalanların teşhir edilememesine, gerçeğin gizlenmesine ve gizli kalmasına neden olur. Gazetelerine ve TV’lerin bir işlevi varsa, bu yurttaşların gerçeği öğrenmesine yardımcı olacak haber ve tartışmaları aktarmasıdır. Eleştirel TV yayıncılığı öldüğünde gerçek ve gerçekle beraber barış ihtimalleri de ağır yara alır.
4
DÜNYA
KÜRESEL KRİZ HALİ VE İSTİKRARSIZLIK
KOLOMBİYA’DA BARIŞ SÜRECİ BÜYÜYOR
Referandumdan on binlerce öğrenci ve işçi barış anlaşmasını savunmak için sokaklara döküldü.
FARC ile barış anlaşmasının referandumda kılpayı farkla reddedilmesi, tekrar savaşa dönülmesine yol açmadı. Kolombiya hükümeti, ülkenin ikinci büyük silahlı örgütü ELN ile barış için müzakerelere yeni yılda başlıyor. 27 Ocak’ta başlatılması planlanan görüşmeler Ekvador'un başkenti Quito'da yapılacak. FARC (Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri) ile yaptığı anlaşmayla Nobel barış ödülünü kazanan Kolombiya Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, iki tarafın da taleplerinde gerçekçi olması gerektiğini belirtti ve "Zaman en büyük düşmandır" dedi. Küba devriminden esinlenen ELN Ulusal Kurtuluş Ordusuadlı solcu gerilla örgütü Kolombiya’daki toprakların yoksul köylülere dağıtılması talebiyle 1964’te kurulmuştu.
Avrupa’da mücadele dalgası, krize emekten yana çözümün mümkün olduğunu gösteriyor. ÇAĞLA OFLAS
Geçen hafta Alman kapitalizminin amiral gemisi Deutsche Bank’ın hisseleri rekor düzeylere düştü. Almanya’nın ikinci büyük bankası Commerzbank’la ilgili olumsuz gelişmeler ülkede yaklaşmakta olan mali krizi engellemeye yönelik bir kurtarma paketini yeniden hükümetin gündemine getirdi. Almanya’nın en büyük iki bankasında yaşanan gelişmeler 2008 yılında ABD’de Lehmann Brothers’ın iflasına yol açan finansal krizin çelişkilerinin tekrar patlak verdiğini gösteriyor. Finansal krize yol açan çelişkiler aynı zamanda büyük devletler arasındaki ekonomik ve siyasî gerilime de yol açıyor. Tüm bu çelişkiler aynı zamanda jeopolitik çatışmaları da yoğunlaştırıyor. Neoliberalizmin sonu Neoliberalizmin 2008 kriziyle birlikte sonunun geldiği ve aslında artık uzatmaları oynadığı artık çok daha açık. Üstelik bu itiraf bizzat İMF’nin kendisinden geliyor. İMF tarafından “Neoliberalism Oversold” adı altında yayınlanan bir makalede dünya ekonomilerinin şu anda hissedilen tüm aksaklıklara 1970 ve 1980'lerde dünya üzerinde uygulanan politikalar sebep gösterildi. Neoliberalizmin büyümeyi desteklemediği, gelir dağılımını bozarak eşitsizliklere yol açtığı ve aynı zamanda bu eşitsizlikler nedeniyle ülkelerin büyüyemediği de vurgulandı. Elbette İMFn sosyal adaleti savunuyor değil. Tüm bu serzenişlerin altında krizin derinleşmesiyle birlikte istikrarsızlığın normal duruma dönüştüğü günümüz dünyasında giderek yoksullaşan işçi sınıfı mücadelesinin keskinleşeceğine ilişkin korkular yatıyor. ABD–AB arasındaki çatlak derinleşirken Deutsche Bank’ta yaşanan gelişmelerin siyasî krizden kaynaklandığına ilişkin çeşitli sinyaller var. ABD’nin AB ülkelerindeki yatırımları ve kârları açısından AB ile, özellikle de Almanya ile ABD arasında gerilim sürüyor. AB, Apple’a 13 milyar dolarlık vergi cezası kesti. Ardın-
dan ABD, Deutsche Bank’a 2008 krizine zemin hazırlayan yüksek faizli konut piyasasıyla bağlantılı hileli faaliyetlerden dolayı 14 milyar dolar ceza uygulamak üzere harekete geçti. Almanya ile Fransa’nın, ABD destekli Atlantik Ötesi Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ndan fiilen vazgeçmesi, AB ile ABD arasındaki gerilimi tırmandıran başka bir etken. Deutsche Bank hisselerinin dibe vurması, ABD’nin para cezasını 5,4 milyar dolara düşürmeye razı olduğuna ilişkin haberlerin ardından şimdilik durduruldu. 2008 yılında başlayan finansal kriz, bankaların devletleştirilmesiyle durdurulabilmişti. Ancak Avrupa’da işçi sınıfı ve sermaye arasında halen faturayı kimin ödeyeceğini ilişkin mücadele sürüyor. Üstelik İngiltere’nin AB’den çıkma kararı gibi siyasi gelişmeler de AB’yi daha kırılgan hale getirdi. Pasta küçülürken rekabet kızışıyor İMF'nin dünya ekonomisi 2016 yılı tablosu dünya gelirindeki pay dağılımı üzerinden yaşanan gerginliği gösteriyor. Tabloya göre, son 16 yılda dünya geliri yüzde 126 artmış. Ancak gelişmiş ekonomilerin dünya üretimi ve dünya ticaretindeki payları küçülmekte. İMF’ye göre, dünya gelirinde en büyük pay değişimi ABD ile Çin arasında. ABD’nin dünya üretimindeki payı 1999’da yüzde 21,9 iken 2015’te yüzde 15,8’e gerilemiş. Buna karşılık, Çin’in payı 1999’da yüzde 11,2 iken 2015’te yüzde 17,3’e yükselmiş. ABD ve Çin arasında güçlü ekonomik bağlar, iki ülke arasındaki mücadelenin zikredilmesini engellese de iki ülke arasındaki rekabetin izlerini sürmek mümkün. Örneğin, 2008 krizi sonrasında Çin Merkez Bankası Başkanı doların uluslararası ticaretteki hegemonyasını sorgulama cüretini gösterebildi. Bu çıkış Çin borsasından milyonlarca doların buharlaşmasına neden olsa da, ABD’nin sarsılan hegemonyasını göstermesi açısından önemliydi.
Kolombiya devlet başkanı Santos, hükümet ile ELN arasındaki gayri resmi görüşmelerin üç yıl önce başladığını açıkladı. Venezuela, Norveç, Küba, Şili, Brezilya ve Ekvador müzakere sürecinde garantör olarak yer alacak. Öte yandan Kolombiya hükümeti FARC ile görüşmeleri sürdürüyor.
YEMEN’DE SUUD KATLİAMI Suudi Arabistan öncülüğündeki uluslararası emperyalist koalisyon, Yemen’in başkenti Sanaa’da bir cenaze törenini bombaladı. Farklı kaynaklar ölü sayısını 82 ile 740 arasında veriyor. ABD ve Batılı müttefikleri BM’de Baas rejimi ve Rusya’nın Suriye’de gerçekleştirdiği katliamları kınarken, bizzat kendilerinin destekleyip silahlandırdığı Suud hanedanı Yemen’de büyük bir katliam gerçekleştirdi. Yemen’de Arap Baharı ile birlikte büyük bir ayaklanma yaşanmış ve diktatör Ali Abdullah Salih devrilmişti. Ancak Batı’nın devrimler için önerdiği “yumuşak geçiş” modelinde, tepedeki lider değişirken kapitalist rejimin bütünü korundu. Ülkede istikrarsızlık derinleşti. 2015 yılının başında Husiler askeri olarak ilerleyip güneyi ele geçirirken, Suudi Arabistan ülkeye askeri olarak müdahale edip bombardıman başlattı. Husiler bugün, geçmişte devirmek için ayaklandıkları devrik diktatör Salih ile işbirliği yapıyor. İran’ın desteklediği Husiler ile Suud güçleri arasındaki kapışma, Yemen’deki tablonun bütünü değil. 2011 yılındaki devrimde ise hem Husiler hem de sünni kesimler rejime karşı mücadele ediyordu. Tüm Arap devrimlerinin yenildiği ve geri çekildiği dönemde, Irak ve Suriye başta olmak üzere bir dizi ülkede olduğu gibi Yemen’de de mezhepçilik temel sosyal kırılma hâline geldi.
RÖPORTAJ
5
MUSUL İÇİN KABUS YAKLAŞIYOR
ABD, İngiltere, Irak güçleri, milis savaşçılar Musul’u iki yıllık IŞİD esaretinden kurtarmak için büyük bir saldırı hazırlığında. Salt yaşanacak sivil kayıplar değil, IŞİD sonrası dönem de yeni sorunları beraberinde getiriyor. Gazeteci Anand Gopal bu operasyon hakkındaki soruları cevaplandırdı.
ABD, Musul’u IŞİD’in elinden geri almak için Irak hükümet güçlerinin eğitimini artırıyor. Bu girişim işe yarar mı ve insani yönden bakarsak sonuçları ne olur?
ABD’nin terör karşıtı kuvvetleri, Irak ordusu ve özel kuvvetlerle birlikte köy köy çatışarak Musul’a yaklaştı. Önümüzdeki ay olmasa da, gelecek senenin ilk aylarında Musul’u geri alacaklar. Bu, IŞİD’e vurulmuş büyük bir darbe olacak. Musul, IŞİD’in Irak’taki başkenti konumunda ve bana göre IŞİD’in Irak’taki varlığına öldürücü bir darbe vurulacak. IŞİD’e karşı verilen diğer büyük savaşlarda olduğu gibi bunun da insani bir bedeli olacak. Musul, Irak’ın en büyük ikinci kenti, bir milyona yakın nüfusu var. Bu insanlar sokak savaşlarının ortasında sıkışıp kalacak. IŞİD bir çok evi bombalarla, bubi tuzaklarıyla donatacak. Bu insanların şehri terk etmesine izin verilmeyecek. ABD, son iki yıldır bu bölgelere hava saldırısı yapıyor. Birçok sivil, bu saldırılarda hayatını kaybetti. Ölüm sayısı gittikçe artacak. ABD, 2003 yılındaki işgalde olduğu gibi yine beyaz fosfor kullanmaya başladı bölgede. Irak güçlerinin IŞİD’i yok ettiği bölgelere bakabiliriz. Mesela Ramadi; tarif edilemez bir yıkım yaşandı, hava saldırıları ve IŞİD bombalarıyla tüm şehir çöktü, bu bölge şu an yaşanmaz konumda, şehrin çeperindeki çöllerde, çadır kentlerde on binlerce insan yaşamaya çalışıyor. Haziran’da IŞİD’den geri alınan Felluce de ise, Şii militanlar civar köylerde sivilleri tutukluyor ve infaz ediyor. Bir kasabada 600 sivil kaybedildi ve akılalmaz işkenceler rapor ediliyor. Özetle, Musul halkı IŞİD yönetiminden kurtulmaktan memnun olacaktır fakat yeni gelecek yönetime de büyük bir korku duyuyorlar. Şu sıralar, Suriye rejimi ve Rusya’nın askeri güçlerinin Halep’teki kuşatma ve saldırısı dünya gündeminde. ABD, Felluce’de nasıl bir taktik izledi? Felluce’de 2014 yılında bir isyan patlak verdi, Irak devleti kovuldu ve daha önce ABD’ye karşı savaşan yerel aşiretlerden, askeri ve eski askeri figürlerden oluşan bir konsey kuruldu. Altı ay boyunca şehir Irak ordusunun saldırısına uğradı. Binler-
ABD ordusu, Irak askerlerini operasyona hazırlarken.
ce insan öldü yahut sakat kaldı. Bu yıkımla birlikte ipler IŞİD’in eline geçti, çünkü onlar ağır silahlara sahipti. Bu yolla önce IŞİD’le işbirliği yapıldı, sonrasında IŞİD konseyi ve şehri ele geçirdi. Bu yılın başında, Irak güçleri ABD’nin hava gücüyle birlikte şehri sardı, gıda ve ilacın şehre girmesini engelledi. IŞİD de insanların şehirden çıkışını engelledi. Kıtlık baş gösterdi, insanlar hayvan yemiyle, çimenlerle beslendi. Şehirden kaçmak isteyen insanlar vuruldu. Tüm bunlar olurken şehre yapılan saldırılar da devam ediyordu. Bağdat’tayken ABD’li yetkilelere neler olduğunu sorduğumda, bu politikanın arkasında olmalarına rağmen hiçbir bilgileri olmadığını söylüyorlardı. Şayet IŞİD Musul’da yenilirse, başarılı askeri bir kampanyanın bölgesel ve politik çıkarları çeşitli güçler arasında kartların yeniden karılmasına sebep olacak. Siz ne düşünüyorsunuz? Bölgede, Kürt peşmergeler, Sünni aşiret askerleri, Şii ve Hristiyan militanlar, Irak
ordusu ve sayısız yabancı ülkenin hava güçleri bulunuyor. Birçok huzursuzluk olacak, dışa yönelik olmasa da bu gruplar kendi içlerinde çatışacak. Çünkü bölgede mezhepçilik var. Sünni aşiret güçleri belli bölgelerde hak iddia ediyor. İşgalden bu yana bu gruplar arasında bir rekabet var. Üstelik, bölgelerinden, mezhepçi gödükleri Şiileri de uzak tutmak isteyecekler. Sadece Musul’la alakalı değil, tüm ülke çapında bu durum var. Örneğin Tuz Hurmatu’da Kürt peşmergeler ve Şii militanlar aylardır çatışıyor. Sünni gruplar arasında da mücadele var. Örneğin Tikrit’te, şehrin Şii militanlar tarafından IŞİD’in elinden alınmasından sonra bazı Sünni gruplar Şii güçlerle işbirliği yaparak diğer Sünni aşiretleri ezmeye başladı. Evler yakılıyor, siviller infaz ediliyor. Anbar’da ise Ramadi’nin yeniden inşası için verilen ödenek paylaşılamıyor. Irak toplumu iki iç savaş ve işgal sonunda paramparça olmuş durumda. En büyük savaş Şii gruplar ve Irak hükümeti arasında olabilir. Çünkü birkısmı İran
tarafından desteklenirken, diğer kısmı daha milliyetçi. Bu grupların merkezi hükümete bağlanması ya da bağımsızlığını iddia etmesi en büyük sorun. İran destekli gruplar bağımsızlık istiyor ve merkezi hükümete bağlanmak istemiyor. IŞİD sonrası dönemde Şii grupların alacağı pozisyon bu yüzden önem kazanıyor. Bu savaşta büyük ödül Musul ve çevresindeki petrol yatakları mı? Evet, petrol için yarışıyorlar, aynı zamanda yapılacak anlaşmalar için de mücadele veriyorlar. Şayet şehirde yıkım ne kadar büyükse, yeniden imar da bu kadar büyük olur. Birileri bu ihaleleri alacak ve bu epey kazançlı bir iş. Aynı zamanda devlet ödeneğinden pay kapmak için de mücadele ediyorlar. Devlet, militanlara bütçeden para veriyor. Soru şu: kim bu bütçeyi kontrol edecek ve hangi militanlar bu bütçeden pay alırken, hangileri alamayacak? (Çeviri: Ozan Ekin Gökşin)
6 GÜNDEM
ORTADOĞU’DA KARŞI MÜCAD ABD ile Rusya arasında Suriye ile ilgili Eylül 2016 “ateşkes” anlaşması çöktü. Şubat 2016’da denenen anlaşma da çökmüştü. Rusya ve Esad rejimi, haftalarca Halep’i havadan karadan bombaladı. Hastaneler dahil birçok yer vuruldu, yüzlerce kişi katledildi. Şehrin muhaliflerin elinde olan doğu yarısı yaşanmayacak hâle getirildi. Uzlaşmanın çöküşünden sonra ABD ile Rusya arasında Suriye’deki tüm askerî ilişkiler koptu. Putin, nükleer silah yapımında kullanılabilecek düzeyde zenginleştirilmiş fazla plütonyumu imha etmek için ABD’yle yapılan anlaşmayı askıya aldı. Rusya’da “iç savunma önlemi” olarak 40 milyon kişilik olağanüstü hâl tatbikatı planlanıyor. ABD’nin nükleer silah taşıyabilen gizli bombardıman uçaklarını Japonya yakınındaki Guam Adası askerî üssüne taşıdığı, Rusya’nın da buna karşılık nükleer bomba taşıma kapasitesine sahip uçaklarını ABD sınırına yakın bölgelere sevk ettiği iddia ediliyor. Musul harekâtı hazırlığı Suriye’de inisiyatif Rusya’da gibi gözükürken, Irak’ta ABD, IŞİD’i Musul’dan çıkarmak için yapılacak operasyona hazırlanıyor. Burada da ABD’nin yanında bir diğer etkin güç, Rusya’nın Suriye’deki müttefiki İran. Harekâtın içinde yer alacak güçlerle ilgili tartışmalar sürerken, Irak ordusuna destek olacak Şii milislerin, çoğunluğu Sünni olan bölge halkıyla gerilim yaşamasından ve mezhepçi gerginliğin iyiden iyiye tırmanmasından endişe ediliyor. Başika krizi Bir diğer hararetli tartışma konusu da Başika’da Türk askerlerinin varlığı. AKP, emperyalizmin ve mezhepçiliğin Irak’ta yakın geçmişte yaşattığı acıları “Musul Musullularındır” sloganıyla istismar ederek ülkede kendi varlığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Irak Parlamentosu, Ekim ayı başında, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta asker bulundurmasını “işgalcilik” olarak tanımlayan bir bildiri yayımladı. AKP buna küstahça yanıtlar verdi, “Haddinize değil” dedi. Sanki bunun mantıksal sonucu Türkiye’nin oraya asker çıkarmasıymış gibi “IŞİD Musul’u alırken neredeydiniz?” diye Irak hükümetine sordu. Savaş ve kriz derinleşiyor Hem Irak hem Suriye farklı emperyalist blokların hesaplaşmasına sahne oldukça, Ortadoğu halkları savaşın girdabında ölmeye devam ediyor. ABD’nin Irak işgaliyle yarattığı vahşet, bir milyondan fazla insanın yaşamını yitirmesine ve ülkedeki mezhepçi boğazlaşmanın tırmanmasına yol açmıştı. IŞİD gibi örgütler böyle bir zeminde
Arap Baharı öylesine güçlü bir değişim taşıyordu ki yönetenler darbe ve savaşla bastırmaya giriştiler.
güçlendi. Şimdi aynı güçler, ABD liderliğindeki uluslararası emperyalist koalisyon, bu kez “IŞİD’i bitirme” gerekçesiyle bölgedeki savaşı tırmandırıyor. Çözüm yeniden Arap baharı Hem Çin-Rusya hem de ABD-AB bloku ve bunların İran, Suudi Arabistan, Türkiye gibi müttefikleri bölgede bir hegemonya savaşı veriyor. Hiçbirinin Ortadoğu halklarının çıkarlarıyla, adalet ve eşitlik talepleriyle ilgisi yok. Hepsi birlikte Arap devrimlerinin ezilmesi için uğraştılar. Ortadoğu’da barışın sağlanması için önkoşul bütün bu güçlerin diğer ülkelerden ellerini çekmesi. 2010 yılı sonunda başlayan ve bütün bölgeye yayılan ayaklanmalar, gerçek umudun ve özgürlüğün nerede olduğunu göstermişti. Bunların düşmanı olan güçlerin kendi aralarındaki bloklaşmadan ve çatışmalarından Ortadoğu halklarının lehine hiçbir sonuç çıkması mümkün değil.
MÜLTECILERE ÖZGÜRLÜK! Ortadoğu’daki savaşa katılan güçler, savaşın yarattığı yıkım nedeniyle memleketini bırakıp kaçmak zorunda kalan milyonlarca mülteciye kapılarını kapatıyor. Avrupa ülkeleri göçmenlerin geçişini engellemek için ırkçı duvarlar ördü. AKP, AB liderleriyle “mülteci akınını durdurma” amaçlı ırkçı bir anlaşmaya imza attı. Üstelik hükümet, sürekli Suriye halkının yanında olduğunu savunmasına rağmen, bir yılı aşkın süredir Suriye sınırını geçişlere kapattı. Sadece 2016 yılında, 160 Suriyeli sınırı geçmeye çalışırken TSK tarafından öldürüldü. Savaşa karşı çıkanların temel görevlerinden biri de Irak ve Suriyeli mültecilerle dayanışmak.
A SAVAŞA DELE AKP IŞGALCILIĞINI MEŞRULAŞTIRIYOR Suriye topraklarına Fırat Kalkanı Operasyonu ile giren Türkiye, Başika’daki askerî varlığını da “Yerel güçleri IŞİD’e karşı eğitiyoruz” diyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Irak parlamentosu bunun işgalcilik olduğunu ilan ettiğinde ise “Bu Irak halkının çoğunluğunun görüşünü temsil etmiyor” diyor. AKP’nin “Irak halkı” kavramı anlaşılacak gibi değil. Ülkedeki Şii çoğunluk mezhepçiliği nedeniyle Erdoğan’ı istemiyor. Parlamento ona karşı bildiri yayınlıyor. Sünnilerin içinden bir desteği olduğuna dair bir veri yok. Bir tek Federe Kürt Bölgesi’nin liderliği destek açıklaması yaptı. Ancak Güney Kürdistan parlamentosundaki beş siyasî parti AKP’nin Başika’daki varlığına karşı çıkıyor. Erdoğan ve AKP liderliğinin “millet iradesi” mantığı Irak’ta işe yaramıyor. Ancak yine de TSK’nın oradaki varlığını “tartışma konusu dahi yapılamaz” görüyorlar. Üstelik Türkiye devletinin orada bulunması, Irak halkının özgürlüğüyle değil Türk sermaye sınıfının bölgesel çıkarlarıyla ilgili. Erdoğan bunu Suriye’ye yönelik askerî harekât bağlamında “Masanın dışında kalamayız” diyerek açıkça ifade etmişti.
PUTIN DE BIR EMPERYALIST Venezuela devleti, Chavez adına bir “barış ödülü” yarattı ve ilk ödülü Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e vermeyi kararlaştırdı. Pek çok sol çevre, Batı emperyalizmine karşı Putin’i “antiemperyalist” bir lider gibi değerlendiriyor. Oysa Rusya emperyalist bir devlettir. Devasa bir militarist aygıtı var. Putin de bunun sağcı lideri. Rusya’nın geçtiğimiz yazdan itibaren başladığı hava saldırılarında, Suriye’de bir yılda 4 bini sivil olmak üzere toplam 10 bin kişi hayatını kaybetti. Rus uçakları da Suriye halkına bomba yağdıran güçlerden biri. Ve Putin, onyıllardır Suriye’yi kanlı bir diktatörlükle yöneten Esad hanedanını ölümüne destekliyor.
ABD ÖZGÜRLÜK GETIRMEZ ABD, Ortadoğu’yu bir yüzyılı aşkın süredir sömüren, en baskıcı rejimleri ve İsrail’i destekleyen Batı emperyalizminin liderliğini yapıyor. Şimdi bu uzlaşma bozulmuş olsa da, ABD kısa süre önce Rusya ile Suriye’yi birlikte bombalama kararı almış, Esad’ın kalmasına ve katliamlarına onay vermişti. 2014 yazından beri ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyon uçakları Suriye’yi bombalıyor. Çok sayıda sivil bu bombardımanlarda yaşamını yitirdi. ABD, Irak işgaliyle birlikte ülkeyi kan gölüne çevirdi. Sünni ve Şiilerin işgale karşı direnişini kırmak için Irak’ta yönetimi tüm etnik ve dinî grupların en mezhepçi unsurlarından oluşan bir kota sistemiyle kurdurttu. Direnişin ezilmesi ve Felluce gibi yerlerde gerçekleştirilen vahşetler, bugünkü manzaranın ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. ABD, Mısır Devrimi’ni boğan Sisi cuntasını destekledi. Onun müttefiki Suudi Arabistan, henüz birkaç gün önce Yemen’de cenaze törenini bombalayarak yüzlerce kişiyi öldürdü.
KÜRT SORUNUNA BARIŞÇIL DEMOKRATIK ÇÖZÜM! Türkiye, yalnızca Suriye ve Irak’taki savaşların birer parçası olmakla kalmıyor, bir yılı aşkın süredir çözüm sürecini rafa kaldırıp Kürt halkıyla da savaşmaya başladı. Bu savaşta 10 bin civarı insan hayatını kaybetti. TSK’nın açıklamasına göre, yalnızca 29 Ağustos’tan beri, bir buçuk aydan kısa sürede 537 PKK’li ve 88 TSK askeri ve polis çatışmalarda yaşamını yitirdi. İsrail’le barışan, Rusya ile işbirliğine giden, Sisi ile görüşmelere başlayan ve Esad ile görüşmesi söz konusu olan AKP hükümeti, bütün bu ceberrut devletler gibi kendi halkının bir bölümüne karşı korkunç bir baskı uyguluyor. Kürt sorununda yeniden çözüm sürecine dönülmesi, hem binlerce insanın ölümünü durduracak, hem de Rojava düşmanlığının bir kenara bırakılması ve Suriye’deki savaştan çekilinmesi anlamına gelecek.
GÜNDEM 7 GÖRÜŞ Roni Margulies
DÜNYA KAPİTALİZMİNİN ÇİVİSİ ÇIKARKEN Dünyada bir panik havası esiyor! Merkezi Washington olan bir depremin ön sallantıları dünyanın dört bir yanında endişe ve korkuyla izleniyor. Ya Donald Trump Amerika Cumhurbaşkanı olursa? Habis mi, zır deli mi, her ikisi mi? Bildiğimiz mağara adamı! “Oh olsun Amerikalılara” deyip kıs kıs gülmek kolay da, ABD Cumhurbaşkanı sadece Amerika’yı kontrol etmiyor, dünyanın her tarafına bulaşıyor. Ve elinin altında birkaç tane dünyayı patlatacak kadar nükleer silah var. Herkes bir yana, Amerikan egemen sınıfı bile panik halinde. Kontrol altında tutabileceklerinden emin olamadıkları, her ağzını açtığında halt eden, bir günden bir güne ne yapacağı, ne diyeceği belli olmayan bir adamın başkan olmasından onlar da korkuyor. Bizim komplo teorisyenleri bütün bunları bir yerlerde “birilerinin” planladığını düşünüyordur kuşkusuz. Her şeyi bilinmez ve bilinemez “üst” güçlere havale edince, dünyayı açıklamak kolay oluyor elbet. Ama gerçek öyle değil. Şu son hafta içinde, Trump’ın kadınlar hakkında ancak 17 yaşında bir ayının edeceği laflar etmesiyle, bizzat Cumhuriyetçi Parti’nin 30 küsur üst düzey görevli ve temsilcisi Trump’a oy vermeyeceklerini açıkladı. Kim destekliyor peki bu herifi? Görünen o ki, Trump desteğini büyük ölçüde emekçi, yoksul beyazlardan alıyor. Niye? Amerikan işçileri sağcı ve manyak mı? Değil elbette. Ama 2007-2008’de ekonomik krizin patlak vermesinden beri, Amerika’da yoksullar daha da yoksullaştı, bankalar ve bankacılar devlet tarafından kurtarılırken işçiler işlerini kaybetti, bezdiler, düzene yabancılaştılar. Clinton düzenin has temsilcisi. Ve herkesçe böyle algılanıyor. Trump ise düzen dışı bir kişi olarak algılanıyor. Egemenlerin beğenmediği, engellemeye çalıştığı bir kişi olarak görülüyor. O nedenle, görüşleri ne olursa olsun, destek topluyor. Aynı şey Demokrat Parti’nin aday adayı sosyalist Bernie Sanders için de geçerliydi. Görüşleri çok farklıydı tabii, ama o da düzen karşıtı olarak algılandığı için Amerika tarihinde ilk kez açık açık sosyalist olduğunu söyleyen bir aday neredeyse kazanıyordu. Ekonomik kriz bütün dünyada benzer etkiler yaratıyor: Büyük kitlelerin düzene yabancılaşması; siyasî istikrarsızlık; merkez partiler zayıflarken sol ve sağ partilerin büyümesi; Avrupa Birliği’nin çatırdaması; beklenmedik kitlesel hareketlerin patlak vermesi... Ve bunlara bağlı olarak, ülkeler arası rekabet ve çatışmaların sertleşmesi. Bu ortamda, bizim hükümetin “En büyük Türkiye”, “Suriye bizden sorulur”, “Türk Akımı’na tarihî imza” filan diye bağırıp çağırması cidden komiğime gidiyor.
8
YORUM
KEMALİZMİN DÖNÜŞÜ KİMİN ÇIKARINA? VOLKAN AKYILDIRIM
Erdoğan-Ak Parti’yle eski ortağı Gülenciler arasındaki, başarısız darbeyle sonuçlanan savaş kemalizme yaradı. Bürokrasi cemaatlerden temizlenirken, Ak Parti laikliğin hepimizin teminatı olduğunu söylüyor. Milliyetçi popülizmi yükselten Erdoğan kemalizmin yayılmacı iddialarını Irak’ta ve Suriye’de hayata geçiriyor. Ergenekon ve Balyoz davalarının sanığı eski darbeciler şimdi gazete ve TV’lerin başlıca yorumcuları. Kendilerini aklayana kadar, devirmek için uğraştıkları Erdoğan’ın şimdi arkasında olduklarını söylüyorlar. Ülkücüler ve ulusalcılar, kemalizmde sonuna kadar gidilmesini, ezilenleri ve muhaliflerin susturulmasını talep ediyor. Öte yandan kemalizmi çok önceden reddeden bazı sosyalistler, HDP’nin kemalist CHP ile ittifakının propagandasını yapıyor. Peki devrimci sosyalistler kemalizme nasıl bakar? Son 20 yılda ezilenlerin ve darbelere karşı olan işçi sınıfının mücadelesiyle geriletilen kemalizmin geri dönüşü emekçilerin çıkarına bir gelişme mi? 15 Temmuz kemalizminde sapmanın sonucu mu? Gülencilerin başını çektiği 15 Temmuz darbe girişimi, Kemalizme dönüşün gerekçesi. 15 Temmuz ilk darbe olsaydı bu iddia tartışılabilirdi. Fakat ordu daha önce kemalist generallerin liderliğinde 4 darbe yaptı ve bunların üçü kanlıydı. 2002-2007 arasında ise ordu içindeki kemalist cuntalar, darbe planları yapmaya ve bunları hayata geçirmeye devam etti. Hepsinin gerekçesi kemalist cumhuriyetin seçilmiş hükümetlere karşı korunmasıydı. Kaldı ki Gülencilerin diğer İslami hareketlerden farkı, kemalizmle uzlaşmasıydı. Bu sayede ordu ve devlet bürokrasisi içinde sorunsuz büyüyebildiler ve 15 Temmuz’da kemalist generallerin bir bölümüyle ittifak halindeydiler. Gülencilerin topluca orduya giriş yaptıkları yani devlet tarafından kabul edildikleri iki dönem, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri. TV’lere çıkan kemalist generallere bakılırsa hepsi çok evvelden Fetullahçıların varlığını biliyordu. Kendine ideoloji olarak kemalizmi seçen, belli ki Atatürkçü kitlelerin nefret ettikleri Erdoğan’a karşı askeri yönetimi destekleyeceğini zanneden darbeciler aslında geleneksel yoldan ilerlediler. Kemalizm ne Gülenciler gibi aşırı sağcı
Irak Başika’daki Türkiye askerleri, kemalizmin Musul ve Kerkük’ü ilhak hayalinin bir sonucu.
muhfazakarlığa ne de darbelere bağışık değildir. Aksine kurduğu düzen bunları üretiyor. Demirel döngüsü Kendisi de muhalifleri de AK Parti’nin iktidar olduğundan bahsediyordu. Hükümet olmakla iktidar olmak yani devleti kendi kontrolü altına almak ve burjuvazinin yönetici sınıfı olmak aynı şey değil. Türkiye’de seçilmiş hükümetlerin çoğu kukla, gerçek iktidarın sahibi ise kemalist ordu oldu. İşlerine gelmeyen partileri kapatarak, kontrol edemedikleri hükümetleri devirererek; bunların sonuçlarını her seferinde toplumun çoğunluğunu oluşturanlara ödeterek, acımasız baskı metotlarının sonucu zoraki rızayla yönettiler. Başta kemalizme muhalif olarak çıkıp onun ezidği kitlelrden oy alarak yükselen politikacıları kuşatarak kendi çizgilerine getirdiler. Eski kuşakların Süleyman Demirel’den bildiği bu döngüyü, Şimdi Tayyip Erdoğan tamamlıyor. Görüldü ki 14 yıllık iktidarlarına, her iki seçmenden birinin oyunu almalarına rağmen devlette belirleyici hiçbir konum elde edememişler. 2002’de iktidara geldiklerinde darbe planları da kemalist generaller tarafından başlatılmıştı. Bu dönemde bürokrasi içinde kendilerini hazır bekleyen Gülencilere sarıldılar. Onlar da darbe yapınca şimdi eski kemalist darbecileri işe alıyorlar. Bu pragmatik bir tutumdan öte. Erdoğan’ın kemalizmin tarihsel hayallerini “uyumlu” bir şekilde hayata geçirmesine tanık oluyoruz. Bu hayaller işçiler ve ezilenlerin çıkarlarına tamamen zıt.
Sosyalistler kemalizme karşıdır - Devletin resmi ideolojisidir. Dönemsel ve siyasi taşıyıcılarına bağlı olarak biçimsel değişiklikler taşısa da özünde Türk hakim sınıflarının çıkarlarının toplumun geri kalanına dayatılmasına, sömürü ve baskıya eşlik eden burjuva fikirlerdir. - Kemalizm Türk büyük sermayesinin fikridir. Koç Holging gibi bugün Türkiye’nin en zengin aileleri olan sermaye grupları kemalist devleti kullanarak kasalarını doldurdu. Bu devlet işçi sınıfına ise hiç iyi davranmadı. Sendikalar her dönem devletin bir uzantısı haline getirilerek hak alma mücadelelerinin önü kesildi. Grev yasaklamak ve sendika düşmanlığı darbeler gibi kemalist devletin bir geleneği. Gezi parkı direnişine katılan halkı Koç Holding’in arkasında olduğu bir darbenin piyonları ilan eden Erdoğan ve Ak Parti’nin, dönüp onlarla da uzlaşması bu düzenin aynen devam ettiğini gösteriyor - Kemalizm Türk ve Sünni Müslüman olmayan halklar için baskıdır, Kürt illerinin sömürge olarak görülmesi ve yönetilmesidir. Halkların hapishanesinde yaşanan ayaklanmalar ve katliamlar saymakla bitmez. PKK ile savaş 34 yıldır devam ediyor. Erdoğan’ın kemalist generallerle ittifakının en önemli sonucu reddedilen askeri yöntemleri ve sindirme politikalarını devam ettirmesi oldu. Kemalizmin özündeki baskıcı laiklik, ırkçılık ve aşırı milliyetçilik, Erdoğan’ın bugün dönüş yaptığı fabrika ayarlarıdır. - Kemalizm militaristtir, yayılmacıdır. Anti-emperyalizmi ideoloji olarak kullansa da her zaman emperyalist devletlerin be-
lirlediği küresel sistemin bir parçası olarak davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin misak-ı milli denilen sınırlar içerisinde kurulması batı emperyalizmi ile uzlaşmanın ürünüdür. Bu yüzden Türkiye bir NATO üyesi, ordusu bir NATO ordusudur. Kıbrıs’ın kuzeyini 1974’ten bu yana işgal altında tutan Türkiye’, Irak’ta Başika’nın yanısıra “yardım için” gittiği Somali’de de bir askeri üs kurdu. Afganistan’ı işgal eden NATO güçlerinin bir parçası olarak Kabil’de askeri birliği bulunan Türkiye, aynı zamanda Lübnan’da BM’ye bağlı bir askeri bir birlik bulundurmaktadır. Kore savaşından Suriye savaşına, Musul ve Kerkük’ü ilhak etme hayallerinden Suriye yönetiminde söz hakkı sahibi olmak için uzanan bu çizgi her hükümet tarafından devam ettirildi. 15 Temmuz’a kadar NATO ve ABD’nin her dediğini yapan Erdoğan ve Ak Parti hükümeti, yediği darbe ile bugün bir başka emperyalist devlet Rusya’ya elini uzatsa da kemalizmin karakteristik çizgisinin ilerici bir yanı yok. Tüm cumhuriyet hükümetleri IMF ve Dünya Bankası ile birlikte ekonomiyi planladı. Bağımsızlık edebiyatı rejime destek için pompalanan milliyetçilik içindir. Bir zamanlar demokratikleşme ve barışla “yerlerde sürünen” bu azgın milliyetçilik, başarısız darbeyi kullanan Erdoğan tarafından ayağa kaldırıldı ve güçlendirildi. Açık ki hakim sınıfların ve devletin resmi görüşü sol ya da ilerici olamaz. Türkiye emekçileri ve ezilenlerinin neredeyse yüz yıllık sorunların kaynağı olan kemalizme yeniden can verilmesinde hiçbir çıkarı yok.
EMEK GÜNDEMİ
İŞÇİ ÖLÜMLERİ DURDURULABİLİR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
GREV HAKKI TARTIŞMA KONUSU YAPILAMAZ Patronların en tehlikeli ve işçi düşmanı örgütü olan MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) grev hakkının ortadan kaldırılması için yeni bir tartışma başlattı. MESS, patronların en acımasız ve baskıcı savaş örgütüdür. 12 Eylül darbesinin arkasında MESS vardır. 24 Ocak kararları MESS tarafından dikte ettirilmiş, MESS başkanı Turgut Özal daha sonra 12 Eylül hükümetinde Başbakan Yardımcısı olmuştur. Darbe sonrası oluşturulan tüm baskıcı iş yasaları ve yüzde 10 barajı gibi düzenlemeler MESS’in dayatmalarıdır. 28 Şubat darbesinin arkasında MESS vardır. İşçi düşmanı faaliyetlerini her zaman sürdüren MESS, Türkiye’de derin devletin en önemli kurumlarındandır. MESS kendi yayın organı olan SİCİL dergisinde uluslararası kaynaklarda, özellikle ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) sözleşmelerinde grev hakkından söz edilmediğini öne sürüyor. Oysa söz konusu sözleşmede “sendikaların işçi sınıfının çıkarlarını korumasının bir hak olduğu” yazılıdır. İşçi sınıfının çıkarlarını korumak için sendikaların elindeki en önemli silah grev hakkıdır. Grevin bir hak olduğu, ILO’nun 50 yıllık faaliyetinde yerleşmiş bir kuraldır.
Adana’daki bir inşaatta, 3 bin TL değerindeki bir ağın gerilmesi, yüksekten düşen bir işçinin ölümünü engelledi. İşçi ölümlerinde Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsü olan bir ülkede, bu durum, ölümlerin nasıl durdurulabileceğine dair çok basit bir örnek oldu. Meslek örgütlerinin ve STK’ların yaptığı araştırmalara göre, iş kazalarının yüzde 98’i önlenebilir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Çalışma Bakanı olduğu dönemde Faruk Çelik ve geçtiğimiz günlerde
bir toplantıda konuşan İzmir Sanayici ve İşadamları Derneği (İZSİAD) Başkanı Hasan Küçükkurt da aynı oranı veriyor.
zemin hazırlıyor. Hükümetin ve Türkiye devletinin yargısı da hep patronların yanında.
Sorumlu patron, suçlanan işçi
Yüzde 50’si kolaylıkla, yüzde 48’i de sistemli bir çalışma sonucunda engellenebilecek kazalar, sürekli olarak yoksulların ölümüne neden oluyor.
Patronlar ve hükümetler, işçi ölümlerinin sebebini “işçilerin cahilliği” veya “kurallara uymamaları” olarak sunmaya çalışıyor. Oysa iş güvenliği, işverenin sorumluluğundadır. Soma’dan Torunlar İnşaat’a kadar birçok yerde görüldüğü gibi, patronlar kâr hırsı nedeniyle işçi ölümlerine
Bu yılın ilk dokuz ayında 1421 işçi yaşamını yitirdi. İş güvenliğiyle ilgili talepleri kazanmak için işçi sınıfının ve emek örgütlerinin birleşik mücadelesi gerekli.
İŞYERLERİNDE, FABRİKALARDA NELER OLUYOR? n Manisa’da Tek Gıda-İş sendikasının örgütlü olduğu Ferrero Çikolata’da bir süredir devam den toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine işçiler greve çıktı. n Kırıkkale Doğalgaz Kombine Çevrim Santrali'ndeki taşeron firmalardan biri olan Joule Enerji’nin işçileri, yatırılmayan maaşları için iş bıraktı. n Sendikaya üye oldukları
için işten atılan ve beş ayı aşkın bir süredir Avcılar Belediyesi önünde direnişlerini sürdüren işçilerle ilgili Avcılar Belediyesi ve Belediye-İş İstanbul 2 No'lu Şube arasında anlaşma sağlandı. Anlaşma maddelerine göre sendikalaştıkları için işten atılan tüm işçiler 45 gün içinde kademeli olarak ve sendikalı olarak işe başlayacak. n Antep’te FETÖ soruşturması kapsamında el konulan ve
TMSF'ye devredilen NAKSAN Plastik'in işçileri, maaşlarını alamadıkları gerekçesi ile iş bıraktı. n Samsun’da işten atılan A101 işçileri, market önünde yaptıkları basın açıklamasında, işyerlerinde insanca çalışma koşullarında çalışmak ve işlerine geri dönmek istediklerini belirtti. n KHK ile açığa alınan Samandağlı öğretmenlerin başlattığı oturma eylemi birinci
ayını doldurdu. n Tokat’ta bulunan DİMTEKS tekstil fabrikasına kayyum atanmasının ardından iki aydır ücretlerini alamayan işçiler eylem yaptı. n Eğitim Sen, on binlerce eğitim emekçisinin KHK ile açığa alınması ve ihraç edilmesine karşı 5 Ekim’de Ankara’da Millî Eğitim Bakanlığı önündeydi.
ILO’nun 1983 yılında yaptırdığı bir araştırma raporunda, Uzmanlar Komitesi, Sendika Özgürlüğü Komitesi’nin varmış olduğu sonucu şöyle tekrarlamıştır: “Grev hakkı, işçilerin ve onların örgütlerinin sosyal ve ekonomik çıkarlarını korumak için kullandığı asli araçlardan biridir”. O sıralar bu tespite işverenlerden hiçbir itiraz gelmemişti. “Grev hakkının ve sendikal eylemin sendika özgürlüğü ilkelerinin ayrılmaz bir parçası olduğu” 1997′de bir kez daha teyit edilmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2009′da Türkiye’yle ilgili bir vakada, grev hakkının varlığını, ILO Sözleşmesi’nin koruduğu sendika özgürlüğünün asli bir unsuru olarak kabul etmiştir. Dünyada en az 90 ülkede grev hakkı anayasalarda yer almaktadır. Hiçbir sendika greve laf olsun diye çıkmaz. İşi durdurma hakkı esas olarak sendika ve toplu sözleşme özgürlüğüyle bağlantılıdır. Grev hakkı olmaksızın, toplu sözleşme hakkı “toplu dilenme” hakkından başka bir anlama gelmez. MESS’in grev hakkına karşı başlattığı bu saldırıyı tüm sendikalar ciddiye almalı ve grev hakkının tartışma konusu yapılmaması için çaba göstermelidir. İşçi sınıfı grevin neden bir hak olması gerektiği konusunda sürekli bilgilendirilmelidir.
10 YORUM
DEUTSCHE BANK: SAVUNMASIZ KALAN KÂR ALEX CALLINICOS
Deutsche Bank 1870’te, Almanya’nın birleşmesinin hemen arifesinde kurulduğundan bu yana Alman kapitalizminin simgesi olmuştur. Rudolf Hilferding, büyük yatırım bankalarının sanayi şirketleriyle birleşmesini anlattığı klasik Marksist çalışması Finans Kapital kitabını (1910) yazdığında Deutsche Bank’ı düşünüyor olabilirdi.
ZLA DAHA FA K! O Y O EUR
Geçtiğimiz onyıllarda Deutsche geri kalan Avrupa bankalarından daha iyi durumdaymış gibi gözüküyordu. Eski rakibi Dresdner Bank ortadan kalkmıştı ve Goldman Sachs ile JP Morgan gibi Wall Street devlerinin küresel yatırım bankacılığındaki egemenliğine meydan okumayı amaçlıyordu. Şimdi ise Deutsche Bank’ın başı belada. Hisse senetlerinin fiyatı bu yıl yüzde 50’den fazla düşüş gösterdi, geçen hafta perşembe günü son 33 yılın en düşük rakamı olan 8,64 Sterlin’e geriledi. 2007-2008’deki finansal krizden önce bu rakam 90 Sterlin’e yakındı. Deutsche’in 2000’li yılların ortasında usulsüz olarak sattığı iddia edilen mortgage temelli menkul kıymetler için ABD hükümeti bankadan 11 milyar Sterlin tutarında bir ceza talep ediyor. Bu ceza şirketin borsadaki değerinin biraz daha azına tekabül ediyor. Deutsche’nin sorunları, geniş anlamda, finansal krizin ortaya çıkardığı sorunların pek çoğunun çözülmemiş olduğunun işareti. Avrupa hükümetleri, krize İngiliz-Amerikan bankalarının kanunsuz hareketlerinin yol açtığı ve Avrupa bankalarının masum kurbanlar olduğu efsanesini safça onaylıyor. Bu, özellikle Alman bankalarının ABD’deki ilkesiz meslektaşlarından sık sık ve saf bir şekilde, şüpheli mortgage temelli menkul kıymetleri ve diğer kredi türevlerini alması anlamında doğru. Ancak Avrupa bankaları, İrlanda ve güney Avrupa’yı ucuz kredilere boğarak Avro bölgesindeki
finansal balonun büyümesine yardımcı oldular. Sözde “Avro bölgesi krizi” aslında kuzey Avrupa hükümetlerinin kendi bankalarını kurtarması süreciydi.
lindedirler; yalnızca yatırımcılar ve mevduat sahipleri paralarını geri istemediği sürece varlıklarını koruyabilirler. Bankacılık üçkâğıtçılıktır.
Yunanistan gibi devletlere, kuzey bankalarına olan borçlarını ödeyebilmeleri amacıyla alacakları kredi için, şiddetli kemer sıkma politikaları uygulama şartı getirildi. Çıkarılan kurtarma paketleri sayesinde Avrupa bankaları, ABD ve İngiltere hükümetlerinin kendi bankacılık sistemlerine dayattığı daha şiddetli yeniden yapılandırma önlemleri olmadan varlıklarını sürdürebildi. Geçtiğimiz hafta Avrupa Merkez Bankası’nın başkanı Mario Draghi, Avro bölgesinde çok fazla banka olduğundan şikâyet ediyordu.
Deutsche’nin varlıklar toplamı 2015 yılında 1,42 trilyon Sterlin ve toplam sermayesi 54,7 milyar Sterlin’di. Çok sayıda şubelerinin kasasına yatırılan büyük miktarda paraya sahip büyük bir banka olduğu için, normal koşullarda piyasaların fazla endişelenmesine gerek yoktu. Ancak Deutsche’nin 25,1 milyar Sterlin tutarındaki “üçüncü seviye varlıkları” dikkat çekiyor. Bunlar büyük ihtimalle finansal balondan kalan değersiz artıklar, ama eğer duru-
Buna, kapitalist bir girişim olarak bankaların tuhaflığını da eklemeliyiz. Bankalar kârlarını kredi vererek kazanır. Ancak, verdikleri borçlar genelde sermayelerinden veya öz kaynaklarından kat kat fazladır. Bu yüzden bankalar doğaları gereği iflas ha-
mun cidden böyle olduğu ortaya çıkarsa bunlar Deutsche’nin sermayesinin yaklaşık yarısını yok edebilir. Finansal krizin mirası Deutsche’nin acılarında bir rol daha oynuyor. Salyangoz hızında seyreden dünya ekonomisi, daha sıkı mevzuatlar ve merkez bankaları tarafından işleri yolunda tutmak için çok düşük tutulan faiz oranları yüzünden, bankacılık daha az kârlı bir durumda. Gelecek yıl Deutsche’nin mali kârlılığının yüzde 3’ten az olması bekleniyor. Başlıca rakibi olan Commerzbank geçtiğimiz hafta kârını arttırabilmek için işgücünde yüzde 20 kesintiye gideceğini açıkladı.
Son olarak, siyaset karmakarışık. Angela Merkel ülkesinin en büyük bankasının iflas etmesine izin veremez. Ama bütün halk bankacılardan nefret ediyor. Bu yüzden, gelecek yıl yapılacak olan genel seçimler de yaklaşırken Merkel’in Deutsche’yi kurtarması zor olacak. Kapitalistler arası rekabet durumu kızıştırıyor. Diğer bankalar ABD’ye ödeyecekleri cezada müzakereler yoluyla indirime gidilmesini sağladı, ama ABD hükümeti başa baş giden bir başkanlık yarışının ortasında bunu yapmak isteyecek mi? Her durumda, Brüksel Apple’ın vergi borçları için boğucu kanunlar çıkarmışken, ABD’nin bir Avrupa bankasına fazla kibar davranması çok muhtemel değil. Bunların hiçbiri yeni bir krize doğru gittiğimiz anlamına gelmiyor. Ancak Deutsche’nin içinde bulunduğu zor durum finansal krizden dokuz yıl sonra küresel kapitalizmin kırılganlığını gözler önüne seriyor.
11
BARIŞ, DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK İÇİN!
21-22-23 EKİM İSTANBUL
16 EKİM TEKİRDAĞ 11:00-13:00
21 EKİM CUMA 19.00-20.30
15 TEMMUZ: BİR DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ VE SONRASI KONUŞMACILAR: ALPER GÖRMÜŞ - HASAN FEHMİ ÖZER - MELTEM ORAL ÖMER FARUK GERGERLİOĞLU - ÜMİT AKTAŞ 22 EKİM CUMARTESİ 11.00-12.15
MARKSİST TEORİ EKOLOJİK KRİZİ KAVRAYAMADI MI?
BİR DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ VE SONRASI KONUŞMACILAR:
EGEMEN GÜNGÖR MELTEM ORAL SÜLEYMAN ÇALIŞKAN YASİN ALTINTAŞ 14:00-16.00
KONUŞMACI: SİNAN ÖZBEK 13.00-14.15
AYAKLANMA, SAVAŞ, GÖÇMENLİK VE IRKÇILIK BAĞLAMINDA SURİYE KONUŞMACILAR: CANAN ŞAHİN - MUSTAFA AROUR- YASİN EL-HAJ SALEH 15.00-16.15
YENİ DEVLET POLİTİKASI OLARAK “YERLİ VE MİLLİ“ EKSENİ KONUŞMACILAR: BESİM DELLALOĞLU - UFUK URAS -YILDIZ ÖNEN 17.00-18.15
KÜRESEL KAPİTALİZMİN KRİZİ: BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONU MU? KONUŞMACILAR: ALEX CALLINICOS
AYAKLANMA, SAVAŞ GÖÇMENLİK VE IRKÇILIK BAĞLAMINDA SURİYE KONUŞMACILAR:
HASAN FEHMİ ÖZER OZAN TEKİN SINAN KURBAN 16:30-18.30
EVRENDEKİ YERİMİZ
23 EKİM PAZAR 11.00-12.15
KONUŞMACILAR:
EVRENDEKİ YERİMİZ KONUŞMACILAR: BURAK DEMİR - BÜLENT SOMAY - TOLGA YILDIZ 13.00-14.15
SAVAŞ: BİR SAPMA MI KAPİTALİZMİN SONUCU MU? KONUŞMACILAR: CAN IRMAK ÖZİNANIR - NURAN YÜCE 15.00-16.15
RONİ MARGULİES TOLGA YILDIZ
YER: SİNEMALAR SOKAĞI NO: 51/3 SÜLEYMANPAŞA
KÜRT SORUNUNA DEMOKRATİK ÇÖZÜM VE BARIŞ İMKANSIZ MI? KONUŞMACILAR: HAKAN TAHMAZ - RONİ MARGULİES
YER: CEZAYİR SALON Hayriye Cad. 12 Beyoğlu (Galatasaray Lisesi’nin arkası)
Katılım için bizi arayın: 05314516251-05075550272
DÜZENLEYEN DEVRİMCİ SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ
DSiP
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
DÜNYADA MÜCADELE KAZANDIRIR ABD ve Rusya arasındaki giderek yükselen gerilimin Suriye’deki savaş ortamıyla daha da çatışmalı bir boyuta varması Türkiye’nin olduğu kadar tüm dünyanın gündemini de etkiliyor. Bunun yanı sıra mültecilik, ırkçılık, iklim değişikliği, işçi sınıfının ekonomik haklarına dönük saldırılar tüm dünyadaki ‘efendilerin’ krizden çıkış kartı olarak kullandıkları otoriter politikalarla daha da derinleşen sorunlar halini alıyor. Bu sorunların hiçbirisi tek bir ülkeye özgü değil. İşçilerin haklarının, demokrasi ve özgürlüklerin kısıtlanmaya çalışılması sadece bir ülkede, bir bölgede değil tüm dünyada karşılaştığımız sorunlar. Manzara bundan ibaret olsaydı dünya son derece bunaltıcı ve katlanılmaz bir yer olurdu. Manzarayı değiştiren şey, baskılar kadar bu baskıları aşmayı başaran küresel bir mücadelenin varolduğu gerçeği. Savaşın yarattığı otoriter iklimi değiştirmenin tek yolu mücadele. Avrupa’da mültecilerle dayanışan ve ırkçılar sokağa çıkmayı her denediğinde onları, on binlerce ırkçılık karşıtının kitlesel gösterileriyle engelleyen hareket, finans sektörünü kurtarmak için işçilerin ücretlerini, emeklilik maaşlarını kısmaya çalışma saatlerini yükseltmeye çalışan neoliberal uygulamalara karşı işçilerin mücadelesi, İrlanda’da suyun ücretlendirilmesine karşı mücadeleyi kazanan işçiler, ABD’de siyahlara dönük polis şiddetine ve ayrımcılığa karşı kitlesel gösteriler, Zimbabwe’de ekonomik krize ve kuraklığa karşı ayaklanma, Polonya’da kürtaj yasağına karşı kadınların mücadelesi, Hindistan işçilerinin insanca yaşam için 150 milyonluk grevi dünyanın dört bir yanında kesintisiz sürmekte olan mücadelelerden sadece birkaçı.
Tüm dünyaya ilham ve umut veren mücadele-
POLONYA: KADIN IŞÇILER KAZANDI
HINDISTAN: İŞÇI SINIFININ BIRLIĞI Son yıllarda dünyanın en büyük genel grevlerinden biri, Eylül’de Hindistan’da gerçekleşti. 150 milyon işçi özelleştirmelere karşı ve uluslararası standartlara uygun bir asgari ücret talebiyle greve çıktı. Sokağa çıkan grevci işçilerin kalabalığı, trenleri, otobüsleri ve şehiriçi ulaşımda kilit öneme sahip tuk-tuk adlı taşıtların kullanımını bir gün boyunca imkansız hâle getirdi. Özellikle Güney Hindistan’daki banka işçilerinin greve katılmasının finans sektörüne etkisi milyonlarca rupi oldu. Başkentteki hemşireler süresiz grev kararı aldı. Maden işçilerinin greve katılmasıyla kömür üretimi ve dağıtımı durma noktasına geldi. Benzer şekilde grev sanayi bölgelerindeki otomobil üretimini de etkiledi. Hâlâ toplumu sınıf, statü ve renklere göre ayıran kast sisteminin olduğu ve milyonlarca insanın bu acımasız sosyal düzenin ayrımcılığından etkilendiği Hindistan, dünyanın üretim merkezlerinden biri ol-
duğu kadar yoksulluğun ve sömürünün de en yoğun yaşandğıı yerlerden biri. Nüfusu bir milyardan fazla olan ülkede yoksulluk, açlık, temel haklara erişim sorununun yüz milyonlarla ifade edilmesi eşitsizliğin boyutunu gözler önüne seriyor. Eşitsizliğin ve ayrımcılığın hüküm sürdüğü bu manzara Hindistan işçi sınıfının grevini daha da önemli kılıyor. Hindistan’daki grevin ülkeye etkisinin çapı, işçilerin kitlesel eyleminin önemini bir kez daha gösterdi. Bu kitleselliğin ardında yatan güç ise işçi sınıfının birliğinin sağlanmış olmasıydı. Ülkedeki tüm sendikalar greve çağrı yaptı. Kamu, sanayi, tarım ve finans gibi farklı sektörlerden milyonlarca emekçi, hükümetin tüm baskılarına ve grev günündeki sert uygulamalarına rağmen ortak bir talep için birlikte davrandı. Hindistan işçi sınıfı, hayatlarındaki büyük zorluklara rağmen bir araya gelebildi. Çünkü zorlukları ancak birleşerek aşabiliriz.
lerden biri kısa zaman önce Polonya’da yaşandı. Kürtajı yasaklamaya çalışan hükümet kadınlardan korktu ve geri adım attı. Hükümeti korkutan şey kadınların ülke çapında eyleme geçmesi ve greve çıkması oldu. Polonya tıpkı İrlanda gibi kürtaj hakkının halihazırda kısıtlı olduğu ülkelerden biri. Hükümet bu kısıtlı durumu her koşulda herkese erişilebilir kürtaj hakkı tanımaktansa, kürtajı tamamen yasaklayarak ‘aşmaya’ çalışınca kadınların mor çizgilerini de aştı. Ülke çapında kitlesel gösteriler yaşandı. On binlerce işçinin katıldığı grev hükümetin hızlıca yasayı geri çekmesini sağladı. Polonya grev ve iş bırakmanın sembolik bir mücadele aracı değil, sahip olduğumuz hakları korkumak ve daha fazla hak kazanmak için hayati önemde, son derece etkili ve kazandıran bir yöntem olduğunu gösterdi.